8- CERH VE
TADÎLDE TESAHÜL VE TEŞEDDÜD
Gerek cerhte ve gerekse ta’dilde alimler aynı
mizaçla hareket etmemişlerdir. Bir kısmı mütesâhil (fazla gevşek), bir kısmı da
müteşeddid (çok sıkı) davranmıştır. Râvilerin tevsîki hususundaki ihtilafın bir
kısmı buradan gelir. Zira mütesâhil olanın, cerhi mucib görmediği veya hafif bir
cerh sebebi kabul ettiği kusuru, müteşeddid olan, ciddî bir kusur kabul edip
râviye yüklenebilir.
Bu ikisinin dışında mutavassıt denen ifrat ve
tefrîtten kaçınan bir üçüncü grup daha vardır.
Bilhassa muhtelefun fih raviler hakkında
verilecek hükmün tesbîtinde bu hususun iyi bilinmesi, cârihlerin mizaçlarının da
nazar-ı dikkate alınması gerekir. Müteşeddidlerin sika addettiği ravinin
sikalığına kesin gözüyle bakılabilirse de zayıf addeddikleri hakkında, hemen
onlara kapılmayıp, öbürleri ne demiş araştırmak gerekir. Eğer, öyle bir râviyi
cerh ve ta’dîl üstadlarından hiç kimse sika kabul etmemişse zayıf demektir.
Tevsîk edeni de varsa müteşeddid’in hükmüyle acele etmeyip, araştırmaya devam
etmek gerekir. Bu noktada cerh sebeplerinin bilinmesi çok işe yarar. İşte bunun
için olacak ki âlimlerimiz cerh sebebinin açıklanması üzerinde ısrar etmişler,
mübhem cerh’in kabul edilmeyeceği prensibini ittifakla benimsemişlerdir. Nesaî,
Ebu Davud, Ahmed İbnu Hanbel gibi ehl-i hadîs’in, terkinde ittifak edilmeyen
râvilerin hadîsini kabul etmeyi prensip edinmeleri bu noktada mânidardır.
Bu hususta Suyûti şu açıklamayı sunar: “Raviler
hakkında cerh ve ta’dilde bulunanların her tabakasında müteşeddid de eksik
değildir, mutavassıt da.
Birinci tabaka’da Şu’be ve Süfyân-ı Sevrî var.
Şu’be, Süfyân’dan eşed’dir; (daha şiddetlidir).
İkinci tabaka’da Yahya’l-Kattân ve Abdurrahman
İbnu’l-Mehdî var. Yahya, Abdurrahman’dan eşeddir.
Üçüncü tabaka’da Yahya İbnu Ma’în ve Ahmed İbnu
Hanbel var. Yahya, Ahmed’den eşed’dir.
Dördüncü tabaka’da Ebu Hâtim ve Buhârî var. Ebu
Hâtim, Buhârî’den eşeddir.
Bu hususla ilgili olarak Nesâî şöyle demiştir:
“Bana göre, bir râvi, terkedilmesi için hepsi icma etmedikçe, terkedilmemelidir.
Sözgelimi bir râviyi İbnu Mehdî tevsîk ettiği halde Yahya’l-Kattân taz’îf
etmişse, Yahya’nın bilinen teşeddüdü sebebiyle râvi terkedilmemelidir”[1].
Cerh ve ta’dîl meselesinde Tirmizi ile Hâkim
en-Neysâburî mütesâhil, Dârakutnî ile İbn-i Adiyy de mutavassıt olanlardan
sayılır.
Müteşeddidler meyanında yukarıda Suyûtî’nin
saydıkları dışında Nesâî, İbnu’l-Kattân, İbnu Hibbân, İbnu Hazm, vs. başkaları
da var. Böyle birçokları cerhte aşırılıkları ve taannütleriyle meşhurdurlar.
Bunların bilhassa teferrüd ettikleri cerhleri iyi düşünmek gerekir. Zehebî,
Mizan’da bir çok râvinin haksız yere cerhedildiğini ifade ederken her seferinde
İbnu Hibbân’a çatar ve “Ölçüyü bu zat hakkında da kaçırdı”, “…âdeti üzere
burda da haddini aşarak… demek cüretini gösterdi” vs. der. İbnu Hacer de
bazıları hakkında ölçüyü kaçırdığını belirtmek için: “İbnu Hibban bazan sika’yı
da cerheder, öyle ki ağzından çıkanın ne olduğunu bilmez” der.
Zehebî, İbnu’l-Kattân’ın ölçüsüzlüğüne de zaman
zaman parmak basar. Hişâm İbnu Urve’yi anlatırken Mîzan’da, Hişâm’ın sika
olduğunu belirttikten sonra şunları söyler: “Ebu’l-Hasan İbnu’l-Kattân’ın:
“Hişâm ve Süheyl İbnu Ebî Sâlih, hayatlarının sonunda muhtalıt oldular”
şeklindeki sözünün hiçbir değeri yoktur. Evet imam biraz değişmiş, hafızası
gençliğindeki keskinliği muhafaza edememiş ve ezberlediklerinden bazısını
unutmuş ise ne olmuş? İnsan unutmaktan mâsum mu sanki? Hişam ömrünün sonunda
Irak’a gelince bildiklerinden büyük bir kısmını rivâyet etti. Bu esnada az
miktarda hadisi tam olarak takdis edemedi. Bu kadarcık yanılma, İmam Mâlik,
Şu’be, Vekî’ gibi büyük sika’ların başına da gelmiştir. Körlüğü bırak da sika
imamları, zayıf ve acizlerle karıştırmaktan vazgeç. Hişam Şeyhülislâmdır. Ey
İbnu’l-Kattân, Allah, sana karşı bize sabr-ı cemîl versin!”
Mevzumuzun bütünlüğü için Sehâvî’nin
Fethu’l-Muğis’te Zehebî’den nakli esas alarak sunduğu bir açıklamayı
kaydedeceğiz.”
Zehebî, ricali cerh ve ta’dil eden ulemayı üç
kısma ayırmıştır:
1-
İbnu Mâin ve Ebu Hâtim er-Razi gibi râvilerin hepsini ele alanlar,
2-
İmam Mâlik ve Şube b. El-Haccac gibi râvilerin çoğunu ele alanlar,
3-
İbnu Uyeyne ve İmam Şâfiî gibi bazı ravileri ele alanlar.
Bunların hepsi üç kısımdır:
Birinci Kısım:
Cerhte aşırı, ta’dîlde titiz olanlar. Bunlar raviyi iki üç hatası sebebiyle bile
cerhederler. Bu gruba girenlerden biri, bir şahsı tevsîk etti mi onun sözüne
dört elle sarıl, tevsîkine itimat et, uy. Amma birini taz’îf edince, bu taz’îfde
başkası ona muvafakat ediyor mu araştır, eğer uyuyorsa ve bunu bu meselenin
ehillerinden hiç biri tevsîk etmiyorsa, o şahıs zayıf demektir. Biri tevsîk
etmiş ise, işte bu, “cerh müfesser olmadıkça kabul edilmez” sözü kendisi için
söylenmiş bir kimsedir. Yani, bir kimse farzedelim ki mesela İbnu Maîn, ona,
sebebini beyan etmeden “zayıftır” demiş olsun sonra da Buhârî veya bir başkası
bu şahsı tevsîk etmiş bulunsun. İşte bu durumda İbnu Maîn’in sözü geçersizdir”.
Böyle bir râvinin rivâyetinin sahîh veya zayıf addedilmesinde ihtilâf edilir. Bu
noktada, cerh ve ta’dîl ilminin büyük otoritesi olan Zehebî şunu söyler: “Bu
ilmin ulemasından iki tanesi zayıf bir raviyi “sîka” addetmede veya sika bir
râviyi “zayıf” saymada birleşmemişlerdir…”
İkinci Kısım:
Müsâmahakâr olanlar Tirmizî ve Hâkim gibi”..Sehâvî, İbnu Hazm’ı da buraya ilave
eder ve der ki: “Çünkü o, Tirmizî, Ebu’l-Kâsım el-Bagavî, İsmail İbnu Muhammed
es-Saffâr, Ebu’l-Abbâs el-Esamm vs. meşhurlara “meçhul” demiştir”. (İbnu Hazm,
İbnu Mâce’ye de “meçhul” demiştir).
Üçüncü Kısım:
Mu’tedil olanlar. Ahmed İbnu Hanbel, Darakutnî, İbnu Adiy gibi.”[2]
Dikkat 1:
Cerh’de aşırılık bazılarında bütün râvilere
karşı olmayıp, belli mezhep, belli bölge mensuplarına karşıdır. Bu çeşit cerhi
daha kolay değerlendirmek mümkündür.
Mesela İbnu Hacer: “Cûzecânî’nin, Kûfîler
hakkındaki cerhi muteber değildir” der.
Keza Zehebî’nin de te’liflerinde Sûfilere ve
velîlere karşı cerhte aşırı gittiği, böyleleri hakkındaki onun cerhlerine
mutavassıt büyüklerin cerhi refâkat etmedikçe kabul edilmeyeceği, başta Tâcüddin
Sübkî olmak üzere bir kısım alimlerce ifâde edilmiştir. İbnu Teymiyye’nin de
Sûfilere karşı amansızlığı mâlumdur.
Dikkat 2:
Bir kısım muhaddis de, bâzı râvileri cerhederken
onların rivâyet ettiği hadîslere karşı teşeddüt ve taannüt’e düşmüşlerdir.
Bunlar râvide gördükleri basit bir iki kusur veya bir başka hadîse karşı
muhâlefeti sebebiyle hadîs hakkında “mevzu” hükmünü vermekte çok acele
davranmışlardır. Mühimlerini bilmekte fayda var:
1-
İbnu’l-Cevzi, el-Mevzû’âtu’l-Kübra ile el-İlelü’l-Mütenâhiye
fi’l-Ehâdîsi’l-Vâhiye de bu davranışıyla meşhurdur.
2-
Ömer İbnu Bedr el-Mevsılî, Risâletün fi’l-Mevzû’ât’ıyla meşhurdur.
3-
er-Radıyyu’s-Sağânî el-Lüğavî, el-Mevduât’ında.
4-
el-Cûzecânî, Kitabu’l-Ebâtîl’de.
5-
İbnu Teymiyye el-Harrânî “Minhâcu’s-Sünne’de.
6-
Mecdüddîn Fîruzâbâdî el-Lügavî el-Kâmus ve Sifrü’s-Se’âde vs. eserlerinde.[3]
İhtar:
Her müslüman şunu bilmeli ki, eserleriyle şöhret
yapmış, ismi duyulmuş bir çok kimseler bile bir kısım meselelerde ifrat ve
tefrîtten kendilerini koruyamamışlardır. Bu sebeple Ashab hakkında, Selef
büyükleri hakkında hadîs ve sünnete ittiba konularında İslâmî vicdanımıza
uymayan şeyler işitince tahkîk etmeden kabullenmemeli, ilmiyle âmil, diyâneti
tam âlimlerin fikrini almadan kesin hükme gitmemek en selâmetli yoldur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü’minin ferâset sahibi olduğunu belirtir.
Şu halde karşısına getirilen bir mesele, işittiği bir söz ferasetine çarpmış,
içinde bir burukluk, bir tuhaflık doğurmuş, itirâza sevketmişse behemahal
tevakkuf edip araştırmalı, güvenilir kişilere ve kitaplara başvurmalıdır.
Bilinmelidir ki, neticede şu noktalara getirici
her fikir batıldır; ne kadar aklî (!) ve dinî(!) bir çerçeve ile sunulsa da
bunda bir bit yeniği vardır, kuşku ile karşılanmalıdır:
1-
Kur’an ve sünnet arasında ayırım yapıp sünneti hafife almak.
2-
Sünnet’e ittibayı hafife almak, küçümsemek,
3-
Ashab-ı Kirâm’a, selef büyüklerine, mezhep imamlarına hürmeti kırmak, onlara
saygısızlık ifade etmek.
4-
Müslümanlar arasına husumet sokmak, ırkî, coğrafî, târihî farklılıkları, mezhep
farklılıklarını büyütüp arayı açmak, düşmanca hisler, duygular uyandırmak.
5-
Din hizmeti veren ekiplere, gruplara karşı istihza, alay, küçümseme, düşmanlık
hisleri telkin etmek.
6-
Müslümanların geleceği hakkında ümidsizlik ve yeis vermek.
7-
Gayr-ı İslâmi değerlere kıymet vermek, tebcil etmek, bunların ehemmiyeti,
İslâmîliği hususunda dinden delil getirmek. Sözgelimi Batı’nın din yerine
dikmeye çalıştığı hümanizm, laisizm, demokrasi, hürriyet gibi, kullanana göre
farklı mânâ ve tatbikata mazhar mefhumlar ve bunlara bağlı değerler gibi.
Bunların din adına tebcîli dine ihanettir.[4]
[1]
İbnu Hacer der ki: “Nesaî’nin bu sözü. zihne, onun çok geniş hareket ettiği
düşüncesini getirmektedir. Ama mesele öyle değildir. Ebu Davud ve
Tirmizî’nin hadis aldığı nice şahıstan Nesaî kaçınmıştır. Keza Sahiheyn’de
rivâyeti olan birçoklarından bile hadis almamıştır…” Nesaî’nin ricâl
hususundaki titizliğini ilgili bahiste anlattık. (İbrahim Canan)
[2]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/46-48.
[3]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/49.
[4]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/49-50.