İtibar, İstişhad, Mütabaat:
Hasen ve Zayıf hadîslerle ilgili bahislerde
sıkça geçen bir kaç tâbir var. İ’tibar, istişhâd, i’tizâd. Bunlar bir hadîs
çeşidi ifâde etmezler. Ancak başta mütâbi, şâhid, âzıd gibi sıkça geçen tabirler
bir kısım başka meselelerin kavranmasında onların neye delâlet ettiklerinin
bilinmesi gerekir.
İ’tibâr,
lügatte bir şeyi incelemek, saymak, mukayese ve imtihan etmek gibi mânalara
gelir. Hadîs ıstılâhı olarak, ferd bilinen bir hadîsin bir başka vecihten de
gelip gelmediğini hadîs kaynaklarında araştırma faaliyetidir. Bu maksadla,
mu’cem, müsned, sünen, câmi, cüz vs. her çeşit kaynağa başvurulur. Kaydedilen
tarif’e ferd-i sahîh dahi girmekte ise de, i’tibâr çoğunlukla zayıf ve hasen
hadislerle ilgili olarak geçer. Çünkü hadîsi ikinci bir tarîkten bulmak, onu
kuvvetlendirir: Zayıf’sa hasen li-gayrihî mertebesine, hasen’se sahîh li gayrihî
derecesine yükseltir. Böylece hadîs, amel edilemez iken, kendisiyle amel
edilebilir hâle gelir. Bu sebeple i’tibâr’ı: “Hadîsin sıhhat durumunu
kuvvetlendirmek, derecesini yükseltmek için bir benzerini başka tarîklerden
arama faaliyeti” diye tarif edebiliriz.
Her zayıf hadîs i’tibâr’a sâlih değildir.
Hadîsin zaafı şiddetli olursa onun kuvvetlendirilmesi için araştırma yapılmaz.
Kizb ile ittiham edilen, ehl-i bid’anın gulat kısmında olan veya fuhş-ı galat
sâhibi bulunan râvilerin rivâyetleri i’tibâr’a elverişli değildir.
Öyle ise, i’tibâra elverişli olan bir rivâyeti
kuvvetlendirecek benzer rivâyet (mütâbi), derece yönüyle, en azından ona (mütaba
aleyh) denk veya ondan daha üstün derecede olmalıdır. Daha düşük derecede olursa
kuvvetlendiremez. Zaten zayıf’ın daha düşüğü şedîdü’z-zaaf demektir. Vasfı bu
olan hadîslerin metrûk ve merdûd addedilmesi gerektiğini daha önce belirtmiştik.
Mütabaat:
İ’tibâr sonunda zayıf hadîslerimizi takviye edecek bir başka rivâyet buldu isek
hâsıl olan bu yeni duruma uygunluk mânâsına mütâbaat denir. İ’tibâr edilen hadis
mütâbaaleyh adını alır ve kuvvetlenir. Zayıfsa hasen li-gayrihi mertebesine
yükselir, hasen’se sahîh li-gayrihi mertebesine yükselir. Keza sahîhse
ferdlikten çıkıp azîz olur.
Şunu da bilelim ki, mütâbaat, aynı Sahâbî’nin
rivayetinde, münferid olduğu zannedilen râvinin şeyhinde veya şeyhinin şeyhinde
hâsıl olabileceği gibi bir başka Sahâbî’nin rivayetiyle de olabilir. Senette
teferrüt ettiği zannedilen şahsın şeyhinden aynı hadîsi rivâyet eden bir başka
şahıs bulunduğu takdirde buna mütâbaat-ı tamme denir, şeyhinin şeyhinden veya
daha yukardan bir mütâbi bulunduğu takdirde buna da mütâbaat-ı kâsıra denir.
Mütâbaat sağlayarak zayıfı kuvvetlendirmiş olan
ikinci rivâyet’e mütâbi, şâhit veya âzıd kelimelerinden biri kullanılır. Bazı
âlimler bu tâbirlerin arasında fark görür: Kuvvetlendiren ikinci hadîs, zayıf
hadise hem lâfız hem de mâna yönüyle benzerlik arzetmişse mütâbi, lâfzan değil
de sâdece mânen destek sağlamışsa şâhid demiştir. Ama ekseriyet nazarında
aslolan, mütâbi ve şâhid tâbirlerinin âzıd gibi destekçi, takviye edici
mânasında müterâdif olarak her iki durum için de kullanılmış olmasıdır. Ancak,
şâhid kelimesiyle, sahâbisi ayrı olan bir başka senedle gelmiş bulunan mütâbi
rivâyetin kastedildiği de olmuştur.
Şunu da kaydedelim ki, usulcüler i’tizâd (mütâbaat)
yoluyla zayıfın kuvvetlenmesinde, buna bir kıyâsın muvafakat etmesini veya
inkâr’sız intişâr etmiş olmasını yahut da onunla o zamandaki insanların amel
etmekte olmasını şart koşmuştur.
İbnu’s-Salâh’ın örneğini kaydedelim: Muhammed
İbnu Amr Ebu Seleme’den, o da Ebu Hüreyre (radyallahu anh)’den Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın şu hadîsini rivayet eder: “Ümmetime meşakkat verecek olmasaydım,
her namazda misvâk kullanmalarını emrederdim”. Senedde yer alan Muhammed
İbnu Amr sıdkı ve diyaneti ile meşhurlardan ise de itkân’ı tam değildir. Bu
sebeple bâzı nâkidler kendisini hâfıza bozukluğu cihetinden zayıf addetmişler,
bazıları da sıdkı ve büyüklüğü sebebiyle sika addetmişlerdir. Netice olarak
hadîsi hasen’dir. Ancak hadîsin bir başka cihetten rivâyeti ona sahîh hükmünü
verdirmiştir. Hadîse olan mütâbaat, Ebu Seleme’den Muhammed’in rivâyetine değil,
bilâkis, Ebu Hureyre’den Ebu Seleme’nin rivâyetinedir. Ebu Hureyre (radıyallahu
anh)’den aynı hadîsi A’rac, Sa’id İbnu’l Makberî, babası (el-Makberî) ve
başkaları da rivâyet etmiştir. Verilen bir başka örnek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)’in atıyla ilgili bir Buharî hadîsidir. Rivayet “Übey İbnu’l-Abbas İbni
Sehl İbni Sa’d an Ebîhi an ceddihi” senediyle gelmiştir. Burada ismi geçen
Übey’i Ahmed İbnu Hanbel, Yahya İbnu Ma’în ve Nesâî hıfzının bozukluğu sebebiyle
zayıf addetmişlerdir. Bu sebeple hadîs hasendir. Ancak hadisi kardeşi Abdu’l-Müheymin
de rivayet etmiştir. Bu mütâbaatla hadîs, sahîh’lik mertebesine yükselmiştir.[1]