Asr-ı Saâdet:
Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in dönemi.
Peygamber Efendimiz’den itibaren İslâm Tarihi,
Hz. Peygamber dönemi, Hulefâ-i Râşidûn, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular,
Osmanlılar gibi muhtelif dönemlere ayrılmıştır. İşte bu dönemlerin başında yer
alan Hz. Peygamber dönemine müslüman âlimler “Asr-ı Saâdet” adını vermişlerdir.
“Mutluluk Devri” manasını ifade eden bu terkip,
gerçekten de o dönemin bir kelimeyle ifade edilmesini sağlayan isabetle seçilmiş
bir terkiptir.
Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.s.) döneminde
bizzat O’nun rehberliği ve liderliğinde ashab-ı kirâm, İslâm’ın dînî-dünyevî
bütün emirlerini anlamış, yaşamış ve yaşatmışlardı. Hz. Peygamber’in eğitiminden
geçmiş olan ashab-ı kirâm, İslâm davasına gönülden bağlı idiler. Samimiyet ve
ihlâs içerisinde yalnız bir Allah’a kul olmuşlar, O’nun Resûlüne gönül
vermişlerdi. Ruhlarını, düşüncelerini, davranış ve yaşayışlarını Allah ve
Rasulunun istediği şekilde şekillendirmişlerdi; Kitap ve Sünnet, onlara yön
veriyordu. Bu sebeple de inandıkları ulvî davalarını her şeyin üstünde tutuyor;
dinleri uğruna mallarını, hatta canlarını feda etmede zerre kadar tereddüt
göstermiyorlardı.
İşte bu anlayış ve yaşayışa sahip bulunan
fertlerden oluşan İslâm toplumunda, tam bir birlik ve beraberlik, âhenk ve uyum,
dayanışma ve yardımlaşma, kaynaşma ve aktivite hakimdi. Müslümanlar, idarî,
siyasî, ictimaî, iktisadî, ilmî, askerî, adlî gibi çok muhtelif yönlerden
olgunluğun zirvesinde idiler. Belki idarî müesseseler gelişmemişti, ama idarenin
en mükemmeli veriliyordu. Henüz dünya imparatorlukları dize getirilmemişti
müslümanlar dünyanın dört bir tarafına hâkimiyetlerini götürememişlerdi, ama
bunun temelleri sağlam bir şekilde ve muvaffakiyetle atılmıştı. Müslümanların
hayat standardı ve refah seviyesi pek yüksek değildi ama, zaten onlar müreffeh,
mutantan ve lüks ve israfa yönelik bir hayatın arayıcıları değillerdi. Muhtelif
ilimlere dair muntazam, sistemli eserler yazılmamıştı ama, ashab-ı kirâm, gerçek
bilgiye yani vahye sahip çıkmış, ilmin önem ve değerini gayet iyi anlamışlardı.
Henüz o dönemde devamlı silâh altında tutulan ve talim yaptırılan teçhizatlı
ordular yoktu ama; İslâm cemiyetinin her bir ferdi, gözünü budaktan esirgemeyen
ve şehidliği mertebelerin en yücesi bilen cesaret timsali mücahid bir kişiliğe
sahipti. Adliye sarayları, mahkeme salonları, adliyeye dair diğer
organizasyonlar henüz mevcut değildi ama; “Hırsızlık yapan, kızını Fâtıma da
olsa elini keserdim.” diyen bir peygamberin tabîleri, adaletin eşsiz
örneklerini sergilemişlerdi.
Yani cemiyetin her köşesinde huzur, güven,
emniyet, asayiş, nizam, intizam ve istikrar vardı. Bu dönem, daha sonraki
müslüman nesillere örnek teşkîl eden mutluluk ve saâdet dönemiydi.
Bundan dolayı da elbette ki bu dönem “Âsr-ı
Saâdet” diye anılacaktı.[1]