6. Ashabı Ta’dîlin Mahiyeti:
Ashâbı ta’dîl, onların İslâm’a mallarını
canlarını feda ederek yaptıkları hizmetin kadrini bilmek Kur’an ve Sünnet’e
getirdikleri açıklamaları benimsemek demektir.
Ashâb-ı Kiram (radıyallahu anhüm)’ı tâdîl, aynı
zamanda Kur’an ve sünnetin o husustaki emrine uymak, tam teslimiyet göstermek
demektir. Ashab’ın şâm bu iki kaynakta tebcîl edilmiş olması sebebiyle: “Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’la sohbetin kazandırdığı üstünlüğe başka hiçbir şey
muadil ve denk olamaz” denmiştir.
Ashâbı ta’dîl, onların her çeşit kusurdan ma’sum
olduklarını iddia etmek mânâsına gelmez. İslâm, masumluğu sâdece peygamberlere
tanır. Onun dışındakiler, insan olmak haysiyeti ile elbette bazı kusurlara,
hatalara, yanılmalara düşebileceklerdir. Ancak faziletin yüceliği, Cenâb-ı
Hakk’ın af garantisi karşısında o kusurlar küçülür ve Ashab’ın kusurunu aramak,
onlara kusurları açısından bakmak mü’minlik edebine yakışmaz. Allah ve Resulünün
affına mazhar olanları tekrar muhâkeme etmek hangi imana, hangi edebe sığar?
Dünyada bile devlet başkanının affına uğrayanı suçlayacak kanun çıkar mı?
Ashab-ı Kiram’ı gruplara ayırıp bir kısmını
peygamberlerden bile yüce görme ifratına düşerken diğer bir kısmını tekfir etme
derecesinde ağır hakâretlere boğan Şia’nın gittiği yol tamâmen bâtıl ve Kur’ân-ı
Kerim’e aykırıdır. Ne garibdir ki Ehl-i Bid’a’nın dil uzattığı Hz. Ebu Bekr, Hz.
Ömer, Hz. Aişe gibi büyükler İslâm’a her hususta en çok hizmet edenler ve
haklarında tebric âyetleri gelmiş olan kimselerdir.
Binbir dereden su getirerek 1500 yıldır İslâm
ulemasının ittifakla gittiği bir yoldan dönüp Ashab’ı tenkîde cürete kalkan
şiîleşmişlerin yanılgılarını göstermek için, hata olarak değerlendirmemiz mümkün
olan bazı davranışlarına rağmen, Ashâb karşısında takınmamız gereken edeb
tavrını bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetinden bir misalle
göstermeye çalışacağız. Misalimiz Hatib İbnu Ebî Belte’a ile alakalı.
Kaydedeceğimiz vak’a o kadar mânidardır ki, bunu anladıktan sonra: “Ashab’ta
irtidâd dışında görülebilecek en büyük kusur karşısında bile saygı ve edeb,
Allah’a olan inancın gereği ve bir parçasıdır” dememek mümkün değildir. Çünkü
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öyle anlamış ve anlatmış.
Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde de anlatıldığı
üzere vak’a şu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke’nin fethine karar
vermiş ve bir kısım hazırlığına da başlamıştır. Düşüncesi Mekkelilere
hazırlığına da, niyetinden hiçbir şey sezdirmemek, mukabil bir hazırlığa,
tedbire girmelerini önlemek ve böylece onları âni bir baskında gâfil yakalayıp,
hiç bir kan dökmeden sulh’e, teslim’e mecbur etmek. Bu stratejinin başarısı,
görüldüğü üzere Mekkelilere Medine’den, müslümanlardan bir haber sızmaması
esasına dayanıyordu. Muhtemel bir sızıntıyı önlemek için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) tedbirlerin azamisini almaktadır. Öyle ki, en yakını, en güvendiği
kimse olan Hz. Ebu Bekir’e bile niyetini belli etmemiştir. Bir şeyler sezinleyen
Hz. Ebu Bekir bu hazırlıkların nereye olabileceğini kızı Hz. Aişe’ye sorduğu
vakit, Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)’nin beyan ettiği ihtimaller arasında Mekke’nin
zikredilmemesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın en yakınlarına bile bu
meselede nasıl dikkatli ve hesaplı davrandığını, bu işteki gizliliğe ne derece
ehemmiyet verdiğini gösterir. Öyle ki Medîne’ye giriş ve çıkışları yasaklayıp
kontrol altına aldığı bile rivâyetlerde gelmiştir.
İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdâd’dan müteşekkil bir heyeti Ravdatu
Hâh denen bir mevkiye şu tenbihatı yaparak gönderir: “Orada bir kadın
bulacaksınız, berâberinde bir mektup var. Mektubu kadından alın.”
Hâdisenin gerisini Hz. Ali’den dinliyoruz:
“Oraya atlı olarak vardık. Gerçekten de bir kadınla karşılaştık. Kendisine:
– Mektubu çıkar! dedik.
– Bende mektup yok! diye inkâr etti. Bizim:
– Ya mektubu çıkarırsın, ya elbiselerini
soyunursun! diye ciddileşmemiz üzerine, saçlarının örgüleri arasından mektubu
çıkarıp verdi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a getirip
verdik. Mektupta Hâtib İbnu Ebî Belte’a’dan Mekke müşriklerinden bazılarına bir
mesaj vardı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hazırlıklarından onları
haberdar ediyordu.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hâtıb’a:
“- Ey Hâtıb bu da ne?”
diye sordu. O:
“- Ey Allah’ın Resulü hakkımda acele hükme
gitme. Ben Kureyş’e bağlı bir kimseyim[1].
Seninle berâber olan Muhâcirlerin Mekke’de
akrabaları var. Orada kalan ailelerini onlar korur. Benim onlarla neseb bağım
olmadığı için böyle bir himâyeden mahrûmum. İstedim ki böylece onlarla bir
irtibatım olsun da oradaki yakınlarım himâye görsün. Bu davranışım, küfürden
veya dînimden irtidâd etmemden, ya da İslâm’ı seçtikten sonra küfre rıza
göstermemden dolayı değildir” diye özürünü beyân etti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hâtıb’ı
dinledikten sonra:
“- Doğru söyledi, ona hayırdan başka birşey
söylemeyin” diye tasdîk etti. Ancak
Hz. Ömer atılarak:
– “Ey Allah’ın Resulü! Bu adam Allah’a, Resûlüne
ve mü’minlere ihânet etti. Müsaâde buyur, boynunu vurayım (şu münafığın)” dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“- Hayır. O, Bedir gazvesine katıldı. Ne
biliyorsun, belki de Allah: “Dilediğinizi yapın! Sizi affettim” buyurmuştur”[2]
cevabını verdi.
Casusluk vak’alarına, ölüm dâhil, çok daha sert
cezâlar takdir etmiş olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in[3]
bizzat Hz. Ömer (radıyallahu anh) gibi yüce bir sahâbînin zahiri
değerlendirmesiyle ihânet, münâfıklık ve casusluktan başka bir kelimeyle ifâde
edilemeyecek olan bir hâdiseye -görüldüğü gibi- yaklaşımı çok farklı olmuştur.
Çünkü Bedir gazvesine katılanlar hakkında ayırım yapılmaksızın af
bildirilmiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu
davranışı ile, ümmetine, en ciddî bir kusuru işlemiş bile olsa, -İslâm’a hizmeti
geçmiş ve bahusus haklarında âyet gelmiş- herhangi bir sahabî (radıyallahu anh)
karşısında takınması gereken tavır hususunda, örnek verme gayesi güttüğü
görülmektedir.
Müslim’de gelen, yine Hâtıb’la ilgili ikinci bir
rivâyet bu söylediğimizi te’yîd eder. Hz. Câbir (radıyallahu anh)’in anlattığına
göre, Hâtıb (radıyallahu anh)’ın kölelerinden biri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)’e gelerek şöyle şikâyet eder: “`Ey Allah’ın Resulü, Hâtıb mutlaka
cehenneme gidecektir.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın cevabı
şudur:
“- Hata ettin! O cehenneme girmez! Çünkü Bedr ve
Hudeybiye gazalarında bulundu!…”
Nitekim yakında ağaç altında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’a biat edenlerden Allah’ın razı olduğunu bildiren
ayet-i kerime’yi kaydettik. Bu Hudeybiye gazvesi’dir. İbnu Hacer’in kaydına
göre, -bu gibi delillere dayanan bir çok âlim Ashab’tan hiçbirinin cehenneme
gitmeyeceği, hepsinin cennetlik olduğu, -Cenâb-ı Hakk’ın onların kusurlarını
affettiği- hükmüne varmışlardır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı kısa bir
an için bile olsa, görmüş olan (sahabî) hakkında sünnete uygun mü’min tavr’ı
tesbitte bir diğer vak’a Hz. Ömer’le ilgili. İbnu Hacer’in senet yönüyle
sıhhatini belirterek kaydettiği hâdiseyi Ebu Sâd el-Hudrî (radıyallahu anh)
anlatır. Bizi ilgilendiren kısmına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la
karşılaşmış bulunan şair tabiatlı, bir bedevî, bir ara Hz. Ömer’in huzuruna,
Ensâr’ı hicvetme suçuyla getirilir. Hz. Ömer (radıyallahu anh) öfkelenir, fakat
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la olan sohbeti sebebiyle herhangi bir ceza
uygulamaz.
Ashab arasında bazı siyasi meselelerde ihtilâf
çıkmış, aralarında kan dökülmeye sebep olacak kadar bu ihtilâfların büyüdüğü de
olmuştur. Ama hiçbir zaman bu ayrılıklar sebebiyle birbirlerini ihânetle,
yalanla, dini tahrible suçlamamışlar, aksine, yeri geldiği zaman muhaliflerinin
fazîletini te’yid etmekten çekinmemişlerdir. Hz. Ali (radıyallahu anh)’nin
Buhârî’de kaydedilen bir sözü şöyle:
“Ben size Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’dan bir söz edip nakilde bulunduğum zaman, yalan söylemektense gökten
atılmayı tercîh ederim. Fakat benimle sizin aranızda cereyan eden meselelerde
konuştuğum zaman, şunu bilin ki harp bir hîledir.”
Aralarında cereyan eden şiddetli siyâsî
ihtilâflara rağmen Ashab (radıyallahu anhüm ecmâin)’ın birbirlerini diyanet,
İslâma bağlılık gibi adalete giren hususlarda itham etmeyip, aksine
fazîletlerini mûterif olduğunu göstermek için Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
validemizden bir misal kaydedeceğiz:
Cemel vak’asına müncer olan, Hz. Ali ve Hz. Aişe
(radıyallahu anhümâ) arasındaki ihtilâfta Ammâr İbnu Yâsir (radıyallahu anh),
Hz. Ali’nin haklı, Hz. Aişe (radıyallahu anhüma)’nin haksız olduğuna inanıyordu.
Bu meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescidde yaptığı konuşma tam bir insaf
örneğidir. Der ki:
“Aişe Basra’ya yürüdü. Allah’a kasem olsun, O,
dünyada da âhirette de Peygamberimiz (aleyhisselâtu vesselâm) zevcesidir, bunda
şüphemiz yok. Ancak, Allah sizi imtihan ediyor: Kendisine mi (celle celâluhu),
yoksa O’na (radıyallahu anhâ) mı itaat edeceksiniz?”
Burada, âhirette de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın zevcesi olduğunu kasemle te’yîdi, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’yi
asla tekfir etmediğini gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığında Ammâr
(radıyallahu anh)’ın hiç tereddüdü yok.
Kendisine yöneltilen bu çeşit şiddetli tenkidler
karşısında Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin aksülameli de burada zikre değer.
İbnu Hacer’in Taberânî’den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammâr
(radıyallahu anh) Cemel Vak’ası’nın akabinde, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’ye
gelerek: “Sizin bu askerî seferiniz Allah’ın sizinle yaptığı ahde (anlaşmaya) ne
kadar aykırı” der ve bu sözleriyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
zevceleriyle ilgili olarak gelmiş bulunan “(Vakar ile) evlerinizde oturun.
Evvelki câhiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin” (Ahzâb: 33/33) âyetini kasteder[4].
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin cevâbı şu olur:
“Allah’a kasem olsun sen hakkı söyledin.” Ammâr (radıyallahu anh) da: “Senin
lisanınla hakkımda bu hükmü veren Allah’a hamdolsun” der.
İbnu Hübeyre, bu konuşmayı şöyle değerlendirir:
“Bu rivâyetten anlıyoruz ki, Ammâr doğru sözlüdür. Keza husûmet onu, hasmının
fazîletlerini inkâra da sevketmemiştir. Zira aralarında cereyân eden harbe
rağmen Hz. Aişe’nin tam bir fazîlete mazhar olduğuna şehâdette bulunmaktadır.”
Ashâb (radıyallahu anhüm) arasında cereyân eden
hadîseleri İslâm uleması değerlendirirken her iki tarafın da İslâm’a hizmet
niyetiyle hareket ettiğini, yapılan ictihadda Hz. Ali’nin isabetli olduğunu,
öbürlerinin hakkı bulamadığını, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in
ictihadında isabet edenin iki sevab (ictihad ve isâbet sevabı) isabet edemiyenin
bir sevab (sâdece ictihad yapma sevabı) alacağına” dâir hadîslerini esas alarak
diğer tarafın ittiham edilemeyeceği hükmüne varmıştır. Çünkü Ashab-ı Kiram
ictihad yapmakta yetkilidirler ve üstelik bu ihtilaflarda başı çekenler Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Şeyheyn (Hz. Ebu Bekr ve Ömer)’in
(radıyallahu anhüma) zamanlarında ictihadda bulunmuş, fetvalar vermiş
kimselerdi.[5]
Peygamber Efendimize iman ederek O’nu gören ve
müslüman olarak ölen kimseler.
Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen
“sâhib” kelimesinin çoğuludur. İslâm ıstılâhında “Hz. Peygamber’in arkadaşları”
için, daha geniş kapsamıyla Rasulullah’ı gören müminler için kullanılmıştır.
Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.
Sahabî sayılabilmek için az da olsa Rasulullah
ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminde yaşamış, O’na iman
etmiş, hatta O’nunla haberleşip yazışmış, O’na destek sağlamış kişiler ashâbtan
sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir. İyiyi
kötüden ayırdedebilecek temyîz yaşında Peygamber Efendimiz’i gören çocuklar ise
ashabtandır. Meselâ Hz. Peygamber’in iki torunu Hasan ile Hüseyin’in durumu
böyledir. Hz. Peygamber’e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Rasulullah’ın
mübarek eşi Hz. Hatice’dir. Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre
100/719 senesinde vefat eden Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî el-Kinânî’dir.
Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm
âlimleri, Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında söylediği: “Yüz sene sonra
bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır.”[6]
hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sınırı olarak 110/729
senesini belirlemişlerdir. İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman
zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa
da onlara itibar edilmez. Sahabenin mutlaka Hz. Peygamber (s.a.s.)’i bir an da
olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir. Amâlık, sağırlık veya
dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum
sahabî olmaya engel değildir. Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve
Peygamberimiz’in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için
Hz. Peygamber’i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur.
Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır.
O’nu (s.a.s.) rüyasında görenler sahabi sayılmaz.
Hz. Peygamber (s.a.s.)’i kendisine peygamberlik
gelmeden önce gören veya O’nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra
göremeyen kişi de sahabî sayılmaz.
Peygamberlikten sonra Rasulullah (s.a.s.)’i
gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir.
Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra
müslüman olsa ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’i göremese, sahabi sayılmaz. Yine,
müslümanken Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra
irtidat edip dinden çıksa, sahabîlikten de çıkar. Ancak, tekrar müslüman olur ve
Hz. Peygamber’i görürse yine sahabî olur.
İslâm’ın en güzel ve doğru bir şekilde
öğrenilebilmesi için Hz. Peygamberin, dolayısıyla Ashab-ı Kirâm’ın hayatını iyi
bilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O’nunla içiçe yaşamış olan
Ashab-ı Kirâmın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır. Alimler,
Hz. Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın
hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir. İslâm’ın ilk
asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser
yazılmıştır. Bu kitaplarda sahabe, ya Hz. Peygambere yakınlık ve fazilet
derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır. Bu
tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10.000 kadar sahabenin hayatı hakkında
bilgi verilmektedir. Aslında ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş
değildir. Ancak genellikle Hz. Peygamber vefat ettiği zaman 114.000 sahabînin
bulunduğu kabul edilir. Hayatları kitaplara geçen sahabîler; tanınan, bilinen,
çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir. Hayatlarıyla ilgili bilgiler
sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden
uzakta yaşıyan sahabîlerin isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır .
Hz. Peygamber’in arkadaşları ve yakın dostları
olan Sahabe-i Kirâm, O yüce Peygamber (s.a.s.)’in şahsiyet ve dostluğundan çok
istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O’nun istediği gibi müslüman olmaya çok
gayret göstermişlerdir. İslâm’ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla
çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler,
Allah ve Rasulünü, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok
sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve
kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir. Böylece Ashab-ı Kirâm’ın, Hz.
Peygamber’le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur’an-ı Kerîm’in müteaddit
yerlerinde bizzat Allah’u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz
tarafından methedilmektedir.
“Böylece sizi (Ashab-ı Kirâm) vasat bir ümmet
yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin
üzerinize tam bir şahit olsun diye”
(el-Bakara: 2/143)
“Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en
hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız…
“ (Âli İmrân: 3/110)
“İslam’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve
ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur.
Onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî
kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu,
en büyük bahtiyarlıktır.” (et-Tevbe:
9/100).
“O ağacın altında müminler sana bey’at
ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek
üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın bir fetih ile
mükâfatlandırmıştır.” (el-Feth:
48/28)
“Muhammed Allah’ın Rasulu’dur. O’nunla beraber
olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları rükû’ edici, secde edici olarak görürsün. Onlar
Allah’dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen
nişanları yüzlerindedir…” (el-Feth,
48/29)
Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri
vardır. Bu ve bunlara benzer bir çok Kur’an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın
faziletinden bahsedilmiştir. Peygamber Efendimiz’in pek çok hadîslerinde toplu
olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün
ilk ve mûteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, “Fedâilü’s-Sahabe= Sahabenin
Faziletleri’: veya benzeri başlıklar altında toplanmıştır. Meselâ bu
hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz: “Nesillerin en hayırlısı, benim
neslimdir.” buyurmuştur.[7]
Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir:
“Ashabım hakkında Allah’tan korkun, ashabım hakkında Allah’tan korkun! Benden
sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları
severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan
kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.
Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet
ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir.”[8]
Peygamber Efendimiz’in Allah’tan alarak tebliğ
ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha
sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği
düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve
kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça
anlaşılır. Bu sebeple ashabtan birinden bahsederken isminin arkasından
“Radıyallâhü anh = Allah ondan razı olsun!” demek, bize düşen saygı görevinin
gereğidir. İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel
unsur ashab olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur’an ve Sünnet’in
de övgüsüne nail olan ashab-ı kirâm, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler.
Sahabe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz’in
etrafında dolaşır ve O’ndan (s.a.s.) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli
dünya meşgalelerinden dolayı Hz. Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü
başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için,
boğaz tokluğuna Peygamberimizi (s.a.s.) takip eder bazıları da Efendimiz’in
sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashab, Hz. Peygamber’i dinlerken
sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür
dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için
aralarında müzakere ederlerdi.
İslâm’dan önceki ümmetler, peygamberlerinin
hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere
sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışlardır. Diğer hususlarda olduğu gibi,
müslümanların bu hususta da üstünlüğü vardır. Ve bu üstünlük Ashab sayesinde
olmuştur. O da, Hz. Peygamber’in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar-
bilgileri, O’nun sözlerini, davranışlarını, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî
özelliklerini… sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadır. Bugün,
Hristiyanlar Hz. İsâ’nın, Yahudiler Hz. Mûsâ’nın sözlerini -İncil ve Tevrat
dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr (uydurulmuş hikâyeler) halinde,
mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler. Halbuki müslümanlar,
Peygamberimiz’in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve
tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar.
Müslümanlar bunu Ashab’a borçludur. Onlar, Peygamberimiz’den duydukları,
yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere
ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır. Daha sonra gelen
nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar
sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir .
Peygamberimiz’in vefatından ve Hz. Ömer
zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı
sahabîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman
olanlara İslâm’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini öğretmişlerdir. Böylece, İslâm
dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayılması da, Ashab’ın yaptığı
hayırlı hizmetlerdendir.
Ancak Ashab’ın İslâm’a girişleri ve hizmetleri,
İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve
gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan
oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashab’ın hepsinin birbiri ile aynı
değerde olmayacağı âşikardır. Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber
derece itibâriyle ashab-ı kirâm genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:
1.
Aşere-i mübeşşere (Cennet’le müjdelenen on sahabî ki bunların başında ilk dört
halife gelir) ve Hz. Hatice, Hz. Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,
2.
Hz. Ömer’in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru’n-Nedve’de durum
müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,
3.
I. ve II. Habeşistan hicretine katılan ashab,
4.
I. Akabe Bey’atı’nda bulunan sahabîler,
5.
II. Akabe Bey’atı’na katılanlar,
6.
Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Kubâ’ya geldiği zaman orada Rasulullah’a
kavuşup Medine’ye yerleşen muhacirler,
7.
Bedr Gazvesi’ne katılan Ashabı Kirâm,
8.
Bedr Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,
9.
Hudeybiye’de yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’a katılanlar,
10.
Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,
11.
Mekke’nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,
12.
Hz. Peygamber’i Mekke Fethi sırasında, Vedâ Haccı’nda veya bir başka yerde gören
çocuklar.[9]
Diğer taraftan Ashab arasında büyük
değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi’ne kadar Medine’ye hicret edenler)
ve Ensar (Hz. Peygamber’e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli
müslümanlar) diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur .
İslâm âleminde, Ashab’ın faziletine,
menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır. Bunlar içerisinde en
hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî’nin (ö. 852) el-İsâbe fi Temyîzi
‘s-Sahabe adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem
taşımaktadır:
İbn Abdilberr (ö. 463), el-İstîâb fî
Ma’rifeti’l-Ashab;
İbnu’l-Esîr (ö. 630), Üsdu’l-Gâbe fî
Ma’rifeti’s-Sahabe.[10]
[1]
Süfyan şu açıklamayı yapar: “Hâtib kendi başına müstakil biri değil onlarla
arasında akid bulunan birisi (halîf) idi”. (İbrahim Canan)
[2]
Âlimler, Allah ve Resülü (aleyhissalâtu vesselâm)’nden gelen tereccî denen
“belki”li hitâbın kesinlik ifade ettiğini belirtirler. Ayrıca aynı vak’ayı
anlatan Ebû Dâvud, Ahmed İbnu Hanbel ve İbnu Ebu Şeybe’deki Ebû Hüreyre
rivayetinde ifade cezm’ledir: “Allah Bedr ehlinin hâline muttâli oldu ve
“Haydi istediğinizi yapın, sizleri affettim” buyurdu” denir. (İbrahim Canan)
[3]
Hanefiler, câsusluk yapan kişinin mü’min olması halinde idâm edilemiyeceği
hususunda icmâ eder. “İmâm, tâzir cezası verir, mevkîi olan biri ise af da
edilebilir” derler. (İbrahim Canan)
[4]
Hz. Aişe’nin hayatını anlatırken kaydettiğimiz hayıflanmaları bir kere daha
görülmelidir. Ölüme yakın ifade ettiği yakınmalar her halde bu sebebe
dayanmaktadır. (İbrahim Canan)
[5]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/526-531.
[6]
İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328, 1/8.
[7]
Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî: 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe: 210-215.
[8]
Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/57.
[9]
Hâkim en-Neysâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, Beyrut 1977 s. 22-24.
[10]
Ahmet Önkal, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/158-159.