5- Cehâlet-Cehaletu’r-ravi:
Şöhret’i
olmayan yâni “bilinmeyen, tanınmayan” ravinin sıfatıdır. İki çeşittir:
1- Cehâletu’l-ayn:
Bu,
ravinin zatının bilinmediğini ifade eder. Bu hal, bir raviden, sadece bir
kişinin hadis rivayet etmiş olmasıyla ortaya çıkar. Cehâletu’l-ayn sahibi raviye
mechûlü’l-ayn veya mechûlü’z-zât da denir. Böyle birinin rivayeti, fukaha ve
muhaddisînin ekseriyeti (cumhur) nazarında makbul değildir. Bunun cehâlet’ten
kurtulması iki suretle olur: Ya kendisinden hadîs rivayet eden râvi-i münferid
dışında sika biri tarafından ta’dîl edilmesi, yahud kendisinden münferid
rivayetle birlikte tezkiye de etmiş bulunan kimsenin, cerh ve ta’dîl’de
ehliyetli imamlardan biri olması.
2- Cehâletu’l-hal:
Ravi hakkında cerh ve ta’dîl vâki olmadı ise, onu bu yönleriyle tanımıyoruz
demektir. Bu duruma cehâletul-hal denir. Bir başka ifadeyle kendisinden iki veya
daha fazla kimse hadîs almış bile olsa sika mı, zayıf mı olduğuna dair râvi
hakkında açıklama gelmemiş olabilir. İşte bu durumdaki raviye meçhulü’l-hal veya
mestûr denir.
Cehâlet
kelimesinin örfi manası ile ıstılâhî manası birbirine karıştırılmamalıdır.
Istılahta “cehâlet”, şöhretin zıddıdır, “meçhul” de meşhur’un zıddıdır. “Meşhur”
yerine mârûf da kullanılır.
İbnu
Salâh, mestur tabiri ile meçhûlü’l-hal tâbiri arasında bir fark gözetmiş,
adâleti yalnız bâtınen meçhul olan’a “mestur”, adaleti zâhiren ve bâtınen meçhul
olana da “meçhûlü’l-hal” demiştir.
Adâlet-i
zahire, ravi hakkında cerh gelmemesiyle hasıl olur. Çünkü bazı âlimler, hakkında
cerh gelmeyen kimselerin adaletine hükmederek rivayetlerini kabul etmiştir.
Bağdadî ve Ebu Hanîfe’nin de bulunduğu bu gruba göre, kişinin adl sayılması için
hakkında cerh gelmemesi yeterlidir. Çünkü insanlar hakkında verilecek hükümde
beraat-ı zimmet asıl’dır kâidesi esastır. Aksi hükme sevkedecek delil olmadıkça
kişi salih kabul edilecektir. Hiç kimse gaybı bilmekle yani, ravi hakkında
rivayet edilmemiş olan cerh sebeplerini bilmekle mükellef değildir. Nitekim,
ayet-i kerîmede: “Tecessüs etmeyin” (Hucûrât: 49/12) emredilmiştir.
Ayrıca bâtındaki adâleti bilmek zordur, zâhirdeki ile iktifa olunur. Ravi
hakkında cerh yoksa hüsn-i zanla amel olunarak adalet-i zâhireye hükm olunur.”
Bu
telakki selef’e aittir. O devir insanları çoğunlukla adâlet sahibi kimselerdir
ve nebevî övgüye mazhardır. Müteahhir dönemde insanların ahvali değiştiği için,
bu prensip terkedilmiş, mestur olanların zayıf addedilmesi prensip kılınmıştır.
Nitekim Ebû Hanîfe (rahimehullah)’nin iki meşhur talebesi İmam Ebû Yusuf ile
İmam Muhammed bu prensipten ayrılırlar. Şu halde Tâbiîn ve adâlet-i
zahire’lerine göre hareket edilerek rivâyetleri makbûl addedilmiş, daha sonra
gelenlerden adâlet-i bâtına aranmıştır.[1]
Böyle
bir ravinin rivayeti mübhem adını alır. Kendisi mechul diye cerhedilir.
[2]
[1]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/15-16.
[2]
İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları: 94.