4- İtikad:
Bu şart râvinin inanç yönünden sâlim olmasını
gerektirir. Sâlim bir inanç, itikadın Kur’an ve Sünnet’in beyanlarına
uygunluğuyla mümkündür. Bu ise sâdece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’e mensûb
olanlarda mevcuttur. Binâenaleyh ehl-i sünnet ve’l-Cemâat’in dışında kalan ehl-i
bid’a İslâm fırkalarına mensub olan ravîlerden hadîs alınıp alınmayacağı
münakaşa edilmiştir.
Bu meseledeki ana fikri: Ehl-i bid’adan bâzı
şartlarla hadîs alınır ise de, alınan hadislerin umumî vasfı zayıf olmaktır
şeklinde özetleyebiliriz. Ancak, meselenin biraz tafsiline inmenin faydasına
inanıyoruz.
Malum olduğu üzere, Sünnet’te olmaksızın
müslümanların hayatına giren herşeye bid’at denmiştir. Bu, inanç olabilir,
davranış olabilir ve hatta maddî, teknik bir şey olabilir. Bu “bid’a”, hayatın
gelişmesiyle hâsıl olan bir boşluğu dolduruyor, sünnetle karşılanamayan bir
eksikliği gideriyor ise buna bid’at-ı hasene denmiştir. Aksine sünnette mevcut
olan bir şeyin (inanç, davranış, eşya) yerine geçiyorsa buna bid’at-ı seyyie
denir.
Hadisçiler ehl-i bid’at deyince, öncelikle ehl-i
sünnet dışında kalan İslam fırkalarını kastederler: Mürcie, mûtezile, kaderiye,
havâric, şi’a gibi. Bu fırkalara mensup olanlar çok değişik inançlara
sahiptirler. Müşterek tarafları, bir kısım îtikâdî-dînî meselelerin çözümünde
öncelikle Kur’an ve Hadîs’e müracaattan ziyâde şahsî te’vîl ve yorumlara
gitmeleri, akla güvenmeleridir. Bu sebeple kendi aralarında da devamlı
bölünmelere mâruz kalmışlardır. Ehl-i Sünnet, bütün meselelerde çözümü Kur’an’a
ve Hadise göre yapmayı esas almıştır. Esasen Kur’an’ın emri de budur.
İşte muhaddisler, hadîs alacakları râvinin
îtikâd durumuna bakarken, onun sünnete bağlılığını, dindarlığının derecesini
aramış olmaktadırlar. Zira, ehl-i bid’at fırkaları’ndan öyle ifratkâr fikirler
ileri sürenler olmuştur ki, onları İslâm îtikâdıyla bağdaştırmak zorlaşmış,
ister istemez küfre nisbet etmek gerekmiştir.
Onlar arasındaki, îtikadî farklılıklar
muhaddislerin bu meselede alacakları tavra müessir olmuştur. Bu sebepledir ki
ehl-i bid’atın rivâyeti alınmalı mı alınmamalı mı? sorusuna farklı cevaplar
verilmiştir.
1)-
İmam Mâlîk ehl-i bid’a’ya mensup kimseden, hiçbir surette hadîs alınamaz
kanaatindedir. Râvîleri arasında ehl-i bid’a mevcut değildir.
2)-
İmam Şâfiî, ehli bid’a’ya mensup olan kimse yalan söylemeyi câiz görmeyen, kendi
taraftarının lehine yalancı şahitliğini helâl addetmeyen biri ise ondan rivâyet
alınabileceği kanaatindedir. Yalan söylemeyi helâl addeden Hattâbiye’den hadis
alınamayacağını Şâfiî hazretleri tasrih eder[1].
İbnu Ebî Leyla (148/765), Süfyânu’s-Sevrî (V.161/777), Kâdı Ebu Yû’suf
(V.182/798) da bu görüşte idiler.
3)-
Başta Ahmed İbnu Hanbel (radıyallahu anh), alimlerin çoğu, ehl-i bid’adan olduğu
halde dâîlik (mezhebinin propagandasını yapan, militan) yapmayan kimselerin
rivâyetlerinin ihtiyat tahtında da olsa alınabileceği görüşündedir. Ancak
dâîlerin rivâyetleri hüccet olarak kullanılamaz.
4)-
Ehl-i Bid’a’dan olduğu halde sıdk ve diyânet’le mâruf olanlardan hadîs
alınabileceğinde çoğunluk ittifak eder. Hatibu’l-Bağdâdî’nin el-Kifaye’de
kaydına göre, bu gibilerden hadîs almaktan imtina edenleri bazı hadisçiler
uyarmıştır. Bunlardan biri Yahya İbnu Saîd el-Kattân’dır. Yahya, ehli bid’a
karşısında titizliği ileri götürüp: “Ben bid’atte baş çeken kimselerden hadis
almayı terkederim” diyen Abdurrahman İbnu Mehdî’ye güler ve şu uyarıda bulunur:
“Öyleyse, Katâde’yi ne yapacaksın? Ömer İbnu Zerr’i, İbnu Ebî Râvid ve bunlar
gibi birçok muhaddisi ne yapacaksın?” ve ilave eder: “Abdurrahman bu gibileri
terk ederse pek çok hadîsi terketmiş demektir!”
Aynı kanaatte olan Ali İbnu’l-Medînî, sırf
bid’a’sı sebebiyle râvileri terketmenin getireceği zararı şöyle ifâde eder:
“Kaderî’dir diye Basra, şiîdir diye Kûfe hadisçilerini terkedecek olursan
kitapları mahvettin (yani hadis elden gider) demektir”.
Hakkında ehl-i bid’a ithamı yapılmış olan
kimselerin hadislerini terk hususunda sonraki muhaddisler daha da ihtiyatlı
olmak mecburiyetini hissetmiş olmalıdırlar. Zira, bilhassa 218-234 yılları
arasında cereyan eden mihne hadisesi başarısızlıkla neticelenip, Kur’an-ı
Kerîm’e “mahluk değildir” demenin büyük suç olmaktan çıkmasından sonra, durum
tersine dönmüş, mihne devrinde rencîde olanlar, ezilenler, gayzla dolanlar,
konuşmak, boşalmak ihtiyacını duymuştur. Bazı iftirâlara düşenlerin, şahsî
hesaplar için bid’a ithamını hemen kullanıverenlerin bile bulunacağı nazardan
uzak tutulmamalıdır. Bu sebeple olacak ki, Zehebî: “Bid’a ithamı sebebiyle
râvilerin hadîsleri terkedilecek olsa Âsâru’n-Nebeviye’den pek çoğunun gidip yok
olacağını” söyler[2].
Şunu da kaydedelim ki -Zehebî’nin de parmak
bastığı üzere- Tâbiîn ve Etbauttâbiîn’de görülen “teşeyyü”, bid’atu’s-Suğra
denen ve dinî nokta-i nazardan büyütülmesi mümkün olmayan bir teşeyyüdür. Fitne
savaşlarında Hz. Ali (radıyallahu anh)’yi haklı görme, onun efdâliyetine inanma,
onun sevgisini diğerlerine takdîm etme esaslarına dayanır. Bunlara, bir de
Emevîlerin Hz. Ali (radıyallahu anh)’nin ahfadına yaptıkları zulmü tasvîb
etmemek eklenince Katâde, Abdurrezzak gibi muhaddis olan Selef büyüklerinin
mâruz kaldığı bid’a ithamının mahiyeti ortaya çıkar.
Halbuki, bir de bid’ayı kübrâ var ki, bu Hz. Ali
(radıyallahu anh) ile savaşanları tekfire, Hz. Ali’yi te’lîh’e (ilahlaştırma)
kadar varan aşırı iddialara dayanır. Bu gürûh bid’atçılara göre, Hz. Ebu Bekr,
Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Muaviye (radıyallahu anhüm
ecmain) gibi İslâma fevkalâde hizmet etmiş, bâzısı sadece mü’minlerin değil,
insanlığın medâr-ı iftiharı olan büyükleri tekfir ederler (haşâ ve kellâ). Hz.
Cebrâil (aleyhisselam)’e “vahyi yanlışlıkla Hz. Ali’ye getirmemiştir” gibi
ihanet iddiasında bulunanlar, hiçbir delile dayanmadan Kur’an-ı Kerim’e eksiklik
ve ziyade iddiâsında bulunanlar hep bu gruptadır. İslam ulemâsı böylelerini
tekfir ederek rivâyetlerini almamakta haklıdır. Öncekilerle bunlar
karıştırılmamalıdır.
Özet olarak şunu söyleyeceğiz. Ehl-i Sünnet
ulemâsı büyük çoğunluğuyla, bu meselede hissî olmaktan kaçınmış, soğukkanlılık
ve sağduyu ile hareket etmeyi tercih etmiştir. Ahlâken mazbut, sadûk ve diyâneti
yerinde olan kimsenin rivâyetini ehl-i bid’a’dır diye terketmemiştir. Ehl-i
bid’a’nın küfrü zâhir olan ve bilhassa mezhebinin, mezhebdaşının menfaati için
yalanı helâl addeden takımın hadîslerini terketmiştir.[3]
[1]
Muhaddislerin ehl-i bid’a karşısındaki hassasiyetlerini ve Hattabiye
mensuplarını reddetmedeki haklılıklarını anlamak için onların itikatlarına
kısaca bir göz atmak gerekir: Hattâbiye fırkasını Ebu’l-Hattâb Muhammed İbnu
Ebî Zeyneb el-Esedî taraftarları teşkil eder. Bunlara göre İmâmet,
Caferu’s-Sâdık’a kadar Hz. Ali (radıyallahu anh) evladında idi. Bunlara göre
imamlar ilahtır. Ebu’l-Hattâb önce, imamların enbiya olduklarını iddia etti,
sonra da ilah olduklarını. İddiasına göre Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin
(radıyallahu anhüma)’in evladı Allah’ın oğullarıdır. Câfer
de
ilahtır. Fakat Cafer, Ebu’l-Hattâb’ın bu iddiasını işitince onu lânetlemiş
ve kovmuştur. Ebu’l-Hattâb bunun üzerine kendi uluhiyyetini iddiaya
başlamıştır. Taraftarları, Câfer’in ilah olduğunu iddiadan vazgeçmez fakat
Ebu’l-Hattâb’ın Cafer’den de Hz. Ali’den de üstün olduğunu iddialarına ilâve
ederler. Hattâbi’ye göre, muhalifleri aleyhine, kendi taraftarları için
yalan söylemek ve yalan şehâdette bulunmak câizdir. (İbrahim Canan)
[2]
Zehebî, Mizanu’l-İ’tidâl’de, Ali İbnu’l-Medini’yi Cehmîlikle itham edip,
zayıf olduğuna imâda bulunan Ukeylî’ye sert bir çıkışta bulunur. Bu meyanda
şu sözleri sarfeder: “Eğer sen Ali İbnu’l-Medinî, arkadaşı Muhammed
(Buhârî), şeyhi Abdürrezzak, Osman İbnu Ebi Şeybe, İbrâhim İbnu Sa’d, Attân,
Ebân el-Attâr, İsrâil, Ezherü’s-Semmân, Behz İbnu Esed, Sâbit el-Bünânî,
Cerir İbnu Abdilhamid gibilerinin rivâyetlerini terkedecek olursan rivâyet
kapısı yüzümüze kapanır. Hitâb (-ı nebevî) kesilir ve âsâr ölüme uğrar. Bunu
fırsat bilen zındıka ortalığı istilâ eder. Deccal çıkar. Ey Ukeyl! Sende hiç
mi akıl yok! Kimi tenkid ettiğinin farkında mısın?…” (İbrahim Canan)
[3]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/7-10.