4- Münâvele (Elden Verme):
Hocanın, kendisinden nakil ve rivâyet etmesi
için öğrencisine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denilir.
Eğer hoca, kitabı verirken “Bunu sana temlik ediyor” veya “İstinsah için emanet
ediyor ve rivâyet etmene de izin veriyorum” derse, buna icâzetli münavele
(icazete makrun münavele) ismi verilir ve geçerli bir yoldur. Bunun için
“Haddesena fulanun münaveleten ve icazeten” ifadesi kullanılır. Yok eğer hoca,
öğrencisine “Benim işittiğim hadisler bunlardır” diyerek icâzetten söz etmeden
bir kitap teslim ederse bu, “icâzetsiz münavele (mücerred münavele)”dir ve bu
yolla elde edilen hadislerin rivâyet edilmesi câiz değildir.
[1]
Usûl uleması, her prensibe sünnetten bir örnek
bulma gayretini bunda da göstererek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın,
Bedir Savaşı’ndan önce Batn-ı Nahl denen mevkiye gönderdiği seriyyenin (askerî
birlik) komutanı Abdullah İbnu Cahş (radıyallahu anh)’a verdiği mektubu
zikretmişlerdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mektubu verirken iki gün
sonra açmasını ve içinde yazmış olduğu emirlere göre hareket etmesini söyler.
Resûlullah’ın sünnetinde bunun benzeri başka vak’a da var.
Münâvele iki çeşittir:
1-
İcâzet’e makrûn münâvele,
2-
İcâzetten mücerred münâvele.
İcâzete makrûn münâvele, icâzet çeşitlerinin en
a’lâsıdır. Şu şekilde olur: Şeyh, mesmu’âtını hâvi “asl”ını veya onunla mukabele
edilmiş “fer”i[2]
tâlibe verir ve şöyle der: “Bu benim mesmu’atım’dır” veya: “falancadan yazdığım
rivayetimdir bunu rivâyet et! – veya: “Bunun benden rivâyeti hususunda sana izin
verdim”. Sonra da bu “asl”ı onun yanında temliken veya istinsâh etmesi için
bırakır. Temliken vermediği takdirde bilâhare Şeyh’e “asl”ı iâde edeceği
tabiîdir.
Bunun bir başka sûreti şöyle cereyan eder: Tâlib,
şeyhten işittiklerini yazmış bulunduğu nüshayı, kendi rivâyetlerine uygunluğunu
kontrol ettirmek üzere Şeyh’e verir. Şeyh bunu gözden geçirerek kontrol eder ve
tekrar tâlibe iâde eder ve: “Bu benim hadislerimdir…” veya “…Rivâyetimdir,
bunu benden rivâyet et!” veya “…Bunun rivâyet edilmesi hususunda sana izin
verdim” der.
Bu tarza birçok hadîs âlimi, münâvele değil arz
demiştir. Daha önce de geçtiği üzere Şeyh’e okuma tarzına da arz denmiş idi. Bu
sebeple ikisini tefrîk etmek için buna arzı’l-münâvele, ötekisine de arzı’l-kırâa
denmiştir.
Bu münâvele, kuvvet yönüyle, bazı muhaddislere
göre, semâ gibidir: Zührî, Rebî’a, Yahya İbnu Sa’îd el-Ensârî, Mücâhid, Şa’bî,
Alkame, İbrahim, Ebu’l-Âliye, Ebu’z-Zübeyr, Ebu’l-Mütevekkil, İmam Mâlik, İbnu
Vehb, İbnu’l-Kâsım vs. gibi. Ancak, sahîh görüş’e göre, münâvele semâ’dan da,
kırâat’dan da düşüktür: Sevrî, Evza’î, İbnu’l-Mubârek, Ebu Hanîfe, Şâfiî,
Büveytî, Müzenî, Ahmed, İshâk, Yahyâ İbnu Yahya bu ikinci görüşü iltizam
edenlerdendir.
İcâzete makrun münâvele’nin bir başka şekli
şudur: şeyh, mesmuâtını hâvi kitabı tâlib’e verir ve rivayetine müsaade eder,
sonra şeyh derhal geri alır. Bu münâvele mertebece öncekinden düşüktür. Tâlib,
bilâhare bu kitabı, veya bununla mukâbelesi yapılmış ve uygunluğu kesinlik
kazanmış bir fer’ini ele geçirebildiği takdirde rivayeti câizdir. Ancak, Tâlib
bunu, şartına uygun şekilde rivâyet etse de, bunun değeri, herhangi bir kitabın
icâzet-i mücerrede ile rivâyetinde elde edeceği mertebeden daha üstün bir
mertebeye ulaşamaz.
İcâzete makrun münavele’nin bir başka şekli
şöyledir: Tâlib, şeyhe bir kitap getirip verir ve şöyle der: “Şu kitap senin
maneviyatındır. Muhtevâsını münâvele ile bana ver ve rivâyetine müsâade et”.
Şeyh, tâlibe olan itimadına binâen, muhtevayı kontrol etmeden tâlibe kendi adına
rivayet izni verir. Bu tarzda, tâlib bilinen sika birisi ise ve şeyh onun bu
vasfı sebebiyle böyle davranmışsa hem münâvele, hem de icâzet sahîhtir. Aksi
durumda, yani tâlib ihbârına itimad edilmez birisi ise münâvale de icâzet de
batıldır.
İcâzetten mücerred münâvele’ye gelince, bu,
şeyhin, tâlibe rivâyete iznini ifade eden bir tâbir kullanmaksızın: “Bu benim
sema’ımdır” veya “Bu, benim hadisimdendir” diyerek kitabı sunmasıdır. Fukahâ ve
usulcülerin sahîh olan kavline göre bundan rivâyet câiz olmaz. Üstelik bunlar,
câiz olduğunu söyleyen muhaddisleri ayıpladılar da. Esasen muhaddislerin de
hepsi değil bir kısmı câiz görmüştür. Fahreddin-i Râzi bu meselede daha açık
sözlüdür. Ona göre bir şeyh’in kitabını rivâyet için ne izin ne de münâvele
şarttır. Bir muhaddisin bir kitabı göstererek: “Bu benim falan şeyhten
sema’ımdır” demesi kâfidir. Bu sözü işiten bir kimse o kitabı ondan rivayet
edebilir. “Zira, der, bu işâret izin ifâde etmekten uzak değildir.”
İcâzet ve münâvele ile tahammül edilen hadisleri
edâ ederken kullanılması gereken görüşler ileri sürmüş, sema için kullanılan
Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münâvele için de
kullanılabileceğini söyleyenler bile olmuştur (Zührî ve Mâlik gibi). Ancak,
cumhur, münâveleyi tasrîh eden bir kayıtla ihbar ve tahdîs sigalarının
kullanılabileceğini kabul etmiştir. Büyük ekseriyetiyle tatbîkat da öyle
olagelmiştir. İcâzeten, münâveleten tabirleri en ziyade kullanılan kayıtlardır:(haddesena
icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet etti.
(haddesena münâveleten) Bize münâvele yoluyla
rivayet etti.
(Ahberenâ icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet
etti.
(Ahberenâ münâveleten ve icâzeten) Bize icâzete
makrun münâvele yoluyla haber verdi ki…
Ahberenâ münâveleten ve iznen.
Ahberenâ münâveleten fi iznihî.
Ahberenâ münâveleten fî-mâ ezine lî fîhi:
İcazete makrun münavele ile bana haber verdi ki…
Haddesenâ münâveleten fî-mâ etlaka lî
rivâyetehu.
Münâvele yoluyla rivâyet etti ve kendisinden
rivâyet etmeme izin verdi.[3]
Not:
*
Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münavele için kullanılması
uygun görülmemiştir. Hatta Ahberenâ mukayyed olarak kullanmayı uygun görmeyenler
de var. Onlara göre Ahberenâ sadece semâ’ya has olmalıdır.
*
Müteahhirîn’den bazıları münâvele için Enbeenâ ıstılahlaştırmışlardır.
Mütekaddimîn nazarında ise Enbeenâ ile Ahberenâ arasında fark yoktur.
*
Müteahhirînden bazıları lafzan vâkî olan icâzet için (Ahberenâ muşâfihetun,
şafihenî) yazılı olan icâzette ise (Ketebe ileyye, enbeena kitabeten, enbeena fi
kitabetin) tabirlerini kullanmışlardır.[4]
[1]
Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87; İsmail Lütfi Çakan,
Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59
[2]
Asl: Şeyhin elinde bulunan nüsha. Fer’: Tâlibin elindeki nüsha. Tâlib,
fer’ini şeyhin asl’ından istinsâh etmiştir. (İbrahim Canan)
[3]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61-64.
[4]
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/64.