Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Ay: Ocak 2014

  • HZ. HÛD (A.S.) HAYATI

                               

    BEŞİNCİ
    BÖLÜM
    1

    HZ.
    HÛD (A.S.)
    1

    A.
    Kavmi Ve Nesebi
    1

    B.
    Âd Kavmi’nin Yurdu
    . 2

    C.
    Peygamber Olarak Görevlendirilmesi Ve Tebliğ Mücadelesi
    2

    D.
    Âd Kavmine Verilen Nimetler
    . 6

    E.
    Hz. Hûd (A.S.)’In Yalancılık Ve Bölücülükler Suçlanması
    8

    F.
    Tevbeye Davet, Son İkazlar Ve Hûd Kavminin Helaki
    9

    G.
    Hz. Hûd (A.S.) Ve Mü’minlerin Kurtuluşu
    . 13

    H.
    Hûd (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar
    . 14

    1.
    Zâlim Zorbalara İtaat Edilmez
    . 14

    2.
    Üstün Cesaret
    14

    3.
    Yeryüzünde Kibir Sahiplerinin Sonu
    . 15

     

     

     

    BEŞİNCİ BÖLÜM

     

    HZ. HÛD (A.S.)

     

    A. Kavmi Ve Nesebi

     

    Hz. Hûd (a.s.),
    Birinci Âd kavminin peygamberidir. Nesep bilginleri, nesilleri ortadan kalkmış
    olan Arab-ı Bâide’nin ilk temsilcisi olarak Arabistan’da yaşamış ilk kavim olan
    bu Birinci Âd kavmini zikrederler. Hakkında pek çok efsâne olan ve eski Arap
    şiirinde ismi sık geçen bu topluluk, güç ve saltanatlarıyla meşhurdur.
    Hikâyeleri dillere destan olmuştur.

    Hz. Hûd (a.s.)’ın
    nesebi, Hz. Nuh (a.s.) oğlu Sâm’a ulaş­makta ve bâzı kaynaklarda şu şekilde
    geçmektedir: Hûd b. Ab­dullah b. Rebah b. Câvib (Halûd veya Cârud) b. Âd b. Avs
    b. î-rem b. Sâm b. Nuh.[1]

    Kur’ân-ı Kerim’de ismi
    yedi defa geçen Hûd peygamberin[2]
    kıssası, Kureyş liderlerinin servetleri ve dünyevî iktidarları dola­yısıyla
    gururlanmaları üzerine nazil olan âyetlerde anlatılmış, bu kavim müşriklerinin
    başlarına gelen felâket hatırlatılarak Mekkelilerin onlardan ibret almaları
    istenmiştir. Çünkü bu kavim Arabistan’da yaşamış en güçlü kavim olarak
    biliniyordu, buna rağmen ilâhî cezadan kurtulamamıştı:

    “(Ey Mekke halkı)
    andolsun ki, size vermediğimiz kudret ve serveti onlara (Âd kavmine) vermiştik.
    Onlara kulaklar, gözler ve kalpler vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve
    kalpleri, kendilerine bir fayda sağlamadı. Zîrâ onlar, Allah’ın âyetlerini
    inkâr ediyor­lardı. Alay edip durdukları şey, kendilerim kuşatıverdi. “[3]

    Hz. Hûd (a.s.), Hz.
    Nuh (a.s.)’dan sonraki ilk peygamber ol­duğundan, Hûd kıssasıyla ilgili
    âyetler, genellikle Nuh kıssasının anlatıldığı âyetlerin peşinden gelmektedir.
    Her iki kıssanın anla­tıldığı Â’raf, Hûd, Mü’minûn ve Şuarâ sûrelerinde durum
    böyle­dir. Bu iki toplumun halef selef olduğuna şöyle işaret edilmekte­dir:

    “Sonra onların
    (Nuh kavminin) ardından başka bir nesil (Âd kavmini) getirdik. Bunun üzerine,
    onların arasından kendilerine, ‘Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka
    tanrınız yoktur. Hâlâ Allah’tan korkmaz mısınız?’ mesajım ileten bir Rasül gön­derdik.”[4]   

     

    B. Âd Kavmi’nin Yurdu

     

    Âd kavmi, Arabistan
    yarımadasının güneyinde Uman ile Hadramevt arasında kalan Ahkâf çölü etrafında
    yerleşmişti. Kur’ân-ı Kerim’de onların yurdu hakkında şöyle denilmektedir:

    “(Ey Muhammedi)
    Âd kavminin kardeşini (Hüd’u) hatırla. Hani o, Ahkâf denilen yerde yaşayan
    kavmini uyarmıştı…”[5]

    Onüç kabileden meydana
    gelen Âd kavmi, Güney Arabis­tan’da Dehnâ, Vebâr ve Âlic’ten Uman, Yemen ve
    Hadramevt’e uzanan engebeli ve önceleri verimli olan topraklara sahip bulu­nuyordu.[6]
    Giderek Irak’a kadar uzanan geniş bölgeyi hâkimiyet­leri altına almışlardı.
    Zengin bir toplum olarak yüksek evler ve binalar, sağlam saray ve kaleler
    yapmaya önem vermişler; kendi­lerini dünya sevgisine, israf ve üstünlük
    duygusuna kaptırmış­lardı. Aralarında zulüm ve haksızlıklar alıp yürümüştü.[7] Vücut
    yapıları bakımından da güçlü-kuvvetli ve Nuh kavminden üstün olan bu kavim
    mensupları[8]
    büyüklük taslayarak, yeryüzünde kendilerinden daha güçlü bir toplum olmadığını
    söylerlerdi:

     

    “Ad kavmine
    gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha kuvvetli
    kim var?’ dediler. Onlar kendilerini yara­tan Allah’ın, kendilerinden daha
    kuvvetli olduğunu görmediler mi?

    Onlar, bizim
    âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”[9] Güney
    Arabistan’da, bu kavme ait olduğu kabul edilen bâzı kalıntılar günümüze ulaşmış
    bulunmaktadır. Hadramevt bölge­sinde Hz. Hüd (a.s.)’a nisbet edilen bir mezar
    mevcuttur. Harda-mevt’te bulunan bâzı harabeler de, bu kavme nispet edilmekte­dir.
    Bölge topraklarının bugünkü durumu, burada bir zamanlar, tarım ve çobanlığa
    dayalı güçlü bir medeniyetin kurulduğunu reddeder mâhiyettedir. Büyük
    ihtimalle, binlerce sene Önce yeşil­liklerle dolu, verimli bir arazi olan bu
    topraklar, meydana gelen korkunç felâket ve iklim değişikliği yüzünden çöle
    dönüşmüştür. [10]

     

    C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi Ve Tebliğ Mücadelesi

     

    Tarihçiler, Nuh kavmi
    gibi putperest bir toplum olan Âd kavminin, Darrâ, Damur ve Heba isimlerini
    taşıyan üç puta tap­tığını bildirmişlerdir.[11] İbn
    Kesir, Nuh tufanından sonra, putlara tapan ilk toplumun, bu kavim olduğunu
    söyler.[12] Âd
    kavmi put­perestleri, Kur’ân’da bildirildiğine göre ölümden sonraki hayatı da
    inkâr ediyor ve şöyle diyorlardı:

    “Dünya hayatından
    başka gerçek yoktur. Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız; bir daha diriltilecek
    değiliz.[13]

    Allah Teâlâ, hak
    yoldan uzaklaşmış ve zulme dalmış Âd kavmini kurtuluşa çağırması için, diğer
    kavimlerde olduğu gibi, içlerinden birini yani Hz. Hüd (a.s.)’ı peygamber
    olarak görevlen­dirdi. Çünkü bir kavmi en iyi tanıyan, o kavmin mensuplarına en
    fazla şefkat ve merhamet duyan ve onların iyiliğini en fazla isteyen bir İnsan,
    ancak kendilerinden biri olurdu. Bu yakınlığın önemi dolayısıyla Cenab-ı Hak,
    Hz. Lût (a.s.) gibi bir kaçı hariç, her kavme, peygamber olarak, bir yabancıyı
    değil içlerinden biri­ni göndermiş; ilgili âyetlerde bu yakınlığa işaret
    etmiştir.

    Peygamberlik görevine
    getirilen Hz. Hûd (a.s.), Allah Teâlâ’ nın ebedî mesajını kavmine ulaştırmaya
    çalıştı. Diğer peygam­berler gibi o da, kavmini, Allah’a şirk koşmayı ve
    putlara tapma­yı terk ederek, sâdece Allah’a tapmaya ve hiç bir şeyi O’na ortak
    koşmamaya çağırdı. Allah’tan başka ilâh olmadığını söyleyerek, O’na inanmayıp
    putlara tapmaya devam ettikleri takdirde, dün­ya ve âhirette şiddetli bir azaba
    çarptırılacaklarını haber vererek onları uyardı:

    “Âd kavmine de,
    kardeşleri Hûd’u gönderdik. O, şöyle dedi: Ey kavmimi Allah’a ibadet edin.
    Sizin O’ndan başka hiç bir ilâhı­nız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?”[14]

    “(Ey Muhammedi)
    Âd’ın kardeşlen Hûd’u hatırla ki, ondan evvel de, sonra da bir çok peygamber
    gelip geçmişti. Hani o, Ahkâfta yaşayan kavmini; ‘Allah’tan başkasına kulluk
    etmeyin. Gerçekten ben, üzerinize inecek büyük bir günün azabından kor­kuyorum.
    ‘ diye tehdit edip uyarmıştı.[15]

    Hz. Hûd (a.s.),
    insanları putlara tapmaktan vazgeçip sâde­ce Cenab-ı Hakk’a kulluk etmeye
    çağırıyor, Allah’a ortak koşma­nın yalan ve iftiradan ibaret olduğunu, ilâh
    olarak taptıkları put­ların maddî veya manevî herhangi bir gücünün
    bulunmadığını söylüyordu. Putlarında hiç bir ilâhlık vasfı olmadığı halde,
    kendi hevâ ve heveslerinin esiri olarak onlara tanrılık yakıştırdıklarını
    belirtiyordu. Ayrıca yaptığı görev karşılığında hiç bir şahsî çıka­rının söz
    konusu olmadığını, kendilerinden bir ücret de isteme­diğini, görevinin
    karşılığını sâdece Allah’tan beklediğini hatırlatı­yordu. Onlardan akıllarını
    uygun bir şekilde kullanmalarını isti­yor, getirdiği gerçekleri dinleyip ve
    iyice düşünüp değerlendir­meden reddetmelerinin yanlışlığını ifâde ederek,
    onları söyledik­leri üzerinde düşünmeye çağırıyordu. Cenab-ı Haklan kendisi
    vasıtasıyla göndermiş olduğu dini kabul edip, önceden yapmış oldukları
    kötülüklerden tevbe ederek O’ndan bağışlanma dile­dikleri takdirde bolluk ve
    berekete ulaşacaklarını müjdeliyordu:

    “Âd kavmine de
    kardeşleri Hüd’u peygamber olarak gön­derdik. Onlara şöyle dedi: Ey kavmim!
    Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Sizin O’na ortak
    koşmanız ancak bir yalan ve iftiradır. Ey kavmim! Ben, görevime karşılık sizden
    bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir.
    Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim! Rabbi-nizden bağış dileyin; sonra
    da O’na tevbe edin ki, üzerinize gökten bol bol rahmet göndersin ve kuvvetinize
    kuvvet katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.”[16]

    Hz. Hûd (a.s.},
    mesajının kendilerinden maddi bir karşılık elde etmek için söylenen sözler
    değil; aksine hâlis-muhlis bir öğüt olduğunu hatırlatarak, peygamber kıssalarının
    tamamında sık sık tekrarlanan ihtara dikkat çekiyordu. Çünkü, peygamber­lerin
    tebliğ faaliyetindeki bu samimiyet, ihlâs ve doğrulukları, peygamberliğin
    birinci şartı ve hak ile batılın en önemli farkıdır. Her peygamber, tevhid
    inancının bir gereği olan bu uyarıyı yap­mış, görevini dünyalık bir menfaat
    karşılığında değil, sâdece Al­lah’ın emrini yerine getirmek ve rızasını
    kazanmak için yaptığını vurgulamış ve müşriklere akıllarını kullanıp bu
    halisane öğütten yararlanmalarını tavsiye etmiştir.[17] Ne
    var ki, Hz. Hûd (a.s.)’m bu samîmi öğütleri de Âd kavminin akıllarını kullanıp
    meseleyi çok yönlü değerlendirmelerine ve akl-ı selimin icabını yapmalarına
    yetmedi. Diğer müşrik toplumlar gibi, Âd kavmi müşrikleri de, peygamberlerini
    yalanladı. Kavmin ileri gelenleri, onu hakir gö­rüp küçümsediler, davasını
    alaya aldılar, onu akılsızlık, sapıklık ve yalancılıkla suçlama yoluna
    gittiler. Bu sıfatlarla alâkasının bulunmadığını söyleyen Hz. Hûd (a.s.),
    kendisinin âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından görevlendirilen bir elçi
    olduğunu ve kendileri için iyilikten başka bir şey düşünmediğini açıklamakla
    yetindi. Kendisini akıl noksanlığıyla itham eden müşriklere karşı yumuşak bir
    üslup kullanarak üstün bir ahlâk örneği gösterdi. Onun bu edebine işaret eden Zemahşerî
    şöyle demiştir:   “Peygamberlerin
    kendilerine beyinsiz ve sapık diyen müşriklere karşı verdikleri cevapta güzel
    bir edeb ve yüce bir ahlâk örneği vardır. İnsanlara, beyinsizlere karşı nasıl
    hitap edileceğini ve onların hatalarının nasıl hoşgörü ile karşılanacağını
    öğretir. Ki peygam­berler, beyinsizlerin ağır ve hakaret dolu sözlerine aynı
    şeıtilde karşılık vermezler. Aksine, onlara ağır başlı ve yumuşak bir şekil­de
    cevap verirler.”[18]
    Kur’ân-ı Kerim, Hz. Hûd (a.s.) ile kavmi ara­sında geçenleri şöyle hatırlatmaktadır:

    “Kavminin önde
    gelen kâfirleri ona, ‘Gerçekten biz, seni bir akü noksanlığı içinde görüyoruz
    ve seni hakikaten yalancılardan sanıyoruz.’ dediler. Hûd ise onlara şöyle cevap
    verdi: Ey kavmim! Bende beyinsizlik, akıl noksanlığı yok; ancak ben, âlemlerin
    Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Size, Rabbimin mesajını iletiyorum
    ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım. “[19]

    Hak yoldan saparak
    şirk bataklığına saplanmış Âd kavmi, peygamberine karşı diğer müşrikler gibi
    çok kötü davrandı. On­lar da aralarından birinin, yani bir insanın peygamber
    olarak görevlendirilmesini yadırgadılar ve şöyle dediler: “Rabbimiz her­hangi
    bir peygamber göndermek isteseydi, bir insan değil, mutla­ka bir melek
    gönderirdi.” Hz. Hûd (a.s.)’m kendileri gibi bir insan olduğunu, kendileri
    gibi yiyip içtiğini ve kendilerinden bir farkı bulunmadığını gerekçe
    göstererek, peygamberliğini ve getirdiği şeyleri reddedip onunla alay etmeye
    başladılar:

    “Peygamberler
    onlara, önlerinden ve arkalarından gelerek, ‘Allah’tan başkasına kulluk
    etmeyin.’ dedikleri zaman, ‘Rabbimiz dileseydi, elbette melekler indirirdi.
    Onun için biz, sizinle gönderi­len şeyleri inkâr ediyoruz.’ demişlerdi “[20]

    Hz. Hûd (a.s.)’m
    karşısına dikilenlerin başında da, toplu­mun zengin ve müreffeh kesimi
    geliyordu. Mevcut durumun de­ğişmesini dünyevî imkânlarının büyük kısmını
    kaybetmek ola­rak gören ileri gelenler, inanmamakla kalmıyor, diğer insanları
    da Hz. Hûd (a.s.)’dan uzaklaştırabilmenin yollarına başvuruyor­lardı.   İşin 
    başında,   insanları  peygamberlerden  uzaklaştırmak için kullanılan klâsik mazereti
    onlar da kullandılar. Onun da kendileri gibi bir insan olduğunu ve dolayısıyla
    ona itaatin zarar ve ziyandan başka bir şey getirmeyeceğini söylediler:

    “Onun kavminden,
    kâfir olup âhirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah
    verdiğimiz varlıklı kişiler, ‘Bu şahıs, sâdece sizin gibi bir insandır; sizin
    yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer; gerçekten kendiniz gibi bir beşere
    itaat ederseniz, herhalde ziyana uğrarsınız.’ dediler. “[21]

    Değer yargıları
    alt-üst olmuş Âd kavmi müşrikleri de, hak ve hakikate uymayı ve kendilerine her
    iki dünya saadetini garan­ti edecek prensipleri anlatan bir peygambere itaat
    etmeyi, ziyana uğramak olarak gördüler. İçlerinden biri olan o peygambere uy­makla,
    şahsiyet ve değerlerini kaybedeceklerini zannettiler. Bü­yük müfessir
    Ebu’s-Suûd, onların bu durumunu anlatırken şöy­le demiştir:

    “Bak gör ki,
    kendilerini hem dünyada hem de Ahiret’te mut­luluğa ulaştıracak hak peygambere
    uymayı, nasıl, ‘ziyana uğra­mak’ kabul ettiler de, zararın en son noktası olan
    putlara tapmayı ziyan saymadılar. Allah, onlan kahretsin! Nasıl da haktan döndü­rülüyorlar?!”[22]

    Mealini verdiğimiz son
    âyetten anlaşılan diğer bir gerçek de şudur: Haktan sapmış olan her hâkim
    sınıf, tıpkı Kureyş eşrafı gibi, Allah’ın kullarına hükmetme hakkının sâdece
    kendilerinde olduğuna inanmış, dolayısıyla hâkimiyet ve liderlik sıfatlarının
    başkalarına verilemeyeceğini iddia etmiştir. Her defasında pey­gamberlere karşı
    çıkan ve sonuna kadar direnen bu sınıf, âyette sayıldığı gibi, üç ortak
    özelliğe sahiptir:

    a. Kavimlerinin
    liderleri olmak,

    b. Zengin
    olmak,

    c. Ahireti
    inkâr etmek,

    Peygamberlerin
    karşısına dikilen bu insanlar, kendilerine zenginlik ve liderlik kazandıran
    hayat tarzlarının yanlış olabile­ceğini değil kabul etmek, böyle bir şeyi
    düşünmek dahi isteme­mişlerdir. Hele Ölümden sonra bir hayatın varlığından ve
    dünyada yapılanlar dolayısıyla hesaba çekilmekten bahseden peygam­berlere asla
    tahammül edememişlerdir. Nitekim Âd kavmi de, öldükten sonra dirilmeyi inkâr
    ederek, Hz. Hûd (a.s.)’i uydurdu­ğu yalanları Allah’a isnat etmekle itham
    ediyordu. Kur’ân-ı Ke­rim, Hz. Hûd (a.s.)’m, onların inkâr ve iftiralarına
    karşı Allah’tan yardım istemesiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Bu adam size,
    öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde, mutlak surette sizin
    (yeniden diriltilip) tekrar mey­dana çıkarılacağınızı mı uâdediyor? Bu size
    vâdedüen ne kadar uzaktır! Hayat, şu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz)
    ölürüz kimimiz yaşarız; bir daha diriltilecek de değiliz. Bu adam, sâdece Allah
    adına yalan uyduran bir kimsedir; biz ona asla inanmıyoruz. O peygamber,
    ‘Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı­lık bana yardımcı ol’ dedi. Allah, şöyle
    buyurdu: Pek yakında, onlar pişman olacaklar.”[23]

    Hâkim sınıf öncüleri,
    toplum içinde kendilerine âit olduğu­na inandıkları liderliği, Allah’ın seçkin
    kullan peygamberlere de lâyık görmemiş, aksine onların azılı düşmanları
    kesilerek ilâhî daveti engellemek için her yola başvurmuşlardır. Âd kavminin
    hâkim ve müreffeh sınıfı da, halkın, Allah’ın peygamberinin çe­kici kişiliğine
    ve etkileyici konuşmalarına kendilerini kaptırmala­rından ve ona inanmalarından
    korkmuştu. Çünkü bu takdirde, iktidarlarını ve halk üzerinde sahip bulundukları
    her türlü mad­dî ve manevî menfaatlerini kaybedecekler, artık onları sömüre-mez
    hale geleceklerdi. Bu durum karşısında, mevcut hâli devam ettirebilmeleri için,
    halkı aldatmaları ve onların Hz. Hûd (a.s.)’a inanmalarını engellemeleri
    gerekiyordu. Nitekim onlar, halka peygamberlik diye bir şeyin olmadığını; Hz.
    Hûd (a.s.)’m, mal ve iktidar peşinde koştuğunu, amacına ulaşmak için böyle bir
    ya­lan uydurduğunu söylediler. İddialarını ispat için de, onun da kendileri
    gibi bir insan olduğunu, aynı şekilde etten ve kemikten yapıldığını, yiyip
    içtiğini ve kendilerinden herhangi bir farkının bulunmadığını delil getirdiler.[24] 

     

    D. Âd Kavmine Verilen Nimetler

     

    Hz. Hûd (a.s.),
    kavminin ileri gelenlerinin kendisini yalan­lamaları ve peygamber olarak
    görevlendirilmesini yadırgamaları üzerine, Allah’ın kendilerine verdiği
    nimetleri hatırlatarak dave­tini devam ettirdi. Allah Teâlâ’mn kendilerini Nuh
    kavminin ar­dından yeryüzünün varisleri kıldığım, vücut yapılan ve hâkimi­yetleri
    bakımından onlardan üstün hâle getirdiğini söyledi. Nuh kavminin başına gelen
    felâketten ibret almaları ve kurtuluşa ulaşmak için Allah’a iman edip O’nun
    verdiği nimetlere şükret­meleri gerektiğini belirtti. Dünya ve âhiret
    saadetinin buna bağlı olduğunu açıkladı. O, şöyle diyordu:

    “Sizi uyarmak
    için, içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den size bir haber gelmesini
    yadırgıyor musunuz? Düşünün ki, O, Nuh kavminden sonra onların yerine sizi
    hükümran yaptı ve ya­radılışta sizi onlardan üstün kıldı. O halde, Allah’ın
    nimetlerini ha­tırlayın ki, kurtuluşa eresiniz.”[25]

    Âd kavmine verilen
    nimetlere işaret edilen diğer bir âyette, onlara Kureyş kabilesine
    verilenlerden daha fazlasının verildiği belirtilmiş; ancak onların kulak, göz
    ve kalplerini gerektiği gibi kullanamayıp, bu nimetlerin sahibi olan Allah’ın
    âyetlerini inkâr ettikleri ve bu yüzden azaba çarptırıldıkları
    hatırlatılmıştır:

    “(Ey Mekke halkı)
    andolsun ki, size vermediğimiz kudret ve serveti onlara (Âd kavmine) vermiştik.
    Onlara kulaklar, gözler ve kalbler bahsetmiştik. Fakat kulakları, gözleri ve
    kalbleri, kendile­rine bir fayda sağlamadı. Zîrâ onlar, Allah’ın âyetlerini
    inkâr edi­yorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. “[26]

    Râzî, bu âyetin
    tefsirinde, kulak, göz ve kalbin gerektiği şe­kilde kullanılmasıyla ilgili
    hususu şöyle açıklamıştır:

    “Yani biz, onlara
    nimet kapılarını açtık. Onlara kulak verdik. Fakat kulaklarını, Allah’ın
    varlığına işaret eden delilleri dinlemek için kullanmadılar. Onlara göz verdik;
    ancak onu ibret alınması gereken şeyleri görmek için kullanmadılar. Onlara kalp
    verdik; fakat onu Allah’ı tanıma yolunda kullanmadılar. Aksine bu kuv­vetleri,
    dünya ve onun zevklerini aramada kullandılar. Böyle olunca da, şüphesiz bu
    organlar, Allah’ın azabından hiç bir şeyi savma hususunda onlara fayda
    vermedi.”[27] Allah’ın âyetlerini inkâr
    edenlerin gerçekleri asla göremeyeceklerine işaret eden Mevdûdî ise şöyle der:
    “Eğer insan, Allah’ın âyetlerini inkâr eder­se, o zaman gözlen olmasına
    rağmen doğruyu göremez; kulakları olmasına rağmen doğru sözleri ve gerçek
    nasihatleri duyamaz; Allah’ın vermiş olduğu kalp ve zihin nimetine sahip
    olmasına rağmen onlarla doğru düşünemez. Onlarla yanlış görür, yanlış duyar ve
    yanlış düşünerek yanlış sonuçlara vanr. Bu yüzden onun bütün kabiliyetleri
    kendini mahvetmek yolunda kullanılır.[28]

    Hz. Hûd (a.s.)’m tüm
    çabalarına rağmen kavmi onu dinle­memekte ısrar ediyordu. Aksine müşrikler,
    dünya zevk ve şeh­vetlerine daldılar, saltanatlarının gücüne güvenerek
    yeryüzünde büyüklük tasladılar. Yaptıklarını beğenerek, gurur ve kibire ka­pıldılar.
    Çağlarının en medenî insanları olmalarına ve dünya işlerini başarıyla
    yürütmelerine rağmen, arzu ve çıkarlarına uy­gun geldiği için, zevklerine
    daldılar, isyan ve inkâra meylettiler. İsyan ve inkârlarını kendilerine güzel
    gösteren şeytanın peşine düştüler. Düşünüp doğruyu bulabilecek bir aklî
    melekeye sahip oldukları halde, şeytanın peşine takılarak doğru yoldan
    çıktılar, ahlâkî sınırlamaları bir tarafa bırakarak, arzu ve isteklerine köle
    oldular:

    “Âd’ı ve Semûd’u
    da yıkıma uğrattık. Gerçek şu ki, bu sizin için, onların oturdukları yerlerden
    apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan, yaptıkları işleri güzel gösterip onlan doğru
    yoldan çıkardı. Oysa, bakıp, görebilecek durumdaydılar.[29]

    Âd kavmi mensupları,
    sanki yeryüzünde ebedî kalacaklarmış gibi yükseK ve oldukça ihtişamlı binalar,
    köşkler yaptırıyor ve bunlarla gururlanıyorlardı. Hak ve adaletten uzaklaşmış
    yö­neticiler, halka zulmediyor ve bu zorbalığı hüner sayıyordu. Hz. Hûd (a.s.)
    ise, onlan bu kötülüklerden sakındırıyor, kendisine İnanmaya ve Allah’tan
    korkmaya çağırıyordu. Yine Allah’ın ver­diği nimetleri hatırlatıyor, kendisinin
    peygamberliğini ve Allah’ın nimetlerini inkâra devam etmeleri durumunda, büyük
    bir azaba çarptırılacaklarından korktuğunu belirtiyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun
    bu uyarılarını şöyle aktarmıştır:

    “Siz, her yüksek
    yere bir köşk, bir alâmet dikerek eğleniyor musunuz? Dünyada ebedî kalacağınızı
    umarak sağlam kaleler ve saraylar mı ediniyorsunuz? Yakaladığınız zaman,
    zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
    Bildi­ğiniz şeyleri size veren, size davarlar, oğullar, bağlar, ırmaklar ihsan
    eden Allah’a karşı gelmekten sakının. Doğrusu, sizin hak­kınızda, başınıza
    gelecek muazzam bir günün azabından korku­yorum.”[30]  

     

    E. Hz. Hûd (A.S.)’In Yalancılık Ve Bölücülükler Suçlanması

     

    Putlara bağlılıkta ve
    onlara tapmakta ısrar eden Âd kavmi ileri gelenleri, Hz. Hûd (a.s.)’m bu
    uyarılarına ve kendilerinin başlarına gelebilecek korkunç bir azap ile
    ikazlarına aldırmadı­lar. Aksine onu küçümseyerek öğüt vermesinin kendileri
    için bir değerinin olmadığını söylediler. Onu alaya alarak yalancılıkla
    suçladılar. Getirdiği bilgilerin, Öncekilerin yalan ve hurafelerin­den ibaret
    olduğunu söyleyerek, öldükten sonra dirilmenin ve bu dünyada yapılanlar
    dolayısıyla hesaba çekilmenin gerçek olma­dığını iddia ettiler. Yüce Allah,
    onların cevabı ve bu yüzden çarp­tırıldıkları azap hakkında şöyle
    buyurmaktadır:

    “Onlar şöyle
    dediler: ‘Sen öğüt versen de, vermesen de bizce birdir. Bu, öncekilerin
    geleneğinden başka bir şey değildir. Biz a-zaba uğratılacak da değiliz.’
    Böylece onu yalanladılar. Biz de, onlan helak ettik. Doğrusu, bunda, büyük bir
    ibret vardır; ama çokları iman etmezler. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak gâlib
    ve engin hikmet sahibidir. “[31]

    Hz. Hûd (a.s.)’in
    gayret ve çabalan, müşrikleri ikna etmeye yetmiyordu. İleri gelen müşrikler,
    ona, davet ettiği şeylerin doğ­ruluğunu ispat hususunda kendilerine açık bir
    mucize getirme­diğini söylüyorlar ve bunu yapmadığı sürece onun sözlerine uy­mayacaklarını
    ve tanrılarını terk etmeyeceklerini açıklıyorlar-di. Ayrıca, onun tanrılarından
    biri tarafından çarpılarak cezalandı­rıldığını ve bu yüzden aklını yitirdiğini
    ileri sürüyorlardı.  Hz. Hûd (a.s.) ise,
    onlann tapmakta olduğu putlardan tamamen u-zak olduğunu, ne putlarından ne de
    kendilerinden asla korkma­dığını, kendisine istedikleri kötülükleri yapabileceklerini
    söyleye­rek müşriklere meydan okuyor, hem kendisinin hem de müşrik­lerin Rabbi
    olan Allah’a güvendiğini, her şeyin O’nun emri ve kontrolü altında cereyan
    ettiğini ve sâdece O’nun gösterdiği yo­lun doğru olduğunu bildiriyordu.  Görevinin Allah’ın emirlerini insanlara
    ulaştırmak olduğunu ve yalnızca bu görevini yerine getirdiğini açıklayarak,
    davetten yüz çevirdikleri takdirde, büyük bir cezaya çarptırılarak helak
    edileceklerini ve yerlerine başka bir 
    kavmin  getirileceğini  söylüyordu.  
    Ancak  onlar  inkârlarını devam ettirdiler. Peygamberlerine
    isyan ederek başlarındaki zâ­lim zorbalara bağlı kaldılar. Bu tutumları
    yüzünden hak etmiş oldukları ilâhî cezaya çarptırılın caya kadar tavırlarını
    değiştir­mediler. Hz. Hüd (a.s.) ile kavminin ileri gelenleri arasında yapı­lan
    bu tartışma, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmıştır:

    “Dediler ki: ‘Ey
    Hûd! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz senin sözünle ilâhlarımızı
    bırakacak ve sana iman edecek de de­ğiliz. Biz,, ilâhlarımızdan biri seni fena
    çarpmış, demekten başka bir söz söylemeyiz!’

    Hûd, dedi ki: Ben
    Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan
    uzağım. O’ndan başka taptık­larınızın hepsinden uzağım. Haydi hepiniz bana
    tuzak kurun; sonra da bana mühlet vermeyin! Ben, benim de Rabbim sizin de
    Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiç bir varlık yoktur ki, Allah,
    onun perçeminden tutmasın. Şüphesiz Rabbim, dosdoğru yoldadır. Eğer yüz
    çevirirseniz bana gönderilen şeyi ben size tebliğ ettim. Rabbim sizden başka
    bir kavmi yerinize getirir de, siz O’na hiç bir zarar veremezsiniz. Şüphesiz
    benim Rabbim her şeyi gözetendir.”[32]

    Müşriklerin geleneksel
    tavrını takman Âd kavmi ileri gelen­leri, dinlerinin doğruluğu hususunda, çok
    meşhur, ancak meş­hur olduğu kadar da boş olan gerekçeğe sığındılar. Yani
    benzeri durumlarda devamlı gördüğümüz gibi onlar, atalarının da aynı dinde
    olduklarını ileri sürerek, Hz. Hûd (a.s.)’ı, atalarının dinini değiştirmeye
    çalışmak ve bölücülük yapmakla itham ettiler. E-lindeyse tehdit ettiği azabı
    hemen getirmesini söyleyerek ona meydan okudular. Hz. Hûd (a.s.) ise, tanrı
    saydıkları putlarının hiç bir ulûhiyete ve herhangi bir güce sahip olmadığını,
    bu put­ları hakkında Allah’ın hiç bir şey indirmediğini ve onlara her­hangi bir
    yetki vermediğini; aksine bu putları atalarının ve ken­dilerinin uydurduklarını
    ve onlara yalan yanlış çeşitli güçler is­nat ettiklerini açıklıyor, putlar
    hususunda kendisiyle tartışmala­rının boşuna olduğunu vurguluyor ve bu
    inançlarını değiştirme­dikleri takdirde korkunç bir cezaya çarptırılacaklarını
    tekrar edi­yordu;

    “Dediler ki: Sen
    bize tek Allah’a kulluk etmemiz ve atalarımı­zın tapmakta olduğu putları
    bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan işen, bizi tehdit ettiğin azabı
    getir!

    Hûd dedi ki: Üzerinize
    Rabbinizden bir azap ve bir gazap hak olmuştur. Haklarında Allah’ın hiç bir
    delil indirmediği, sâdece siz ve atalarınızın uydurup isimlendirdiğiniz
    tanrılar hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben
    de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”[33]

    Müşrikler, atalarının
    dinini asla değiştirmeyeceklerini tek­rar ederek kendilerini tehdit ettiği
    azabı hemen getirmesi husu­sunda Hz. Hûd (a.s.)’a, meydan okumaya devam
    ediyorlardı. Onların bu anlamsız ve yanlış tavırları karşısında Hz. Hûd (a.s.),
    vazifesinin sâdece Allah’ın emirlerini tebliğden ibaret olduğunu, ilâhî azaba
    karışma yetkisinin bulunmadığını ve azabın ne za­man geleceğini bilemeyeceğini
    hatırlatarak, onlara Öğüt veren kardeşlerini dinlemekten kaçman ve gerçeklerden
    korkan câhil bir kavim olduklarını söylüyordu:

    “Sen bizi
    tanrılarımızdan çevirmek için mi geldin? Hadi, doğ­ru söyleyenlerden isen, bizi
    tehdit ettiğin şeyi başımıza getir, dedi­ler.

    Hûd, ‘Bilgi ancak
    Allah katındadır. Ben size ancak bana gönderilen şeyi duyuruyorum. Fakat sizin
    câhil bir kavim olduğu­nuzu görüyorum.’ dedi.[34]    

     

    F. Tevbeye Davet, Son İkazlar Ve Hûd Kavminin Helaki

     

    Rivayete göre,
    peygamberleri Hz. Hûd (a.s.)’ı yalanlayıp da­vetini reddetmelerinden sonraki
    yıllarda Âd toplumunun yur­dunda şiddetli bir kuraklık başlamış, uzun süre hiç
    yağmur yağ­mamıştı. Aslında bu kuraklık, tehdit edildikleri ilâhî azabın
    yaklaştığına dair bir ihtardı. Ne var ki, müşriklerde bu ihtarı değerlendirecek
    iz’an bulunmuyordu. Hz. Hûd (a.s.), bu günlerde de davetini bıkıp usanmadan
    sürdürüyor, onları yaklaşan azap­tan kurtarabilmek için, bu uyandan ibret
    almaya çağırıyordu.

    Kendisine iman edip
    önceden yaptıkları kötülükler dolayısıyla tevbe ettikleri ve Allah’tan
    bağışlanma diledikleri takdirde bol yağmurlara kavuşacaklarını söylüyordu:

    “Ey kavmim!
    Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize göğü bol bol
    göndersin ve kuvvetinize kuv­vet katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.[35]

    Müşrikler uzun süren
    kuraklıktan ders almamışlardı. Pey­gamberlerini yalanlamaya, küfür ve azgınlıklarına
    devam et­meleri üzerine, Allah’ın azap emri gelince helak edildiler.

    Tefsircilerin
    anlattığına göre, uzun süre yağış olmamış, Âd kavmi şiddetli bir kuraklığa
    mâruz kalmıştı. Bir gün onlar, u-fukta vadilerine doğru bir bulutun gelmekte
    olduğunu görünce, onun yağmur bulutu olduğunu zannederek çok sevindiler. Bu­nun
    üzerine Hz. Hûd (a.s.), bulutun sandıkları gibi bir yağmur bulutu olmayıp,
    hemen gelmesini bekledikleri azap olduğunu söyledi. Helak edici ve korkunç elem
    verici bir rüzgâr olduğunu, Cenab-ı Hakk’m izniyle, uğradığı her canlıyı ve
    malları helak edeceğini bildirdi.

    Ne var ki onlar, son
    andaki bu uyarılardan da ders almadı­lar ve nihayet onları helak eden korkunç
    azap başladı. İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayete göre, ilk defa Ad kavmine
    gön­derilen bu rüzgâr, insanları ve hayvanları saman gibi savurarak onları
    yerden yere vuruyordu. Kâfirler bundan kurtulmak için evlerine kaçıp kapılarını
    kapattılar. Ancak, rüzgâr kapıları kırıp evlere gizlenenleri de helak etti.[36] Yedi
    gece sekiz gündüz üzerle­rine kum seli akıtan rüzgâr, geride ıssız evlerinden
    ve boş yurtla­rından başka bir şey bırakmadı. Bugün ise, onlardan ibret olarak
    kalan bu yurt harabeleri de kaybolmuş, yaşadıkları Ahkâf bölgesi büyük ölçüde
    çöle dönüşmüştür.[37]

    Rivayete göre, bu
    korkunç rüzgâr esnasında Hz. Hüd (a.s.) ve ona iman edenler, etrafı çevrili bir
    yere çekilmişlerdi. Rüzgâr, onlara ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neşe
    verecek ka­dar dokunuyordu. Kâfirleri ise yer ile gök arasında savuruyor ve
    taşlara çarparak beyinlerini parçalıyordu.[38]

    Birinci Âd kavminden
    sâdece Hz. Hûd (a.s.) ve ona iman eden mü’minlerin kurtulduğu bu ilâhî azap,
    Kur’ân-ı Kerim’de birkaç yerde çeşitli yönleriyle anlatılmıştır. Bu azabın
    başlangıcı hakkında şu bilgi verilmektedir:

    “Nihayet o azabı,
    vadilerine doğru gelen bir bulut şeklinde görünce, ‘Bu bize yağmur yağdıracak
    bir buluttur.’ dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir.
    İçinde elem verici azap bulunan bir rüzgârdır! O rüzgâr, Rabbinin emriyle her
    şeyi yıkar, mahveder. Bunun hemen ardından onların bom-boş evlerinden başka bir
    şey görülmez oldu. İşte biz, suç işleyen toplumu böyle cezalandırırız. “[39]

    Ahkâf sûresinde bu
    âyetlerden sonra gelen üç âyette, Hûd kavminin bu korkunç sonu ve helake
    uğrayan diğer milletler Örnek verilerek Mekke müşrikleri îkaz edilmektedir.
    Mekke müş­riklerinden daha güçlü olmalarına rağmen, Âd kavminin, pey­gamberlerini
    yalanlamaları ve onunla alay etmeleri yüzünden azaba çarptırıldıkları, benzer
    diğer toplumların da aynı sona mâ­ruz kaldığı, Allah’ı bırakıp tanrı
    edindikleri putlarının onlara hiç bir yardımda bulunamadıkları açıklanmaktadır.
    Onların, putla­rını Allah’ın ortakları ve Allah katında kendilerine şefaatçi
    kabul etmeleri suretiyle Allah’ı inkâr ve O’na iftira atmaları yüzünden helak
    edildikleri vurgulanmaktadır. Halbuki onlar, diğer müşrik kavimler gibi, tanrı
    kabul ettikleri putları ve diğer mâbudlarının güç sahibi olduklarını
    zannediyorlar, zor durumda kaldıklarında kendilerine yardımcı olacaklarına ve
    sıkıntılarını giderebilecekle­rine inanıyorlardı. Allah Teâlâ, gönderdiği
    peygamberleri vâsıtasıyla her defasında bu yanlışı ortaya koyup, insanlığı
    doğru yola çağırıyordu. Ancak Âd kavmi de, Allah’a İnanmak yerine, putla­rına
    sahip çıkarak, sahte ilâhlara ibadet hususunda ısrar etti. Sonunda putlarının
    onlara hiç bir faydası olmadı, zâten hiç bir güce sahip olmayan bu basit
    eşyalardan böyle bir yardımın gel­mesi de mümkün değildi. İlgili âyetlerde
    şöyle denilmektedir:

    “Andolsun ki,
    onlara (Âd kavmine), size (Mekke müşrikleri­ne) vermediğimiz kudret ve serveti
    vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler bahsetmiştik. Fakat kulakları,
    gözleri ve kalpleri kendilerine bir fayda sağlamadı. Zîrâ Allah’ın âyetlerini
    inkâr edi­yorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi. Andol­sun
    biz, çevrenizdeki memleketleri de yok ettik. Belki yola döner­ler diye âyetleri
    tekrar tekrar açıkladık. Allah’tan başka kendile­rine yakınlık sağlamak için
    tann edindikleri şeyler, onlara yardım etselerdi ya! Hayır, onlan bırakıp
    kaybolup gittiler. Bu, onların, yalanı ve uydurup durdukları şeydir.”[40]

    Âd kavminin
    cezalandırıldığı korkunç rüzgâr, Fussilet sû­resinin 13. âyetinde
    sâika/kasırga/yıldırım olarak ifade edilmiş­tir. Bu âyette Allah Teâlâ, Sevgili
    Peygamberimiz (s.a.v.)’e hita­ben şöyle buyurmaktadır:

    “Eğer onlar
    (Mekke müşrikleri) yine yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd’un başına
    gelen sâika’ya/yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım. “[41]

    Aynı sûrenin 16.
    âyetinde ise, rîhan sarsaran/soğuk ve şiddetli rüzgâr şeklinde tanımlanmıştır.
    Dilbilimciler, bu tâbirin, yakıcı sıcak, dondurucu soğuk, korkunç gürültü
    çıkaran rüzgâr anlamlarına geldiğine dair farklı görüşler beyan etmişlerdir. Ne­ticede,
    rüzgârın çok şiddetli olduğunda ittifak vardır:

    “Bundan dolayı
    biz de onlara, dünya hayatında zillet aza­bını tattırmak için, o uğursuz
    günlerde şiddetli soğuk bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azabı elbette daha çok
    rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.”[42]

    Kamer sûresinin 18-22.
    âyetlerinde aynı isimle verilen şid­detli fırtınanın, insanları hurma
    kütüklerini yerinden söküp de­virir gibi nasıl yere serdiği açıklanmıştır:

    “Âd kavmi,
    peygamberleri Hûd’u yalanladı da, uyarım ve azabım nasıl oldu?! Biz onların
    üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr (rîhan sarsaran)
    gönderdik. O rüz­gâr, insanları, yerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi yere
    seri­yordu. Nasılmış, benim azabım ve uyarılarım?! Andolsun ki biz, Kur’ân’ı
    düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok

    mudur?”

    Başka bir âyette ise,
    er-rîhu7-afcfm/kasıp-kavuran, her şeyi kül haline getiren bir rüzgâr olarak
    tanıtılmıştır:

    “Âd kavminde de
    ibretler vardır. Onlara kasıp-kavuran rüz­gârı göndermiştik. Üzerinden geçtiği
    şeyi canlı bırakmıyor, kül edip savuruyordu.[43]

    Mü’minûn sûresinde, Âd
    kavminin korkunç bir ses “sayha” ile helak edildiği zikredilmiştir:

    “Nitekim, Hak
    tarafından gönderilen korkunç bir ses yaka-layıverdi onları! Kendilerini hemen
    sel süprüntüsüne çevirdik. Zâlimler topluluğunun canları Cehenneme![44]

    Hakka süresinde ise,
    bu tasvirlere ilave olarak, rüzgârın uğultulu ve azgın olduğu, yedi gece sekiz
    gündüz devam ettiği zikredilmiştir:

    “Semüd ve Âd,
    Kıyamet’i yalanlamışlardı. Semüd’a gelince; onlar pek zorlu bir gürültü ile
    helak edildiler. Âd ise, uğultulu az­gın bir fırtına ile mahvedildi. Allah,
    onu, ardarda yedi gece sekiz gündüz onların üzerine musallat etti. Öyle ki, o
    kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.
    Şimdi onlardan geri kalan birini görüyor musun?.”[45]

    Müteakip iki âyette de
    bu cezanın peygamberleri yalanla­yan kavimlerin ortak kaderi olduğuna işaret
    edilmiştir:

    “Firavun, ondan
    öncekiler ve altı üstüne getirilen beldeler halkı, hep o günahı (şirki)
    işlediler. Rablerinin peygamberlerine karşı geldiler de, Rableri de onlan pek
    şiddetli bir şekilde yakalayiverdi.”[46]

    Münkirlere verilen bu
    ceza Ad kavminin isminin de zikre-dildiği bir başka âyette de şöyle dile
    getirilir:

    “Görmedin mi,
    Rabbin ne yaptı Ad kavmine; ülkelerde ben­zeri yaratılmamış olan sütunlar
    sahibi İrem’e, o vadide kayaları yontan Semûd’a, kazıklar sahibi Firauun’a!
    Bunların hepsi ülkele­rinde azgınlık ettiler? Oralarda kötülüğü çoğalttılar. Bu
    yüzden Rabbin onların üstüne azap kamçısı yağdırdı. Şüphesiz Rabbin her an
    gözetlemektedir.”[47]  

     

    G. Hz. Hûd (A.S.) Ve Mü’minlerin Kurtuluşu

     

    Âd kavmi müşriklerine
    gönderilen bu korkunç azaptan, sâdece Hz. Hûd (a.s.) ve ona iman edenler
    kurtulmuştu. Cenab-ı Hak, rahmetiyle Hûd ve ashabını kurtardığını, iman etmeyen
    ve peygamberleri Hz. Hûd (a.s.)’ı yalanlayan ve bu yüzden azabı hakeden
    kâfirlerin tamamını ise helak ettiğini bildirmiştir. Bu ifâdelerden tek bir
    kâfirin dahi sağ bırakılmadığı anlaşılmakta­dır.

    “Azap emrimiz
    gelince, Hûd’u ve onunla beraber iman eden­leri tarafımızdan bir rahmetle
    kurtardık. Onlan, ağır bir azaptan kurtuluşa erdirdik. İşte Âd kavmi! Rabblerinin
    âyetlerini inkâr ettiler; O’nun peygamberlerine âsî oldular ve her inatçı
    zorbanın emrine uydular. Böylece onlar, hem bu dünyada, hem de Kıyamet gününde
    lanete uğradılar. Biliniz ki, Âd kavmi, Rabblerinin âyet­lerini inkâr ettiler.
    Bilin ki, Hûd’un kavmi Âd, Allah’ın rahmetin­den uzak kılındı.”[48]

    “Onu ve onunla
    birlikte olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman
    etmeyenlerin kökünü kestik.”[49]

    Hz. Hûd (a.s.) ve
    beraberindekiler, bu felâketten sonra, bir rivayete göre Mekke’ye giderek oraya
    yerleşmişlerdir. Diğer bir rivayete göre ise, bulundukları bölgede
    kalmışlardır. 150 yaşın­da vefat ettiği söylenen Hz. Hûd (a.s.)’m mezarının
    yeri hakkında da farklı bilgiler nakledilmiştir. Yemen’in Hadramevt bölgesinde
    şimdiki Mükellâ şehrinin yaklaşık 125 mil kuzeyinde ona ait olduğu kabul edilen
    bir kabir bulunmaktadır. Bu makam, her yıl Şaban ayının onbeşinde muhteşem bir
    ziyaret merasimine sahne olur. Yarımadanın muhtelif bölgelerinden gelen
    binlerce ziyaretçi, bu merasime katılır. Bu kabrin Hz. Hûd (a.s.)’a ait ol­duğuna
    dair nakledilmekte olan bilgiler her ne kadar kesin değilse de, Güney Arabistan
    halkının bu inancından anlaşılacağı üzere, mahallî rivayetler, Âd kavmi ülkesi
    merkezinin bu bölge olduğunu göstermektedir. Hz, Hûd (a.s.)’m kabrinin,
    Mekke’de Kabe ile Zemzem arasında veya Şam’da Ümeyye Câmii’nin güney duvarında
    olduğuna dâir rivayetler de vardır.[50]
    Diğer taraftan Filistinliler de, Hz. Hûd (a.s.)’m kabrinin Filistin’de olduğunu
    iddia ederler. Ona ait olduğunu söyledikleri kabrin başında, her sene doğum
    günü merasimleri düzenlerler.[51]

    İngiliz donanmasında
    görev yapan James R. Wellested, 1837 yılında Güney Arabistan’da Hısn-Gurâb
    yakınında, içinde Hz. Hûd peygamberden bahsedilen bir kitabe bulmuştur. Kita­bedeki
    yazı, burada yaşayanların, Hz. Hûd (a.s.)’m şeriatına tâbi bir topluluk
    olduğunu göstermektedir. Buna göre bu kitabe, Bi­rinci Ad kavminin mâruz
    kaldığı umûmî felâketten kurtulan Hz. Hûd (a.s.) ve ona inanan mü’minlerin
    soyundan gelen ve “İkinci Âd” olarak isimlendirilen kavme aittir.
    Yaklaşık olarak M.Ö. 1800 yıllarında yazıldığı sanılan bu kitabenin arkeologlar
    tarafından çözülen bâzı satırlarının Türkçesi şöyledir:

    “Biz (Âd kavmi),
    bu kalede uzun bir zaman rahat ve müref­feh bir hayat yaşadık. Öyle ki,
    yaşantımız her türlü sıkıntı ve ızdıraptan uzaktı. Nehirlerimiz sularla
    doluydu. Hükümdarlarımız, her türlü kötü düşünce, art niyet ve ahlâksızlıktan
    uzak duruyor­lardı. Onlar, kötü kimselere ve bozgunculuk çıkaranlara karşı ol­dukça
    sert davranırlardı ve bize Hüd’un şeriatını tatbik ederlerdi. Bu hâkimlerin iyi
    ve faydalı kararlan, bir kitapta toplanırdı. Ve biz, mucizelere ve ölümden sonra
    dirileceğimize inanırdık.[52]  

     

    H. Hûd (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar

     

    1. Zâlim Zorbalara İtaat Edilmez

     

    Allahu Teâlâ, bütün
    peygamberlerine, insanları köleleşti-ren, üzerlerinde baskı kurarak onlara
    acılar çektiren ve şahsî zevklerini tatmin için onlardan yararlanan zâlimlerle
    mücâdele etmelerini emretmiştir. Çünkü bu zâlimler, insanlar üzerindeki
    tahakkümlerini ellerinden kaçırmamak için, hem peygamberle­rin azılı düşmanları
    olmuşlar, hem de diğer insanları baskı al­tında tutup peygamberlerle
    görüşmelerini ve onlara iman etme­lerini engellemeye çalışmışlar; bu yolda her
    türlü şiddeti kul­lanmaktan çekinmemişlerdir. Ancak peygamberler ve onlara îman
    edenler, hiçbir zaman bu zâlimlere boyun eğmemişlerdir. Zİrâ onlara boyun eğmek
    gerçek îmanla bağdaşmaz ve zâlimlerin emirlerine itaat edilmesi hususunda,
    mü’minin geçerli bir maze­reti olamaz. Mü’minler, ancak Allah’ın emirlerine
    sarılıp, zulmü ve haksızlıkları ortadan kaldırmak için zâlimlere karşı güç
    birliği ettiklerinde hedeflerine ulaşırlar. Her peygamberin başından geçmiş
    olan bu serüven, inananlar için en büyük örnektir. Pey­gamberlere uymak
    kurtuluşa, zorbalara uymak ise felâkete gö­türmüştür. Bu hususta Âd kavmiyle
    ilgili olarak şöyle buyurul-maktadır:

    “İşte Âd kavmi!
    Rabblerinin âyetlerini inkâr ettiler ve O’nun peygamberlerine âsî oldular.
    Böylece başlarında bulunan her zorbanın emrine uyup gittiler. Bu yüzden de hem
    dünyada, hem de âhiret gününde bir lanete tâbi tutuldular.”[53] 

     

    2. Üstün Cesaret

     

    Peygamberler, din ve
    îman uğrunda büyük sabır ve cesaret göstererek, bu hususta da ümmetlerine örnek
    olmuşlardır. Hz. Hûd (a.s.)’m müşriklere meydan okuyarak, kendisine karşı iste­dikleri
    tuzağı kurmaya çağırması, bu çarpıcı manzaralardan bi­ridir. O, müşriklerden
    gelebilecek her türlü tehlikeyi göze almak­tan çekinmiyor ve şöyle diyordu:

    “Allah’ı şahit
    tutarım ve siz de şahit olun ki, ben Allah’ı bı­rakıp da, O’na ortak tutmakta
    olduğunuz şeylerden tamamen uzağım. Artık bana topyekün istediğiniz tuzağı
    kurun! sonra bana mühlet de tanımayın! Ben, sizin de, benim de Rabbim olan
    Allah’a güvenip dayanmışım.”[54]

     

    3. Yeryüzünde Kibir Sahiplerinin Sonu

     

    Hak yoldan uzaklaşan
    insanlar, sahip oldukları dünyevî imkânlara aklanarak, Nemrut ve Firavun gibi
    yeryüzünde ilâhlık taslamaya kadar gitmişlerdir. Haktan yüz çeviren bu kibir
    ehli, servetlerine servet katmak için, başkalarının ocaklarını söndür­mekten
    çekinmemişler; hatta zaman zaman bu maksatla yeryü­zünü hüsrana boğan
    karışıklık ve savaşlar çıkarmışlardır. Men­faatleri uğruna her şeyi göze alan
    bu kibir ehli, Âd kavmi gibi, “Bizden kuvvetli kim var?” diyecek
    kadar ileri gidiyordu. Ancak onların sonu, hep hüsran, hep perişanlık olmuştur.
    Nitekim Âd kavmiyle ilgili olarak şöyle buyrulmuştur:

    “Âd kavmine
    gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tas­ladılar ve, ‘Bizden daha kuvvetli
    kim var?’ dediler.’ Onlar kendile­rini yaratan Allah’ın, kendilerinden daha
    kuvvetli olduğunu gör­mediler mi? Onlar, bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.
    Biz de, perişanlık azabını dünya hayatında kendilerine tattıralım diğe uğursuz
    günlerde üzerlerine çok gürültülü bir rüzgâr gönderdik. Elbette âhiret azabı
    daha zelil kılıcıdır. Onlara yardım da olun­maz.”[55]

     

     



    [1] İbn Kuteybe, Maârif, 14; Taberi, Tarih, I, 110;
    Mes’ûdî, Mürüc, I, 77

    [2] Hz.  Hûd
    (a.s.)’ın İsminin geçtiği süre ve âyet numaraları şöyledir: A’râf sûresi, 7/65;
    Hüd sûresi, 11/50, 53, 58, 60, 89; Şuarâ sûresi, 26/124.

    [3] Ahkâf sûresi, 46/26.

    [4] Mû’minûn sûresi, 23/31-32. 31. âyette İsmi
    zikredilmeyen kavim için bâzı müfes-sirier, onun Semûd kavmi olduğunu
    söylemişlerdir. Ancak, müfessirlerin ekseri­si, bu toplumun Âd kavmi olduğu
    görüşündedirler. A’râf sûresinin 69. âyetinde bu kavmin açıkça zikredilmesi de,
    bu İkinci görüşü destekler (Bu hususta bkz. Elmahlı, V, 528; Mevdûdî , Tefhim,
    III, 413 ).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 150-151.

    [5] Ahkâf sûresi, 46/21.

    [6] îbn Kuteybe, Maârif, 14.    Ahkâf, asîında uzun ve eğrili-büğrûlü
    yüksekçe kum yığını manasına gelen “hıkı” kelimesinin çoğuludur. Âd
    kavminin yurdunun adı olarak geçen bu bölge, Yemen’de Şıhr denilen ve
    denize   uzanan kumluklardan oluşan
    mıntıka, Mehre ile Uman arasında uzanan bölge veya sonraları bütün Yemen olarak
    tarif edilmiştir (İlgili rivayetler için bkz. Elmalılı, VII, 113).

    [7] Şuarâ sûresi, 26/129-134.

    [8] A’râf sûresi, 7/69.

    [9] Fussilet sûresi, 41/15.

    [10] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 151-153.

    [11] Îbnül-Esir, I, 85 Taberi, putların isimlerini Saddâ,
    Samûd ve Heba olarak verir {TariK I, 110).

    [12] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiya, I, 120.

    [13] Mü’minûn sûresi, 23/37.

    [14] A’râf sûresi, 7/65.

    [15] Ahkâf sûresi, 46/65.

    [16] Hûd sûresi, 11/50-52.

    [17] Elmahli, IV, 546.

    [18] Keşşaf, II, 87.

    [19] A’râf sûresi, 7/66-68.

    [20] Fussilet sûresi, 41/14.

    [21] Mumınun suresi, 23/33-34

    [22] Irşddü’t-akli’s-selîm (Tefsir), Beyrut 1414/1994, VI,
    133.

    [23] Mü’minûn sûresi, 23/35-40.

    [24] Toplumdaki sıradan insanlar, genellikle toplumun
    önderi durumunda olan zengin ve varlıklı tabaka mensuplarına uyarlar.
    Dolayısıyla, toplumun ıslahı ve düzel

    mesi veya haktan
    uzaklaşıp çökmesi büyük ölçüde onlara bağlıdır. Toplumun çöküşünün gerçek
    sorumluları, onun önderi durumunda olan zengin ve müreffeh kesimdir. Bu sınıf,
    İsyan, fesat zulüm ve kötülüklere dalacak olursa, halk da on­lara uyar ve
    toplum felâkete sürüklenir. Tarihte toplumların Allah’ın azabına
    çarptırılmaları, daha ziyâde bu üst sınıfın azgınlığı sebebiyle olmuştur.
    Nitekim, bu değişmez hüküm, İsrâ sûresinin 16. âyetinde şöyle dile
    getirilmektedir:

    “Bir toplumu helak
    etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun lüks ve refaha gö­mülmüş seçkinlerine son
    uyanlarımızı yaparız ve eğer onlar buna rağmen günah­kârca yaşamaya devam
    ederlerse, azap hükmü artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu
    darmadağın ederiz. Nuh’tan bu yana, biz, böyle nice toplumları yok ettik! Çünkü
    kullarının günahlarım bütünüyle görüp haberdar olmakta Rabbin gibi­si
    yoktur.”

    Prof. Dr. İsmail Yiğit,
    Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 153-158.

    [25] A’râf süresi, 7/69.

    [26] Ahkâf süresi, 46/26.

    [27] Et-Tefsirul-Kebir (Tefsir), Tahran,
    Dârü’l-kütübil-ilmiyye, ikinci baskı, XXVIII, 29.

    [28] Tefhîm,V, 358.

    [29] Ankebut sûresi, 29/38.

    [30] Şuarâ sûresi, 26/128-135.  Râzî, Allah’ın Hz.  Hûd 
    (a.s.)’ın kavmini,  sırasıyla,

    a) Gösteriş ve
    debdebe için son derece sağlam ve yüksek binalar yapmak;

    b) Sağ­lam
    köşk ve kaleler inşâ etmek;

    c) Zorbalık yapmak, olarak üç özelliğiyle tanıttı­ğını belirtir ve bu
    özelliklerden birincisinin, israf ve üstünlük tutkusunu; ikinci­sinin ebedî
    yaşama arzusunu, üçüncüsü olan zorbalığın ise sâdece kendilerinin üstünlüğünü
    istemek maksadını ifade ettiğini söyler. Bu üç özellik sebebiyle, on­ları
    bütünüyle dünya sevgisinin sarmış olduğunu, bu sevgi içinde boğularak kul­luk
    sınırını aşıp İlâhlık iddia etmeye başladıklarına işaret eder ve sözlerini, her
    günahın başının dünya sevgisi olduğunu zikrederek bitirir [Tefsir, XXIV, 157).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 159-161.

    [31] Şuarâ süresi, 26/136-140.

    [32] Hûd süresi, 11/53-57.

    [33] A’raf sûresi, 7/70-71.

    [34] Ahkaf sûresi, 46/22-23.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 161-164.

    [35] Hûd sûresi, 11/52.

    [36] Sâbûnî,  Safve,  VI, 
    74.  Hz.  Aişe validemizden nakledildiğine göre,  Rasülullah (s.a.v.), herhangi bir bulut
    gördüğü veya rüzgârla karşılaştığı zaman, yüzünde bir hoşnutsuzluk   belirirdi.  
    Bir   defasında   Hz.  
    Aişe,   kendisine   şöyle  
    dedi:    “Ya RasüleUahl
    İnsanlar bulut gördüklerinde, yağmur yağacak ümidiyle sevinirler. Siz bir bulut
    gördüğünüzde ise, yüzünüzde bir hoşnutsuzluk belirdiğini müşahede edi­yorum.”   Rasülullah (s.a.v.), şöyle buyurdu: “Ey
    Aişe! O bulutta bir azap olup ol­mayacağından emin değilim. Belki de onda, bir
    kavmin rüzgârla cezalandırıldığı azap vardır. Nitekim bir kavim, kendileri için
    azap olacak   bulutu görmüş de, ‘işte, bu
    bize yağmur getirecek bulut!’ demişti.” (Buharı, Tefsirül-Kur’ân,  46/2).

    [37] Mevdüdî, Tefhim, IV, 53.

    [38] ElmaJıh, VII, 114.

    [39] Ahkâf sûresi, 46/24-25.

    [40] Ahkâf sûresi, 46/26-28.

    [41] Beyhakİ’nin naklettiği bir rivayette Câbîr b. Abdullah
    şöyle demiştir: “Ebu Cehil ile Kureyş eşrafından bir grup şöyle dediler: ‘
    Muhammed’in işi, bizi şüpheye dü­şürdü. Sihir, kehânet, fala-bakıcılık ve şiiri
    büen bir adam bulsanız, onunla ko­nuşsa da, bize onun durumunu bir anlatsa! ‘

    Bunun üzerine Utbe b.
    Rebîa: ‘Ben, vallahi şiiri, fala bakmayı, sihri dinlemiş ve bunlara dair bir
    İHm edİnmişimdir. Böyle olunca Muhammed’in durumunu anlarım. Onun İşi bana
    gizli kalmaz.’ dedi. Rasülullah (s.av.)’e giderek, Ta Mu-hammed! Sen mi daha
    hayırlısın Hâşim mi; sen mi hayırlısın Abdülnıuttalib mi?’ diye sordu.
    Rasülullah (s.a.v.) ise ona cevap vermedi. Sözlerini devam ettiren Utbe, ‘Sen
    bizim ilâhlarımızı kötûlüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun. Eğer
    maksadın başkan olmaksa, bayraklarımızı senin için dikelim, başımıza seni
    geçirelim; yok eğer mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin
    ih­tiyaçlarını giderecek miktarda mal toplayalım; eğer kadına ihtiyacın varsa
    Kureyş kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim.’ dedi.
    Utbe’nin sözlerini

    tamamlamasına
    kadar susan Rasülullah (s.a.v.j, besmele çekip Fussilet sûresini okumaya
    başladı:”Eğer onlar (Mekke müşrikleri) yine yüz çevirirlerse de ki: Ben si­zi
    Âd ve Semûd’un başına gelen sâika’ya/yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı
    u-yardım.” anlamındaki âyete gelince, Utbe hemen Rasülullah (s.a.v.)’in
    mübarek ağzını tuttu. Akrabalık hatırına yemin vererek artık okumaktan vazgeçmesini
    rica etti. Ardından bu olayın tesiriyle bir kaç gün dışarıya çıkmadı. Onun bir
    kaç gün görünmemesi üzerine, Ebu Cehil, ‘Ey Kureyş topluluğu! Utbe niçin
    görünmüyor? Zannederim o da Muhammed’e kapıldı, onun yemeği hoşuna gitti. Bu,
    mutlaka ihtiyacından olmalı, kaİkın gidip bakalım.’ dedi. Onun yanma
    vardıklarında, Ebu Cehil, ‘Ey Utbe, galiba Muhammed’e kapıldın, herhalde o
    hoşuna gitti. Bir ihtiya­cın varsa, senin için seni Muhammed’e muhtaç etmeyecek
    miktarda mal toplaya­biliriz.’ dedi- Onun sözlerine kızan Utbe, bundan sonra
    Muhammed’e ebediyyen bir şey söylemeyeceğine yemin etti ve ardından,
    “Bilirsiniz ki, ben Kureyş’İn malca en zenginiyim’ diye başlayıp başından
    geçen olayı anlattı. Konuşmasının sonun­da, “Bana öyle bir şey ile cevap
    verdi ki, vallahi o, sihir değil, şiir değil, fala bakıcı­lık da
    değildir.” Söz konusu âyete geldiğinde onun ağzını tutup, akrabalık hatırı­na
    susmasını istediğini ve Rasülullah (s.a.v.)’in da sustuğunu söyleyen Utbe söz­lerini
    şöyle tamamladı: “Vallahi bilirsiniz ki, Muhammed bir şey söylediği zaman,
    söylediği asla yalan çıkmaz. İşte başınıza bir azap inmesinden korktuğum için
    böy­le yaptım.” (Elmaklı, VI, 550-551).

    [42] Fussilet sûresi 41/16. Âyette geçen “uğursuz
    günler” ifâdesi, bu günlerin uğur­suz olduğunu göstermez. Ancak, bu
    günlerin sâdece Âd kavmi için, o günlerde azaba çarptırılmaları dolayısıyla
    uğursuz olması söz konusudur. Müneccimlerin, âyetteki bu ifâdeye dayanarak bâzı
    günleri uğursuz saymalarının aslı ve esası yoktur (Bu hususta bkz. Elmahlı, VI,
    551; Mevdüdî, Tefhim, V, 185).

    Bu kasırganın Çarşamba
    günü başladığını bildiren rivayet ve buna dayalı olarak Çarşamba’nın
    uğursuzluğu hakkında hadis diye nakledilen bazı sözler için hadis imamlarının
    tenkidlerinî nakleden Mevdûdî, sözlerini bitirirken, Münâvî ve Âlûsî’nin
    kanaatlerini zikretmiştir: “Münekkid alimlerden Münâvî, ‘Çarşamba gü­nünün
    uğursuzluğuna inanarak, o gün bir işi yapmayı terketmek ve falcıların sözlerine
    kapılmak haramdır. Zîrâ tüm günler Allah’ındır. Ve Allah dışında hiç

    kimse,
    fayda ve zarar vermeye muktedir değildir’ demektedir. Aliâme Âlûsî ise, Tüm
    günler Allah’ındır ve dolayısıyla Çarşamba gününün diğer günlerden bir farkı
    yoktur. Gece veya gündüzün herhangi bir saati bir kimse için muvafık olabi­lirken,
    bir başkası için olmayabilir. Bunlann hepsi de Allah’tandır, saat ve günle­rin

    uğursuzluk
    ile bir ilgisi yoktur’ demiştir.” {Tefhim, VI, 53).

    [43] Zarıyât suresi, 51/41-42.

    [44] Mü’minûn sûresi, 31/41.

    [45] Hakka sûresi, 69/4-8.

    [46] Hakka sûresi, 69/9-10.

    [47] Fecr sûresi, 89/6-14. Yedinci âyette   “İrame  
    zâtil-ımâd” ifadesi ile sağlam sü­tunlarla   inşa  
    edilmiş   yüksek   binalara  
    sahip   frem   halkı,  
    yani   Hüd   kavmi kasdedilmiştir. Müfessirlerden
    bâzıları İkinci Âd kavminin kasdedildiğini  
    söyle­miş olsalar da çoğunluk birinci görüştedir ( Elmalılı, IX, 192).
    İrem keîimesi hakkında ise üç görüş serdedilmiştir:

    1. Kabile
    İsmidir. Bu kabile, Âd kavminin atası İrem’e nisbetle bu ismi almış­tır. Bu
    duruma göre, İrem’in sıfatı olan “zâtül-ımâd/direkli, sütunlu”
    tabiriyle, bu kavme mensup insanların uzun boylu olmaları veya çadır direkleri
    dolayısıyla çadır halkı   olmaları
    ya  da 
    sütunlar  üzerine   büyük  
    binalar  inşâ     etmeleri kasdedilmiştir .

    2. Direkli
    sütunlu İrem, kahirler veya eserler ve alâmetler karşılığıdır. İrem halkı
    demektir.

    3. Çoğunluğun
    kanâatine göre ise burada İrem, Âd kavmine ait büyük bir şehrin ismidir.
    Rivayete göre bu şehir, Cennetin özelliklerini duymuş olan Şeddad b. Âd
    tarafından,  Cennete benzetilmek
    maksadıyla, yeryüzünde eşi ve benzeri olmayan bir şekilde Yemen’de inşâ
    edilmiştir. Ne var ki, yıllarca uğraşarak yap­tırdığı bu şehre girmeden kendisi
    ve halkı yok edilmiştir. Bu sûretie “İrem Cenne­ti, İrem Bağf adı dilden
    dile dolaşır olmuştur.

    Elmalılı, bu efsâne
    şehir hakkında şöyle der:

    “Şeddad’m Cenneti
    olan İrem Bağı, hayal ürünü bir efsanedir. Ahireti inkâr edip de dünyada iken
    Cennete girmek isteyenlerin, istediklerini elde edemedikle­rini tasvir etmesi
    itibariyle dillerde destan olmuş bir temsildir.” (Hak Dini, IX, 193).

    Sekizinci
    âyetteki  “eşi ve benzerinin yaratılmadığı”
    bildirüen şey,    Elmalılı’ya göre, İrem
    şehridir ve benzerinin yaratılmamış olması da o zamana kadar geçerli­dir.
    Ancak, o kavmin kuvvet ve boyda eşsiz ve benzersiz yaratılmış olmaları ihti­mali
    de vardır [Hak Dini, IX, 194).

    Prof.
    Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 164-170.

    [48] Hûd süresi, 11/58-60.

    [49] A’râf sûresi, 7/72.

    [50] Bu rivayetler için bkz., Salebi, 66; İbnül-Esir, I,
    67.

    [51] Neccâr, 74.

    [52] Bu konuda bkz. Mevdûdî, Tefhim, V, 355; Hz.
    Peygamber’in Hayaü, I, 434.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 171-172.

    [53] Hûd süresi, 11/59.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 172-173.

    [54] Hûd süresi, 11/54-56.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 173-174.

    [55] Fussilet sûresi, 41/15-16.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 174.

  • HZ. İDRİS (A.S.) HAYATI

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM1

    HZ.
    İDRİS (A.S.)
    1

    A.
    Kur’ân Ve Hadis Kaynaklarında Verilen Bilgiler
    . 1

    B.
    Diğer Kaynaklarda Anlatılanlar
    . 2

     

     

     

    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

     

    HZ. İDRİS (A.S.)

     

    A. Kur’ân Ve Hadis Kaynaklarında Verilen Bilgiler

     

    Bâzı rivayetlerde Hz.
    Âdem’in vefatından sonra, riyasetin oğlu Şît’e geçtiği ve onun peygamber olarak
    görevlendirildiği bil­dirilmiştir. Hz. Peygamber’den de, Allah’ın Şît’e
    vahyettiği ve ona 50 sahife gönderdiği nakledilmiştir.[1] Ancak
    Kur’ân-ı Kerim’de onun hakkında bilgi verilmemiştir.

    Kur’ân-ı Kerim’de ismi
    zikredilen peygamberlerin tarih iti­bariyle ikincisi olan İdris (a.s.),
    müfessirlerin ekseriyetine göre Nuh’un (a.s.) babasının dedesidir; ancak Nuh’un
    dedesi olduğu da söylenmiştir. Kaynaklarda soy kütüğü şöyle verilmektedir: İdris/Ahnuh
    b. Yâred b. Mehlâil b. Kaynân b. Anûş b. Şit (a.s.)[2]
    Kur’ân, Hz. Şît ile Hz. Nuh arasında peygamberlik yapmış olan İdris (a.s.)
    hakkında iki yerde bilgi vermiştir. Bu âyetlerde onun ismi ve peygamberliğiyle
    birlikte, ahlâkî faziletlerine işaret edil­mekte ve bâzı sıfatlarından
    bahsedilmektedir. Bu âyetlerin meal­leri şöyledir:

    “Ey Muhammedi
    Kitap’ta İdris’e dair söylediklerimizi de ha­tırla! Şüphesiz İdris, özü-sözü
    doğru/sıddîk bir peygamberdi. Biz onu yüce bir makama yükselttik.[3]

    “Ey Muhammedi
    İsmail, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığı­mızı da hatırla! Onların her biri,
    sabredenlerdendi. Biz de onlan rahmetimize garkettik. Onlar gerçekten
    salihlerdendi.[4]

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
    İdris hakkında verilen bilgi bunlar­dan ibarettir. Görüldüğü gibi admın geçtiği
    ilk yerde onun dos­doğru bir insan ve bir peygamber olduğu hatırlatılmakta,
    ayrıca Cenab-ı Hak tarafından yüce bir makama çıkarıldığı vurgulan­maktadır.
    Son iki âyette ise, onun sabredenlerden, Allah’ın rah­metine dahil edilenlerden
    ve salih kullardan olduğu bildirilmek­tedir.

    Bu âyetlerin
    tefsirinde müfessirler, İdris’in (a.s.) yükseltil­diği bildirilen “mekânen
    aliyyen/yüce bir mekân” tabiri üzerinde durmuşlar, bunun manevî bir
    mertebe olabileceği ihtimâline işaret ederek, bu ifâdeden, Cenab-ı Hakk’m
    İdris’e peygamberlik bahşetmesi ve ona otuz sahife/suhuf indirmesinin
    kastedildiğini söylemişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında da,
    “Biz senin şanım yücelttik.”[5]
    buyurulmasmı, bu ihtimâli kuv­vetlendirici bir delil olarak zikretmişlerdir. Bu
    arada, “yüce bir mekân” ifadesine ikinci bir anlam verilmiş, bu tabir
    ile Allah Teâlâ’nın, Hz. İdris’i semâya çıkardığının kastedildiği söylenmiş­tir.
    Bu ikinci ihtimal doğrultusunda, onun çıkarıldığı dördüncü kat semâda hâlen
    yaşamakta olduğunu ileri sürenler olmuştur. Yine, onun altıncı kat veya yedinci
    kat semâda olduğunu kabul edenler vardır. Hasen-i Basri’ye nisbet edilen bir
    görüşe göre ise, yüce mekândan maksat Cennettir ve İdris (a.s.) oraya konul­muştur.[6]

     

    Sahih hadis
    kaynaklarında Rasülullah’ın (s.a.v.) ulvî âlem­lere yükseltildiği Miraç
    yolculuğu esnasında, göğün katlarında diğer bâzı peygamberler yanında Hz. İdris
    ile de görüştüğünü bildiren rivayetler mevcuttur. Ancak bu rivayetlerin
    ekserisinde, Rasülullah’ın, Hz. Âdem (a.s.) ile dünya semâsında, Hz. İbrahim
    (a.s.) ile ise altıncı semâda görüştüğü ittifakla bildirilirken, İdris (a.s.),
    Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) peygamberlerle hangi semâda görüştüğünün kesin olarak
    tespit edilemediği ifâde edilmektedir.[7] Bu
    rivayetlerden anlaşıldığı gibi, Sevgili Peygamberimiz, Miraç yolculuğa
    esnasında, diğer bâzı peygamberlerle de görüşmüştür. İdris (a.s.) dışındaki bu
    peygamberlerin semânın katlarında hâlâ yaşamakta olduğu şeklinde bir durum söz
    konusu değildir. Dolayısıyla, onlardan sâdece birinin, şimdi de hayatta olup
    semânın dördüncü katında bulunduğu neticesini çıkarmak zordur. Öyle düşünenler,
    iddialarını ispat hususunda, ikna edici deliller ileri sürememişlerdir. [8]

     

    B. Diğer Kaynaklarda Anlatılanlar

     

    Hz. îdris’in hâlâ
    hayatta olduğu hakkındaki görüşün, Tev­rat ve Ehl-i Kitab’m elinde bulunan
    diğer dînî kitaplardaki ha­berlerden aktarıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu
    kitaplarda Hz. İdris (a.s.)’ın, Allah tarafından göğe yükseltildiğinden
    bahsedil­miş; Kitab-ı Mukaddes’de “Allah’ın îdris’i kendine aldığı”,
    Tal-mut’da ise, “îdris’in göğe yükseltildiği” bildirilmiştir.
    Müslüman yardımcı olan güneş meleğinden de, ölümünün ertelenmesi hususunda
    yardım ister. Güneş meleği onun bu  âlimlerin,
    bu konudaki görüşlerinin kaynağının bu bilgiler oldu­ğu açıktır; dolayısıyla
    doğruluğunu ispat mümkün değildir. Âyet­te Hz. İdris’in yükseltildiği
    belirtilen “yüce mekân” ile semâ katı­nın kastedildiği görüşünü
    taşıyanlara karşı, Mevdûdî, haklı ola­rak şöyle demiştir: “Âyetteki yüce
    mekânın açık anlamı, Allah’ın İdris’i, yüksek bir makama erdirmesidir.”[9]

    Kur’ân ve hadislerde,
    İdris’in (a.s.) ne zaman ve hangi kavme gönderildiği veya peygamberlik görevini
    yerine getirirken nelerle karşılaştığı hususunda da bilgi yoktur. Onun
    İsrailoğulları peygamberlerinden olduğunu söyleyenler olmuşsa da,
    mü-fessirlerin ekseriyeti, Hz. Nuh’tan önce yaşadığını kabul etmiş­lerdir.
    Müfessirlerin bir kısmı, onun Tevrat’ta Yared oğlu Ha-nok/Ahnuh[10]
    adıyla zikredilen şahıs olduğu görüşündedirler, Talmut’ta Hanok hakkında daha
    geniş bilgi verilmiştir. Orada bildirildiğine göre, Âdemoğulları, Nuh’tan
    önceki dönemde bo­zulmaya başlayınca, Allah Teâlâ, insanlardan uzak zâhidâne
    bir hayat süren Hanok’u, bir melek vasıtasıyla, insanların arasına karışmak ve
    onları doğru yola çağırmakla görevlendirir. Bu ilâhî emir üzerine inzivadan
    çıkan Hanok, Allah tarafından kendisine gönderilen vahyi insanlara tebliğ eder.
    İnsanlar, ona inanarak, Allah’a ibadet etmeye başlarlar. Hanok, âdil bir
    şekilde, tara 350 yıl halkı yönetir. Bu münâsebetle Yüce Allah, mü’min
    kullarına her tür nimeti ihsan eder.[11]

    Eski Mısır Medeniyeti
    araştırmacılarından bâzıları ise, İdris isminin Eski Mısır dinindeki
    “Oziris” kelimesinin Arapça karşılığı olduğunu ileri sürmüşlerdir.
    Efsaneye göre, insanlığın ilk öğret­meni olan, ziraat ve bâzı sanatlar yanında
    insanlara pek çok bilgi öğreten Oziris göğe çıkmış ve köşkünü orada kurmuştur.
    Bu bilge kral veya peygamber sonradan Eski Mısırlılarca tanrılaştırılmıştır.
    Onun tanrı olduğunu kabul eden Mısırlıların inanışına göre, ölen her insanın
    ameli tartılır; iyilikleri çok olanlar, Tanrı Oziris’e kavuşurlar.[12]

    Bazı tarih
    kitaplarında, İdris’in Eski Mısır’ın başkenti Menufta doğduğu, kral manasına
    gelen “Hermes” adını taşıdığı bildirilmiştir. O, Mısır’dan çıkıp
    yeryüzünü dolaşmış, sonunda yine Mısır’a dönüp 82 yaşında iken göğe
    yükseltilmiştir. Bâzı tarihçilere göre ise, Bâbil’de doğup-büyümüş, çocukluk
    yılların­da, babasının dedesi olan Şît’in (a.s.) ilmini öğrenmiştir. Büyü­yünce
    peygamber olarak görevlendirilmiş insanları Âdem ve Şît’in dinine çağırmıştır.
    Ne var ki, kendisine az bir grup iman etmiş, ekseriyet ise ona düşman
    kesilmiştir. Neticede o ve üm­meti, Bâbü’den Mısır’a hicret etmek zorunda
    kalmışlar, tebliğ faaliyetini orada yürütmüşlerdir.[13] Bu
    arada müslüman tarihçi ve coğrafyacılardan Bîrûnî, Hermes’e İdris de
    denildiğini, bâzıla­rının ise Budayı Hermes olarak kabul ettiklerini
    nakletmekte-dir.[14]

    Diğer taraftan
    Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen Hz.İlyas’m (En’am suresi, 6/85; Saffât suresi,
    37/123-135} İdris (a.s.) oldu­ğu hakkında da rivayetler vardır. Ancak, İlyas’m
    İsraüoğulları peygamberlerinden olduğu görüşü kesin gibidir. Dolayısıyla İdris
    ile îlyas’ın aynı şahıs olduğu görüşüne pek itibar edilmemiştir.[15]
    onunla ilgili başka bir rivayette ise, Sâbiıler’in, dinlerini Şît, İdris ve Nuh
    (a.s.) peygamberlerden aldıkları söylenmiştir.[16]

    Tefsirler, tarih
    kitapları ve peygamber kıssalarına dair e-serlerde, kalemle ilk yazı yazan, ilk
    kez elbise dikip giyen kim­senin İdris olduğu kaydedilmektedir. Buna göre, daha
    önceki insanlar hayvan derilerini giymişlerdir. Bu bakımdan idris (a.s.),
    terzilerin piri kabul edilir. Ona İdris adının, Allah tarafından gönderilmiş
    olan kitapları ve İslâm ahkâmını çok okuduğu ve bunlardan ders yaptığı için
    verildiği de söylenmiştir.[17]

     

     



    [1] Taberi, Tarih, I, 76; İbn Kesir, el-Bidûye, I, 99.

    [2] Makdisî, el-Bed’ ve’t-târih, Kahire ts.
    (Mektebetü’s-Sakâfeti’d-dîniyye), III, 11.

    [3] Meryem sûresi, 19/56-57.

    [4] Enbiyâ sûresi, 21/85-86.

    [5] İnşirah  sûresi,
    94/4.

    [6] İbn Kesir, Tefsir, IV, 466; el-Biddye, I, 100.

    İdris’in (a.s.) semâya
    yükseltilmesi hakkında, kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında uydurulma
    İhtimali yüksek olan bâzı rivayetler nakledilmiştir:

    Bu rivayetlerden birine
    göre, idris Peygamberin (a.s.) Allah katına çıkan ha­yırlı işleri, kendi
    zamanında yaşayan insanların tamamının hayırlı amellerine denk idi. Bu
    faziletinden dolayı ona karşı büyük hayranlık ve sevgi besleyen ölüm meleği,
    onunla dost olmak hususunda Allah’tan izin istedi. İzin verilince insan
    kılığında İdris’e gelip onunla samîmi bir arkadaşlık kurdu. Bir süre sonra, bu
    ar­kadaşının ölüm meleği Azrail olduğunu öğrenen İdris (a.s.), ondan kendisine
    ö-lüm acısını tattırmasını istedi. Onun arzusunu yerine getiren ölüm meleği, Al­lah’ın
    İzni ile onun canını aldı, bir saat sonra da geri verdi. İdris, bundan sonra
    arkadaşından Cennet ve Cehennemi kendisine göstermesini istedi. İsteği kabul
    edilince önce Cehennemi gördü; ardından Cennete girdi. Ancak ölüm meleğinin
    “çık” emrini dinlemedi ve Allah çıkarmadıkça oradan çıkmayacağını
    söyledi. Allah tarafından, ölüm meleği ile kendisi arasında hakem olması için
    gönderilen başka bir meleğin önünde kendisini başarılı bîr şekilde savununca,
    Allah’ın emriyle o-rada kalmasına izin verildi.

    Bir diğer rivayete
    göre, İdris (a.s.], kendisiyle buluşmak için yere inen bir meleğin, Ölüm
    meleğinin kardeşi olduğunu öğrenir ve ondan kardeşi nezdinde kendisine yardımcı
    olmasını ister. Melek, onu sırtına alıp kardeşine götürmek ü; zere semâlara
    çıkarır. Bu esnada eceli gelen İdris (a.s.), semânın altıncı katında meleğin
    iki kanadı arasında ruhunu teslim eder.

    Başka bir rivayette,
    bir yolculuk esnasında kızgın güneşten rahatsız olan idris (a.s.), bu sıcağın
    hafifletilmesi için Allah’a duâ eder. Bu arada kendisine ricasını ölüm meleğine
    ulaştırır; fakat cevap olum­suzdur. Bunun üzerine İdris (a.s.), öleceği zamanı
    öğrenmek ister. Listesini açıp bakan ölüm meleği, onun adını bulamaz ve bu
    durumu, onun tam güneş doğar­ken öleceği şeklinde izah eder.

    Büyük bir kısmıyla isrâiliyyat ve uydurma hikâyelerden ibaret olduğu
    anlaşı­lan bu rivayetlerin özet ve tenkidi için bkz. İbn Kesir, Tefsir, IV,
    465-466; Ayde­mir, Peygamberler, 44-45; A. Lütfî Kazancı, Peygamberler Tarihi,
    îzmir 1993, s 90-99.

    [7] İlgili rivayetler için bkz. Buhâri, Salât, 1; Enbiya,
    5; Tirmizî, Tefsir, 19/2; Ahmed b. Hanbel, 
    Müsned, V, 143.

    [8] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 104-106.

    [9] Tefhim, III, 225.

    [10] Tekvin, 5/18-19, 21-24. Burada Hanok’un, babası Yared’in
    162 yaşında bulun­duğu sırada doğduğu, 365 yıl yaşadığı, 300 yıl Allah ile
    yürüdüğü bildirilmekte­dir.

    [11] Mevdüdi, Tefhim, III, 225, H. Plano, The Taimut
    Selections, 18-2l’den naklen.

    [12] Bu konuda bkz, Seyyid Kutub, Fi Züali’l-Kurûn,
    (Terc.İ. Hakkı Şengüler-M.Emin Saraç-Bekir Karlığa), İstanbul 1971, IX, 520; X,
    163; Tantâvî, el-Cevâhir fi-tefsîri’l’Kurân (Tefsir), Beyrut 1412/1991, X, 41.

    Oziris hakkında geniş bilgi   için
    bkz. Yusuf Ziya özer, Mısır Tarihi, Ankara 1987, 62-64, 131-134. .

    [13] Bu rivayetler için bkz. Tabbâra, 65-66.

    [14] el-Âsârul-bâkiye, s. 206.

    [15] Elmahlı, III, 457; VI, 447. Muhammed Esed, fazla
    taraftar bulmayan bu görüşe meyledenlerdendir. O, ilk müfessirlerden İbn
    Mes’ud, Katâde, İkrime ve Dahhak’a nisbet edilen İdris’in İlyas peygamber
    olduğu görüşünü son derece mâkul buldu­ğunu söylemektedir (Kuran. Mesajı, trc.
    Cahit Koytak-Alımet Ertürk, İstanbul 1997/1418, s. 617).

    [16] Bu rivayetler ve Sâbiîlik hakkında bkz. Elmalılı, III,
    294 vd.

    [17] îbn Kuteybe,  
    el-Maârif,  Beyrut  1970, 
    s.   10; Taberi,  Tarih, 
    I,  85;  Salebi, 
    50; Kurtubî, Tefsir, XI, 117; Şevkâni, Tefsir, III, 368; Tantâvi,
    Tefsir, X, 41.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 106-109.

  • HZ. ADEM (A.S.) HAYATI

                            

    İKİNCİ
    BÖLÜM
    1

    HZ.
    ADEM (A.S.)
    1

    A.
    İlk İnsan Ve İnsanlığın Atası Olması
    1

    B.
    Yaratılışı
    2

    C.
    Yeryüzünde Halifelik Görevinin Verilmesi
    3

    D.
    Meleklere Hz. Âdem (A.S.)’A Secde Etmelerinin Emredilmesi
    5

    E.
    Hz. Âdem (A.S.)’A Secdenin Mahiyeti
    7

    F.
    Hz. Havva’nın Yaratılışı
    8

    G.
    Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz.Havva’nın Cennete Konulması
    8

    H.
    Şeytanın Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’yı Kandırması
    9

    I.
    Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’nın Konulduğu Cennet
    12

    İ.
    Tevbelerinin Kabulü Ve Cennetten Yeryüzüne İndirilmeleri
    13

    K.
    Hz. Âdem (A.S.)’ın Peygamberliği
    14

    L.
    Hz. Âdem (A.S.)’In Nesli
    15

    M.
    Hâbil Kabil Kıssası
    16

     

     

     

     

    İKİNCİ BÖLÜM

     

    HZ. ADEM (A.S.)

     

    A. İlk İnsan Ve İnsanlığın Atası Olması

     

    Kur’ân-ı Kerim’de
    anlatılan peygamber kıssalarının birinci­si, şüphesiz, ilk peygamber ve aynı
    zamanda ilk insan olan Âdem’İn (a.s.) kıssasıdır. Yirmi beş âyette ismen
    zikredilen Hz. Âdem’in[1]
    kıssası, Bakara, A’râf, İsrâ, Kehf, Tâhâ, Hıcr ve Sa’d sûrelerinde olmak üzere
    yedi yerde, kısmen farklı söz ve ifâdeler­le anlatılmaktadır. Ancak bu
    ifadeler, anlam itibariyle birdir; bu bakımdan aralarında hiç bir tezat yoktur.
    Üsluptaki sağlamlığın, anlatımdaki belagatın ve mânâdaki birliğin korunduğu
    aynı mâ­nâyı ifade eden bu farklı sözler, Kur’ân-ı Kerim’in i’câzını göste­ren
    delillerdendir.[2]

    Âdem (a.s.)
    beşeriyetin atasıdır, insan cinsinden ilk yaratı­lan odur ve bütün insanlık
    onun soyundan türemiştir. Semavî dinler bu hususta müttefiktir. Dolayısıyla
    ona, Ebu’l-beşer/İnsanlığın atası künyesi verilmiştir. Onun bir unvanı da,
    peygamberlerin insanlar arasından seçilmiş olduklarını ifâde eden
    Safîyyullah’tır. Kur’ân-ı Kerim’de topraktan yaratılan Â-dem’in ilk insan
    olduğunu gösteren pek çok âyet mevcuttur. Bu âyetlerin bâzılarında Cenab-ı Hak,
    bütün İnsanları Âdem’e nisbetle isimlendirerek, onlar için “Ey Âdem
    oğulları!” hitabını kullanmıştır:

    “Ey Âdem oğullan!
    Sizin için, avret yerlerinizi örtecek elbise ve ziynet eşyası yarattık. Takva
    elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar, Allah’ın âyetlerindendir. Belki
    düşünüp ibret alırlar. Ey Âdem oğullan! Şeytan ebeveyninizi (Âdem’i ve Havva’yı)
    avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak Cennet­ten
    çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın…[3]

    “Ey Âdem
    oğulları! Her mescide girişinizde, temiz ve güzel elbiselerinizi giyinin.
    Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.[4]

    Allah Teâlâ, bâzı
    âyetlerde ise, insanlığın tamamını tek bir asıldan yarattığını belirterek
    Âdem’in ilk insan olduğuna işaret etmiştir:

    “Ey insanlar!
    Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok
    erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun!…[5]

    “Ey insanlar!
    Allah sizi, bir tek candan yarattı. Sonra ondan da eşini halketti.[6]

     

    B. Yaratılışı

     

    Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    Âdem’in yaratılışı hakkında, bir kaç yerde bilgi vermiştir. Bu konuyla İlgili
    âyetlerde, onun toprak­tan[7],
    süzme çamurdan,[8] cıvık çamurdan,[9]
    çamurdan süzülen bir-özden[10],
    kuru çamur ve şekillenmiş balçıktan yaratılmış oldu­ğu[11]
    bildirilmiştir. Hz. Peygamber’den (s.a.v.) nakledilen bir riva­yete göre ise,
    Allah Teâlâ, Âdem’i yeryüzünün muhtelif yörelerin­den alman toprak örneklerinin
    karışımından yaratmıştır. Bu toprak  
    çeşitliliğinin,   insanların   değişik  
    karakterler  taşımaları üzerinde
    etkisi vardır.[12] Yine Peygamberimiz,
    Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmeyen Hz. Âdem’in hangi günde yaratıldığı hususunu da
    açıklamıştır. Buna göre O, Cuma günü yaratılmış, Cuma günü Cennete konulmuş,
    yine bir Cuma günü Cennetten çıkarılmış, tevbesi aynı günde kabul edilmiş, yine
    bir Cuma gününde vefat etmiştir.[13]

    Allah Teâlâ, topraktan
    yarattığı Adem (a.s.)’ı insan şekline koyduktan sonra ona kendi ruhundan
    üflemiştir. Bu üfleme üzerine Âdem (a.s.) birden bire, düşünen ve iradesiyle
    hareket eden, et ve kemikten mürekkep bir hüviyet kazanmıştır. Görül­düğü gibi
    Âdem (a.s.)’m yaratılışı, diğer insanların yaratılışından farklı olmuştur.
    Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân suresinin 59. âyetin­de, onun yaratılışı ile Hz.
    İsa’nın yaratılışı arasındaki benzerlik­ten bahsetmiştir. Ancak bu benzerlik,
    her ikisinin yaratılışmdaki olağan üstülük bakımındandır. Bilindiği gibi, Hz.
    İsa’nın yaratılı-şmdaki olağan üstülük, babasız olarak dünyaya gelmesidir.

    İlgili âyet ve hadislerde
    verilen bilgilerden, Hz. Âdem (a.s.)’m topraktan yaratılışı keyfiyetinin,
    belirli bir gelişme seyri takip ettiği anlaşılmaktadır. Ancak bu safhalar ve
    zamanlama hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Allah Teâlâ, onu top­raktan
    ve insan neslinin ilk atası olarak yaratmış, ona akıl ve irâde vererek, manevî,
    ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatmıştır.[14]
    Cinler hariç diğer varlıklarda bulunmayan bu ka­biliyetler dolayısıyla da
    varlıklar içinde sâdece cinlerle ona ve nesline bir takım sorumluluklar
    yüklemiştir. Böyle olunca, insa­nın bu yaratılış ve kabiliyet farklılığını
    reddederek onu diğer can­lılar seviyesine indiren teori ve düşünceler, hiç bir
    şekilde, İslâm inancı ile bağdaş tınlamaz. Bu teori ve düşüncelerin doğru olma­sı
    da mümkün değildir. [15]

     

    C. Yeryüzünde Halifelik Görevinin Verilmesi

     

    Cenab-ı Allah, Âdem’i
    yaratmadan önce meleklerine hitap ederek, onlara yeryüzünde kendisine vekaleten
    iş görecek bir halife yaratacağını haber vermişti.[16]
    Halife, asıl yetkili adına işle­ri yürüten, onun adına tasarrufta bulunan,
    mevcut kanun ve kuralları gerektiği şekilde tatbik ederek düzen ve asayişi
    sağla­yan görevli demektir. Buna göre yeryüzünde Allah’ın halifesi ol­mak,
    yeryüzündeki imkânları insanların ihtiyaçları için kulla­nırken, bir temsilci
    sıfatıyla, kendisine bu yetkiyi veren Allah’ın istediği şekilde hareket etme
    sorumluluğunu da beraberinde getiriyordu. Dolayısıyla bütün bu işleri
    yapabilmesi için, yaratı­lacak halifenin önemli kabiliyet ve güçlerle
    donatılması gereki­yordu. Cenab-ı Hak, kendisine halife olarak seçtiği insana,
    teme­lini akıl, ilim ve irâde sıfatlarının teşkil ettiği kabiliyetler lütfetti.
    Bu özelliği sayesinde insan, Allah ve peygamberlerinin emirlerine uyduğu
    takdirde, yeryüzünü gerektiği şekilde imar edebilir, ora­da Allah’ın
    hükümlerini hâkim kılarak, O’nun istediği hal üzere yaşanmasını sağlayabilirdi.
    İnsanları eğitir ve idare eder, bu maksatla diğer bütün canlılardan istifade
    edebilirdi. Ancak in­san, Allah’ın emir ve yasaklarını bir tarafa bırakır,
    kendisine verilen bu yetkiyi, kendi arzu ve menfaati istikâmetinde kulla­nırsa,
    halifelik sınırını aşmış ve haddini tecavüz etmiş olacaktı.

    Her ve kilin/halifenin
    şerefi, bu vekâleti verenin şerefi ve vekilliğin derecesiyle mütenâsiptir.
    Bunun farkında olan melek­ler, Allah’ın sözlerini duyunca, yaratılacak insana
    verilecek hali­felik görevi sebebiyle hayrete düştüler. Çünkü onlar, Cenab-ı
    Hakk’m, yeryüzünde halifesi kılacağı insana, kendi irâde ve kud­ret sıfatından
    bir takım kabiliyetler vereceğini ve ona diğer yara­tıklar üzerinde bâzı
    salâhiyetler tanıyacağını anlamışlardı. Bunu tahmin etmekle birlikte melekler,
    hikmet ve ihtimaller açıklan­madığı için, insanın halife kılınmasının sebebini
    öğrenmek istediler. Kendileri devamlı bir şekilde Allah’ı teşbih ve takdis edip
    durdukları halde, kendilerinin değil de, yeryüzünde bozguncu­luk çıkaracak ve
    kan dökecek bu yeni yaratığın halife kılınması­nın hikmetini anlamak
    maksadıyla, şu soruyu sormaktan kendi­lerini alamadılar:

    “Rabb’ın
    meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yarataca­ğım. ‘ dediğinde, ojilar, ‘Biz
    Seni teşbih edip dururken, orada fesat çıkaracak, kanlar akıtacak birini mi
    yaratacaksın? dediler.’ Bu­nun üzerine Cenab-ı Allah, ‘Sizin bilmediğinizi ben
    bilirim.’ dedi.”[17]

    Yüce Allah, meleklere
    ayrıca bilmedikleri şeyi bir örnekle açıklamak, küçümsedikleri ilk insanın
    kendilerine tercih edilme­sinin sebebini anlatmak, akıllarınca yeryüzü
    halifeliğine lâyık görmedikleri Âdem’in onlardan daha bilgili ve anlayışlı
    olduğunu göstermek istedi. Bu maksatla, kendisine halife olarak yarattığı
    Âdem’e yeryüzünde faydalanacağı eşyanın isimlerini, mahiyet ve özelliklerini
    öğrettikten sonra, meleklere hitap ederek, zannettik­leri gibi yeryüzünün
    halifesi olmaya Âdem’den daha lâyık iseler, söz konusu eşyanın isimlerini
    söylemelerini emretti. Ancak me­lekler, cevap veremediler, Bu durum karşısında
    hatalarını anla­dılar ve bu düşüncelerinden dolayı özür dilediler:

    “Allah, bütün
    isimleri Âdem’e öğretmiş, sonra onları melekle­re göstererek, ‘Eğer sözünüzde
    doğru iseniz, bunların isimlerini bana bildirin.’ demişti.

    (Bunun üzerine
    melekler), ‘Ey Rabbimiz! Seni, noksan sıfat­lardan tenzih ederiz. Bizim
    bilgimiz, senin bize öğrettiklerinden ibarettir. Biz, ancak senin
    öğrettiklerini bilebiliriz. Şüphesiz ki, her şeyi bilen ve her şeyi yerli
    yerince yapan sensin.’ dediler.

    Yüce Allah, bu defa
    Âdem’e, eşyanın isimlerini meleklere a-Çiklamasını emretti. Âdem eşyanın
    isimlerini bilince, meleklere hitap ederek şöyle dedi: Size demedim mi ki,
    göklerin ve yerin gaybını ancak ben bilirim. Sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi
    de ben bilirim.”[18]

    Böylece Allah, Âdem
    (a.s.)’i yaratıp onu yeryüzünde kendi­sine halife kılmakla, yeryüzünün
    nimetlerini ve sırlarını ortaya çıkararak oradaki bu nimetlerden istifade
    edecek, orada kendi­sine vekâleten emir ve yasaklarını tatbik ederek yeryüzünün
    hâkimiyetini elinde tutacak bir varlığı istemişti. Meleklerin değil de Âdem’in
    halife kılınmasının yüce hikmeti herhalde bu olma­lıydı. Çünkü melekler,
    yaratılışları gereği yeryüzündeki .bu ni­metlere muhtaç değillerdi. Bu bakımdan
    yeryüzünün gizlilikleri­ni araştırmaları ve nimetlerinden istifade etmeleri söz
    konusu olamazdı. Melekler, ancak kendilerine verilen vazifelerle ilgili
    hususları bilirler ve bunları yerine getirirlerdi.

    Hz.Âdem (a.s.)’m
    yaratılışıyla ilgili âyetlerdeki, birinin yeri­ne geçen anlamına gelen
    “halife” kelimesi ve meleklerin onun yaratılacağını duymaları üzerine
    “yeryüzünde karışıklık çıkara­cak ve orada kan dökecek birini mi
    yaratacaksın?” şeklindeki soruları dolayısıyla, bâzı Islâmî kaynaklarda,
    Hz. Âdem’in yara­tılmasından önce yeryüzünde insan veya ona benzer
    akıllı-şuurlu ve sorumlu bir varlık bulunup-bulunmadığı hususu tar­tışılmış ve
    şu sorular sorulmuştur:

    Kur’ân-ı Kerim’de Âdem
    (a.s.)’e halife dendiğine göre, acaba daha önce bir insan türü yaşamış, Âdem ve
    nesli onların yerine geçirilmiş olabilir mi? Dolayısıyla melekler, Âdem
    neslinin fesat çıkarıp kan dökeceğini, bu eski insanlar hakkındaki bilgileri se­bebiyle
    söylemiş olabilirler mi?

    Bu konuyla ilgili
    olarak, yeryüzünde Hz.Âdem’den önce, Hin ve Bin veya Tim ve Rim denilen
    varlıkların yaşadığına dair bâzı rivayetler aktarılmıştır. İsrâiliyyat ve Eski
    İran kültüründen nakledilen bu hikâyelere göre, cinlerden önce yaratılmış olan
    bu varlıklar, dünyada fesat çıkarıp birbirlerinin kanlarını akıtmışlar ve bu
    yüzden Allah tarafından azaba çarptırılarak toplu bir şe­kilde helak
    edilmişlerdir. Ancak bu rivayetler, asılsızdır. İbn Hal­dun’un dediği gibi, bu
    konularda, Kur’ân-ı Kerim’de verilen bilgiler dışında güvenilir bilgi mevcut değildir.[19]

    Müfessirler, meleklerin
    Hz.Âdem ve soyu hakkında, daha Âdem’in yaratılmasından önce sahip oldukları bu
    bilgilerini, Al­lah’ın kendilerine önceden haber vermiş olmasına veya onları
    daha önce yaratılan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran cinlere benzetmelerine ya
    da bu konuda Levh-i Mahfuz’da yazılı olanları öğrenmiş olmalarına
    bağlamışlardır. Diğer bir görüş ise, günah işlemeyen meleklerin, kendilerinden
    farklı varlıkların günah işle­yecek bir tabiata sahip olacaklarını düşünmüş
    olabilecekleri şeklindedir.[20]  

     

    D. Meleklere Hz. Âdem (A.S.)’A Secde Etmelerinin Emredilmesi

     

    Allah Teâlâ, insanın
    bu üstün mevkiini ve yeryüzünde hali­fe olmaya en lâyık varlık olduğunu
    delilleriyle meleklere göster­dikten sonra, bu şerefi tescil etmek istedi. Bu
    maksatla melekle­re hitap ederek, yarattığı Âdem için saygı ve hürmet secdesine
    kapanmalarını emretti. İnsanın kendilerinden daha üstün bir varlık olduğunu
    gösteren bu emir üzerine bütün melekler, yara­tılan ilk insan Âdem (a.s.) için
    saygı secdesine kapandılar. Bu secdeleriyle, onun şerefini yüceltip, faziletini
    itiraf ettiklerini gös­termiş oldular. Yalnız, cinlerden olduğu halde[21] o
    sırada meleklerle birlikte bulunan İblis, gurur, kibir ve kıskançlığı yüzünden,
    Âdem’e secde etmekten kaçındı ve Allah’ın emrine isyan ederek küfre düştü:

    “Bir zamanlar biz
    meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ dedik. İblis hariç hepsi secde ettiler. îblis,
    yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.[22]

    “Hani rabbin
    meleklere demişti ki: ‘Ben, kupkuru bir çamur­dan, şekillenmiş kara balçıktan
    bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz
    hemen onun için secdeye kapanın!’ Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.
    Ancak İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.[23]

    Cenab-ı Allah niçin
    secde etmediğini sorunca, İblis, mağrur bir şekilde, kendisinin Âdem’den daha
    hayırlı ve üstün olduğunu söyledi. İddiasına delil olarak da, Âdem’in topraktan
    yaratılma­sına karşılık, kendisinin daha değerli olan ateşten yaratılmış
    olmasını İleri sürdü. Allah’ı inkâr etmese de, bu isyanı, kibri ve inadı
    sebebiyle, Allah’ın emrine karşı gelerek küfre düşmesi yü­zünden Allah
    tarafından lanetlenerek Cennetten kovulan İblis, Allah’tan Kıyamet gününe kadar
    kendisine mühlet verilmesini istedi.[24]
    İstediği mühletin verilmesi üzerine, ihlâs sahibi mü’minlerin dışındaki
    insanları azdıracağını açıkladı. Cenab-ı Hak ise, Cehennemi o ve ona uyanlarla
    dolduracağını söyledi. Ayrıca, şeytanın taraftarlarına vadettiği şeylerin
    aldatmacalar­dan ibaret olduğunu belirterek, onun ihlâs sahibi mü’min kullara
    zarar veremeyeceğini ve bu mü’minlerin yardımcısının bizzat kendisi olduğunu
    şöyle açıkladı:

    “Hatırla ki,
    meleklere, ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. îblis’in dışında hepsi secde ettiler.
    İblis, ‘Çamurdan yarattığın bir varlığa secde mi ederim?1 dedi. Ve devam etti:
    ‘Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni Kıyamete
    kadar yaşatır­san, pek azı hariç, onun neslini saptıracağım.’

    Allah şöyle dedi:
    (Defol) git! Onlardan kim sana uyarsa, ce­zanız Cehennemdir, ne mükemmel bir
    ceza size! Onlardan gücü­nün yettiğini sesinle yerinden oynat. Atlıların ve
    yayalarınla onla­rın üzerine yaygarayı bas; mallarda ve evlatlarda onlara ortak
    ol (bunları haram yollardan kazanmaya sevk et). Onlara vaadlerde bulun; aslında
    şeytan, insanlara aldatmadan başka bir şey va’detmez. Benim, samimî ve ihlâsîı
    kullarıma gelince, senin onla­rı kandırmaya gücün yetmez. Onları koruyucu
    olarak rabbin ye­ter.”[25]

    Şeytanın Hz. Âdem’e
    secde etmemesi üzerine, onunla Ce­nab-ı Hak arasında geçen konuşma, küçük
    farklılıklarla bir kaç yerde daha zikredilmektedir:

    “İblis, ‘Ben kuru
    çamurdan oluşan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edecek
    değilim.’ dedi. Bunun üzerine Allah buyurdu: ‘Öyle ise oradan çık!. Artık sen
    kovuldun! Muhak­kak ki, Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerine olacaktır.’

    İblis, ‘Ey Rabbim!
    Öyle ise, varlıkların tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver.’ dedi.
    Allah, ‘o halde sen, bilinen bir vakte kadar, kendilerine mühlet
    verilenlerdensin.’ buyurdu.

    İblis dedi ki: ‘Ey
    Rabbim! Andolsun ki, beni azdırmana kar­şılık, ben de yeryüzünde onlara
    (günahları) süsleyeceğim ve onla­rın hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak
    onlardan ihlâsa erdiril­miş kulların müstesna.’

    Allah buyurdu: İşte,
    bana varan dosdoğru yol budur. Onun gözetimi bana aittir. Şüphesiz kullarım
    benimdir. Onların aleyhine sana verilmiş bir hakimiyet yoktur. Ancak
    azgınlardan sana uyanlar müstesna. Muhakkak onların hepsine va’dolunan yer Ce­hennemdir.[26]

    “Andolsun ki,
    sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra melek­lere, ‘Âdem’e secde edin’ dedik;
    İblis’ten başka hepsi secde etti, O secde edenlerden olmadı. Allah, ‘Sana
    emrettiğim halde, seni sec­deden alıkoyan nedir?’ dedi. İblis, ‘Beni ateşten
    onu ise çamur­dan yarattın, ben ondan üstünüm.’ cevabını verdi.

    Allah, ‘Öyle ise, in
    oradan. Orada büyüklük taslamaya hak­kın yoktur. Çık oradan, çünkü sen
    aşağılıklardansın!’ buyurdu. İblis, ‘İnsanların tekrar dirilecekleri güne kadar
    bana mühlet ver.’ dedi. Allah,   ‘Haydi
    sen mühlet verilenlerdensin.’ dedi

    İblis şöyle dedi:
    ‘öyle ise, beni azdırmana karşılık, andolsun ki, ben de onlan saptırmak için,
    senin doğru yolun üzerinde onla­ra karşı duracağım; sonra önlerinden,
    aralarından, sağ ve solla­rından onlara sokulacağım, (sonunda) çoğunu sana
    şükredenler-den bulamayacaksın’dedi.

    Allah, ‘Haydi,
    yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, insanlardan kim sana
    uyarsa, hepinizi Cehenneme dolduracağım!’ dedi.[27]

    “Rabbin meleklere
    demişti ki: ‘Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine
    de ruhumdan üfürdü-güm zaman, derhal ona secdeye kapanın!’

    Melekler toptan secde
    ettiler. Yalnız İblis secde etmedi O, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
    Allah, ‘Ey İblis, seni iki elim­le yarattığım varlığa secde etmekten alıkoyan
    nedir? Böbürlendin mi, yoksa kibirlenenlerden mi idin?’ dedi.

    İblis, ‘Ben ondan
    hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu ça­murdan, ‘ dedi.

    Allah, ‘Çık oradan,
    sen artık kovulmuş birisin. Ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir.’
    buyurdu.

    İblis, ‘Ey Rabbim! O
    halde tekrar diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!’ dedi.Allah, ‘Haydi
    sen zamanı sâdece benim tarafımdan bilinen güne kadar mühlet verilenlerdensin.’
    buyurdu.

    İblis, ‘Senin mutlak
    kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların hariç hepsini
    mutlaka azdıracağım’ dedi.

    Allah, ‘İşte bu
    doğrudur. Ben hakikati söyleyeyim, andolsun sen ve sana uyanların hepsiyle Cehennemi
    dolduracağım.’ bu­yurdu.[28]  

     

    E. Hz. Âdem (A.S.)’A Secdenin Mahiyeti

     

    İslâmiyet’te Allah’tan
    başkasına ibâdet maksadıyla secde etmek küfür sayıldığından, meleklerin Hz.
    Âdem’e secdesi, ibâ­det secdesi değil, saygı secdesi olarak yorumlanmıştır.
    Melekle­rin Âdem’e secde etmeleri olayından anlaşıldığı gibi, Allah Teâlâ,
    Âdem’i meleklerden daha üstün olarak yaratmış ve onların say­gısına değer
    özelliklerle donatmıştı. Dolayısıyla melekler, tüm insanlığın temsilcisi
    sıfatıyla Âdem’e saygı secdesinde bulun­muşlardı.[29]
    Âdem’e verilen bu şeref, aynı zamanda neslinin ta­mamını ilgilendiren bir
    husustur. Yüce Allah, insan oğluna ver­diği bu şeref hakkında şöyle
    buyurmuştur:

    “Şüphesiz ki biz,
    Âdem oğlunu muhterem kıldık. Karada ve denizde onlan taşıttık. Helâl ve temiz
    şeylerle nzıklandırdık. On­ları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün
    kıldık.”[30]

    “Muhakkak ki biz,
    insanı en güzel şekilde yarattık. “[31]

    Ancak insan, Hz.
    Âdem’in sahip olduğu bu şeref ve değeri, Allah’ın emirlerine uyduğu ve
    yasaklarından kaçındığı takdirde kazanabilir. İnsan oğlu böyle davrandığı zaman
    meleklerin ken­disine hizmet edeceğinden ümitli olmalıdır. Şeytanın yaptığı
    gibi, kibir ve gurura kapılarak Allah’ın emirlerine karşı gelip, yaratılış
    hikmetine aykırı davrandığı takdirde ise, bu şerefini kaybeder; hatta diğer
    canlılardan daha aşağı bir seviyeye düşer. Şu âyet, bu gerçeği çarpıcı bir
    şekilde ortaya koymaktadır:

    “Gerçek şu ki,
    biz, Cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da
    göremeyen, kulakları olup da işi-temeyen cinlerden ve insanlardan çok canlar
    ayırımsızdır. Bunlar, hayvan sürüsü gibidirler; hatta hayvanlardan da
    aşağıdırlar. îşte onlar, gerçek gafillerdir.”[32]     

     

    F. Hz. Havva’nın Yaratılışı

     

    Kur’ân-ı Kerim, üç
    yerde Havva’nın Âdem (a.s.)’dan yaratıl­dığını açıklamaktadır:

    “Ey insanlar!
    Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de birçok
    erkek ve kadın türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun…[33]

    “Ey insanlar!
    Allah, o kudret sahibidir ki, hepinizi tek bir ne­fisten (bir Âdem’den)
    yarattı. Âdem’den de eşini (Havva’yı) halket-ti. Tâ ki Âdem, eşine ünsiyet
    peyda edip, gönlü ona ısınsın, onda teskin olsun.[34]

    “Ey insanlar!
    Allah, sizi bir tek candan yarattı. Sonra ondan da eşini yarattı. “[35]

    Bu üç âyetten
    anlaşıldığı gibi, Kur’ân-ı Kerim, sâdece Hav­va’nın Âdem’den yaratıldığını
    bildirmiş; ancak nerede, ne şekilde ve onun neresinden yaratıldığı hususunda
    bilgi vermemiştir. Bu konuda nakledilen bâzı hadislerde ise, buna ilâve olarak
    Hav­va’nın Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı bildirilmiştir.[36]

    Kur’ân-ı Kerim ve
    hadislerde, Havva’nın yaratılışı hakkın­daki bilgiler, bunlardan ibaret olduğu
    halde, diğer İslâmî kay­naklarda bu konuda geniş malûmat bulunmaktadır. Bu
    ilâve bilgilerin kaynağı, tahmin edileceği gibi, yine Ehl-i Kİtap’tan ak­tarılan
    İsrâilî haberlerdir ve dolayısıyla doğru olup-olmadığı belli değildir.
    Doğruluğu tartışılır bu haberlere göre, Allah Teâlâ tara­fından Cennete
    yerleştirilen Âdem orada yalnızdır. Âdem’i uyu­tan Allah, o uyumakta iken, sol
    kaburga kemiğinden, onu yal­nızlıktan kurtaracak, onunla ülfet edip onunla
    birlikte insan neslinin devamına vesile olacak ilk kadını, yani Havva’yı
    yaratır. Âdem uyandığı zaman, başucunda oturmakta olan Havva’yı gö­rür ve
    onunla tanışır.[37] 

     

    G. Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz.Havva’nın Cennete Konulması

     

    Cenab-i Allah, Âdem ve
    ondan yarattığı eşi Havva’yı, yer­yüzüne göndermeden önce, bir imtihana tabi
    tutmak istedi. Bu maksatla onları Cennete yerleştirdi ve orada seçtiği bir
    ağacın meyvesiyle imtihan etti. İkisine, açıkladığı ağacın meyvesi hâriç
    Cennetin bütün meyvelerinden yiyebileceklerini bildirdi. Bu ya­sağı
    çiğnedikleri takdirde ise kendisi katında zâlimlerden sayıla­cakları hususunda
    uyardı. Bir âlimin ifadesiyle, “Yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak üzere
    yaratılan insanın imtihanı için en uygun yer Cennet idi. Çünkü bu şekilde ona,
    Allah’ın yeryüzün­deki halifesi olmak üzere yaratılan insana, uygun yerin
    Cennet olduğu; fakat şeytanın aldatıcı sözlerine inanırsa, oradan mah­rum
    kalacağı gösterilmiş olacaktı.  Cenneti
    tekrar kazanmanın tek yolu ise, insanı her an saptırmak için fırsat kollayan
    düşma-, na karşı başarı kazanmaktı.[38]
    Cennette mesut bir hayat sürme­leri için Âdem ve Havva’ya verilen geniş
    hürriyet ve buna karşılık tabî tutuldukları önemli imtihan bir âyette şöyle
    açıklanmıştır:

    “Biz, Âdem’e, ıEy
    Âdem, eşinle ikiniz, Cennette yerleşin! İki­niz Cennetin meyvelerinden,
    istediğiniz yerden bol bol yiyiniz! Fakat şu ağaca yaklaşmayınız! Eğer bu
    ağacın meyvesinden yi­yecek olursanız, her ikiniz de zâlimlerden olursunuz!’
    dedik.[39]

    İnsanlığın ilk
    temsilcileri olan Hz Âdem ile Havva, verilen sonsuz nimetler karşılığında,
    kendilerince malum olan yasak ağaca yaklaşmamak ve onun meyvesinden yememekle
    sorumlu tutulmuşlardı. Verilen emre uymayıp bu yasağı ihlâl ettikleri takdirde
    onlara verilecek ceza ise, âyette geçtiği gibi, çok ağır olacaktı: Zâlimlerden
    olmak.

    Allah Teâlâ, Cennete
    yerleştirdiği Âdem ve eşine, şeytana karşı uyanık olmalarını emretmiş, onun
    kendilerine büyük kötü­lükler yapabileceğini de haber vererek onları uyarmıştı.
    Yine şeytana uyup bu yüzden Cennetten çıkarılmadıkları takdirde, orada açlık ve
    susuzluk çekmeyeceklerini, sıcaktan bunalmaya­caklarını ve çıplak
    kalmayacaklarını bildirmişti:

    “Bunun üzerine,
    Ey Âdem! Bu (şeytan), senin ve eşinin düşmanınızdır. Sakın sizi Cennetten
    çıkarmasın! Sonra yorulur, sıkıntı çekersiniz. Şimdi burada senin için, ne
    acıkmak vardır ne de çıplak kalmak. Yine burada sen, susuzluk çekmeyecek, sıcak­tan
    da bunalmayacaksın.[40] 

     

    H. Şeytanın Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’yı Kandırması

     

    Yüce Allah tarafından
    Âdem ve eşi Havva için konulan bir imtihandan ibaret bu yasak, ilk insan ve
    neslinin en büyük düşmanı olan İblis’i/şeytanı harekete geçirmişti. Kendisi
    Allah’ın rahmeti ve Cennetinden kovulmuşken, baştan itibaren kıskan­dığı ve
    önünde eğilmekten kaçındığı Âdem ve eşinin Cennete konulmasına hiç tahammülü
    yoktu. Allah’ın nimetlerinden u-zaklaştıriknasının sebebi olarak gördüğü Âdem’i
    ve eşini de Cennetten çıkarmaya kesin karar vermişti. Allah’ın onlar için
    koymuş olduğu yasağı çiğnemeleri için o ikisine vesvese vermeye başladı. Onları
    aldatabilmek için dostça davranarak her türlü yolu denedi; menfaatleri için
    çalıştığına yeminler ederek, netice­de onları en zayıf noktalarından yakaladı.
    Onların zayıf noktala­rı, âyette belirtildiği gibi, melek olmak veya Cennette
    ebedî kal­mak arzusuydu. Şeytan onların bu iki arzusunu tahrik ederek Âdem ve
    Havva’ya şöyle demişti:

    “İyi biliniz ki,
    rabbiniz bu ağacın meyvesinden yemenizi; an­cak sizin iki melek olmanızı, yahut
    Cennette ebedî kalmanızı is­temediğinden yasak etmiştir. Başka bir sebep için
    değil!

    Ve o ikisine ‘Emin
    olunuz! Ben, bunu sizin iyiliğiniz için söy­lüyorum, ben size öğüt verenlerdenim.’
    diye yemin etti.[41]

    “Derken şeytan
    onun aklım karıştırıp şöyle dedi: Ey Âdem! Sana ebedîlik ve sonu gelmez bir
    saltanatı sağlayacak bir ağacı göstereyim mi?[42]

    Şeytan, bu yoğun
    gayretleri sonunda Âdem ile Havva’yı kandırdı ve ikisini yasak ağacın
    meyvesinden yemeye ikna etti. Kendilerine olan düşmanlığını unutup şeytanın
    tuzağına düşen Âdem ile Havva, onun sözlerine kanarak Allah tarafından yasak­lanmış
    ağacın meyvesinden yemeye karar verdiler. Ancak, daha bu meyveyi tattıkları
    sırada, hiç beklemedikleri bir şey oldu ve her ikisinin de avret mahalleri
    açılıverdi.[43] Bunun üzerine, bü­yük bir
    telâş ve acelecilik içinde, açılan avret yerlerini örtmek için yaprak toplamaya
    başladılar. Artık onlar, şeytana aldan­makla bu ilk imtihanı kaybetmişler ve bu
    yüzden Allah Teâlâ’nm azannı haketmişlerdi:

    “Böylece, şeytan,
    ikisini aldatarak (yasak) ağacın meyve-, sinden yemeye sevk etti. Ve ikisinin o
    ağacın meyvesinden tatmaları üzerine, avret yerleri onlara göründü. Cennet
    yapraklanyla ayıp yerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine rableri onlara
    şöyle nida etti: Ben ikinize, bu ağacın meyvesinden yemenizi yasak etmedim mi?
    Ve ikinize, şeytan, ikinizin apaçık bir düşmamnızdır, demedim mi?[44]

    Şeytanın Âdem’i
    aldatması, bir başka yerde şöyle açıklanır: “Şeytan Âdem’e vesvese
    vererek, ‘Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacım ve ebedî bir mülkü göstereyim mi? dedi.
    Bunun üzerine ondan yediler. Yiyince, kendilerine avret yerleri açüıverdi.
    Derhal üstlerini Cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. Ve böylece Âdem,
    rabbinin sözünü tutmamış oldu, bu sebeple de önemli bir hataya düştü..[45]

    Şeytanın iğvâlanna
    aldanan Âdem ile Havva’nın yasak ağa­cın meyvesini yemeleri ve bunun üzerine
    başlarına gelen durum hakkında Kur’ân-i Kerim’in verdiği bilgi bunlardan
    ibarettir. Gö­rüldüğü gibi, yaratılışından itibaren Âdem’i kıskanan ve Allah’ın
    emrine karşı gelerek ona saygı secdesinde bulunmaktan kaçınan şeytan, bu defa
    da onu aldatarak yasak meyveden yemesine ve dolayısıyla günah işlemesine sebep
    olmuştur. Az önce geçtiği gi­bi, Tâhâ suresinin 120. âyetinde şeytanın, önce
    Âdem’e giderek, vesvese verdiği, ardından ikisinin birlikte yasak ağacın meyve­sinden
    yedikleri belirtilmiş; Bakara suresinin 36. ve A’raf sure­sinin 20. âyetlerinde
    ise, şeytanın ikisine birden vesvese verdiği ve ikisini birlikte aldattığı
    ifâde edilmiştir. Yani Tevrat’taki gibi şeytanın önce Havva’yı kandırdığı,
    sonra da onun vasıtasıyla Âdem’i yoldan çıkardığı şeklinde, suçun işlenmesinde
    Havva’nın zaaflarını öne çıkaran ve suçu neredeyse onun üzerine yıkan bir bilgi
    verilmemiştir.[46] Bunun neticesindedir ki,
    Yahudi-Hıristiyan geleneğinde ilk kadın olan Havva’nın ayartıcı ve baştan
    çıkarıcı olarak takdim edilmesine karşılık, Kur’ân-ı Kerim’e göre, Cen­netten
    kovulmalarıyla sonuçlanan olaylarda Âdem ile Havva eşit bir şekilde sorumlu
    tutulmuş; hatta vahye muhatap olması se­bebiyle asıl sorumluluk Âdem’e ait
    olduğu için, şeytanın doğru­dan ona hitap ettiği bildirilmiş ve Havva’ya
    hitabından söz edilmemiştir.[47]

    Kur’ân’da ve sahih
    hadislerde, şeytanın Cennete nasıl gir­diği ve Âdem ile Havva’yı ne şekilde
    kandırdığı konularında bilgi mevcut değildir. Diğer İslâm kaynaklarının bu
    konularda aktar­dığı bilgiler, genellikle tahrif edilmiş Yahûdî kaynaklarına
    daya­nır. Tevrat’a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan -ki bu yılan
    Yeni Ahid’e göre şeytandır.[48]
    Aden’deki cennettd/bahçede yaşamakta olan Havva’nın yanma yaklaşarak onu yasak
    ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiştir. Daha sonra da Havva, kocası Âdem’e
    yasak meyveden yedirmiştir.[49]

    Kur’ân-ı Kerim,
    yasaklanan ağacın cinsi ve mâhiyeti hak­kında da bilgi vermemiştir. Kur’ân’da,
    yalnızca şeytanın bu ağa­cı, Âdem ile Havva’yı kandırabilmek için ebedîlik
    ağacı[50] ve
    me­lek olmalarını sağlayacak ağaç[51]
    olarak tanıttığı ifadeleri yer al­makta; ancak şeytanın bu kanâatinin doğru
    veya yanlışlığı açık­lanmamaktadır. Bu hususta hadislerde de bilgi yoktur.[52]
    Diğer İslâmî kaynaklar ise, yahûdî metinlerine dayanarak, bu ağacın, ilim,
    hayrı-şerri bilme ağacı, üzüm asması, buğday, incir ağacı veya diğer cins bir
    ağaç olduğuna dair rivayetler nakletmişler, bu kabilden çok sayıda ağacın
    ismini saymışlardır.[53]
    Hıristiyanlar-dan nakledilen bir anlayışa göre ise, yasak ağaç meselesi, cinsî
    yaklaşımdan kinayedir.[54]

    Kur’ân-ı Kerim, Âdem
    ile Havva’nın yasak ağacın meyve­sinden yemeleri üzerine açılan avret
    mahallerini, Cennet yaprak-lanyla örtmeye çalıştıklarını bildirmekte;[55]
    ancak bu yaprakların hangi ağaca ait olduğunu belirtmemektedir. Bu konuda hadis
    de nakledilmemiştir. Dolayısıyla bu hususta diğer eserlerde yer a-lan incir
    yaprağı veya diğer bâzı ağaçların yaprağıyla ilgili riva­yetler, Kur’ân veya
    sünnete dayanmaz. Bu bilgiler tümüyle Tev­rat’tan alınmıştır. Nitekim
    Tevrat’ta, çıplak olduklarını anlayan Âdem ve Havva’nın, incir yapraklarını
    dikip önlük yaptıkları zik­redilmektedir.[56]       

     

    I. Hz. Âdem (A.S.) Ve Hz. Havva’nın Konulduğu Cennet

     

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Allah’ın Âdem ve Havva’ya Cennette yer­leşmelerini emrettiği belirtilmekte
    ancak bu Cennetin, âhirette iyilerin kalacakları Ebedîlik yurdu/Dârül-huld olan
    Cennet olup olmadığı konusunda ise açık bir ifade bulunmamaktadır. Bu yüzden bu
    Cennet hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür.

    Ehl-i Sünnet
    âlimlerinin ekseriyetine göre, Hz. Âdem ve Havva’nın konulduğu Cennet, âhirette
    iyi insanların konulacağı Cennettir.[57]
    Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Mirac’a çıkarıldığı gece semânın katlarında
    bulunduğu esnada gösterilmiş olan bu Cennet göktedir. Âdem ve Havva’ya
    “ihbitû/ininiz” diye emredilmesi de, bu Cennetin gökte olduğunu
    ortaya koymaktadır.

    Ancak İslâm
    âlimlerinden bir kısmı, burada Cennet keli­mesinin Arapça lügat mânâsı olan
    bahçeyi ifade ettiğini ve bu Cennetin yeryüzünde bir bahçe olması gerektiğini
    düşünmüşler­dir. Bu görüşü ileri sürenler, görüşlerini ispat hususunda şu
    delilleri getirmişlerdir:

    1. Âdem ve
    Havva’ya yasak konulması, bu Cennetin, âhi­re tte   iyilerin 
    mükâfatlan d ırılacağı  
    Cennet  olmadığını   gösterir; çünkü orada herhangi bir yasak
    olmayacaktır.

    2. Cennette
    isyan ve günah söz konusu olamaz; halbuki Â-dem ve Havva yasak ağacın
    meyvesinden yemek suretiyle suç iş­lemişlerdir.

    3. Orası
    asıl Cennet olsaydı, orada kâfir bulunmazdı. Hal­buki oraya girerek o ikisini
    kandıran şeytan daha önce rabbinin emrine karşı gelip Âdem’e secde etmemiş ve
    bu yüzden küfre dü­şerek Cennetten kovulmuştu.

    4. Kur’ân-ı
    Kerim’de bildirildiğine göre, âhiretteki Cennet ebedîlik yurdudur.  Oraya girenler bir daha çıkmaz;[58]
    halbuki Âdem ve Havva oradan çıkarılmışlardır.

    5. Âdem,
    yeryüzünde halife olması için yaratılmıştır ve ya­ratıldığı yer de yeryüzüdür.
    Eğer onun Cennette yaratılıp bir gü­nah dolayısıyla dünyaya indirildiği
    düşünülürse, bu onun yara­tılış gayesiyle çelişir. Eğer yeryüzünde yaratılıp
    Cennete yüksel­tildiği iddia edilecek olursa, iddia sahiplerine verilecek cevap
    Kur’ ân-i Kerim’de bu görüşü doğrulayacak bir delilin mevcut olmadığıdır.

    Müslüman âlimlerden
    bâzıları da, bu konuda kesin bir so­nuca varılamayacağı düşüncesiyle tartışmaya
    girmekten ve gö­rüş belirtmekten kaçınmışlardır.[59]

    Tevrat’a göre ise,
    Âdem ve Havva’nın konulduğu Cennet, yeryüzünün doğu kısmında, Aden’de bir bahçedir,
    yani bir dün­ya Cennetidir. Allah, korunması için Âdem’i bu bahçeye koyar,
    bahçenin her ağacından yiyebileceğini; ancak, hayat ağacı veya iyilik ve
    kötülüğü bilme ağacından yememesi gerektiğini, aksi takdirde öleceğini
    bildirir.[60] Daha sonra onun yalnızlığını
    gider­mek için kaburga kemiğinden Havva’yı yaratır. [61]

     

    İ. Tevbelerinin Kabulü Ve Cennetten Yeryüzüne İndirilmeleri

     

    Âdem (a.s.) ve Havva,
    Allah’ın emrine rağmen işledikleri hatâ yüzünden büyük bir pişmanlık içine
    düşmüşlerdi.[62] Bağış­lanmaları için
    Allah’a yalvarmaya başladılar:

    “O ikisi, ‘Ey
    Rabbimiz! Biz, kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet
    etmez isen, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz’dediler.[63]

    Cenab-i Allah, Âdem ve
    eşinin tevbelerini kabul etti:

    “Daha sonra Âdem,
     rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve ,
    derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.[64]

    Ancak Yüce Allah,
    tevbelerini kabul etmekle birlikte, işle­dikleri bu suç sebebiyle o ikisini,
    içinde bulundukları Cennetten yeryüzüne indirdi. Böylece, Allah’ın, Âdem’i
    yaratırken ona tak­dir ettiği yeryüzündeki halifelik görevi de fiilen başlamış
    oluyor­du. Çünkü Allah Teâlâ, onu yeryüzünde kendisine halife olmak üzere
    yaratmıştı. Âdem’in (a.s.) Cennetten yeryüzüne indirilme­sinin sebebi, her ne
    kadar şeytanın vesvesesine kapılarak bili­nen hatayı işlemesi olsa da, o her
    halükârda zamanı gelince yer­yüzüne gönderilecek, kendisine verilen bu ulvî
    görevi muhakkak surette yerine getirecekti. Bununla birlikte, yeryüzüne
    indirilme­sine kadar onun başından geçenler, onun nesli için önemli bir ibret
    sahnesi idi ve ilâhî bir hikmete dayanıyordu. Allah Teâlâ, onu ve neslini,
    yeryüzünde karşılaşabilecekleri bir takım hâdise­lere karşı hazırlıklı olmaları
    ve bilhassa şeytanın düşmanlığı konusunda uyanık bulunmaları hususunda uyarmış,
    ikisinin başından geçenlerle unutamayacakları bir ders vermişti. Bu tec­rübe,
    Âdem ve neslinin, gerçek düşmanları şeytanı iyi bir şekilde tanımalarını da
    sağlamıştı.

    Allah Teâlâ, Cennetten
    çıkardığı Âdem ve eşine, nesillerinin belirli bir süre dünyada kalacaklarını,
    bu süre içinde dünyadan faydalanıp onu imar edeceklerini, bâzı meseleler
    yüzünden ara­larında anlaşmazlıkların çıkacağını, sonunda öleceklerini ve ye­niden
    diriltileçeklerini haber verdi. Ayrıca, insanlar arasından peygamber olarak
    seçeceği kişilerle, insanlara doğru yolu göste­receğini, göstermiş olduğu bu
    yola tâbi olanların kurtuluşa ere­ceklerini müjdeledi. Peygamberleri inkâr eden
    ve onlara gönderi­len emirleri yalanlayan kâfirlerin ise ebedî olarak Cehenneme
    atılacaklarını bildirdi:

    “Allah buyurdu:
    Bir kısmınız, diğer bir kısmınıza düşman o-larak Cennetten inin. Yeryüzünde
    sizin için bir müddete kadar, yerleşme ve geçim imkânı vardır. Yine şöyle dedi:
    Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve tekrar oradan diriltilip çıkarılacak­sınız.[65]

    “Şeytan, onların
    ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve onları içinde bulundukları Cennet
    nimetlerinden çıkarttı. Bunun üzerine, ‘Birbirinize düşman olarak ininiz, sizin
    için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır’ dedik. Daha
    sonra Âdem, rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah
    tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.

    Biz onlara, ‘Hepiniz
    oradan yeryüzüne inin. Tarafımdan size hidâyet geldiğinde, kim hidâyetime
    uyarsa, onlara bir korku yok­tur. Onlar, üzülmeyecektir de!’ dedik. İnkâr edip,
    âyetlerimizi ya­lanlayanlara gelince, işte onlar, cehennemliktirler. Orada
    ebedî olarak kalacaklardır.[66]

    “Dedi ki: Bâzınız
    bâzınıza düşman olarak oradan inin! Artık benden size hidâyet geldiğinde, kim
    benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni anmaktan yüz
    çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır ve biz onu Kıyamet günü kör
    olarak hasrederiz.[67]

    Meseleye, Hz. Âdem ve
    Havva’ya verilen “oradan ininiz” em­rinin bir kovulma olmadığı;
    aksine yeryüzünde halife olarak ya­ratılmanın zarurî bir sonucu olduğu
    noktasından bakan Mevdu-dî, o ikisinin bir süre Cennette tutulmalarının imtihan
    sebebiyle olduğunu belirtir. Buna göre, tevbelerinin kabul edilmesinden sonra,
    Cennette kalmalarına izin verilemezdi.

    Dolayısıyla dünyaya
    bir ceza olarak değil, yaratılış gayesi nedeniyle gönderilmişlerdi.[68]
    Çünkü Allah Teâlâ, onu yeryüzün­de halife yapmak için yaratmıştı ve O’nun
    iradesini engelleyecek bir şey de olamazdı.

    Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    Âdem (a.s.) ile Havva’nın yeryüzünün hangi yöresine indirildikleri hakkında
    bilgi vermemiştir. Tefsir, kısas-ı enbiyâ ve diğer tarih kaynakları ise, Yahudi
    kaynakların­dan bâzı bilgiler aktarmışlardır. Bu rivayetlere göre, yeryüzüne inmeleri
    emri verilince, Hz. Âdem (a.s.) Hindistan’daki Dehnâ, Büz dağı veya Serendib
    adasına; Havva ise Arabistan’ın Hicaz bölgesindeki Cidde’ye inmiştir. Adem
    (a.s.), Havva’yı aramak için Arabistan’a kadar gelmiş, ikisi Arafat’ta
    Müzdelife mevkiinde buluşmuşlardır. İlgili rivayetlerde, yılanın ve şeytanın
    nereye in­dirildikleri hakkında da bilgiler bulunmaktadır.[69] Bu
    rivayetlerin ciddî bir dayanağı yoktur. İbn Kesir’in dediği gibi, bunlar,
    “ka­ranlığa taş atmak, delilsiz ve mesnetsiz konuşmaktan başka bir şey
    değildir.”[70]  

     

    K. Hz. Âdem (A.S.)’ın Peygamberliği

     

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Âdem (a.s.)’m Allah Teâlâ’dan vahiy al­dığı[71],
    Allah’ın ona hitap ederek sorumluluk yüklediği[72],
    tevbesini kabul edip doğru yola yönelterek seçkinlerden kıldığı bildirilmiştir.
    Bu âyetlerden birinde şöyle denilmektedir:

    “Ama sonra rabbi
    onu rahmetiyle seçip ayırdı, Onun tevbesini kabul etti ve ona doğru yolu
    gösterdi.[73]

    Peygamberliğinin kesin
    birer delili olan bu âyetlerden bi­rinde de, onun, Hz. Nuh, Hz. İbrahim
    hanedanı ve İmrân hane­danı ile birlikte âlemlere üstün kılındığı belirtilerek
    şöyle buyu-rulmuştur:

    “Şüphesiz Allah,
    Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmran ai­lesini birbirlerinin soyundan
    olarak âlemlerden üstün kıldı. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi
    bilendir.[74]

    Sevgili Peygamberimiz
    de, ilk peygamberin Hz. Âdem oldu­ğunu söylemiştir.[75]

     

    L. Hz. Âdem (A.S.)’In Nesli

     

    Cenab-ı Allah,
    yeryüzüne indirdiği Âdem ve Havvâ^a nesil­lerini devam ettirecek çocuklar ihsan
    etti:

    “Ey insanlar!
    Sizi tek bir candan yaratan, ondan eşini var eden ve her ikisinden de bir çok
    kadın ve erkek türetip yeryüzüne yayan rabbinizden korkun.”[76]

    Rivayete göre, Âdem
    (a.s.) ile Havva’nın çocukları, her ba­tında, biri erkek öbürü kız olmak üzere
    ikiz doğuyordu. Bu şe­kilde, 20 batında 40 çocukları olmuştu.[77]
    Evlâdına peygamber olarak görevlendirilen Hz. Âdem (a.s.), gittikçe sayıları
    artan ve yeryüzünü imara çalışan neslini, Allah’tan aldığı emir ve yasak­lar
    doğrultusunda yönetiyordu.

    Allah (c.c.) daha
    sonraları ise onun nesli arasından bâzı şahısları da yine kendisine elçi olarak
    seçti. Bu elçileri vasıtasıy­la insanlara emir ve yasaklarını ulaştırdı.
    Elçilerine ve onlara uyanlara kurtuluş vâdetti, onların düşmanlarını Cehennemle
    korkuttu.

    İnsanlık tarihinin ilk
    dönemlerinden itibaren İnsanlar iki cepheye ayrıldılar. Bir tarafta
    peygamberler ve onlara uyanların temsil ettiği tevhid cephesi, diğer tarafta
    ise Allah’ı ve peygam­berleri inkâr edenlerin oluşturduğu küfür cephesi. Bu
    durumu ve Âdem kıssasını değerlendiren Elmalılı şöyle der:

    “İşte yeryüzünde
    insanlığa ait hilâfetin oluş şekli bu iniş ve bu vaad ve vaîd ile beraber
    olmuştur. Ve bu sıfat Âdem’den evla­dına intikal edecek, bunu bilenler birinci
    kısımdan, yalanlayanlar ikinci zümreden olacaktır. Biri ilk fıtratın gereğine
    halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy edinerek görünüşte Âdem’e, gerçek­te
    ise şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu halde, insan Kur’ân’ın bu
    kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında tutmalı­dır. Görülüyor ki,
    kıssanın sonunda beyanın ifade şekli, bütün Âdem oğullarını hedef almakta ve
    Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir cinsi temsil etmektedirler.
    [78]

    Cennette Hz. Âdem
    (a.s.)’a ve eşine musallat olarak onları günaha sevk eden ve böylece Cennetten
    çıkarılmalarına sebep olan şeytan, yeryüzünde de Âdem (a.s.) ve neslinin
    peşinde ola­cak ve onları günah ve yasaklara sevk edebilmek için elinden gelen
    gayreti gösterecektir. İnsanlar, Allah’ın emirlerini terk et­tikleri takdirde,
    onun iğvâsma kapılmaya son derece müsait hale gelirler ve çeşitli günahları
    işlerler. Bu bakımdan, Cennette Hz. Âdem (a.s.) ve eşine yasaklanan günah
    ağacı, insanlara yeryü­zünde haram kılınmış olan bütün fiil ve hareketleri
    temsil eder. Âdem  (a.s.) ve  eşinin bu yasağı çiğnedikten  sonra pişmanlık duymaları ve tevbe kapısına
    sığınmaları da, günah işleyen in­sanlar için tevbe kapısının açık olduğunu
    gösterir. Ancak kıssa­dan da anlaşıldığı gibi, asıl olan Allah’ın gönderdiği
    peygamber­lere tâbi olup onların yolundan giderek şeytanın iğvâsmdan ko­runmaktır.  Şeytana uyan ve onu rehber edinenlerin ise
    sonu felâkettir ve ebedî yurtları Cehennem olacaktır.  Netice olarak, Hz. Âdem (a.s.) kıssası,  insanoğlunun kıssasıdır;  her insanın bundan ibret alması gerekir. [79]

     

    M. Hâbil Kabil Kıssası

     

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz.
    Âdem (a.s.)’in isimleri verilmeyen iki oğlunun[80]
    başından geçen önemli bir olay anlatılmıştır. Ehl-i Ki-tap’tan nakledilen
    rivayetlerde onların isimleri Hâbil ve Kabil ola-rak verilmektedir. Bu iki
    kardeş arasında geçen kıssa, Kur’ân-ı Kerim’de insanların ve bilhassa
    mü’minlerin ders alma­ları için anlatılmıştır.

    Hâbil ile Kabil, iki
    kardeş olmakla birlikte ahlakî bakımdan tamamıyla farklı iki şahıstır. Hâbil
    iyiliği, hakka teslim olmayı, hakkaniyet ve takvayı temsil etmektedir. Kabil
    ise bencillik, ihti­ras, kıskançlık ve hakka isyan duyguları ile doludur.
    Kur’ân-ı Kerim, isimlerini vermediği bu iki kardeş arasında geçen önemli olayı,
    dar bir çerçevede anlatmıştır. Buna göre, iki kardeş Allah’a birer kurban
    sunmuş, ancak birinin kurbanı kabul edilirken diğerininki reddedilmiştir.
    Kardeşinin kurbanının Allah tarafın­dan kabul edilmesini çekemeyen Kabil,
    kıskançlık sonucu, as­lında hiç bir suçu olmayan kardeşi Hâbü’i öldüreceğini
    söyler. Hâbîl ise, bunda bir suçunun bulunmadığını, kurbanın kabul veya
    reddinin kendisiyle değil, Allah’tan korkmakla ilgili olduğu­nu açıklar ve
    kendisine saldıracak olursa, âlemlerin rabbinden korktuğu için asla karşılık
    vermeyeceğini hatırlatır ve şöyle der: “Ben isterim ki, sen, benim
    günahımı da, kendi günahını da yük­lenip Cehennem halkından olasın! Zâlimlerin
    cezası budur.” Bu haklı savunmasına rağmen Kabil onu öldürür; ancak onun
    ce­sedini ne yapacağına karar veremez. O esnada Allah tarafından gönderilen bir
    karganın yeri eşelediğini görür. Bundan dersini alır, kardeşinin ölüsünü Örtmek
    için bir karga kadar dahi ola­madığını söyleyip büyük bir pişmanlık ve vicdan
    azabına düşer. Kıssa Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:

    “Ey Muhammed!
    Onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını hak-kiyle anlat Hani ikisi birer kurban
    sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı
    kabul edilmeyen ötekine, ‘Andolsun, seni öldüreceğim.’ deyince, kardeşi, ‘Allah
    an­cak kendisinden korkanların kurbanını kabul eder. Andolsun, e-ğer sen beni
    öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldür­mek için sana elimi uzatmam.
    Çünkü ben, âlemlerin rabbinden korkarım! Ben isterim ki, sen, benim günahımı
    da, kendi günahını da yüklenip Cehennem halkından olasın! Zâlimlerin cezası bu­dur.
    ‘ dedi.

    Bunun üzerine kurbanı
    kabul edilmeyenin nefsi, kendisini kardeşini öldürmeye teşvik etti ve sonunda
    onu öldürdü. Böylece zarara uğrayanlardan oldu. Derken Allah, bir karga
    gönderdi, karga, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için toprağı
    eşeliyordu. ‘Yazık bana, kardeşimin cesedini örtmek için, bu karga kadar
    olmaktan aciz kaldım,’ dedi, pişmanlık ve vicdan azabıyla çarpıldı.”[81]

    Görüldüğü gibi, bir
    insanın, kendisine hiçbir kötülük yap­mayan sâlih ve muttaki kardeşini haksız
    yere öldürmesi gibi büyük bir cinayet, ilk olarak Kabil tarafından işlenmiştir.
    însan öldürmek büyük bir zulüm; neticesi de pişmanlık ve hüsrandan başka bir
    şey olmadığı halde, ne yazık ki bu, insanlar arasında, sürekli bir hâle
    gelmiştir. Menfaat duygulan veya Kabil’de oldu­ğu gibi kıskanma ve zarar verme
    arzusu, insanları bu çirkin işe sevk etmektedir.

    Kur’ân-ı Kerim, iki
    kardeşin kıssasını bu dar çerçevede an­latmış, teferruata girmemiştir. Sahih
    hadislerde ise, buna ilâve olarak, insanlık tarihinde haksız yere adam öldürme
    âdetini baş­latan Kabil’in, Kıyamete kadar haksız yere adam öldürme suçu­nu
    işleyenlerin günahlarından da bir sorumluluk taşıdığı ifade edilmiştir.
    Peygamberimiz, şöyle buyurmuştur:

    “Haksız yere
    Öldürülen her bir insanoğlunun kanından bir hisse, Âdem oğullarından öldürme
    fiilini ilk işleyene ayrılır. Çünkü O (Kabil), bu cinayeti âdet edinenlerin
    önderidir.”[82]

    Tefsir ve tarih
    kitaplarında ise, Kur’ân-ı Kerim ve hadiste geçen bu bilgiler dışında, konu ile
    ilgili pek çok rivayet bulun­maktadır. Tamamına yakını Tevrat ve şerhlerinden
    nakledilmiş olan ve doğruluğuna dâir bir delil bulunmayan bu anlatımların bir
    kısmı özet olarak şöyledir:

    Hz.Âdem (a.s.)’in
    çocukları, biri erkek biri kız olmak üzere hep ikiz doğardı. Böylece Âdem
    (a.s.)’in Havva’dan 20 batında 40 çocuğu oldu. Bir batında doğan erkek, kendi
    ikiziyle evlenemez, dolayısıyla diğer batınlarda doğan kızlardan biriyle
    evlenirdi. Kabil ile Hâbil’e kadar böyle devam etmiş ve bu hususta herhan­gi
    bir anlaşmazlık çıkmamıştı. Daha büyük olan Kabil ziraatla, Hâbil ise
    çobanlıkla meşgul oluyordu. Hz. Âdem (a.s.), Hâbil’i, Kabil’in ikizi olan kızıyla
    evlendirmek istedi. Ancak Kabil, insan­lığın başlangıcında sâdece Âdem’in
    çocukları için geçerli olan bu kurala uymak istemedi. İkizi olan kız
    kardeşinin, Hâbil’in ikizin­den daha güzel olduğunu söyleyerek, onunla evlenmek
    hakkının kendisinde olması gerektiğini savundu. Bunun üzerine Hz. Â-dem (a.s.),
    bu kızıyla evlenmek hakkının hangisine ait olduğunu belirlemek hususunda, o
    ikisinden Allah’a birer kurban takdim et-melerini istedi ve kimin kurbanı kabul
    edilirse onun haklı olacağını söyledi. Buna razı olan iki kardeş, Cenab-ı
    Hakk’a bi­rer kurban takdim ettiler. Hayvancılık yapan Hâbil, sürüsünde bulunan
    en semiz ve en güzel koçu (veya sığın) kurban ederken, zirâatla geçinen Kabil
    ise, kurban olarak, yanında bulunan eki­nin en kötüsünden bir demet başak
    takdim etmişti. Bu esnada gökten gelen ateş, Hâbil’in kurbanını yaktı, Kabil’in
    kurbanına ise hiç dokunmadı ve onu olduğu gibi bıraktı. Ateşin yakması, sunulan
    kurbanın kabul edildiğini gösteriyordu. Buna göre, Hâbil’in kurbanı kabul
    edilirken Kâbü’inki reddedilmişti. Bu ne­tice, Kabil’i kıskançlık ve düşmanlığa
    sevk etti. Bunda bir suçu olmayan Hâbil’i aşın derecede kıskandı ve ona düşman
    kesilerek onu öldüreceğini söyledi. Hâbil ise, kardeşine kurbanının red­dedilme
    sebebinin takvasızlığı olduğunu ve bunun kendisiyle alakasının bulunmadığını
    söyledi ve insan öldürmenin kötülü­ğünü ve bunun acı sonunu hatırlattı. Ayrıca
    kendisinin böyle bir şeyi asla yapmayacağını belirtti; ancak bütün çabasına
    rağmen, Kabil’i bu kararından vazgeçiremedi. Kabil, onu öldürmek için peşine
    düştü. Kendisinden korkarak dağların tepesine kaçan kardeşini, bir gün,
    koyunlarının başında uyurken yakaladı ve bir taşla başını ezerek öldürdü.

    Onu Öldürdükten sonra,
    cesede ne yapılacağını bilemediği için öldürdüğü yerde olduğu gibi bırakmıştı.
    Cesedin etrafında yırtıcı kuşlar ve hayvanların dolaştığını görünce,
    parçalamala-nndan korkup cesedi sırtına aldı ve 40 gün boyunca oradan o-raya
    taşıdı. Hatta yüz sene taşıdığını bildiren rivayetler vardır. Bu müddet
    zarfında kuşlar ve yırtıcı hayvanlar cesedi yiyebilmek için onun etrafında
    dönüp-dolaştı.

    Kabil’in daha önce
    beyaz olan teni, kardeşini öldürünce simsiyah kesildi. Babası Âdem, kardeşinin
    nerede olduğunu so­runca, onu tersledi ve kardeşinin çobanı olmadığını söyledi.
    Bu olaydan sonra yüz yıl daha yaşayan Âdem, bu bir asırlık uzun süreyi matem
    içinde geçirdi; hattâ  bir defa olsun
    gülmedi.

    Bir rivayete göre de,
    kardeşini öldüren Kabil, babasından kaçarak Yemen’deki Aden’e gitmişti. Burada
    karşısına çıkan şey­tan, ona, Hâbil’in takdim ettiği kurbanın ateş tarafından
    yenile­rek kabul edilmesinin, onun ateşe tapmasına bağlı olduğunu, dolayısıyla
    arzusuna ulaşmak istiyorsa kendisinin de ateşe tap­ması gerektiğini söyledi.
    Bunun üzerine Kabil, bir ateşgede yaptı ve ateşe tapmaya başladı. Böylece
    katillerin öncüsü olduğu gibi ateşe tapanların da öncüsü oldu.[83]

    Kardeşini öldüren
    Kabil, geçtiği gibi, cesede ne yapılması gerektiğini bilmiyordu. Allah
    tarafından gönderilen iki kardeş karga, onun önünde dövüştüler ve biri diğerini
    öldürdü. Ardın­dan bir çukur eşti ve ölü kargayı oraya gömdü. Onu gören Kabil,
    kardeşinin cesedini defnetti. Başta söylediğimiz gibi, bu rivayet­lerin
    doğruluğu sabit değildir. Önemli bir kısmının hayal gücü­nün ürünü olduğu
    kesindir.[84]  

     

     



    [1] Hz. Âdem’in İsminin geçtiği âyetler şunlardır: Bakara
    süresi, 2/31, 33, 34, 35, 37; Âl-i İmrân sûresi, 3/33,59; Mâide sûresi, 5/27;
    A’râf sûresi, 7/11, 19, 26, 27, 31, 35, 172; îsra sûresi, 17/61, 70; Kehf
    sûresi, 18/50; Meryem sûresi, 19/58; Tâhâ sûresi, 20/115, 116, 117, 120, 121;
    Yâsîn süresi, 36/60.

    [2] Abdülvahhâb en-Neccâr, Kasasul-enbiyâ, Kahire 1934,
    s.13.

    [3] A’râf sûresi, 7/26-27.

    [4] A’râf sûresi, 7/31.

    [5] Nisa süresi, 4/1.

    [6] Zümer sûresi, 39/6.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 72-73.

    [7] Al-i imrân sûresi, 3/59.

    [8] Araf sûresi, 
    7/12;   İsra  sûresi,  
    17/61;   Mü’minun sûresi,   23/12; 
    Secde  sûresi,32/7; Sâd sûresi,
    38/76.

    [9] Saffât sûresi, 37/11.

    [10] Mü’minun sûresi, 23/12.

    [11] Hicr sûresi, 15/26, 33; Rahman sûresi, 55/14. Âdem’in
    süzme çamurdan yara­tıldığını bildiren âyette, onun neslinin yaratılışının
    safhaları ise şu şekilde açık­lanmıştır:

    “Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir
    karar­gâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyİ alâka yaptık. Peşinden alâkayı
    bir küçük et parçası yaptık, bu bir çiğnemlik etten kemikler yarattık,
    kemiklere de et giydir­dik. Sonra onu başka bir yaratışla insan yaptık.
    Yaratanların en güzeli olan Allah ne uludur!” Mü’minun sûresi, 23/12-14.

    [12] Bu rivayet için bkz. Ebu Davud, Sünnet, 160; Tirmizî,
    Tefsir, 2/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 400, 406.

    [13] Ebu Davud, Salât, 79; Tirmizî, Cum’a, 1; İbn Mâce,
    İkâmetü’s-salât, 79; Cenâiz, 65; Dârimî, Salât, 206.

    Tevrat’a göre de,  İnsan,  diğer bütün varlıklardan  sonra, yaratılışın altıncı günü, yani Cuma
    günü yaratılmıştır (Tekvin, 1/1-2 ).

    [14] Âdem’in yaratılışı hakkında toplu bilgi için bkz.
    Süleyman Hayri Bolay, “Âdem”, DÎA, I, 358-359.

    [15] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 73-74.

    [16] Buradaki halifelik veya vekillik, Merhum Elmalılı’mn
    ifadesiyle, asıl görevlinin geçici bir süre için görev mahallinden
    ayrılmasından veya herhangi bir sebeple âciz düşmesinden değil, sırf asılın
    vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunma­sından doğan bir görev idi {Hak
    Dini Kuran Dili, I, 259).

    [17] Bakara sûresi, 2/30.

    [18] Bakara sûresi, 2/31-33.

    [19] îbn Haldun, el-Iber, Beyrut 1399/1979, II, 4 vd. Bu
    hususta bkz. Bolay, “Âdem! DİA, I, 359.

    [20] Bkz. Taberi, Tefsir, I,  199-200; Kurtubî, el-Câmi’ H-ahkâmi’î-Kurân
    (Tefsir], (nşr. Ahmed Abdülâlim el-Berdûnî), Kahire 1373, I, 263-274;
    Zemahşerî, el-Keşşaf an-hakâiki’t-tenzil {Tefsir), Beyrut ts., I, 271; Abdülğanİyy
    er-Râhicî, Âdem (a.s.), Ka­hire ts., s. 63.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 75-78.

    [21] Kehf sûresinin 50. âyetinde İblis hakkında şöyle
    denilmektedir:

    “Hani biz
    meleklere, ‘Âdem’e secde edin,’ demiştik, îblis hariç olmak üzere, onlar hemen
    secde ettiler. îblis, cinlerdendi; rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz, beni
    bırakıp da onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin
    düşmanlan-nızdır. Zâlimler için bu ne fena bir değişmedir!”

    İblis’in melek veya cin
    olduğu hakkında iki görüş mevcuttur. Müfessirlerden bâzıları, âyetteki
    istisnayı deül göstererek, îblis’in meleklerden olduğunu ileri sürmüşlerdir.
    Diğer mûfessirler ise, buradaki İstisnanın “münkatı”‘ istisna oldu­ğunu,
    dolayısıyla, istisna edilen şeyin diğerlerinden farklı olması gerektiğini söy­leyerek
    İblis’in melek değil cin olduğu görüşünü savunmuşlardır. Hasen-i Basrî,

    Katâde ve Zemahşerî bu
    görüştedirler. Bu görüşü tercih ettiğini söyleyen zama­nımız müfessirlerinden
    Sâbûnî, dayanak olarak şu delilleri getirmiştir:

    1.
    “Onlar, Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler.”
    (Tahrim sûre­si, 66/6) mealindeki âyetten de anlaşıldığı gibi, melekler
    isyandan münezzehtir. Halbuki İblis, Allah’ın emrine karşı gelerek isyan
    etmiştir.

    2. Melekler
    nurdan, İblis ise ateşten yaratılmıştır. Dolayısıyla yaratılışları da
    farklıdır.

    3. Meleklerin
    zürriyeti yoktur. Halbuki, “Şimdi siz, beni bırakıp da onu (İblis’i) ve
    onun zürriyetini mi dost ediniyorsunuz?” (Kehf sûresi, 18/50) mealindeki
    âyette de ifâde edildiği gibi İblis’in zürriyeti vardır.

    4. “İblis
    cinlerdendi. Rabbi’nin emrinden dışan çıktı.” (Kehf sûresi,   18/50) mealindeki  âyette,  
    îblis’in  cinlerden  olduğu 
    açık  bir  şekilde  
    İfâde   edilmiştir. Sâbûnî,   Allah’ın bu sözünün tek başına dahi, bu
    konuda hüccet ve delil olarak yeteceğini söyler [Safuetü’t-tefûsİr, trc.
    Sadreddin Gümüş-Nedim Yılmaz, İstanbul 1995, I, 89; en-Nübüuue, 120 vd.).

    İblis’in melek
    olmadığını kabul etmek, meleklere verilen secde emrinin onu niçin
    ilgilendirdiği sorusunu akla getirmektedir. Neccâr, bu muhtemel soruya şöyle
    cevap vermiştir: “Bu sorunun cevabı, Allah’ın bu emri, Âdem’e ruh
    üfürül-düğü sırada orada hazır bulunanların tamamına vermiş olduğu şeklindedir.
    Ora­da bulunanların kahir ekseriyeti melek olduğu için, Allah, sâdece onları
    zikrede­rek, huzurunda bulunanların tamamını kastetmiştir. Dolayısıyla İblis
    de, melek

    olmadığı halde, bu
    emrin muhatapları arasındadır [Kasasu’l-enbiyâ, 20-21).

    [22] Bakara sûresi, 2/34. İlgili âyetlerde Allah’ın emri
    üzerine meleklerin derhal Âdem’e secde ettiklerinin bildirilmesine rağmen, bâzı
    tefsir ve tarih kitaplarında, Ibn Abbas’a atfen bunun zıddına bir rivayet
    nakledilmiştir. İlgili âyetlerle açık bir tezat teşkil eden, aynı zamanda
    İslâmın melek anlayışına da aykırı olan ve uy­durma olduğu açıkça anlaşılan bu
    rivayete göre, güya, secde emrini İlk olarak a-lan meleklerin tamamı, Allah’ın
    emrini dinlememişler ve bu yüzden yakılarak ce­zalandırılmışlardır. Secde
    emrinin muhatabı ikinci ve üçüncü grup melekler de, aynı şekilde Allah’ın
    emrine karşı gelmişler ve bu yüzden yakılmışlardır. Ancak dördüncü grup itaat
    ederek secdeye kapanmış, içlerinden yalnız İblis secdeden kaçınmıştır (Bu
    rivayetler için bkz., Taberi, Tefsir, XIV, 31, Taberî, tarihinde ise, (I, 44)
    üçüncü grubun secde ettiğini nakletmiştir).

    [23] Hicr sûresi, 15/28-31.

    [24] İblis’in bu secde anına kadar meleklerle birlikte
    bulunması, henüz nefsine ve duygularına dokunacak bir imtihana tâbi tutulmamış
    olmasıyla da izah edilmiş­tir. Buna göre, Önceden İblis’i ilgilendiren
    durumlar, ona verilen emirler veya ya­saklar onun İstek ve eğilimleri
    doğrultusunda gerçekleşmiş, bu yüzden onun nef­sine mî, yoksa Allah’a mı itaat
    ettiği hususu anlaşılmamıştır. Ne zaman ki, Allah Teâlâ, Âdem’i yaratmış,
    meleklere ve onlarla birlikte bulunan tbiis’e Âdem’e secde etmelerini emretmiş,
    işte bu İmtihan, tblis’in duygularına dokunmuş ve onun iç­yüzünü ortaya
    çıkarmıştır. Onun önceki itaatinin, ilâhî emir ile nefsinin emrinin
    çatışmamasına bağlı olduğu anlaşılmıştır. Buna göre, gerçekte tblis, önceden
    de, Allah’a değiİ kendi nefsine tapıyordu. Neye tapmakta olduğunu ortaya
    çıkaracak ilk imtihanında bunu açığa vurdu, kibri ve kıskançlığı yüzünden
    Allah’ın emrine itaatten kaçındı ve isyan etti.

    Allah’tan kendisine
    Kıyâmet’e kadar süre tanımasını istemesinden, İblis’in, verilen emre isyanı
    sebebiyle küfre düşmekle birlikte, Allah’ı ve Kıyâmet’i inkâr etmediği
    anlaşılmaktadır.

    Âdem’e secde emri, İblis’in/şeytanın içyüzünü ortaya koyan ve onu
    melekler­den ayırdeden bir imtihan olurken, insanları saptırmak hususundaki
    dileğinin kabul edilmesi ve Kıyamete kadar bırakılması da Hz. Âdem ve soyu
    hakkında bir imtihan olacaktır (Bu konuda bkz. Elmalıh, IV, 17-20 ).

    [25] Isra sûresi, 17/61-65.

    [26] Hicr sûresi, 15/33-43.

    [27] A’râf sûresi, 7/11-18.

    [28] Sâd sûresi, 38/71-85.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 78-83.

    [29] Mevdûdî, Tefhim, II, 15.

    [30] Isra süresi, 17/70.

    [31] Tin sûresi, 95/4.

    [32] A’râf suresi, 7/179.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 83-84.

    [33] Nisa süresi, 4/1.

    [34] A’raf sûresi, 7/189.

    [35] Zümer süresi, 39/6.

    [36] Buhâri, Nikah, 79-80; Müslim, Radâ, 65; Tirmİzî,
    Talâk, 12; İbn Mâce, Taharet, 77; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 228, 449. Bu
    konudaki hadislerden birinde Rasül-i Ekrem (a.s.), şöyle demiştir:
    “Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyo­rum;  vasiyetimi tutunuz. Zira kadınlar kaburga
    kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemiğin en eğri kısmı üst tarafıdır. Eğer sen
    eğri kemiği doğrultmaya çalışırsan onu kırarsın. Kendi haline bırakırsan öylece
    kalır ve o haliyle görevim yerine getirir. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi
    tutunuz.” (Buhâri, Enbiyâ, 1, Nikah, 80; Müslim, Radâ, 60).

    islâm âlimlerinin ekseriyeti, bu hadise dayanarak, Havva’nın Hz. Âdem’in
    kaburga kemiğinden yaratıldığını kabul etmişlerdir. Ancak, bâzı âlimler, bu
    hadi­sin, kadınların ruhî hassasiyetine ve hırçınlığına işaret eden mecazî bir
    ifade ola­bileceğine dikkat çekmişler ve Hz. Peygamber’in bu sözüyle, kadının
    yaratılışına dair biyolojik bilgi vermekten ziyâde, kadınlarla nasıl geçinmek
    gerektiğini anlat­tığını düşünmüşlerdir (Bkz. Riyazü’s-sâlihîn Tere.(açıklamalar),
    II, 318; Harman, Havva”, DİA, XVI, 544; Muhammed Vasfı,
    el-rtibaâtü’z-zemenî vel-‘akâidî bey-nel-enbiyû ve’r-rusül, Beyrut 1418/ 1997,
    s. 24).

    [37] Bu rivayetler için bkz. Tekvin, 2/18-23; 3/20; Taberî,
    Tefsir, I, 229/230; Tarih, I, 52-53; Salebi, Amisü’-l nıecâlis, Beyrut
    1405/1985, s.29.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 84-85.

    [38] Mevdûdî, Tefhim, I, 65.

    [39] Bakara, 2/35.

    [40] Tâhâ sûresi, 20/117-119.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 85-86.

    [41] A’raf, 7/20-21.

    [42] Tâhâ süresi, 20/120.

    [43] Tevrat’a göre ise, önceden kapalı olan gözleri
    isyanları yüzünden açılınca çıplak olduklarım görürler ve incir yaprağıyla
    avret yerlerini örtmeye çalışırlar (Tekvin, 2/7).

    [44] A’râf sûresi, 7/22.

    [45] Tâhâ sûresi, 20/120-121.

    [46] Ancak, bâzı hadis kaynaklarında, “Şayet Havva
    Adem’e hıyanet etmeseydi (şey­tana kamp kocasına bu yasağı işlemeye ikna
    etmeseydi), kadınlar, asîâ kocalarına hainlik etmezler,  onları 
    benzen hatalara sürüklemezlerdi, “anlamında  bir hadis

    nakledilmiş
    bulunmaktadır (Bkz. Buhâri, Enbiyâ,  1,
    25; Müslim, Radâ,  62-63; Ahmed b.
    Hanbel, Müsned, II, 304, 315, 349).

    Hadis yorumcuları,
    Peygamberimiz’in, bu sözüyle, Havva’nın ilk günahtaki rolünü kastettiğini
    düşünmüşlerdir. İbn Hacer el-Askalânî, kanâatini şöyle ifâde etmiştir:
    “Havva, şeytanın kendisine şirin gösterdiği şeyi kabul etmiş ve kendisi de
    bunu Âdem’e şirin göstermiştir. İşte hadisteki hıyanetin anlamı budur.”
    [Fethul-bdri (Hatîb), VI, 424). Bu ve benzeri yorumlara göre bu hadis, Hz.
    Havva’nın şah­sında kadınların daha kolay ikna edilebildiğini gösterdiği gibi,
    -yaygın görüşe gö­re o sırada henüz peygamberlik görevi verilmemiş olsa da-
    Yüce Allah’ın peygam­berlik mertebesine lâyık gördüğü Âdem’in şahsında
    erkeklerin de kandmlabıldi-ğini ortaya koymaktadır. Buna İlâve olarak, onun
    kandırılmasında asıl olan şey­tanın vesvesesinin yanında hanımının
    teşviklerinin de etkili olduğuna işaret et­mektedir. Dolayısıyla, bu hadisi,
    Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki Havva’yı ayartı­cı ve baştan çıkarıcı bir
    varlık olarak gösteren ve onun şahsında kadını aşağıla­yan rivayetlerin bir
    yansıması olarak görmeye gerek yoktur. Böyle olmakla birlik­te, zamanımız
    âlimlerinden bâzıları, hadis olarak nakledilen bu sözün, îslâmî an­layışa ters
    düştüğünü ve asla Rasülullah’a ait olamayacağını ileri sürerek, onun Tevrat’tan
    nakledildiğini iddia etmişlerdir (Muhammed Gazâlî, Fakihlere ve Muhaddislere
    göre Nebevi Sünnet, trc. Ali Özek, İstanbul 1992, s. 280-281, 286).

    Mevdûdî de, Kurân-ı
    Kerim’de şeytanın bir yerde Âdem’e, iki yerde de İkisine birlikte vesvese
    verdiğinin bildirilmiş olmasını, Tevrat’ta geçen şeytanın önce Havva’yı
    kandırdığı, sonra da onun vasıtasıyla Âdem’i yoldan çıkardığı şeklindeki
    rivayetin yanlışlığını ortaya koyduğunu ve iki kutsal kitap arasındaki bu
    farkın aynı zamanda iki din mensuplarının kadına bakışını, yâni Yahudiliğin
    kadını a-şağüamasına karşılık, îslâmın kadına büyük değer verdiğini
    gösterdiğini söyle­miştir [Tefhim, II, 21).

    Tefsir, kısas-ı enbiyâ
    ve tarih kitaplarında, Kuran ve hadislerde bulunmayan pek çok rivayet yer
    almaktadır. Bu rivayetlerin neredeyse tamamında, şeytanın önce Havvây
    kandırdığı, onun vasıtasıyla da Âdem’i yoldan çıkardığı belirtilmek­te ve
    onları nasıl tuzağa düşürdüğü farklı şekillerde anlatılmaktadır. Kaynağı bü­yük
    Ölçüde İsrâiliyyât olan bu rivayetlerin bir kısmı İçin bkz. Aydemir, Peygam­berler,
    27-29.

    [47] Harman, “Havva”, DÎA, XVI, 545.

    [48] Yuhannanın Vahyi, 12/9.

    [49] Tekvin, 3/1-6, 17. islâmî kaynaklar, gerek Tevrat’tan
    gerekse Ehl-i Kitab’m elin­deki diğer metinlerden, bu hususta pek çok rivayet
    daha aktarmışlardır. Bu riva­yetlere göre, Cennetten kovulmuş olan şeytan,
    Cennetteki Âdem ve Havvâ^a ves­vese vermek için bir yılan şeklinde veya bir
    yılan aracılığıyla, yılanın karnına veya ağzına girerek ya da başka bir hayvan
    suretinde bekçilere hissettirmeden Cenne­te sokulmuştur (Bu rivayetlerin
    geçtiği yerler hakkında bkz. Aydemir, Peygamber­ler, 24, Dn. 22-28).

    Müfessirlerin ekseriyeti bu tür rivayetleri uygun görmemişler, bu konuda
    başlıca üç ihtimal üzerinde durmuşlardır: Bâzı müfessirlere göre, şeytan, Yüce
    Allah’ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, yerden göğe veya Cennete vesvese
    ulaştıra­bilmiştir. Hasen-i Basri bu görüştedir. Diğer bazıları İse, Âdem ile
    Havva’nın ba­zen Cennetin kapısına yakın geldiklerini, dışarıdan onları gözeten
    İbÜs’in, tam bu esnada yakınlarına giderek ikisine vesvese verdiğini ileri
    sürmüşlerdir. Âdem ile Havva’nın konulduğu Cennetin yeryüzünde olduğu
    kanaatinde olan müfessirler için İse böyle bir meselenin söz konusu olmayacağı
    açıktır (Bu görüşler için bkz. Elmalılı, IV, 24-25).

    [50] Tâhâ süresi, 20/120.

    [51] A’râf süresi, 7/20.

    [52] İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1405; I, 80.

    [53] Bu 
    rivayetler  hakkında  bkz.  
    Abdullah  Aydemir,   Tefsir’de Isrâüiyyât,   Ankara 1979, s.256-257; Peygamberler, 25-26.

    [54] Elmalılı, i, 276.

    [55] Tâhâ süresi, 20/121.

    [56] Tekvin, 3/7.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 86-91.

    [57] Elmahlı, I, 275.

    [58] Hicr suresi, 15/48.

    [59] Bu konuda bkz. Bolay, agm., 36 vd. ; Talât
    Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Kur’ân-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Ankara, 1984, I,
    96; Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, 1988, I, 146-147;
    Muhammed Vasfı, 26-32.

    [60] Tekvin, 2/9-17.

    [61] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 91-93.

    [62] Ehl-İ Sünnet âlimlerinin ekseriyeti, Âdem İle
    Havva’nın işlediği suçun bir günah olduğunu, yani o İkisinin kendileri için
    konulan yasağı çiğneyerek ilâhî emre kar­şı geldiklerini ve bu yüzden âsi
    olduklarını kabul etmişlerdir. Ancak, bâzıları, Tâhâ sûresinin 115. âyetinde
    geçen “Andolsun ki biz, daha önce Âdem’e emir vermiştik; ancak o, unuttu
    ve biz onu azimli bulmadık.” mealindeki ifadeye daya­narak, Âdem’in yasak
    ağaca kasıt olmaksızın unutup dalgınlıkla yaklaştığını be­lirtmişlerdir. Ayrıca
    Müslüman âlimlere göre bu hadise, Âdem’in Cennette bulun­duğu sırada, henüz
    peygamber olarak görevlendirilmesinden önce yaşanmıştır. Onun kasıtsız olarak
    işlediği bu hatâ, tevbe etmesi üzerine Allah tarafından ba­ğışlanmış, yeryüzüne
    indirilmesinden bir süre sonra da kendisine peygamberlik verilmiştir (İslam
    âlimlerinin bu konudaki görüşleri için bkz. Bolay, agm., 362).

    Âdem ile Havva’nın
    başından geçenler, hata, pişmanlık, tevbe, tevbenin Allah tarafından kabulü ve
    affedilme merhaleleri bakımından insanlık tarihinin bir hü­lasası gibidir.
    Ancak Hıristiyanlar, bunlardan çok farklı bir netice çıkarmışlardır. Onlara
    göre, Hz. Âdem, yasak ağacın meyvesinden yemekle büyük bir günah iş­lemiş ve bu
    yüzden Allah’ın gazabına uğramıştır. Onun bu günahı Kıyamete ka­dar doğacak her
    çocuğa geçer. Dolayısıyla Hıristiyanlar, yeni doğan çocukların bu aslî günahtan
    temizlenerek kurtulmasının ancak vaftiz edüme ile mümkün oldu­ğuna inanırlar ve
    bu sebepie çocuklarını vaftiz ederler.

    fnciller’de  belirtildiğine göre
    insanlık,  İsa’nın  (a.s.) 
    gelişine kadar Âdem’in işlediği bu günahın vebalini taşımıştır. İsa,
    beşeriyeti bu günahtan kurtarmak i-çin gönderilmiş ve çarmıha gerilerek kanı ve
    canıyla bu günahın kefaretini öde­miştir (Bkz. Okiç-Cerrahoğlu, Tefsir, 1,
    102).

    [63] A’raf sûresi, 7/23.

    [64] Bakara sûresi, 2/37.

    [65] Â]-i İmran sûresi, 7/24-25.

    [66] Bakara, 2/36-39.

    [67] Tâhâ sûresi, 20/123-124.

    [68] Tefhim, I, 67.

    [69] Bu haberler İçin bkz. Taberî, Tarih, I, 60; Sa’lebî,
    20 -21; İbnül-Esir, el-Kâmilfi’t-târîh, (nşr. Tornberg), I, 36-37; Aydemir,
    Peygamberler, 30-31.

    [70] İbn Kesir, Tefsir, IV, 374. Taberî de, bu rivayetlerde
    anlatılanları ispat edecek delillerin bulunmadığım söylemiştir [Tarih, I, 60).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 93-96.

    [71] Bakara sûresi, 2/37.

    [72] Bakara süresi, 2/33, 35; A’raf sûresi, 7/19; Tâhâ
    sûresi, 20/117.

    [73] Bakara sûresi, 2/37; Taha süresi, 20/122.

    [74] Âl-i İmran sûresi, 3/33-34.

    [75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 178, 179, 265; Taberi,
    Tarih, I, 75.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 96.

    [76] Nisa sûresi, 4/1.

    [77] Salebi, 43.

    [78] Elmalılı, I, 279-280.

    [79] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 97-98.

    [80] Bâzı müfessirler, rivayetlerde Hâbil ve Kabil
    isimlerini taşıyan bu iki kardeşin, İsrâiloğullari’ndan İki şahıs olduğu
    görüşünü ileri sürmüşlerdir. Hasen-İ Basrî’ye dayandırılan bu rivayete göre,
    yeryüzünde ilk ölen insan Hz. Âdem’dir

    Ancak bu görüş, çok zayıf bir görüş olarak kalmıştır. Âyetlerin böyle
    anlaşıl­ması neredeyse imkânsız görülmüştür. Çünkü hadislerde Âdem’in iki oğlu
    ara­sında yaşanan bu olayın aynı zamanda ilk öldürme fiili olduğu
    belirtilmiştir. Yer­yüzünde ilk öldürme olayının, İsrailoğulları’ndan çok önce
    meydana geldiği de tartışılmaz bir gerçektir (bu konuda bkz. Taberi, Tarih,
    1,72; İbnül-Esir, I, 45; Reşid Rıza, Menar, VI, 342; Aydemir, Peygamberler,
    40).

    [81] Mâİde sûresi, 5/27-31.

    [82] Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 83.

    [83] Taberî, Tarih, I, 82.

    [84] Hâbil -Kabil kıssası hakkında nakledilen bu Isrâilî
    haberlerin geniş bir özeti ve değerlendirilmesi için bkz. Aydemir,
    Peygamberler, 37-41.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 98-102.

  • HZ. ADEM (A.S.) HAYATI

    BİRİNCİ BÖLÜM PEYGAMBERLİK VE  PEYGAMBELER.. 1

    HZ.
    ADEM (A.S.)
    1

     

     

     

     

    BİRİNCİ BÖLÜM PEYGAMBERLİK VE  PEYGAMBELER

     

    HZ. ADEM (A.S.)

     

    A. Peygamberlerin Görevleri

     

    Peygamberlerin görevi,
    tek cümle ile, insanları Allah’ın yo­luna çağırmak suretiyle, onları küfrün
    karanlığından kurtarıp İslâm’ın aydınlığına çıkarmaktır. Onların bu görevini,
    yürüttük­leri faaliyetin alanları bakımından altı madde hâlinde ele almak
    mümkündür: [1]

     

    1. İnsanları Sâdece Allah’a Kulluğa Çağırmak

     

    Peygamberlerin temel
    görevi, insanları sâdece Allah’a kul­luğa çağırmak ve onları kendiliklerinden
    uydurdukları sahte ilâhlara tapmaktan uzaklaştırmaktır. Toplumları, her türlü
    sa­pıklıklardan, ahlâksızlık ve kokuşmuşluklardan temizlemektir. Peygamberlerin
    bu vazifesi, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmış­tır:

    “Ey Muhammedi
    Biz, senden önce hiç bir peygamber gön­dermedik ki, ona, ‘Ben’den başka hiç bir
    ilâh yoktur, o halde sâ­dece bana ibâdet edin!’ diye uahyetmiş olmayalım.”[2]

    “Şüphesiz ki, her
    ümmete, ‘yalnız Allah’a kulluk edin, her azdıncıdan kaçının,’ diyen bir
    peygamber gönderdik.[3]

    Bu konuyu, az sonra
    peygamberlerin davetinin özellikleri başlığı altında biraz daha geniş bir
    çerçevede ele alacağız. [4]

     

    2. Allah’ın Emirlerini İnsanlara Tebliğ Etmek

     

    Allah’ın insanlara
    büyük bir ihsanı olan peygamberler, in­sanların hidâyet ve kurtuluş
    rehberleridirler. Onlar, Allah’ın e-mirlerini insanlara tebliğ etmişler, bu
    sayede ümmetlerini, put­perestlik ve her çeşit şirkin pençesinden kurtararak
    hidâyete ulaştırmışlardır:

    “O peygamberler,
    Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ ederler; sâdece Allah’tan korkarlar ve
    O’ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. [5]

    “Ey Peygamber!
    Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Allah’ın elçiliği
    görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allah, seni insanlardan korur. Şüphesiz ki
    Allah, kâfirler top­luluğunu hidâyete erdirmez.[6] 

     

    3. İnsanları Karanlıktan Aydınlığa Çıkarmak

     

    Peygamberlerin tamamı,
    insanları Allah’ın gönderdiği ortak adı İslâm olan Sırât-ı Müstakîm’e
    çağırmışlar, kendilerine ina­nanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmışlardır.
    Bu gerçek, bâzı âyetlerde şöyle ifade edilmiştir:

    “Peygamberleri,
    emrimizle doğru yolu gösteren önderler yap­tık. Onlara hayırlı işler yapmayı,
    namazı dosdoğru kılmayı ve ze­kât vermeyi vahyettik. Onlar ancak Biz’e ibâdet
    eden kimseler-di.[7]

    “Şüphesiz Musa’yı
    mucizelerimizle gönderdik. Ona şöyle dedik: Kavmini karanlıklardan aydınlığa
    çıkar; onlara Allah’ın (geçmiş kavimlerin başlarına gelen) hâdiseli günlerini
    hatırlat. Şüphesiz ki, bunda her sabredip şükreden için nice ibretler var­dır.[8]

    “Ey Muhammedi
    Biz, seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Ve izniyle, Allah’a
    dâvetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik. “[9]

    İnananların dostu
    Allah, inkâr edenlerin dostları ise şeytan ve yandaşlarıdır. Yüce Allah, bu
    dostlarını elçileri olan peygam­berleri vasıtasıyla karanlıktan aydınlığa
    çağırmıştır:

    “Allah, inanç
    sahiplerinin dostudur, onlan koyu karanlıklar­dan aydınlığa çıkarır. Hakikati
    inkâr eden kâfirlerin dostları ise onları aydınlıktan çıkarıp zifiri karanlığa
    iten şeytânı güçlerdir, içinde yaşayıp kalmak üzere ateşe mahkum olanlar, işte
    bunlar­dır.[10]      

     

    4.  İnsanlara Örnek
    Olmak

     

    Bütün insanlar
    tarafından örnek alınması gereken Pey­gamberler, iman edenler için uyulması
    mecburî olan en güzel örneklerdir. Kurtuluşa ermek, onları örnek alıp, onlar gibi
    inan­maya ve onlar gibi yaşamaya bağlıdır. Yüce Allah insanlara, her hususta
    peygamberlere uymayı emretmiştir. Çünkü onlar, inanç ve yaşayış bakımından, en
    mükemmel insanlardır. Allah, bütün insanlar için hidâyet rehberi olarak seçtiği
    peygamberleri her türlü çirkinliklerden korumuştur:

    “Andolsun,
    Allah’ın Rasülü’nde, sizin için, Allah’ı ve âhireti arzulayan ve Allah’ı çok
    anan kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır. [11]

    “İşte bu
    peygamberler, Allah’ın hidâyete erdirdiği kimseler­dir. Sen de, onların doğru
    yoluna tâbi ol.”[12]   

     

    5. İnsanlar Arasında Adaleti Tesis Etmek

     

    Zulüm ve
    haksızlıkların yayılması, insanlığın felâketine yol açan bir durumdur.
    Yeryüzünde zulüm,, genellikle toplumdaki hâkim sınıfın bozulmasıyla
    yaygınlaşmış, adaletin bütünüyle ortadan kalkması ve zulmün şiddetlenmesi ise
    toplumların so­nunu getirmiştir. İnsanlık tarihi, bu yüzden uğranılan ilâhî ce­zaya
    pek çok kere şahit olmuştur. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Ke-rim’inde, bu tehlikeye
    şöyle işaret etmektedir:

    “Bir toplumu
    helak etmeyi istediğimiz zaman, o toplumun lüks ve refaha gömülmüş seçkinlerine
    son uyarılarımızı yaparız ve eğer onlar buna rağmen günahkârca yaşamaya devam
    eder­lerse, azap hükmü artık o toplum için kaçınılmaz olur ve biz de onu
    darmadağın ederiz. Nuh’tan bu yana, biz, böyle nice toplum­ları yok ettik!
    Çünkü kullarının günahlarını bütünüyle görüp ha­berdar olmakta rabbin gibisi
    yoktur.”[13]

    Toplumların felâketini
    beraberinde getiren zulüm ve hak­sızlıkların giderilmesi, toplumda adaletin
    sağlanması ve bu sa­yede fakir ve zayıfların haklarının korunmasıyla mümkün
    olur. Azgın günahkarların ve zâlim idarecilerin vereceği zararlar, an­cak âdil
    bir idarenin kurulmasıyla giderilebilir. Gerçekten âdil bir idare ise sâdece
    peygamberler ve onları örnek alan mü’min yöneticiler tarafından kurulabilir.
    Çünkü gerçek sosyal adalet, ancak Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği
    kurallarla tesis edilebilir. Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle açıklar:

    “Şüphesiz her
    ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberle­ri onlara geldiğinde aralarında
    mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez. “[14]

    “Doğrusu, daha
    önce de peygamberlerimizi, bu hakikatin bütün delilleri ile gönderdik. Ve,
    onlar vasıtasıyla kitabı indirdik ve böylece doğru ile eğriyi tartabilmeniz
    için size bir terazi verdik ki, insanlar adaletle davranabilsinler. “[15]

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığı gibi, peygamberlerin en Önemli görevlerinden biri, ırk, mevki ve
    asalet durumlarına bakılmaksı­zın insanları eşit kabul eden ve onlara eşit
    davranan âdil bir idarenin kurulmasıdır. Yüce Allah, sâlih kulların iktidara
    gelme­si durumunda tesis edecekleri bu düzen hakkında şöyle buyur­muştur:

    “(O yardıma lâyık
    olanlar ki), onları yeryüzünde iktidara ge-tirsek dahi, namazlarım dosdoğru
    kılmaya devam ederler, arın­mak için verilmesi gereken zekâtlarını verirler,
    iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Ama yine de işlerin sonucu Allah’a
    kalmıştir.»[16]

    Peygamberler ve onları
    örnek alan idareciler, toplumda a-dâletin tesisi için çalışmışlardır. Kişisel
    ve sosyal hayatı, kendilerini ve yakınlarını kayıran veya durumlarına göre
    insanları sınıf­lara ayıran kanunlarla değil, insanlar arasında adaleti emreden
    Allah’ın gönderdiği kaide ve kurallarla düzenlemişlerdir. Sonun­da Allah’ın
    dinini hakim kılarak adaleti sağlamışlar, yeryüzünde huzur ve mutluluğu temin
    eden âdil ve faziletli bir düzen kurup zulüm ve kötülükleri ortadan
    kaldırmışlardır. Bu mutlu sonuca ulaşmalarında, Allah’ın yardımı onlarla
    birlikte olmuştur. Bu ilâhî yardım, Allah’ın dinine sahip çıkanlar için
    Kıyamete kadar devam edecektir. Kur’ân-ı Kerim, bu hakikati şöyle dile getirir:

    “Allah, içinizden
    iman edip sâlih amel işleyenlere, kendile­rinden önceki sâlih kimseleri iş
    başına getirip egemen kıldığı gibi, onlan da mutlaka yeryüzünde hâkim
    kılacağına ve kendileri için seçip razı olduğu dinlerini kuvvetle
    kökleştireceğine ve çektikleri korkularından sonra onları mutlaka güvenli bir
    duruma kavuştu­racağına kesin bir vaadde bulunmuştur. Çünkü onlar, yalnız bana
    ibadet ederler ve hiç bir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra, kim
    inkâr ederse, işte onlar/âşıkların tâ kendileridir. “[17]

    “Gerçek şu ki,
    hakikati inkâr edenler her zaman şöyle der­ler: ‘Eğer atalarımızdan bu yönde
    bir gelenek devralmış olsaydık, kesinlikle Allah’ın hâlis kullan olurduk!’ Ama,
    ilâhî kitap gelince de onu inkâr ettiler; ancak onlar yakında reddettikleri
    şeyin ne olduğunu bileceklerdir. Şüphesiz ki, bizim, peygamber olarak
    gönderdiğimiz kullarımıza çok önceden verilmiş bir sözümüz var­dır: Kendilerine
    mutlaka yardım edilecektir ve sonunda galip gele­cek olan mutlaka bizim ordumuz
    olacaktır.[18]

    “Ey iman edenler!
    Eğer siz, Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve
    ayaklarınızı sabit kılar.”[19]

    Allah’ın yardımına hak
    kazanan böyle bir toplumda her yetkili, âdil davranmak, Allah’ın hakkını bütün
    hakların önüne alarak yakınlarının aleyhine de olsa doğruyu söylemek duru­mundadır:

    “Ey iman edenler!
    Şahsınızın, ana-babanızın ve akrabaları­nızın aleyhine de olsa, Allah rızası
    için doğru şahitlik yaparak adalet üzere olun. O kişi zengin de olsa, fakir de
    olsa, Allah’ın hakkı onların her birinin hakkının önüne geçer. Öyleyse, kendi
    boş arzu ve heveslerinize uymayın ki, adaletten uzaklaşmayası-nız. Çünkü, eğer
    hakikati çarpıtırsanız, bilin ki, Allah, bütün yap­tıklarınızdan haberdardır.[20]  

     

    6. İnsanları Ahirete İmana Çağırmak

     

    Peygamberler, vahiy
    yoluyla aldıkları gaybî bilgiler saye­sinde ölüm sonrası hayatı anlatarak,
    insanları, geçici dünya ha­yatına aldanmaktan kurtulup akıl yoluyla bilinmesi
    mümkün olmayan bu asıl hayata hazırlık yapmaya çağırmışlardır:

    “Ey cin ve insan
    topluluğu! İçinizden, size âyetlerimi okuyan ve sizi bu hesap gününüze
    kavuşacağınız hususunda uyaran . peygamberler gelmedi mi? Onlar, kendi
    aleyhimize şahidiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendi nefisleri
    aleyhine kâfir olduk­larına dâir şahitlik ettiler. Bu böyledir. Çünkü rabbin,
    bir ülkeyi, halkı habersiz iken haksız yere helak edici değildir.”[21]

    Peygamberler, Ahiret
    yurdunu anlatarak, insanların gayre­tini, fânî dünyadan asıl ve sonsuz hayata
    çevirmeye çalışmışlar­dır:

    “Bu dünya hayatı,
    eğlence ve oyundan başka bir şey değil­dir. Şüphesiz asıl hayat, Ahiret yurdundadır.
    Keşke bilselerdi!’[22]

    “Bilin ki, dünya
    hayatı sâdece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi, mal
    ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir yağmura benzer ki, bitirdiği
    bitki, çiftçilerin hoşu­na gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de
    bakarsın ki, sapsarı kesilmiş, daha sonra da çer çöp haline gelir. Ahirette ise
    ya şiddetli bir azap yahut Allah’ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı
    aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.[23]    

     

    B. Peygamberlik Görevi İlahî Bir Mevhîbedir

     

    Peygamberlik görevi,
    ilâhî bir lütuf ve rabbani bir mevhîbe-dir. Allah Teâlâ, bu makamı, kullarından
    dilediğine bahsetmiştir. Hiç bir kul, kendi çalışmasıyla peygamberlik makamına
    ulaşa­maz. Ne kadar çok ibâdet ve tâatta bulunursa bulunsun netice değişmez. Bu
    makam, verasetle veya güç ve kuvvetle de elde edi­lemez. Çünkü bu görev,
    Allah’ın bir lütfudur. Yüce Allah, kulla­rının içinden en faziletlilerini
    peygamber olarak seçmiştir. Bu gerçek bâzı âyetlerde şöyle ifâde edilmektedir:

    “İşte bu
    peygamberlik, Allah’ın fazlı ve inayetidir. Onu dile­diğine verir, Allah, büyük
    lütuf sahibidir.[24]

    “Allah
    meleklerden de elçiler seçer insanlardan da. Şüphe­siz Allah işitendir,
    görendir.”[25]

    “Doğrusu onlar,
    bizim katımızda seçkin iyi kimselerdendir­ler.”[26]

    Dünya nimetlerini
    kullarına taksim eden Cenab-ı Hak, mal ve makamlardan çok daha yüce olan
    nübüvvet makamını da istediğine vermiştir.

    “Onlara bir âyet
    geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin ben­zeri bize de verilmedikçe
    kesinlikle inanmayız dediler. Allah, pey­gamberliğini kime vereceğini daha iyi
    bilir. Suç işleyenlere yap­makta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından
    hem bir horluk hem de çetin bir azap isabet edecektir.[27]

     

    C. Peygamberler Melek Değil İnsandır

     

    Her hususta insanlara
    rehber ve örnek olan peygamberler, insanlar arasından seçilmişlerdir. Bütün
    peygamberler bizim gibi birer insandır Topraktan yaratılan ilk insan olan Hz.
    Âdem ve babasız dünyaya getirilen Hz. İsa istisnâsıyla, hepsi de bir ana ve bir
    babadan doğmuşlardır. Onlar da yerler İçerler, uyur­lar uyanırlar, evlenip
    çoluk çocuk sahibi olurlar. Çalışıp çabalar­lar, diğer insanlar gibi çeşitli
    sıkıntı ve hastalıklarla karşılaşırlar. Peygamber olmaları, bu hususlarda
    onlara insan üstü özellikler kazandırmaz; veya onları ilâhlık ya da yarı
    ilâhlik mertebesine çıkarmaz.

    Peygamberlerden
    yeterince istifade edebilmek için, onlarla hem cins olmak ve her şeyde onlarla
    beraber olabilmek gerekir. Eğer, müşriklerin istediği gibi, insanlar arasında
    görev yapan peygamberler melekler arasından seçilmiş -olsaydı, insanların melek
    peygamberlerle birlikte olmaları ve davranışlarında onları örnek almaları asla
    mümkün olmazdı. O takdirde insanlar, “Al­lah’ın bize gönderdiği elçiler,
    tâbi olmamızı istediği peygamberler bizim cinsimizden değiller. Tabiatlarımız
    farklı, onlar yaratılış itibariyle bizlerden üstün. Amel bakımından da öyle
    olmaları normaldir. Onlar temiz ve itaatkârdırlar, dâima duâ ve ibâdet
    halindedirler, biz asla onlar gibi yapamayız.” derlerdi. Bu sözle­rinde de
    haklı olurlardı; çünkü Cenab-ı Hak, meleklerin sürekli ibâdetle meşgul
    olduklarını şöyle açıklamıştır:

    “Çünkü göklerde
    ve yerde var olan her şey O’nundur, O’nun yanında yer alan melekler, O’na kulluk
    etmekte asla ne kibre ka­pılırlar ne de usanç duyarlar. Onlar, gece-gündüz
    bıkmadan yo­rulmadan Allah’ı teşbih ederler, hiç ara vermezler.[28]

    Melekler, yemezler
    içmezler, şehvetleri ve kötülüklere me­yilleri yoktur. Bu bakımdan insanların
    davranışlarında melekle­re uyması mümkün değildir. Diğer taraftan peygamberler
    melek olsaydı, aslî suretleriyle geldikleri takdirde insanlar onların
    heybetinden korkardı. Nitekim, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir gün Hıra
    mağarasından döndüğü sırada, yeri-göğü kaplamış bir vaziyette karşısına çıkan
    vahiy meleği Cebrail’i aslî suretiyle gö­rünce ürpermiş, peygamber olmasına
    rağmen büyük bir heyeca­na kapılmıştı. Melekler insan suretinde geldikleri
    takdirde ise, insanlar, bu defa onlardan şüphe duyarlar, onlara inanmaktan.
    kaçınırlardı.

    Bu gerçeklere rağmen
    küfür ehli, her defasında, insan ol­dukları bahanesiyle kendilerine gönderilen
    peygamberlere karşı çıkmış, bir insanın hiç bir zaman peygamber olamayacağını
    id­dia etmiştir. Bu yüzden, ne zaman bir peygamber gönderilmişse, onun da
    kendileri gibi etten ve kemikten ibaret bir insan oldu­ğunu, yiyip içtiğini,
    çoluk çocuk sahibi olduğunu ileri sürerek ona inanmaktan kaçınmışlar ve ona
    düşman kesilmişlerdir. Pey­gamberlerin melek olması gerektiğini veya
    insanlardan olacaksa meydana gelecek hadiseleri önceden bilen ve istediğini
    yapabilen insan üstü güçle donatılmış biri olmasının şart olduğunu iddia
    etmişlerdir. Onların bu yanlış düşüncesi, bâzı âyetlerde şöyle ifade
    edilmektedir:

    “Mekke müşrikleri
    şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor!
    Kendisine bir melek indirilip de, onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya! Yahut
    kendisine gökten bir ha­zine indirilse veya bir bahçesi olsa da oradan yese ya![29]

    Hüd’un (a.s.) kavmi de
    şöyle karşı çıkmıştı:

    “Kavminden,
    kendilerine dünya hayatında bol nimet verdi­ğimiz o inkâr eden ve Ahiret
    hayatına kavuşmayı yalanlayan eş­raf takımı dedi ki: Bu da sizin gibi bir
    insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden
    içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka
    ziya­na uğrayanlardansınız demektir.[30]

    Peygamberlerin melek
    olması veya insan üstü güçlerle do­natılması gerektiğini iddia eden müşriklere
    karşı Cenâb-ı Hakk’in cevabı ise şöyle olmuştur:

    “Ona, bir melek indirilseydi
    ya dediler. Eğer bir melek in­dirmiş olsaydık, iş bitirilmiş olurdu. Artık
    onlara hiç mühlet veril­mezdi. Eğer peygamberi melek yapsaydık, onu, yine insan
    suretinde kılardık. Onlan yine düştükleri şüpheye düşürürdük. [31]

    Âyet-i kerimede
    belirtildiği gibi, peygamber melek olsaydı, dini insanlara anlatabilmesi ve
    onlarla birlikte oturabilmesi için insan suretinde gelirdi. Zira, her cins,
    hemcinsine ülfet eder ve onunla birlikte bulunmaktan sıkılmaz. Diğer
    varlıklardan ise kaçar. Bu bakımdan, insanlara önderlik yapacak peygamberle­rin
    yine onlardan biri olması gerekirdi. Çünkü peygamberlerin görevi, sâdece
    Allah’ın mesajını, kullara ulaştırmaktan ibaret değildir. Ümmetlerini
    kendilerine gönderilen kurallara göre ıslah etmek, toplumda Allah’ın emir ve
    yasaklarını uygulamak da onların aslî vazifesidir. Her peygamber, bu kuralların
    nasıl tatbik edildiğini bizzat kendisi göstermiştir. Ümmetlerinin her türlü
    sorularını dikkate alarak, dinin doğru öğrenilmesini sağlayacak açıklamaları
    yapmıştır. Allah’ın mesajına karşı çıkan müşriklerle mücâdele etmiş, onların
    her türlü kötülüklerine karşı direnmiş ve zorlu bir vazife icra etmiştir.
    Halbuki bir melek, bunları yapamazdı. Onun işi, sâdece mesajı ulaştırmaktan
    ibaret kalırdı. İnsanlar arasında, onlar gibi yaşayıp, insanların hayatını
    ıslah etmek bir meleğin vazifesi olamazdı. Meleğin, peygamberliği; an­cak
    hemcinsleri melekler için olabilirdi. Nitekim Allah Teâlâ, yer­yüzünde melekler
    yaşasaydı, peygamberlerin de onlardan seçile­ceğini beyan etmiştir:

    “İnsanlara
    hidâyet geldiği zaman, onların iman etmelerine engel olan sebep, sâdece, ‘Allah
    bir insanı mı peygamber gönder­di?’ demeleridir. Ey Peygamberi De ki:
    Yeryüzünde huzur içinde dolaşan melekler olsaydı, elbette biz, onlara peygamber
    olarak gökten bir melek gönderirdik.[32]

    İnsanlardan bir kısmı
    da, peygamberlerinin ölümünden sonra peygamberlik inançlarını tahrif ederek,
    onların insan ola­mayacağını iddia etmişlerdir. Yaptıkları önemli işlere
    bakarak peygamberlerinin normal insan olamayacağından hareketle, on­lara
    ulühiyet isnâd etmişler; hatta bâzıları, yahûdîler ve Hıristi-yanlarda olduğu
    gibi, peygamberlerinin Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürmek suretiyle şirke
    düşmüşlerdir. Yüce Allah, bu iki top­lumun sâdece peygamberlerini değil,
    onlarla birlikte din adamla­rını da ilâh edinerek düştükleri büyük hatâyı şöyle
    açıklamakta­dır:

    “Yahûdîler,
    ‘Özeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da, İsa Mesih Allah’ın
    oğludur’ dediler. Bu, onların, ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Onlar, bu
    sözlerini kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah, bunları
    kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar?

    Onlar, hahamlarım,
    papazlarını ve Meryem oğlu İsa Mesih’i, Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
    Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibâdet
    etmekle emrolun-muşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.[33]      

     

    D. Peygamberlik Görevi Sadece Erkeklere Verilmiştir

     

    Peygamberlik, büyük
    mücâdele ve üstün sabır isteyen bir görevdir. Bütün peygamberler, büyük
    zorluklarla yüz yüze gel­mişler, bu önemli görevlerini yürütürken her türlü
    sıkıntıya mâ­ruz kalmışlardır. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, kadın tabiatının
    kaldıramayacağı ağırlıkta bir yük olan peygamberlik görevini yalnızca erkeklere
    vermiştir. Bu hususta şöyle buyurmaktadır:[34]

    “Biz, senden önce
    de, kendilerine vahiy indirdiğimiz erkek­lerden başkasını peygamber olarak
    göndermedik. Eğer bilmiyor­sanız bilenlerden sorunuz.[35]

    “Ey Muhammedi
    Biz. Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden
    başkasını peygamber ola­rak göndermedik.[36]   

     

    E. Peygamberlik Maddî Güç Ve Varlıkla Alâkalı Değildir

     

    İnkarcılar,
    peygamberlerin melek olması gerektiği iddiasıy­la kalmamışlar, bu itirazlarının
    bir çare olmadığını gördükten sonra, bu defa, kendilerine gönderilen peygamberlerin
    sıradan insanlar olduğunu bahane göstererek, ancak güçlü ve zengin şahısların
    peygamber olabileceğini ileri sürmüşlerdir. İnkârlarını devam ettirebilmek için
    bu bahaneye sarılmışlardır. Nitekim ön­celeri bir insanın peygamber olmasına
    akıl erdiremeyen Mekke müşrikleri, daha sonra da şayet bir insan peygamber
    olacaksa, o insanın zengin ve güçlü biri olması gerektiğini iddia ederek Hz.
    Peygamber’in risâletini inkâra devam etmişlerdi. Onlar toplu­mun zenginlerinden
    olmayan bir şahısa peygamberlik verilmesi­ni bir türlü anlayamıyor ve bunu
    kabullenmek istemiyorlardı. Onlara göre peygamberlik bir insana verilecekse,
    hem zengin hem de şehrin liderlerinden olan bir şahsa verilmeliydi. Hatta
    onlar, bu makam için Mekke zenginlerinden Velid b. Muğire ile Tâif
    zenginlerinden Mesud b. Amr es-Sakafî’yi düşünüyorlar ve peygamberliğin
    Abdullah oğlu Muhammed’e değil bu iki şahıstan birine indirilmesi gerektiğini
    söylüyorlardı.[37] Cenab-ı Hak, onla­rın bu
    yanlış düşüncesine işaret ederek, rahmetini insanlar ara­sında kendisinin
    paylaştırdığını ve dilediği insanları peygamber seçtiğini açıklamıştır:

    “Ve dediler ki:
    Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilseydi ya? Rabbinin rahmetini
    onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında
    biz paylaştırdık. Bir­birlerine iş gördürmeleri için, kimini ötekine
    derecelerle üstün kıl­dık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden
    daha hayır-lıdır.[38]     Firavun ve adamlarının Musa ve Harun’a
    (a.s.) tepkisi de şöyle olmuştu:

    “Sonra Musa ve
    kardeşi Harun’u, Firavun ve ileri gelen a-damlarına âyetlerimizle ve apaçık bir
    delille gönderdik. Onlar ise, büyüklük tasladılar ve böbürlenen bir topluluk
    oldular. ‘Şu iki a-damın kavmi bize kölelik ederken, şimdi biz kalkıp, bizim
    gibi iki insana mı inanacağız.’ dediler. Onlan yalanladılar ve helak edi­lenlerden
    oldular.[39]

     

    F. Peygamberler Gaybı Bilemezler

     

    Gaybı bilmek ve bildirmek
    sâdece Allah’a mahsustur.[40] An­cak
    Yüce Allah, peygamberlerine gaybe dâir bâzı konular hak­kında sınırlı bilgiler
    vermiştir. Peygamberlerin gayb alemiyle ilgili olarak insanlara ulaştırdıkları
    haberler, kendilerine verilen bu sınırlı bilgilerden ibarettir.

    “Gaybı O (Allah)
    bilir, gaybı kimseye göstermez. Ancak pey­gamber olarak seçtiği kimse, bu
    hükmün dışındadır. Çünkü Allah, seçtiği peygamberin önüne ve ardına gözetleyid
    koyar.[41]

    Bir askerî sefer
    esnasında Rasülullah(s.a.v.)’ın devesi kay­bolmuştu. Bunun üzerine bir münafık,
    “Muhammed, peygamber olduğunu iddia ediyor; size gökten haberler veriyor;
    ama kendi devesinin nerede olduğunu bilmiyor.” dedi. Durum kendisine
    bildirilince, Sevgili Peygamberimiz, kendisinin doğrudan gaybı bilmesinin
    mümkün olmadığım ve ancak Allah’ın haber verme­siyle bu hususta bazı şeyleri
    öğrendiğini şöyle açıkladı:

    “Andolsun ki ben,
    (gayb ile ilgili olarak) Allah’ın bana bildirdiğinden başkasını bilemem.[42]  

     

    G. Her Millete Peygamber Gönderilmiştir

     

    Allah Teâlâ, insanları
    hidâyete ulaştırmak için, çok sayıda peygamber göndermiştir. Doğru yoldan
    sapanları tekrar tekrar hak yola çağırmak ve onları peygambersiz bırakmamak
    suretiyle, onların Kıyamette küfürlerini savunmak için gösterebilecekleri
    mazeretleri bütünüyle ortadan kaldırmıştır. Kur’ân-i Kerim, bu hususu şöyle
    açıklamaktadır:

    “İnsanlar tek bir
    ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uya­rıcı olarak peygamberleri gönderdi.
    İnsanlar arasında, anlaşmaz­lığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için,
    onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine
    kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık­tan
    dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, izn-i üâhisiyle,
    üzerinde ihtilafa düştükleri gerçekler hakkında iman edenlere doğru olanı
    gösterdi. Allah, dilediğini doğru yola iletir.[43]

    Bu âyetin ikinci
    kısmından anlaşıldığı gibi insanlar, pey­gamberlerin vefatından bir süre sonra,
    Allah tarafından onlara gönderilmiş olan ilâhî bilgileri tahrif ederek
    dinlerini bozdular. Hak yoldan sapan bu insanlar, yeryüzünde bozgunculuğa başla­dılar.
    Cenab-ı Hak ise, bu durumlarda onlara yeni peygamberler gönderdi ve böylece
    insanların âhirette kendilerine peygamber gönderilmediği bahanesine
    sığınmalarını geçersiz hâle getirdi:

    “(Yerine göre)
    müjdeleyici ve sakındıncı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların
    peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah, izzet ve
    hikmet sahibidir.[44]

    “Eğer onlar,
    işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman, ‘Rabbimizl
    Bize peygamber gönderseydin de, biz de senin âyetlerine uyup, müzminlerden
    olsaydık ya!’ di­yecek olmasalardı, peygamber göndermezdik. [45]

    Yaratılıştan günümüze
    kadar, hiçbir toplumun peygamber­siz bırakılmadığı, Kur’ân-ı Kerim’de birkaç
    defa vurgulanmıştır:

    “Ey kitab ehli!
    ‘Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi.’ demeyesi-niz diye, peygamberlerin arasının
    kesildiği bir devirde size gerçek­leri açıklayan peygamberimiz geldi. İşte size
    müjdeci ve uyarıcı geldi, Allah her şeye kadirdir.[46]

    “Şüphesiz ki, her
    ümmete, ‘yalnız Allah’a ibadet edin, her azdıncıdan kaçının,’ diyen bir
    peygamber gönderdik. İçlerinden bir kısmını Allah doğru yola sevk etti. Diğer
    bir kısmı ise sapıklığı hak etti. Ey insanlar! Yeryüzünde dolaşın,
    peygamberlerini yalan­layan toplumların sonunun ne olduğuna bir bakın.[47]

    “Biz,   bir peygamber göndermedikçe,   kimseye azap 
    etmeyiz.[48]

    “Şüphesiz her
    ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberle­ri onlara geldiğinde aralarında
    mutlaka adaletle hükmolunur ve onlara zulmedilmez.[49]

    “Şüphesiz ki biz,
    senden Önce nice peygamberleri kendi ka­vimlerine göndermişizdir.”[50]

    “Sen ancak bir
    uyarıcısın. Her ümmetin bir hidâyet rehberi, yol göstereni vardır.”[51]

    “Sen sâdece bir
    uyarıcısın. Biz seni hakikat ehli bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik;
    çünkü hiçbir toplum yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelmiş olmasın.[52]

    “Biz, her
    peygamberi, kendisine gönderileni onlara açıkla­ması için kavminin diliyle gönderdik.[53]

    Peygamberlik zinciri,
    peygamberlerin sonuncusu/hâte-mü’n-nebiyyîn olup[54] âlemlere
    rahmet olarak gönderilen,[55] Hz.
    Muhammed (s.a.v.) ile tamamlanmıştır. O, son peygamber olarak bütün insanlığa
    gönderilmiştir. Allah Teâlâ, ona hitaben şöyle buyurmuştur:

    “Biz seni, ancak
    bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Fakat insanların çoğu
    bilmezler.”[56]

    “Ey Muhammed, de
    ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gök­lerin ve yerin sahibi olan Allah’ın
    elçisiyim.[57]

    Rasülullah da
    (s.a.v.), peygamberlerin sonuncusu olduğu­nu açıklarken şöyle demiştir:

    “Benimle, benden
    önce gönderilen peygamberlerin durumu, tıpkı bina yapan bir adamın durumu
    gibidir. Şöyle ki, bu adam, bir bina yaptı, güzel yaptı, onu süsleyip
    tamamladı. Yalnız köşele­rinden birinde bir kerpiçlik yer eksik kaldı. İnsanlar
    binanın çev­resini dolaşmaya başladılar. Binayı çok beğendiler ama ‘keşke şu
    kerpiç de yerinde olsaydı!’ dediler. İşte (yerine konmamış) o kerpiç benim. Ben,
    peygamberlerin sonuncusuyum.[58]

    Rasülullah (s.a.v.),
    yine bütün insanlığın peygamberi ola­rak gönderildiğini açıklamış ve bu
    vazifesini yerine getirmek için gerekli tedbirleri almış; zamanın
    hükümdarlarına yazdığı mek­tuplarla, onları ve halklarını İslam’a davet
    etmiştir. Nitekim o, bu hükümdarlara gönderdiği elçilere şöyle demişti:

    “Ben bütün
    insanlığa rahmet olarak gönderildim. Benim me­sajlarımı o hükümdarlara
    ulaştırınız.”

    İran kisrasına yazdığı
    mektubun bir bölümünde şöyle di­yordu:

    “Şüphesiz ben,
    Allah’ın tüm insanlığa gönderdiği peygambe­riyim. Bütün insanları uyanp,
    inanmayan kâfirlerin Allah’ın kor­kunç azabına uğrayacaklarını bildirmek için
    gönderildim.”

    “Bütün insanlığın
    peygamberi olarak gönderildim, peygam­berlik müessesesi benimle
    mühürlenmiştir.”[59]

    Allah Teala, bütün
    insanlığın peygamberi olan Rasülullah’i gönderdikten sonra, kurtuluşu ona ümmet
    olmaya bağlamıştır. Onunla birlikte, önceki dinlerin tamamını geçersiz kılmış;
    bun­dan itibaren insanlardan sâdece ona gönderdiği İslam Dini’ni kabul
    edeceğini bildirmiştir. Bu konudaki iki âyetin tercümeleri şöyledir:

    “Kim İslam’dan
    başka bir din ararsa, bilsin ki bu din onun için kabul edilmeyecek ve o âhirette
    kaybedenlerden olacaktır.[60]
    “Allah katında yegâne makbul din İslam’dır.”[61] 

     

    H. Nebî – Rasül Farkı, Peygamberlerin Sayısı Ve Dereceleri

     

    Rasül kelimesi, Arapçada
    “gönderilen kimse” manasına ge­lir, elçi ve temsilci demektir.
    Kur’ân-ı Kerim’de bu kelime Allah’ın elçisi mânâsına, özel bir görev ile
    gönderilen melekler ve Allah’ın mesajını insanlara tebliğ eden peygamberler
    için kullanılmıştır. Nebî kelimesinin lügat mânâsı ise, “haber getiren,
    yol gösteren kimse” dir. Bu kelime de peygamber karşılığı olarak
    kullanılır.

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Allah’ın elçileri olan peygamberler için bu iki isim de kullanılmış ve
    aralarında kesin bir ayırım gözetil-memiştir. Bir peygamber hakkında bir yerde
    “rasül” başka bir yerde “nebî” denilmiş, bâzı yerlerde ise,
    anlam farkı söz konusu olmaksızın, iki kelime birlikte kullanılmıştır. Ancak bu
    iki keli­menin birlikte geçtiği, “Biz, senden Önce hiç bir rasül ve hiç
    bir nebi göndermedik ki…[62] diye
    başlayan âyette, iki tâbir arasında bir anlam farkı olduğunu gösteren bir üslup
    söz konusudur.[63] Bu farka önem veren
    âlimlere göre rasül, Allah tarafından ken­disine kitap ve yeni bir din
    gönderilen ve bunu insanlara tebliğ eden peygamberdir. Nebî ise, müstakil
    şeriatı olmayıp kendisin­den önce gönderilmiş bir rasülün dinine tâbi olan ve
    bunu in­sanlara anlatan peygamberdir.[64]

    Buna göre rasüllük,
    nebilik mertebesinden üstündür. Her rasül aynı zamanda bir nebî olduğu halde,
    her nebî bir rasül değildir. Peygamberlerin içindeki rasüllerin görevleri daha
    önem­lidir; ancak sayıları nebilere göre çok azdır. Rasülullah (s.a.v.)’ den
    nakledilen bir rivayete göre, peygamberlerin toplam sayısı 124 bin olup, bunların
    sâdece 315’i rasüldür.[65]
    Türkçemizde elçi mânâsına gelen peygamber kelimesi, bu iki kelimeyi de karşı­lamaktadır.
    Farsça kökenli olan bu kelime “elçi, haber getiren” mânâsına gelir.

    Her biri fazilet
    timsali, ışık kaynağı, medeniyet mimarı ve insanlar için en güzel örnek olan
    peygamberler arasında Allah’ın elçileri olmak bakımından hiçbir fark yoktur.
    Onların tamamının Allah’ın elçileri olduklarına inanmak imanın altı şartından
    biri­dir. Bakara suresinin 285. âyetinde şöyle buyurulmaktadır:

    “Peygamber ve
    mü’minler, rabbi tarafından peygambere in­dirilene iman ettiler. Hepsi de,
    Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Allah’ın
    peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz dediler, işittik ve itaat ettik,
    Rabbimiz, affını dileriz, dönüş sanadır, diyerek yalvardılar.”

    Nisa suresinin 150-152.
    âyetlerinde de şöyle buyurulmuş-

    tur:

    “Allah’ı ve
    peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygam­berleri arasında aynm yaparak,
    ‘onların bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz’ diyerek ikisi arasında
    bir yol tutmak isteyen­ler, işte onlar, gerçekten kâfir olanlardır. Biz,
    kâfirler için alçaltım bir azap hazırlamışızdır. Allah’a ve peygamberlerine
    iman edip onlar arasında hiç bir aynm yapmayanlara gelince; zamanı geldi­ğinde
    Allah onlara mükâfatlarım verecektir. Ve Allah, çok bağışla– yıcı, rahmet
    kaynağıdır.”

    Diğer taraftan, her
    biri seçilmiş üstün bir şahsiyet olmak ve peygamberlik bakımından aralarında
    bir fark bulunmamakla birlikte, peygamberler arasında fazilet açısından derece
    farkı vardır. Bu husus, doğrudan Allah Teâlâ tarafından bildirilmiştir.

    Yüce Allah,
    peygamberlerin bâzılarını diğerlerinden üstün kıldı­ğını şöyle açıklamaktadır:

    “Şüphesiz ki biz,
    peygamberlerin bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık.[66]

    “İşte bu
    peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah, onların bazılarıyla
    konuştu, bâzılarının da derecele­rini yükseltti.[67]

    Peygamberlerden beşi
    “ülü’l-azm” diye isimlendirilmiştir. Onlar, peygamberlerin en
    faziletlileridir. Her birine yeni bir din gönderilmiş olan bu beş peygamber,
    risâlet görevini yerine geti­rirken büyük sıkıntılarla karşılaşmış ve bu uğurda
    üstün bir mücadele sergilemiştir. Onlardan Nuh (a.s.) tebliğ görevini bin yıla
    yakın sürdürdüğü halde, kendisine çok az kimse iman et­miş, o buna rağmen
    davetini büyük bir sabırla devam ettirmişti. İbrahim (a.s.), bu mücâdele
    uğrunda ateşe atılmayı göze almıştı; ancak Cenab-ı Hak onu kurtardı. Diğer üçü,
    Musa (a.s.), İsa (a.s.) ve Muhammed (a.s.) da büyük sıkıntılarla karşılaştılar.
    Bu­na rağmen görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Bu beş pey­gamberin
    isimleri Ahzâb suresinin 7. âyetinde birlikte geçmekte­dir:

    “Hani bir zaman
    biz, peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve
    Meryem oğlu İsa’dan da sağ­lam bir söz almıştık.”

    Allah Teâlâ, ülül-azm
    peygamberlerin, karşılaştıkları zor­luklara aldırmayıp, tebliğ görevlerini
    büyük bir sabırla yerine getirdiklerine işaret ederek şöyle buyurmuştur:

    “Nice
    peygamberler vardır ki, rablerine ihlâsla kulluk eden bir çok kimse onlarla
    birlikte savaşmışür. Allah yolunda kendile­rine isabet eden zorluklara
    aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah
    sabredenleri sever.[68]

    Cenab-ı Hak,, Sevgili
    Peygamberimiz’e, tebliğ görevini yeri­ne getirirken, büyük sabır ve sebat
    sahibi bu peygamberleri ör­nek almasını emretmiştir:

    “Ey Muhammed! Sen
    de, azim ve sebat sahibi (ülü’l-azm) peygamberlerin sabrettiği gibi sabret.
    Kâfirler için acele azap is­teme. Onlar, kendilerine va’dolunan günün dehşetini
    gördükleri zaman, dünyada sâdece gündüzün bir anı kadar kaldıklarını sa­nacaklardır.
    Bu apaçık bir tebliğdir. Dinden ayrılan bir topluluk­tan başka kim helak
    edilir?’[69]

    Bir başka âyette ise,
    bu beş peygamberden söz edilmekte ve yine Peygamberimiz’e hitaben şöyle
    denilmektedir:

    “Dini ayakta
    tutun ve onda ayrılığa düşmeyin, diye Nuh’a emrettiğini, sana vahiyle
    bildirdiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimizi Allah size de din
    kıldı. Fakat onlan kendisine çağırdığın bu din, Allah’a ortak koşanlara ağır
    geldi. Allah, diledi­ğini kendisine çeker ve kendisine yöneleni de doğru yola
    iletir.”[70]

    Sâvi, bu âyetin
    tefsiriyle ilgili olarak şöyle demiştir:

    “Bu âyette
    zikredilen peygamberler, peygamberlerin büyük­leri (ülü’l-azm.) ve büyük
    şeriatleri olan peygamberler oldukları için, Yüce Allah, bunları özellikle
    zikretmiştir. Bu peygamberlerden her birinin yeni bir şeriatı vardır. Bunların
    dışındakiler ise, kendi­lerinden önceki şeriatı tebliğ ile görevli olarak
    gönderilirlerdi. Bu iş, devamlı olarak, bir peygamberin peşinden diğeri, bir
    şeriatın arkasından bir diğer şeriat gönderilmek üzere rasüllerle pekişti­rilmiş
    ve nebilerle desteklenmiştir. Nihayet Yüce Allah, dinlerin en hayırlısı,
    peygamberlerin en üstünü bizim Peygamberimiz (s.a.v.)’ in dini ile bu işi sona
    erdirmiştir. Buradan anlaşılmıştır ki, bizim, yani Muhammed ümmetinin şeriatı,
    temel itikadlar ve hükümler konusunda, geçmiş bütün şeriatları içine almıştır.)[71]

    Peygamberlerin
    sonuncusu/ hâtemü’n-nebiyyîn olup[72] âlemlere
    rahmet olarak gönderilen,[73] Hz.
    Muhammed (s.a.v.), menzile ve mertebe bakımından rasüllerin en faziletlisidir.
    Pey­gamberler içinde, bütün insanlığa gönderilen tek peygamber odur. Diğer
    peygamberler ise, belirli ümmetlere veya belirli muhitlere   gönderilmişlerdir.   Peygamberimiz  Hz.  
    Muhammed’e hitlere gönderilmişlerdir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
    (s.a.v.) indirilmiş olan yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim de, semavî kitapların
    sonuncusu ve en üstünüdür. Kadı Iyaz’ın naklettiğine göre bâzı müfessirler,
    Cenab-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de diğer peygamberlere, “Ya Âdem, Ya Nuh,
    Ya Musa, Ya İsa” gibi isimle­riyle hitap ederken, sâdece peygamberimize
    açık ismiyle değil de, “Ey Nebi, Ey Rasül” diyerek nübüvvet ve
    risâlet sıfatıyla hitap etmesini, onun diğerlerinden üstünlüğünün bir delili
    olarak ka­bul etmişlerdir.[74]
    Rasülullah’ın (s.a.v) şanını yüceltmek maksa­dına bağlanan bu âyetlerden onüçünde
    “Yâ eyyuhe’n-nebiy” iki­sinde ise “Yâ eyyuhe’r-rasül”diye
    hitap edilmiştir.

    Böyle olmakla birlikte
    Sevgili Peygamberimiz, peygamberler arasında fark gözetilmesinden ve kendisinin
    diğerlerinden üstün gösterilmesinden hoşlanmamış; bütün peygamberlere karşı
    saygı ve hürmet gösterilmesini istemiş ve buna büyük önem vermiştir. Ebu
    Hureyre’den rivayet edildiğine göre, sahabilerden biri, bir yahüdî ile
    tartışmıştı. Tartışma sırasında, sahâbî “Muhammed (s.a.v.)’i âlemlere
    üstün kılana andolsun!” diye yemin ederken, yahûdî “Musa’yı âlemlere
    üstün kılana andolsun!” demişti. Onun bu sözüne kızan müslüman ona bir
    tokat indirmişti. Yahüdî, derhal Rasülullah’a giderek, kendisini döven
    müslümanı şikâyet etti ve tartışmalarını ona anlattı. Bunun üzerine Rasülullah
    (s.a.v.) şöyle buyurdu:

    “Beni Musa’ya
    tercih etmeyiniz!”[75]

    Aynı konuyla ilgili
    olarak şöyle dediği de nakledilmiştir:

    “Peygamberler
    arasında fazilet ayırımı yapmayınız… Ben, hiç bir kimsenin Yunus b. Metta’dan
    daha efdal olduğunu söyteyemem.[76]

    Başka bir defa Rasülullah’a
    insanların en keremlisinin kim olduğu sorulmuştu. “Allah’tan en çok
    korkanlar?’ cevabını verin­ce, soruyu soranlar, “Bizim sormak istediğimiz
    bu değil dediler.”

    Bunun üzerine,  “İnsanların en keremlisi, İbrahim
    Halilullah oğlu nebî oğlu nebi oğlu Allah’ın nebisi Yusuf tur.” dedi.[77]

    Peygamberimiz’in
    (s.a.v) bu hassasiyeti sayesindedir ki, müslümanlar arasında rasül ve nebilerin
    tamamına karşı, bü­yük bir hürmet ve edeb hissi gelişmiş, onların arasında
    ayırım yapmak hoş karşılanmamıştır. Peygamberlerin tamamı, Yahûdî ve
    Hıristiyanların kendilerine atmış olduğu tüm töhmet ve iftira­lardan uzak
    tutulmuştur. Onların pak ve nezih oldukları husu­sunda hiç bir şüpheye yer
    yoktur. Dolayısıyla, İslâm’ın peygam­berler hakkındaki bu doğru ve kesin
    bilgileriyle nübüvvetin ger­çek mâhiyeti belirlenmiş, Ehl-i Kitab’ın bu hassas
    konudaki tah­rifatına da son verilmiştir. [78]

     

    I. Peygamberlere Gönderilen Kitaplar Ve Sahifeler

     

    Allah Teâlâ,
    peygamberlerden dördüne birer kitap gönder­miştir. Musa’ya (a.s.) Tevrat’ı, Davud’a
    (a.s.) Zebur’u, İsa’ya (a.s.) İncil’i ve son peygamber olan Hz. Muhammed’e
    (s.a.v.) Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir. Bu büyük kitapların yanında, dört peygam­bere
    de, hacim olarak daha küçük kitaplar demek olan suhuf/sahifeler verilmiştir.
    Kendilerine suhuf gönderilen pey­gamberler ve sahifelerinin hacimleri ise
    şöyledir: Hz.Âdem’e 10 sahife; Hz. Şît’e 50 sahife; Hz. İdris’e 30 sahife; Hz.
    İbrahim’e 10 sahife. Bunlar, toplam olarak 100 sahife tutmaktadır. [79]

     

    İ. Kur’ân-I Kerim Peygamberlerden Bâzıları Hakkııjda Bilgi
    Vermiştir

     

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    peygamberlerden bâzılarının tanıtıldığı, diğerleri hakkında ise bilgi
    verilmediği açıklanmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Şüphesiz ki biz, senden önce birçok pey­gamber gönderdik. Onlardan bir kısmını
    sana anlattık, bir kısmını da anlatmadık…”[80]

    Bâzı rivayetlerde, az
    önce geçtiği gibi, peygamberlerin top­lam sayısının 124 bin olduğu ifâde
    edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim,, onlardan sadece 25’i hakkında bilgi vermiştir.
    Buna göre, Kur’ân’da isimleri geçmeyen peygamberlere icmali/toplu iman,
    isimleri geçenlerin[81]
    peygamberliğine ise tafsîlî iman gerekir. Kur’ân’da isimleri geçen peygamberler
    şunlardır:

    Âdem, îdris, Nuh?
    Salih, Hûd, Şuayb, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Musa, Harun,
    Dâvud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Eyyûb, Zülkifl, Yunus, Zekeriya, Yahya, İsa,
    Muhammed (a.s.).

    Bu peygamberlerden
    onsekizinin ismi, En’am suresinin 84-86.âyetlerinde toplu olarak geçmektedir:

    “Biz, İbrahim’e,
    İshak’ı ve Ya’kub’u bahşettik. Ve hepsim doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh’u
    ve soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da
    doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükâ­fatlandırırız.
    Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da hidâyete erdirdik. Hepsi de sâlih
    kullanmızdandı. İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut’u da hidâyete erdirdik. Hepsini de
    âlemlere üstün kıldık.”

    Bu âyetlerde isimleri
    sayılanların ve diğer yedi peygambe­rin isimleri, çeşitli âyetlerde müteaddit
    defalar zikredilmiştir.

    Kur’ân-ı Kerim’de
    isimleri geçen Üzeyir[82]
    Lokman[83], ve
    Zülkarneyn[84] ile Hz. Musa’nın birlikte
    yolculuk yaptığı ve kendisinden önemli şeyler öğrendiği sâlih kulun[85]-ki,
    hadislerde bu şahsın Hızır (a.s.) olduğu bildirilmiştir- peygamber
    olup-olmadık-ları hususunda ise ihtilaf vardır. Müfessir ve tarihçiler arasında
    Hz. Üzeyir’in peygamber olduğu görüşü oldukça yay­gındır. Buna dayanarak
    eserimizde onu da tanıttık. [86]

     

    K. Peygamberlerin Müşterek Dini İslamdır

     

    Bütün peygamberlerin
    müşterek dini olan İslâm, Allah’ın birliği ve peygamberliğin umumîliği
    temelleri üzerine oturmuş­tur. Bu din, Hz. Âdem, Hz. Musa, Hz. İsa ve gelmiş
    geçmiş bütün peygamberlerin ümmetlerine getirmiş oldukları dindir. Kur’ân-ı
    Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:

    “Allah’ın
    dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa, hepsi, ister
    istemez, O’na teslim olmuştur. Ve yine O’na döneceklerdir.

    Ey Muhammedi De ki:
    Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına
    indirilene; Rableri tara­fından Musa’ya, isa’ya ve bütün peygamberlere
    verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allah’a teslim
    olan müslümanlanz,[87]

    Bütün peygamberler,
    kavimlerine kendilerinin Allah’a tes­lim olan müslümanlar olduklarını
    açıklamışlardır. Nuh (a.s.), bu hususta şöyle demiştir:

    “Eğer davetimden
    yüz çevirirseniz, zâten ben sizden bunun karşılığında bir ücret istemedim.
    Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O’nun emirlerine itaat
    eden) Müslüman­lardan olmakla emrolundum.[88]

    Bu bayrağı
    taşıyanlardan Hz.İbrahim ve torunu Hz. Yakub nakkmda da şöyle denilmektedir:

    “Kendini
    bilmezlerden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir? And olsun ki, dünyada
    onu önder seçtik, şüphesiz O, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, ‘Müslüman oV
    buyurduğunda, ‘Alemlerin rabbine teslim oldum.’ demişti, ibrahim, bunu oğullarına
    vasiyet etti. Yakub da, , ‘Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inana
    bahşetti; Öyleyse siz de ancak O’na teslim olmuş müslümanlar olarak can verin!’
    dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına,
    ‘Benden sonra neye tapacaksınız?’ diye sormuştu; Onlar da, ‘Senin rabbine ve
    atala­rın İbrahim, ismail, İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz,
    bizler O’na teslim olmuş müslümürilanz.’ demişlerdi.[89]

    Bu hakikat, Hz. Yusuf
    tarafından da şöyle ifade edilmiştir: “Ey Rabbim! Sen bana bir parça mülk
    verdin ve bana düşle­rin yorumunu Öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!
    Dünyada da, âhirette de benim yârim sensin! Beni Müslüman olarak öldür ve beni
    iyilere kat!”[90]

    Hz. İsa ve havarileri
    de aynı şeyi söylemişlerdi: “İsa insanların inkârlarını hissedince, ‘Allah
    uğrunda yar­dımcılarım kimlerdir?’ dedi. Havariler, ‘Biz Allah’ın dininin yar­dımcılarıyız.
    Allah’a inandık, müslüman olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine
    inandık, Peygambere uyduk; bizi şa­hit olanlarla beraber yaz.’ diye cevap
    verdiler.[91]

    Bu kervanın son
    temsilcisi Sevgili Peygamberimiz, Hz. Â-dem’den kendisine kadar, bütün
    peygamberlerin aynı din üzere olduklarını şöyle ifade etmiştir:

    “Dünya ve
    âhirette îsa b. Meryem’e en yakın olan benim, Zî-ra bütün peygamberler
    birbirlerinin kardeşi gibidirler. Sanki bir babadan ve ayn ayn annelerden
    doğmuşlardır. Onların dinlen de birdir ve aynıdır.[92]

    Cenab-i Hak, önceki
    peygamberlerden, sonra gelecek pey­gamberlere ve yine özellikle son peygamber
    olan Hz. Muham-med’e (s.a.v.) iman ve yardım hususunda kesin bir söz alıyordu.

    Buna göre
    peygamberler, kendilerinden sonra gelecek peygam­berleri kavimlerine
    müjdelerler ve o peygamberlerin zamanına yetişecek olanlara onlara iman
    etmelerini emrederlerdi. Nitekim, Rasülullah (s.a.v) zamanında yaşayan Yahûdî
    ve Hıristiyanlarla ilgili olarak şöyle buyurulmuştur:

    “Bir zaman Allah,
    peygamberlerden, ‘Ben size Kitap ve hik­met verdikten sonra nezdinizdeküeri
    tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz.’
    diye ke­sin söz almış, ‘İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?’
    dediğimde, onlar ‘İkrar ettik.’ demişlerdi. Allah da: ‘Şahit olun, ben de
    sizlerle birlikte şahitlerdenim.’ demişti.[93]

    Görüldüğü gibi,
    Peygamberimiz hakkında, önceki peygam­berlere verilen kitaplarda da bigi
    bulunuyordu. Bütün peygam­berler, zamanına ulaştıkları takdirde, ona iman ve
    yardım sözü vermişlerdi. Bu sorumluluk onların ümmetlerini de bağlıyordu.
    Âyette geçen “size bir peygamber geldiğinde” ifadesinin doğrudan muhatabı
    ise, Hz. Peygamber’in muasırı olan yahüdîler ve hıristiyanlardı.[94]

    Dolayısıyla
    Rasülullah’m {s.a.v.) hem ismi hem de sıfatlan, Tevrat ve İncil’de mevcuttu. Ne
    var ki, Yahüdî ve Hıristiyan din adamları, Peygamberimiz hakkındaki bilgileri,
    üzerlerinde iste­dikleri şekilde kalem oynattıkları bu kitaplardan çıkarmaya ça­lıştılar.
    Ancak onların bu ihanetlerine rağmen yine de eldeki Tev­rat ve İncil
    nüshalarında, Hz. Peygamber’i rahat bir şekilde ta­nımaya yetecek ölçüde bilgi
    kalmış bulunmaktadır. Bu kitaplar üzerinde yapılan araştırmalar,
    Peygamberimiz’e dair isim ve sı­fatları ve onunla ilgili bilgileri açık bir
    şekilde ortaya çıkarmış­tır.[95]

    Ehl-i Kitab din
    adamlan, bu bilgileri sayesindedir ki, bir âyette haber verildiği gibi, Peygamberimizi
    Yüce Allah’ın ifadesiyle öz oğullarını tanıdıkları kadar kesin bir şekilde
    tanıyorlardı. Ancak buna rağmen, kıskançlık başta olmak üzere çeşitli sebep­ler
    yüzünden, onlardan çok azı ona İman etti:

    “Kendilerine
    kitap verdiğimiz (Yahudi ve Hıristiyanlar), pey­gamberi, oğullarını tanıdıkları
    gibi tanırlar. Onlar, nefislerini hüs­rana uğratanlardır; onlar iman etmezler.[96]

    Peygamberlerin tebliğ
    ettiği inanç esasları arasında hiç bir fark yoktur. Hz. Âdem ile son peygamber
    Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in getirdiği İman esasları aynıdır. Bu esaslar, diğer
    bir ifâdeyle îmanın şartları, bilindiği gibi, Allah’a, meleklerine,
    kitaplarına, peygamberlerine, âhirete ve kadere inanmaktır. Peygamberlere
    gönderilen dinlerde bu iman esasları aynı kalırken, diğer dînî hükümler ve
    hukuka bağlı konularda ise kemâle doğru giden değişiklikler olmuştur.

    Önceki dinler,
    insanlar tarafından tahrif edilmiş, gerek i-man esasları gerekse dînî hükümler
    ve hukuk kuralları büyük ölçüde değiştirilmiştir. Yüce Allah, gönderdiği
    dinlerin tahrif e-dilmesinden sonra yeni peygamberler göndererek mesajını yeni­den
    insanlığa ulaştırmıştır. Bu durum son peygambere kadar böyle devam etmiştir.
    Onların sonuncuları olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gönderilen son
    din İslâm ise, eski din mensuplarının yapmış oldukları her türlü tahrifatı,
    ilâve ettikleri uydurma hüküm ve hurafeleri bertaraf etmiş, tevhid akidesini
    sapık fikirlerden temizlemiş ve aslî haline getirmiştir. Tek hak din olan Yüce
    İslâm dinini en mütekâmil haliyle ve cihanşümul bir şekilde ortaya koymuştur. Dolayısıyla,
    bundan sonra İslâm’a girmek bütün insanlık için bir mecburiyet olmuştur. Yüce
    Allah katında yegâne geçerli din, tek kurtuluş yolu budur:

    “Kim, îslâm’dan
    başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse, âhirette de
    hüsrana uğrayanlardan ola­caktır.[97]
    İnsanlığa gönderilen son ilâhî din olarak İslâmiyet, her türlü tahrifattan ve
    noksanlıklardan korunmuştur. Hem de Kı­yamete kadar sürecek bu koruma, doğrudan
    onu gönderen Allah Teâlâ tarafından garanti edilmiştir:

    “Kur’ân’ı biz indirdik,
    şüphesiz ki, onun koruyucusu da biziz.[98]

    “Şüphesiz ki,
    Kur’ân kendilerine gelince onu inkâr edenler mutlaka cezalandırılacaktır.
    Şüphesiz o Kur’ân, aziz bir kitaptır. Ona ne önünden, ne de arkasından bâtıl
    söz sokulabilir. O, hik­met sahibi ve ham.de lâyık olan Allah tarafından
    indirilmiştir.[99]

     

    L. Peygamberlerin Davetinin Özellikleri

     

    1. Davetleri Rabbânî Bir Davettir

     

    Rabbani davetten
    maksat, davetin Allah Teâlâ tarafından gönderilen bir vahye dayanmış olmasıdır.
    Peygamberlerin daveti, gördükleri zulüm ve haksızlıkları kaldırmak için, üstün
    akıl ve zekâlarının veya engin tecrübelerinin neticesi olarak kendilikle­rinden
    başlattıkları bir hareket değildir. Peygamberlerin getirdiği her şeyin kaynağı
    vahiydir. Onların görevi, Allah Teâlâ’nm emir­lerini insanlara ulaştırmaktan
    ibarettir. Bu bakımdan onlar, diğer liderlerden, ıslahatçılardan, düşünür ve
    filozoflardan çok farklıdırlar. Onların davetinin kaynağıyla ilgili bu gerçeği
    dile getiren âyetlerden bâzılarının anlamı şöyledir:

    “Onlara
    âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (Öldükten sonra) bize kavuşmayı
    beklemeyenler, ‘Ya bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir!’ dediler.
    Ey Muhammed! Onlara şöyle de: ‘Onu kendiliğimden değiştirme yetkisine sahip
    değilim. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Eğer rabbime karşı gelirsem,
    elbette büyük günün azabından korkarım.’

    (Ey Muhammed) de ki:
    Eğer Allah dileseydi, Kur’ân’ı size okumazdım. Allah da, onu size bildirmezdi.
    Nitekim, daha önce yıllarca aranızda yaşadığım halde böyle bir şey yapmamıştım.
    Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”[100]

    “İşte böylece
    sana da emrimizle Kur’ân’ı vahyettik. Sen da­ha önce, kitap nedir, iman nedir
    bilmezdin. Fakat Biz, onu bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla
    hidâyete eriştiririz. Şüphesiz ki sen, doğru bir yolu göstermektesin.[101]

    “Allah, kendi
    emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile gönderir: Benden
    başka ilah olmadığını insanlara bildi­rin ve bu hususta onları uyann ve ancak
    benden korkun, der.”[102]

    Bu âyetlerden de
    anlaşıldığı gibi, peygamberler, kendi duy­gularına veya hâriçten gelen bir
    takım baskılara boyun eğmezler. Kendilerine gönderilen emirlerde asla bir
    değişiklik yapmazlar. Nitekim, Cenab-ı Hak, Rasülullah (s.a.v) hakkında şöyle
    buyur­muştur:

    “O, kendi arzu ve
    hevâsından konuşmaz, onun her konuş­tuğu, Allah tarafından vahyedilen bir
    vahiyden başka bir şey de­ğildir.”[103]

    Allah’ın emirlerini
    tebliğ etmek görevini yürüten peygam­berler, karşılaştıkları sıkıntılara sonuna
    kadar katlanırlar. Ken­dilerine teklif edilen hiç bir dünyalık karşılığında mücâdelelerin­den
    vazgeçmeyi kabul etmezler. Bunun en kuvvetli delilleri, Sev­gili
    Peygamberimiz’in hayatının her safhasında mevcuttur. Nite­kim, açık davetin
    başlamasından sonra, kendisine gelen müşrik liderler, davasından vazgeçmesi
    için, para, kadın ve başkanlık gibi, dünyalık olarak ne isterse vereceklerini
    söylemişlerdi. An­cak O, “Bu işten vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı
    sol elime koysanız dahi, Allah bu işi güçlendirene veya bu uğurda ölene kadar
    bundan vazgeçmem.” buyurdu.”[104]  

     

    2. Görevleri Karşılığında Dünyalık Beklemezler

     

    Peygamberler,
    görevlerinden vazgeçmeleri şartıyla yapılan dünyalık tekliflerini kabul
    etmedikleri gibi, yaptıkları görev kar­şılığında hiçbir insandan bir ücret veya
    menfaat da ummazlar. Onlar, karşılığı ancak Allah’tan beklerler ve
    faaliyetlerini O’nun rızası ve âhiret sevabı için yaptıklarını açıklarlar. Bu
    hakikati dile getiren âyetlerden bâzıları şunlardır:

    Hûd (a.s.), kavmine
    hitap ederken şöyle demiştir:

    “Ey kavmim!
    Allah’ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum.
    Benim mükâfatım ancak Allah ta­rafından verilecektir.”[105]

    Rasülullah’a da
    (s.a.v.) şöyle emredilmiştir:

    “İşte o
    peygamberler, Allah’ın kendilerini hidâyete ulaştırdı­ğı kimselerdir. Sen de
    onların yoluna uy. De ki: Ben, peygamberlik görevime karşılık sizden bir ücret
    istemiyorum. Bu Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.[106]

    “(Ey Rasülüm) de
    ki: Bu görevime karşılık, ben sizden bir ücret istemiyorum. “[107]

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığı gibi, peygamberler, maddî bir ka­zanç veya dünyevî bir menfaat için
    çalışmazlar. Onlar, bu yüce görevlerinin karşılığını sâdece Cenab-ı Hak’tan
    beklerler, O’nun rızasını ve ahiret sevabını gözetirler. Kureyş müşrikleri ile
    Rasül-i Ekrem (a.s.) arasında geçen bir konuşma, bu gerçeği açık bir şekilde
    ortaya koymaktadır:

    Kureyş müşrikleri, Hz.
    Peygamber (s.a.v)’e şöyle dediler:

    “Ey Muhammedi
    Seninle konuşmak için sana haber yolla­dık. Allah’a andolsun ki biz, Araplar
    arasında, senin kavminin başına getirdiğin hâdisenin benzerini kavminin başına
    getiren bir başka adam bilmiyoruz. Sen babalarımıza ve dedelerimize sövüp
    saydm, dinimizi kötüledin, ilâhlarımıza dil uzattın. Bizi aklı ermezler olarak
    niteledin ve birliğimizi dağıttın. Sonra ara­mızda yapmadığın kötü iş kalmadı.
    Eğer, ortaya attığın bu söz­lerle dünyalık ele geçirmek istiyorsan
    mallarımızdan sana bir şeyler toplayalım da hepimizin en zengini ol. Yok sen bu
    hareke­tinle şeref peşinde isen, seni kendimize başkan yapalım. Eğer bir
    saltanat istiyorsan, seni başımıza hükümdar dikelim. Yok şu sana gelen cin
    içini kapladıysa, ki bu bazan olabilir, seni tedavi ettirmek için mallarımızı
    harcayalım ve şifa bulmanı sağlayalım veya ödevimizi yapmış olup sorumluluktan
    kurtulalım.”

    Bu sözleri dinleyen
    Rasülullah, onlara şöyle cevap verdi: “Dediğiniz dünyalıklarla hiçbir alâkam
    yoktur; beni cin de kaplamış değildir. Sonra sizin için ortaya attığım mesele
    ile, ne mallarınızı almayı ne aranızda şeref sahibi olmayı ve ne de başı­nıza
    hükümdar olmayı istiyorum. Ancak Allah beni size bir elçi olarak yolladı ve
    bana bir kitap indirdi; sizin için müjdeleyid ve korkutucu olmamı emretti. Ben
    de Allah’ın bana yüklediği pey­gamberlik mesajını size bildirdim. Size öğüt
    verdim. Şimdi siz, size bildirdiklerimi benimserseniz, dünyada ve âhirette
    mutluluğa u-laşmış olursunuz. Benimsemezseniz, Allah’ın emrini yerine getir­mek
    uğrunda her şeye katlanacağım. Allah, benimle sizin aranız­da hükmünü verene
    kadar, davetimi devam ettireceğim..[108]    

     

    3. İnsanları Sâdece Allah’a Kulluğa Çağırırlar

     

    Peygamberlerin
    davetinin en önemli özelliği, yeryüzünde sâdece Allah’a ibâdet edilmesi ve
    dinin ona tahsis edilmesi için çalışmaktır. Gönderilmiş olan bütün
    peygamberler, insanları kullara kul olmaktan kurtulup sâdece kendilerini
    yaratan Ce-nab-i Hakk’a kulluğa çağırmışlardır. Allah Teâlâ, elçilerini, bu görevi
    yerine getirmeleri ve insanları tevhid inancına çağırmaları için göndermiştir.
    Bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Oysa onlar, dini
    sâdece Allah’a tahsis ederek, hakka eği­lip, sâdece Allah’a ibâdet etmekle,
    namazı kılmak ve zekatı ver­mekle emrolunmuşlardır. İşte sağlam din de budur.”[109]

    “Ey Muhammedi
    Biz, senden önce hiç bir peygamber gön­dermedik ki, ona, ‘Benden başka ilâh
    yoktur. O halde sâdece bana ibâdet edin.’ diye vahyetmemiş olalım.”[110]

    Dolayısıyla, her
    dönemde ve her çevrede görev yapmış olan peygamberlerin ilk ve en büyük
    vazifesi, tevhid akidesini düzel­terek insanların  Cenab-ı Hakk’a, doğru bir şekilde
    inanmalarını ve sâdece ona kulluk etmelerini sağlamak, kul ile Rabbi arasın­daki
    ilişkileri düzeltmek ve dinin sâdece Allah’a tahsis edilmesini sağlamak
    olmuştur. Bu görevlerini yerine getirirken Onlar, kendi zamanlarında hâkim
    olan, ya insanlar tarafından yontulmuş putlara, veya uydurulmuş çeşitli
    tanrılara ya da ilâhlaştırılmış sâlihlere ve din adamlarına tapmak gibi çeşitli
    suretlerde teza­hür eden bâtıl inançlara karşı mücadele etmişlerdir.[111]

    Peygamberler,
    insanları Allah’ın emirlerine teslim olmaya, O’na itaata ve sâdece O’na kulluk
    etmeye çağırırken düşünce ve hedeflerini üç temele dayandırmışlardır:

    a.
    İnsanların itaat etmesi gereken tek otorite Allah Teâlâ’ dır. Tüm sosyal,
    hukukî ve ahlâkî sistemler, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda kurulmalı;
    hayat ve uygarlık bu temel ü-zerine oturtulmalıdır.

    b.  Allah’ın temsilcileri olarak görev yapan
    peygamberlere mutlak itaat gerekir.

    c. Eşyayı,
    temiz-pis, güzel-çirkin, helâl-haram diye vasıf­landırma hakkı sâdece Allah’a
    ve O’nun elçileri olmaları bakı­mından peygamberlerine aittir.[112]   

     

    4. Davetleri Sâdedir-Maksat ve Hedef Açıktır

     

    Peygamberlerin daveti,
    sâde ve anlaşılır olup, tekellüften uzaktır. Onlar, fıtrata uygun olan hikmet
    yolunu takip ederek insanlara anlayabilecekleri tarz ve ölçüde hitab ederler.
    Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Ey peygamber!
    İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğüt­le davet et. Onlarla en uygun
    şekilde en inandırıcı yöntemlerle tanış. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları
    da, doğru yolda yürüyenleri de çok iyi bilir.”[113]

    Bu âyetten peygamberi
    davetin, âlim ve câhil herkesin an­layabileceği sadelikte olması gerektiği
    anlaşılmaktadır. Bu davet, anlaşılması zor bir davet olmayacaktır. Bu hususta
    en başarılı metod, sanatsal tartışma ve kelâmı münakaşalardan uzak kala­rak,
    anlaşılması kolay ve fıtrata uygun bir şekilde yürütülmesi­dir.

    Nitekim Hz. Aişe
    (r.a.), Rasül-i Ekrem (a.s.)’m, sözlerini kendisini işiten herkesin
    anlayabileceği seviyede açık ve net ola­rak söylediğini, belirtmiştir.[114]

    Bu özellikleriyledir
    ki, Kur’ân-ı Kerina’in delilleri, her insa­nın faydalandığı gıdalara,
    kelâmcılarm delilleri ise insanların ancak az bir kısmının faydalanıp çoğunun
    zarar gördüğü ilaçla­ra benzetilmiştir. Kur’ân delilleri, hem güçlü adamların
    hem de küçük çocukların yararına olan suya; diğer deliller ise güçlü kimselerin
    bazen yararına bazen de hastalığına sebep olan ve çocukların ise asla
    yararlanamadığı gıdalara teşbih edilmiştir.[115]

    Râzî de şöyle
    demiştir:

    “Kelâmı isbat
    yollarım ve felsefi metodlan düşündüm, onları hastalara şifa verir, susayanı
    kandırır bulmadım. İkna yollarının en uygunu olarak, Kur’ân yolunu buldum. Her
    kim benim gibi bu­nu tecrübe edecek olursa, benim ulaştığım neticeye
    vanr,”[116]

    Peygamberler,
    insanları açık bir hedefe ve açık bir inanca çağırmışlardır.

    “Ey Muhammedi De
    ki: İşte benim yolum budur. Ben ve ba­na uyanlar, aydınlık bir yol üzerindeyiz,
    insanları Allah’ın yoluna bilgiyle davet ederiz. Allah’ı her türlü
    noksanlıklardan tenzih ede­rim. Ben müşriklerden değilim.”[117]    

     

    5. Dünya-Ahiret Dengesi Kurulur

     

    Peygamberlerin
    maksadı, dünyanın güzelliklerine ve haya­tın zevklerine dalmak değil; bunlardan
    ihtiyacı giderecek bir öl­çüde yararlanmaktır. Onlar, dünyada bolluk ve lüks
    içinde ya­şayabilecek maddî varlığa sahip oldukları halde, darlık ve sıkmtılarla
    dolu bir hayat yaşamışlardır. Dünyada zâhidâne bir hayat sürmüşler, asıl
    hazırlıklarını âhiret için yaparak bakî olanı fânî olana tercih etmişlerdir:

    “İyiler için
    Allah katında olan şeyler daha hayırlıdır. “[118]
    “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Allah’tan
    korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Aklınızı kul­lanmaz mısınız?”[119]

    “Ey Muhammedi Bir
    kısım kâfirlere, kendilerini imtihan et­mek için verdiğimiz dünya hayatının
    süsünde sakın gözün kal­masın. Rabbinin nzkı hem daha hayırlı hem daha
    süreklidir. “[120]

    Peygamberlerin dünyada
    nasıl bir hayat yaşadıklarının en canlı örneği şüphesiz Sevgili Peygamberimiz
    (s.a.v.)’in sâde haya­tıdır. Bilindiği gibi, onun hanımları, kendisinden bâzı
    zînet eşya­ları ve daha bol bir geçim istemişlerdi. Onların lüks bir hayat
    istemeleri üzerine inen vahiy, kendilerine ağır bir ders oldu. Çünkü Cenab-i
    Hak, Hz. Peygamber’e, sadelikten ayrılmamasını, hanımlarını ise bu sâde hayat
    tarzı ile kendisinden boşanmak hususunda muhayyer bırakmasını emrediyordu:

    “Ey Peygamber!
    Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size
    boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı,
    Peygamberi’ni ve âhiret yurdunu istiyorsanız, biliniz ki, Allah, içinizden
    güzel dav­rananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. “[121]

    Bilindiği gibi, bu
    durum karşısında onların tamamı, dünya zevklerini değil, Efendimizle birlikte
    kalmayı ve sâde hayatı ter­cih ettiler. Bir daha da benzeri bir talepte
    bulunmadılar. [122]      

     

    6. Peygamberler Allah’ın Yardımıyla Başarıya Ulaşırlar

     

    Bütün peygamberler,
    kavimlerini şirkten kurtarıp, gönülle­re tevhid akidesini yerleştirmeye
    çalışmışlardır. Aynı şekilde in­sanları gaybe imana çağırmışlardır. Onlarla
    şirki terk etmeyen kavimler arasındaki mücâdelenin ağırlık noktasını tevhid
    akidesi teşkil etmiştir. Bu mücâdele, Cenab-i Hakk’m yardımı sayesinde
    peygamberlerin zaferiyle bitmiştir. Mealini verdiğimiz şu âyetler, bu ebedî
    gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:

    “Kâfirler
    peygamberlerine dediler ki: Elbette sizi ya yurdu­muzdan çıkaracağız, ya da
    mutlaka dinimize döneceksiniz! Rab-leri de peygamberlere şöyle vahyetti:
    Zalimleri mutlaka helak ede­ceğiz! Ve ey inananları Onlardan sonra sizi mutlaka
    o yerde yer­leştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakı­nan
    kimselere mahsustur. Peygamberler, fetih istediler, Allah da verdi Her inatçı
    zorba da hüsrana uğradı. “[123]

    “Andolsun ki,
    peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır.
    Bizim ordumuz, şüphesiz üstün gelecektir.[124]

    “Şüphesiz
    peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında, hem şahitlerin
    şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.”[125]     

     

    M. Peygamberlerin Sıfatları

     

    Allah Tealâ,
    peygamberlerini, kendisiyle kullan arasında elçilik yapmaları için seçmiş,
    beşer içinden sâdece onları vahiy emânetini taşımak ve vahyi insanlara
    ulaştırmakla görevlendir-mistir. Cenab-ı Hakk’m kendilerine yüklediği bu önemli
    görev, peygamberlerin, ahlâk bakımından en mükemmel, ilim bakımın­dan en ileri,
    emânet bakımından en ehil, soy bakımından en asil insan olmalarını gerekli
    kılmıştır. Peygamberler, pek çok âyette en üstün sıfatlarla tavsif
    edilmişlerdir. Onlar, bir beşer olarak, yerler, içerler, sağlıklı veya hasta
    olurlar, kadınlarla evlenirler. Onlar da diğer insanların başına gelen çeşitli
    sıkıntılarla karşı­laşmışlardır. Ancak onlar, kendilerinde mutlaka bulunması gereken
    bâzı üstün sıfatlarla donatılmışlardır. Onlara mahsus bu müşterek sıfatlar
    şunlardır: [126]

     

    1. Sıdk/Doğruluk

     

    İnsanların tamamında
    bulunması gereken bu özellik, pey­gamberler için ise mutlak şarttır. Doğruluk
    ve dürüstlük, pey­gamberlere yaratılışlarından itibaren verilmiş bir sıfattır.
    Onlar asla yalan söylemezler.

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    onların doğru sözlü oldukları sık sık tekrarlanmıştır:

    “Bu kitapta bir
    de ibrahim’i an. Gerçek şu ki, o özü sözü doğru bir peygamberdi.”[127]

    “Ve bu kitapta
    İsmail’i de an. Doğrusu, O da her zaman sö­zünde duran, doğru sözlü bir elçi,
    bir peygamber idi Ve halkına namazı ve zekâtı emrederdi ve O da Rabbinin
    katında hoşnutluk kazanmıştı.

    Ve bu kitapta İdris’i
    de an. O da özü sözü doğru bir nebî idi”[128]

    Peygamberlerin yalan
    söyleyebileceğini kabul etmek, dinin temelini sarsmak demek olur. Çünkü bu takdirde,
    Cenab-ı Hak’tan aldıkları vahye güven mümkün olmaz ve peygamberlerin kendi
    U3’durdukları sözleri Allah’a nispet etmeleri ihtimali ortaya çıkardı. Halbuki
    bu asla mümkün değildir. Allah Teâlâ, bunun imkânsızlığı hakkında şöyle
    buyurmuştur:

    “Eğer Muhammed,
    bize karşı, ona kendi sözlerinden bâzı sözler katmış ve onları bize isnad etmiş
    olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarım
    koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.[129]

    Peygamberimiz
    (s.a.v.), küçüklüğünden itibaren doğru söz­lülüğü ve eminliği ile meşhur olmuş;
    kavmi tarafından “es-sâdiku’1-emîn” diye isimlendirilmişti. En azılı
    düşmanları dahi, onun çocukluğundan itibaren asla yalan söylemediğini kabul
    ederlerdi. Ona iman etmedikleri halde, Ebu Cehil ve müslüman olmadan önce Ebu
    Süfyan’m yaptığı gibi, pekçok müşrik onun doğru sözlülüğünden şüphe
    etmediklerini itiraf etmişlerdi. Nite­kim İslâmiyet’in baş düşmanı Ebu Cehil,
    onu doğru ve emin bir kişi olarak biliyor; şahsına değil ancak getirdiği dine
    karşı çıkı­yordu. Bu gerçeği doğrudan Yüce Allah açıklamış ve onun bu tutumu
    hakkında şöyle buyurmuştur:

    “Ey Muhammedi.
    Onların söylediklerinin seni üzeceğini el­bette biliyoruz. Gerçekte onlar, seni
    yalanlamıyorlar; fakat o zâ­limler, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”[130]

    Yalancılık gibi,
    hainlik, insanların mallarını haksız yere almak vb. kötü huylar da,
    peygamberlerde asla bulunmaz. [131]

     

    2. Emânet/ Güvenilirlik

     

    Peygamberlerin emin
    olmaları, Allah’ın emir ve yasaklarını kullarına ulaştırmak görevini eksiksiz
    yerine getirmeleri demek­tir. Bütün peygamberler her bakımdan güvenilir
    kimselerdir; Allah’ın emir ve yasaklarını, üzerinde en ufak bir değişiklik yap­madan,
    indiği şekilde insanlara tebliğ etmişlerdir. Allah’tan baş­ka hiçbir kimseden
    korkmayan peygamberler, bu konuda başla­rına gelebilecek hiç bir şeyden
    çekinmemişlerdir:

    “O peygamberler,
    Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Al­lah’tan korkarlar ve O’ndan başka
    kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah yeter. “[132]

    Sevgili Peygamberimiz,
    emânetin önemini vurgularken, e-minliğin imanın ayrılmaz vasfı olduğunu
    belirterek şöyle buyur­muştur:

    “Emânet ehli
    olmayanın imanı da yoktur; ahdine bağlı ol­mayanın dini de yoktur.[133]

    “Gerçek mü’min o
    kimsedir ki, insanlar canlan ve mallan hususunda, ondan emin olurlar. “[134]

    “Emânet zayi
    olunca Kıyameti bekle.”[135]

     

    3. Tebliğ

     

    Tebliğ, peygamberlerin
    temel görevlerinden biridir. Mânâsı, peygamberlerin, kendilerine inen vahyi,
    hiç bir değişiklik yap­madan ve ondan hiç bir şeyi gizlemeden, olduğu şekilde
    insanla­ra ulaştırmalarıdır, Bu görevlerini yerine getirirken en küçük bir
    kusurları dahi düşünülemez. Onlar, tebliğde hiç bir eksiltme veya artırma
    yapamazlar. Böyle bir şeyin düşünülemeyeceği, şu âyetten açıkça
    anlaşılmaktadır:

    “Eğer Muhammed
    bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz kendisini kuvvetle yakalardık.
    Sonra da onun şah damarını koparırdık. Hiç biriniz de onu koruyamazdınız.”[136]

    Getirdikleri haberler,
    insanlar tarafından hoş karşüanmasa da durum değişmez. Her durumda Allah’ın
    emirlerini bütünüyle İnsanlara aktarırlar. Nitekim Nuh (a.s.), kavmine şöyle
    demiştir:

    “Dedi ki: Ey
    kavmim, bende bir sapıklık yok, ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir
    elçiyim. Size, rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum. Size öğüt
    veriyorum ve Allah tarafın­dan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”[137]

    Bütün peygamberler,
    tebliğ vazifesini hakkıyla yerine ge­tirmişler, aldıkları ilâhi emirleri
    harfiyyen insanlara ulaştırmış­lardır. Bu konuda Peygamberimiz’e hitaben şöyle
    buyurulmuş-ur:

    “Ey Peygamber!
    Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini
    yerine getirmemiş olursun. Al­lah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah,
    kâfirler toplumunu, doğru yola iletmez. “[138]

    Tebliğden ikinci bir
    maksat, peygamberlere inanmayan in­sanların, Kıyamet gününde küfürlerine
    mazeret bulmalarını or­tadan kaldırmaktır. Çünkü Allah, tebliğ ulaşmayan
    insanlara azap etmekten yücedir:

    “Biz, peygamber
    göndermedikçe, hiç bir kavme azap edecek değiliz,”[139]

    “Rabbin,
    şehirlerin anası olan Mekke’de onlara âyetlerimizi okuyacak bir elçi
    göndermedikçe, ülkeleri helak edici değildir. Ve Biz, halkı zâlim olmadan
    ülkeleri helak edici değiliz.”[140]

    “Ey Kitap ehli,
    elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk mey­dana geldiği sırada size
    Peygamberimiz geldi. Gerçekleri açıklıyor ki, yann kıyamette, bize bir müjdeleyici
    ve uyarıcı gelmedi, deme-yesiniz. İşte müjdeleyici ve uyarıcı geldi. Allah her
    şeye kadir­dir.”[141]     

     

    4. Fetânet/Zeki ve Üstün Akıllı Olmak

     

    Peygamberler, salim
    akıl, üstün zekâ ve keskin anlayış sa­hibi kimselerdir. Bunun zıddı olan
    ahmaklık ve aklî dengesizlik, peygamberler hakkında asla düşünülemez. Bu
    takdirde, hitap ettikleri kişileri ikna edemezler ve görevlerinde başarı
    sağlaya­mazlardı.

    Allah Teâlâ, İbrahim
    (a.s.) hakkında şöyle buyurmuştur:

    “Andolsun ki biz,
    İbrahim’e önceden, doğru yolu bulma kabi­liyetini vermiştik. Zâten biz onun
    peygamberliği yüklenebilecek olgun bir insan olduğunu biliyorduk.”[142]

    İbrahim’in (a.s.)
    Nemrut ve kavmiyle mücâdelesi, onun üs­tün bir akıl sahibi olduğunu açıkça
    göstermektedir. Diğer pey­gamberlerin tamamı da böyledir. Allah onlara ileri
    seviyede bir akıl ve doğruyu bulma kabiliyeti vermiş, onları harikulade bir
    zekâ ve ileri görüşlülükle teçhiz etmiştir. Kavimlerini iknada ba­şarılı
    olabilmeleri için, onları, insanların en akıllıları, en zekileri ve en keskin
    anlayışlıları kılmıştır. Onların bu seçkinliği, pey­gamber olarak
    seçilmelerinin hikmetini teşkil eder. Peygamberle­rin akıl, zekâ ve uyanıklık
    bakımından bu üstünlükleri, ömürleri ne kadar uzun olursa olsun, vefatlarına
    kadar devam eder. Bu, Allah’ın onlara, görevleri dolayısıyla özel bir lütfudur.

    Peygamberler,
    kendilerini halkın gözünde küçük düşüre­cek, halkı kendilerinden nefrete sevk
    edecek her türlü bedenî ve ahlâkî ayıp ve kusurlardan da uzaktırlar. Bu tür
    kusurlardan arınmış olarak yaratılmışlardır. Diğer insanların maruz kaldığı
    hastalıklara yakalansalar veya onların başına gelen çeşitli sıkın­tılara maruz
    kalsalar da, peygamberlerin insanları kendilerinden soğutup tiksindirecek
    bedeni rahatsızlıkları ve ayıpları yoktur. Hz. Eyyûb (a.s.) hakkında nakledilen
    bu neviden haberler, ye­rinde ele alınacağı gibi İsrâiliyyattan ibarettir;
    dolayısıyla kabul edilmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’de onun hastalığın­dan
    bahsedilen âyette bu türden teferruat bulunmamaktadır:

    “Eyyüb’u da
    hatırla. O, bir zaman Rabbi’ne ‘Doğrusu ben, bir derde yakalandım, sen
    merhametlilerin en merhametlisisin!’ diye duâ etmişti. Biz de duasını kabul
    edip yakalandığı derdi gi­dermiştik.”[143]

     

    5. İsmet/Günahlardan Korunmuştuk

     

    İsmet sıfatı, Allah
    Teâlâ’nm, peygamberlerini her türlü gü­nah ve kötülük işlemekten, haram ve
    münkerât irtikap etmekten korumuş olmasıdır. Bunun hikmeti, peygamberleri,
    insanlar için örnek kılmasıdır. Onlar, her türlü davranışlarıyla, en güzel ör­neklerdir.
    Eğer onlar günahlardan korunmamış olsalardı, kendi yaptıkları hatalardan diğer
    insanları sakındırmaları mümkün olmazdı.

    Peygamberlerin tamamı,
    başta şirk olmak üzere, hırsızlık, yalan­cılık, dolandırıcılık ve her türlü
    ahlâk dışı davranışlardan uzak olarak yaşamışlardır. Allah Teâlâ, bu kutsal
    görev için seçtiği elçilerini, her türlü günah ve çirkinliklerden korumuştur.
    Pey­gamberlerin bu kötülüklerden korunması, çocukluklarından itibaren başlar.
    Peygamberlik görevine getirilmelerinden önce mevcut olan günahlardan uzak
    kalma, kötülükler ve çirkinlikle­re asla yaklaşmama ve her türlü kötülükleri
    terk özelliği, peygamberlikleri döneminde daha kuvvetli bir şekilde devam eder.
    İman ve ibadetle olgunlaşan bu sıfatlar, en üstün ahlâk noktasına ulaşmıştır.
    Mevdûdî, onların masumiyetinin hikmetini na ulaşmıştır. Mevdûdî, onların
    masumiyetinin hikmetini izah eder-ken şöyle demiştir:

    “Peygamberlerin
    masum olmalarının anlamı şudur; Kendi­leri insanlığın bütün zaaf ve
    kuvvetlerini taşımalarına, her türlü insanî duygu, arzu, istek ve düşünceye
    sahip olmalarına rağ­men, kasten hiç bir günah işlemeye yeltenmeyecek kadar
    nefis­lerine hakim olup, Allah’tan son derece korkarlar. Vicdanları öylesine
    sağlam ve temizdir ki, nefislerinin kendilerini günaha itecek tüm isteklerine
    anında karşı koyabilirler. Nefislerini her zaman kontrol edecek güçtedirler.
    Şayet istemeden veya farkında olmadan ufak bir yanlışlık yapacak olurlarsa,
    Allah tarafından derhal ikaz edilir ve hataları anında düzeltilir. Çünkü bir
    pey­gamberin en ufak hatası, ümmetine pahalıya mal olur. Peygam­ber doğru
    yoldan zerre kadar sapmış olursa, peşinden koşan kitleler tamamen yollarını
    sapıtırlar.”[144]

    Peygamberlere mahsus
    ismet sıfatının tüm işaretlerini, Rasül-i Ekrem’in (s.a.v.) hayatında canlı bir
    şekilde görmekteyiz. Cenab-ı Hak, onu yüceltmek ve peygamberlikle görevlendirmek
    istediği için, çocukluğundan itibaren Cahiliye’nin bütün çirkin­liklerinden
    muhafaza etmiştir. O, olgunluk çağına ulaştığında, kavminin en soylusu, en
    faziletlisi, insanlara karşı en iyi davra­nanı, en güzel ahlaklısı, en doğru
    sözlüsü, en güveniliri ve in­sanları kirletecek çirkinliklerden en uzak olanı
    olarak biliniyor­du. Hatta kavmi, Cenab-ı Hak tarafından onda toplanmış bu
    güzel hasletleri dolayısıyla, onu gençlik yıllarından itibaren
    “el-emîn” diye isimlendirmişti. Sakin ve üstün bir tabiata sahip
    olup, fesatçılık ve bozgunculuk nedir bilmezdi. Kimseyle kavga etmez, hiç kimseye
    incitici söz söylemezdi.[145]

    Müslümanların
    peygamberler hakkındaki inançları bu şe­kildedir. Buna karşılık, Ehl-i Kitap
    adıyla bilinen yahûdîler ve hıristiyanlar, peygamberleri diğer insanlardan
    ayırmamışlar ve onların da her türlü günah ve çirkin hareketleri işlediklerini
    ka­bul etmişlerdir. Yahudilerin elinde tahrif edilmiş halde bulunan kutsal
    kitaplarında, bâzı peygamberlere nispet edilen öyle çirkin günah ve davranışlar
    vardır ki, müşlümanlar bunları okumak­tan dahi hicap duyarlar.

    Bu tür rivayetler,
    yahûdîlerin peygamberler hakkında uy­durmuş oldukları iftiralardan ibarettir.
    Hıristiyanlara gelince, Hz. İsa (a.s.)’m ulûhİyetine dair inançlarına binâen,
    tek raa’sura olarak Hz. İsa (a.s.)’ı kabul ederler, öbür peygamberlerin ise,
    hem cinsleri olan diğer insanlar gibi hatalar yapıp, günah işle­diklerine
    inanırlar. Onlara göre, Hz. İsa (a.s.)’dan başka kurtarıcı ve şefaatçi yoktur.[146]

     

    N. Mucizeler

     

    Mucize, insanlar
    arasında sâdece peygamberlerin elinde meydana gelen olağanüstü işlerdir ve
    ancak Allah’ın yardımı ile gerçekleşir. Allah lûtfetmedikçe, peygamberler kendi
    başlarına mucize gösteremezler.[147]
    Allah Teâlâ, peygamberlerine, kâfirleri ikna etmeleri amacıyla,
    peygamberliklerini ispat için çeşitli mu­cizeler vermiştir. Bu mucizeler,
    onları gösterenlerin peygamber oluşunun en mühim delilleridir.

    Mucizeler metafizik hadiseler
    olduğu için akılla kavranıl­ması ve her yönüyle anlaşılması mümkün değildir.
    Her peygam­berin muhtelif mucizeleri vardır, Kur’ân-ı Kerim, bu mucizeler­den
    geniş olarak bahsetmiştir. Nuh Tûfan’ı, Hz. Salih (a.s.)’m devesi, Hz. İbrahim
    (a.s.)’ın ateşe atıldığı halde yanmaması, Hz. Musa (a.s.)’m asası ve yed-i
    beyzâ’sı/beyaz eli, Hz. İsa (a.s.)’ın hastaları iyileştirmesi ve ölüleri
    diriltmesi, Rasülullah (s.a.v.)’İn Mirâc’ı bunların en meşhurlarıdır.
    Gösterildiği anda orada bulu-nanlarca görülmüş ve hislerle müşahede edilmiş
    olan mucizelere “hissî mucizeler”, duyu organlarıyla müşahede
    edilemeyip sâ­dece akılla bilinenlere ise “aklî mucizeler” denmiştir.
    Peygam­ber Efendimizin en büyük mucizesi, ikinci türden “aklî bir muci­ze”
    olup, Kıyamete kadar devam edecek olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân üzerindeki
    yeni araştırmalar, her defasında, bu mucizeligin daha iyi anlaşılmasına
    yardımcı olmuş ve daha sonra da ola­caktır. [148]

     

     

  • Peygamberlerin Ma’sumiyeti



    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
    1


    PEYGAMBERLERİN MA’SUMİYETİ.
    1

     

     

     

     

     

     

     

     


    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

     


    PEYGAMBERLERİN
    MA’SUMİYETİ

     


    Peygamberlerin
    Masumiyeti

     

    ‘Peygamberlerin, kişiliklerine
    zarar verici veya yüceliğini boşa giderecek yahut insanlık değerini alçaltacak
    her türlü şeyden sakınmaları, masiyetlerden uzak olmaları ve şehevi duygulara
    yeni arzu ve isteklerine göre hareket etmekten vaz­geçmeleri suretiyle
    insanlığın bekası için seçilmiş olmaları on­ların özelliklerindendir…

    Bundan dolayı
    Peygamberler -Allah’ın salât ve selâmı on­ların üzerine olsun- yaratılış yani
    huy veya ahlak bakımından insanların en mükemmeli, amel işleme bakımından
    insanların en zeki olanı, nefislerine hakim olma bakımından insanların en temiz
    olanı ve gidişatları ile metod bakımından insanların en güzel olanıdır. Çünkü
    onlar, insanlık için “güzel bir örnek” ve “güzel bir model”
    olan kimselerdir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah, insanlara; onlara
    uymalarını, onların ahlakıyla ahi aklanmalarını ve hayat şartlarının getirmiş
    olduğu her ko­nuda onların metoduna göre hareket etmelerini emretmiştir. Yüce
    Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “O
    (Peygamberler), Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) Sen
    de onların dosdoğru yollarına uy.”
    [1]

    Yüce Allah konuyla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey iman
    edenler!) And olsun ki sizin için, Resulullah ‘en güzel örnektir’…”
    [2]

    Yine Yüce Allah bu
    konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Doğrusu o (ismi daha
    önce geçen Peygamberler,) katı­mızda seçkin ve iyi kimselerdendirler.”
    [3]

     


    Masumiyetin
    Lügat Ve Şer’i (Terim) Anlamının Tarifi

     

    “İsmet”
    (ma’sumiyet) kelimesinin, lügat anlamı; “koru­ma’^ “men etme”
    anlamındadır. Araplar, bu kelimeyi; “Ben, onu yemekten korudum” Yani
    “Ben, onu yemeğe ulaşmaktan menettim” veya “Ben, onu yalan
    söylemekten korudum” Yani “Ben onu yalan söylemekten menettim”
    şeklinde kullanırlar. Bu kelimenin geçtiği yerler şuralardır:


    1.
    Bu
    kelime, Yüce Allah’ın, şu ayetinde aynı anlamda kullanılmıştır:

    “(Nuh’un oğlu,
    babasına: ) ‘Beni, sudan (boğulmaktan) <koruyacak'(=ya’sumini) bir dağa
    sığınırım’ dedi”
    [4]

    Yani “Beni,
    boğulmaktan ‘men edecek’ (yemneuni) bir dağa sığınırım” demektir.


    2.
    Yine aynı
    kelime, Yüce Allah’ın şu ayetinde de, bu an­lamda kullanılmıştır:

    “(Azizin hanımı,
    misafir ettiği kadınlara) ‘O(Yusuf)’dan murad almak istedim. Ama O, kendini
    (bundan) ‘korudu’ (= iste’same)”
    [5]

    Yani “O, benim bu
    isteğimi şiddetli bir şekilde menetti (= imtenea)” demektir.


    3.
    Hadisi
    şerifte de de geçtiği üzere; bu kelime, Resulullah (s.a.v)’in şu sözünde de bu
    anlamda kullanılmıştır:

    “İnsanlar, ‘La
    ilahe illallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar (onlarla)
    savaşmakla emrolundum. Şimdi her kim, ‘La ilahe illallah’ ( Allah’tan başka
    ilah yoktur) derse, mallarını ve canlarını benden ‘korumuş'(~ asamû)
    olur.”
    [6]

    Yani kanlarını ve
    mallarını benden ‘menetmiş’ (— meneu) olur.

    Kurtubî, bu hadisin
    şerhinde şöyle der: “Hadiste geçen ‘ismet’ kelimesi, ‘korumuş’ (=
    menetmiş) anlamında kullanıl­mıştır. Çünkü bu, masiyetleri işlemeyi men
    ettiğinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır.”

    Bazı kimselerin;
    “İsmet”, ‘bir Allah’a mahsustur veya is­met, Allah’a ve O’nun
    Peygamberlerine mahsustur. Çünkü ismet, istenilen suçlarda ve günahlarda
    meydana gelir’ şeklin­deki sözleri, büyük hatalardandır. Zira ismetin, Şanı
    Yüce Al­lah’a nispet edilmesi doğru değildir.

    Terim (şer’i) anlamına
    gelince ise ismet; Yüce Allah’ın, nebilerini ve resullerini günahlardan,
    masiyetleri. çirkinlikleri ve haramları işleme gibi meydana gelebilecek olan
    şeylerden korumasına denir… Buna göre ismet, yalnızca Peygamberler için
    yürürlüktedir. Zira ismet, Yüce Allah’ın, Peygamberleri; şereflendirdiği ve
    diğer insanların üzerine seçtiği vasıflardan birisidir. Bundan dolayı da Yüce
    Allah, bu vasfı, sadece Pey­gamberlere vermiştir. Böylece Yüce Allah onlara, bu
    büyük masum olma nimetini vermiş. Onları, küçük-büyük her türlü masiyetleri ve
    günahları işlemekten korumuştur. Bundan dolayi Peygamberlerden, masiyetin veya
    diğer insanların aksine Şanı Yüce, Allah’ın emirlerine muhalefetin meydana
    gelmesi mümkün değildir.

    Bunun hikmeti sebebi
    şöyledir: Şanı yüce olan Allah, in­sanlara, onlara tabi olmalarını, uymalarını
    ve onların gittikleri metod üzerine gitmelerini emretmiştir. Zira onlar.
    Allah’ın ya­rattıkları kimseler için güzel bir örnek ve uygun bir model; bü­tün
    insanlık için ise mükemmel bir örneklik teşkil ederler. Bu­na göre eğer
    Peygamberlerden masiyet meydana gelse veya büyük  günahlar 
    ile  küçük  günahları 
    işleşelerdi,   o  zaman masiyet meşru olur yahut ta onlara
    itaat etmek bize vacip ol­mazdı. Bu ise uygun olmayan bir davranış olup aynı
    zamanda da mümkün olmayan bir durumdur. Halbuki Peygamberler, < önder olan
    kimselerdir. Eğer Peygamberlerde bu gibi davranışlar olduğu taktirde, (böyle
    önder olan bir kimsenin) insanlara 1 faziletli olmayı emretmesi ve çirkinliği
    yasaklaması, üstelik bununla da kalmayıp bizzat kendisinin çeşitli kötülükleri
    ve çirkef olan şeyleri işlemesi,(böyle bir kimse için) nasıl uygun olur?
    Üstelik masiyetler ve günahlar -bilindiği üzere- manevi necasettir. Bu ise
    pisliklere ve hissi necasetlere benzer. Buna göre böyle şeylerin nebilere ve
    resullere nispet edilmesi nasıl caiz olur?

    Hadisi şerifte de,
    masiyetlerin gizli necaset olduğuna işaret edilmektedir. Bu konudaki Resulullah
    (s.a.v)’in sözü şu şekil­dedir:

    “Sizden her kim,
    bu (masiyet türü) pislikten bir şey işlerse, onu, gizli tutsun. Çünkü bize
    ondan bir parça aktanrsa, ona, Allah’ın kitabını uygularız.”
    [7]

    Rivayet edildiği gibi,
    bu hadisin anlamı şöyledir: “Kim iş­lediği masiyeti ortaya çıkarırsa ve
    onu açıklarsa, ona, had ce­zası vurulması gerekmektedir.”

    Kısacası: Bu
    anlatılanlara göre; şeriat ve akıl, Peygamber­ler için masumiyetin gerekli
    olduğunu söylemektedir. Zira peygamberin kendisine uyulmasını ve tabi
    olunmasını engelle­yici; pislikleri ve necis şeyleri veya hırsızlık, yol
    kesici, içkici, zina vb. şeyler yapması nasıl caiz olur?!

    Peygamberin gidişatı,
    güzel olmadığında veya hayatı, kü­çük- büyük günahlara karıştığında,
    peygamberin sözünün, in­sanlara nasıl bir etkisi olur?

    Bunların aksine
    peygamberin hayatının, hidayet nuruyla aydınlanmış, iffet ve temizliğiyle
    tanınmış; üstün, güzel ve dü­rüstlükle süslenmiş bir fazilet ve bir yüceliğe
    göre olması ge­rekmektedir. İşte bu, PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİni gösterir!

    “el-Akidetü’l-İslamiyye”
    adlı kitabın “Masumiyetin Vas­fı” başlığı adı altında şöyle
    denilmektedir:

    “Yüce Allah’ın,
    Resulullah (s.a.v)’in; ümmeti için “en bü­yük bir örnek” olduğuna
    şahadet etmesinin yanı sıra Allah’ın nassı ile sabit olan özellikler bundan ayrı
    tutulduğunda
    [8] inanç esasları,
    davranışları, sözleri ve ahlakı konusunda kendisine uyulmasının gerektiği;
    risâletinden sonraki bütün inanç esasla­rında, davranışlarında, sözlerinde ve
    seçkin ahlakında Yüce Allah’ın emrine uygun olduğuna ve yine inanç esasları,
    davra­nışları, sözleri ve ahlakıyla ilgili herhangi bir konuda yüce Al­lah’a
    karşı bir masiyet işlemediği ayetlerle ve yaşantısında sa­bit olmuştur. Çünkü
    yüce Allah ümmetlere, kendilerine gön­derdiği Peygamberlere uymalarını, tabi
    olmalarını ve onların gidişatları yani metodlan üzere gitmelerini emretmiştir.
    Buna göre ümmetlere, Peygamberlerini, güzel örnek edinmelerini emredümesinin
    anlamı şudur: -Bu, onlardan masiyet halinde ve masiyetin meydana geldiği anda-
    masiyet ile de onları güzel bir örnek edilmesi gerektiği emredildiği taktirde,
    Peygamber­lerin risâletlerinden sonrada masiyetleri yapması mümkün olur ki,
    bunda açık bir çelişki söz konusu olur.”
    [9]

     


    Allah’ın,
    Hz. Muhammed (s.a.s)’i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması:

     

    Yüce Allah, efendimiz
    Hz. Muhammed (s.a.v)’i çocuklu­ğundan itibaren korumuş ve onu, küçüklüğünde ve
    gençliğinde -kendisine Peygamberlik gelinceye kadar geçen zaman zarfın­da- her
    türlü cahiliyye davranışlarından da korumuştur. Daha sonrada Onun üzerine,
    nimeti (olan İslam dinini) tamamla­mış
    [10] ve
    aynı zamanda en mükemmel bir tamamlama şekliyle risalet yükünü
    şereflendirmesiyle ona masumiyeti/günah iste­memeyi tamam kılmıştır.

    İbn Hişanı,
    “es-Siretü’n-Nebeviyye” adlı kitabında ko­nuyla ilgili olarak şöyle
    der:

    “Resulullah
    (s.a.v), cahiliyye pisliklerinden ve kusurların­dan uzak olarak büyüdü. Yüce
    Allah O’nun -O, kavminin ida­resi altında olduğu halde- Peygamber olmasını
    istediğinden dolayı cahiliyyenin bu pislik kusurlarından korudu ve gözetti.
    Ergenlik çağına ulaşınca, kavminin üstün adamı, en ahlaklısı, en iyi geçimlisi,
    en iyi komşu, en doğru sözlü, en güvenilen, kişileri kötü duruma düşürecek
    huylardan, çirkin şeylerden en uzak duran kimse oldu. Kavmi içerisinde
    “el-Emin” (güveni­lir) adıyla anılıyordu. Allah, bütün iyi
    özellikleri onda topla­mıştı. -Bana anlatıldığına göre- zaman zaman Hz.
    Peygamber (s.a.v), Allah’ın, kendisini küçüklükte koruduğundan ve cahiliyye
    dönemindeki durumundan bahsederdi. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah’ın, kendisini
    korumasıyla ilgili olarak şöy­le der:

    “Kureyşli
    çocuklarla birlikte oynuyordum. Çocuklarla, ba­zı oynayacağımız oyunlar için
    taşlar taşıyorduk. Diğer çocuk­lar, peştemallerini alıp omuzuna koymuş
    olduklarından dolayı avret yerleri gözüküyordu. Bende -onlara
    bakarak-peştemalimi kaldırıp omuzumun üzerine koyarak taş taşıyor­dum ki, tam
    bu sırada bana biri kuvvetlice vurarak: ‘Peştemalini bağla’ dedi. Bunun üzerine
    peştemalimi omuzumdan indirip eski halinde bağladım. Daha sonra arka­daşlarımızın
    arasında yalnız ben, peştemalli olduğum halde omuzumda taş taşmaya devam
    ettim.”
    [11]

    Süheylî, bu rivayete,
    şu taliki (dipnotu) yazmıştır: “Bu olay (hadisi şerifte de anlatıldığı
    üzere
    [12],
    Kabe’nin bina edildiği -yani Resulullah (s.a.v) 35 yaşında olduğu- bir sırada
    geçmiştir. Bu olay şöyledir: ‘Resulullah (s.a.v), kavmiyle birlikte Kabe’ye taş
    taşıyordu. Kureyşliler, taşları, boyunlarına bağladıkları peştemallerin üzerine
    koyup götürüyorlardı. Resulullah (s.a.v)’de, peştemali sağlam olduğu halde taşı
    omuzunun üzerine koyup taşıyordu. Resulullah (s.a.v)’in bu durumunu gören
    amcası Abbas, Ona:

    – “Ey kardeşimin
    oğlu! Peştemalini omuzuna kaldırıp yap­san da ha iyi olmaz mı? der. Resulullah
    (s.a.v), amcasının bu isteğini yerine getirerek peştemalini omuzuna bağlayarak
    taş taşımaya başladı. Böyle bir şekilde Resulullah (s.a.v)’in avret yerleri
    gözüküyordu. Bu sırada birdenbire yüzüstü yere düştü. Peşi
    sıra,’peştemalim!”Peştemalim!’di ye seslendi. Daha son­ra peştemalini
    -eskisi gibi- bağladı ve taş taşıma ya devam et­ti.”
    [13]

    İbn İshâk’m anlattığı
    bu olay, -eğer sahîh ise- Resulullah (s.a.v) ‘in küçüklüğünde olmuştu.
    Resulullah (s.a.v), bu taş taşıma işini iki defa yapmıştı. Birisi, -yukarıda
    anlatılan olay ki- küçüklüğünde olmuş ve diğeri ise (yani bu olay) gençliğin­de
    olmuştur.
    [14]

     


    Masum
    Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?

     

    Alimler,
    Peygamberlerin masumiyetinin Peygamberlikten Önce mi? Yoksa sonra mı? ve
    masumiyetin yalnız büyük gü­nahlardan mı? Yoksa; hem büyük günah ve hem de
    küçük gü­nahlardan mı? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

    Bu konuda bazı
    alimlerin görüşü şöyledir: Peygamberler için masumiyet, hem Peygamberlikten
    önce hem de Peygam­berlikten sonra sabit olabilmektedir. Çünkü kişisel
    hareketler ve davranışlar -Peygamberlikten önce olsa bile- gelecekte olan
    peygamberin davetine etki eder. Peygamberin, güzel bir gidi­şatı ve nefsinin
    tertemiz olması gerektiği bunun dışındadır. Böyle bir durum, peygamberin
    risâletine ve davetine zarar ve­rici bir etki söz konusu değildir.

    Bu görüşü savunan
    alimler, buna; Yüce Allah’ın, Pey­gamberleri, kısanların en tertemiz olanından
    seçmesini ve on­ları küçüklüğünden itibaren bizzat kendisinin gözetmesini delil
    getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili:

    “(Ey Mûsâ!)
    Gözümün önünde yetişip (terbiye edilesin) diye.”
    [15]

    Ve ayrıca Yüce
    Allah’ın, Peygamberleri seçkin ve iyi kimselerden seçtiği ile ilgili,
    “Doğrusu onlar (Peygamberler) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler”
    [16]
    ayetlerini, kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.

    Buna göre
    Peygamberlerin, Peygamberlikten Önce ve son­ra her türlü günahları;
    masumiyetleri ve çirkin fiilleri, işlemekten masum olmaları ve bunlardan
    korunmuş olmaları gerek­mektedir.

    Diğer gruba gelince
    ise; bunlarda “Peygamberlerin, ma­sum oluşunu sadece Peygamberlikten sonra
    olacağım ve bu dönemde küçük ile büyük günahlardan masum olduklarım sa­vunmuşlardır.

    Çünkü insanlar,
    Peygamberlikten önce Peygamberlere tabi olmakla ve onlara uymakla
    emrolunmarmşlardır. Tabi olma ve uyma, ancak Peygamberlere vahyin inmesinden ve
    risalet ile emaneti yüklenmeleri suretiyle şerefli bir konuma geldikten sonra
    olur. Peygamberlikten öncesine gelince ise; Peygamber­ler de ancak diğer
    insanlar gibidir. Bununla birlikte (Peygam­berlik öncesi) onların gidişatında
    masiyetler, günahlar veya kötü ve çirkin bir yola saptıklarında meydana gelecek
    bir du­rumda ikaz edilirler. Çünkü onlar, Peygamberlikten önce ma­sum
    değildirler. Fakat onlar, Allah’ın inayetiyle ve yaratılışla-rmdaki temiz
    halleri üzere korunmuşlardır.

    “el-Akidetü’1-İslamiyye
    ve Ususüha” adlı kitap ta aynen şöyle denilmektedir:

    “Peygamberler,
    peygamberliğe seçilmeden önce iki çeşit üzeredirler:


    1.

    Peygamberin daha sonra gelecek mutlak bir şeriat ile teklif olunmaması: Buna
    göre masumiyet, peygamberin kendi­si hakkında konmuş bir özelliktir. Çünkü
    masiyetler ve Allah­’ın emrine muhalefetlikler, ancak şeriat geldikten sonra
    olur. Mükellef olması da, kendisine gelen şeriat iledir. Kabul edilen durum
    ise; Peygamberin henüz getireceği şeriat ile mükellef olmamasıdır. Bundan
    dolayı henüz masumiyetin varlığından; veya yokluğundan bahsetmeye gerek yoktur.
    Çünkü ortada peygamberin bir şeriat ile mükellef tutulması söz konusu değildir.
    Çünkü Peygamberlik henüz gelmemiştir.Fakat peygam-! berin yaratılışının yüce
    olması, nefsinin temiz olması, ruhunun yüksek olması, aklının sağlam olması;
    kavmi arasındaki ahla­kının, muamelatının, güvenirliliğinin, aklı seliminin,
    dosdoğru tabiatına ve nefret edilecek çirkinlikleri ve masiyetleri işle­mekten
    uzak oluşu, O’nun örnek ve yüce olmasını gerektirir.


    2.
    Peygamberin,
    önceki bir peygamberin şeriatı ile mükel­lef tutulması: Nitekim Hz. Lût (a.s)
    peygamberliğinden önce-amcası Hz. İbrâhîm (a.s)’in şeriatına tabi idi. Yine Hz.
    Mû-sâ(a.s)’dan sonraki İsrail oğullan Peygamberleri, kendilerine peygamberlik
    vahyolunmadan önce Hz. Mûsâ (a.s)’ın şeriatına bağlıydılar. İşte bu durum;
    peygamberin, Peygamberlikten ön­ce, ne küçük bir günah ve ne de büyük bir günah
    işlemediğine kesin bir delildir. Fakat Peygamberlerin, Peygamberlikten ön­ceki
    hayatlarını nakleden tarihçiler, onların; insanların işlediği küçük ve büyük
    günahlar ve masiyetler gibi masiyetlerden ve günahlardan uzak olduğuna şahitlik
    etmişlerdir.

    Eğer Peygamberlerden
    -yukarıda anlatılanlardan- bir şey meydana gelse, bu, onlarda pek nadir görülen
    yanılma ve sürçmelerdir. Onların yaratılışlarının yüce olmasından, nefisle­rinin
    temiz olmasından, ruhlarının yüksek olmasından ve son­radan teklif olunacakları
    şeyin önemli olmasından dolayı, böy­le bir şey onlara zarar vermez. Ancak
    onlardan kaynaklanan bu yanılmalar ve sürçmeler, onların; insanlar tararından
    insanlık seviyesinin üstüne yükseltilmemeleri ve vasıflanmaları müm­kün olmayan
    ilahi sıfatları yükletilmemeleri için insanların Önünde normal bir insan gibi
    olmalarını ispat etmek için (bun­lar) meydana gelmiştir. Bundan dolayı onların,
    Peygamberlik­ten önceki ve sonraki halleri arasındaki fark ortaya çıkmakta­dır.
    Onlar, Yüce Allah’ın seçkin kullan ve yaratıklarıdır.”
    [17]

    Alimlerin
    görüşlerinden çıkarılan sonucun Sahîh olanını kısaca şöyle özetleyebiliriz:
    “Peygamberler -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- Peygamberliklerinden
    sonra her türlü küçük-büyük günahlardan ve masiyetlerden ittifakla
    korunmuşİardır. Peygamberlikten öncesine gelince ise; onların kişiliklerine
    zarar vermeyecek ve risâletine etki etmeyecek ba­zı basit aksiliklerin meydana
    gelmesinin ise ihtimali vardır.

    Allame Kurtubî (rh.a),
    “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân” adlı tefsirinde konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Alimler,
    Peygamberlerden -Allah’ın salât ve selâmı onla­rın üzerine olsun- büyük
    günahlardan ve her türlü toplu olarak eksiklik ve çirkinliklerden korunmuş
    olduklarına dair ittifak ettikten sonra, küçük günahın onlardan meydana gelip
    gelme­yeceği konusunda ise ihtilaf etmişlerdir.

    Fıkıhçıların çoğu;
    Peygamberler, büyük günahlardan ko­runmuş oldukları gibi -bunda icma vardır-,
    küçük günahların hepsinde de masumdurlar. Çünkü biz, Peygamberlere, mutlak bir
    emir olarak davranışlarında, naklettiklerinde ve gidişatla­rında bir delile
    dayanmaksızın tabi olmakla emrolunduk. Buna göre eğer biz onların küçük günah
    işlemelerini caiz görürsek, o zaman onlara uymak caiz olmaz. Çünkü
    Peygamberlerin dav­ranışlarının her birisinden maksat; yakınlık mıdır? Mubahlık
    mıdır? Yoksa isyan tehlikesi olan bir davranış mı? Masiyet mi olduğu açıkça
    bilinmez. Dolayısıyla kişinin, masiyet olabile­ceği şüphesi bulunan bir emre
    uymakla emrolunması doğru olmaz.

    Ehli Sünnet
    alimlerinden olan Ebu İshâk el-İsferani bu ko­nuda şöyle der: ‘Peygamberlerden,
    günahlar meydana gelmez. Çünkü onlar, küçük ve büyük günahlardan masumdurlar.
    İşte onların mucize sahibi olmaları, bir delil olarak onların masum olmalarını
    gerektirir.’

    Ehli Sünnet
    alimlerinden bazıları da konuyla ilgili olarak şöyle derler: ‘Peygamberlerden,
    küçük günahlar meydana ge­lir’. Bu görüşün aslı yoktur. Zira Ehli-i sünnet
    alimlerinden çoğuna göre; Peygamberlerden küçük günahların sadır olması caiz
    değildir.

    Bazı son devir alimler
    ise, konuyla ilgili olarak şöyle der­ler: ‘Bu konuda şöyle demek en uygun
    olanıdır: ‘Yüce Allah, peygamberlerin bazılarından günahların meydana geldiğini
    haber vermiş, onların günah işleyebileceğini belirtmiş, bu gü­nahlardan dolayı
    onları ikaz etmiş; Peygamberler ise bu gü­nahları kendilerinin işlemiş
    olduklarını söylemişler, işlemiş oldukları günahlardan dolayı sıkıntı
    çekmişler, bu günahların­dan dolayı Allah’a tevbe etmişler. Bunların hepsi,
    yorumu ge­rektirmeyecek bir şekilde Kur’an’in birçok yerinde nakledil­miştir.
    Her ne kadar bazı ayetler, yorumu gerektirecek olsa da, Peygamberlere ait bu
    hallerin hepsi, onların makamlarına ve derecelerine zarar getirmeyecektir.
    Ancak Peygamberlerde meydana gelen bu haller, hata (zelle) ve unutma yönünde
    gel­miştir. Buna göre bu haller, başkalarına nispetle Peygamberler için iyilik,
    makamlarının ve kadr-ü kıymetlerinin yüceliğine nispetle kendileri hakkında
    kötülüktür. Bu konuda en güzel sözü, Cüneyd el-Bağdadi söylemiştir ki, o da
    şudur: “Ebrarlann (= iyi kulların) hasenatı (= iyilikleri), Mukarreblerin
    (= Allah’a en yakın olan kulların) seyyiatı (= kötülükleri) gibidir.” Buna
    benzer şöyle bir söz daha vardır: “Bir iş yapmakla kalacaksa ecir, ondan
    sorumlu tutulur vezir.”

    (Kurtubî bu konuya
    devamla şöyle der:) ‘işte doğru olan şudur: Her ne kadar ayeti kerimeler,
    Peygamberlerin bazıların­dan günahların meydana geldiğini gösteriyorsa da, bu
    durum onların makamlarına zarar getirmez ve derecelerini de indirmez. Bilhassa
    Allah, onlardan her türlü kötülükleri ve masiyetleri gidermiş, onları,
    yarattıkları arasından seçmiş, on­ları hidayete erdirmiş, onların nefislerini
    kötülüklerden temiz­lemiş, onları diğer yaratıklara karşı seçkin ve mümtaz
    kılmış­tır. Allahın salât ve selâmı onların üzerine olsun.”
    [18]

     


    Masum
    Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?

     

    İnsanoğlunun her bir
    ferdinden; hata, sapma ve masiyetin meydana gelmesine maruz kaldığına göre,
    Peygamberlerin -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- dışında hiçbir
    kimse için masumiyet sabit olmamıştır. Ancak Şanı Yüce Al­lah, bazı veli
    kullarını, büyük günahlardan, rezilliklerden, çir­kinliklerden ve masiyetlerden
    bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla korumuştur. İşte bu, Yüce Allah’ın,
    resullerine ve ne­bilerine mahsus kıldığı masumiyet olmayıp veli kullarına mah­sus
    kıldığı ilahi bir lütuftur. Yüce Allah bu konuda şöyle bu­yurmaktadır:

    “Ey iman edenler!
    Allah’tan sakının ve peygamberi (Muhammed’e) iman edin ki (Allah) size
    rahmetini iki kat versin ve size, ışığında yürüyebileceğiniz bir ‘nur’
    lütfetsin. Ve sizi ba­ğışlasın. Allah, Gafurdur ve Rahimdir.”
    [19]

    Ayeti kerimede geçen
    “Nur” kelimesi, insanlardan; evliya­lar (= Allah’ın veli kulları),
    takva sahipleri ve sıddikler için olan ilahi lütfü işaret etmekte olup bu da
    resuller ve nebiler için olan masumiyet olmayıp bir çeşit koruma ve destekleme
    yoluyla olup Yüce Allah, bu ilahi fazileti; sahabelerden, Hz. Ebu Bekr (r.a),
    Hz. Ömer (r.a) vb. kimselere mahsus kılmıştır. Resulullah (s.a.v), Yüce
    Allah’ın, Hz. Ömer’in diline ve kalbi­ne hakkı koyduğunu haber vermiş
    [20] ve
    devamla:

    “Nefsimi elinde
    bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Ey; Ömer! Şeytan seni bir yolda yürürken
    gördüğünde, senin git­mediğin bir yolu tutup (senden) kaçıp gider”
    [21]
    buyurmuştur.

    Bu görüşe muhalif bazı
    kimseler, bir takım şahısların ma­sumiyetini savunmuşlardır. Bu görüşün
    doğruluğuna dair, Kur’an’dan ve Sünnetten bir delil yoktur. Yalnız bu görüş;
    şek ve şüphelerin ciddiyetinden uzaktır. Buna göre masumiye hiçbir kimse için
    olmayıp yalnızca Peygamberler için geçeridir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberleri,
    alemler için bir örne i yapmıştır.
    [22]
    Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmak­tadır:

    “O
    (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık;
    onlara, iyi işler yapmayı, namaz kıl­mayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar,
    Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
    [23]

    Peygamberlerin
    dışındaki -bütün insanların hata yapması

    mümkündür. İşte bundan
    dolayı İmam Malik (r.a) şöyle der:

    “Şu
    kabir sahibinin Resulullah (s.a.v)’in kabrine, işaret ederek dışında kalan,
    bizden görüş sahibi olanların görüşleri kabul edilirde, reddedilirde.”

    [24]

     


    Ehli
    Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları:

     

    Kur’ân-ı Kerîm’in,
    Peygamberleri; insanlığa bir örnek, bir model, bir önder ve bir hidayet
    olmaları şeklindeki tanımlama­sının ve vasıflanmasının yanı sıra Ehli Kitabın
    yani Yahudilerin ve Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarını da
    görmekteyiz…

    Ehli Kitab,
    Peygamberlerin yüceliği hakkında haddi aş­mışlardır. Zira onlar, Peygamberlere
    masiyet işlemeyi nispet etmekle de yetinmeyip onların masum olduklarına dair
    inancı kabul etmemektedirler. Daha bunlarla da yetinmeyip Peygamberlerden bir
    kısmının suç işlemeye kalkıştıklarını, günah iş­lemede Allah’ın emrinden
    çıktıklarını ve günahların en büyü­ğünü işlemede diğer kimselere önderlik
    yaptıklarını söylüyorlar..

    – Daha sonra yazılarak
    tahrif edilmiş- Tevrat’ta, çok sayı­da peygambere yakışmayan iftiralar,
    çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan Peygamberlerden
    biri­si de, Hz. Lût (a.s)’dır. Bu tahrif edilmiş Tevrat’a göre; “Lût
    (a.s), içki içmiş, iki kızıyla birlikte uyumuş. (Sarhoş olduktan sonra
    kızlarıyla zina etmiş). Bunun üzerine kızları, zina yoluy­la kendisinden hamile
    kalmışlar…” Bunu söylemekten ve böy­le bir şeyi iddia etmekten Allah’a
    sığınırım!! Yani içki içip sarhoş olduktan sonra bir peygamberin, iki kızıyla
    zina suçunu işlemesi gibi bir iddiayı ortaya atmak, bir peygambere dair bu
    çirkin suçlamaların en çirkin olanıdır.

    Yahudilerin, Peygamberler
    hakkındaki inançları ve Pey­gamberlerin aleyhinde ileri sürdükleri yalan
    haberleri boşa çı­karabilmek için Yahudilerin yaptığı iftira ve karalamanın son
    haddini okuyucuya daha iyi açıklayabilmek için Tevrat’ta ge­çen rivayetleri
    aktaracağız. Bu riayetler ise Allah’ın Kitabı Tevrat’tan tahrif edilmiş
    olanlardır. Bu tahrif edilmiş Tev­rat’ta, Hz. Lût (a.s)’m kızlarıyla ilgili
    konu şöyle geçmektedir:

    “Lût, beraberinde
    iki kızı olduğu halde Tsoar’dan çıkıp bir dağda yaşamaya başladı. Çünkü
    Tsoar’da ikamet etmekten korktu ve O, iki kızıyla birlikte bir mağaraya
    sığındılar… Bü­yük kızı, küçüğüne şöyle dedi: “Babamız ihtiyarlamıştır
    ve (dünyanın yoluna göre) yanımıza girmeye gücü yetecek bir erkek de yoktur.
    Gel, babamıza içki içirelim, onunla birlikte yatıp babamızdan bir nesil meydana
    getirelim.” O gece babala­rına içki içirdiler, büyük kız babasının yanma
    girdi ve babasıy­la birlikte yattı. Lût, kızının kendisiyle yatmasının ve
    kalkma­sının farkında değildi… Vaktaki, ertesi gün olunca; büyük kız, küçüğüne:
    “İşte, dün gece babamla yattım; bu gece de ona yine dünkü gibi- içki
    içirelim ve babamızdan bir nesil meyda­na getirebilmek için onun yanına gir ve
    onunla birlikte yat.” dedi. Bunun üzerine o gece küçük kız, babasının
    yanına girdi ve babasıyla birlikte yattı. Lût, küçük kızıyla yattığının -büyük
    kızda da olduğu gibi- farkında değildi. Bunun üzerine Lût’un kızları,
    babalarından hamile kaldılar. Büyük kız, bir oğlan ço­cuğu doğurdu ve onun
    adını “Moab” koydu. Moab, günümüze kadar gelen Moablıların atasıdır.
    Küçük kızda, bir oğlan çocu­ğu doğurdu ve onun adını da “Amman”
    koydu. Amman, gü­nümüze kadar gelen Ammanlılann atasıdır.” Biz, Peygamber­ler
    hakkındaki bu sapıklık, saçmalık, iftira, yalan ve bühtandan Allah’a sığınırız.

    Yİne tahrif edilmiş
    Tevrat’ta şunu da bulmaktayız: “(YaTc’ûbJYehuza, oğlunun karısıyla zina
    etti. Oğlunun karısı, Yehuza’dan zina yoluyla hamile kaldı. Kadın, ‘Fariz* ve
    ‘Zarih’ adında iki çocuk doğurdu. Davûd, Süleyman ve İsa; Fariz’in soyundan
    gelmişlerdir”. Ayrıca bu, Matta incilinin birinci babında açıklanmıştır.

    Yine tahrif edilmiş
    Tevrat’a şunu da bulmaktayız: “Davûd, ordusunun komutam olan ‘Orya’nın
    karısıyla zina etti. Kadın, bu zinadan dolayı hamile kaldı. Zira Davûd, hile
    yoluyla kadı­nın kocasını imha etmişti ve o kadını, kendisine karısı olarak
    alıkoydu.” Bu, Samuel bölümünün on birinci babında açık­lanmıştır.

    Yahudilerin iddiasına
    göre; Süleyman (a.s), “ömrünün so­nuna doğru dinden çıkmış, çıktıktan
    sonra da putlara tapmış ve putlar için mabetler bina etmiş.” Bu, krallar
    bölümünün baş tarafındaki birinci babda açıklanmıştır.

    Keşke başım!
    Peygamberlerin hürmetinden dolayı, onların hizmetinde kalsaydı. Zira
    Yahudilerin, Peygamberler hakkın­daki bu iftiraları onların tarihlerinde
    (Peygamberlerin sarhoş oldukları, kötü huylan ve çirkin günahları işledikleri,
    haksız yere kanlar akıttıkları, putlara taptıkları gibi aslı astan bulunmayan
    bu iftira ve yalanlar) bulunduğu halde onlara uyulması nasıl mümkün olur? Hem
    bu iftiraları atıyorlar ve hem de onla­ra uyuyorlar.

    Yahudilerin, Peygamberler
    hakkındaki bu inançların hep­si; yalan, bühtan ve iftiradır. Biz, Tevrat’ta
    geçen bu örnekle­rin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, Peygam­berler
    hakkındaki bu iftiralarının hepsinin -Allah’ın Kitabı Tevrat’ta- tahrif
    edildiğini ileri sürüyor ve onların bu inançla­rım böylece boşa çıkarmış
    oluyoruz. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, Peygamberler
    hakkındaki bu düzme­celeri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a.s)’a
    indirilen Tevrat’tan olmayıp sonradan Tevrat’ta tahrifat yaparak onun içerisine
    sokuşturdukları rivayetlerdir.

    Hıristiyanların,
    Peygamberler hakkındaki inançlarına ge­lince ise onlar, -Yahudiler gibi-
    Peygamberlerin masumiyetine inanmazlar. Zira onlar, efendileri olan Mesih İsa
    (a.s)’ın ilah-lığmı, akidelerine yerleştirmişlerdir. Mesih İsâ, onlara göre;
    masum olan tek bir kimsedir ve -içlerinde Peygamberlerinde bulunduğu- her
    insan, hata edebilir ve günah işleyebilir. Kı­yamet gününde Mesih İsâ dışında
    insanlan kurtarabilecek ve şefaat edebilecek hiç bir kimse yoktur. Çünkü
    İncil’in ifadesi­ne göre; hata edebilen kimseler, hatalı kimseleri kurtaramaz.

    Hıristiyanların
    yanında Peygamberler hakkındaki rezillik şekilleri, Yahudilerin Peygamberler
    hakkındaki çirkin inançla­rından az değildir. Yahudilerin ve Hıristiyanların
    Peygamber­ler hakkındaki inançlarının hepsi, naklin ve aklın kabul ede­meyeceği
    (Peygamberlere dair) günahlar kazandırma ve suçlar işlettirme suretiyle ileri
    sürmüşlerdir.

    Merhum Muhammed Reşid
    Rıza, “Muhammedi Vahiy”

    adlı kitabında bu
    konuyla ilgili olarak -kısaltılarak alınmıştir-şöyle der:

    “Eğer nebilerin
    insanlara gönderilişi, insanlığın dünyevi durumlarını ıslah edecek şekilde
    nefislerinin tezkiyesini ve başka bir dirilişle bu hayattan daha yüce bir hayat
    için hazır­lanmalarını amaçlıyorsa, bu amaç ve espri ancak nebilerin,
    davranışları ve yaşamlarında uyulmaya dair getirdikleri şeriat ve ahlakta da
    bağlılığa ehil olmaları halinde gerçekleşebilir. Bundan dolayı alimlerimiz,
    Peygamberlerin, günahlardan ve masiyetlerden masum olmasının vacipliğini
    savunmuşlar ve hatta bazıları biraz daha ileri giderek; Peygamberlikten öncede
    sonrada peygamberin büyük günahlardan masum olduğu gibi küçük günahlardan da
    masum olması gerektiğini savunmuşlar­dır. Bazıları ise sadece nedeni, düşüklük
    ve aşağılık olan kü­çük günahlardan (Peygamberlerin) masum olmasının gerekli­liğini
    savunmuşlardır.

    Ehli Kitap ise bu
    anlamda masumiyeti kabul etmemekte­dirler. Ki, kutsal kitapları, büyük
    nebilerine güzel örneklikle çelişen çirkin günahlar, hatta kötülük ve fesada
    sevk edici sı­fatlar atfetmektedirler.

    Hıristiyanların bir
    bölümü ise nebilerinin günahlarım, aki­deleri için de delil olarak
    gösteriyorlar. Zira akidelerine göre; sadece Mesih İsâ günahsızdır. Çünkü O,
    Rab ve ilahtır. İnsan­ları, veraset yoluyla geçen günahtan kurtarmıştır. Ondan
    başka ne bir şefaatçi ve ne de bir kurtarıcı vardır. Görüldüğü gibi bu inanç,
    Peygamberlerin getirdiği dinlere, kitaplara ve de akla muhalif putçu bir inanç
    olduğu gibi, Hind Çin vs.gibi putçu dinlerin inançlarıyla da uyuşmaktadır.

    Kaldı ki, bizce,
    tahrif edilmiş,
    [25] onlara göre kutsal kabul
    edilen Ahd-i Kadim (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncîl), Peygam­berlerine ne büyük
    ve ne de küçük günah isnat edilmesine şa­hitlik etmez. Örneğin, vaftizci
    Yuhanna (Zekeriyyâ (a.s)’ın oğlu Yahya), kesinlikle insanlarca -ve Allah
    katında- utanıla­cak bir hata yapmamıştır. Aksine İnciller, Yuhanna’nm, Mesih
    İsa’dan daha fazla masum olduğunu göstermektedir. Nitekim Luka İncirinde,
    Yuhanna ile- ilgili olarak şöyle bir ibare geç­mektedir:

    “O (Yuhanna); Rab
    önünde büyük (bir mevkiye sahip) di; içki de içmezdi. O, annesinin karnında
    Ruhu’l-Kudüs ile dol­muştu.” (Luka İncili: 1/65).

    “Rabbin eli, o
    (Yuhanna ile) birlikte idi.” (1/66) Mesih İsâ ise, O (Yuhanna) hakkında
    şöyle demektedir:

    “Size gerçeği
    söylüyorum; kadınlardan, vaftizci Yuhanna’dan daha büyük birisi
    doğmamıştır.” (11/11)

    Hatta İnciller
    göstermektedir ki; Mesih İsâ, annesi ve kardeşlenni
    [26]
    ihmal etmiş, kendisiyle konuşmak istedikleri halde, onları, babası (Allah’ın)
    iradesine muhalif oldukları için red­detmiştir. (Tüm bunları, Matta İncili 12.
    bölüm ile Markos İn­cili, 3. bölümün sonlarında görebilirsiniz).

    İşte Luka İncilinin
    ifadesi: “İsa’ya, annesi ve kardeşleri­nin, kendisini görmek istedikleri
    söylenince; ‘benim annem ve kardeşlerim, sadece Allah”rn kelimesine kulak
    verip, bunu ye­rine getirenlerdir’ dedi.” (Luka İncili, 8/11).

    Evet,
    kardeşleri,-başka bir yerde de belirtildiği gibi- Me­sih’e inanmıyorlardı.
    Fakat annesi Meryem de böyle midir? Ve İsa’nın, annesine böyle davranması doğru
    muydu? Oysa Yüce Allah değil müsîüman anne ve babaya, müşrik anne ve babaya
    bile iyilikle davranmayı emretmekte, ayrıca Meryem’i de bü­tün kadınlardan
    üstün tutmaktadır. Anneyi ihmal, tüm şeriat ve ahlak kurallarına göre, ayıp ve
    günah olup; içki içmekte, içkiyi kesin olarak yasaklamayan şeriatlar da bile
    kötü bir davranış olarak kabul edilmiştir. Oysa biz Müslümanlar, Mesih İsâ
    (a.s)’ı tüm bu iftiralardan tenzih ederiz.”
    [27]

    Bu anlatılanları
    kısaca şöyle özetleyebiliriz: “Müslümanla­rın Peygamberler hakkındaki
    inançları; Kur’ân-ı Kerîm’de ge­tirilen ve onların şerefli hayatlarında meydana
    gelenlerinde delil getirildiği saf ve gerçek bir inançtır. Bu getirilen
    deliller; onların yüce makamına ve yüksek derecelerine uygundur. Peygamberlerin
    masumiyetine dair sözler ile onların temiz ol­duklarına ve her türlü
    çirkinliklerden ve günahlardan uzak ol­duğuna dair inançlar; Kur’ân-ı Kerîm
    ayetlerinde onların dini ve dünyevi önderler kılınmaları, alemler için davet ve
    hidayet sancağını yüklenmeleri şeklinde ittifak edilmiştir. Yüce Allah bu konuda
    şöyle buyurmaktadır:

    “O
    (Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola (hidayete) götüren
    önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
    vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
    [28]

    Buna
    göre Peygamberlerin, insanlara örnek olma hu­susunda mükemmel olması ve
    Peygamberlik konusunda masum (günahsız) olması gerekmektedir… İşte bu ise.
    aklın gerekli kıldığı ve şeriatın vacip kıldığı şeydir. İnşallah, bu konunun
    sonunda, Peygamberlerin masumiyetine dair olan bazı şüpheleri onlardan
    uzaklaştırmaya çalışmak suretiyle gerçeği ortaya çıkarmak ve onların ışıklarını
    insanlara bereketli kılmak için genişçe açıklamalarda bulunacağız. Yegane
    dostumuz, Allah’tır. O, ne güzel bir vekildir.



    [29]

     


    Masumiyet
    Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar

     

    Bazen birisi;
    “Kur’ân-ı Kerim, Peygamberlerin birbirlerine olan muhalefetlerini
    ispatlamakta ve onlardan bazılarına günah ile masiyeti nispet etmekle birlikte
    Peygamberler nasıl masum olurlar? Zira Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında
    şöyle bu­yurmaktadır:

    “Adem, (kendisine
    ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve
    yolunu şaşırdı.
    [30]

    Yine yüce Allah, Hz.
    Nûh (a.s) hakkında ise şöyle buyur­maktadır:

    “(Ey Nûh!
    Bilmediğin şeyi benden istemenle) senin, cahil­lerden olmamam
    öğütlüyorum.”
    [31]

    Yine yüce Allah,
    gönderilmiş Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında ise
    şöyle buyurmaktadır:

    “Böylece Allah,
    senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın… “
    [32]
    şeklinde bir soru yöneltebilir.

    Buna cevabımız ise
    şöyledir: “Peygamberler için masumi­yet, Kur’an’da sabit olmuştur. Zira
    Kur’ân-ı Kerim ayetleri bu­na delil getirdiği gibi, sağlam ilmi düşüncede buna
    hükmet­miştir. Peygamberler, mükemmelliğe ve üstünlüğe örnek ol­masalardı hiç
    yüce Allah insanlara; onlara tabi olmalarını, on­lara uymalarını ve onların
    Rabbani metodları üzere gitmelerini emreder miydi?!! Eğer masumiyet, onların
    sıfatlarından olma­saydı onların davranışlarının ve hareketlerinin hepsinde
    onlara tabi olmakla ve uymakla mükellef tutulmazdık!!

    Bazı Peygamberlerden
    -Allah’ın saîât ve selâmı onlarm üzerine olsun- 
    (Allah’ın  emrine karşı)
    muhalefetliklerin ve masiyetlenn meydana gelmesine dair günah işlemenin
    zahirini gösteren bazı şer’i naslara gelince bunlar, şu şekillerde yorum­lanmıştır.


    1.
    Bu
    muhalefetlikler ve günahlar, nıasiyet değildir. Sade­ce daha iyi olanın tersini
    yapmaktır.


    2.
    Bunlar,
    masiyet değildir. Ancak ictihadi olan bir hata (zelle) dir.


    3.
    Farz
    edilsin ki bunlar, masiyet ve muhalefettir. O tak­tirde bunlar, Peygamberlikten
    önce meydana gelmiştir.

    İşte bu meseleyi ancak
    böyle açıklayabiliriz. Eğer Pey­gamberler, büyük günahlar ile kötülük çeşitleri
    içerisinde bo­ğazlarına kadar batmış olsalardı, Yüce Allah, Kur’an’da geçen bu
    gibi övgülerle arılan övmesi muhal olurdu. Çünkü Yüce Allah’ın, pak ve temiz
    olan Peygamberler hakkındaki şu sözü­nü işitmekteyiz:

    “O
    (Peygamberler), Allah ‘in hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi)
    Sen de onların doğru yoluna (hidaye­tine) uy.”
    [33]

    Yani “Ey
    Muhammed! Sen de, onların güzel yoluna, temiz ahlaklarına, dürüstlüklerine,
    temizliklerine ve. seçkinliklerine uy” demektir!!

    Yine Yüce Allah’ın,
    Peygamberler hakkındaki şu sözünü işitmekteyiz:

    “O
    (Peygamberleri), emri altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler
    yaptık. Onlara; iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat yermeyi vahyettik.
    Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
    [34]

     


    Peygamberlerin
    Atası Hz. Adem (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

     

    Hz. Adem (a.s)’ın
    masum oluşu, Yüce Allah’ın şu ayetinde açıklanmaktadır:

    “Adem (kendisine
    ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve
    yolunu şaşırdı. Daha sonra da Onu (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve
    Onu hidayete eriştirdi.”
    [35]


    1.

    Allah’ın   emrine  karşı 
    yapılmış   bu   muhalefet 
    ve masiyetin,    Hz.    Adem   
    (a.s)’m    kendisine    Peygamberlik verilmezden önce olduğunu
    gösteren delil, Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Daha sonra Rabbi,
    Onu, (Peygamberliğe) seçti.”
    [36]
    Ayeti kerimede geçen “seçme”den maksat; Yüce Allah’ın,

    Hz. Adem’i,
    peygamberliğe seçmesidir. Zira Hz. Adem (a.s)’da meydana gelen masiyet, ona,
    Peygamberlik verilmezden Önce gerçekleşmişti.


    2.
    Yüce
    Allah’ın başka bir sözünde ise; Hz. Adem (a.s)’m ancak kendisine yasaklanan
    ağaçtan “unutarak” yediği belir­tilmektedir. Bu da Yüce Allah’ın şu
    ayeti kerimesidir:

    “And olsun ki,
    Biz daha (Peygamberlik vermeden) önce Adem’e de (yasaklanan ağaçtan yememesi
    için ) ahid vermiş­tik. Fakat Adem, (kendisine yapılan bu yasaklamayı)
    ‘unuttu’.

    Ve Biz, onda (Allah’ın
    emrine aykırı hareket etme konusunda da) ‘bir kasıt (ve yönelme)
    bulmadık.”
    [37]


    3.
    Hz. Adem
    (a.s)’ın, yasaklanan ağaçtan bir şey yememesi gerektiği, Yüce Allah’ın şu
    ayetinde belirtilmektedir:
                   

    “Denildi ki:
    Yalnız şu ağaca yaklaşmayın.”
    [38]         
                 

    Hz. Adem (a.s),
    yasaklanan bu ağacın dışında aynı cinsten başka ağaçlardan yasaklanmadığını
    sadece bu ağaçtan yemesi­nin yasaklandığını zannetti. Bundan dolayı Hz. Adem
    (a.s), yasaklanan ağacın cinsinden olan başka bir ağaçtan yemiştir. Böylece
    Allah’ın emrine muhalefet etmiş oldu. İşte bu ise, Hz. Adem (a.s)’dan ictihâd
    sebebiyle olup kasten ve ısrar mahiye­tinde bir muhalefet değildir.


    a.
    Bu
    konudaki görüşlerin en uygun olanı, şöyle dememizdir: “Hz. Adem (a.s),
    yasaklanan ağaçtan unutarak yemiş­tir. Unutma ise, günah fiilini işleyen
    kimseden günahı kaldırır. Çünkü Resulullah (s.a.v), unutan kimsenin yapmış
    olduğu fiil­den dolayı sorumlu tutulamayacağına dair şöyle buyurmakta­dır:

    “Ümmetimden hata,
    -unutma’ ve zorla kendilerine yaptı­rılmış olan şeylerin hükmü kaldırılmıştır
    (affedilmiştir).”
    [39]

    Yüce Allah, bu konuyla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Ey Rabbimiz!
    Eğer ‘unutursak’ veya yanılırsak, bizi (bunlardan ötürü) sorumlu tutma.”
    [40]

    Hz. Adem (a.s)’dan
    sadır olan günah, masiyet üzere ondan isteyerek ve kasten olmamıştır. Buna
    delil, Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Fakat Adem,
    (kendisine yapılan yasaklamayı) ‘unuttu.’ Ye Biz, onda (Allah’ın emrine aykırı
    hareket etme konusunda da) bir ‘kasıt’ (veyönelme) bulmadık.”
    [41]

    Kurtubî ve İbnü’l-Arabî
    gibi bazı tefsirciler, bu görüşü ter­cih etmişledir.


    b.
    Veya bu
    konuda şöyle dememiz daha uygundur: “Masiyet, Hz. Adem (a.s)’a
    Peygamberlik verilmezden önce meydana gelmiştir.” İşte bu görüş.
    “Menar Tefsiri”nin sahibi olan Reşid Rıza’nm tercih ettiği görüştür.

    Reşid Rıza,
    “Tefsirü’l-Menar” adlı tefsir kitabında bu konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Hz. Adem (a.s)’m
    masumiyeti meselesine gelince bu me­sele; selefin yolu üzere yürümek bizi, Hz.
    Adem (a.s)’m isyan ve tevbesine dair ayetlerin müteşabihlerden olduğu sonucuna
    götürür. Tıpkı bu kıssada geçen dış görünüşünü aklın kavra­yamadığı diğer
    ayetler gibi.

    Buna göre bizim, Şanı
    Yüce Allah’ın da; “Fakat O, (yani Adem, kendisine yapılan yasaklamayı)
    unuttu. Ve Biz, onda (Allah’a aykırı hareket etine konusunda da) bir kasıt (ve
    bir yönelme) bulmadık”(Tâhâ: 20/115) buyurduğu gibi, (Allah’ın emrine
    aykırı olarak yapılmış) bu muhalefet, Hz. Adem (a.s)’a Peygamberlik görevi
    verilmezden önce meydana gelmiştir’ dememiz gerekmektedir. Yalnız Hz. Adem
    (a.s)’m, (Peygam­berlikten önce) Allah’ın emrine karşı muhalefet ettiğinden
    dolayı onun masumiyetinin Peygamberlikten sonra olduğunda ittifak edilmiştir.
    Fakat Hz. Adem (a.s)’m bu durumu, unutkan­lık eseri de olabilir. Olayın
    büyüklüğüne dikkat çekmek için unutmaya, nisyan denilmiştir. Unutma ve yanılma,
    zaten ma­sumiyet lige zarar vermez ve üstelik ona çelişik de değildir.”
    [42]

    İbnü’l-Arabi’ye[43]
    gelince; O, birinci görüşü tercih etmiş ve muhalefeti, Hz. Adem (a.s)’dan
    unutma sebebiyle meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim İbnü’l -Arabi’nin,
    “Ahkamu’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında bu konu şöyle geç­mektedir:

    “Niceleri,
    Peygamberleri, cahillerin; -haşa Peygamberler, günah işlemeye kasten ve bile
    bile can atarcasına girmişlerdir şeklihde- onlara nispet ettiği mevki ve
    makamlarına uygun düşmeyen günahlardan tenzih etme yani günahı onlardan gide- j
    rip temize çıkarma hususunda söz söyledi. Ama Müslümanlar- | dan orta yolu
    tutanlar bile bu şekilde günah işlemekten kendi- | lerini korurken,
    Peygamberlerin günah işlemeye can atması 1 nasıl olur??!! Halbuki Yüce olan
    Allah, ezelde neticelenmiş ve jj geçmiş hükmüyle Hz. Adem (a.s)’ı; kendisine
    muhalefet etme- | ye yöneltti. Bu ilahi emirle, Hz. Adem (a.s)’da, yasaklanan
    a- İ ğaca karşı bir kasıt ve Allah’ın yasağını çiğnemeye dair unut­ma meydana
    gelmiştir. Zira Hz. Adem (a.s)’ın, günahı işleme­ye yönelmesi hususunda ‘Adem,
    (kendisine ve eşine yasakla­nan ağacın meyvesini yemesi suretiyle Rabbine isyan
    etti.’ (Tâhâ: 20/121) denildi. Ve Hz. Adem (a.s)’m, özrünü açıklama mahiyetinde
    ise;

    ‘Andolsun ki, Biz,
    daha (Peygamberlik verilmezden) Önce Adem’e de (yasaklanan ağaçtan yememesi
    için) ahid vermiştik. Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve
    Biz, Onda (Allah ‘m emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir
    yönelme) bulmadık. ‘(Tâhâ: 20/115) denildi.

    Bunun pratik
    uygulanışı ise şöyledir: “Bir adam, bir eve kesinlikle girmeyeceğine dair
    yemin etse bunun üzerine de yeminini unutarak o eve kasıtlı olarak veya
    yorumunda hatalı olarak girse, işte bu, ‘kasıt’ ve ‘unutma’dır. Burada, kasıt
    ile unutma aynı şey değildir. Birbirinden farklıdır. Eve girmeme­ye yemin eden
    kimsenin unuttuğu şey, yemindir. Kastettiği ise eve girme meselesidir. Yoksa
    yemini bozmak değil. (Buna gö­re Hz. Adem (a.s) da Allah’ın emrini unuttu. Fakat
    ağaçtan, kendi kastıyla yedi). Çünkü bir efendinin, kölesini küçük düşü­rerek
    ve cezalandırarak; ‘isyan etti’ demesi caizdir. Efendinin, kölesine bu sözü
    söylemesinden sonra da tekrar faziletiyle bir­likte kölesine yönelerek onu
    (daha önceki sözünden) temizle­me şeklinde; ‘unuttu’ diyebilir…

    Fakat bugün bizden
    birisinin; Hz. Adem (a.s)’m, isyan et­tiğini haber vermesi caiz değildir. Lakin
    Yüce Allah’ın, Hz. Adem (a.s)’ın bu durumuyla ilgili ayetlerini okurken veya
    Resulullah (s.a.v)’in bu konuyla ilgili sözlerini okurken, Hz. Adem (a.s)’m
    isyan ettiğini söylememizde ve bunu açıklama­mızda herhangi bir sakınca yoktur.
    Ama Hz. Adem (a.s)’m is­yan ettiğini, kişinin kendisi tarafınca bahsetmesine
    gelince ise; bizim için örnekler ve rehberler olan normal babalarımız husu­sunda
    bu caiz olmadığına göre Yüce Allah’ın, özrünü ve tevbesinı kabul ettiği ve
    bağışladığı atamız olan Hz. Adem (a.s) hakkında ise bu, nasıl caiz
    olur?!!”
    [44]

    Allame Kurtubî de
    bununla ilgili olarak şöyle der:

    “Alimler, Hz.
    Adem (a.s)’m yasak olan ağaca yaklaştığı taktirde müstahak olacağı cezayı -ki
    bu da Yüce Allah’ın; ‘(Yasaklanan ağaca yaklaştığınız taktirde) zalimlerden
    olur­sunuz.’ (A’raf: 7/19) sözünü- bildiği halde o ağaçtan nasıl ye­diği
    hususunda ihtilaf etmişlerdir.


    a.

    Alimlerden bir topluluk bu konuda; ‘her ikisi de, Yüce Allah’ın yasakladığı
    ağacın dışındaki bir ağaçtan yemişlerdir. Fakat onlar Yüce Allah’ın yasağını,
    yasaklanan, ağaç cinsinin tamamına şamil 
    olduğuna dair yorumda bulunmamışlardır’ demiştir.


    b.
    Diğer bir
    topluluk ise; ‘her ikisi de, Yüce Allah’ın ya­sakladığı ağaçtan unutarak
    yemişlerdir, (kasıtlı olarak değil)’ demiştir. Yüce Allah, yüce kitabı Kur’ân-ı
    Kerîm’de bunu; ‘And olsun ki Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) önce A-dem’e
    de (yasaklanan ağaçtan yememesi için bir) ahid vermiş­tik. Fakat O, (kendisine
    yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah’ın emrine aykırı hareket etme
    konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık’ (Tâhâ: 20/115) ayetinde ke­sin
    ve net olarak haber verdiğinden dolayı; doğru olan görüş budur.

    Fakat Peygamberlerin,
    derece ve makamlarının yüceliği ve anlayışlarının çokluğundan ötürü onların bu
    durumlarına zarar verecek her türlü şeyden sakınmaları ve dikkatli olmaları ge­rekmektedir.
    Bunların zıddı ise (yani unutmak ve gaflet) on­larda bulunmaz. Lakin Hz. Adem
    (a.s)’ın, Allah’ın yasağını zayi ederek onu hatırlamaktan meşgul olması
    kendisini asi etti.

    Ebu Ümame, Hz. Adem
    (a.s) ise ilgili olarak şöyle der: ‘Yüce Allanın, mahlukatı yarattığı günden
    itibaren kıyamet gününe kadar gelecek olan AdemoğuHarının sabırları (veya
    vakarını) terazinin bir kefesine, Hz. Adem (a.s)’m sabrı ise te­razinin diğer
    kefesine konulsa Hz. Adem’in ki, diğerlerine da­ha üstün gelir.’

    Yüce Allah bu konuyla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    ‘Biz onda (Allah’ın emrine
    aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık,’ (Tâhâ:
    20/115)
    [45]

    Alimlerin
    ve tefsircilerin görüşlerinden; Hz. Adem’in, Yü­ce Allah’ın emrine muhalefet
    etmeye yönelmediği, O’nun em­rini unutarak veya ictihad yoluyla Allah’ın emrini
    yorumlayarak yasaklandığı ağaçtan yiyerek onun emrine muhalefet edip ve bundan
    dolayı da Yüce Allah’m, Hz. Adem (a.s)’ı cennetten çıkarıp yeryüzüne indirmek
    suretiyle onu cezalandırdığı, işte bunun da Yüce Allah’ın Hz. Adem (a.s)’m bu
    işi yapacağına dair geçmiş ilahi hikmetine binaen olduğu açıkça gözlerimizin
    önüne serilmektedir. Buna göre olay, “unutma” sonucunda nıeydana
    gelmişken, bizim, Hz. Adem (a.s)’m isyan ettiğine dair suçu ona yüklememiz caiz
    olmaz. Hele de Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında ayet indirip “Daha
    sonrada Rabbi Adem’i, (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve onu hi­dayete
    eriştirdi.” (Tâhâ: 20/122) buyurduktan sonra, Hz. A-dem (a.s) hakkında
    edebi elden bırakmamamız gerekmektedir.


    [46]

     


    Hz.
    Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele

     

    Yüce Allah’ın Hz. Nûh
    (a.s)’m kıssasına dair şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden
    delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) ile ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “Nûh Rabbine dua
    edip dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum be­nim dilemdendir. Senin, (ailemden olanları
    kurtaracağına dair bana verdiğin) vaadin de elbette haktır ve Sen, hakimlerin
    en hakimisin.’ (Bunun üzerine Allah da: ) ‘Ey Nûh! O (oğlun), katiyen senin
    ailenden değildir. (Kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkının arasında
    onun yeri yoktur. Çünkü Ben, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı
    vaat etmiş­tim). Çünkü O, (nun iman etmemekle yaptığı iş) Sahih olmayan bir
    iştir. O halde (bilgin olmayan bir şeyi,) Benden isteme! Cahillerden olmaman
    (ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana Öğüt veriyorum’
    dedi.
    [47]

    Ayettede görüldüğü
    üzere Hz. Nûh (a.s) yalnızca Rabbinden, oğlunu boğulmaktan kurtarmasını
    istemiştir. Çün­kü Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a, ev halkını boğulmaktan kurta­racağını
    ve zalimleri helak edeceğine dair vaatte bulunmuştu. Oğlu ise ev halkmdandı.
    Zira Hz. Nuh’un oğlu, babasına iman edeceğine dair söz vermişti. Bundan dolayı
    Hz. Nûh, oğlunun, kendi dini üzere olduğuna inandığından dolayı Allah’tan, onu
    boğulmaktan kurtarmasını istedi. Hz. Nûh, oğlunun, küfür üze­rinde bulunduğu
    gerçeğini bilmiyordu. Ancak Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a, onun iman etmediğini
    ve bundan dolayı da kendi ailesinden saymayacağım açıkladıktan sonra, Hz. Nûh,
    oğlu hakkındaki gerçeği öğrenmiş oldu. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’m oğluna dair
    şöyle buyurmaktadır:

    “0, (oğlun) senin
    ailenden değildir.” (Hûd: 11/46) Yani “Oğlunu, kendilerini
    boğulmaktan kurtarmayı sana vaat etti­ğim aile halkınm arasında yeri yoktur.
    Çünkü oğlun, iman et­miş kimselerden değildir. Ben ise, senin ailenden iman
    eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim” demektir. Bunun üze­rine Hz.
    Nûh (a.s), gerçeği öğrendikten sonra oğlundan uzak­laşmıştır. …

    Ayrıca Hz. Nûh (a.s),
    Rabbinden, mümin olmayan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemesine dair bu
    konuda bir masiyet veya günah işlememiştir. Yalnızca Allah’a, oğlunu
    boğulmaktan kurtarması için dua etmişti. Hz. Nûh (a.s)’rn bir insan ve
    merhametli bir baba olmasından dolayı, Onu da (oğ­lunun boğulmasını görmesi
    üzerine) baba şefkati ve acıma duygusu kaplamıştı. Bundan dolayı oğlunun
    boğulmaktan kur-. ttılması için Allah’tan, oğlunun kalbine, “imanı”
    ilham etmesi­ni istedi. Hz. Nûh (a.s)’m, bu isteği üzerine Yüce Allah, ona;
    oğlunun kafirlerden olduğunu ve onunda boğulmak suretiyle helak olanlardan
    olduğu haberini verdi.

    Üstad Ebu Mansur
    (rh.a), bu ayetin teisirinde şöyle der:

    -“Hz. Nûh
    (a.s)’ın oğlu, münafık olduğundan dolayı Hz. Nûh (a.s)’m yanında onun
    dinindeymiş gibi görünüyordu. İşte bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), oğlunu da kendi
    dini üzere gör­düğünden dolayı onun, Allah’a; ‘oğlumda benim ailemdendir’ (Hûd:
    11/145) demesinin ihtimali bundan dolayıdır. Ayrıca Hz. Nûh (a.s), oğlunun
    -kafirler-gibi- boğulmaktan kurtulma­sını Yüce Allah’tan istemektedir….Hz.
    Nûh (a.s)’m, benzeri bir isteğinden yasaklanmasına dair haber, Yüce Allah’ın şu
    sözün­de geçmişti:
                                    

    ‘Zulmedenler (kavmin)
    hakkında,   (onların boğulmaktan
    kurtulmalarına ve şefaate kalkışıp azabın onlardan kaldırılnasına dair) Bana
    bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğu-acaklardır. ” (Hûd: 11737)
    [48]

    Hz. Nûh (a.s),
    oğlunun, kendi yanında iman ettiğini görlüğünden
    [49]
    dolayı onun bu zahiri imanına dayanarak Allah’tan mu boğulmaktan kurtarmasını
    istemektedir. Nitekim münafik-ır, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v)’e bazı
    konularda muva-akat ettiklerini söylüyorlar ve bazen de Onun sözünün aksine
    areket ediyorlardı. Resulullah (s.a.v) ise onların münafık ol­uklarım
    bilmiyordu. Nihayet Allah, Ona, kimlerin münafık Iduğunu bildirmesinden sonra
    münafıkları bildi.

    İşte
    Yüce Allah’ın, “O, Senin ailenden değildir. ” (Hûd: î/46) Yani
    “oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı ana vaat ettiğim aile
    halkının arasında yeri yoktur. Çünkü, endilerini boğulmaktan kurtarmayı vaat
    ettiğim aile halkın, izli ve açık durumda da hakikaten mümin kimselerdir’ sözü
    e böyledir.
    [50] 

     


    Hz.
    İbrahim Halilurrahman (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

     

    Hz. İbrâhîm Halil
    (a.s)’e nispet edilene gelince bunlar, Kur’an ve sünnetten bazı naslarda
    geçmektedir. Hz. İbrâhîm (a.s)’a nispet edilenin zahirine göre, masumiyetin
    olmadığını gösterir. Bu dış görünüşü itibariyle bu rivayetler, kastedilenin
    dışındadır. Çünkü bu rivayetler, diğer naslarla dış görünüşü itibariyle
    çelişkilidir. Buna göre bu rivayetler; Peygamberlerin masumiyetiyle ilgili
    Müslümanların akidesinde ittifak edilen şekil üzere anlaşılmasında bu naslar
    arasında bir uyuşma sağ­lanması gerekmektedir.


    1. Birinci Nass:
    En’am Sûresinde, Yüce Allah’ın şu ayet­lerinde geçmektedir:

    “(İbrâhîm,)
    karanlık çökünce bir yıldız gönnüş, ‘Bu mu benim Rabbim?’ demiş, o sönüp
    gidince, ‘Ben böyle sönüp ba­tanları sevmem’ demişti. Daha sonrada ayı doğarken
    görünce, ‘Bu mu benim Rabbim? Bu (diğerine göre) daha büyük’ de­mişti. Fakat O
    da batıp gidince, ‘And olsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı,
    muhakkak sapıklığa düşen top­luluklardan olurdum.’ demişti. Daha sonra da
    güneşi doğarken görünce, ‘Bu mu imiş benim Rabbim! Bu, hepsinden de daha büyük’
    demiş. (Bu da diğerleri gibi) batınca, ‘Ey kavmim! Ben, sizin Allah’a ortak
    koştuklarınızdan katiyen uzağım, şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir
    kişi olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben, (Allah’a,
    yaratıkla­rından herhangi birisini ortak koşan) müşriklerden değilim’ demişti.
    [51]

    Bu ayeti kerimeler;
    “Hz. İbrahim (a.s)’m, Allah’ın varlığı hakkında şüpheye düştüğü,
    büyüklüğünde ve yüceliğinde cahil olduğu ve asıl ibadete müstahak olan
    ilahın,kim olduğunu bilmediği” şeklindeki bu zahiri nass, insanı,
    görünüşte zan ve töhmet altına sokmaktadır!

    Bazı insanlar
    zannediyor ki, “Hz. İbrahim (a.s), kavminin durumundan etkilendi,
    çocukluğunun başlangıcında kavmiyle birlikte yıldızlara tapan bir kimseydi ve
    onlar gibi güneşe ve ay’a tapıyor” Hz. İbrahim (a.s) hakkında düşünülen bu
    zan, apaçık bir cehaletin ve hatanın göstergesidir. Böyle şeyler, yü­ce
    Peygamberlerin vasıflarını bilmeyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlamlarım anlamayan
    kimselerden sadır olur…

    Şam Yüce Allah,
    (aşağıda gelecek olan ve daha önce ge­çen ayette), onu, göklerin ve yer
    yaratılışındaki inceliklere muttali kıldığını, Hz. İbrahim (a.s)’m bizzat
    kendisinin Tevhi­de yönelmiş müminlerden biri olduğunu ve iman ile kesin bilgi
    hususunda kamil kimselerden olduğunu nebisi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)’a
    haber vermiştir. Zira Yüce Allah, Hz. İbra-hîm (a.s)’ı küçüklüğünden itibaren
    olgunluk çağına kadar her türlü şirk, küfür vb. şeylerden korumuş ve ona, her
    inatçının ve kibirlinin sırtını yere vuracak kesin hücceti vermiştir. Bu, hiç­bir
    kimsenin galip olamayacağı bir Allah’ın varlığı hususunda­ki kanıtların ve
    delillerin yerine getirilmesi makammdadır. Şimdi de Şanı Yüce Allah’ın, Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m kesin bilgiy­le kavmine karşı delillerini nasıl getirdiğini
    -konuyla ilgili En’am Süresindeki- ayeti kerimelerin baş tarafını dinle. Buna
    göre Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Hani İbrâhîm,
    babası Azer’e, ‘Sen, (ilah olmaya layık olmayan) bir tahin pulları ilah mı
    ediniyorsun? Doğrusu Ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir
    sapıklık içinde görüyorum!’ demişti, işte böylece (ona, şirkin çirkinliğini gös­terdiğimiz
    gibi) Biz ibrahim’e, göklerin ve yerin yaratı hşlarındaki incelikleri
    gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye ‘(İbrâhîm) karanlık
    çökünce bir yıldız görmüş…
    [52]

    Böylece Şanı Yüce
    Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a, yaratıcının varlığını delillendirebüecek kesin
    kanıtlar ve razı olacağı hüc­cetler vermiştir. Kendisine verilenlerden sonra
    Hz. İbrâhîm (a.s), babasıyla şöyle mücadele ediyordu.

    “Sen, (İlah
    olmaya layık olmayan) birtakım putlara mı tapıyorsun.
    [53]

    Bunun ardından ise
    işitmeyen, görmeyen ve sahibine hiç­bir fayda sağlamayan putlara tapma
    hususunda babasını ve kavmini sapıklıkla şöyle suçlamaktadır:

    “Doğrusu ben,
    seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum”
    [54]

    Daha sonra Hz. îbrâhîm
    (a.s), yakinen bildiği -mükemmel bir tavırla- delilini, Yüce Allah’ın da şahitlik
    etmesiyle şöyle getirmektedir:

    “İşte böylece
    (ona, şirkin çirkinliklerini gösterdiğimiz gi­bi) Biz İbrâhîm’e göklerin ve
    yerin yaratılışlarından incelikle­ri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi
    olanlardan olsun diye.”
    [55]

    Bu ayetlerden sonra
    gelen ayetler konunun girişinde geç­mişti, Hz. İbrâhîm (a.s)’m sadece
    delillerini kavminin idraki ve anlayışı seviyesine indirgemek, onların
    inançlarına göre tedrici olarak yöneltmek, suretiyle Allah’ın varlığını delil
    gösterme makamında ve kavmine kanıtını kabul ettirme konusundadır. Bundan
    dolayı Hz. îbrâhîm (a.s), aklı selim bir düşünceyle hüccet ve delille ortaya
    çıkarılmış bu ilahlara tapma konusun­daki kavminin inancını batıllaştırmak için
    ilk önce yıldıza dair;

    “Bu, benim
    Rabbimdir”; ardından ay’a ve daha sonra da güne­şe aynı şeyi
    söylemektedir… İşte bundan dolayı Allah, bu kıs-;» sayı, şu sözleriyle
    bitirmiştir:
                             

    “İşte bu
    (zikredilenler), kavmine karşı İbrahim’e verdiği­miz delillerdir. Dilediğimizi
    (ilim ve hikmetle) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin, tam hikmet
    sahibidir ve (bun­lara kimlerin layık olduğunu da) hakkıyla bilendir.”
    [56]

    Allame Zemahşerî
    (rh.a.), bu ayeti kerimenin bitiminde çok güzel bir açıklama yapmıştır ki, biz
    de bu açıklamanın bir kısmını aşağıya şöyle aldık:

    “Hz. İbrahim’in
    babası ve kavmi; putlara, güneşe, aya ve yıldızlara tapmaktaydılar. Bundan
    dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), görme ve delil getirme yoluyla onların üzerinde
    bulundukları şirk dininin bir hata üzerine kurulduğunu haber vermeyi ve onlara
    doğruyu göstermeyi ve Hudus Delilini getirerek ilah olması mümkün olmayan
    putları vb. şeyleri, sahîh ve doğru olan delillerle onlara tanıtmayı;
    arkalarında, onları yaratan, doğuşlarını ve batışlarını bir yerden diğer bir
    yere gidiş ve in­tikallerini idare eden birisinin yani Allah’ın varlığını
    gösterdi­ğini onlara öğretmek istedi. Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, ‘Bu, benim.
    Rabbimdir’ (En’am: 6/76) sözü, muhatabının batıl yolda oldu­ğunu bildiği halde,
    ona insaf ile davranan kimsenin sözü gibi­dir. Kendi görüşünde mutaassıp değilmiş
    gibi, muhatabının sözünü aynen naklediyor. Zira bu davranış karşısındaki
    muhatabını hakka daha iyi götürür. Daha sonra da muhatabına tekrar dönerek onun
    iddiasını kendisinin ileri sürmüş olduğu delil ile boşa çıkarır… Yıldız
    batınca Hz. İbrâhîm (a.s); ‘Ben böyle sönüp batanları sevmem’ dedi (En’am:
    6/76). Çünkü kendisine tapılan ilahların durumunun değişmesi ve bir yerden
    başka bir yere intikali doğru değildir. Esasen bunların durumu, günah sahibi
    kimselerin (yani bir bakıyorsun günah işliyor, bir de   bakıyorsun  
    günah   işlemiyor)   özellikler indendir.   Yüce Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş
    olsaydı, muhak­kak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum’ ayetine gelince ise;
    Hz. İbrâhîm (a.s), ay’ın, doğup etrafa ışık saçtığını görün­ce, bu sözüyle
    kavminin taptıkları put, güneş, ay vb. şeylerin, batıl olduğuna dikkatleri
    çekmek ve beyinsiz olduklarını gös­termek istiyordu. Fakat ay da batıp gözden
    kaybolunca Hz. İbrâhîm (a.s); ‘Bu, benim. Rabbimdir’ dedi. (En’am,: 6/77). Bu­rada
    Hz. İbrâhîm (a.s) karşı koyma yöntemiyle kavminin sa­pıklık içerisinde
    bulunduğunu göstermek istemiştir.”
    [57]

    Yukarıdaki ayetlerde
    de geçtiği üzere- bu kıssayı -Kur’ân-ı Kerîm anlatmıştır. Yalnız Yüce Allah bu
    kıssayı, peygamberi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)’a verdiği ikna edici bir
    yöntem ve güçlü bir hüccetle yol gösterici olarak haber vermiştir. Zira Hz.
    İbrâhîm (a.s), Allah’ın varlığına dair delil getirerek kavmi­ni aciz bırakmaya
    ve kavminin -Allah’ın dışında- yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları
    konusundaki sapıklıklarını ve yanlış bir yol üzerinde olduklarına dair delil
    getirmeye nasıl güç yetirdi?..

    Ayrıca Hz. İbrâhîm
    (a.s), amacına ulaşabilmek için yolla­rın en kolayını tutarak açıklamıştır.
    Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmini ilk önce direkt olarak suçlamayıp
    onlara tedrici bir şekilde yaklaşıp -ayetlerdeki sıralamaya göre- hareket et­miştir.
    Hz. İbrâhîm (a.s), kavminin; Allah’ı bırakıp putlara, yıldızlara, aya, güneşe
    vb. şeylere tapmaları hususundaki ceha­let ve hatalarını kendilerine göstermek amacıyla
    ilk önce gök­yüzünde parlayan bir yıldızı görüp, ‘İşte bu, benim Rabbimdir’
    dedi.
    [58]

    Hz. İbrahim (a.s) bu
    sözüyle onları reddetmek, kınamak, tenkit etmek ve tedrici bir şekilde onları
    helake götürmek için böyle söylemişti. Daha sonra yıldızın kaybolup gittiğini,
    gö­rünce, bu -kaybolup giden- yıldızın “Rab” olmaya uygun bir varlık
    olamayacağını söyledi. Çünkü Rab olarak kabul ettikleri varlığın durumu
    değişmiş ve bir yerden başka bir yere intikal etmişti. Hz. İbrâhîm böylece
    kaybolup giden bir ilahın ilah o-lamayacağını kavmine anlatmaya çalışıyordu.
    İşte bu Hudus’a yani ilah olarak kabul ettikleri varlıkların sonradan meydana
    geldiğine işaret etmekteydi… Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s) gökyüzünde ayın
    doğup etrafa ışık saçtığını görünce -öncede dediği gibi-, “Bu, Benim
    Rabbimdir” dedi. Ay’ın da batıp göz­den kaybolduğunu görünce, bununda
    kendisine fayda sağlayıcı bir ışık olarak kabul etmeyip bö.yle kaybolup giden
    ve kendisi­ne tapınılması gereken bir varlığın “Rab” olamayacağım söy­ledi.

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    burada da onların sapıklık ve hatalı bir yol üzerinde olduklarım gördü. Fakat
    bunu direkt olarak söy­lemeyip hikmetinin gereği bir yöntemle şöyle anlatmak
    istedi; “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhak­kak
    sapıklığa düşen topluluklardan olurdum ” (En ‘am: 6/ 77).

    Hz. İbrâhîm (a.s) bu
    sözüyle, onlann sapıklık içerisinde olduklarını direkt açıklama metodunu
    seçmeyip böyle bir ilahı ve benzerlerini kabul etmekle kendisinin de -onlar
    gibi- sapık­lık içerisinde olacağını belirtmiştir. Çünkü taptıkları bu ilahlar,
    devamlı olarak doğuşları ve batışları değişmekte olup bir yer­den başka bir
    yere geçmek suretiyle dönüp dolaşmaktadırlar. Bunu da onlara taptıkları
    ilahların sonradan yaratıldıklarını göstermek için yapmıştı.

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    “sapıklığa düşen topluluklardan” sözüy­le ayla tapmanın doğru yolu
    şaşırmış yani sapıklık içerisinde olmakla açıklamak istemiştir.

    Daha sonra güneşin
    doğduğunu, ışığının kainata yayılması suretiyle parlaklığını görünce, Hz.
    İbrâhîm, “İşte bu, benim Rabbimdir” dedi. Çünkü güneş, yar
    atılmışların en büyüğü, di­ğerlerinden daha parlak ve daha faydalıydı. Buna
    göre güneş, diğer yıldızlara ve aya nazaran tapılmaya daha hak sahibiydi… Hz.
    İbrâhîm (a.s) bu sözünü, onların sapıklık üzerinde bulun­duklarına dair onlara
    karşı delil getirmek için ve güneşinde diğerleri gibi sonradan yaratılmış
    olduğunu göstermek için bu şekilde söylemiştir… Bir müddet sonra güneş de
    kaybolup uf­kun arkasına geçince, ışığını ve parlaklığını kaybetmişti…

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    kavmi ile münazara halinde bulundu­ğundan dolayı onlann, putlara, yıldızlara,
    ayla, güneşe vb. şey­lere tapmaları ile sonradan yaratılmış olan bu varlıklara
    tapma­larım sapıklıkla suçladı. Daha sonra da kavminden ve onlann
    taptıklarından uzaklaştı. İşte bu, gözlerin gördüğü bu en parlak üç cismin ilah
    olmadığı anlaşılıp kesin delillerle ortaya çıktık­tan ve gerçek, sabah
    aydınlığı gibi ortaya çıktıktan ve kastetti­ği gayeye ulaştıktan soma Hz.
    İbrâhîm (a.s):

    “Ey kavmim! ‘Ben,
    sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım. Şüphesiz ki ben yüzümü,
    Tevhide yönelmiş bir kişi olarak gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a
    yönelttim. Ben (Allah’a, yaratıklarından herhangi bilisini ortak koşan) müş­riklerden
    değilim’ demişti. Kavmi (A Hah ‘in birlenmesi ve O’nun ortağının olmadığı
    hususunda) İbrahim’le tartışmaya girişti. O demişti ki: Allah beni hidayete
    (Tevhide) iletmişken, siz benimle Allah hakkında (O’nu tevhid etmem hususunda)
    mı tartışıyorsunuz? Ben, O’na ortak koştuğunuz (putlardan, ilah­lardan vb.)
    şeylerden korkmam. Ancak Rabbim bir şey dilerse, o (dilediği şey) müstesna.
    Rabbimin ilmi, her şeyi sarıp kuşa­tır. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?
    Hem Allah ‘m size  (haklarında) hiçbir
    delil ve burhan indirmediği şevleri siz O’-na eş koştuğunuzdan korkmazken, ben eş
    koştuğunuz o varlık­lardan niye korkayım? Şimdi bu iki zümreden (Tevhide yönel­mişlerin
    grubu mu? Yoksa müşriklerin grubu mu?) hangisi gü­ven duymaya daha layıktır?
    Eğer biliyorsanız (söyleyin baka­lım? Bunlar), iman edenler ve imanlarını zulüm
    ile bulaştır-mayanlar (yok mu?) İşte güven duyma hakkı ancak onlaradır. Ve
    onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir. İşte bu (zikredilen­ler), kavmine karşı
    ibrahim’e verdiğimiz delillerdir. Dilediği­mizi (ilim ve hikmette) derecelerle
    yükseltiriz. Şüphesiz kî Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bunlara kimlerin
    layık oldu­ğunu da) hakkıyla bilendir.”
    [59]

    Bu (ayetlerde geçen)
    sözler, Allah’ın varlığı konusunda şüphe etmeyen ve yüce yaratıcının varlığı
    konusunda bilgisiz olmayan Hz. İbrahim Halil (a.s) tarafından söylenmiştir. An­cak
    bu sözler, delil getirme ve kanıt yoluyla kavminin sapıklık üzerinde
    bulunduğunu delillendirnıek ve kesin hüccetlerin en büyüğüyle onları aciz
    bırakmak için söylenmişti.

    İbnü’l-Arabî,
    “Ahkamu’l-Kur’an” adlı tefsirinde bu ko­nuyla ilgili olarak şöyle
    der:

    “Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a verilmiş olan Tevhid davasını açıkla­ma ve delil getirme bilgisinin
    sonucu olarak kavmi ile arasında geçen olaylar, onun, Yüce Allah’ı bilmemesi ve
    bu husustaki şüphesi sadece Allah’ı onlara tanıtmak içindir. Yoksa Hz. İb­rahim
    (a.s) gerçekten şüpheye düşmüş değildir.”
    [60]

    Buna göre bir kimse,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m, Allah’ın varlığı konusunda şüphe ettiğini zannederse ve
    onun, yıldızlara, aya ve güneşe taptığına inanırsa, haktan uzak, anlayışında
    hatalı ve nebiler ile resullerin sıfatlarından bilgisiz olduğu anlaşılır…
    Çünkü Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a, Peygamberlikten önce ve doğru yolu ve
    hidayeti bulma (rüşd) kabiliyeti vermiş­tir:

    “And olsun ki
    daha önce (Peygamberlikten önce) Ibrâhîm-‘e de doğru volu bulma imkanı (rüşd)
    verdik. Biz İbrahim’in (buna ehil olduğunu) biliyorduk.”
    [61]


    2.
    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m masum olmadığını vehmettiren i-kinci nassa gelince; o da, yüce
    Allah’ın şu sözüdür:

    “Hani İbrâhîm:
    ‘Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini ba­na göster’ demişti. (Allah’ta)
    “İnanmadın mı yoksa?’ demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin mutmain olması
    için (bunu istiyorum)’ demişti. Allah’ta, ‘Öyleyse dört (çeşit) kuş al, onla­rı
    kendine alıştır (sonrada onları parçala ve) her dağ başına onlardan birer parça
    bırak Sonra onları (Allah’ın izniyle ge­liniz diye) çağır. (Onlarda) koşarak
    sana geleceklerdir’ demiş. Bil ki şüphesiz Allah, Aziz’dir ve Hakimdir.
    [62]

    Sanki bu ayeti kerime;
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m, “ölüleri dirilt­mesine dair Allah’ın kudreti
    konusunda” şüphe ettiğini yansıt­maktadır. Böyle bir anlayış şekli, uygun
    olmayan bir anlayış şeklidir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)’m, Rabbi konusunda ve
    yüce Allah’ın ölüleri diriltmesine dair olan kudreti konusunda şüphe ettiği
    şeklinde bir anlayışa varmaktan Allah’a sığınırız. Zira Hz. İbrâhîm (a.s),
    tevhid inancım insanlar arasına yerleş­tirmeye çalışan ve insanların,
    yalnızca.bir olan Allah’a ibadet etmelerini sağlamak için Kabe’yi ilk Önce İnşa
    eden ve aynı zamanda da Peygamberlerin atası olan bir kimsedir. Hz. İbrâ­hîm
    (a.s), Rabbinden yalnızca, “ölüleri nasıl dirilttiğinin” key­fiyetini
    sormuş, “mahiyetini” sormamış ve ayrıca “Ey Rabbim! Ölüleri
    diriltmeye gücün yeter mi?” şeklinde bir soruda sor­mamıştır. Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ın, Rabbine olan sorusu, “Ölüleri diriltmesinin keyfiyetine
    dairdir.” Yalnız bu da, Hz. İbrâhîm (a.s)’m (Allah’ın varlığına kesin
    olarak inanmakla birlikte), kalbinin kesin olarak inandığı bir rahata kavuşması
    ve ilahi yaratıcının sırları ile gizemlerini görmeyi bilmek maksadıyla­dır.

    Üstad Ahmed el-Münir,
    “Keşşaf tefsirine yaptığı açıkla­yıcı bilgide bu ayetle ilgili olarak
    şöyle der:

    “Hz. İbrâhîm
    (a.s)’m, Allah’a ‘ölüleri nasıl diriltirsin’ (Ba­kara: 2/260) şeklindeki
    sorusuna gelince bu soru, ölüleri di­riltmeye dair Allah’ın bu konudaki
    kudretinden şüpheye düşme şeklinde değildir. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu
    sorusu,, ölülerin nasıl diriltileceğine dairdir. İmanda ise ölülerin diriltme
    biçi­mini ve şeklini kavramak şart değildir. Çünkü bu soru, imanda bilinmesi
    şart olmayan bir hususu bilmeyi sorup öğrenmek is­temekten ibarettir. Sorunun
    “nasıl” anlamına gelen “keyfe” ‘ edatıyla gelmesi ve
    sorunun, o anki durumuna dair olması, bu­nu göstermektedir. Bu sorunun görünüşü
    itibariyle birisinin; “Zeyd, insanlar hakkında nasıl böyle
    hükmediyor?” demesi şeklindedir. Bunu söyleyen kimse, Zeyd’in; insanlar
    hakkında hükmettiğinden şüphe etmiyor. Yalnızca hükmün keyfiyetini yani nasıl
    hükmedeceğini soruyor, yoksa hükmün nasıl sabit olacağını sormuyor. Olabilir ki
    bu şüphe, akla veya kalbe ge­len bazı vesveselerle bazı zihinleri bulandırırda
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m şüphe ettiğine dair bir yol bulur diye… Hz. Peygamber
    (s.a.v), akla ve kalbe gelen bu vesveseleri, şu sözüyle kökünü kazımıştır:
    “Biz, şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.”
    [63]

    Yani biz şüphe
    etmiyorsak, İbrâhîm (a.s)’m şüphe etme­mesi daha evladır, demektir. Yüce Allah,
    “(ölüleri diriltmeye gücünün yettiğine) inanmadın mı?” (Bakara:
    2/260) sözüyle ise Hz. İbrâhîm (a.s)’ın birinci ifadesinde (ölüleri nasıl
    dirilteceğine dair Allah’a sormasında) yer alan lafız, ihtimalini ondan
    uzaklaştırıp işiten herkesin anlayabileceği ve bu konuya şüp­heyi katmayacak
    bir ifadeyle onun imanım sağlamlaştırmak ve şüpheden uzaklaştırmak için Hz.
    İbrâhîm (a.s)”m: “Evet, (se­nin ölüleri dirilteceğine dair gücüne)
    inandım” (Bakara: 2/260) şeklinde konuşmasını istemiştir.”
    [64]

    Şehid Seyyid Kutub
    (rh.a.), “Fizilali’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında bu ayeti kerimenin
    tefsirinde şöyle der:

    “Bu, ilahi
    sanatın girift esrarına muttali olma arzusudur. Bu arzu Allah’ın dostu, huşu
    sahibi, rıza vasfıyla ilintili, mü­min, haya ve hilm sahibi kul İbrahim’den
    gelmiştir… Evet bu arzu, Hz. İbrâhîm (a.s)’dan geldiğine göre, Allah’a yakın
    olan kulların en yakını, kalplerde ilahi sanatın sırlarını görmek ve buna
    muttali olmak için zaman zaman gelen şevk ve heyecan mevcut olunca Cenab-ı
    Allah’ta bu esrar perdesinin bir kısmını açmaktadır.

    Bu arzu, imanın sebata
    erip istikrar kazanması, mevcudi­yeti ve kemali ile alakalı değildir. Bu arzu,
    daha başka bir hal­dir. Onun ayrı bir zevki vardır. Bu,ilahi esrarm ameli
    olarak meydana gelme esnasında bizzat görmek iştiyakından doğan ruhi bir
    arzudur. İnsan benliğinde tecrübenin bahşettiği zevk, gayba imanın verdiği
    zevkten farklıdır. Bunun gerisinde artık başka bir iman şekli veya iman etmek
    için burhan (delil) şekli düşünülemez. Hz. İbrâhîm (a.s) sadece Allah’ın
    kudretinin faa­liyet halini müşahede edip o esrarlı alemin zevkine ulaşarak
    rahatlamayı arzu etmektedir. O havayı teneffüs etme, o ruh ikliminde yaşama
    arzusudur bu… İmanın varacağı son nokta­nın ötesinde bambaşka bir haldir
    bu… “
    [65]

     


    Hz.
    İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?:

     

    Görünüşte Hz. İbrâhîm
    (a.s)’in masum olmadığına işaret eden ve sünneti Nebevide geçen hadise gelince
    İşte bu, Resulullah (s.a.v)’in şu sözünde geçmektedir:

    “Hz. îbrâhîm
    (a.s) sadece üç yalan söylemiştir. Bunlardan İkisi, Allah’ın zatıyla ilgili;
    biri, ‘Ben hastayım’ (Saffât: 37/89) sözüdür, diğeri de, ‘Aksine o (putları
    kırma) işini putların şu büyüğü yapmıştır’ (Enbiyâ: 21/63) sözüdür. Birisi de,
    Temiz hanımı Sare hakkındadır. (Bu olay da şöyle olmuştur: ) ‘Hz. İbrâhîm
    (a.s), zalim birinin diyarına (Mısır’a) beraberinde ha­nımı Sare de olduğu
    halde gelmişti. Bunlar, zalim kralın mem­leketine girince, (şehrin giriş
    kapısında görevli) adamlardan biri, Hz. İbrahim’i ve hanımı Sare’yi gördü.
    Hemen krala gidip, ‘senin memleketine beraberinde insanların en güzeli bir
    kadın­da ‘bulunan bir adam girdi. (İnsanlar, ondan daha güzel yüzlü­sünü ve
    güzelini şimdiye kadar görmemiştir. O, sizden başka­sına layık değildir)’ dedi.

    Kral derhal adamlarından
    birisini, Hz. İbrahim’e gönderip onu huzuruna getirtti. Kral, Ona:

    – (Beraberinde
    bulunan) bu kadın kimdir?’ diye sordu. Hz. İbrâhîm, (Sare hakkında) ‘benim
    hatumımdir!’ diyecek olursa onun yüzünden, kendisinin öldürüleceğinden çekindi­ğinden
    dolayı):

    – Kız kardeşimdir’
    dedi ve bunun üzerine Hz. İbrâhîm, tıemen hanımı Sare’nin yanma gelip ona:

    – Bu zorba, senin,
    ‘benim hanımım’ olduğunu öğrenirse, senin için bana galebe çalar. Eğer sana
    (benim, neyin olduğu­nu) soracak olursa, ‘kız kardeşim olduğunu söyle! Çünkü
    sen, zaten İslami yönden (din) kardeşimsin.’ Bu yeryüzünde senden ve benden
    başka bir mümin bilmiyorum’ dedi.

    Kral, (adam
    göndererek) Sare’yi yanma getirtti. Sare’de geldi. (Sare’nin gidişinin
    akabinde) Hz. İbrâhîm hemen nama­za durdu. Sare, kralın yanına girince, kral,
    (onu, ayakta karşı­ladı. Fakat) elini ona uzatamadı. Eli, şiddetli bir şekilde
    tutulu kaldı. Artık ayaklarıyla tepinmeye başlamıştı. Sare’ye:

      ‘Elimi salması için Allah’a dua et! Sana bir
    zarar verme­yeceğim!’ dedi. Sare’de, Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın
    eli, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Ama kral, ikinci defa tekrar Sare’ye
    sataşmak istedi. Fakat eli, önceki gibi veya ondan daha şiddetli bir şekilde
    tutuldu. Sare’ye:

      ‘Elimi salması için Allah’a dua et! Sana bir
    zarar verme­yeceğim!’ dedi. Sare’de, Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın eh,
    -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Kral, kadını getiren adamı (veya
    muhafızlarından birini) çağırıp ona:

      ‘Sen bana insan değil, bir şeytan
    getirmişsin. Bunu ül­kemden hemen çıkar!’ diye emir verdi. Kral, (Sare’de
    gördüğü bu haİlerden dolayı) ona, ‘Hacer’i’ hediye olarak verdi. Bunun üzerine
    Sare, Hz. İbrahim’in yanma geldi. O sırada Hz. İbrâ­hîm, namaz kılıyor (ve
    Allah’a dua ediyordu). Sare’nin geldi­ğini hissedince, namazını bitirip ona
    eliyle işaret ederek:

      ‘Nasılsın? Ne haber’ dedi. Sare’de:

      ‘(Hayırdan başka bir şey yoktur!) Allah, tam
    zamanında kafirlerin hilesini geri çevirdi. (Bana zarar vermek için uzattığı
    eli, Allah tarafından tutula kaldı) ve (Kral) bana da, Hacer’i hediye olarak
    verdi’ dedi”…

    Ebu Hureyre (r.a): ‘Ey
    gök suyu (ile faydalanan kimsele­rin) oğulları! Bu kadın (Sare), sizin
    annenizdir’ dedi.”
    [66]

    Bu hadisi, Buhârî ve
    Müslim rivayet etmiştir.

    Bu hadisi şerif de,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın masum olmadığını gösteren herhangi bir delil yoktur.
    Aksine bu hadisi şeriften, Hz. İbrâhîm (a.s)’rn masum olduğu anlaşılmaktadır.
    Çükü Hz. Peygamber (s.a.v), bu üç yalanla; hakiki anlamda olan yalanı
    kastetmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözüyle, ancak sanki Hz. İbrâhîm (a.s)’in
    yalan gibi görünen ama aslında yalan ol­mayan haberlerim açıklamayı istemişti.
    Bunun ise hakiki ve asıl şekli yalan değildir…

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
    kavmine olan, “Ben hastayım” (Saffât: 37/89) ve “Aksine o
    (putları kırma) işini, putların şu büyüğü yapmıştır” (Enbiyâ: 21/63)
    sözlerine gelince ise bun­lar; kavmi ve onların taptıkları ilahlarla, alay etme
    ve hakaret etme cinsinden olan sözlerdir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s),
    “Ben, hastayım” (Saffât: 37/89 ) sözüyle; Mecazi olarak, “Ben;
    sizin işitmeyen, fayda sağlamayan ve sahibine bir şey kazandırmayan bu putlara
    uymanızdan dolayı hastayım” de­mek istemiştir: Nitekim bir kimse manen
    hasta olduğunda, be­denen de hasta olur…

    Hz. İbrâhîm (a.s.),
    hususi olarak; kavmini, cehalet ve sa­pıklık içerisinde gördüğünden dolayı
    onları, hidayete ve dos­doğru yola böyle söylemekle davet etmiştir. Fakat
    onlar, sapık­lık ve cehalet içerisinde gözleri görmeyen kör kimseler gibi
    kaldılar! Kendilerine yapılan hakikati vergerçeği göremediler!

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m,
    “Aksine o (putları kırma) işini, putla­rın şu büyüğü yapmıştır”
    (Enbiyâ: 21/63) sözüne gelince ise bu söz; hakiki anlamda söylenilmiş bir yalan
    değildir. Ancak bu, sözün kesin bir hüccet ve parlak bir delil cinsinden olan
    söz gibidir. Zira Hz. İbrâhîm (a,s.), kavmine, bu konu ile ilgili delilleri
    getirmek istediği sırada ona; “Bu putları kıran kim­dir?” diye
    sordular. Hz. İbrâhîm (a.s)’da; kavmini ve putları alay ederek ve hakaret eder
    bir vaziyette, büyük puta işaret etmiştir. Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s),
    söylemiş olduğu bu sözden dolayı kavmini şaşırmış olarak gördüğünde, onlara, şu
    susturucu cevabı vermiştir:

    “Eğer
    konuşabiliyorlarsa, (bu kırma işini,) kırılan putlara Sorun!”(Enbiyâ:
    21/63).

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın,
    hanımı Sare ile ilgili “Sen kız karde-şimsin” sözüne gelince ise, bu
    sözle ancak; “İnanç ve iman kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Yüce Allah,
    din kardeşliğiy-le ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Müminler ancak
    kardeş­tirler” (Hucurat: 49/10).

    Yüce Allah, bu
    sözüyle, soy kardeşliğini değil, din kardeş­liğini kastetmiştir. Çünkü Sare,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m kız kardeşi değil, hanımıydı.

    Bu sözlerin hepsi
    sadece üstü kapalı söylenen sözlerden olup sahibini cezalandırmayan ve işleyene
    de günah gerektir­meyen, yalandan sayılmayan sözlerdir.

    Nitekim Araplar, üstü
    kapalı söylenen sözlerden dolayı söyleyen kimsenin sorumlu tutulamayacağına ile
    ilgili şöyle derler: “Kuşkusuz üstü kapalı konuşmayla, yalandan uzak ka­lınır.”
    [67] Yani
    “Üstü kapalı konuşma; Müslüman bir kimsenin, haram olan yalana düşmesini
    engeller’1 demektir.

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m bu sözünde de, Peygamberlerin ma­sum oluşuna zarar verici
    kasten yalan söylemeyi gösteren bir unsur yoktur. Sadece bu söz, mubah olan
    üstü kapalı sözler cinsindendir. Allah, hakkı söyleyen ve dosdoğru yola
    iletendir.


    [68]

     


    Hz.
    Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

     

    Şanı Yüce Allah, Hz.
    Yûsuf (a.s)’a; güzellik verdiğini ve yücelik ile değerlilik elbisesini ona
    giydirdiğini; buna karşılık Mısır azizinin hanımının, onu fitneye düşürmek
    istediğini, sap­tırmak ve tahrik etmek maksadıyla ona kötülük yapmayı iste­diğini,
    fakat Hz. Yûsuf (a.s)’m (bu saptırma ve tahriklere karşı) demirden daha sert ye
    dağdan daha güçlü olduğunu, azizin ha-nımıyla birlikte diğer sosyete
    kadınlarının planladığı çok ince hileler ile şiddetli şehevi saldırıların, Hz.
    Yûsuf (a.s)’a etki et­mediğini ve bununla birlikte bu yüce peygamberin suçsuzlu­ğunu
    ve masum olduğunu ortaya koyan Kur’ân-ı Kerîm, onun bu kıssasını, parlak bir
    biçimde bize anlatmıştır. Fakat Kur’an’ı Kerim, bize bu kıssanın bir kısmını
    şöyle anlatmak­tadır:

    “Şehirdeki bir
    takım kadınlar: ‘Azizin karısı, (yanında ça­lışan) delikanlısının nefsinden
    murad almak istiyormuş. (Köle­sine olan tutkusu,) yüreğinin zarını delip
    (kalbinin derinlikle­rinin) içine kadar işlemiş. Görüyoruz ki O (azizin
    hanımı), doğrusu apaçık bir sapıklık içerisindedir’ dediler. Vaktaki (kadın)
    onların gizliden gizliye (arkasından) yaptıkları dedi­koduları işitince, onlara
    (evine misafir olarak gelmeleri için) haber yolladı, (misafirler evine
    gelince,) onlar için (oturup) yaslanacak yerler (ve ayrıca bir de sofra)
    hazırladı. (Böylece sıkıntı vermeyecek rahat bir ortam hazırlayıp, ellerine de
    mey­ve soymak için bıçaklar vermek suretiyle onların huzuruna Yû­suf’u
    çıkarmakla onu görür görmez dehşete düşmelerini, ken­dilerinden geçmelerini ve
    farkında olmadan da .ellerini kesme­lerini sağlamak için) onlardan her birine
    birer bıçak verdi. (Yûsuf’a da) ‘çık karşılarına’ dedi. Hepsi onun güzelliğini
    gö­rünce, onu, çok büyük bir varlık kabul ettiler ve (hayranlıkla­rından dolayı
    dehşete düşerek) ellerini kestiler, ve dediler ki:

    ‘Allah’ı tenzih
    ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şe­refli bir melekten başkası
    olamaz. “
    [69]

     


    Hz.
    Yûsuf (a.s)’a Karşı Yapılan İftira ve Yalan:

     

    Bazı tefsircilerin
    ayakları haktan kaydı ve uzaklaştı.
    [70]
    Çünkü onlar, Hz. Yûsuf (a.s) hakkında uygun olmayan ve sağ­lara bir bilgiye de
    dayanmayan bazı zayıf ve uydurma rivayet­leri naklederek onun, azizin hanımıyla
    zina etmeye niyetlendi­ği şeklindeki iddiaları sebebiyle ayakları kayıp haktan
    uzaklaş­tı….

    (Ayette geçen ‘Burhan’
    ve ‘hemme’ = ‘meyletme’ veya ‘kastetme’ kelimelerim açıklama sırasında) bazı
    tefsir kitapla­rı, rivayet etmesi ve nakletmesi doğru olmayan bazı uydurul­muş
    batıl İsrail! rivayetleri aktarmakla gafil davranmışlardır. Güvenilir alimler
    ile sağlam hafızlar, bu rivayetleri tahlil ve tenkit ederek okuyuculara çok
    faydalı bilgileri haber vermiş­lerdir. Çünkü bu rivayet ler, Kur’ân-ı Kerîm
    ayetleriyle ters düşmekte ve Peygamberlerin masumiyetiyle çelişmektedir.

    Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)
    hakkında uydurulmuş bazı batıl rivayetler şunlardır: “Azizin hanımı, Hz.
    Yûsuf ile yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde ve ondan, kendisiyle zina
    etme­sini istediğinde, -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah’a sığını­rız- Hz.
    Yûsuf, kadının isteğini kabul etmiş, ona uymuş ve ka­dınla, son derece çirkin
    olan zina işini işlemeye yeltenmiştir. Bunun için de donunun uçkurunu çözmüş
    -erkeğin, hanımının dört yeri arasına oturduğu gibi- azizin hanımının dört yeri
    yani iki bacağı ve iki kolu araşma oturmuş ve kadın, gerisi üzerine sırt üstü
    uzanmış olduğu halde onunla zina etmeye yeltenmiş. Tam bu sırada kendisine
    seslenen bir sesi işitmiş. Ardından parmağını ısırmış bir vaziyette babası Hz.
    Ya’k’ûb (a.s)’ı gör­müş. Babasından utandığı için Mısır azizinin hanımına
    yelten­diği çirkin işten vazgeçtiği şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Ve daha
    ipe sapa gelmez bir çok uydurma ve batıl rivayetleri nakletmişlerdir. Bu çirkin
    rivayetleri nakleden tefsirciler; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)’m şerefli ve
    değerli bir Peygamber oldu­ğunu; Yüce Allah’ın, onu, masiyetlerden ve son
    derece çirkin günahlardan, yani daha büyük kötülüklerden ve zina işlemek­ten
    koruduğunu; ayrıca efendisi azizin, kendisinin ikametini ve ikramını en güzel
    şekilde yaptığını ve iyi davrandığını bildiği halde, efendisine hainlik ettiği
    şeklinde bir iftira ve yalan ileri sürüp de az önce Hz. Yûsuf (a.s) ile ilgili
    belirtilen hususları nasıl oldu da unuttular ve farkına varamadılar. Halbuki
    Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Yûsuf’u satın
    alan Mısırlı (Aziz), karısına dedi ki: ‘Ona kadr-ü kıymet ver. Umulur ki bize
    faydası dokunur veya onu evlat ediniriz. “
    [71]

    Hz. Yûsuf es-Sıddik
    (a.s), efendisinin kendisine yaptığı bu güzel davranışı unutmayıp aksine
    efendisinin, kendisine yaptı­ğı ve bahşettiği bu iyilik ve ihsanı; efendisinin
    hanımı, kendi­siyle yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde, bu güzel dav­ranışı
    azizin hanımına aşağıda gelecek olan ayette- söylemiştir. Buna göre Hz. Yûsuf
    (a.s), efendisinin hanımı, kendisinden murad almak istediğinde ona şöyle
    demişti:

    ” (Böyle bir şey
    yapmaktan) Allah ‘a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir, 0
    bana güzel bir mevki ver­miştir. (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına
    yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalimler (hainlik
    edenler) asla felah bulmaz,! dedi.”
    [72]

    Gerçekten de zina,
    suçların ve günahların en çirkini ve en kötü olanıdır. Üstelik semavi dinlerin
    hepsi, zinayı yasak­lamışlardır. Buna göre bütün semavi dinlerde zina
    yasaklanmış olduğu halde, Allah’ın Peygamberlerinden birisi olan Hz. Yû­suf
    (a.s), bu çirkin zina işini nasıl işleyebilir?! Allah’ı tenzih ederiz ki, Hz.
    Yûsuf (a.s)’a dair ileri sürülen bu iftira, gerçek­tende büyük bir iftiradır!!.

    Bu tefsirciler, Hz.
    Yûsuf (a.s)’ın kıssasını anlatma esna­sında gelen Kur’ân-ı Kerîm nasslarım,
    İsrailiyattan nakledilmiş bu uydurma ve yalan rivayetleri
    [73]
    kabul etme mahiyetinde sağda ve solda kalmış bilgileri, iyi göremediklerinden
    önüne rasgeleni almak suretiyle açıklamaya kalkıştılar. Fakat bu tef­sirciler,
    bu İsraili rivayetleri, Peygamberlerin masumiyetinde ittifak edilip
    edilmediğine ve Kur’an nasslarınm bu tür rivayet­lerle birbirine uygun olup
    olmadığına dikkat etmeden hatalı bir anlayış şekliyle almışlardır. Bazı
    tefsircilerin dikkat etmeden aldıkları İsraili rivayetler, Yüce Allah’ın şu
    ayetiyle ilgilidir:

    “Eğer Rabbinin
    burhanını (= kadının isteğini kabul et­mekten kendisini alıkoyacak Allah’ın
    ayetlerinden birisini) görmemiş olsaydı, neredeyse Yûsuf’ta kadını isteyecekti.
    Zaten kadın da, Yûsuf’u istemişti.”
    [74]

    Hz. Yûsuf (a.s)’m bu
    günahı işlediğini ileri süren bazı tef-sirciler, ayette geçen “Hemme”
    = “isteme, meyletme, kastet­me” kelimesini; “Hz. Yûsuf (a.s)’m,
    azizin hanımının isteğine uyması ve kadına yaklaşmayı azmetmesi” şeklinde
    tefsir et­mişlerdir. “Burhan” kelimesini de; “Hz. Yûsuf
    (a.s)’in, babası Hz. Ya’k’ûb (a.s)”ı, parmağını ısırmış bir vaziyette
    gördüğünü ve babasından utandığı için bu çirkin işi bıraktı” şeklinde
    tefsir etmişlerdir.

    Bu ayeti kerimede
    geçen bu iki kelimenin bu şekildeki yo­rumu, batıldır ve caiz değildir.
    Allah’ın izniyle birazdan bu kelimelerin ifade ettiği doğru olan manaları
    çeşitli şekülerde açıklayacağız…

    Tahkikçi
    tefsircilerden çoğu; bu İsrailî rivayetleri, bazı Müslümanların bu rivayetleri
    okuyarak onların güvenilir ve sağlam rivayetler olduğunu zannederek almaları
    suretiyle yan­lış düşüncelere dalmaları için bu rivayetlerin yanlışlığını açık­layarak
    bu rivayetleri okuyan Müslümanlara haber vermişler­dir.

    Allame Üstad Abdullah
    b. Ahmed en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

    “0 kadın, onu
    istemişti. ” (Yûsuf: 12/24) Buradaki ayetin metninde geçen ‘hemme’ (=
    isteme) kelimesi, ‘kastetme ve azmetme’ anlamında kullanılmıştır. Buna göre
    ayetinin anla­mı: ‘Kadın, Yûsuf la birleşmeye kesin olarak kastetti’ şeklinde
    olur. “0 da, onu isteyecekti” (Yûsuf: 12/24).

    Burada geçen ‘hemine’=
    ‘isteyecekti’ kelimesinin anlamı ise, ‘mümkün olmamakla birlikte isteme’
    anlamında kullanıl­mıştır. Buna göre ayetin anlamı: ‘Yûsuf, azim ve kasıt olmak­sızın
    kadına yaklaşmayı aklından geçirdi’ şeklinde olur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)’m
    kadına yaklaşmayı istemesi, kadının Hz. Yûsuf (a.s)’a yaklaşmayı istemesi gibi
    olsaydı Yüce Allah Hz. Yûsuf (a.s)’ı, ihiaslı kullarından (Yûsuf: 12/24) olduğu
    şeklinde övmezdi. Üstelik Hz. Yûsuf (a.s)’m kadına yaklaşmayı is­temesi ile
    kadının, Hz. Yûsuf (a.s)’a yaklaşmayı istemesi ara­sında büyük farklar
    vardır…

    Denildiğine göre; Hz.
    Yûsuf (a.s), kadın gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde kadının iki
    bacağı ve iki kolu arası­na oturmuş…

    Bazı tefsirciler de;
    ayette geçen ‘Burhan’ kelimesini, Hz. Yûsuf (a.s)’m kendisine iki defa gelen:
    ‘Ey Yûsuf ve Ey ka­dın!’ şeklinde bir sesi işitmiş, ardından da üçüncü defa
    ise: ‘Kadından yüz çevir!’ şeklinde bir ses işitmiş. Fakat bu ses de, Hz, Yûsuf
    (a.s)’a bir fayda sağlamamış. Nihayetinde ise babası Hz. Ya’k’ûb (a.s.)’ı,
    parmağını ısırmış bir vaziyette görmüş de bu işten vazgeçmiş…

    İşte bu gibi aktarılan
    rivayetler, batıldır ve aslı astan yok­tur.
    [75] Bu
    gibi rivayetlerin batıl olduğunun delili, Yüce Allah’ın, “O kadın, ondan
    murad almak istemişti” (Yûsuf: 12/26) buy­ruğudur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)
    da, kadınla yatıp cinsel ilişkide bulunmak isteseydi, kendisinin böyle bir
    şeyden uzak olduğu­nu söylemezdi; ayrıca daha sonra gelecek olan (Yûsuf dedi
    ki:) “Bu (benim hapisten çıkmayı kabul etmeyişim), gıyabımda (a-zizin)
    kendisine gerçekten hainlik etmediğimi ve Allah’ın, ha­inlerin hilesini
    kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini onun da bilmesi (ni sağlamak) için (böyle
    yaptım). ” (Yûsuf:  12/52) buyruğu
    da, bunun delilidir. Çünkü onların dedikleri gibi ol­saydı, Hz. Yûsuf (a.s),
    gıyabında efendisine ihanet etmiş olur­du. Ayrıca “İşte Biz, ondan böylece
    kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik.” (Yûsuf: 12/24) buyruğu da, bunun
    delilidir. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)’ın, kadına karşı bir böyle isteği olsaydı,
    kesinlikle ondan kötülük ve çirkinlik bertaraf edilmiş olmazdı…”

    Derim ki: Bu ayeti
    kerimede;
    [76] Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadına
    karşı aldanmaması gerektiği yönünde geniş bir bilgi, ince bir görüş ve önemli
    bir anlayış vardır. İşte bu da, “Hemme” = “İstek”
    kelimesinin; azizin hanımından meydana gelmiş kötü bir istek olduğunu gösterir.
    Zira kadın son derece çirkin davra­nışından dolayı Hz. Yûsuf (a.s)’ı kendisine
    çağırmış ve bundan dolayı da sarayın kapılarını sağlamca kapattıktan ve odaya
    hapsettikten sonra onunla yatıp cinsel ilişkide bulunmak iste­miştir. Nitekim
    Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Evinde bulunduğu
    kadın,  ondan murad almayı istedi. (Bunun
    için gereken yollara başvurarak ilk Önce) kapıları sım­sıkı kapadı ve: ‘Sana
    söylüyorum, haydi gelsene!’ dedi. 0 da: ‘(böyle bir şeye teşebbüs etmektense)
    Allah ‘a sığınırım. Doğ­rusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel
    bir mevki vermiştir.  (Onun bu
    davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat
    şudur ki, zalim-ler (yani hainlik edenler) asla felah bulmaz’ dedi.”
    [77]

    Hz. Yûsuf es-Sıddik
    (a.s)’m, kadım istemesine gelince ise; onun istemesi, kötü bir istek ve hainlik
    veya son derece çirkin bir arzu değildir. Bazı cahillerin, Hz. Yûsuf (a.s)’m
    istemesini, zannettikleri gibi, kötü bir istek ve sön derece çirkin bir davra­nış
    olmayıp sadece Hz. Yûsuf (a.s)’in ona .yaklaşmayıp aklın­dan geçirmesi
    şeklindedir… Yalnız Hz. Yûsuf (a,s)’m istemesi, kendisine yapılan haksızlığı
    yani efendisi azizin hanımının planladığı bu çirkin hileyi kendisinden
    uzaklaştırması ve kadım, böylesi çirkin bir davranıştan sakındırmaya
    kastetmesi, an­lamındadır. İşte bundan dolayı Hz. Yûsuf (a.s)’m doğruluğundaki
    kuvvetliliğini, güçlülüğünü ve sert tavrını, onun şu sö­zünde görmekteyiz:
    “(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Al­lah ‘a sığınırım. Doğrusu 0 (senin
    kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki de vermiştir. ” (Yûsuf:
    12/23),

    Buna göre Hz. Yûsuf
    (a.s)’m kadını istemesi, azim ve kas­tı gerektirmeyen bir istekti. Zira kadının,
    Hz. Yûsufu isteme­si;
    [78] bir
    arzu şeklindeydi. Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadını istemesi ise; kadını kendisinden
    uzaklaştırması şeklindeydi. Nitekim bazı tefsirciler, bu konuyla ilgili olarak
    şöyle derler:

    ‘Kadının, Hz. Yûsuf
    (a.s)’ı istemesi; fiili bir vakıaydı. Fa­kat Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadını istemesi
    ise; tabiatı gereği, yani Hz. Yûsuf (a.s), kötü davranıştan kurtulmak için
    gerçekleşmesi mümkün olmayan insanın yaratılışı gereği tabi bir meyildi. Zira
    insan, kalbinden ve aklından geçirdiği düşünceleri uygu­lamaya geçirmedikçe
    [79]
    nefsinin iştah duyduğu veya tabiatı ge­reği nefsinin meylettiğinden dolayı
    sorumlu tutulamaz. İşte bunu, Nesefî (rh.a.) tefsir edip şöyle demiştir:

    “Hemnıet
    bini” = “Kadın, Yûsuf u istedi” yani kadın, Yûsuf’a ‘kastetti’
    veya ‘azmetti’ demektir. “Hemme biha” = “Yûsuf, kadını
    istedi” yani Yûsuf, gerçekleşmesi mümkün ol­mamakla birlikte yaratılışı
    gereği kadına ‘meyletti’ demektir.”

    Bazı
    tefsirciîerin naklettiğine göre; bu ayeti kerimede (ya_ ni Yûsuf: 12/24’de)
    ‘takdim’ = Öne alma ve ‘tehir’ = geri alma vardır. Buna göre “Eğer
    Rabbinin burhanını görmeseydi” (Yûsuf: 12/24) ayetinin anlamı; Eğer
    Allah’ın burhanı, yan| Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)’ı kötü ve çirkin şeylerden
    gözetip korumasaydı, elbette Hz. Yûsuf (a.s) kadınla cinsi münasebette
    bulunacaktı ve kadına karşı içinden geçenleri yapacaktı de­mektir. Fakat Yüce
    Allah, yardımı ve desteğiyle Hz. Yûsuf (a.s)’in iffetini korumuştur.
    Dolayısıyla Hz. Yûsuf (a.s) kesin­likle kadınla herhangi bir şey yapmamıştır.
    Diğer bir çok tef-sirciler, bu konuyla ilgili olarak Ehli kitabın, Hz. Yûsuf
    (a.s)’a nispet ettikleri suçlamaları ve iftiraları kabul etmeyip onun
    suçsuzluğunu dile getiren sözler söylemişlerdir. Fakat buna rağmen bazı
    Müslüman kimseler, fasıklardan birine dahi nispet edilmesi uygun olmayan
    uydurma İsrailî rivayetlerikabul ede­rek bunları, Hz. Yûsuf (a.s)’a nispet
    etmişlerdir.


    [80]

     


    Hz.
    Yûsuf (a.s)’m Masum Oluşu İle İlgili Deliller:

     

    Hz. Yûsuf (a.s)’m
    peygamberliğinin durumunu, risâletinin büyüklüğünü ve Peygamberler de bulunması
    gerekli olan va­sıfları bilmeyen bazı tefsirciîerin; Hz. Yûsuf (a.s)’a nispet
    et­tikleri bu çirkin suçlamalara ve iftiralara karşılık, onun suçsuz olduğuna
    ve masum olduğuna dair Kur’ân-ı Kerîm’de on tane delil vardır… Biz ise bu
    delilleri, maddeler halinde kısaca şu şekilde Özetleyebiliriz:


    Birinci Delil:

    Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine karşılık ona itaatten yüz
    çevirdiğine ve kadının karşısında bü­tün gücü ve azmiyle direndiğine Yüce
    Allah’ın şu ayeti keri­mesi işaret etmektedir:

    “(Böyle bir şeye
    teşebbüs etmekten) Allah’a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim,
    efendimdir.”
    [81]


    ikinci Delil:

    Kadın, kapıları kilitleyip bütün çıkış yollarını ttıktan ve Hz. Yûsuf (a.s)’ı
    odanın içerisine hapsettikten ra baskı ve zorla onu kendi nefsi için
    faydalandırmayı iste­ncinde Hz- Yûsuf (a.s), azizin hanımının bu isteğini geri
    çevi­rip ondan uzaklaşmıştır… Eğer Hz. Yûsuf (a.s) zinaya meylet-vdi kadından
    kaçmayıp onunla zina ederdi. Çünkü zina fiili­ni isleyen kimse zinaya yönelir,
    bunu işlemekten kaçmaz. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
    buyurmaktadır:

    “İkisi de kapıya
    (doğru) koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan (yakalayıp) boylu boyunca
    yırttı. (Tam bu sırada) ka­pının yanında kadının efendisine rast
    geldiler.”
    [82]


    Üçüncü Delil:

    Hz. Yûsuf (a.s)’in elbisesinin arkadan yır-tılmasıyla haklılığı ortaya çıkaran
    araştırma sonucunda, azizin hanımının yakınlarından birisi, Hz. Yûsuf (a.s)’rn
    suçsuzluğu­na şahitlik etmiştir. Bu şahitlik eden kimse, haklıyı ve haksızı
    bulmak için; “eğer Yûsuf kadını isteyen, kadında ondan kaçı­nan ise Yûsuf
    un elbisesinin ön taraftan yırtılması gerekmek­tedir. Buna göre kadın doğru
    söylüyor, Yûsuf yalancıdır. Eğer kadın Yûsuf u isteyen, Yûsuf ta ondan kaçman
    ise Yûsuf un elbisesinin arkadan yırtılması gerekmektedir. Buna göre Yûsuf
    doğru söylüyor, kadın yalancıdır” şeklinde bir yönteme baş­vurmuştur.
    [83] Yüce
    Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle bu­yurmaktadır:

    “Kadının
    ailesinden birisi de, (ikisi hakkında) şöyle şahit­lik etti: ‘Eğer (Yûsuf’un)
    gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise
    yalancılardandır. Eğer (Yû­suf’un) gömleği arkadan yırtılmış ise kadın yalan
    söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise doğru söyleyenlerdendir.’ (Kadının kocası, Yû­suf’un)
    gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (Yûsuf’un suçsuzluğunu ve doğru
    söylediğini, karısının ise yalan söylediğini anlayarak) dedi ki: ‘Doğrusu bu
    (iftira ve suçlama) sizin tuzağınızda ndır. Şüphesiz ki sizin tuzağınız
    büyüktür.”
    [84]

    Denildi ki: Hz. Yûsuf
    (a.s)’m lehine şahitlik eden kimse, beşikte bulunan Icüçük bir çocuk olup Allah
    onu, Hz. Yûsuf (a.s)’ın suçsuzluğunu ortaya çıkarabilmek için bu kesin delille
    onu konuşturmuştur. Bu çocuk, beşikteyken konuşan üç ço­cuktan birisidir.
    [85]
    Beşikteki çocuğun konuşması, garipsenecek bir durum değildir. Zira Allah, her
    şeye güç yetirir.


    Dördüncü Delil:

    Hz. Yûsuf (a.s)ın zindana girmeyi, zina etmeye tercih etmesi. Yüce Allah bu
    konuyla ilgili olarak ise şöyle buyurmaktadır:

    “(Yûsuf) ‘Ey
    Rabbim! Zindan, bana, bunların beni davet ettiklerinden daha iyidir. Eğer Sen,
    bunların (bana dair kurmuş oldukları) tuzakları benden uzaklaştırmazsan onlara
    mey­leder ve cahillerden olurum’ dedi.”
    [86]

    Bu delil, Hz. Yûsuf
    (a.s)’m suçsuzluğuna ve masum oldu­ğuna işaret eden delillerin en büyüklerinden
    birisidir. Zira han­gi şahıs zindanı, kendisini arzulayan ve temenni eden şeye
    tercih etmeyi düşünür!. Eğer Hz. Yûsuf (a.s), kadının isteğini kabul etse ve
    kadının arzusuna uysaydı, kadının, kendisine at­tığı bu iftira sebebiyle birçok
    sene
    [87]
    zindanda kalmazdı. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)’m, azizin hanımıyla zinaya
    teşebbüs etti­ğine dair iddia; Hz. Yûsuf (a.s)’a karşı yapılmış apaçık bir ifti­ra,
    batıl ve yanlıştır. Her insaf sahibi kimse, bu peygamberin, tarihi ibretinden
    ders alır. İşte bunlar, Yüce Kur’an’ın anlamla­rından elde edilen görüşlerdir.


    Beşinci Delil:

    Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)’ı, bu su­renin çeşitli yerlerinde övmüştür.
    Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “işte Biz, ondan
    kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Şüphesiz ki 0, ihlasa erdirilmiş
    kullarımızdandır. “
    [88]

    Yine Yüce Allah, bu
    kıssaya girişte ise şöyle buyurmakta­dır:

    “0, tam ergenlik
    çağına girince, kendisine hüküm ve ilim verdik İşte Biz, ihsan sahibi kimseleri
    böyle mükafatlandırırız. (0 böyle bir kimseyken) evinde bulunduğu kadın, ondan
    murad almayı istedi, (ilk önce) kapıları sımsıkı kapadı ve: ‘Sana söylüyorum,
    haydi gelsene!.. ‘dedi.”
    [89]

    Buna göre Yüce Allah,
    Hz. Yûsuf (a.s)’ı, -bu ayetlerde-ihsan verdiği kimselerden ve ihlaslı
    kullarından olduğunu haber vermiştir. Ayetlerde geçen bu “muhlis” ve
    “muhsin” kim­seler ise; Yüce Allah’ın peygamberliğe seçtiği ve itaat
    ile iba­dete has kıldığı kimselerdir. Buna göre Şanı Yüce Allah; ken­disini
    tertemiz yapanı, kendi sırlarını bütün kötü niyetlerden ve bütün çirkin
    işlerden temizleyen kimseyi hiç över mi? Halbuki Hz. Yûsuf (a.s), Allah’a yakın
    olan tertemiz kimselerdendi. Resulullah (s.a.v) de, Hz. Yûsuf (a.s)’rn
    salahiyetine, takvalıh-ğına, temizliğine ve dosdoğruluğuna şahitlik ederek
    şöyle bu­yurmuştur:

    “Şerefli oğlu
    Şerefli oğlu Şerefli İbrahim oğlu İshâk oğlu YaVûb’un oğlu Yûsuf.”
    [90]

    İşte bunlar, Hz. Yûsuf
    (a.s)’m şerefli ve üstün olduğuna yeterlidir!!.


    Altıncı Delil:

    Azizin hanımının bizzat kendisinin, şehirli sosyete tabakası kadınların
    hepsinin önünde Hz. Yûsuf un ma­sumluğunu ve iffetini itiraf etmesi. Nitekim
    Yüce Allah bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır:

    “Kadınlar
    (Yûsuf’un) bu (güzelliğini) görünce, onu çok büyük bir varlık kabul ettiler (ve
    hayranlıklarından dolayı deh­şete düşerek) ellerini kestiler ve dediler ki:
    ‘Allah’ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şerefli bir
    melekten başkası olamaz. (Bunu gören azizin hanımı:) ‘İşte beni kendisi
    hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz kimsedir. And olsun ki, onun nefsinden
    murad almak istedim de 0, kendini (bu isteğimden) korudu… “dedi.”
    [91]

    Kocasının Önünde Hz.
    Yûsuf (a.s)’ı zinaya teşebbüs et­mekle suçlayan azizin hanımının bizzat
    kendisinden -ayette de görüldüğü üzere-, sosyete tabakası kadınların hepsinin
    önündeki bu şahitliği, Hz. Yûsuf(a.s)’m iffetliliğini ve suçsuzluğu­nu apaçık
    bir şekilde ortaya koymaktadır.

    Ayette geçen
    “iste’same” = “kendini korudu” kelimesi, Hz. Yûsuf (a.s)’ın
    aşırı derecede teklif edilen günahtan sakın­dığını ve son derece korunduğunu
    gösterir.

    İşte bu, bazı insanların;
    “hemm” ve “burhan” kelimelerini tefsir ettiğinden, -Nitekim
    biz bu açıklamaların yanlış olduğu­nu daha önce

    açıklamıştık- Hz.
    Yûsuf (a.s)’ın uzak olduğunu gösteren apaçık bir açıklamadır.


    Yedinci Delil:

    Hz. Yûsuf (a.s)’m, şehirdeki sosyete taba­kası kadınlarının önünde apaçık
    delillerle ve kesin kanıtlarla suçsuz olduğunu gösteren alametlerin ortaya
    çıkması.

    Bununla birlikte Mısır
    azizinin, şehirdeki insanların dedi­kodusunu ortadan kaldırmak ve hanımının
    işlediği suçu örtbas etmek için Hz. Yûsuf (a.s)’ı zindana atmıştır. Yüce Allah
    bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Sonra bütün
    delilleri, (Yûsuf’un lehinde) gördükleri hal­de yine de bir zamana kadar onu
    zindana atmayı uygun buldular.”
    [92]

    Allame en-Nesefî,
    tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

    ” ‘Uygun
    buldular’ (Yûsuf: 12/35) Yani onlar için Yûsuf u zindana atmak artık ortaya
    çıkmıştır. Ayette geçen ‘hum’ ço­ğul zamiri, azize ve onun aile halkına
    dönmektedir. ‘Bütün de­lilleri’ (Yûsuf’un lehinde) gördükleri halde’ (Yûsuf:
    12/35) ayetinde geçen ‘deliller’den kasıt; Hz. Yûsuf (a.s)’m suçsuzlu­ğunu
    gösteren; gömleğin arkadan yırtılması, kadınların meyve soyarken Hz. Yûsuf’u
    görmeleri üzerine ellerini kesmeleri, küçük çocuğun Hz. Yûsuf un lehine
    şahitlik etmesi ve buna benzer delillerdir. ‘Zindana atmayı’ (Yûsuf: 12/35)
    ayeti ise; Mısır azizi, hanımının haklılığını ortaya çıkarabilmek ve vazi­yeti
    kurtarmak ve bu konudaki şehirde geçen dedikodulara son vermek için, Hz, Yûsuf
    u mutlaka Zindana atmaya karar verdi­ler anlamındadır. Hz. Yûsuf un zindana
    atılması, sadece hanı­mının görüşünün dışına çıkmayan kocasının, bu görüşünü ka­bul
    etmesi sonucu olmuştu. Zira Mısır azizi; hanımına karşı çok bağlı, onun emrine
    göre hareket eden ve kolayca baş eğen bir kimseydi. Üstelik azizin yuları, kadının
    elindeydi. ‘Bir za­mana kadar’ (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; kadın kocasına, Hz. Yû­suf
    un bir zamana kadar zindana atılması teklifinde bulundu anlamındadır.
    Böylelikle kadın, her ne kadar Hz. Yûsufu görmese bile, ondan alacağı haberler
    ile rahatlamaya çalışa­caktı.
    [93] Zira
    böylece onu, kontrolü altında bulundurmuş olu­yordu.”
    [94]


    Sekizinci Delil:
    Hz. Yûsuf (a.s), Rabbinden; hem efendisi azizin hanımının ve hem de
    sosyete kadınlarının çirkin hilele­rinden ve tuzaklarından kendisini
    kurtarmasını istediğinde; Şanı Yüce Allah’ın, Hz. Yûsuf (a.s)’m bu duasını
    kabul etme­si.

    Eğer Hz. Yûsuf (a.s),
    azizin hanımının isteğine uyma ko­nusunda rağbet gösterseydi, Allah’tan; 0
    kadınların hilelerin jeti ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istemezdi.
    Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Rabbi de onun
    duasını kabul etti ve onların tuzaklarını kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü
    Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.”
    [95]


    Dokuzuncu Delil:
    Hz. Yûsuf (a.s)’ın, şehirdeki bütün in­sanların önünde suçsuzluğu ortaya
    çıkmadıkça, zindandan çıkmayı kabul etmemesi.

    İşte bu delil ise; Hz.
    Yûsuf (a.s)’m iffetini, kötülüklerden ne kadar uzak olduğunu ve izzeti nefsinin
    doğruluğunu gö­stermektedir. Eğer kendisinin suçsuz olduğu ortaya çıkma­dıkça,
    bunu, zindanda yedi veya dokuz sene kalmaya ve orada çeşitli zorluklar ile
    sıkıntılara kavuşmaya tercih etmezdi. Bun­dan dolayı da Hz. Yûsuf (a.s), bu
    çirkin suçlamadan ve iftira­dan uzak olduğu ortaya çıkıncaya kadar ve şehirdeki
    bütün halkın, kendisinin suçsuz yere zindana atıldığını öğreninceye kadar
    zindandan çıkmayı kabul etmemiştir. Yüce Allah ise bu konuda şöyle
    buyurmaktadır:

    “(Kral:) ‘Onu
    bana getirin’ dedi. Bunun üzerine ona ha­berci gelince, (haberciye), ‘Rabbine
    (yani efendine) dön ve ellerini kesen 0 kadınların zoru neydi? Kendisine sor?’
    dedi. Şüphe yok ki benim Rabbim, onların (bana karşı yaptıkları) tuzakları
    hakkıyla bilendir. “
    [96]


    Onuncu Delil:

    Sonuncu olarak ise; gerek ellerini bıçakla kesen sosyete kadınları ve gerekse
    azizin hanımının bizzat kendisinin, Hz. Yûsuf (a.s)’a iftira ettiğini apaçık
    bir şekilde itiraf etmesi.

    İşte bu delil de, Hz.
    Yûsuf (a.s)’m kendisine nispet edilen iftira ve suçlamalardan masum olduğuna,
    kötülüklerden uzak olduğuna ve suçsuz olduğuna dair şüpheden bir parça bile bı­rakmamaktadır.
    Zira kral, sosyete kadınlarını, Hz. Yûsuf (a.s)’m isteği doğrultusunda toplayıp
    onlara, Hz. Yûsuf (a.s)’a dair sorular sorduğunda
    [97]
    onlar; şu kesin ve açık cevabı ver­mişlerdir-

    mislerdir:

    “(Kral) 0
    kadınları toplayıp onlara) ‘Yûsuf’un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne
    halde idiniz?’ dedi. (Kadın­lar) ‘Haşa, Allah için biz onun hiç bir kötülüğünü
    bilmedik’ dediler. Bunun üzerine azizin karısı da: ‘Şimdi gerçek ortaya çıktı!
    Ben, onun nefsinden murad almak istedim. 0, hiç şüphe­siz doğru söyleyenlerdendir.
    (Kadın veya Yûsuf’da: ) ‘Bu, gı­yabında o (azize) hainlik etmediğimi ve Allah
    ‘in, hainlerin hi­lesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini bilmesi içindi.”
    [98]

    Sonuç
    olarak; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)’in kendisine nis­pet edilen yalan ve
    iftiralardan suçsuz olduğuna ve onun ma­sum olduğuna dair bu on delili,
    Kur’ân-ı Kerînı’den elde ettim. Doğrusu Allah, hakkıyla söyleyen ve dosdoğru
    yola iletendir.


    [99]

     


    Hz.
    Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu

     

    Yüce Allah’ın, Hz.
    Yûnus (a.s)’m kıssası ile ilgili olarak söylediği şu sözü, onun masumiyet
    ligine işaret eden deliller­dendir. Yüce Allah, Hz. Yûnus (a.s) ile ilgili
    olarak şöyle bu­yurmaktadır:

    “Zünnun (yani
    balık sahibi Yûnus) ‘u da hatırla. Hani 0, (kavmini) öfkelendirerek giderken
    kendisine güç yetiremeye-ceğimizi zannetmişti. Ama sonunda (denizin ve balığın
    karnı­nın) karanlıkları içerisinde (Rabbine) şöyle dua etmişti: ‘Sen­den başka
    ilah yoktur, Sen (her şeyden) münezzehsin. Doğrusu ben, (bana izin vermeden
    kavmimin arasından çıkıp gitmek suretiyle) zalimlerden oldum.’ Biz de onun
    duasını kabul edip onu üzüntüden kurtarmıştık. İşte müminleri, (bize dua edip
    yardım istediklerinde onları işte) böyle kurtarırız.”
    [100]

    Bu ayeti kerimenin dış
    görünümü; sanki Hz. Yûnus (a.s)’ın, Şanı Yüce Allah’a öfkelendiğinden dolayı
    (görevli bulunduğu yeri bırakıp) gitmeye ve bu gidişinden dolayı da Yüce
    Allah’uı, kendisi hakkında intikam almasına dair kudre­tinden şüphe ettiğini
    andırmaktadır. Böyle bir anlayış, yanlış­tır. Üstelik ayeti kerimelerin, kendi
    anlamlarının dışında bu şekilde tefsir edilmesi de doğru değildir. Bazı cahil
    kimseler­de, bu şüphe meydana geldiğinden dolayı, Hz. Yûnus (a.s)’m masiyet
    işlediğini ve Allah’ın emrine muhalefet ederek Rabbma öfkelenerek gittiğini ve
    bu günahı sebebiyle de balı­ğın, onu yuttuğunu zannetmişlerdir.

    Bu konuda en doğru ve
    en sağlam olan; tahkikçi tefsircile-rin, bu ayeti kerimelerin anlamı hususunda
    aktardıklarıdır. Bu aktardıkları ise şunlardır:

    “Hz. Yûnus (a.s),
    kavmini uyardı ve onları, eğer iman et­medikleri taktirde Allah’ın azabıyla
    korkuttu. Fakat onlar, bu uyarılara rağmen sapıklık ve küfür içerisinde kalmaya
    devam ettiler. Onların iman etmediğini gören Hz. Yûnus (a.s), çabu­cak gelecek
    olan bir azabı onlara vaat etti. Allah’ın azabı on­lardan ertelenince onların,
    vaat ettiği azabın gelmemesinden ötürü kendisiyle alay etmelerinden,
    kınamalarından ve suçla­malarından korkarak onların bu uyarılarından kurtulmak
    için onların arasından beklenen azaptan kaçıyormuş gibi bir vazi­yette çıkıp
    gitti. Zira Hz. Yûnus (a.s), onlara, azabın geleceğini haber vermişti. Fakat
    kendilerine vaat ettiği azab gelmemişti. Bunun üzerine -sabredip tebliğine
    devam etmesi ve Rabbi, kendisine hicret izni verinceye kadar beklemesi
    gerekirken-kavmini öfkelendirerek onların arasından çıkıp gitti. Rabbini
    öfkelendirerek -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah’a sığınırız. Allah böyle
    bir şeyden münezzehtir- veya onun emrine isyan ederek değil…”

    Üstad Ebu’l-Berekat
    Abdullah en-Nesefî,’ tefsirinde, bu ayeti kerimeyle ilgili olarak şö yle der.

    “Yüce Allah’ın
    ‘Zünnun’u da hatırla’ (Enbiyâ: 21/87) a-yetinin anlamı; ‘Balık sahibini de
    hatırla1 demektir. Ayette ge­çen ‘Nun’ ve ‘Hut’ kelimeleri, (balığın karnında
    bir müddet kaldığından dolayı) Hz. Yûnus’a atfedilmiştir. ‘Hani 0, öfke­lendirerek
    giderken…’ (Enbiyâ: 21/87) Yani ‘kavmini kızdıra­rak giderken’ demektir.
    Kavmini Ö Ütelendirmesinin anlamı şudur:

    Hz. Yûnus (a.s),
    kavmine, uzun bir süre öğüt verdiği halde onlar öğüt almayıp küfürleri üzere
    devam etmişlerdi. Hz. Yû­nus’ta onların bu tavırları yüzünden onları bırakıp
    gitmişti. Hz. Yûnus (a.s) bunu ancak Allah için bir kızgınlık sebebiyle, küf­re
    ve kafirlere kızgınlığı sebebiyle yaptığından dolayı, ayrılıp gidebileceğini
    zannetmişti. Halbuki Hz. Yûnus’un, sabretmeye çalışması ve onlardan ayrılıp
    hicret etmek üzere Yüce Allah’ın iznini beklemesi gerekirdi. Bundan dolayı
    balığın karnında kalmakla imtihan edildi.”
    [101]

    Buna göre Hz. Yûnus
    (a.s)’m öfkelenmesine gelince ise bu, kavmi için olup Rabbi için değildi. Yüce
    Allah’ın, Hz. Yû­nus (a.s)’ı azarlamasına gelince ise bu, Hz. Yûnus (a.s) sab­retmemesinden
    ve Yüce Allah’ın izni olmadan kavminin ara­sından çıkıp gitmesinden dolayı idi.
    Yüce Allah’ın, Hz. Yûnus (a.s)’m bu kıssasını, Resulullah (s.a.v)’e
    indirmesinin sebebi ise; Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e; müşriklerin yalan­lamalarına
    karşı sabretmesini, bunlara karşı göğsünü sıkma­masını ve Hz. Yûnus (a.s)’ın
    kavmine karşı yaptığı sabırsızlı­ğı, kendi kavmine karşı yapmamasının
    gerektiğidir.
    [102]

    Yüce Allah’ı şu ayeti
    de, bunu destekleyici mahiyettedir. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Hz.
    Yûnus (a.s)’m bu durumunu bir örnek olarak şöyle anlatmakt adır:

    “(Ey Muhammedi)
    Sen, Rabbinin (hakkında yazmış oldu­ğu) hükmü (sana gelinceye kadar) sabret; ve
    balık sahibi (Yû­nus) gibi olma. O, (yaptığından dolayı) pek üzgün olarak
    Rabbine (bağışlanması için) dua etmişti. Eğer Rabbinin katı­dan ona bir nimet
    ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atıla­caktı. Buna rağmen Rabbi, onu seçip
    Salih kimselerden kılmıştır.
    [103]

    Yüce Allah’ın
    “kınanmış olarak sahile atılacaktı” (Kalem: 68/49) ayeti, bu ayetin
    başında geçen “Levlâ” edatının cevap cümlesidir. “Levlâ”
    edatı, Arap dilinde; bir şeyin meydana gelmesine engel olan bir harf olarak
    bilinir. Yani bu edat, şart cümlesinin meydana gelebilmesi için cevap
    cümlesinin mey­dana gelemeyeceğini ifade eder… Buna göre ayeti kerimenin
    anlamı şu şekilde olur: “Eğer Allah, Yûnus’un duasını ve ma­zeretini kabul
    etmek suretiyle onu nimetlendirmeseydi, ayrılışı sebebiyle kınanmış olarak
    balığın karnından sahilde bulunan boş bir alana atılacaktı.” Fakat Yûnus,
    kınanmış olmayarak deniz kenarında bulunan bir toprağa atıldı.”

    Bu konu ile ilgili
    olarak daha önce Yüce Allah’ın “Kendi­sine güçyetiremeyeceğimizi
    zannetmişti” (Enbiyâ: 21/87) aye­ti geçmişti.

    Bu ayette geçen
    “Nakdira” = “Güç yetirmek” kelimesi, “Kudret”
    kelimesinden değil de, “Kader” kelimesinden türe­miştir Nitekim
    Abdullah ibn Abbas (r.anhüma) bu kelimeyle ilgiliolarak şu olayı anlatmıştır:

    “Rivayet
    edildiğine; Abdullah ibn Abbas bir gün (sultanlı­ğı sırasında) Muaviye’nin
    yanına girdi. Muaviye, ona:

    -‘Dün Kur’an’m
    dalgaları beni vurdu da dalgaların içinde boğulup kaldım. Ancak seninle bu
    durumdan çıkabileceğimi anladım’ dedi. Abdullah ibn Abbas, ona:

    -‘Ey Muaviye! Nedir
    bunlar?’ diye sordu. Bunun üzerine Muaviye, bu ayeti kerimeyi okudu ve
    ardından:

    -‘Allah’ın bir
    peygamberi, kendisine güç yetirilemeyeceği-ni hiç zanneder mi?” diye
    Abdullah ibn Abbas’a sordu. Abdul­lah ibn Abbas ise bu soruya karşılık:

    -Bu ‘Güç yetirmek’
    anlamındaki ‘nakdira’ kelimesi; ‘kud­ret’ kelimesinden değil, ‘kader’
    kelimesinden türemiştir’ diye cevap verdi.”
    [104]

    Buna göre anlam:
    “İznimiz olmadan kavminin arasından çıkması sebebiyle, onu sıkıntı
    içerisine sokamayacağımızı sanmıştı” şeklinde olur. Yüce Allah’ın,

    “Rızkı, kendisine
    güç yetirebilecek (= Kudira) kadar ve­rilmiş kimse”
    [105]
    ayeti; “rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabi­lecek yani daraltacak
    kadar” demek anlamındadır. Yine Yüce Allah’ın,

    “Allah, insanı
    imtihan etmek üzere rızkını, güç yetirebile-ceği kadar verdiği zaman:  ‘Rabbim, bana hor baktı’ der”
    [106]
    ayeti de; “rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabilecek yani da­raltacak
    kadar” demek anlamındadır.

    Buna
    göre bununla ilgili olan karışıklık ta giderilmiş ol­du. Yine de doğruyu en iyi
    bilen Allah’tır.


    [107]

     


    Peygamberlerin
    Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)’in Masum Oluşu İle İlgili Mesele

     

    Resulullah (s.a.v),
    diğer Peygamberler gibi her türlü gü­nahları ve kötülükleri işlemekten
    masumdur. Şanı Yüce Al­lah’ın inayetiyle korunmuş ve Allah gözetimiyle her
    taraftan onu kuşatmıştır. Buna göre Resulullah (s.a.v)’den, Allah’ın emrine
    muhalefetin veya kendisine azabı gerektirecek bir gü­nahı işlemenin meydana
    gelmesi mümkün değildir.

    Fakat Resulullah
    (s.a.v), bazen gayret edip üstün olanın ve iyi olanın aksini yapmış ve bunun
    üzerine Rabbi ise onu uyar­mıştır. Lakin bu, günah ve masiyet cinsinden değildir.
    Ancak bu ikaz cinsinden olanı ise, daha mükemmel ve üstün olanın aksine bir
    yapma tarzıdır. Peygamberlerin makamının -diğer insanlara- üstün olmasına
    nispetle bazılarının şu sözündeki; “Ebrar’m (iyi kulların) hasenatı
    (iyilikleri), mukarreblerin (Al­lah’a en yakın olan kulların) seyyiat’ı
    (kötülükleri, günah ve kusurları) gibidir” tanımlamasında da görüldüğü
    üzere kendi­sine ikazı ve cezayı gerektirecek hata da olsa, üstün olanın ak­sinin
    yapılmasına itibar edilir.

    Resulullah
    (s.a.v)’e ikaz şeklinde gelen bazı ayeti kerime­leri ortaya koyup doğru bir
    şekilde ve ikazdan ne kastedildiği­ni açıklayacağız. Aynı şekilde yine dış
    görünüşü itibariyle, Resulullah (s.a.v)’in, Allah’a karşı muhalefet ettiği ve
    masiyet işlediğini ifade eden diğer nassları da ortaya koyup bunların
    anlamlarının; Kur’an, Sünnet ve meşhur tefsir imamlarının gö­rüşleri
    doğrultusunda açıklayacağız. Buna göre deriz ki: “Yar­dımı, yalnızca
    Allah’tan dileriz.”


    [108]

     


    Bu
    Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler

     


    Birinci Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

    “Hiç bir
    peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
    yaraşmaz. Siz geçici dünya malı­nı arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti
    (tercih etmenizi) ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer daha önceden Allah’ın geçmiş
    bir hühnü olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab
    dokunurdu.”
    [109]


    İkinci Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Hay Allah
    affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden
    onlara izin verdin?”
    [110]


    Üçüncü Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

    “Yanına kör bir
    kimse geldi diye Peygamber (ondan) yü­zünü asıp çevirdi. (Ey Muhammedi) Ne
    bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda
    verecek­ti.”
    [111]


    Dördüncü Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

    “Az kalsın daha
    vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
    sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman
    (onların istediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O vakit
    sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
    korumamış olsaydık, az da olsa onlarfm tuzak ve hüelerin)e meyledecektin. Ve O
    zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret)
    ha­yatının kat kat azabını ve Ölümün de kat kat azabını tattırırdik.
    [112]


    Beşinci Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

    “Ey Peygamber!
    Allah’tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat
    etme! Doğrusu Allah, Ha­kim’dir ve Alim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy!
    Doğrusu (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır “
    [113]


    Altıncı Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

    “Sana
    indirdiklerimiz (Kur’an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı
    (Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup
    olmadıklarını) sor! Andolsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana
    gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. “
    [114]


    Yedinci Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Eğer onların
    (küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine
    yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da
    onlara bambaş­ka bir mucize getirebilirsen, (hiç durma…) Eğer Allah
    dilesey-di elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde
    toplardı. 0 halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun far-jana varamayan)
    bilgisizlerden olma.”
    [115]


    Sekizinci Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Sabah ve akşam
    Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek (ihlash bir şekilde) dua edenleri
    (yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur.
    Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden
    mi olasın!”
    [116]


    Dokuzuncu Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “(Ey Peygamber!)
    Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik Böylece Allah, (bu fethi sana
    kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarım bağışlayıp ve
    (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethemek suretiyle dünya ve
    ahirette ) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.
    [117]


    Onuncu Ayet:

    Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “Hani sen,
    Allah’ın kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve
    (kölelikten azad ederek evlatlık edinip da­ha sonra da onun efendisi olduğunu
    belirtip veli edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b.
    Harise)ye, eşin (Zeyneb bint. Cahş)’ı tut ve Allah’tan kork (onu boşama)
    diyordun. Allah’ın, (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde)
    açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor ve insanlar (m,  evlatlığının eski hanımını nikahladı
    diyeceklerinjden korkuyordun. Halbuki en çok Allah’tan korkman gere­kirdi.
    Nihayet Zeyd’in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik.
    Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla
    evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah’ın
    emri yeri­ne getirilmiştir.”
    [118]

     


    Resulullah(s.a.v)’e,
    Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz:

     

    Resulullah (s.a.v)’in
    Allah’ın emrine muhalefet ettiği ve Allah’ın razı olmadığı bir fiili yaptığı
    zannedilen Resulullah (s.a.v)’i ikaz eden birinci ayet Yüce Allah’ın;

    “Hiçbir
    peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
    yaraşmaz. Siz (bu esirleri almak­la) geçici dünya malını arzu ediyorsunuz.
    Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah, azizdir ve hakim’dir.
    Eğer daha önceden Allah ‘in geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldıkları­nızdan dolayı
    size büyük bir azab dokunurdu
    [119]
    ” sözüdür.

    Bazı kimseler, bu
    ayetten; Resulullah (s.a.v) ‘in bir günah işlediğini, bir suç işlediğini veya
    alemlerin Rabbi Allah’a bir konuda isyan ettiğini zannetmektedirler. Nihayet
    onların zan­nettikleri gibi olmayan bu Bedir Esirleri meselesinde şiddetli ikaz
    indi. Resulullah (s.a.v)’in bu konudaki amacı, sadece Be­dir Esirleri hakkında
    bazı sahabileriyle istişare etmekti. Bunun sonucunda ise, ictihad edip
    sahabilerin çoğunluğunun görüşü­nün tercihiyle hükme bağladı. Bunun üzerine
    Mekkeli müşrik­lerden olan esirlerin fidyelerini kabul etti. Resulullah
    (s.a.v)’in bu içtihadı; üstün olanın, iyi olanın ve tercih edilenin aksineydi.
    Çünkü davanın ve İslam Dinin maslahatı gereği, Resulullah (s.a.v)’in onlardan
    fidyeleri kabul etmemesi gerekmekteydi. Aslında fidyeleri almanın aksine;
    küfrün gücünü zayıflatmak, müşriklerin büyüklüğünü -diğer Arap topluluklarına
    karşı- ö-nemsiz göstermek ve üstünlük ile zaferin özellikle de Allah’ın kulları
    için olduğunu onlara göstermek için esirlerin kanlarının dökülmesi ve
    akıtılması gerekmekteydi. Zira bu savaş, müminler ile müşrikler arasında
    meydana gelen ilk savaştı. Bundan dolayı da müminler için çok önemli bir
    savaştı.

    Burada, bu ayeti
    kerimelerin inişi ile ilgili Ashabı-ı Kira­mın bazı rivayetlerini, “Me’sur
    Metodu”
    [120] şeklinde aktara­cağız:


    1.
    Tirmizî,
    Hakim en-Nisâburî ve Beyhakî, Abdullah ibn Mes’ud (rh.a)’dan şöyle rivayet
    etmiştir:

    “Bedir savaşı
    gününün sonunda, esirler elde edilip Resulullah (s.a.v)’in huzuruna
    getirilince, Resulullah (s.a.v), Ashabını toplayıp

    onlara:

      ‘Bu esirler hakkında ne dersiniz?’ diye
    sordu. Bunun ü-zerine Hz. Ebu Bekr (r.a):

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar senin kavminden
    ve seninle akrabalıkları bulunan kimselerdir. Onları serbest bırak ve (iş­ledikleri
    suçtan dolayı) tevbe etmelerini 
    iste!  Belki Allah, tevbe
    ettikleri taktirde onların tevbelerini kabul eder’ dedi. (Hz. Ebu Bekr (r.a)’ın
    bu sözü üzerine) Hz. Ömer (r.a) ise:

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar seni
    yalanladılar, seni asli yurdundan çıkardılar ve seninle savaştılar. Bu bakımdan
    onları al ve boyunlarını vur’ dedi. (Bu ikisinin görüşünü dinleyen) Abdullah b,
    Revana (r.a) ise:

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Odunu bol alan bir
    vadiye git ve 0 vadiyi, onlar içindeyken ateşe ver’ dedi.

    Abdullah b. Revaha’nm
    bu sözünü işiten Hz. Abbas ise ona: ‘Sen, akrabalık bağını koparıp attın’ dedi.
    Resulullah (s.a.v) bir süre sustu ve onlara hiçbir cevap vermedi. Sonra da
    kalkıp evine gitti. Bunun üzerine bazı kimseler: Resulullah (s.a.v),  Ebu 
    Bekr (r.a)’ingörüşünü uygulayacak, 
    bazısı  da;

    Ömer (r.a)’in görüşünü
    uygulayacak, diğer bir kısmı da; Ab­dullah b. Revaha’nm görüşünü uygulayacak’
    dediler. Daha sonra Resulullah (s.a. v.) çıkıp:

      ‘Allah, bazı kimselerin kalplerini öyle
    yumuşatır ki, süt­ten daha yumuşak olur. Yine Allah, bazı kimselerin kalplerini
    de öyle bir katılaştırmıştır ki, taştan da daha katı olurlar…’

    Ey Ebu Bekr! Senin
    misâlin, İbrahim (a.s)’ın misâline benzer ki 0: ‘Buna göre artık kim bana tabi
    olursa 0, benden­dir. Kimde bana karşı gelirse onu, sana (Allah’a) bırakırım.
    Çünkü Sen, bağışlayıcısın ve merhamet edicisin’ demişti. Ve yine Ey Ebu Bekr!
    Senin misâlin, İsâ (a.s)’ın misâline benzer kiO:

    ‘(Ey Allah’ım! Eğer)
    onlara azab edersen doğrusu onlar, senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
    da, güçlü ve hakim olan şüphesiz ancak sensin’ demişti. Sana gelince Ey Ömer!
    Senin misâlin de, Mûsâ (a.s)’m misâline benzer ki 0:

    ‘Ey Rabbimiz! Onların
    (yani Firavun ve onun çevresinde bulunanların) mallarını yok et! Onların
    kalplerini (mühürleye-rek) sık. Çünkü onlar, can yakıcı azab görmedikçe iman et­mezler
    Ve yine Ey Ömer! Senin misâlin, Nûh (a.s)’ın misâline benzer ki 0:

    ‘Nûh dedi ki: ‘Ey
    Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç bi­rini bırakma’ dedi. (Nûh: 71/26)

    Daha sonra Resulullah
    (s.a.v): ‘Sizler fakir kimselersiniz. Sakın onlardan hiç bir kimse fidyesiz
    kurtulmasın, yahut ta boynu vurulsun’ buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibn
    Mes’ud:

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Süheyl b. Beyza bundan
    müstesna olsun. Çünkü 0, İslama dil uzatmıştır’ dedi. Bunun üzerine Resulullah
    (s.a.v) sustu. (Abdullah ibn Mes’ud: ) ‘Başıma gökten taş yağacak korkusunu 0
    gün hissettiğim kadar hiç bir gün hissetmiş değilim. Nihayet Resulullah
    (s.a.v):

      ‘Süheyl b. Beyza müstesna’ diye buyurdu…
    Bunun üze­rine Şanı Yüce Allah,

    ‘Hiç bir peygambere,
    yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz…’
    (Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi.
    [121]


    2.
    Ahmed b.
    Hanbel ile Müslim, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)’dan şöyle rivayet etmiştir:

    ‘Bedir Savaşı gününde
    alman esirler hakkında Resulullah (s.a.v), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer’e danışmak
    üzere onlara:

    – Esirler hakkındaki
    görüşünüz nedir?’ diye sordu. Hz. Ebu Bekr:

    – Ey Allah’ın Resulü!
    Onlar senin (le akrabalıkları bulu­nan) amcanın çocukları ve kavminden olan
    kimselerdir. On­lardan fidye almanı uygun görüyorum. Zira bizim (onlardan
    aldığımız fidyelerle) kafirlere karşı bir kuvvet sağlanır. Umu­lur ki Allah,
    bir gün onlara da İslama girmeleri için bir hidayet verir, (ve bize yardım
    olurlar)’ dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

      ‘Ey Hattab’ın oğlu! Bu konudaki görüşün
    nedir?’ diye sordu.Hz. Ömer:

       ‘Allah’a yemin ederim ki, Ey Allah’ın
    Resulü! Ebu Bekr’in söylediği görüşü uygun görmüyorum. Fakat ben, (eli­mize
    bir) imkanın geçtiğini görüyorum. (Bu fırsattan istifade ederek)    onların   
    boyunlarını    vuralım.    Akil’den   
    dolayı Hz.Ali’ye imkan ver, onun boynunu vursun. Filan kimseden dolayı
    -Hz. Ömer’in kendi yakını olan- bana imkan ver, onun boynunu vurayım. Filanın
    yakınlığından dolayı filana imkan vei\ onun boynunu vursun. Çünkü bunlar,
    küfrün liderleri ve ileri gelen kimseleridir’ dedi.(Hz. Ömer devamla:)

    ‘Fakat Resulullah
    (s.a.v) benim söylediğim görüşü be­ğenmedi. Ebu Bekr’in söylediği görüşü
    beğendi (ve esirlerden fidye aldı). Ertesi gün olunca, Resulullah (s.a.v)’in ve
    Ebu Bekr’in yanma geldiğimde, onları, oturmuş ağlar bir vaziyette buldum. Bunun
    üzerine: ‘Ey Allah’ın Resulü! Seni ve arkada­şını ağlatan şeyin ne olduğunu
    bana anlatır mısın? Eğer ağla­yacak bir durum bulursam bende ağlayayım. Eğer
    ağlayacak bir durum bulamazsam bile sizin ağlaşmanızdan dolayı bende sizinle
    birlikte yine oturup ağlayayım’ dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

    – ‘(Esirlerden) fidye
    alınması ile ilgili görüşlerinden dolayı oturup arkadaşların (Ebu Bekr ile
    Ali)’a arz olunan şeyden do­layı ağlıyorum. Onlara gelecek alan azabın,
    -yanındaki bir a-ğaca işaret ederek- bu ağaçtan daha yakın olduğu bana bildi­rildi…
    Ve bunun üzerine Yüce Allah,

    “Hiç bir
    peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
    yaraşmaz…’ (Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi.”
    [122]

    Bu hadisi şerifler;
    Resulullah (s.a.v)’e, esirlerden fidye alması ile ilgili öğüt verenlere (veya
    görüş bildirenlere) işaret etmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda; ilk önce,
    Hz.Ebu Bekr (r.a)’m ismi geçmektedir. Çünkü 0, mevki yönünden sahabilerin en
    büyüğü ve Resulullah (s.a.v)’e, sahabilerin en sevgili olmasından dolayı, bu
    konuda görüşü alınanların ilkiy­di. Zira Resulullah (s.a.v), Ashabıyla herhangi
    bir konuda isti­şare ettiğinde ilk önce onun görüşünü alırdı. Şanı Yüce Allah,
    katından gelen bu şiddetli ikaz, (yanlış içtihadından dolayı) peygamberine ve
    onun sahabilerinin önde gelenlerineydi.

    ununla, Resulullah
    (s.a.v)’e; öğretme ve ikaz kastıyla, esirlerden en mükemmel ve en güzel bir
    şekilde fidye alması ve bu gibi Önemli meselelerde yumuşak davranması gerektiği
    an­latılmak istenmektedir.

    Bundan dolayı Şanı
    Yüce Allah, İslanım üstünlüğünü ve konumunun yüceliğini istemektedir…
    Abdullah ibn Abbas (r.anhuma), Yüce Allah’ın, “Hiç bir peygambere,
    yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz…
    ” (Enfal: 8/67-68) ayeti hakkında şöyle demiştir:

    “Bu hüküm ancak
    Bedir savaşı günü olmuştu. Çünkü Müslümanlar, 0 gün sayı bakımından az idi. Bir
    müddet sonra Müslümanların sayısı çoğalıp güç ve kuvvetlen artınca, Yüce Allah,
    savaş sırasında ele geçirilen esirler hakkında şu ayeti kerimeyi indirmiştir:

    ‘(Savaş sona erince)
    onları, ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin.’ (Muhammedi 47/4) Bunun
    üzerine Yüce Allah, peygamberini ve müminleri, ele geçirilen esirlerin durumu
    hakkında serbest bırakmıştır. Müminler isterlerse esirleri öldü­rürler,
    isterlerse onları köle edinirler, isterlerse de onlardan fidye alıp serbest
    bırakırlar demektir…

    Ayeti kerime; bu
    esirlerin, fidye karşılığında serbest bıra­kılması gerektiğini, Resulullah
    (s.a.v)’in ashabıyla olan müşa­veresinden ve içtihadından kaynaklandığına
    işaret etmektedir. Üstelik Şanı Yüce Allah, “ictihad yoluyla”
    müminlerden bir hata meydana geldiğinde (bu hatalı ictihaddan dolayı) onları
    sorumlu tutmayacağına dair ezeli hikmeti işte böylece tahak­kuk etmişti. İşte
    esirler hakkında konu, Yüce Allah’ın şu sö­züyle son bulmaktadır:

    “Eğer
    daha önceden Allah’ın geçmiş birhükmü
    [123]
    olma-saydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.
    [124] 

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili
    Gelen ikaz:

     

    Resulullah (s.a.v)’e
    yapılan ikaz ile ilgili ikinci ayeti keri­meye gelince oda, Yüce Allah’ın şu
    sözüdür:

    “Hay Allah
    affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden Önce neden
    onlara izin verdin?”
    [125]

    Bu ayeti kerime;
    Resulullah (s.a.v)’in kendisinden, güna­hın meydana geldiğini göstermeyen ve
    Şanı Yüce Allah’ın, Resuluîlah (s.a.v)’i, cihada çıkmaktan vazgeçen bazı
    münafık­lara -cihada çıkmaya güç yet iremeyeceklerin e dair mazeretle­rini
    bildirince- bu konuda onlara izin vermesinden dolayı Ona ikaz mahiyetinde gelen
    son noktayı göstermektedir. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah’ın katından,
    Resulullah (s.a.v)’e bu ikaz inmiştir.

    Süfyan b. Uyeyne, bu
    ayet ile ilgili olarak şöyle der: “(Al­lah’ın) şu güzel davranışına bir
    bakın! Peygamberini kınama­dan önce (söze) direkt olarak af ile giriş
    yapıyor!”

    Amr b. Meymun ise bu
    ayetle ilgili olarak şöyle der: “Resulullah (s.a.v) emrolunmadığı iki şey
    yapmıştır: Biri: (Tebük savaşma çıkarken münafıkların, Resulullah’a gelerek bazı
    gerekçeler ve nedenler göstererek cihada katılamayacak­larını söylediklerinde)
    münafıklara izin vermesi, diğeri ise; (Bedir savaşında ele geçirilen)
    esirlerden fidye alması. İşte bunların üzerine Allah, -işte sizinde duyup
    dinlediğiniz gibi-peygamberini ikaz etmiştir.”

    Bazı tefsircilerin
    rivayet ettiğine göre; bu ayeti kerime, Resulullah (s.a.v)’in Allah’tan izinsiz
    olarak yanlış bir davra­nışta bulunmasından dolayı bir üstünlük olarak Onu ikaz
    etti­ğine işaret etmektedir. Aynı zamanda bu ayet; Şanı Yüce Al­lah’ın, Hz.
    Peygamber (s.a.v)’e, değer verdiğini ve Onun, ken­disine dua ile başlaması
    dolayısıyla mevkisinin yüceliğini sağ­lamlaştırdığını belirtmektedir. Bu tıpkı,
    bir adamın kendisinin yanında çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah
    affedesice, be­nim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; .benim bu
    cevabnna karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet ver­sin, sen benim
    değerimi bilemedin!” demesi gibidir.

    Bu görüş; İmam
    Fahreddin er-Razî, Bagavî ve daha bir çoğunun ileri sürdüğü görüştür.

    Zemahşerî,
    “Keşşaf* adlı tefsirinde, Yüce Allah’ın, “Hay Allah
    affedesice!..neden onlara izin verdin?” (Tevbe: 9/43) ayetini açıklarken,
    Hz. Peygamber’e karşı edebe uygun olma­yan bir davranış sergilemiştir ki
    [126] oda
    şudur:

    “Hay Allah
    affedesice” (Tevbe: 9/43) Bu söz, günah işle­meden kinayedir.
    [127]
    Çünkü af ‘ kelimesi, günah işlemenin karşılığında kullanılan bir kelimedir.
    Buna göre ayetin anlamı: ‘Sen (cihada çıkmama hususunda münafıklara izin
    verdiğinden dolayı) günah işledin ve ne kötü bir davranış yaptın’ şeklinde
    olmaktadır. ‘Neden onlara izin verdin?’ (Tevbe: 9/43)

    Bu söz de, Hz.
    Peygamber’in bizzat kendisinin günah işle­diğini üstü kapalı olarak
    açıklamaktadır. Buna göre ayetin an­lamı: ‘Onlar senden (cihada çıkmama
    hususunda) izin istedik­lerinde ve bir takım gerekçelere sarılıp cihaddan
    kendilerini alıkoyduklarında sen onlara izin verdin ve izin hususunda da onlara
    karşı yumuşak davrandın’ şeklinde olmaktadır. ‘Sana besbelli oluncaya kadar’
    (Tevbe: 9/43) Bu konuda mazeretini doğru söyleyen müminleri, yalan söyleyen
    münafıklardan ayırt etmeden neden onlara izin verdin’ şeklinde
    olmaktadır.”
    [128]

    “Menâr”
    tefsirinin yazarı olan Reşid Rıza, bu konuyla il­gili olarak iyi iş yapmanın
    doruğunda güzel bir söz söylemiştir ki, biz bunun bir kısmını şöyle aktardık:

    “Bazı tefsirciler
    -özellikle de Zemahşerî-, Yüce Allah’ın bu ayetinde geçen, Resulullah (s.a.v)’i
    affettiğine dair açıkla­mada, edebe uymayan ifadeler kullandılar. Halbuki bu
    tefsirci­lerin, Hz. Peygamber (s.a.v) konusundaki en büyük edebi yine -Yüce
    Allah’ın yaptığı tarzda- ayetten öğrenmeleri gerekmek­teydi. Hani Rabbi ve
    -terbiyecisi, bu hitaptan önce Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in yapmış olduğu
    davranışı affettiğine dair bu konuda nasıl davranması gerektiğini haber
    vermiştir. İşte (Yü­ce Allah’ın, Hz. Peygambere olan) bu davranışı, büyüklüğün
    ve iyi davranmanın doruk noktasını göstermektedir. Diğer tef-sirciîer ise
    -özellikle de Fahreddin er-Râzî gibi- ayetin son kısmını açıklama sırasında
    aşırıya kaçmışlardır.. Bu tefsirciler ise ayette geçen “af ”
    kelimesinin, günah işlemeye delalet et­mediğini ve Allah’ın kınadığı izin verme
    işinin de, esasta daha evla ve daha mükemmel olan bir hareketin aksine bir
    davranış olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.

    Fahreddin er- Razi, bu
    konudaki sözünü şöyle belirtmiştir: ‘Zenb’ =’ günah’ kelimesi, Arap dilinde;
    ‘masiyet’ kelimesi­nin karşılığını ifade etmemektedir. Günah, ancak ‘zarara
    yahut maslahat ve menfaatin kaybolmasına yol açan her türlü davramş’ anlamına
    gelmekledir. Affedilen günah ise, ayette açıkla­nan; doğru olanları ortaya
    çıkarma ve mazeretlerinde yalancı olanları bilme maslahatının kaybolmasına yol
    açan bir günah­tır.

    Hz. Peygamber
    (s.a.v)’in azarlandığı izin verme olayı, içtihadından dolayı olup kendisine
    gelen vahiyden dolayı de­ğildir. Bunun ise Peygamberlerden -Allah’ın salât ve
    selâmı onların hepsinin üzerine olsun- meydana gelmesi caizdir. Çün­kü
    Peygamberler, ictihad konusunda işlenecek olan hatadan korunmuş değildirler.
    Ancak ittifak edilen masumiyete gelince ise; vahyin açıklanması ve onunla amel
    edilmesi doğrultusun­daki tebliğe mahsus bir durumdur. Buna göre peygamberin,
    vahyi, Rabbinden alıp tebliğ etmediğinde ve davranışıyla vah­ye muhalefet
    ettiğinde bile, onun yalan söylemesi ve günah işlemesi mümkün değildir. Usûl
    alimleri, ictihad konusunda peygamberlerden meydana gelecek günahın caiz olma
    duru­munu şöyle açıklamışlardır: ‘Allah, Peygamberlerden, ictihadları konusunda
    meydana gelecek hataları kabul etmez. Bilakis onlara bu konuda doğru olanı
    açıklar. Bu konu, sağlam bir işin gerektirdiği şekilde hareket etmekten
    ibarettir. Yüce Allah’ın, peygamberin; ilk önce affedildiğini haber vermesi,
    sonrada Ona doğru olanı açıklaması O’nun, peygamberine olan lütfundandtr.”
    [129]

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Mümin Bir Kimseden Yüz Çevirip Suratını Asması Üzerine Gelen İkaz:

     

    Bu da, Yüce Allah’ın
    şu sözünde geçmektedir:

    “Yanına kör bir
    kimse geldi diye (Peygamber, ondan) yü­zünü asıp (müşriklere doğru) çevirdi.
    (Ey Muhammedi) Ne bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt
    kendisine fayda verecekti. ” (Abese: 80/1-4).

    Peygamberlerden masiyetin
    meydana gelebileceğini ve onlar için masumiyetin vacip olmadığını iddia eden
    kimseler, bu ayetin zahirine sarılmaktadırlar. Böyle bir iddia, ayetin doğ­ru
    anlamım idrak edememekten ve anlayamamaktan kaynakla­nan bir hatadır. Ayetin
    iniş sebebi; Resulullah (s.a.v)’in masiyet işlemediğini, yalnızca evla olana ve
    en mükemmel olana muhalefet ettiğini göstermektedir. Resulullah (s.a.v)’de,
    evla olanı ve en mükemmel olanı terkettiğinden dolayı Yüce Allah Ona, en
    mükemmel olanı ve en üstün olanı yani müşrik­leri bırakıp bir Müslümana tebliğ
    etmesi gerektiğini haber vermektedir.

    İbn Cerîr et-Taberî,
    Abdullah ibn Abbas (r.anhüma)’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

    “Bir ara
    Resulullah (s.a.v), müşriklerin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebia, Ebu
    Cehil b. Hişam ve Abbas b. Muttalib’i İslama davet ettiği bir sırada -zira
    onların İslama girmeleri hu­susunda fazlaca ilgi gösteriyor ve inanmalarını çok
    arzuluyordu ki- yürüyerek Resulullah (s.a.v)’e Abdullah ibn Ümmü Mektum denilen
    kör bir adam geldi. Resulullah (s.a.v) ise müşriklerin ileri gelenlerini İslama
    davet etmekle meşgul­dü. Abdullah ibn Ümmü Mektum, Resulullah (s.a.v)’e,
    kendisi için Kur’an’dan bir ayet okumasını isteyerek:

    – ‘Ey Allah’ın Resulü!
    Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret’ der ve isteğinde ısrarlı davranır.
    Resulullah (s.a.v), müş­riklerin ileri gelenlerine anlattığı konunun
    kesilmesini istemez ve ondan surat asıp yüz çevirir ve onun bu şekilde
    konuşması­nı hoş karşılamaz. Ve diğerlerine yönelerek kaldığı yerden ko­nuşmasına
    devam eder. Bunun üzerine Yüce, Allah ‘Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü
    asıp çevirdi’ (Abese: 80/1-2) ayetlerini indirir. Onun hakkında bu vahyin
    inmesinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah ibn Ümmü Mektum’a fazlaca ilgi
    göstermiş ve onunla konuşmaya yönelerek, ‘Bir ihtiyacın var mı? Bir şey istiyor
    musun?’ dedi.

    İbn Cerîr derki:
    “Yüce Allah, kör kimsenin adını, fazla ge­reksinim duymadığından dolayı,
    üstü kapalı olarak anmıştır. Sanki burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, onun kör
    olmasından dolayı yüz çevirdiği söylememektedir. Bu davranışın aksine Hz.
    Peygamber (s.a. v.)’in, kör olan Abdullah’a; sevgi ve şef­kat göstermesi, ona
    (sıcak bir şekilde) yaklaşması ve ona hoş geldin demesi gerekirdi.”
    [130]

    Ayetin iniş sebebinden
    anlaşıldığı gibi; Resulullah (s.a.v), Kureyş’in ileri gelenlerini İslam’a davet
    etmekle meşguldü. Bunların peşlerinden gelenler de Müslüman olur ümidiyle, on­ların
    Müslüman olmasını çok arzuluyordu. Bundan dolayı da Resulullah (s.a.v), yanında
    bulunan Kureyş’in ileri gelenleriyle meşgul olduğu bir sırada, kör olan
    Abdullah ibn Ümmü Mektum (r.a) yanma gelerek: ‘Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın
    sana öğrettiğinden bana da öğret’ dedi. Resulullah (s.av.) ise onun bu isteğine
    o sırada cevap vermekten kaçındı. Çünkü Resulullah (s.a.v)’e göre; Kureyş’in
    ileri gelenlerine İslam’ı tebliğ etmesi, bu şahsın isteğinden daha Önemli ve
    daha bü­yüktü. Bunun üzerine Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’i kı­nadı ve
    onun için; en üstün olanın ve en iyi olanın, kendisine gelen o kör adamın
    isteğine cevap vermesi gerektiğini bildirdi.

    Fahreddin er-Râzî ise
    bu konu ile ilgili olarak şöyle der: “Peygamberlerden günahın meydana
    geleceğini söyleyenler, bu ayeti delil tutarak; Yüce Allah’ın, bu yaptığından
    dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)’i kınaması, o fiilin masiyet olduğunu gösterir dediler.
    Bu iddia, gerçekten ve hakikatten uzak ve ku­ru bir iddiadır. Biz, bunun;
    (önceden) tayin edilmiş bir takdiri ilahi olduğunu daha önce açıklamıştık. Şu
    kadar var ki; Hz. Peygamber (s.a.v)’in. tek tarafa ilgi göstermesi, zenginleri,
    fa­kirlere tercih ettiği zanmnı uyandırıyor. Böyle bir davranış ise,

    Hz- Peygamber
    (s.a.v)’in kişiliğine ve yapısına uygun düşmez. Bu taktirde bu davranış,
    ihtiyatı terk ve daha üstün olanı bı­rakma şeklindeki bir davranış olur ki, bu,
    suç ve günah anla­mını taşımaz.”
    [131]

    İbn
    Hazm ise, -bu ayete tutunarak Peygamberlerden güna­hın meydana geleceğini
    söyleyenlere- şöyle cevap vermiştir: ‘Yüce Allah’ın, ‘Yanına kör bir kimse
    geldi diye yüzünü asıp çevirdi.’ (Abese: 80/1-2) ayetlerine gelince ise;
    ‘Resulullah (s.a.v)’in  yanma  Kureyş’in 
    bazı  ileri  gelenleri 
    oturmuştu. Resulullah (s.a.v)’de, onlara, İslam’ı tebliğ ediyordu. Çünkü
    Resulullah     (s.a.v),     onların    
    Müslüman     olmasını     çok arzuluyordu.    Zira   
    bunlar    Müslüman    oldukları   
    taktirde Kureyş’ten bir çok kimsenin Müslüman olacağını ve böylece İslam
    Dininin, daha iyi yayılacağını biliyordu. Bunu yanı sıra kendisinin yanında
    beklemekte olan bu kör kimsenin; kendi­sinden, dini konularda bir şeyler
    sorduğunda -ona cevap ver­mediği taktirde- onun çekip gitmeyeceğini bildiğinden
    ve on­dan daha önemli iyi bir işin gitmesinden korktuğundan dolayı onunla    meşgul   
    olmadı.    Zira    onun   
    çekip    gitmesinden korkmuyordu.
    Çünkü o şahıs, mümin bir kimseydi. Biraz daha bekleyebilirdi… Görünüşteki bu
    tavır, din konusunda yani on­ların Müslüman olmalarının İslam’a daha faydalı
    olacağı kay-gısmdandı. Kur’an’ın muzaffer olmasındaki bu gayret, sadece işin
    dış görünüşündeydi. Allah’a daha iyi yaklaşmak gayesiy­le, eğer bugün bizden
    birisi, Resulullah (s.a.v)’in yaptığını yapsa elbette sevap kazanır. Ama Yüce
    Allah, Resulullah (s.av.)’i; kendi katında faziletli, iyi ve takvalı olan bu
    kör kim­senin isteğini kabul etmesi, müşrikleri İslam’a davet etmesin­den daha
    üstün olmasından dolayı onu kınamıştır.


    [132]

     


    Resululîah
    (s.a.v)’in Müşriklere Meyletmesine Dair Gelen İkaz:

     

    Bu da Yüce Allah’ın şu
    sözünde geçmektedir:

    “Az kalsın daha
    vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
    sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman
    (onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O
    vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
    kommamış olsaydık, az da oha onlar(ın tuzak ve hilelerinje meyledecektin. Ve O
    zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret)
    ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdik.”
    [133]

    Bu ayeti kerimeler,
    dış görünüşü itibariyle, Resululîah (s.a.v)’in müşriklerle uyuşmaya dair
    yaklaştığını ve onlara meylettiğini göstermektedir. Halbuki böyle bir şey,
    vahyi teb­liğ etme konusunda büyük bir günahtır. Zannedildiği gibi böy­le bir
    şey, kesinlikle Resululîah (s.a.v)’den meydana gelme­miştir. Zaten bu ayetin
    inişi hakkında şöyle bir rivayet vardır:

    “Taif de bulunan
    Sakif kabilesi Resululîah (s.a.v)’e gele­rek; ‘Araplara karşı övünebileceğimiz
    üç özelliği bize verme­dikçe senin dinine girmeyiz. Bunlar ise zekat, cihad ve
    namaz olup bize farz olmayacaktır. Bir de, bizim taptığımız her put, bizim için
    çok önemlidir. Bundan dolayı taptığımız her put bizce kutsaldır. Putlarımıza üç
    yıl daha tapmamıza dair izin ver. Buna göre diğer kabilelere vermediğin bu
    özellikleri bize vermelisin. Eğer Arap kabileleri, sana: ‘Niçin onlara
    (putlarına tapmalarına dair) izin verdin?’ derlerse, ‘Yüce Allah bana böy­le
    emretti dersin’ dediler. Zira bu kabile, Resululîah (s.a.v)’den istedikleri     bu    
    özellikleri     kendilerine     vermesini     çok arzuluyorlardı. Bunun üzerine Yüce
    Allah,

    “Az kalsın daha
    vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
    sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman
    (onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (0
    vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
    korumamış olsaydık, az da olsa onlar(ın tuzak ve hilelerin)e meyledecektin. Ve
    0 zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve
    ahiret) ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdık.
    ” (İsra’: 17/ 73- 74) ayetlerini indirmiştir.

    Görüldüğü gibi bu
    kabilenin temsilcileri
    [134],
    Resululîah (s.a.v)’e bir teklif sundular. Resululîah (s.a.v)’inde bu teklifi
    kabul etmesini arzuladılar. Ama Resululîah (s.a.v) onların bu tekliflerini
    kabul etmedi. Çünkü Resululîah (s.a.v), onların ba­tıl isteklerini kabul
    etmekten ve bozguncu arzularında, onlara uymaktan uzaktır.

    İbn Kesîr (rh.a.)
    konuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Yüce Allah
    Resululîah (s.a.v)’i desteklediğini, hak üze­rinde sabit kıldığını, zarar verebilecek
    kimselerin kötülüğün­den ve azgınların hilesinden koruduğunu ve uzak tuttuğunu,
    Onun işlerini kendisinin yönettiğini ve Ona yardımı kendisinin üstlendiğini,
    yarattıklarından hiç bir kimseye Onu bırakmadı­ğını, aksine onu; velisinin,
    koruyucusunun, yardımcısının, des­tekleyicisinin, galip getiricisinin kendisi
    olduğunu ve Onun dinini Ona düşmanlık edenlere üstün kılacağını, Ona karşı çı­kıp
    reddedenlere galip getireceğini, dünyanın doğusunda ve batısında Onu muzaffer kılacağını
    haber vermektedir.”
    [135]

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Müşriklere ve Kafirlere Meylettiği Hakkında Gelen İkaz:

     

    Bu da Yüce Allah’ın şu
    sözünde geçmektedir:

    “Ey Peygamber!
    Allah’tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat
    etme! Doğrusu Allah, Ha­kim ‘dir ve Alim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy!
    Doğru­su (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır.”
    [136]

    Görüldüğü üzere bu
    ayeti kerimeler, Resulullah (s.a.v)’den bir günahın meydana geldiğini
    göstermez. Ancak bu ayet, Resulullah (s.a.v)’in şahsında komutanlara, ileri
    gelen kimse­lere yönelmiş ve özellikle de ümmete yapılmış bir hitaptır. Bu
    ayetle kast edilen, Resulullah (s,a.v)’in ümmetidir. Bu, tıpkı bir hükümdarın,
    ordu komutanına: “Düşmanlarına müsamaha gösterme! Onlarla kendi hükmüne
    Doyun eğdirinceye kadar ve emrine bağlaymcaya kadar savaş! Çocukları, kadınları
    ve yaşlı kimseleri öldürme! Onların önünde korktuğunu ve çekindiğini
    açıklama!… şeklinde söylediği söze benzer. Görüldüğü üzere hükümdar,
    komutanına hitap etmektedir. Komutanla kastedi­len ise, onunla birlikte bulunan
    askerlerdir. Bu delilde de gö­rüldüğü üzere “hitap” ile kastedilen,
    Resulullah (s.a.v)’in şah­sında bütün ümmettir. Resulullah (s.a.v)’in şahsı
    değildir. Za­ten Yüce Allah konuyla ilgili ayetleri, “Allah
    ‘yaptıklarınızdan haberdar olandır” (Ahzab: 33/2) -görüldüğü üzere- hep
    çoğul siğasıyla bitirmiştir. Bu da, hitabın; Resulullah (s.a.v)’e değil, onun
    şahsında bütün ümmetedir. Buna bir örnek ise Yüce Al­lah’ın, £y Peygamber!
    Kadınları boşayacağınızda onları, ‘iddetlerini’ gözeterek boşayın ve iddeti
    sayın…” sözüdür. İşte bu da, Resulullah (s.a.v)’in şahsında bütün ümmete
    yapıl­mış bir hitaptır. Bununla birlikte biz, hitabı sadece Resulullah (sa.v)*e
    yüklediğimizde dahi onun, kafirlere ve münafıklara itaat etmek suretiyle meylettiğini
    ve Yüce Allah, ona, onlardan sakınmasını emredinceye kadar masiyet ve günah
    işlediğini göstermez. Bu söz, sadece bu konuda olanı ispat etmek için
    söylenmiştir. Zira Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)’e, kafirlerin hilesinden ve
    münafıkların tuzağından sakınmasını emretmiş ve Ona kafirler ile münafıklardan
    sakınıp onların sözlerine da­larak tuzaklarına düşmemesine dair onların
    içlerinde gizledik­lerini bildirmiştir.


    1.
    Rivayet
    edildiğine göre; Ebu Süfyan, İkrime b. Ebi Cehl ve Ebu’l-A’ver es-Sülemi, Resulullah
    (s.a.v) ile kendileri ara­sında bir anlaşma yapmak üzere Ona gelerek:

      “İlahlarımıza dil uzatma! Putlara tapan
    kimselere, onlar, şefaat edecek ve fayda sağlayacak de. Bizde seni Rabbınla baş
    başa bırakalım demek küstahlığında bulundular. 0 sırada müş­rik olan bu
    kimselerin bu sözleri, Resulullah (s.a.v)’e ve ora­daki müminlere çok ağır
    geldi. Bunun üzerine orada hazır bu­lunan Hz. Ömer (r.a):

      “Ey Allah’ın Resulü! izin ver de şunları
    öldüreyim!” de­di.

    Resulullah (s.a.v):

    – “Ben, onlara,
    teminat verdim ey Ömer!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

      “Allah’ın gazabı ve laneti ile buradan
    çıkın” diye onları kovdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v), Hz. Ömer (r.a)’a;
    bunla­rı, Medine’nin dışına çıkarmasını emretti.”
    [137]

    Bu olay üzerine Yüce
    Allah, bu ayeti kerimeleri indirmiştir.
    [138]


    2.
    Rivayet
    edildiğine göre; “(içlerinde Muğire b. Şube ve Şeybe b.  Rebia bulunduğu) Mekke halkından bir
    topluluk, Medine’ye gelerek Resulullah (s.a.v)’e; “Peygamberlik dava­sından
    vazgeçtiği taktirde kendisine, mallarının yarısını vere­cekleri” vaadinde
    bulundular. Bunun üzerine bu ayeti kerime­ler inmiştir.

    3. Diğer bir rivayete göre ise: “Medine halkından müna­fıklar ile
    Yahudilerin; Resulullah (s.a.v)’e, Peygamberlik dava­sından vazgeçmediği
    taktirde Resulullah (s.a.v)’i öldürme teh­didinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine
    bu ayeti kerimeler in­miştir.


    [139]

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Kendisine indirilende Şüphe Etmesi Hakkında Gelen İkaz:

     

    Bu da Yüce Allah’ın şu
    sözünde geçmektedir:

    “Sana
    indirdiklerimiz (Kur’an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı
    (Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup
    olmadıklarını) sor! And olsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana
    gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
    [140]

    Bu ayeti kerime; Resulullah
    (s.a.v)’in, kendisine inen va­hiyde şüphe ettiğini göstermemektedir. Bu ayet
    sadece “takdir etme” ve” farz etme” üslubunda kullanılmış
    bir ifadedir. Nite­kim böyle bir söz söyleme, olasılığı ve buradaki şüphenin
    meydana gelmesini olumsuz kılma söz konusu olduğundan dolayı şüphenin takdiri,
    Arapların adetindendir.

    Yine bu, oğluna:
    “Eğer sen benim oğlumsan, cimri olmaz­sın” sözündeki gibidir. Bu
    takdire göre ayetin anlamı: “Ey Muhammed! geçmiş Peygamberlerin -mesela
    Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm gibi- haberlerini sana anlattığımız halde daha hala sen
    bir şüphe -farz edelim ki veya takdir edelim ki- içindeysen senden önce kitabı
    yani Tevratı, İncili ve Zeburu okuyan Ehli kitabın alimlerine bunları sor.
    Çünkü onlar, bu haberleri, sana anlattığımız şekliyle (kesin olarak)
    bilmektedirler şeklinde ol­maktadır. Bundan maksat, Kur’an’m anlattığı geçmiş
    kıssaları “bilgi” ile tanıtmaktadır. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.v)’i,
    şek ve şüphe ile tanıtma değildir. İşte bundan dolayı Abdullah ibn Abbas
    (r.anhuma):

    “Allah’a yemin
    ederim ki, Resulullah (s.a.v) gözünün u-cuyla bile ne şüphe etmiştir ve ne de
    Ehli kitaptan hiçbirine bunları sormuştur” der.

    Rivayet edildiğine
    göre; bu ayeti kerime indiğinde Resulullah (s.a.v): “Ne şüphe ediyorum ve
    ne de (bu konuda) soru sorarım” buyurmuştur.
    [141]

    Cemaleddin el-Kasımî,
    “Mehasinu’t- Te’vil” adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak
    şöyle demektedir:

    “Bu ayeti
    kerimeden, Resulullah (s.a.v)’in kendisine inen vahiy konusunda şüphe ettiği
    anlaşılmaz. Çünkü ayette geçen şart edatının doğruluğu, bu edatın meydana
    gelmesini gerektirmez. Tıpkı bu, senin: ‘Eğer beş tane hanım olsa da eşit
    şekilde bölünse
    [142]
    sözünde anlatmak istediğin gibidir. Bu ayetteki hitabın, Hz. Peygamber
    (s.a.y)’e yapılmasının anlamın­da yatan gizlilik ise; delilleri çoğaltmak, bu
    delilleri güçlen­dirmek, kesin bilginin kuvvetini ve nefsin mutmainliğini ve
    gönlün sükunetini artırmak içindir. Yahut ayetin anlamında yatan gizlilik;
    -anlatıldığı üzere- anlatılan olayı kuvvetlendir­mek için delil getirmeye daha
    önceki kitaplarda geçenleri şahit tutma, -üstelik Kur’an, geçmiş kitaplarda
    bulunanları tasdik etmektedir- yahut Yüce Allah, müşriklere, üstü kapalı olarak
    Resulullah (s.a.v)’e indirdiği kıssaların doğruluğundaki bilgi­nin sağlamlığını
    tanıtmaktadır… Bir rivayete göre ise ayette geçen hitap, Resulullah (s.a.v)’e
    olup fakat onun dışındakiler yani ümmeti kastedilmiştir. Tıpkı bu, ‘Kızım sana
    söylüyorum, gelinim sen anla!’ deyimindeki meşhur darb-ı mesel gibidir. Buna
    göre anlam: ‘Hz. Peygamber’in lisânı üzere, sana indir­diğimiz de şüphe eden Ey
    bu ayeti işiten kimse!’ şeklinde ol­maktadır. Bunu, Yüce Allah’ın, ‘(Ey
    Muhammedi): ‘Ey insan­lar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki, ben,
    Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam.’de.'(Yûnus: 10/104) ayeti des­teklemektedir.”
    [143]

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Müşriklerin İman Etmeleri İçin Mucize Getirmesi Hakkında Gelen
    İkaz:

     

    Bu da Yüce Allah’ın şu
    sözünde geçmektedir:

    “Eğer onların
    (küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine
    yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da
    onlara bambaş­ka bir mucize getirebüirsen, (hiç durma.) Eğer Allah dileseydi
    elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde toplardı. 0
    halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun farkına varamayan) bilgisizlerden
    olma.”
    [144]

    Bu ayeti kerime,
    Resulullah (s.a.v)’in günah işlediğini gös­termemektedir. Sadece Yüce Allah,
    Resulullah (s.a.v)’i -yukarıda geçen ayette- ikaz edip uyarmaktadır. Bu,
    yalnızca bu konuda olanı ispatlamak için söylenmiş bir sözdür. Zira Yüce Allah,
    burada, Resulullah (s.a.v)’i, müşriklerin yalanlamaları ile ilgili kendisinde
    meydana gelen üzüntüyü gidermeyi ve müşriklerin içlerinde gizledikleri hakikati
    Ona bildirmeyi is­temektedir. Buna göre eğer Allah’ın elçisi olan Hz. Muham-med
    (s.a.v), onlara bütün mucizeleri getirse bile onlar, elem verici bir azabı
    görmedikçe yine de iman etmezler.

    Abdullah ibn Abbas
    (r.anhüma) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v) bütün insanların iman
    etmelerini ve insan­ların hidayet üzere kendisine tabi olmalarını
    arzulamaktaydı. Bunun üzerine Yüce Allah, Ona, ancak birinci ayette -yani an­latmaya
    çalıştığımız bu ayet- kendilerinden memnun olduğu kimseler hakkında Allah’tan
    bir söz sadır olanların iman ede­ceğini haber vermiştir.”
    [145]
    İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu ayetin ardından şöyle buyurmuştur:

    “Ancak (senin
    davetini kalpleriyle işitip) kulak verenler (bu) daveti kabul ederler.
    (Kafirler ise işitmezler ve davetini kabul etmezler. Kalpleri) ölmüş olan
    kimselerin (kalplerini ancak) Allah diriltir…”
    [146]

    Ayette “ölüm”
    ile kastedilen; iman etmeyen kafirler ile Resulullah (s.a.v)’in getirdiği Hakk
    Daveti kabul etmeyen kim­selerdir.

    Bu ayeti kerimede;
    eğer Resulullah (s.a.v), müşriklerin iman etmeleri için yerin altındaki
    derinliklerden ve göğün üs­tündeki yüksekliklerden mucizeler -getirmeye gücü
    yetseydi, onlara olan şefkatinden ve onların iman etmelerini ümit etti­ğinden
    dolayı mucizeleri getirmesinde ve kavminin Müslüman olmasını çok arzu
    etmesindeki göstergeyi gizlememe vardır. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
    buyurmaktadır:

    “Ey iman ederler!
    İçinizden, size; sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, iman
    edenlere şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir.”
    [147]

     


    Resulullah
    (s.a.v)’in, Yanında Bulunan Müminleri Kovmaması Hakkında Gelen İkaz

     

    Bu da, Yüce Allah’ın
    şu sözünde geçmektedir:

    “Sabah ve akşam
    Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek (ihlaslı bir şekilde) dua edenleri
    (yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur.
    Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden
    mi olasın. “
    [148]

    Bu ayeti kerimede;
    Resulullah (s.a.v)’i, Kureyşli kafirlere uyup musta’zaf müminleri kovma
    hususunda bir sakındırma vardır…

    Yine bu ayet;
    Resulullah (s.a.v)’in, musta’zaf müminleri fiili olarak kovduğuna delalet
    etmemektedir. Buradaki “kov­ma” tabiri, sadece müşriklerin,
    Resulullah (s.a.v)’e sundukları bir  
    tekliften   ibarettir.   Bu  
    teklif  üzerine   Yüce Allah’tan, Resulullah (s.a.v)’e, bir
    ikaz gelmiştir. Böyle bir şeye teşebbüs ettiğinden dolayı da, O, bu davranıştan
    sakındınlmıştır.

    İbn Cerîr et-Taberî,
    Abdullah ibn Mes’ud (r.anh)’in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

    “Kureyş’in ileri
    gelenleri, Resulullah (s.a.v)’e uğramışlardı. 0 sırada Hz. Peygamber (s.a.v)’in
    yanında Müslümanların za­yıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbab, Bilal, Ammar
    ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine müşrikler, ‘Sen, kav­minden vazgeçerek
    bunları mı kavmine tercih ettin? Biz, bun­lara mı tabi olacağız? Onları
    yanından kov… Belki o zaman onları kovarsan, biz sana uyarız…’ deyince, Hz.
    Peygamber (s.a.v):

      ‘Ben, müminleri kovan bir kimse değilim’
    dedi. Bu sefer onlar:

      (0 halde biz geldiğimizde onları yanından
    kaldır; biz kal­kıp gittiğimizde ise istersen onları yanında oturt…’ deyince,
    Hz. Peygamber (s.a.v), onların iman etmelerini ümit ederek:

      ‘Olur’ dedi.

    Rivayet olunduğuna
    göre; Hz. Ömer (r.anh), Hz. Peygam­ber (s.a.v)’e; (bir yapsan da, böylece
    baksak nasıl olacaklar!…’ dedi. Sonra Kureyşliler bu hususta ısrar edip Hz.
    Peygamber

    (s.a.v)’e:

      ‘Bu konuda bizim için bir yazı yazsan…’
    dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.v); bunu yazması için bir kağıt ile beraber
    Hz. Ali (r. anh)’ı çağırtır… İşte bunun üzerine,

    ‘Sabah ve akşam
    Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek dua edenleri kovma!…’ (Enam: 7/52)
    ayeti iner… Bunun üze­rine Hz. Peygamber (sav) o kağıdı fırlatıp atar. Hz.
    Ömer (r.anh)’da, bu sözünden dolayı Hz. Peygamber(sav)’e gelerek özür beyan
    eder. İşte bu sebeple, Hz. Selman ile Hz. Habbab: ‘Bu ayet, bizim hakkımızda
    indi’ dediler.”
    [149]

    Ayetin iniş sebebi
    bilindiği zaman, olay daha iyi açıklana­caktır. Şöyle ki: Resulullah (sav),
    yanında bulunan zayıf ve fakir müminleri kovmadı. Sadece bu teklifi sunan
    müşriklerin kalplerini İslam’a ısındırmak için; onlar, Resulullah (sav)’in
    yanına geldiğinde bu müminleri meclisinden uzaklaştırmaya yöneldi. Böylece
    onların iman etmesini sağlayacaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, Resulullah
    (sav)’i, böyle bir uygulamadan menetmiş ve Ona, musta’zaf ve fakir olan
    müminleri, mecli­sinde ve özel yerinde bulundurmasını, müşrikler geldiğinde
    onları kaldırıp başka bir yere göndermemesini emretmiştir. Nitekim Yüce Allah,
    Kehf Sûresinde konuyla ilgili olarak şöy­le buyurmaktadır:

    “Sabah, akşam
    Rablerinin rızasını dileyerek O’na dua e-denîere beraber sende sabret, dünya
    hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi
    anmasını kendi­sine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan
    kimseye tabi olma!”
    [150]

     


    Resulullah
    (s.a.v) in Geçmiş ve Gelecek Günahlarının Bağışlanması Hakkında:

     

    Bu da, Yüce Allah’ın
    şu sözünde geçmektedir:

    “(Ey Peygamber!)
    Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik. Böylece Allah, (bu fethi sana
    kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını bağışlayıp
    ve (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethetmek suretiyle dünya ve
    ahirette) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.
    [151]

    Hafız İbn Kesîr (rh.a)
    derki: “Yüce Allah’ın, ‘Biz sana a-paçık bir fetih ihsan ettik’ (Feth:
    48/1) ayetinde geçen fetihten maksat, (Mekkeli müşriklerle yapılan) Hudeybiye
    barış anlaş­masıdır. Çünkü bu barış anlaşmasıyla; büyük hayırlar baş gös­termiş,
    insanlar güvenlik içerisinde yaşamışlar; birbirleriyle bir araya gelerek mümin
    bir kimse kafirle konuşmuş, faydalı bilgi ve iman daha da yaygınlık
    kazanmıştır.”
    [152]

    İbn Kayyım el-Cevziyye
    (rh.a), bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle der:

    “Bu anlaşma, onun
    sebeplerini yaratan Şanı Yüce olan Al­lah’tan başka kimsenin kavrayamayacağı
    kadar büyük ve yüce bir anlaşma olup, hikmetinin ve övgüsünün gerektirdiği
    şekil­de gayesi de gerçekleşmiştir. İşte bu gayelerden birisi: Bu anlaşma;
    Allah’ın, peygamberine ve onun ordusuna üstünlükler verdiği, insanların bölük
    bölük Allah’ın dinine girdiği büyük Mekke fethinin öncesinde adeta bir
    başlangıçtır. Bu anlaşma, Hz. Peygamber (s.a.v)’e; bir kapı, bir anahtar,
    önündekini ilan edici tellaldır. İşte Allah’ın büyük olaylardaki Sünnetullahı
    budur ki; kader ve şeriat olarak fetih öncesinde bir mukaddime (giriş), bir
    işaret, bir ilan, bir gösterge olarak haber veren hü­kümlerdir.

    İkincisi: Bizzat bu
    anlaşma, en büyük fetihlerden birisidir. Çünkü insanlar birbirlerine karşı
    güvence duymuş, Müslüman-kafir birbirine karışmış, onlara din davetine başlayıp
    Kur’an-ı onlara daha iyi duyurmuşlardır. Müminler, güven içerisinde müşriklerle
    açıkça İslam’ı tartışmışlardır. İçlerinde İslam’ı giz­leyenler açığa
    çıkarmışlardır. Bu anlaşma müddetince Allah’ın dilediği kadar çok sayıda insan
    İslam’a girmiştir. İşte Şanı Yüce Allah bunun için bu anlaşmaya, ‘Feth-i
    Miibin’ (apaçık bir fetih) adım vermiştir”
    [153]

    Müşriklerle yapılan
    sulhta Allah bunun iç yüzünü açınca-ya kadar kapalı ve çevrili kaldı. Onun
    açılma sebeplerinden biri; Hz. Peygamber (s.a.v) ve Ashabının Beytullah’tan men
    edilmeleridir. Bu anlaşma, görünüşe bakılırsa Müslümanlar için bir zulüm
    meselesi, aslında ise bir izzet, fetih ve zaferdi.

    Ayeti kerimede geçen
    “günah” ifadesine gelince ise, bu­nunla; “Resulullah (s.a.v)’in
    en üstün oîanı ve evla olanı terk etmesi” anlaşılmaktadır.

    Ebu’s-Suud; “Yüce
    Allah’ın, ‘Geçmiş ve gelecek günahla­rını’ (Fetih: 48/2) ayetini; evla olanı
    terk etmenden dolayı sen­den sadır olanların hepsinde (geçmiş ve gelecek bütün
    günah­larını bağışlamıştır) şeklinde tefsir etmiştir ve Yüce Allah’ın, ayette
    geçen ‘günah’ ifadesini, ‘zenb’ diye isimlendirmesi; Resulullah (s.a.v)’in makamının
    ve derecesinin yüceliğine nis­petten dolayıdır.”

    ” Prof. Dr.
    el-Hicazî, “Furkan Tefsiri” adlı kitabında
    [154] bu
    kelimeyle ilgili olarak şöyle der:

    “Ayette
    geçen  ‘geçmiş günahlardan’  maksat; 
    Hz.  Pe y-gamber (s.a.v)’in kendi
    makamına nispetle evla olanın aksine dair işlemiş olduğu işlerdir. Hz.
    Peygamber (s.a.v), günah i ştemekten ve Rabbine isyan etmekten münezzehtir.
    Onun işi e-diği ve makamına yaraşmayan bazı  
    ‘zelleler’; ‘Ebrar’m (iyi kulların) hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin
    (Allah’a en yakın olan kulların) scyyiatı (kötülükleri) mesabesindedir’
    türünden bazı davranışlardır. Bazı kimseler demişlerdir ki: ‘Ayeti ker i-mede
    geçen ‘günah’ ifadesinden maksat; her ne kadar hakikat­te günah değilse de,
    Peygamber efendimizin yüce nazarında günah 
    olarak  kabul  edilen 
    davranışlardır.  Ayeti  kerimede ‘zenbike’ şeklinde kullanılan izafet
    tamlaması da herhalde bu anlama işaret etmektedir.”
    [155]

     


    Allah’ın,
    Hz. Peygamber (s.a.v)’e Yapmasını Emrettiği Bir Şeyi Yapmaktan Kaçınması
    Hakkında Gelen


    İkaz:

     

    Bu da, Yüce Allah’ın
    şu sözünde geçmektedir:

    “Hani sen, Allah
    ‘in kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve (kölelikten
    azad ederek evlatlık edinip da-ha sonra da onun efendisi olduğunu belirtip veli
    edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b. Harise)ye, eşin
    (Zeyneb bint. Cahş)’ı tut ve Allah’tan kork (onu boşama) diyordun, Allah’ın,
    (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde) açığa vuracağı şeyi
    de içinde saklıyor ve insanlar (in, evlatlığının eski hanımını nikahladı
    diyecekle­rinden korkuyordun. Halbuki en çok Allah’tan korkman gerekirdi.
    Nihayet Zeyd’in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik.
    Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla
    evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah’ın
    emri yeri­ne getirilmiştir.”
    [156]

    Kalplerinde hastalık
    bulunan bir takım imanı zayıf kimseler, bu konuda; Resulullah (s.a.v)’in azatlı
    kölesi ve oğulluğu olan Zeyd b. Harise’nin eski hanımı olan Zeyneb bint. Cahş’m
    Hz. Peygamber (s.a.v) ile evliliği etrafında bazı şüpheler yaymayı ve
    Resuluîlah (s.a.v)’in masum iyetliği etrafında fırtınalar koparmayı uygun
    gördüler. Kalplerinde hastalık bulunan bu kimseler; Hz. Muhammed (s.a.v)’in,
    Zeyneb bint. Cahş’ı gö r-müş, ona aşık olmuş, sonrada ona olan aşkını kalbine
    gömmüş, fakat daha sonra başka çaresi kalmayınca aşkını açığa vurmuş, Zeyneb’e
    ilgi duymuş, Zeyd’de onu boş amış ve ardından onun­la Resuluîlah (s.a.v)
    evlenmiş… şeklinde ifadeler kullanarak bunları iddia etmişlerdir.

    Bazı iftiracılar
    ortaya çok kötü iftira atmış lardır ki bu iddi­alar şunlardır: “Hz.
    Peygamber (s.a.v), Zeyd’in, evde bulun­madığı bir gün onun evine uğramış,  0 sırada Zeyd’in eşi Zeyneb’i görmüş, bunun
    üzerine peygamberin onu görmesiyle kalbinde ona karşı bir sevgi meydana gelmiş
    ve: “Kalpleri döndüren  
    Allah’ı   teşbih   ederim”   demiş. Bunun   üzerine Zeyneb, Resuluîlah (s.a.v)’in bu
    teşbihini işitmiş vebunu kocası Zeyd’e anlatmış. Bunun üzerine Zeyd’in kalbinde
    Zeyneb’i boşamaya    dair    bir   
    düşünce    meydana    gelmiş,   
    nihayet Resuluîlah (s.a.v), onunla evlenmiş… Oryantalistler
    [157] ve
    on­lara benzemeye çalışan onların yerli işbirlikçisi Müslümanlar; bu olayı
    dillerine dolamaktalar, içine daldıkça dalmaktalar ve bu olayı kafalarında
    hayallendip ek ilavelerde de bulunmaktadırlar. Bu tip düşünceye sahip kimseler;
    -kendilerinin düşünce yapılarını, ahlaki durumlarını ve içine düştükleri
    hataları gö r-medikleri halde- başkalarının namusu, iffeti, şerefi vb. konu­larda
    derinlemesine konuşmayı kendilerine mubah ve serbest görmektedirler. Ayrıca Hz.
    Peygamber (s.a.v) hakkında ileri-geri konuşmaktalar ve Hz. Peygamber (s.a.v)’i,
    bir çok insanla­rın tasvir edemeyeceği bir biçimde tasvir etmektedirler. Onla­rın
    bu konudaki dayanakları, tefsir kitaplarına sokuşturulmuş ve serpilmiş İsrailî
    rivayetlerdir. Tefsir, tarih vb. kitaplarda bulunan bu çeşit rivayetler, bu
    konuda Sahîh ve doğru olm a-yan batıl riv ayetlerdir.

    Ebu Bekr İbnü’l Arabî,
    bu konuda şöyle der: “İbn Ebi Ha-tim’in, Süddi yoluyla rivayet ettiği bu
    olayın tafsilatı şu seki1dedir:

    “(Süddi derki:)
    Bize ulaştığına göre; bu ayet, Zeyneb bint. Cahş hakkında inmiştir. Zeyneb’in
    annesi, Resulullah (s.a.v)’in halası Ümeyye bint.  Abdulmuttalib’dir… Resulullah (s.a.v),
    Zeyneb’e taüb oldu. Zeyneb ise Resulullah (s.a.v)’in, kendi şahsı için talib
    olduğunu zannetmişti. Fakat kendisini, Zeyd adına istediğini anlayınca, bundan
    hoşnut olmadı ve Zeyd ile evlenmek istemedi. Daha sonra bu evliliği Resulullah
    (s.a.v) tertiplediği için, Zeyd ile evlenmeye razı oldu ve onunla ev­lendi.
    (Çünkü Allah ve Resulü, herhangi bir hususta hüküm verdikleri taktirde inanan
    erkekler ile inanan kadınların bu hükme herhangi bir şekilde karşı gelmeleri
    doğru değil dir. Üs­telik buna haklan da yoktur.  Böyle 
    yapmaları kendilerine yaraşmaz. Zira Resulullah (s.a.v), müminlere kendi
    nefislerin­den daha yakındır. Müminlerin, Onu, kendi nefislerinden daha üstün
    tutmaları gerekir. Çünkü 0, müminlere karşı çok merh a-metli ve şefkatli olup
    onlara düşkündür. Allah ve Resulü’nün emrine aykırı bir işi tercih eden kimse
    isyankar olmuş, sapıkl ı-ğa düşmüştür. 0 büyük bir günaha müstahak olmuştur)
    Şanı Yüce Allah, peygamberine; Zeyd’in, karısı Zeyneb’i boşayac a-ğı ve
    kendisinin de, Allah’ın emri üzerine onunla evleneceğini bildirmiştir.
    Resulullah (s.a.v) ise bunu, içinde gizliyordu. Çünkü 0, Zeyd’e, karısını
    boşamasını emretmekten haya ed i-yordu. Tam bu sıralarda Zeyd, Zeyneb’in
    huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediğinden dolayı Peygamber efendimize
    gelerek karısı Zeyneb’i Ona şikayette bulunduğunda ve karısını boşamak
    istediğini bildirdiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v) iyilik tavsiye etme bakımından
    Zeyd’e:

      ‘Sen, bu sözü söylerken Allah’a karşı
    gelmekten s akın ve karını nikahın altında tut.’ dedi. Hz. Peygamber (s.a.v),
    ona böyle  söylerken,  Zeyd’in 
    ondan ayrılacağını  ve kendisinin
    Zeyneb   ile   evleneceğini   biliyordu.   
    Fakat   bunu,    içinde gizliyordu. Buna rağmen Zeyd’in,
    karısı Zeyneb’i boşamasını da istemiyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v),
    münafıkların:

      ‘Muhammed, oğulluğu olan Zeyd’in boşadığı
    Zeyneb ile evlendi’ şeklindeki kınamalarından korkmaktaydı. İşte Yüce Allah’ın,

    ‘Allah ve peygamberi,
    bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin erkek ve gerekse mümin bir kadın için
    artık (bu) işe aykırı olacak işlerinde, onlar için seçme hakkı yoktur. Kim
    Allah’a ve peygamberine isyan ederse, muhakkak ki 0 (kimse) apaçık bir
    sapıklıkla yolunu sapılmıştır.’ (Ahzab: 33/36) ayeti kerimesi, bu olay hakkında
    inmiştir.”
    [158]

    Hz. Ali’nin oğlu
    Hüseyin (rh.a) bu konuyla ilgili olarak şöyle der: “Allah, peygamberine;
    (Zeyd’in karısı) Zeyneb ile evlenmezden önce (Zeyd’in onu boşayıp) onunla
    evleneceğini bildirmiştir. Zeyd,

    Zeyneb’in
    (huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediği fi­den dolayı Hz. Peygamber
    (s.a.v)’e gelerek) şikayette bulun­duğunda (ve onu boşamak istediğini
    bildirdiğinde) Hz. Pe y-gamber (s.a.v), ona: ‘(Sen, bu sözü söylerken), Allah’a
    karşı gelmekten sakın ve kannı nikahın altında tut’ demiştir. (Zira Hz.
    Peygamber (s.a.v), Zeyd’in, onu boşayacağını ve onun la kendisinin evleneceğini
    biliyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bunu içinde saklıyordu. Çünkü bu konuda
    münafıkların vb. kimselerin kınamalarından korkmaktaydı. ‘Bundan böyle e
    v-latlıklann, kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda
    müminlere bir vebal olmadığı bilinsin’ (Ahzab: 33/37) mealindeki ayetten dolayı
    Allah’ın kendisine mubah kıldığı bir hususta insanlardan çekindiği için) Yüce
    Allah, Hz. peygamber (s.a.v)’i kınamış ve ona şöyle buyurmuştur:

    ‘Seni, onunla
    evlendireceğime dair sana haber verdiğim halde, sen daha hala Allah’ın açığa
    vuracağı şeyi içinde saklıyorsun.”
    [159]

    İftiracıların iddia
    ettiği gibi, Resulullah (s.a.v)’in içinde sakladığı husus; Zeynebe olan aşkı
    değil, Allah’ın Ona haber vermiş olduğu Zeyneb ile evlenme işiydi. Yüce
    Allah’ın, Resulullah (sav)’e, Zeyneb ile evleneceğine dair işi, kendisine
    bildirdiği halde, bunu, içinde saklaması, Allah’ın yüce hilem e-tindendir. Bu
    ise, cahiliyyet dönemindeki Araplar arasında meşhur ve örf olarak yürürlükteki
    bir ilke (olan kişinin kendi evlatlığının boşadığı kadınla evlenme yasağının
    hükmünü) g e-çersiz kılmak içindi. Fakat Resulullah (s.av.), bu hareketiyle,
    münafıkların; “Muhammed, oğulluğu olan Zeyd’in boşadığı karısıyla
    evlendi” şeklindeki söylentilerinden ve dedikodul a-nndan çekinmekteydi.
    Çünkü Zeyd, insanlar arasında daha hala “Zeyd b. Muhammed = Muhammed’in
    oğlu Zeyd” diye çağın İmaktaydı.

    Prof. Dr. el-Hicazî,
    “Furkan Tefsiri” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Bazı tefsir
    kitaplarında büyük alimlere nispet edilen bir­takım uygunsuz sözler yer alması,
    gerçekten esef vericidir. A1lah bilir ki, O büyük alimler bu sözleri
    söylemekten uzaktırlar. Olsa olsa bu gibi haberler, İsrailiyyat zehirlerinden
    başka bir şey değildir.

    Bu haberleri, İslam’ı
    kabul eden bazı Yahudi alimleri, ge­rek iyi niyetten ve gerek kötü niyetten
    dolayı tefsir k itaplarına yerleştirmişlerdir. Bu tefsir kitaplarında,
    yaratıkların en sere f-lisi ve bütün insanların yüksek ve sadakat sahibi bir
    kimse o I-duğuna tanıklık ettikleri Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında kul­lanılan
    bu sözler, adi bir kimseye bile yakışmayacak ifadele ir­dir…

    Zeyneb’in Zeyd ile
    evlenme tarihine ve içinde bulunduğu ortama basit nazarlarla baktığımızda şu
    inanca varırız: ‘Zeyd ‘in, Zeynep ile geçinemeyişinin nedeni, sosyal durumları
    ba­kımından aralarında büyük bir mesafenin bulunmasından d o-Iayıdır. Çünkü
    Zeynep, şerefli ve as aletli bir kadın. Zeyd ise daha düne kadar köle olan bir
    kimseydi. Yüce Allah, Zeyneb’i, Zeyd ile evlendirmek suretiyle onu imtihan
    etmek, kabilecilik asabiyetinin temellerini yıkmak, cahiliyyetra şeref ve ün k
    a-zanmak gibi Aristokrat tabakaya ait olan düşünceleri ortadan kaldırmak,
    şerefin İslam da ve takvada olduğunu bildirmek istedi. Zeynep, bu ilahi emre
    istemeyerek boyun eğdi. Vücudunu, Zeyd’e teslim etti. Lakin ruhunu ve gönlünü
    ona vere­medi. Böyle olunca da kendisini sıkıntı ve elemden kurtaramadı.

    Resulullah (s.a.v),
    Zeyneb’i küçüklüğünden itibaren tanı r-dı. Çünkü 0, halasının kızıydı. Eğer
    Resulullah (s.a.v) onunla evlenmek isteseydi, rahatlıkla evlenir ve b unu Ondan
    men e-debilecek bir kimsede yoktur? Nasıl olurda bir kimse, bakire bir kadınını
    bir başkasına takdim eder. 0 adam da o kadınla evlenip boşandıktan ve kadm dul
    hale geldikten sonra nasıl ilgi duyar?!!

    Bu mümkün değildir.
    Böylece bir duşunca gerçeğ e uygun değildir. 
    Söylediklerinizi  iyi  düşünün 
    ve  akıllıca konuşun.

    Hiçbir karışıklığa
    meydan vermeden, hiç leke sürmeden hakkı, sırf hak olduğu için anlayıp
    kavrarlar. Bakınız bazıları da neler söylüyorlar: ‘Muhammed, Zeyneb’e olan
    aşkını gizlediği için Allah tarafından kınanmış!’ Kişi, komşusunun karısına
    olan aşkını ve sevgisini gönlünün derinliklerine gizleyip açığa ç ı-karmadıkça
    hiç kınanır mı?!

    Ama gerçek olan şu ki;
    Zeyneb ile Zeyd’in evlenmesi, Zeyneb ile kardeşini imtihan etmek içindi. Çünkü
    Cenab-ı Al­lah, Zeyneb’i, Zeyd’i kocalığa kabul etmeye zorlamıştı. Bu e
    v-lilik, sonunda Resulullah (s.a.v) için çok zorlu bir imtihan ol­du. Çünkü
    Zeyneb, henüz Zeyd’in nikahı altındayken bile bu evliliğin, ne şekilde
    sonuçlanacağım biliyordu. Ve bu esnada Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Zeynep
    ile evlenmesini emre­diyordu…

    Kur’ân-ı Kerîm’in  de 
    ifade  ettiği gibi; Hz.  Peygamber (s.a.v)’in,   Zeyneb 
    ile   olan  evliliğindeki 
    hikmetin  sebebi; cahiliyyet
    devrinde Araplar arasında meşhur ve örfi y ürürlükte olan bir ilkeyi yani
    kişinin kendi evlatlıklarının boşadıkları kadınlarla evlenme yasağım yıkmak
    idi. Cahiliyyet döneminde üvey baba konumunda bulunan kimse, evlatlıklarının
    karılarım kendi neseplerinden olan öz oğullarının karıları gibi kabul ed
    i-yorlardı.  Bu adet,  cahiliyyet dönemini yaşayan kimselerin
    kalplerine iyice yerleşmişti. Bu adet ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in ve de
    azatlı kölesi Zeyd b. Harise’nin elleriyle yıkıl a-bilirdi ve yıkıldı da. Zira
    Yüce Allah, bu konuda şöyle buyu r-maktadır: ‘Bundan böyle evlatlıklarının,
    kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminlere bir
    vebal olmadığı bilinsin…’ (Ahzab: 33/37)

    Hz. Peygamber (s.a.v)
    kendi içinde gizlediği bu z orunlu evlenme, Ona eziyet veriyordu. Bu sebeple de
    Allah’ın kend i-sine verdiği Zeyneb ile evlenme işini gerçekleştirmeyi gecikti­riyordu.
    Çünkü öteden beri yerleşmiş olan bid’ati -yani evlatlık edinme ve evlatlıkların
    boşadıkları kadınlarla evlenmeme ad etini- yıkacaktı. Bu adeti yıktığım gören
    insanlar, özellikle de münafıklar büyük bir gürültü çıkaracaklardı.”
    [160]

    Derim ki: Ayeti kerime
    bu konuda açıkt ir. Buna göre ayet­te de zikredildiği şekilde Allah, Resulullah
    (s.a.v)’in içinde gizlemiş olduğu azatlı kölesi Zeyd’in kansı olan Zeyneb ile
    evlenme işini yakın bir zamanda açığa vuracaktı. Zira Yüce Allah’ın,
    “Allah ‘in açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyordun. ” (Ahzab:
    33/37) ayetinde geçen ile de bu anlatılmaktadır. Çün­kü Yüce Allah’ın açığa
    vuracağı şey nedir? Allah, Resulullah (s.a.v)’in, Zeyneb’e olan aşkını mı açığa
    vuracak? Hayır! H a-yır! Bunların aksine Yüce Allah, Zeyneb ile evleneceğine
    dair daha önceden Resulullah (s.a.v)’e bildirdiği emri açığa vuracaktı. Çünkü
    Allah, Resulullah (s.a.v)’in kısa bir müddet sonra Zeyneb ile evleneceğine dair
    bilgiyi kendisine iletmiştir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce olan Allah bu şeyi
    Resulullah (s.a.v)’in içinde gizlediği bir şey olarak açıklamıştır. Bunu da,
    Yüce Allah, şu ayetiyle güzel bir şekilde şöyle açıklamıştır:.

    “Nihayet
    Zeyd’in, onunla bir bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik” (Ahzab:
    33/37) İşte böylece gönderilmişlerin efendisi olan Resulullah (s.a.v)’in
    masumiyetliğini gösteren kesin kanıtlar ile parlak deliller karşısında, Hz.
    Peygamber (s.a.v)’e yalan iftiralarda bulunan iftiracıların iddiaları boşa
    çıkarılmakta ve geçersiz kılmmakt adır. Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a
    mahsustur.


    [161]

     

     

  • Hz. Yahya (A.S)

    Hz.
    YAHYA (A.S)
    1

    Hz.
    Yahya (a.s)’m, Kur’ân-i Kerîm’de Zikredilmesi:
    1

    Hz.
    Yahya (a.s)’m Soyu:
    1

    Hz.
    Yahya (a.s)’ın Doğumu:
    1

    Hz.
    Yahya (a.s)’ın Daveti:
    2

    Ehli
    Kitaba Göre Vaftizin Anlamı:
    3

    Hz.
    Yahya Niçin Öldürüldü?:
    4

    SONUÇ.. 6

     

    Hz. YAHYA (A.S)

     

    “Ey Yahya! Kitab
    (Tevrat) ‘a kuvvetle sarıl’ (dedik). Henüz daha olgunluk çağında iken ona,
    hikmet (peygamberlik) ver­dik Tarafımızdan ona, kalp yumuşaklığı ve temizlik de
    (ver­dik). Çünkü o, takva sahibi bir kimse idi.” (Meryem: 19/12-13)

     

    Hz. Yahya (a.s)’m, Kur’ân-i Kerîm’de Zikredilmesi:

     

    Hz. Yahya (a.s)’m
    ismi, Kur’ân-ı Kerîm’in; Ali îmrân, En’âm, Meryem ile Enbiyâ Surelerinde olmak
    üzere dört ye­rinde geçmektedir.[1]

    Cenab-ı Allah, Hz
    Yahya (a.s)’ı çok övmüş ve onu; iyi, takvalı, dürüst ve dosdoğru olmakla
    nitelendirmiştir. Yüce Al­lah, onunla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır;

    “Tarafımızdan
    ona, kalp yumuşaklığı ve temizlik de (ver­dik). Çünkü o, takva sahibi bir kimse
    idi. Ana-babasma iyilik ederdi. İsyankar bir zorba değildi.[2]

    Yüce Allah, Hz. Yahya
    (a.s)’a, daha 30 yaşlarında iken peygamberlik verdi. Nitekim Cenab-ı Allah
    bununla ilgili ola­rak şöyle buyurmaktadır:

    “Henüz daha
    olgunluk çağında iken ona, hikmet (pevgam-berlik) verdik. [3]

    Yüce Allah, Hz. Yahya
    (a.s)’ı; efendi, nefsine hakim ve şehvet ve kötülüklerden uzak kılmıştır.
    Nitekim Cenab-ı Allah, bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Efendi, nefsine
    hakim ve salihlerden bir Peygamber ola­rak Yahya ‘yi müjdeler. [4]

     

    Hz. Yahya (a.s)’m Soyu:

     

    Hz. Yahya (a.s)’m
    soyu; Yahya b. Zekeriyyâ b. Dan b.

    Müslim b. Sâdûk b.
    Huşbân….. şeklinde olup Hz. Davud’un oğlu Hz. Süleyman’a kadar ulaşmaktadır.

    Hz. Yahya (a.s), Hz.
    Ya’kûb’un oğlu Yehûzâ’nın torunla-nndandır. Araştırmacı soy ehli alimlerine
    göre; Hz. Dâvud (a.s), Yehûzâ’nın torunlarındandır.[5]

     

    Hz. Yahya (a.s)’ın Doğumu:

     

    Hz. Yahya, Hz. İsa’dan
    üç ay önce doğdu. Muasır olarak uzun müddet birlikte yaşadılar.

    Allah’ında müjdelediği
    üzere; dürüst, takva sahibi, ve gös­terişten uzak olarak büyüdü.

    O, gençliğinde çöle
    gider ve orada çekirgelerle gıdalanırdı. Çünkü o, Allah’ın kendisine verdiği
    basit yiyeceklerle yetinir ve ibadeti çokça yapar, çokça Allah’a yalvarır ve
    Allah korku­sundan dolayı çokça ağlardı.

    Rivayet edildiğine
    göre; Mücahid, Hz. Yahya’nın bu du­rumu ile ilgili olarak şöyle der:

    “Hz. Yahya’nın
    yiyeceği ot idi. Allah korkusundan o ka­dar ağlardı ki, eğer gözyaşı gözünün
    üzerinde kalsa, elbette onu yakardı.[6]

    îbn Asâkir’in şöyle
    dediği rivayet edilmiştir: “Bir gün, an­ne ve babası, Hz. Yahya’yı aramaya
    çıktıklarında, onu, Ürdün Gölü yakınında buldular. Yanma vardılar. Onu, Allah’a
    karşı olan korku ve ibadet içinde (buldular. Onun bu halini görün­ce,) onları
    şiddetli bir ağlama tuttu.”

    Yüce Allah, Hz.
    Yahya’ya, olgunluk yaşında hikmet (pey­gamberlik) verdi. (Tevrat ile ilgili)
    şeriatı, şeriatın esaslarını ve hükümlerini öğrenmeye koyuldu. Öyle ki benzeri
    bulunmayan ve derin bir alim oldu. Din konusundaki fetvalar ona sorulur­du. 30
    yaşma geldiğinde, ona, risalet ve nübüvvet verildi. Yü­ce Allah, Hz. Yahya’ya
    bu konu ile ilgili olarak şöyle hitap etmektedir:

    “Ey Yahya! Kitab
    (Tevrat) ‘a kuvvetle sarıl’ (dedik). [7]

    Hayseme’nin şöyle
    dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Yahya ile Hz. İsa, teyze çocuklarıydılar.
    İsa, yün elbiseler giyerdi. Yahya ise, kıldan dokunmuş elbiseler giyerdi Hiç
    birinin ne dinarı, ne dirhemi, ne kölesi, ne cariyesi ve ne de sığınacakları
    bir barınakları vardı. Nerde akşam orda sabah yaşayıp gider­lerdi.
    Birbirlerinden ayrılmak istediklerinde, Yahya;

      ‘Bana tavsiyede bulun!’ deyince, Hz. İsa:

      ‘Asla öfkelenme!’ derdi. Hz. Yahya:

      ‘Ben bunu beceremem’ deyince, Hz. İsa, ona:

      ‘Mal biriktirme ve saklama’ diye tavsiye
    etti. Hz. Yahya:

      ‘Bunu, belki yapabilirim’ dedi.[8]

    Hz. Yahya (a.s), zühd
    hayatı yaşayıp çoğunlukla insanlar­da uzak yaşar, çölde gezip dolaşır, ağaçların
    yapraklarım yer, nehir sularmda*\çer ye bazı zamanlarda ise çekirge yemek
    su-retiyle gıdalanırdı.VBazen kendi kendine: “Ey Yahya! Senden daha çok
    nimet içinde kim var?’diye sorardı.[9]

     

    Hz. Yahya (a.s)’ın Daveti:

     

    Hz. Yahya (a.s),
    İsrail oğullarını Allah’a davet ediyor ve onlara göklerin krallığının
    yaklaşmakta olduğunu müjdeliyordu.

    Hz. Yahya’nın davet
    metodu, hikmet ve güzel öğütten ibadet-_ emretti..? Bu konu ile ilgili olarak
    İmam Ahrned, Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

    Şüphesiz ki Cenab-ı
    Allah, Yahya (peygambere); hem kendisinin amel etmesi ve hem de İsrail
    oğullarına da onlarla amel etmelerini emretmesi için beş direktifi vahyetti.
    Fakat o, bunu yapmakta gecikince, İsa, ona:

      ‘Senin, kendileriyle amel etmen ve kendileriyle
    amel et­meleri için de İsrail oğullarına emir vermekle emrolunduğun beş
    direktif var. Bunları, ya tebliğ et ya da ben, bunları, İsrail oğullarına
    tebliğ edeceğim’ dedi. Yahya:

      ‘Kardeşim! Eğer sen, benden daha önce
    tebligatta bulu­nursan, azablandırılmaktan ya da yere batırılmaktan korkarım’
    dedi.

    Ravi (devamla) derki:
    ‘Bunun üzerine Yahya, İsrail oğul­larını, Beytü’l-Makdis’te topladı. Mescid,
    İsrail oğullarıyla tıklım tıklım doldu. Kendisi minbere çıkarak Allah’a hamdü
    senada bulunduktan sonra:

    ‘Onur ve üstünlük
    sahibi Yüce Allah, bana, beş direktif vahyetti ki, onlarla, hem ben amel edeyim
    ve hem de sizin on­larla amel etmeniz için size emir vereyim’ dedi.

    Birincisi:
    ‘Allah’a kulluk edesiniz ve hiçbir şeyi O’na or­tak koşmayasmız. Allah’tan
    başkasına kulluk edip başka şeyle­ri O’na ortak koşanın durumu şuna benzer:’Bir
    kimse, kendi öz malından altın ya da gümüş para vererek bir köle satın alır; bu
    köle, çalışıp elde ettiği kazancı efendisinden başkasına ve­rirse Allah’tan
    başkasına ibadet eden ve O’na başka varlıkları ortak koşan kimse gibi olur.
    Hangi birinizin kölesinin böyle olması hoşunuza gider? Cenab-ı Allah, sizi
    yarattı ve size rızık verdi. Siz de, O’na kulluk edin ve hiçbir şeyi O’na ortak
    koş­mayın!

    İkincisi:
    Size, namaz kılmanızı emrediyorum. Çünkü Cenab-ı Allah, başka tarafa yönelip
    iltifat etmeyen kulunun yüzüne karşı yüzünü diker ve ona bakar. Siz de namaz
    kılar­ken başka tarafa yönelmeyin ve bakmayın.

    Üçüncüsü:
    Size oruç tutmanızı da emrediyorum. Cenab-ı Allah, oruç tutan kimseyi, yanında
    miskten bir torbacığı bulu­nan kimseye benzetmiştir, Oruç tutan herkesin kuşağı
    altında bu miskten torbacığm içindeki koku hissedilir. Oruçlunun ağız kokusu,
    Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.

    Dördüncüsü:
    Size Sadaka vermenizi de emrediyorum. Sadaka veren kimse, düşman tarafından
    tutsak edilen, eli ense­sine bağlanan ve boynu vurulmak üzere ortaya getirilen
    kim­seye benzer. Bu kimse, düşmanlarına: ‘Beni salı vermeniz için size fidye
    versem ne dersiniz?’ der.

    Böyle dedikten sonra
    az ya da çok miktarda fidye vererek kendisini tutsaklıktan kurtarır.

    Beşincisi:
    Size, onur ve üstünlük sahibi Allah’ı çokça an­manızı da emrediyorum. Allah’ı
    çokça anan kimse, düşman tarafından süratle takip edilip kovalanan ve sağlam
    bir kaleye sığman bir kimseye benzer. Kul da, onur ve üstünlük sahibi Allah’ı
    anmakta iken şeytana karşı sağlam bir kaleye sığınmış

    olur.[10]

     

    Ehli Kitaba Göre Vaftizin Anlamı:

     

    Hıristiyan din
    bilginleri; Hz. Yahya’yı, “Yûhannâ” diye adlandırmışlar ve onu,
    “Vaftizci” (Muammedân) diye lakaplandırmışlardır.[11]
    Çünkü Hz. Yahya, Hıristiyanlarca ya­pılan vaftiz işini üstlenmişti. Bu,
    günahlardan tevbe etmek için suyla yıkanılıp takdis etme işidir…

    Hz. Yahya, Ürdün
    çevresinde peygamberliğini açıklayıp insanları (günahlarından arınmak için)
    tevbe etmeye çağırdı. Bunun üzerine Kudüs halkı ile Ürdün’e yakın kasaba halkı,
    Hz. Yahya’nın yanına geldi. Hz. Yahya, onları, nehirde vaftiz edip onlara,
    göklerin krallığının yaklaşmakta olduğunu haber verdi.

    Hz. Yahya, Hz. İsa’yı
    Ürdün nehrinde vaftiz edip takdis .etti. O sırada Hz. İsa, 33 yaşında idi;
    Yahudiler, Hz. Yahya’ya:

      ‘Bu, (o beklenilen) Mesih[12]midir?’
    diye sordular. Hz. Yahya’da:

      ‘Hayır’ diye cevap verdi. Bunun üzerine
    Yahudiler:

       ‘Peki o, Peygamber midir?’ diye tekrar
    sordular. Hz, Yahya:

      ‘Hayır’ dedi. Yahudiler:

    O halde Mesih ve
    Peygamber olmayan birisini niçin vaftiz yaptın?’ diye sordular. Hz. Yahya’da:

      ‘Ben, sadece çölde: ‘Allah’ın yoluna
    hazırlanın! Allah’ın Yoluna hazırlanın Allah’ın yolu hedefiniz olsun!’ diye
    çağıran bir sesim’ diye cevap[13]

     

    Hz. Yahya Niçin Öldürüldü?:

     

    Tarihçiler, Hz.
    Yahya’nın öldürülmesi ile ilgili bir çok se­bep naklederler… Bunların en
    meşhur olanını, İbn Kesîr riva­yet etmiştir. Yine bu rivayeti; Üstad en-Neccâr,
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabında şu şekilde aktarmaktadır:

    “Filistin
    hükümdarı/valisi Herodes, [14]belalı
    ve fasık bir kimse idi. Bunun, erkek kardeşinin ‘Herodya’ adında çok gü­zel bir
    kızı vardı. Kızın amcası, onunla evlenmek istiyordu. Kız ile annesi de, bu
    evliliğe razı idiler. Fakat Hz. Yahya, bu evlilik işini Öğrenince, böyle bir
    şeyin olamayacağını belirt­mişti. Çünkü bu evlilik işi, -Müslümanlara göre
    haram olduğu gibi- Ehli kitabın şeriatına göre de haram,idi. Bu nedenle de

    kızın annesi, Hz.
    Yahya’ya karşı kalbinde kin besleyip onu bir hile ile öldürmeye karar verdi.

    Bu sebeple de kızı
    Herodya’yı, en güzel bir şekilde süsledi ve en güzel elbiseler giydirdi ve
    Herodes’un huzuruna yolladı. Kız, Herodes’un aklım başından çelinceye kadar
    dans etti. (Böylece kız, Herodes’u etkisi altına aldı.) Herodes, kıza:

       ‘Dile benden ne dilersen?’ dedi. Herodya,
    annesinin, kendisine öğrettiği gibi:

      ‘Şu tabakta, Yahya’nın başını istiyorum’
    dedi. Herodes, kızın bu isteğini kabul edip Yahya’nın başının kendisine geti­rilmesini
    emretti. Bunun üzerine Yahya (a.s)’ı, namazda iken öldürdüler ve onu, bir koyun
    boğazlar gibi boğazladılar. Daha sonra başını, kanlar içinde tabağa koyarak
    Herodes’a getirdi­ler… Bunun üzerine Herodya’nın, o anda helak olduğunu söy­lenir.[15]

    Bu kıssa, bize; İsrail
    oğulları hükümdarlarının zulüm ve haksızlıkta ne kadar ileri gittiklerini göstermektedir.
    Çünkü bu hükümdarlar, bir anlık isteklerinden veya dine hürmeti ve se­mavi
    şeriatlara saygısı olmayan cahil, fasık kimselerin arzula­rını yerine getirme
    uğruna peygamberleri öldürmeye ve Salih . kulların kanlarını dökmeye cüret
    etmişlerdir. Ne garip bir şey!!

    Çünkü İsrail oğulları,
    bu kötü âdeti başlatanların ilkidir. Hatta Peygamber öldürmek, onların
    sapıklıklarının ve taşkın­lıklarının bir alameti ve işareti olmuştur.

    Hz. Yahya, Hz.
    Zekeriyyâ, Hz. İsa’ya karşı tertiplenen o-laylar ve sayılarını ancak Allah’ın
    bildiği peygamberlerin, hem insanlığın ve hem de Allah’ın düşmanları
    Yahudilerin ellerin­de suçsuz yere kanlan dökülmüştür.

    Kur’ân-ı Kerim, bize;
    Yahudilerin, yeryüzünde işledikleri suçlan şöyle anlatmaktadır:

    Onlar yeryüzünde
    bozgunculuğa koşarlar. Allah ise boz-

    [16]guncuları sevmez.

    Yine Yüce Allah,
    Yahudilerin, peygamberleri öldürdükle­rini açıklama mahiyetinde şöyle
    buyurmaktadır:

    “Ne zaman
    gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir Peygamber gelmişse ona karşı
    büyüklük tasladınız. Size gelen peygamberlerden bir kısmım yalanlarken, bir
    kısmını da öldü­rüyorsunuz. [17]

    Yüce Allah bu konuyla
    ilgili olarak devamla şöyle buyur­maktadır:

    “Yahudilere:
    ‘Şayet siz, gerçekten inanmıyor idiyseniz, daha önce Allah’ın Peygamberlerini
    neden öldürüyordunuz?’ deyiverin.[18]

    Yine Yüce Allah bu
    konuyla ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Haksızyere
    Peygamberleri öldürenler..[19]

    Hz.Yahya’nın
    öldürülmesi olayında zorba ve hükümdarın zulmüne karşı çıkan pek çok alimdg
    öldürülmüştür. Bunların başında Hz. Yahya’nın babası Hz. Zekeriyyâ gelmektedir.
    Da­ha Önce de geçtiği üzere; bazı tarihçiler, oğlu Hz. Yahya’nın
    öldürülmesinden sonra, Hz. Zekeriyyâ’nm testere ile biçilerek Öldürüldüğünü
    belirtmişlerdir.

    Said b. Müseyyeb’in
    şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Buhtu’n-Nasr, Şam’a geldi. Orada Hz.
    Yahya’nın fokurda­makta olan kanı ile karşılaştı, bunun nedenini sorunca,
    kendisine meseleyi anlattılar. O da, 70.000 kişiyi orada öldürünce, Hz.
    Yahya’nın kanı sakinleşip durdu.[20]

    .-   İşte Hz. Yahya’nın durumu, böyle üzücü bir
    şekilde sona ermektedir.

    İbn Asâkir, Zeyd b.
    Vakid’in şöyle söylediğini rivayet et­miştir: “Onun başı, Şam Mescidi[21]
    yapılırken kıble tarafında mihraba yakın olan doğu köşesinde bulunduğunda Hz.
    Yah­ya’nın kafasını gördüm. Derisi ve saçları hiç değişmemişti.[22]

    Başka bir rivayette
    ise buna şu ilave cümle yapılmıştır: “Sanki henüz yeni öldürülmüş
    gibiydi.”

    Derim ki: Hz.
    Yahya’nın saçının ve derisinin değişmediği ile ilgili durum, garip değildir.
    Çünkü Resulullah (s.a.v.) bu konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır:

    “Allah, toprağa,
    peygamberlerin vücudunu yemeyi haram kılmıştır.     [23]

    Hz. Yahya’nın
    öğrencileri, Hz Yahya’nın öldürülmesinden sonra (öldürüldüğü yere) gelip
    cesedini aldılar ve gömdüler. Daha sonra Hz. İsa’ya gelip ona Hz. Yahya’nın
    öldürüldüğünü anlattılar. Hz. İsa, onun Öldürülmesi olayına çok üzüldü…

    Hz. İsa, davetini
    açıklayıp insanlara öğüt verdi. Ona, bir çok kişi tabi oldu. Fakat Yahudiler,
    onu, ansızın yakalayıp öl­dürmeyi planladılar. Allah’ta, onu göğe kaldırıp
    onların tuzak­larından kurtardı. Bu, Hz. İsa’nın hayatı anlatılırken daha önce
    geçmişti.[24]

     

    SONUÇ

     

    Peygamberlerin
    hayatlarım, yaşadıkları tarihler soyları a-rasındaki bağları ve davetlerini
    detaylı olarak araştıracak kişi­nin imkan dahilinde aşağıda özetleyeceğimiz
    önemli noktalan göz önünde bulundurması gerekmektedir:

    1.Allah,
    bize; yeryüzüne gönderilen peygamberlerin hepsi hakkında bilgi vermemiştir.
    Ancak en önemli ve insanlık tari-‘ hinde büyük iz bırakmış olan peygamberleri
    anlattı ki, onlarda; UIu’1-azm ve Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen diğer peygamber­lerdir.
    Yüce Allah’ın şu sözü buna şöyle işaret etmektedir:

    “(Ey Resulüm!)
    Gerçekten Biz, senden önce, pek çok Pey­gamber gönderdik; onlardan bir kısmını
    sana haber verdik. Bazısını da, sana haber verip anlatmadık. [25]

    2. Yeryüzünde
    kendilerine Peygamber gönderilmeyen bir ümmet yoktur. Yüce Allah, her ümmete
    mutlaka bir Peygam­ber göndermiştir. Çünkü Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak
    şöyle buyurmaktadır:

    ” Her ümmet
    içinde, mutlaka bir uyarıcı (Peygamber) bulunmuştur[26]

    Yine Yüce Allah bu
    konu ile ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Biz, her ümmete,
    bir Peygamber gönderdik.[27]

    3. Hz. Adem
    (a.s) ile Hz. Nûh (a.s) arasında 1000 yıl gibi bir fetret devri vardır.
    Kur’ân-ı Kerîm, bu fetret döneminde Hz. İdrîs (a.s)’dan başka bir peygamberden
    bahsetmem ektedir.

    4. Yüce
    Allah, bize; Hz. Nûh (a.s)’dan sonra sadece oğlu Şam’ın soyundan gelen
    peygamberleri anlatıp diğerlerinden bahsetmemiştir.

    5.  Hz. İbrahim (a.s), Hz. Nûh (a.s)’dan sonra
    olup onun soyundandır. Çünkü Yüce Allah, Saffat Sûresinde bu konu üe ilgili
    olarak şöyle buyurmaktadır:

    Şüphesiz İbrahim, Nûh
    ‘un milletindendi. Çünkü İbrahim,

    Rabbine, kalbi selimle
    geldi.[28]

    Hadîd Sûresinde de
    geçtiği üzere; Yüce Allah, risalet ile nübüvveti, Hz. Nûh (a.s) ile Hz İbrahim
    (a.s)’ın soyuna ver­miştir. Çünkü Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:

    “And olsunki Biz,
    Nuh’u ve İbrahim’i, (Peygamber ola­rak) gönderdik. Peygamberlik (Nübüvvet) ile
    Kitabı da, onla­rın soyuna verdik. Onlardan kimi doğru yoldadır.İçlerinden bir
    çoğu da, yoldan sapmışlardır.[29]

    7.  Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen Peygamberlerin 18
    tanesi, Hz. İbrahim (a.s)’ın iki oğlu Hz. İsmâfl (a.s) ile Hz İshâk (a.s)m
    soyundandırlar.  Sadece  Hz. 
    Lût  (a.s), Hz.  İbrâhîm (a.s)’m kardeşinin oğludur. Nitekim
    Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “İbrahim’e,
    İshâk’ı ve Ya’k’ûb’u bağışladık. Peygamberli­ği ve Kitapları, onun soyundan
    gelenlere verdik. Onu, dün ya da mükafatlandırdık. Şüphesiz o, ahirette de
    salihler (zümresindendir[30]

    8. Hz.
    İsmâîl (a.s), Mekke’de doğup büyüdü. Bir Arap ka­bilesi olan Cürhüm
    kabilesinden birisiyle evlendi. Onun so­yundan, peygamberliğin kendisiyle son
    bulduğu, önceki ve

    sonrakilerin en üstünü
    olan son Peygamber “Hz. MUHAM-MED (S.A.V)” geldi.

    9. Hz. İshâk
    (a.s), Şam toprakları (içerisinde yer alan Filis­tin’de doğup büyüdü. İs/Ays ve
    Ya’k’ûb adında iki oğlu oldu. İs/Ays’m soyundan, Hz. Eyyûb (a.s) ile oğlu
    Zütkifl Peygam­ber oldu.

    Kendisine
    “İsrail” de denilen Hz. Ya’k’ûb (a.s)’ın, İsrail oğullarının
    kabilelerini oluşturan 12 tane oğlu vardı. Daha ön­ce de kaydettiğimiz üzere;
    İsrail oğullarına gönderilen pey­gamberlerin hepsi, Hz. Ya’k’ûb (a.s)’m
    soyundandır.

    10.  Kur’an’da adı geçen “Esbat”, Hz. Ya’k’ûb
    (a.s)’m ço­cuklarıdır.  
    Peygamberlik,  onlar  arasında 
    şu  şekilde  ortaya çıkmıştır:

    a.  Hz. Ya’k’ûb (a.s)’in Lavi adlı oğlunun soyundan; Hz.
    Mûsâ, Hz. Hârûn, Hz. İlyâs, Hz. Elyesa’ Peygamber olarak gelmiştir.

    b. Yahuza
    adlı oğlunun soyundan ise; Hz. Davûd, Hz. Sü­leyman, Hz. Zekeriyyâ, Hz. Yahya,
    Hz. İsa Peygamber olarak gelmiştir.

    c.  Bünyamin adlı oğlunun soyundan ise; Hz. Yûnus
    Pey­gamber olarak gelmiştir.

    Yine de doğruyu en iyi
    bilen Cenab-ı Allah’tır.

    Bu kitap, Allah’ın
    yardımıyla tamamlandı. Duamızın so­nu; hamd. alemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
    Salat ve selam, Efendimiz    Hz.    Muhammed   
    (s.av.)’e,    aile   halkına  
    ve. sahabilerinin üzerine olsun.[31]

     

     



    [1] Bununla ilgili olarak b.k.z: Âl-i İmrân: 3/39; En’âm:
    6/85; Meryem: 19/7, 12: Enbiyâ: 21/90 (ç)

    [2] Meryem: 19/13-14

    [3] Meryem: 19/12

    [4] AI-iİmrân:3/39

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 687-688.

    [5] İbn Asâkir, Tehzib, 5/38 ibn sad, Tabakât, 1/55 (ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 688.

    [6] İbn Kesîr, el-Bidâye, 2/54 (ç)

    [7] Meryem: 19/12

    [8] İbn Kesîr, el-Bidâye ve:n-Nihâye. 2/52

    [9] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 688-690.

    [10] Tirmizî, Edeb 78; Müsned: 5/244

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 690-692.

    [11] Hz. Yahya’nın, insanları vaftiz ettiğine dair bilgi,
    Matta İncilinin çeşitli yerlerinden geçmektedir.

    [12] İsrail oğulları, 3 peygamberin gelmesini
    bekliyorlardı. Bunlar, şunlardır: 1.Tekrar geleceğini zannettikleri
    “İlya,” 2. Mesih İsa, 3. Herkesin bildiği ve kend-lerinİn de “O
    Peygamber” diye bahsettiği Peygamber.

    [13] Üstad Abdurrahman Habenneke, el-Akidetü’1-İslamiyye,
    s. 216

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 692-693.

    [14] Romalılar, genellikle fethettikleri yerlere, yerli
    vali ve hükümdar atama eğri­minde oldukları için Filistin’de kendilerine tabi
    olan yerlilerden oluşmuş bir devlet kurulmasına izin verdiler. Bu devlet, M.Ö.
    40 yılında son derece akıllı ve seki olan Herodes adlı bir Yahudinin eline
    geçti. Aynı kişi, tarihe, “BüyükHerodes” adıyla geçmiştir. Herodes,
    iktidara sahip olduktan sonra aldığı çeşitli akıllı tedbirler ve izlediği
    dirayetli siyaset sayesinde Yahudi devi etinin,s ınırlannı benzeri görülmemiş
    bir şekilde genişletti. Öyle ki M.Ö. 40’tan M.Ö. 4’e kadar bütün Filistin ve
    Ü-dün’ün büyük bir bölümüne hakim oldu. Herodes, bir yandan dini lider ve din
    a-damlarını himaye ederek Yahûdiferin desteklerini kazandı, diğer yandan da
    Roma kültür ve medeniyetini yayarak Roma İmparatorluğunu da memnun etti. Fakat
    Ya­hudiler, siyaset ve devlette söz sahibi olmalarına rağmen din, ahlak ve
    maneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar. Hz İsa’yı Öldürmek isteyen
    Heredos bu büyük Heredos’tur. Hz. Yahya’yı şehit eden ise onun torunu olan
    Heredos olmuştur. Herodes’tan sonra devlet, 3’e bölündü, (ç)

    [15] Üstad en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 369

    [16] Maide: 5/64

    [17] Bakara: 2/87

    [18] Bakara: 2/91

    [19] Â1 i-imrân:3/21

    [20] İbn Kesîr, el-Bidaye, 2/55 (ç)

    [21] Şam Mescidi (Camiî), Emeviler döneminde zamanın
    hükümdarı Abdulmelik b. Mervan döneminde başlanıp Veîid döneminde bitirilmiştir

    [22] İbn Kesîr, el-Bidaye, 2/55 (ç)

    [23] Ebu Dâvud, Salat 201, Vitr 26; Nesâî, Curna 5; İbn
    Mâce, İkame 79, Cenaİz 65; Darirnî, Salat 206; Müsned: 4/8; Îbnü’l-Esîr,
    el-Camitrl-Usul, 9/265

    [24] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 693-696.

    [25] Mü’min: 40/78

    [26] Fatır 35/24

    [27] Nahl: 16/36

    [28] Saffat: 37/83-84

    [29] Hadîd: 57/26

    [30] Ankebût: 29/27

    [31] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 697-699.

  • Hz. Süleyman (A.S)

                                          

    Hz.
    SÜLEYMAN (A.S)
    1

    Hz.
    Süleyman (a,s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:
    1

    Hz.
    Süleyman (a.s)’in Soyu:
    1

    Hz.Süleymân
    (a.s)’ın (Adaletli) Hüküm Vermesi:
    2

    Hz.
    Süleyman (a.s)’m Beytü’l-Makdisi Yaptırması:
    3

    Yüce
    Allah’ın Hz. Süleyman (a.s)’a Verdiği Nimetler:
    4

    Hz.
    Süleyman (a.s)’ın, Sebe’ Kraliçesi Belki s İle Olan Kıssası:
    9

    Hz.
    Süleyman (a.s)’ın İmtihan Edilmesi:
    13

    Hz.
    Süleyman (a.s)’m Ölümü:
    14

     

    Hz. SÜLEYMAN
    (A.S)

     

    “Cinlerden,
    insanlardan ve kuşlardan oluşmuş orduları Süleyman’ın hizmetine toplandı; hepsi
    bir arada (onun tara­fından) düzenli olarak sevk ediliyordu.” (Nemi:
    27/17)

     

    Hz. Süleyman (a,s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:

     

    Hz. Süleyman (a.s)’ın
    ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de; Bakara, Nisa, En’âm, Enbiyâ, Nemi, Sebe’ ve Sâd Surelerinin
    16 ye­rinde geçmektedir.[1]

    Hz. Süleyman (a.s),
    İsrail oğulları peygamberlerindendir. Allah, ona, peygamberlik ve hükümdarlık
    vermiştir. Bu iki . özellik kendisinde de babası Hz. Dâvud (a.s)’da da
    bulunuyor­du.

    Hükümranlığı ve ülkesi
    geniş, saltanatı güçlü idi. Allah, ondan sonra hiç kimseye bu kadar büyük
    saltanat vermemiştir. Çünkü Allah, Hz. Süleyman (a.s)’in (bununla ilgili
    yaptığı) duayı kabul edip ondan sonra hiçbir kimseye vermediği bu bü­yük
    hükümranlık ve saltanatı Sâdece ona vermiştir. Nitekim Yüce Allah, bu olayı
    şöyle anlatmaktadır:

    “Süleyman:
    ‘Rabbim! Beni bağışla. Bana, benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir
    hükümranlık ver. Şüphesiz Sen, daima bağışta bulunansın ‘ dedi. Bunun üzerine
    Biz de, (ona;) istediği yere onun emriyle kolayca giden rüzgarı, bina kuran ve
    dalgıçlık yapan şeytanları ve demir halkalarla bağlı diğer yaratıkları onun
    emrine verdik. ‘İşte Bizim bağışımız budur, ister ver, ister tut hesapsızdır’
    dedik. [2]

     

    Hz. Süleyman (a.s)’in Soyu:

     

    Hz. Süleyman (a.s)’m
    soyu; Süleyman b. Dâvud b. İşâ b. Uveyd. şeklinde olup Hz. Ya’kûb’un oğlu
    Yehûzâ’nm soyun­dan gelmektedir.

    Sonuç olarak ise,
    soyu, Hz. İbrahim (a.s)’a dayanmaktadır.

    Ehli kitap, Hz.
    Süleyman (a.s)’m soyunu uzunca bir şekil­de nakledip onun, “büyük bir
    hikmet sahibi bir kimse olduğu­nu” söylerler. İşte bundan dolayıdır ki,
    ona, “Süleyman Hakîm” derler. Kesinlikle “Peygamber”
    lakabını takmazlar.[3]

     

    Hz.Süleymân (a.s)’ın (Adaletli) Hüküm Vermesi:

     

    Hz. Dâvud (a.s), oğlu
    Süleyman’a; kendisinin yerine hü­kümdar olmasını vasiyet etti.

    Hz. Dâvud (a.s)
    ölünce, Hz. Süleyman (a.s) 12 yaşında hükümdar oldu.

    İbnü’1-Esîr ise,
    “el-Kânıil” adlı eserinde; Hz. Süleyman (a.s)’in, 13 yaşındayken
    hükümdarlığa geçtiğini kaydetmektedir.[4]

    Hz. Süleyman (a.s);
    yaşının küçük olmasına rağmen üstün akıl ve zeka sahibi birisi idi.
    Organizasyonu ve yönelimi güzeldi. Çünkü Allah, ona, daha küçükken bile hüküm
    verme ve güzel yargılama kabiliyeti vermişti. Kur’ân-ı Kerîm, onun bu üstün
    özellik ve zekasının bir kısmından bahsetmektedir. Bu olay, babası Hz. Davud’a
    bir fetva sorulması sırasında gerçek­leşmiştir. Bu olay hakkında; babası başka
    bir şekilde ve Hz. Süleyman ise bir başka şekilde cevap verdi. Fakat Hz. Süley­man’ın
    cevabı, hakkı daha iyi ihtiva ediyor ve doğruya daha yakın idi. Yüce Allah bu
    konu ile ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Bir zaman Dâvud
    ve Süleyman, bir ekin konusunda hü­küm veriyorlardı: Bir grup insanın koyun
    sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekin (tarlasının) içine dağılıp
    (ekine) zarar vermişti. Biz, onların (bu konuda verdikleri) hükmü gö­rüp
    bilmekte idik. (Fetvayı) bu (şekilde vermeyi) Süleyman’a Biz bildirdik. Çünkü
    Biz, Davud’a ve Süleyman’a, hüküm (peygamberlik, hükümdarlık) ve ilim
    verdik.”

    Yüce Allah’ın,
    “(Fetvayı) bu (şekilde vermeyi) Süley­man’a Biz bildirdik” ifadesi;
    Süleyman’ın verdiği hükmün, daha doğru olduğunu gösterir.

    “Çünkü Biz,
    Davud’a ve Süleyman’a, ‘hüküm’ (adaletli hüküm verme kabiliyeti = hükümranlık)
    ve ‘ilim’ verdik[5] ifa­desi ise; onların her
    ikisinin de, Allah tarafından bahşedilmiş hüküm ve ilim sahibi olduklarını
    gösterir.

    Tefsirciler, bu olayı
    detaylı bir şekilde şöyle anlatmakta­dırlar: Bir adamın koyunları bir gece
    vakti bir kavmin ekin tar­lasına girip orada bulunan ekinleri yemişler ve
    ekinleri yok etmişler. Davalı taraf, Süleyman’ında orada olduğu bir sırada
    Dâvud peygambere gelip olayı olduğu gibi ona anlatmışlar. Bunun üzerine Dâvud
    Peygamber, koyunları, geceleyin telef edilen ekinin yerine tarla sahibine
    verilmesine karar verdi. O

    sırada 11 yaşında olan
    Süleyman Peygamber bu kararın dışın­da şöyle bir karar belirtmiş:

    “Koyunları, ekin
    sahibine ver. Onların sütlerinden, yavru­larından ve yünlerinden
    faydalansınlar. Ekin tarlasını da, ko­yun sahibine ver. Eski haline gelinceye
    kadar onu ıslah edip düzeltsin.[6]

    Bu karar, her iki
    taraf içinde daha iyi idi. Çünkü bunun sonucunda; koyun sahibi, koyunlarına
    sahip olacak ve tarla sahibi de, tarlasına sahip olacaktı.

    Yine Hz. Süleyman’ın
    hüküm ve karar vermedeki görüşü­nün doğruluğu ile ilgili Buhârî ile Müslim’de,
    Resulullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

    “(Dâvud Peygamber
    döneminde) iki kadın vardı. Bunların iki de oğlu vardı. Bir kurt gelerek
    birinin oğlunu götürdü. Bü­yük olan kadın, küçük olana:

    – ‘Kurt senin çocuğunu
    götürdü’ dedi. Küçük olan kadın ise:

      ‘Hayır, senin oğlunu götürdü’ dedi.
    Aralarında anlaşa­mayınca, Dâvud peygambere başvurdular. Dâvud Peygamber,
    çocuğun büyük kadına ait olduğuna karar verdi.[7] Bunun
    üze­rine bu iki kadın, (daha iyi bir sonuç almak için) Süleyman peygamberin
    yanına gittiler. Süleyman Peygamber (onların davalarını dinledikten sonra):

      ‘Bana bir bıçak getirin, çocuğu ikiye bölüp
    aranızda bö­lüştüreceğim’ dedi. Küçük olan kadın:

      ‘Yapma. Allah aşkına, çocuk onun olsun’ dedi.

    Bunun üzerine Süleyman
    Peygamber, çocuğu, küçük ka­dına verdi.[8]

    Bu olay, doğru ve hile
    yolunu ortaya çıkarmadaki açık üs­lubu göstermektedir:

    Hz. Dâvud (a.s), büyük
    kadının delili, küçüğünkinden da­ha güçlü olduğu için büyük kadın lehine karar
    vermişti. Çünkü büyük kadın, kendi açısından hakkı açığa çıkarmada bazı ka­nıtları
    olduğunu ortaya çıkarıyor. Hz. Süleyman (a.s) ise hak sahibini ortaya çıkarmada
    mükemmel bir yöntem tutuyor. Çünkü bu iki kadın, olayı (çözüme kavuşturması
    için) Hz. Sü­leyman’a geldiklerinde, onlara:

    “Bana bir bıçak
    getirin, çocuğu ikiye bölüp aranızda bö­lüştüreceğim1′ demişti. Bunun üzerine
    büyük kadın, gafletin­den ve aptallığından susmuştu. Küçük kadın ise annelik
    şefka­tinden ve merhametinden dolayı hiç düşünmeden:

    “Yapma. Allah
    aşkına, çocuk onun olsun” demişti. Bunun üzerine Hz. Süleyman, çocuğun
    onun olduğu üe ilgili olumlu kanaat elde edip çocuk hakkındaki hükmü küçük
    kadın lehine vermişti. Çünkü Hz. Süleyman, kadının çocuğa olan şefkati
    sebebiyle çocuğun kadına ait olduğunu anlayıp küçük kadın lehine karar
    vermişti.[9]

     

    Hz. Süleyman (a.s)’m Beytü’l-Makdisi Yaptırması:

     

    Hz. Süleyman (a.s),
    babası Hz. Davud’un vasiyetini yerine getirmek için, hükümdarlığının dördüncü
    yılında Beytü’l-Makdisi inşa etmeye başladı.[10] Bu
    hususta çok mal harcadı.

    Binayı yedi yılda
    bitirdi. Kudüs şehrinin etrafına surlar yaptır­dı.

    Rivayet edildiğine
    göre; “Süleyman Peygamber, Beytü’l-Makdis’i inşa etme işini bitirince,
    Yüce Allah’tan üç şey iste­di. Bunların ikisini ona verdi. Bunlar:

    1. (Allah’tan,)
    kendi hükmü gibi doğru ve isabetli) hüküm verebileceği bir güç istedi. Allah’ta,
    bunu yalnızca ona verdi.

    2. (Yine
    Allah’tan,) kendisinden sonra hiçbir kimseye na­sip olmayacak bir hükümranlık
    vermesini istedi. Allah’ta, bu­nu yalnızca ona verdi.

    3.  Mescidin yapımını tamamladıktan sonra
    mescidine ge­lip de sadece namaz kılmak için hareket eden bir kulu, anne­sinden
    yeni doğmuş gibi günahsız olarak oradan çıkarmasını istedi. (Fakat Allah, bunu,
    ona vermedi.)”[11]

    îbn Kesîr, bu rivayeti
    aktardıktan sonra şöyle der:

    “(Peygamber
    Efendimiz:} ‘İşte Cenab-ı Allah’ın, bunu bize vermiş olacağını ümit ederiz’
    buyurdu.”

    Hz. Süleyman (a.s)
    Beytü’l-Makdis’in inşaatını bitirince, “hükümdarlık sarayını” yaptı.

    Tarihçiler derki: Hz.
    Süleyman (a.s), bu hükümdarlık sa­rayını 13 yılda tamamladı. Ayrıca
    “kurban kesme yeri” yaptır­dı. Çünkü Hz. Süleyman (a.s), “onarım
    ve bayındırlık” işlerine çok büyük önem verirdi. (Bunun yanı sıra birde,)
    “deniz filo­suna” sahipti.

    Tarihçiler derki: Hz.
    Süleyman (a.s), Hindistan’dan kendi­sine altın, gümüş ve ticaret eşyası getiren
    “bir gemiye” sahipti. Savaş için “at” besleyip hazırlamaya
    da özel bir titizlik göste­riyordu. Onun şeriatında kadınların sayısı ile
    ilgili bir sınırla­ma olmadığından ipekli sırmalı çok sayıda hanımı vardı.

    Resulullah (s.a.v)’in
    bu konu ile ilgili olarak şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:

    “Dâvud oğlu
    Süleyman şöyle dedi: Ben bu gece 100 ha­nımımla ilişkide bulunacağım. Onlardan
    her biri, bir erkek ço­cuk doğuracaktır. O çocuklar, Allah yolunda kılıçla
    cihad ede­ceklerdir. Fakat bunu söylerken ‘inşallah’ demedi. O gece 100
    hammıyla ilişkide bulundu. Onlardan hiç biri çocuk doğurma­dı. Sadece
    içlerinden birisi, yarım bir insan doğurdu.”

    Resulullah (s.a.v.)
    buyurdu ki: “Eğer ‘inşallah’ deseydi, hanımlarından her biri, Allah
    yolunda kılıçla savaşacak bir er­kek çocuk doğururdu.[12]

     

    Yüce Allah’ın Hz. Süleyman (a.s)’a Verdiği
    Nimetler:

     

    Cenab-ı Allah, Hz.
    Süleyman (a.s)’a, büyük nimetler ve meziyetler sundu. Bunu da, onu, büyüklüğe
    ve şerefliliğe bir ad olması için ve yüce bir hükümdar görüntüsü vermek için
    yapmıştı. Çünkü Yüce Allah, ona, büyük imkanlar bahşetmek suretiyle ona dünya
    ve ahiret üstünlükleri sağlamıştır. İşte Yü­ce Allah’ın, Hz. Süleyman (a.s)’a
    bahşettiği bazı nimetler şun­lardır:

    Birincisi:
    Yüce Allah, Hz. Süleyman (a.s)’a, peygamber­lik verdiği gibi onu, babasının
    saltanatına ve hükümdarlığına mirasçı kılması.

    Böylece Hz. Süleyman
    (a.s), hem Peygamber ve hem de hükümdar olup iki şerefi bir arada toplamıştır.
    Yüce Allah’ta bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Süleyman,
    Davud’a (hem peygamberlik, hem ilim ve hem de hükümdarlık bakımından) mirasçı
    oldu. “[13]

    İbn tCesîr bu konu ile
    ilgili olarak ise şöyle der: “Yani Hz. Süleyman, peygamberlik ve
    hükümdarlık bakımından Hz. Davud’a mirasçı oldu. Buradaki mirasçılıktan kasıt,
    mal bakı­mından olan mirasçılık değildir. Çünkü Hz. Davud’un, Hz. Süleyman’dan
    başka oğullan da vardı. Durum böyle olunca, Hz. Davud’un malı, sadece Hz.
    Süleyman’a miras olarak kala­cak değildi. Ayrıca sahîh hadiste sabit olduğuna
    göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

    ‘Biz peygamberler
    topluluğu, miras bırakmayız. Bıraktık-larımız olursa da, o sadakadır. [14]

    Doğru konuşan ve.sözü
    tasdik edilen Peygamber Efendi­miz, (burada) peygamberlerin mallarının miras
    olarak bırakıl­mayacağını haber vermektedir. “Bilakis onların bıraktıkları
    mallar, kendilerinden sonra yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine sadaka olarak
    verilir. [15]

    İkincisi:
    Allah’ın, Hz. Süleyman (a.s)’a, kuş dili ile diğer hayvanların lisanlarını[16]
    öğretmesi.

    Böylece Hz. Süleyman
    (a.s), kuşların ve hayvanların ko­nuşmalarını, diğer insanların anlamadığı bir
    şekilde anlardı. Hüdhüd, karınca ve diğer hayvanlarla konuştuğu gibi bazen
    diğer hayvanlarla da konuşurdu.

    İbn Asâkir’in şöyle
    söylediği rivayet edilmiştir: “Süley­man Peygamber, yoldan geçerken erkek
    bir serçenin, dişi bir serçenin etrafında dolanmakta olduğunu gördü. Yanında
    bulu­nanlara:

      ‘Bu erkek serçenin ne dediğini biliyor
    musunuz?’ diye sordu. Etrafındakiler:

      ‘Ey Allah’ın peygamberi! Ne diyor?’ diye
    karşılık verdi­ler. Süleyman Peygamber:

      ‘Erkek serçe, dişi serçeyi istiyor ve ona:
    ‘Benimle evle­nirsen, seni, Şam’da dilediğin eve yerleştiririm’ diyor. Çünkü
    Şam’ın evleri, güzel taşlarla inşa edilmiştir. Oralara herkes giremez. Ancak
    bir dişi ile evlenmek isteyen her erkek, mutla­ka yalan söyler.[17]

    Yüce Allah bu konuda
    şöyle buyurmaktadır:

    “Süleyman,
    Davud’a (hem. peygamberlik, hem ilim ve hem de hükümdarlık bakımından) mirasçı
    oldu. Dedi ki: ‘Ey insan­lar! Bize, kuşların dili öğretildi. Ve bize, her
    şeyden (bolca bir pay) verildi. İşte bu, açık bir lüiuftur.”[18]

    Yine Yüce Allah bu
    konuda şöyle buyurmaktadır:

    “(Süleyman ‘m
    cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusu) karınca vadisine geldikleri
    zaman bir karınca: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları
    far­kında olmayarak sizi ezmesinler’ dedi. (Süleyman,) karıncanın bu sözüne
    gülümsedi…..”[19]

    Üçüncüsü:
    Yüce Allah’ın, Hz. Süleyman (a.s)’a, daha kü­çük yaşta Adaletle hükmetmeyi
    vermesi.

    Buna; daha önce de
    naklettiğimiz, Kur’ân-ı Kerîm’in, “(Fetvayı) bu (şekilde vermeyi)
    Süleyman’a Biz bildirdik” (Enbiyâ: 21/79) şeklinde hakkında hüküm
    verdiğini ikrar ettiği olay ile daha öncede geçtiği üzere bir kurdun iki
    kadının biri­sinin çocuğunu alıp götürmesi hakkında verdiği hüküm ile ilgi­li
    olay delil teşkil etmektedü”.

    Dördüncüsü: Yüce
    Allah’ın, rüzgarı Hz. Süleyman (a.s)’m emri altına vermesi.

    Rüzgarı, dünyanın
    hangi tarafına isterse o tarafa estiriyor ve böylece kısa zamanda uzak
    mesafeleri kat ediyordu. Nite­kim Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “Süleyman ‘a,
    sabah gidişi bir aylık mesafe ve akşam dö-nüsü de bir aylık mesafe olan rüzgarı
    emrine verdik. “[20]

    Ayetin anlamı
    şöyledir: Hz. Süleyman, bu rüzgar ile sa­bahtan öğleye kadar bir aylık mesafeyi
    kat ediyor ve öğleden akşama kadar ise bir aylık mesafeyi kat ediyordu. Böylece
    de bir günde iki aylık mesafe kat ediyordu.

    Hasan el- Basri derki:
    “Süleyman Peygamber sabahleyin Şam’dan hareket eder, öğleye doğru İstahr
    denilen yere konak­lar. Orada öğle yemeğini yerdi. Akşama doğru oradan dönerek
    Kabil’de gecelerdi. Şam ile îstahr arası, bir aylık mesafedir. Yine İstahr ile
    Kabil arası da bir aylık mesafedir.”

    İbn Kesîr bu konu ile
    ilgili olarak şöyle der: “Hz. Süley­man’ın, tahtadan yapılma (çok büyük)
    bir tahtırevanı ( ya da uçan halısı) vardı. İstediği bütün köşkleri, çadırları,
    mallan, atlan, develeri, (insanlardan ve cinlerden oluşmuş) Adamları, bunların
    dışında hayvanları ve kuşları ona yükleyebiliyordu. Bir yolculuğa çıkmak
    istediğinde, (yukarıda sayılan şeyleri ona yükler ve) rüzgar da onu (alıp
    istenilen yere) götürürdü.”

    Derim ki: Bu, o kadar
    garip ve acayip bir şey olmayıp Al­lah’ın kudretinin yanında çok basit bir
    şeydir. Kaldı ki bugün insanlar, uzak memleketlere jet uçağıyla
    gidebilmektedir. Bir beldeden diğer uzak bir beldeye hızlı bir şekilde yol
    alabil­mektedir. Bunun bir benzeri olarak; Allah’ın, rüzgarı, bir vası­ta
    olarak peygamberi Hz. Süleyman (a.s)’a vermesi, inkar edilemez. Çünkü rüzgarın
    Hz. Süleyman’ın emri altına veril­mesi olayı, Hz. Süleyman (a.s)’a mahsus
    kılman mucizelerden sadece biridir.

    Üstad Neccâr,
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabında tahtırevan (uçan halı) olayını kabul
    etmemektedir. Halbuki Allah’ın kud­reti, nice garip ve acayip şeyleri meydana
    getirdiğine göre bu­nu inkar etmeye hiç de gerek yoktur. Biz, -Kur’an’mda
    belirt­tiği- rüzgarın, Hz. Süleyman’ın, emriyle uzak mesafeleri kısa zamanda
    yol aldığına inanırız. Ama rüzgar, tahtırevanı nasıl alıp götürür? Tahtırevanla
    köşkleri nasıl taşır? Atları nasıl gö­türür? Bu konuları Allah’a bırakır,
    Kur’an’in bu konuda anlattıklarını nakletmekle yetiniriz. Zira Yüce Allah bu
    konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Süleyman’a,
    fırtınayı (boyun eğdirmiştik. Bu fırtına) Sü­leyman’ın emriyle, içinde
    bereketler yarattığımız vere akıp gi-derdi. ‘Biz, her şeyi (yapmasını)’
    biliriz. “[21]

    Biz, Üstad Neccâr’da
    dahil, mucizeleri ve acayip olaylan kabul ederiz. Fakat biz, bu konuda ölçülü
    davranmalıyız ve aşırıya kaçmamalıyız. Belki de Üstad Neccâr’in, bu tahtırevan
    meselesini kabul etmemeye sevk eden şey; bazı hikayecilerin bu tahtırevanı
    acayip ve garip bir biçimde anlatması veya bazı tefsircilerin de bu
    tahtırevanın özellikleri hakkında anlatılanla­ra dayanmadaki aşırılıkları
    olabilir.

    Beşincisi: Yüce
    Allah’ın, cinleri ve şeytanları Hz. Süley­man (a.s)’m emri altına vermesi.

    Bunlar, H. Süleyman
    (a.s)’a, mücevherler ve kıymetli mercanlar çıkarmak için denizlere dalıyorlar
    ve insanoğlunun gücünün yetemeyeceği; yüksek gökdelenler, büyük saraylar,
    yerinden oynatılamayan sağlam kazanlar, havuzlara benzer büyük çanaklar vb.
    işler yapıyorlardı. Nitekim Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “Süleyman ‘a,
    sabah gidişi bir aylık mesafe ve akşam dö­nüşü de bir aylık mesafe olan rüzgarı
    (emrine verdik.) Yine Süleyman için, erimiş bahri da kaynağından sel gibi
    akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, Süleyman ‘in önünde çalı­şırdı.
    Onlardan kim, emrimizden sapsa, ona, alevli azabı (attı­rırdık. Onlar, Süleyman
    ‘a; kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, yerinden
    oynamayan sağlam kazan­lardan ne dilerse yaparları. Ey Dâvud ailesi! Şükredin.
    Çünkü (verdiğim nimetlere karşı) şükreden azdır. “[22]

    Yüce Allah, Hz.
    Süleyman (a.s)’ı, bütün şeytanların üzeri­ne otorite yapması sebebiyle; Hz.
    Süleyman (a.s.,) onlardan dilediğini zor işlerde çalıştırıyor ve insanlara
    kötülük yapmala­rını engellemek için de onlardan dilediğini zincirlere
    bağlıyordu. Nitekim Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “(Süleyman için)
    bina kuran ve (denizlerden mücevherler ile değe.rli süs eşyaları çıkarmak için)
    dalgıçlık yaparı şeytan­ları ve demir zincirlere bağlı diğerlerini (onun emrine
    verdik)-[23]

    Bu özellik, Hz.
    Süleyman’dan başka hiçbir peygambere verilmemiştir. İşte bu; büyüklüğün zirvesi
    ve dün ya daki hü­kümdarların otorite ile hükümranlıklarının son noktasıdır. Bu
     sebepledir ki, hükümdarlardan hiç birisi
    Hz. Süleyman’ın elde ettiği mertebeye ulaşamamıştır.

    (Hz. Süleyman’ın bu
    özelliği ile ilgili olarak) İmam Buharı, Sahîh’inde Resulullah (s.a.v.)’in
    şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

    “Geçen gece
    cinlerden bir ifrit, namazımı bozmak için karşıma çıktı. Allah’ta bana imkan
    verip onu yakaladım ve he­pinizin onu görmesi için caminin direklerinden birine
    bağla­mak istedim. Hemen o anda kardeşim Süleyman (Peygam­berin: ‘Ey Rabbim!
    Beni bağışla. Bana, benden sonra hiç kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık
    ver.” (Sâd: 38/35) şeklindeki duasını hatırladım. Bu sebeple de onu
    (orada) kö­pek kovar gibi bırakıverdim.”[24]

    Altıncısı:
    Yüce Allah’ın, Hz. Süleyman için, erimiş bakın, kaynağından sel gibi akıtması.

    Bakır, Hz. Süleyman
    için, suyun fişkırdığı gibi özel bir kaynaktan erimiş olarak fışkırıyordu. Hz.
    Süleyman ise onu dilediği şekilde kullanıyordu. Nitekim Yüce Allah bu konu ile
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Süleyman için,
    erimiş bakın da kaynağından sel gibi akıttık. “[25]   İşte bu, Hz. Süleyman ‘a özgü bir özellikti.

    Nitekim Allah, babası
    Davud’a da demiri yumuşatmıştı. Bu sebeple de demiri, ateşe ve çekice gerek
    duymadan elinde hamur gibi istediği şekle sokabiliyordu. Bununla ilgili olarak
    ise Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Davud’a da
    demiri yumuşattık.”[26]

    Abdullah ibn Abbas’ın
    anlattığına göre; (ayette geçen) “el-Kıtr” (Erimiş bakır) kelimesi,
    “en-Nuhâs” (Bakır) anlamında­dır. Bu erimiş bakır kaynağı,
    Yemen’dedir. Bu kaynağı, Cenab-ı Allah, Hz. Süleyman için (yerden) fışkırttı.
    Bunun

    üzerine Hz. Süleyman,
    bu erimiş bakırı kaynağından alıp bina­lar ve başka şeyler yapmada
    kullanıyordu.[27]

    Bazı alimler der ki:
    “Belki de bu erimiş bakır kaynağı, volkanik ülkededir.”

    Yedincisi:
    Hz. Süleyman (a.s)’m; insanlardan, cinlerden ve kuşlardan oluşmuş bir ordusunun
    bulunması.

    Hz. Süleyman (a.s),
    onların yapacağı işleri düzenler ve iş­lerini ayarlardı. Bir sefere çıkacağı
    zaman, onlar, toplu bir me­rasim alayı şeklinde onunla birlikte çıkarlardı.
    Askerler ve gö­revliler, her taraftan olacak şekilde Hz. Süleyman’ı bir halka
    içerisine alıp insanlar ve cinler, onunla birlikte yürürlerdi. Kuşlar ise,
    kanatlarıyla Hz. Süleyman’ı sıcaktan koruyorlardı.

    Bu ordu birlikleri
    içerisinde her gruba ait liderler ve baş­kanlar vardı. Onlar, ihtişamlı
    günlerde ve askeri törenlerde orduyu harekete geçirirlerdi. Gözler, bunun bir
    benzerini daha görmemişti…

    Kur’ân-ı Kerîm, bize;
    Hz. Süleyman’ın, bu ordusuyla bir sefere çıktığı esnada bir karınca vadisinden
    geçerken bir karın­canın arkadaşlarıyla konuşması ve Hz. Süleyman’ın ise bu ka­rıncanın
    konuşması ve arkadaşlarını (Süleyman’ın ordusundan korunmak için yuvalarına
    kaçmaları şeklinde yaptığı) uyarışını anlayıp bu konuşmadan dolayı tebessüm
    etmesi ve Allah’ın, kendisine bol bir şekilde bu büyük nimeti vermesi sebebiyle
    O’na şükretmesi ve bu nimete karşı yaptığı teşekkürü yerine getirebilmeyi
    Rabbinden istemesi ile ilgili olayı bize anlatmış­tır. Yüce Allah bu konu ile
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Cinlerden,
    insanlardan ve kuşlardan oluşmuş orduları, Süleyman ‘in hizmetine toplandı.
    Hepsi bir arada (onun etra­fında) düzenli olarak sevk ediliyorlardı. Nihayet
    karınca vadi­sine geldikleri vakit, bir karınca: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin.
    Yoksa Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezme­sin’ dedi. (Süleyman)
    karıncanın bu sözüne gülümseyerek: ‘Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin
    nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle,
    beni, Salih kulların arasına kat’ dedi.[28]

    İbn Kesîr derki:
    “Ayeti kerimenin bağlamından anlaşıldığı üzere; Hz. Süleyman’ın, alay
    kıtası içerisinde ata binili oldu­ğuna ve -bazılarının da iddia ettiği gibi-
    tahtırevan üzerinde olmadığına, eğer tahtırevan üzerinde olsaydı karıncaya
    ondan bir zarar gelmeyecekti. Çünkü tahtırevan üzerinde ihtiyaç duy­duğu
    askerler, atlar, develer, yükler, çadırlar, davarlar ve bütün bunların üzerinde
    kuşlar vardı. Nitekim Allah, izin verirse bu konuyu ileride açıklayacağız.[29]

    Özetle; Hz. Süleyman
    (a.s), ayeti kerimede sözü edilen ka­rıncanın, kendisiyle ve ordusuyla ilgili;
    ayaklar altında kalıp ezilmemeleri için arkadaşlarına, yuvalarına girmelerini
    söyle­mesi ve sonrada “Yoksa Süleyman ve ordusu farkına varma­dan sizi
    ezmesin” (Nemi: 27/17) şeklinde hem Hz. Süley­man’ın şahsma ve hem de iyi
    ordusuna karşı anlayışlı ve say­gılı olduğunu gösterir İşte bu; ayeti kerimede
    sözü edilen ka­rıncanın, Hz. Süleyman ile ordusuna karşı saygılı olduğuna ve
    iyi kimseler ile kötü kimseleri ayırt etmesine bir delil değil midir?

    Süddi’nin şöyle dediği
    rivayet edilmiştir: “Süleyman Pey­gamber zamanında insanlara kıtlık geldi.
    Bunun üzerine Sü­leyman Peygamber, halka, yağmur duasına çıkmaları için emir
    verdi. Halkta yağmur duasına çıktı. Yolda giderken, bir karın­canın, ayaklan
    üzerine dikilip ellerini açarak:

      ‘Allahım! Ben, Senin yaratıklarından biriyim.
    Biz, Senin lütfuna muhtacız” şeklinde dua ettiğini gördüler. Bunun üzeri­ne
    Süleyman Peygamber, (etrafinda bulunanlara):

      ‘Haydi geri dönün. Şu karıncanın yüzü suyu
    hürmetine üzerinize yağmur yağacak’ dedi.[30]

     

    Hz. Süleyman (a.s)’ın, Sebe’ Kraliçesi Belki s İle
    Olan Kıssası:

     

    Kur’ân-ı Kerîm, bize,
    Sebe’ kraliçesiyle aralarında geçen kıssayı anlatmıştır.

    Bu kıssadan;
    hükümdarlar ve büyük kimseler için ince bir anlam olduğu, hükümranlığının
    Beytü’l-Makdis’ten Yemen sınırlarına kadar geniş olup hükümdarların ve
    kralların ona boyun eğdiğini, hükümdarlığını İslama davet aracı olarak kul­landığını;
    hiçbir kafir hükümdar, zorba kral ve güçlü bir sultan bırakmaksızın hepsini
    Allah’ın dinine girmeye davet ettiğini, bunlardan her kim de bu daveti kabul
    etmemişse ona karşı kı­lıcı güzel bir hakem olarak kullandığını, böylece
    Allah’ın di­nini dünyanın her bölgesine ve her yanma yaydığını bildirme yer
    almaktadır.

    Ordusunun;
    insanlardan, cinlerden ile kuşlardan oluştuğu­nu, bunlardan her birinin ayrı
    bir görevi olduğunu ve bunların hepsinin, orduların hükümdarlarına yaptığı
    gibi, Hz. Süley­man’ın yanında her an hazır olduklarını ve nöbet tuttuklarını
    daha önce belirtmiştik.

    Abdullah ibn Abbas’m
    belirttiği üzere; Hüdhüd kuşunun görevi de, sefer esnasında ıssız çöllerde ve
    yerin altında (Hz. Süleyman ve ordusu suya ihtiyaç, duydukları zaman onlar
    için) su arayıp bulmaktı. Bu sebeple (Allah’ın ona verdiği bir güç sayesinde)
    bu gibi yerlere gider ve onlar için su var mıdır? di­ye bakmırdı.[31]

    Hz. Süleyman, bir gün
    kuşları teftiş etti. Hüdhüd kuşunu göremedi. Hüdhüd’ün yerinde olmamasını, bir
    suç saydı. Bu kayboluşunun sebebi ile ilgili geçerli bir mazeret getirmediği
    taktirde onu keseceğini, ya da ona azab edeceğini söyledi. Hüdhüd çıkıp
    gelince, ona, kaybolup gidişinin nedenini sordu. Hüdhüd ise; Yemen’in Sebe’
    beldesinde olduğunu, orada Bel-kıs adında bir kraliçe olduğunu, bu kraliçenin
    orada bulunan halka hükmettiğini, kendisinin çeşitli mücevherlerle süslü bü­yük
    bir tahtının olduğunu, kraliçenin ve ahalisinin Allah’ı bı­rakıp güneşe tapan
    ve secde eden putperest bir topluluk oldu­ğunu ve bu büyük memleketin durumu
    ile içerisinde Allah’ı bırakıp inkarcı putperest olan topluluklar ile ilgili
    haberleri anlattı.

    Hz. Süleyman (a,s), bu
    habere şaşırdı. Çünkü dün ya da Allah’tan başkasına tapan nasıl bulunabilirdi?
    Hüdhüd’ün, doğru mu yoksa yalan mı söylediğini anlamak için onu dene­mek
    istedi. Bunun için kraliçe Belkıs’a götürmesi için ona bir mektup verdi.

    Hüdhüd mektubu Yemen’e
    götürüp Beîkıs’ın yatağının üzerine bıraktı. Mektupta; Belkıs’ı Allah’a ve
    peygamberine itaat etme ve Hz. Süleyman’ın hükümranlığı ile otoritesine karşı
    baş eğip kabullenme ve boyun eğme yer almaktaydı.

    Kraliçe mektubu alıp
    açtı. İçerisinde şu yazılı idi:

    “Bu mektup,
    Süleyman’dandır. Bismillahirrahmanirrahim (Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla
    başlamaktadır). ‘Bana kar­şı baş kaldırmayın. Teslimiyet göstererek bana gelin’
    diye (yazmaktadır).[32]

    Kraliçe, mektuba tek
    başına cevap vermek istemedi. Dev­let adamlarını, vezirlerini ve danışmanlarını
    toplayıp onlara mektubun mahiyetini ve içerisinde sert bir üslubun yer aldığını
    bildirdi. Bunun üzerine içlerinde üstünlük duyguları kabarıp kraliçeye:

    “Biz, güçlü ve
    kuvvetli kimseleriz. Zorlu savaş erleriyiz. Emir ise senindir. Artık ne
    emredeceğini düşün taşın” dediler.[33]

    Kraliçe Belkıs, zeki
    ve akıllı bir kimse olup meseleyi akıl­lıca düşündü. Adamlarının güç ve
    üstünlükleri ile ilgili söyle­diklerine aldanmadı. Onlara:

    – “Hükümdarlar,
    bir memlekete girdikleri zaman orasını harap ederler” dedi.

    Yüce Allah bu konu ile
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Kraliçe:
    ‘Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ileri
    gelenlerini hakir hale getirir­ler. Herhalde onlar da böyle yapacaklardır’
    dedi. [34]

    Onlara başka bir görüş
    sundu. Çünkü ansızın karşısına çı­kan bu meseleyi çözmeye daha yakın bir yol
    bulmuştu. Bu da, Süleyman’a, hediye gönderecek, böylece ona yaltaklanacak, bu
    hediye nedeniyle isteğinden vazgeçip vazgeçmediğini öğ­renmiş olacak, bu
    hediyeyi de zeki adamlarıyla gönderip Sü­leyman’ın kuvvetleri hakkında bilgi
    edinmiş olacak ve oradan gelecek haberler ışığında ne yapması gerektiğine karar
    vere­cekti.

    Üstad Abdulvahhab
    en-Neccâr “Kasasu’I-Enbiyâ” adlı kitabında bu konu ile ilgili olarak
    şöyle der:

    “Açıktır ki;
    Belkıs, elçileri aracılığıyla, haksız yere tehdit mektubu gönderen ve kendisine
    tereddütsüz bir şekilde boyun eğerek gelmesini isteyen bu hükümdarın durumunu
    öğrenmek için hediye göndermek istemektedir… Daha sonra elçiler, Belkıs’a;
    Süleyman’ın gerçek yönü, emri altındaki askeri kuvvet­ler ve onun emrine boyun
    eğmediği taktirde ona karşı hile yo­luyla üstün gelmesinin mümkün olmadığı ile
    ilgili bol bilgiler­le döndüler. Böylece Belkıs, elde edeceği kanıta göre
    davrana­caktı. Hatta bir iş yapmak istediğinde, sonuçlarını araştırdıktan sonra
    o işi yapardı.

    Elçiler, Süleyman
    (a.s)’a hediye ile gelince, Hz. Süley­man, hediyeyi kabul etmeyip onlara;
    kendisinin güzel bir du­rumda olduğunu, servetinin; kraliçenin ve
    ahalisininkinden daha çok olduğu ve bu sebeple de getirdiği mallara ihtiyacı
    olmadığını söyledi. Ayrıca kraliçe ve halk, yapılan daveti ka­bul etmedikleri
    taktirde ordularını, onların şehirlerine gönde­receğini, onların ise buna
    güçlerinin yetmeyeceğini, aşağılık ve hakir bir şekilde şehirlerinden
    çıkarılacağını belirtti.[35]

    Elçiler kraliçeye geri
    dönüp geldiler. Ona; Süleyman’ın hükümranlığının büyüklüğü, ordusunun çokluğu
    ve kuvvetinin fazlalığı ile ilgili gördüklerini anlattılar. Ayrıca gönderilen
    he­diyeyi kabul etmediğini, dostluk kurmak istemediğini ve muh­teşem ordusuyla
    bu ülkelere saldırmaya kararlı olduğunu bil­dirdiler. Bunun üzerine kraliçe,
    teslim olmaya ve boyun eğme­ye karar verdi. Yol hazırlıklarını yaptırıp bir
    grup adamıyla birlikte Süleyman’ a gitmek üzere yola çıktı…

    Yüce Allah bu kıssanın
    tamamını şöyle anlatmaktadır.

    “(Süleyman)
    kuşları gözden geçirdikten sonra: ‘Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara
    mı karıştı? Ya bana (ma­zeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da
    mutlaka onu şiddetli bir azaba uğratacağım ya da boğazlayacağım’ dedi. Çok
    geçmeden(Hüdhüd) gelip: ‘Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe ‘den
    sana çok doğru (ve önemli) bir haber ge­tirdim. Gerçekten, onlara (Sebe
    ‘lilere) hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkan verilmiş ve büyük bir
    tahta sahip olan bir kadınla karşılaştım. Onun ve kavminin, Allah’ı bıra­kıp
    güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yap­tıklarını süslü
    göstermiş de onları doğru yoldan ah koymuş. Bunun için hidayete giremiyorlar.
    Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğiniz ve açıkladığınızı bilen
    Allah ‘a sec­de etmezler. (Halbuki) O, çok büyük arşın sahibi Allah’tan başka
    tapılacak yoktur’ dedi. (Süleyman, Hüdhüd’e) ‘Doğru mu söyledin, yoksa
    yalancılardan mısın? bakacağım. Şu mek­tubu götür, onu kendilerine ver. Sonra
    onlardan biraz çekil de ne sonuca varacaklarına bak’ dedi. (Süleyman’ın mektubunu
    alan Sebe kraliçesi:) ‘Beyler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı’
    dedi. Mektup, Süleyman ‘dandır.

    Bismillahirrahmanirrahim
    (Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla başlamaktadır). ‘Bana karşı baş kaldırmayın.
    Teslimi­yet göstererek bana gelin’ diye (yazmaktadır), (Kraliçe devam­la:)
    ‘Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz ki) siz yanımda
    olmadan hiçbir işi kestirip atmam’ dedi. On­lar: ‘Biz, güçlü ve kuvvetli
    kimseleriz. Zorlu savaş erleriyiz. Emir ise senindir. Artık ne emredeceğini
    düşün taşın’ diye ce­vap verdiler. Kraliçe: ‘Hükümdarlar bir memlekete girdiler
    mi, orayı perişan ederler ve halkının ileri gelenlerini hakir ha­le getirirler.
    Herhalde onlar da böyle yapacaklardır. Ben (şimdi) onlara bir hediye göndereyim
    de, bakayım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler’ dedi. (Elçiler,
    Süleyman’a he­diye ile) gelince, Süleyman, onlara: ‘Siz bana mal ile yardım mı
    etmek istiyorsunuz? Allah ‘m bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama
    siz, hediyenizle böbürlenirsiniz- (Ey elçiler!) Onlara var (söyle). İyi
    bilsinler ki, kendilerine asla karşı ko­yamayacakları ordularla gelir. Onları,
    muhakkak surette hor ve hakir halde oradan çıkarırız’ dedi. [36]

    Hz. Süleyman, Sebe’
    kraliçesinin, kendisini ziyarete gel­diğini öğrenince, ülkesinin merkezinde
    camdan yapılma büyük bir köşk yaptırdı. (Köşkün giriş kısmında Belkıs’in)
    geçeceği yere su döktürmüş, suyun üzerini de camla kapatmıştı. Üzeri camla
    kapatılan bu giriş kısmının altındaki suya, balık ile diğer su hayvanlarını
    yerleştirmişti. Camla kaplı havuzu görenlere derin bir su imajı veriyordu…

    Daha sonra Hz.
    Süleyman, kendi tahtında oturdu. Belkıs köşke girince, yolu üzerinde su
    olduğunu düşünerek eteğini yukarı doğru çekti. Süleyman, ona:

    – ‘Bu, camdan yapılmış
    şeffaf bir zemindir’ dedi.

    İşte bu, Yemenliler
    için bir benzeri daha görülmemiş mu­azzam bir şeydi.

    Hz. Süleyman,
    Belkıs’a; egemenliğinin ve saltanatının de­lillerini ortaya koymak ve rüyalarda
    dahi göremediğini bizzat gözleriyle görmesini sağlamak istedi… Bu da;
    kraliçenin güzel tahtını, bu köşkte onun üzerinde oturmasını sağlamak için tah­tını
    getirmesiydi. Bunun için askerlerine, Belkıs’ın tahtını kendisine getirecek
    güçlü bir kimseyi söylemelerini emretti. Bunun üzerine cinlerden bir ifrit
    seçildi. Bu ifrit, Hz. Süley­man’a, yarım günü geçmeyecek kadar kısa bir
    zamanda tahtı getirmeye gücünün yeteceğini bildirdi.

    Orada velayetiyle
    meşhur, ilim ve iman sahibi bir kimse,, Hz. Süleyman ‘a: “Gözünü açıp
    kapamadan, ben, sana onu getiririm” dedi. (Nemi: 27/40) Bir de baktı ki
    taht, yanı başın­da hazır bir vaziyette duruyordu. Tefsircilerin kaydettiğine
    göre; bu zat, Âsaf b. Barhiyâ’dır. O, Hz. Süleyman’ın teyzesinin oğludur.
    Velayet ve doğru sözlü bir kimsedir. Bu da, onun ke-rametindendir. Kerametler
    ise, Allah’ın veli kullar için sabittir. Bu tür kerametleri, ancak kibirli
    kimseler kabul etmez.

    (Üstad el-Lukkânî)
    “Cevhere’Me denilir ki: “Velilerin ke­rameti, sabittir. Kim velilerin
    kerametini inkar ederse, sözünü fırlatıp at.”

    Bazı tefsirciler de,
    Belkıs’ın tahtını getirenin, bizzat Hz. Süleyman olduğunu ve tahtı taşıma
    işinin, Hz. Süleyman için bir mucize olduğunu ileri sürenler vardır. Fakat İbn
    Kesîr ile Süheyli, bu görüşü kabul etmeyip şöyle demişlerdir: “Bu, ger­çekten
    garip bir görüştür. Çünkü sözün akışı, bu görüşü doğru­lamaktadır.[37]

    Hz. Süleyman,
    Belkıs’ın uyanıklılığını ve kavrayış dere­cesini ölçmek için
    (maiyetindekilere,) tahtın bazı yerlerini de­ğiştirmelerini emretti. Belkıs
    (tahtın önüne) gelince, taht, dış görünüşü garip bir şekilde değişmiş olarak
    getirilip tahtı Bel­kıs’a takdim edilip ona:

    “Bu, senin tahtın
    mıdır?’ diye soruldu. Bunun üzerine Belkıs:

    “Tıpkı o”
    diye cevap verdi.

    Bu; Belkıs’ın, çok
    akıllı ve derin kavrayışlı bir kimse ol­duğunu göstermektedir. Çünkü Belkıs,
    tahtını, Yemen’de kapı­lar ardına kilitlediği için ve hiçbir kimsenin acayip
    bir şekilde buraya alıp getireceği aklına gelmediği için bu tahtın kendi tahtı
    olduğunu uzak gördü.

    Belkıs, bu parlak
    delilleri ve harikulade olayları görünce, müslüman oldu ve kavmi ile birlikte
    bulundukları sapıklıktan da sıyrıldı. Peşi sıra da: “Rabbiml Ben gerçekten
    (Seni bırakıp güneşe tapmakla) kendime yazık etmişim, Süleyman ‘in maiyetinde
    alenilerin Rabbi Allah’a teslim oldum’, dedi.” (Nemi: 27/44)

    Yüce Allah bu kıssanın
    tamamını şöyle anlatmaktadır:

    “(Sonra Süleyman,
    maiye tinde kilere:) ‘Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce,
    hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir?’ dedi. Cinlerden bir ifrit:
    ‘Sen maka­mından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve
    güvenim var’ dedi. Kitap’tan ilmi olan bir kimse ise: ‘Gözünü açıp kapamadan
    ben onu sana getiririm’ dedi. (Sü­leyman, kraliçenin) tahtını yanı başına
    yerleşivermiş görünce, (Süleyman): ‘Bu, şükür mü edeceğim? Yoksa nankörlük mü
    edeceğim? diye beni denemek üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden
    ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, o bilsin ki,
    Rabbim, müstağnidir ve çok kerem sahibidir’ dedi. (Devamla:) ‘Onun tahtını
    bilemeye­ceği bir şekle sokup getirin bakalım tanıyabilecek mi? Yoksa tanımayanlardan
    mı olacak?’ dedi. Kraliçe gelince: ‘Senin tahtın da böyle mi?’ dendi. O da:
    ‘Tıpkı ol Zaten bize daha’ önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik.
    Belkıs ‘ı, Al­lah ‘tan başka taptığı şeyler ( o zamana kadar tevhid dinine
    girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi, inkarcı bir kavimden­di. Ona: ‘Köşke
    gir!’ dendi. Kraliçe onu görünce, derin bir su sandı ve eteğini çekti.
    Süleyman: ‘Bu, billurdan yapılmış şeffaf bir zemindir’ dedi. Kraliçe de:
    ‘Rabbim! Ben gerçekten (Seni bırakıp güneşe tapmakla) kendime yazık etmişim.
    Süleyman ‘in maiyetinde alemlerin Rabbi Allah’a teslim oldum’ dedi. [38]

     

    Hz. Süleyman (a.s)’ın İmtihan Edilmesi:

     

    Zayıf rivayetlere ve
    İsrâili hikayelere hevesli bazı kimse­ler, Hz. Süleyman’ın imtihan edilmesi
    meselesini acayip bir şekle sokmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm bu meseleye şöyle
    işaret etmektedir:

    “Andolsun ki Biz,
    Süleyman’ı imtihan ettik; tahtının üstü­ne bir ceset bırakıverdik. Sonra o,
    yine eski haline döndü.[39]

    Bazı hurafeciler de
    hakkında Yüce Allah’ın hiçbir şey in­dirmediği Hz, Süleyman’ın yüzüğünü
    anlattılar. Hz. Süley­man, bu yüzüğü parmağına takarmış ve bunu da cinler ile
    ifrit­lerde bilirmiş. Bir gün yüzük denize düşmüş. Bu sebeple de Hz. Süleyman,
    hükümdarlığını kaybetmiş. Şeytan da Süley­man’ın yerine gelip onun hükümdarlık
    tahtına oturmuş… Ve daha bir çok risalet ile nübüvvete ters ve akıl ile
    naklin kabul etmediği batıl şeyler.

    Bu tür hikayeleri; İbn
    Kesîr, Fahreddîn er-Râzî, Beyzavi gibi araştırmacı alimler ile daha bir çok
    saygın alimler kabul etmemişlerdir.

    İbn Kesîr bu konu ile
    ilgili olarak şöyle der: “Bazı tefsirci-ler, bir grup Selef topluluğundan
    bununla ilgili bir çok rivayet­ler nakletmişlerdir. Fakat bu hikayelerin çoğunu
    ya da hepsini, İsrâiliyattan almışlardır. Bu rivayetlerin çoğunda ise, güçlü
    bir münkerlik vardır.[40]

    Ayeti kerimede sözü
    edilen imtihan ile, Hz. Süleyman’ın bedeninde meydana gelen bir imtihan
    kastedilebilir. Çünkü Hz. Süleyman, şiddetli bir hastalığa yakalanıp zayıflamış
    ve kuru kemik haine dönmüştü. Öyle ki hastalığının şiddetinden tahtının
    üzerinde ruhu alınmış bir beden gibi kalmış. Sonra iyileşip eski sağlıklı
    haline dönmüştür… Bu, Fahreddîn er-Râzî’nin, naklettiği bir çok görüşlerden
    tercih ettiği görüştür.

    ya da imtihandan
    kasıt; Hz. Süleyman’ın, “Ben bu gece 100 hanımımla ilişkide bulunacağım.
    Onlardan her biri, bir erkek çocuk doğuracaktır. O çocuklar, Allah yolunda
    kılıçla cihad edeceklerdir. Fakat bunu söylerken ‘inşallah’ demedi. O gece 100
    hanımıyla ilişkide bulundu. Onlardan hiç biri çocuk doğurmadı. Sadece
    içlerinden birisi, yarım bir insan doğurdu. (Kadın çocuğu doğurdu ve çocuğu
    getirip) Hz, Süleyman’ın tahtının üzerine bıraktı. Hz. Süleyman, bu çocuğu
    görünce, hatasını anlayıp Allah’a tevbe etti” sözü olabilir… Bu hadis,
    daha önce geçmiş olup Sahîh kitaplarda rivayet edilmiştir. Beyzavi, Nesefî ve
    daha birçokları ise bu görüşü benimsemişlerdir.

    Bütün bunlara rağmen
    yüzük kıssası hakkında gelen riva­yetlerin hepsi, batıl ve iftiradır.

    Çünkü Nesefî (rh.a) bu
    konuyla ilgili olarak şöyle der: “Yüzük olayı ve Şeytan ile putperestlerin
    Hz. Süleyman’ın tahtına oturması ile ilgili rivayet edilenlere gelince,
    bunların hepsi, Yahudilerin batıl haberlerindendir.”[41]

     

    Hz. Süleyman (a.s)’m Ölümü:

     

    Hz. Süleyman (a.s), 52
    yıl yaşadı. İbn İshâk’m naklettiği tercih edilen görüşe göre, hükümdarlıkta 40
    yıl kaldı. Sonra da öldü.

    Hz. Süleyman (a.s)’m
    ölümü, garip bir şekilde gerçekleş­miştir. Çünkü insanlar ve cinler, ölümünden
    bir yıl geçtikten sonra ancak onun öldüğünü anlayabildiler. Ancak dayandığı
    bastonu bir kurtçuk kemirip (bastonun aşınması üzerine) yere yuvarlandıktan
    sonra onun öldüğünü fark ettiler. Zira Hz. Sü­leyman, Beytü’l-Makdis’e girip
    orada bastonuna dayanarak ölmüştü.

    İbn Kesir, Vehb b.
    Münebbih’in şöyle dediğini rivayet et­miştir: “Süleyman Peygamber, ölüm
    meleğine:

      ‘Ruhumu teslim alacağın zaman bana önceden
    bildir’ dedi. Ölüm meleği, Süleyman peygambere gelip:

      ‘Ey Süleyman! Senin canını almakla
    emrolundum’ dedi. Bunun üzerine Şeytanları çağırıp kendisi için kapısı olan bil­lurdan
    bir köşk yaptılar. Süleyman Peygamber, köşkün içerisi­ne girip namaza durdu ve
    bastonuna dayandı. Ölüm meleği, Süleyman peygamberin yanma girip ruhunu,
    bastonuna dayalı bir şekilde teslim aldı. Cinler ise onun sağ olduğunu
    düşünerek önünde çalışıyorlardı. Allah’ın gönderdiği bir kurtçuk, dayan­dığı
    bastonunu kemirmeye başladı. Bastonun içi boşalınca, Süleyman yere düştü.
    Cinler bunu görünce, dağılıp gittiler. Cinlerin gaybı bilmediği ise, “Eğer
    cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı. ”
    (Sebe’: 34/14) ayeti kerimesinde belirtilmektedir.[42]

    Yüce Allah bu kıssayı
    şöyle anlatmaktadır:

    “(Süleyman’ın)
    ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öl­düğünü, ancak bastonunu yiyen bir ağaç
    kurdu gösterdi. Bu suretle yere kapanıp yıkılınca, öldüğü anlaşıldı. Eğer
    cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azab içinde kalmazlardı. [43]

    Burada hoş bir işaret
    var ki, oda; cinlerin, gaybı bildikleri­ni insanlara vehmettiriyorlardı.
    Halbuki Hz. Süleyman ölünce, onlar onun öldüğünü fark etmediler bile. Üstelik
    de Hz. Sü­leyman’ın yüklediği zor işlerde çalışmaya devam ediyorlardı. Bu da;
    onların, gaybı bildikleri şeklindeki iddialarını yalanla­maktadır.

    Hz. Süleyman (a.s),
    Beytü’l-Makdis’e gömülmüştür.[44]

     



    [1] Bununla ilgili olarak b.k.z: Bakara: 2/102, 102; Nisa,
    4/163; Errâm: 6/84; Enbi­yâ: 21/78, 79. 81; Nemi: 27/15, 16, 17, 18, 30, 36,
    44; Sebe’: 34/12; Sâd: 38/30, 34 Hz. Süleyman (a.s)’ın kıssası ise şu sürelerde
    geçmektedir: Bakara: 2/102-103; Enbiyâ: 21/78-82; Nemi: 27/15-44; Sebe’:
    34/12-34; Sâd: 3S/30-40 (ç)

    [2] Sâd: 38/35-39

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 638-639.

    [3] Neccâr, Kasasu’l-Kur’an, s. 318

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 639.

    [4] Îbnü’1-Esîr ise, el-Kâmil, 1/228-229 (ç)

    [5] Enbiya: 21/78-79

    [6] Bununla ilgili olarak b.k.z: tbn Kesîr, Tefsr,
    3/186-187; Nesefî Tefsir 3/85-86

    [7] Alimler, Hz. Davud’un, çocuğu, büyük kadına vermesi
    hususunda şu görüşleri Hen sürmüşlerdir:

    1- Çocuk,
    büyük kadına benziyor olabilir.

    2- O zamanın
    şeriatm-da büyük olanları tercih hükmü olabilir.

    3- Çocuk,
    büyük kadının kucağında «elmis olduğundan dolayı olabilir.                                                                      

    [8] Buhari, Enbiya 40; Müslim, Akdiye 20 (1720);
    İbnu’l-Esir, el-Camiu’l-usul, 8/520.

    [9] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 639-642.

    [10] îbn Kesîr’in de belirttiği üzere; Mescidi Aksa’yı İlk
    defa inşa edip yaptıran kişi-Hz. Süleyman olmayıp Hz. Ya’kûb (a.s)’dır. Çünkü
    Hz. Ya’kûb (a.s)’ın kıssasında da geçtiği üzere, Mescidi Aksa’yı İlk yapan kişi,
    Hz. Ya’kûb (a.s)’dır. Hz. Sülgmân’m Mescidi Aksa üe ilgili yaptığı şey, sadece
    onarma ve yenileme faaliyetinde bultn maktan ibarettir. Çünkü bir hadisi
    şerifte Ebu Zerr el-Gıiarî, Resululah (s.a.v)’e: “Ey Allah’ın Resulü!
    Yeryüzünde ilk inşa edilen Mcscid, hangisidir?” diye sordu. Resululah
    (s.a.v):

    – “Mescidi
    Haramdır” buyurdu. Ebu Zerr:

    – “Ondan sonra
    hangisidir?” diye tekrar sordu. Resululah (s.a.v)’de:


    “Beytül-Makdistir” diye cevap verdi. Ebu Zerr tekrar:

      “Bu iki mescid arasında ne kadar bir zaman
    geçmiştir?” diye sordu. Resululah (s.av) de:

    – “40 yıl”
    diye cevap verdi. (Buhari, Müslim, Nesai, îbn Mace)

    O halde Mescidi Haram’i
    ilk inşa eden kişi, Hz. İbrâhîm (a.s) olmaktadır. Çünkü Mescidi Haram’m, Hz.
    İbrâhîm (a.s)’dan Önce yapıldığı ile ilgili rivayetler, asılsızdır. Ayrıca
    Ku’an-ı Kerim ayetleri de, Mescidi Haram’ın, Hz. İbrâhîm (a.s) tarafından
    yapıldığını ifade etmektedir.

    O halde tarihi açıdan
    Hz. Süleyman ile Hz. İbrâhîm arasında 1000 yıldan iâzla bir zaman dilimi
    vardır. Bundan dolayı da Hz. Süleyman’m, BeytÜ’lMakdis Mesci­dini, ilk defa
    yapması ilgili tarihi rivayetler, yukarıda geçen hadise ters düşmekt-dir.

    Buna göre Beytül-Makdis
    Mescidinin, ilk defa Hz. Ya’kûb tarafından yaptı­rıldığı ile ilgili rivayet,
    doğruluk bakımından daha ağır basmaktadır. Çünkü Hz.’ ibrâhîm ile Hz. Ya’kûb
    arasında yaklaşık olarak 40 yıl kadar bir zaman dilimi vi-dır. Ki bu da, en
    doğru olandır, (ç)

    [11] Nesâî, Mesacid 6; İbn Mâce, İkame 196; Müsned: 2/176

    [12] Buhârî, Nikah 119; Müslim, Eyman 22, 24; Nesâl, Eyman
    43; Tirmizî, Nüzur 7. Bazı rivayetlerde ise “Geceleyin 90 hanımımla ilişki
    de bulunaoğım” ifadesi geçmektedir. Bununla ilgili olarak ise b.k.z:
    İbrü’1-Esir, el-Camiu’I-Usul, 11/665 (Bazı rivayetlerde, Hz. Süleyman’ın,
    yukarıdaki arzusınu 60, 70, 90, 100, hatta 700 ve 1000 hanımı için kullandığına
    dair ifadeler var. Bu rra-yetler, en hızlı bir şekilde olsa dahi bir gece de bu
    kadar kadını dolaşmanın imkansız oluşu ve “İnşallah” demenin
    çocukların doğumunu engellemesi gibi ifadelerden ötürü eleştirilere uğramıştır.
    Her nekadar bu kadar bir kadm bir

    gecede
    dolaşılması “mucize” ile açıklanmak istenmişse de, yine de kabule
    şayan bulunmamıştır. Bununla ilgili olarak b.k.z: Doç. Dr. Abdullah Aydemir,
    a.g.e. s. 188-189; İbn Kesir, Tarih, 2/29-30; Abdulvehhab en-Neccar, a.g.e, s.
    33i) (ç)

    Muhammed
    Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 642-644.

    [13] Neml: 27/16.

    [14] Buharı, Meğazi 14, 38; Müslim, Cihad 51, 52; Ebu
    Dâvud, İmara I9 (ç)

    [15] İbn Kesîr, el-Bidâye, 2/218

    [16] Buna, “Ve bize, her şeyden (bolca bir pay) verildi.”
    (Nemi: 27/16) ayeti delil olarak gösterilmiştir, (ç)

    [17] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/19

    [18] Neml: 27/16

    [19] Neml: 27/18

    [20] Sebe’: 34/12

    [21] Enbiyâ: 21/81

    [22] Sebe’: 34/12-13

    [23] Sâd: 38/37-38

    [24] Buhârî, Enbiyâ 40, Salât 75; Müslim, Mesâcid (541);
    Müsned: 2/298

    [25] Sebe’: 34/12

    [26] Sebe’: 34/10 (Merhum Mevdudi, Hz. Davud’a demirin
    yumuşatılması ile ilgili olarak şöyle der: “Bu gerçek, arkeolojik ve
    tarihi araştırmalarla da desteklenrnekfc-dir. Çünkü bu araştırmalara goie,
    Demir Devri,’MÖ. 1200 ile 1000 yıllan arasında başlamıştır. Bu da, Hz. Davud’un
    yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadt-lu’da M.Ö. 2000-1200 yılları
    arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metod icat
    etmişler. Fakat bunu diğff insanlardan gizlemişler. Bu nedenle de demir, yaygm
    bir kullanıma geçmemiştir. Daha sonra Filistinliler de demiri kş-fetmiş, fakat
    onlarda bunu bir sır olarak saklamışlardı. İsrail oğulan hükümdarı Tâlût’un
    (Seul), Hititlere ve Filistinlilere defalarca yenilmelerinin nedeni,
    karşıh-rmdakilerin savaşlarda demiri kullanmasıydı. M.Ö. 1020’de Tâlût
    (1004965) Al­lah’ın eınri İle İsrail oğullarının hükümdarı olduğunda Sâdece tüm
    Filistin’i ve İi-dün’ü değil, Suriye’nin bir bölümünü de İsrail krallığım
    kattı. İşte o zaman Hititle-rin ve Filistinlilerin bu kadar gizledikleri zırh
    (ve kılıç) yapımı sırrı açığa çıktı ve demirden günlük ucuz eşyalar bile
    yapılmaya başladı. Filistin’in güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir
    bölge olan Edom’da yapılan yeni arkeolojik kazı­lar, demir eritme ve şekil verme
    İşleminde kullanılan ocaklan ortaya çıkarmıştır.” Yine Akabe körfezinde,
    Elat’ın yakınlarında Hz. Süleyman (a.s) zamanında bir iiman olan
    “Ezion-Geber”de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bııgüıkü
    modern eritme fmıllannda kullanılan yöntemlere uygun bir ştkilde inşa edildiği
    sanılmaktadır.”Mevdudi, Tefhimırl-Kuran, 3/322-323)

    [27] İbn Kesîr, el-Bidâye ve!n-Nihâye, 2/28

    [28] Neml: 27/17-19

    [29] İbn Kesîr, el-Bidâye ve:n-Nihâye, 2/28

    [30] İbn Kesîr, el-Bidâye veVNihâye, 2/20 (ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 644-654.

    [31] Hüdhüd kuşunun böyle bir özelliğe sahip olduğu ile
    ilgili Kur’âm Kerîm’de ve Sünnet’te bir bilgi yoktur. Bu, tefsircüer ile
    tarihçilerin illeri gelenlerinin görüşüdür. Bunu, nerden aldıklarını
    bilmiyoruz. Acaba bu, bir hüküm çıkarma sonucunda mı? Yoksa Ehli kitaptan
    alınmış bir bilgi midir? Durum ne olursa olsun, bir takım mahlukata,
    ötekilerinde bulunmayan bazı özelliklerin bulunma­sı uzak bir şey değildir, (ç)

    [32] Neml: 27/30-31

    [33] Neml: 27/33

    [34]  Neml: 27/34

    [35] Ustad Abdulvahhab en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 334

    [36] ‘Neml: 27/20-37

    [37] İbn Kesîr,Tefsir, 3/367

    [38] Neml: 27/38-44

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 654-661.

    [39] Sâd: 38/34

    [40] İbn Kesîr, Tefsir, 4/37-40

    [41] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 661-663.

    [42] İbn Kesîr, Teftir, 3/538

    [43] Sebe 34/14

    [44] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 663-664.

  • Hz. Yunus (A.S)

    Hz.
    YUNUS (A.S)
    1

    Hz.
    Yûnus (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:
    1

    Hz.
    Yûnus (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz.
    Yûnus (a.s)’ın Daveti:
    1

    Hz.
    Yûnus (a.s), Balığın Karnında:
    3

     

    Hz. YUNUS
    (A.S)

     

    Doğrusu Yûnus da,
    gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu bir gemiye binmişti. Gemi de
    olanlarla karşılıklı kur’a çektiler de yenilenlerden oldu.” (Saffât:
    37/139-141 )

     

    Hz. Yûnus (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:

     

    Hz. Yûnus (a.s)’m
    ismi, Kur’ân-ı Kerîm’in; Nisa, En’âm, Yûnus ve Saffât Sûresinde olmak üzere dört
    yerde geçmektedir.[1]

    İki yerde ise,
    Allah’ın ona taktığı lakap ile anılmaktadır. Bunlardan biri, “Zünnûn”
    (Balık sahibi)’dur. Onun bu lakabı, Enbiyâ Sûresinde şöyle geçmektedir:

    “Zünnûn (Yûnus)
    ‘a gelince, o ö/keli bir halde (halkını bı­rakıp) gitmişti. Bizim, kendisini
    asla sıkıştırmayacağımızı zan­netmişti. Nihayet karanlıklar içerisinde: ‘Senden
    başka hiçbir Hah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum’
    diye niyaz etti. [2]

    Diğeri ise,
    “Sahibu’J-Hut” (Balık sahibi) ‘turnBu lakabı da, Kalem Sûresinde
    şöyle geçmektedir:

    “Sen Rabbinin
    hükmünü sabırla bekle. “Balık sahibi” (Yûnus) gibi olma. Hani o,
    dertli dertli Rabbine niyaz etti. Şa­yet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş
    olsaydı, o mutlaka çini çıplak kınanacak bir halde oraya atılacaktı.[3]

    Görüldüğü üzere, Hz.
    Yûnus’un ismi, Kur’ân-ı Kerîm’in dört yerinde “Yûnus”, bir yerinde
    “Zünnun” lakabı ile diğer bir yerinde ise “Sahibu’1-Hut”
    lakabı olmak üzere toplam altı yerinde geçmektedir.[4]

     

    Hz. Yûnus
    (a.s)’ın Soyu:

     

    Tarihçiler, Hz. Yûnus
    (a.s)’m soyu ile ilgili herhangi bir bilgi kaydetmemişlerdir. Ama isminin,
    Yûnus b. Metta oldu­ğunda ittifak etmişlerdir.

    Metta’mn, Hz. Yûnus’un
    annesi olduğu da söylenmiştir. Bu nedenle de Hz. Yûnus ile Hz. İsa dışında
    hiçbir Peygamber annesine nispet edilmemiştir.

    Kitap ehli, Hz.
    Yûnus’u, l(Yûnân b. Emtây” şeklinde Ad­landırmışlardır.

    Hz. Yûnus, İsrail
    oğulları peygamberlerindendir. Soyu, Hz. Ya’kûb’un oğullarından Bünyâmîn’e
    ulaşır. Bünyâmîn ise, Hz. Yûsuf un öz kardeşidir.[5]

     

    Hz. Yûnus (a.s)’ın Daveti:

     

    Yüce Allah, Hz.
    Yûnus’u, Irak’taki Musul toprağında bu­lunan “Ninova” halkına
    Peygamber olarak gönderdi. Çünkü Ninova halkı arasına pulculuk girmiş ve
    içlerinde putlara tap­ma yaygınlık kazanmıştı. Onların, “Uştâr” adım
    verdikleri bir putu vardı.

    Hz. Yûnus (a.s), Şam
    bölgesindeki beldelerden Ninova’ya giderek oradaki halkı Allah’a davet etti.
    Fakat halk, onun da­vetini kabul etmeyerek risaletini yalanladılar.Yüce Allah,
    bu tür memleket halkının çoğunun durumu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Biz hangi memlekete
    bir uyarıcı gondennişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri, ‘Biz,
    size gönderilmiş olan şeyi hemen inkar ediyoruz’ derler.”[6]

    Hz. Yûnus (a.s),
    Ninova halkına; öğüt veriyor, nasihat e-dîyor ve onları Allah’a davet ediyordu.
    Bu şekilde aralarında yıllarca kaldı. Fakat Hz. Yunus, onlardan; hakka tıkanmış
    ku­laklar ve kılıflı kalplerden başka bir şeyle karşılaşmadı. Onları Allah’ın
    yoluna getirmede gücü yetmedi. Daha sonra onlara, eğer Allah’a iman etmezlerse,
    başlarma ilahi azabın geleceğini vaat etti.Kavminin durumunda bir değişiklik
    olmayınca, kendi­lerine üç gün sonra ilahi azabın geleceğini vaat ederek kızgın
    bir şekilde aralarından ayrılıp gitti. Bunun yanı sıra onların, Hz. Yûnus’u
    tehdit ettikleri, kızdıkları ve kovaladıkları, bunun sonucunda Hz. Yûnus’un,
    onlardan kaçtığı da söylenir.

    Hz. Yûnus (a.s), Yüce
    Allah’ın, kendisine oradan çıkması ile ilgili emri gelmeden önce aralarından
    çıkıp gitmişti. Çünkü Hz. Yûnus (a.s), memleketini terk edip ailesiyle birlikte
    oradan çıkması ile ilgili Allah’ın emri gelmeden önce çıkışından dola­yı
    kendisini hesaba çekmeyeceğini ve sıkıntıya düşürmeyece­ğini sanmıştı… Yüce
    Allah’ın şu sözü, bu görüşü desteklemek­tedir:

    “Zünnun (Yûnus)’a
    gelince, o, öfkeli bir halde (halkını bı­rakıp) gitmişti. Bizim, kendisini asla
    sıkıştırmayacağımızı zannetmıştı.[7]

    Hz. Yûnus (a.s),
    Rabbine değil de kavmine öfkelenerek çekip gitmişti. Çünkü Rabbine öfkelenmesi,
    Allah’a karşı ya­pılmış bir isyan sayılır. Üstelik böyle bir şey,
    ‘peygamberlerin masumiyetine ters düşer. Bu konuda daha önce “Masumiyet Bahsinde”
    detaylı bilgi vermiştik. Daha geniş bilgi için oraya bakabilirsiniz.

    Abdullah ibn Mes’ud,
    Mücahid ve Seleften bir topluluk dediler ki: “Hz. Yûnus (a.s), onların
    aralarından çıkıp gidince ve onlar da başlarına gelecek olan azabı hak edince,
    Cenab-ı Allah, onların kalplerine pişmanlık ve tevbe bıraktı. Peygam­berlerine
    yaptıklarından ötürü pişman olup Allah’a yöneldiler. Canlarına eziyet vermek
    için de kıldan örülmüş giysiler giyin­diler. Sonra da Yüce Rablerine feryadı
    figanla yalvarıp yakar­dılar. Hayvanlar ile yavrularını birbirinden ayırdılar.
    Allah’ın huzurunda boyun büküp sükunet gösterdiler. Erkekler, kadın­lar,
    oğullar, kızlar ve analar hep ağlaştılar. İrili-ufaklı hayvan­lar, davarlar ve
    binekler bağrıştılar. Develer ile yavruları, inek­ler ile buzağıları ve
    koyunlar ile kuzuları böğürüp meleştiler. Çok korkunç bir an yaşadılar. Hz.
    Yûnus’a yaptıkları haksızlık nedeniyle Cenab-ı Allah; kendi gücü, şefkati ve
    merhameti gereği-karanlık gece parçaları gibi başlarının üstünde dönen azabı,
    onların üzerinden kaldırdı. İşte bundan dolayı Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır:

    “Yûnus’un kavmi
    müstesna, (halkını yok ettiğimiz mem­leketlerden) herhangi bir memleket halkı,
    keşke (kendilerine azab gelmeden) iman etse de imanları kendilerine fayda ver­seydi.
    Onlar iman edince, onlardan dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve
    onları bir müddet daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.[8]

     

    Hz. Yûnus (a.s), Balığın Karnında:

     

    Hz. Yûnus (a.s),
    kavminden ayrılıp denizin kenarına vardı. Orada yolculuğa hazır bir gemi buldu.
    Gemiye binmek için gemi halkından izin istedi. Onda bir hayr olduğunu anladılar
    ve onun gemiye binmesine izin verip onu gemiye bindirdiler.

    Denizin ortasına
    vardıklarında, şiddetli rüzgar esmeye ve deniz dalgalanmaya başlayınca:

    – “Aramızda bir
    günahkar var” dediler. Bunun üzerine ara­larında kura çekmeye ve kura kime
    çıkarsa, onu denize atmaya karar verdiler. Kura, Hz. Yûnus’a çıkınca, ona,
    başından geçe­ni sordular. O da, kavmi ile arasında geçlei anlatınca, hay­ret edip
    onu denize atmak istemediler. Onu deniz sahiline bı­rakmaya karar verdiler.
    Fakat Hz. Yûnus, Allah’ın, onlara olan gazabının dinmesi için kendisini denize
    atmalarını istedi. On­lar da, Hz. Yûnus’u denize attılar. Allah’ın emri ile,
    onu, bü­yük bir balık yuttu. Balık, Hz. Yûnus’u, Allah’ın koruması ve himayesi
    altında karanlıklar içerisinde gezdirdi. Mucize ta­mam olunca, Allah, balığa;
    Yûnus peygamberin etinden bir şey eksiltmemesini ve kemiklerini kırmamasını
    vahyetti.

    Balık, onu taşıdı ve
    Hz. Yûnus’u, Allah’ı teşbih ve istiğfar eder bir vaziyette denizin
    karanlıklarında diri olarak gezdirdi.

    Hz. Yûnus (a.s),
    denizin karanlıkları içerisinde: “Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni
    tenzih ederim. Gerçekten ben, zalimlerden oldum” (Enbiyâ: 21/87) diye niyaz
    etti.[9]

    Allah’ta, onun bu
    duasını kabul ederek onu kederli halden kurtardı. Allah, balığa, Hz. Yûnus’u
    sahilde düz ve geniş bir alana atmasını vahyetti. Hz. Yûnus, rahatsız olduğu
    halde, ba­lık, onu sahile çıkardı. Hz. Yûnus, üç gün üç gece kaldıktan sonra
    kendini hasta ve bitkin olarak kıyıda buldu. Kurtuluşun­dan dolayı Allah’a hamd
    etti. Allah, onun üzerine gövdesiz bir ağaç bitirdi. O da, o ağacın meyvesinden
    yedi ve gölgesinde oturdu. Böylece Allah, onun rahatsızlığını giderdi ve
    duasını kabul etmiş oldu.

    Hz. Yûnus (a.s),
    başına gelenlerin, ilahi bir uyan olduğunu ve Allah’ın izni olmadan kavmine
    kızarak aralarından ayrılı­şından dolayı olduğunu anladı.

    Bu konuda onun için
    geçerli bir ictihad olsa da bu ictihad, nefsine zulmeden salih kullar için kabul
    edilebilir. Ama pey­gamberler için asla kabul edilemez. Fakat Hz. Yûnus,
    kavmini, Allah’ın emrini beklemeden terk etmekle kınanmayı ve ilahi uyarıyı
    gerektiren şeyi işlemiştir.[10]

    Yüce Allah, Hz. Yûnus
    (a.s)’m gemiye binişini ve ondan sonra başına gelenleri şöyle anlatmaktadır:

    “Doğrusu Yûnus
    da, gönderilen peygamberlerdendi. Hani o, dolu gemiye binmişti. Gemide
    olanlarla karşılıklı kura çekti­ler de yenilenlerden oldu. Yûnus, (gemide
    bulunanlara Allah’a karşı yaptığı ile ilgili) kendisini kötülerken onu bir
    balık yuttu. Eğer Allah’ı teşbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri
    güne kadar balığın karnında kalırdı. Halsiz bir vaziyette iken kendisini dışarı
    çıkardık. Ve üstüne (gölge yapması vb. şeyler için) kabak türünden geniş
    yapraklı bir bitki bitirdik. Yûnus ‘u, yüz bin veya daha çok kişiye Peygamber
    olarak gönderdik Sonunda ona iman ettiler. Bunun üzerine Biz de, onları, bir
    müddete kadar yaşattık. [11]

    Hz. Yûnus (a.s),
    (sağlığına kavuşup) yürümeye güç yeti-rince, kavmine döndü. Kavmini, Allah’a
    tevbe edip Allah’a iman etmiş ve emrine uyup onu tasdik etmek için peygamber­leri
    Hz. Yûnus’un dönüşünü bekler vaziyette buldu.Onlann içerisinde kalıp onlara
    (Allah’ın emri ile yasaklarını) öğretiyor, kılavuzluk yapıyor, Allah’a giden
    yolu gösteriyor ve onları dosdoğru yola iletiyor.

    Cenab-ı Allah, Ninova
    halkına; Hz. Yûnus, onların içinde kaldığı sürece ve ondan sonra ki müddet
    içinde, (sapıtıp bo-zulmadıkları ve) inanmışlar olarak kaldıkları sürece
    çeşitli ni­metler verdi. Fakat onlar daha sonra bozulup sapıtınca, Allah,
    onların şehirlerini yerle bir eden kişiyi, onların başına musallat etti.

    Tarihçiler, bu
    olayları nakletmişler ve ibret alacaklar da, bunlardan ibret almışlardır.

    Abdullah ibn Abbas’m
    rivayetine göre; Hz. Yûnus (a.s), sayısı, 120.000 kişi olan bir kavme Peygamber
    olarak gönde­rildi. Çünkü Yüce Allah, Hz. Yûnus’un Peygamber olarak
    gönderildiği kavmin sayısı ile ilgili olarak şöyle buyurmakta­dır:

    “Yûnus ‘u, yüz
    bin veya daha çok kişive Peygamber olarak gönderdik[12]

    Ayrıca bu konuda bazı
    rivayetler de nakledilmiştir. Yine de doğruyu en iyi bilen Cenab-ı Allah’tır.[13]

     



    [1] Nisa: 4/163.En’am.6/86 Yunus.10/98 Saffat 37/139 (ç)

    [2] Enbiyâ: 21/87-88

    [3] Kalem: 50/48-49

    [4] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 673-674.

    [5] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 674.

    [6] Sebe: 34/34

    [7] Enbiyâ: 21/87

    [8] Yûnus: 10/98

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 674-676.

    [9] Bir hadisi Şerifte; Hz Yûnus (a.s)’ın bu duasıyla dua
    eden kişinin duasının mıl-iaka kabul edileceği bildirilmiştir. B.k.z: Müsned:
    1/170; Hakim, Miistedrek, 2/488; Münzİrî. Terğib, 2/583 (ç)

    [10] Bu bilgi, Üstad Abdurrahman Habenneke’ntn,
    “el-Akidetü’1-İslamiyye” adlı kitabından alınmıştır.

    [11] Saffâl: 37/139-148

    [12] Enbiya: 21/147

    [13] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 676-679.

  • Hz. Elyesa’ (A.S)

    Hz.
    ELYESA’ (A.S)
    1

    Hz.
    Elyesa’ (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:
    1

    Hz.
    Elyesa’ (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz.
    Elyesa’ (a.s)’ın Daveti:
    1

     

    Hz. ELYESA’
    (A.S)

     

    “İsmail’i,
    Elyesa’ı ve Zülfüfl’î de an. Hepsi de iyi (kulla­rımız) dandır.” (Sâd:
    38/48)

     

    Hz. Elyesa’ (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:

     

    Hz. Elyesa’ (a.s)’m
    adı, Kur’ân-ı Kerîm’in iki yerinde geçmektedir. Bunlardan biri, “İsmail’i,
    Elyesa’ı, Yûnus’u ve İlyâs’ı da (an). Hepsini, (kendi zamanlarında) alemlere
    üstün kıldık. ” (En ‘âm: 6/86) ayetinde ve diğeri ise az önce belirtti­ğimiz
    Sâd: 38/48 ayetinde geçmektedir.[1]

     

    Hz. Elyesa’ (a.s)’ın Soyu:

     

    İbn Cerîr
    et-Taberî’nin, Tarih’inde, Hz-. Elyesa’ (a.s)’ın soyu ile ilgili şu bilgilere
    yer verilmektedir:

    “Eîyesa’ (a.s),
    Ahtûb’un oğludur. Hz. îlyâs’ın amcasının oğlu olduğu da söylenmiştir.[2]

    Hafız İbn Asakir, Hz.
    îlyâs’m soyunu şu şekilde kaydet­miştir:

    “Asıl ismi,
    Esbât’tır. Soyu ise; Esbât b. Adiy b. Şûtlem b. Efrâîm b. Yûsuf (a.s)
    şeklindedir.[3]

    Hz. Elyesa’, İsrail
    oğullan peygamberlerindendir. Fakat hayatı hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de
    kendilerine ayrı ayrı iman edilmesi gereken (peygamberler içerisinde)
    zikredilmesi dışın­da bir bilgi verilmemiştir.[4]

     

    Hz. Elyesa’ (a.s)’ın Daveti:

     

    Hz. Elyesa’, Hz.
    İIyâs’ın ölümü üzerine davet görevine başladı. İsrail oğullarım, Allah’ın
    nebisi Hz. îlyâs’ın şeriatına ve metoduna sarılarak Allah’a davet etti.

    Hz. Elyesa’ zamanında
    bidatler ve günahlar artış göster­mişti. Çünkü o dönemde zalim hükümdarlar
    çoğalmıştı. Bun­lar, peygamberleri katlediyorlar ve müminleri yurtlarından çı­karıyorlardı.

    Bu sebeple de Elyesa’
    (a.s), onları Allah’ın azabıyla kor­kuttu. Fakat onlar, Hz. Eîyesa’nın bu
    davetinden yüz çevirmiş­lerdi. Daha sonra Allah, Hz. Elyesa’nm canını aldı.
    İsrail oğul­larına da, kötü bir azabı musallat etti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bu
    azabı şöyle anlatmaktadır:

    “Sözlerinden
    dönmeleri, Allah ‘in ayetlerini inkar etmeleri, suçsuz yere peygamberleri
    öldürmeleri ve ‘kalblerimiz, hlıflanmıştır’ demeleri sebebiyle… (onlara türlü
    türlü belalar verdik. Onların kalbleri kılıflı değildir.) Tam aksine küfürleri
    sebebiyle Allah, o kalbler üzerine mühür vurmuştur. Pek azı hariç artık iman
    etmezler. Bir de, inkar etmelerinden ve Mer­yem’in üzerine büyük bir iftira
    atmalarından (dolayı onları lanetledik.)[5]

    Bazı tarihçilerin
    kaydettiğine göre; Hz. Elyesa’, davetini, Şam 
    bölgesindeki  şehirlerden
    biri  olan  ‘Pânyâs 
    şehrinde yapmıştır. Bu şehir, halen mevcut olup Lazkıye bir yerde
    bulunmaktadır. Yine de doğruyu en lah’tır.[6]

     



    [1] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 670.

    [2] İbn Cerîr et-Taberî, Tarîhu’r-Rüsûl vel-Mülûk, 1/239
    (ç)

    [3] İbn Asâkir, Tarih, 3/98 (ç)

    [4] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 670-671.

    [5] Nisa: 4/155-156.

    [6] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:
    671-672.

  • Hz. Zekeriyyâ (A.S)

    Hz.
    ZEKERİYYÂ (A.S)
    1

    Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:
    1

    Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın Risaeti  Ne Zamandı?:
    2

    Hz.
    Yahya’nın Doğumu:
    2

     

    Hz. ZEKERİYYÂ (A.S)

     

    Zekeriyyâ’yı da (an).
    Hani o, Rabbine; ‘Rabbim! Beni yalnız bırakma. Sen, varislerin en hayırlısısm.
    (Her şey, so­nunda senindir.)” (Enbiyâ: 37/89)

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s)’m
    ismi, Kur’ân-ı Kerîm’in; Ali İmrân, En’âm, Meryem ile Enbiyâ Surelerinde olmak
    üzere sekiz ye­rinde geçmektedir.[1]

    Hz. Zekeriyyâ’mn
    kıssası, Ali İmran ile Meryem Surele­rinde[2]
    detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Özellikle de Meryem Sûresinde, Hz.
    Zekeriyyâ’mn kıssasına, “Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sâd. (Bu,) Rabbinin, Zekeriyyâ
    kuluna olan rahmetinin yadı­dır. Hani o, gizli bir sesle…” şeklinde
    surenin başından başla­yıp on beşinci ayetine kadar bilgi verilmektedir,

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    kesinlikle İsrail oğullan peygamberle-rindendir. Çünkü Hz. Zekeriyyâ, Hz.
    Davud’un oğlu Hz. Sü­leyman’ın zürriyetindendir. Soyu, “İsrail” diye
    bilinen Hz. Ya’kûb’a kadar ulaşmaktadır.

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    kendilerine ayn ayrı iman edilmesi gereken peygamberlerden biridir.[3]

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s)’ın Soyu:

     

    Tarihçiler, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın soyunu sağlam ve güve­nilir bir sıralama ile
    belirtmemişlerdir.

    Yalnız Hafız İbn
    Asakir, “et-Tarihu’1-Meşhur” adlı kita­bında, Hz. Zekeriyyâ (a.s)’m soyunu,
    Hz. Süleyman’a ulaşa­cak şekilde on dört atadan oluşmuş uzunca bir biçimde
    nak-letmiştir.[4]

    Biz burada kısaca şu
    soy silsilesini belirtelim: Zekeriyyâ b. Dân b. Müslim b. Sâdûk b.
    Huşbân…..Ruhbeâm b. Süley­man b. Dâvud (a.s.)

    Üstad en- Neccâr,
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabında; Hz. Yahya’nın babası Hz.
    Zekeriyyâ’dan başka bir Zekeriyyâ daha bulunduğunu ve bunun kıssasının,
    Kur’ân-ı Kerim’de asla geçmediğini kaydedip devamla derki: “Bu, Zekeriyyâ
    b. Berhiyâ’dır. Hıristiyanların yanında onun, bir kanun kitabı bu­lunmaktadır.
    Yaklaşık olarak Hz. İsa’dan üç asır önce Daryos zamanında yaşamıştır.

    Bu kişi, kitabının
    dokuzuncu bölümünde; Hz. Ömer’in hi­lafetini, Kudüs’ü ele geçireceği ve
    merkebinin üzerine binili olarak sükunetli ve muzaffer olarak gireceğini
    söylemiştir. Fa­kat Hıristiyanlar, onu, “”Mesih” diye
    adlandırmışlar ve Yahudi­ler de gelmesi beklenen Mesih Deccal diye
    yorumlamışlardır.[5]

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s)’ın Risaeti  Ne Zamandı?:

     

    Cenab-ı Allah, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s), Hz. İsa’nın doğumun­dan önce İsrail oğullarına Peygamber
    olarak gönderdi.           

     Hz. Zekeriyyâ (a.s), İsrail oğullarını,
    Allah’a davet etmeye ve (başlarına gelecek ilahi) azabla korkutmaya başladı.
    Çünkü Hz. Zekeriyyâ (a.s); isyan ve azgınlığın arttığı, kötülüklerin yayıldığı,
    günahların çoğaldığı ve İsrail oğullarını manevi bo­zulmalar ve çözülmeler ile
    maddi sapmaların, azgınlaşan şid­detli dalgalar halinde kapladığı bir devrede
    Peygamber olarak gönderilmişti… Zira İsrail oğulları o kadar bozulmuşlardı
    ki, Allah’ı ve ahiret gününü unutmuşlardı. Allah’ta, onların başı­na, zorba ve
    zalim hükümdarları ve valileri musallat etti. Bu hükümdarlar ile yöneticiler;
    yeryüzünde fesatçslıfc çıkarıyorlar, tüyler ürperten suçlar işliyorlar ve
    peygambere karşı hürmet ve dinin kutsallığına karşı ilgisiz davranıyorlardı.
    Çünkü onların dini, şeytanın kendilerine fısıldadığı şeylerden ve ibadetleri de
    nefislerinin isteklerinden ibaret idi. Salih kimselere, takva sa­hibi kimselere
    ve peygamberlere musallat oluyorlar, hatta hiç çekinmeden onların kanlarını
    döküyorlardı. Zalimlik ve zorba­lık yönünden bu hükümdarlar ile yöneticilerin
    en önde geleni, Hz. Zekeriyyâ’mn oğlu Hz. Yahya’yı; sevgilisini memnun et­mek
    için öldürülmesini ve başının bir tabak içerisinde kendisi­ne sunulmasını
    emreden Filistin valisi “Herodes” idi. (Nitekim bu konuyu, Hz. Yahya
    (a.s)’m kıssası bahsinde inşallah anla­tacağız)

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    bir cok zalim yönetici ve valilerle kar­şılaştı. Çünkü o sırada İsrail oğullan;
    her türlü haksızlık, zor­luk, eziyet ve sıkıntı içerisinde idi. Bundan dolayı
    İsrail oğul­larına gelen biıjçok eziyetten, Hz. Zekeriyyâ (a.s)’da nasibini
    alıyordu. Öyle ki sıkıntılar ve musibetler birbirini takip edi­yordu.

    . Artık Hz. Zekeriyyâ
    (a.s)’m; kemikleri zayıflamış, saçma beyazlık düşmüş ve eza ile zorluklara
    karşı tahammül edecek gücü kalmamıştı. Buna rağmen İsrail oğullarının, sapıtıp
    fitne­ye düşmesinden korkuyordu. İşte bundan dolayı Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    Rabbinden; ihtiyarlığında kendine yardım edecek, risaleti tebliğ etmede
    kendisine halef olacak ve bu dünya hayatının sıkıntıları içinde kendisini
    yalnız bırakmayacak bir evlat ver­mesini istedi.

    Yüce Allah, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın çocuk istemesi ile ilgili kıssasını şöyle anlatmaktadır:

    “Zekeriyyâ yi da
    (an). Hani o, Rabbine; ‘Rabbim! Beni yalnız bırakma. Sen, varislerin en
    hayırlısının. (Her şey, so­nunda senindir.) Biz, onun da duasını kabul ettik ve
    ona, Yah­ya ‘yi verdik Eşini de, kendisi için (çocuk doğurmaya) elverişli hale
    getirdik Onlar (bütün peygamberler), hayır işlerinde ko­şuşurlar, umarak ve
    korkarak bize yalvarırlardı. Onlar, Bize, derin saygı duyarlardı. [6]

     

    Hz. Yahya’nın Doğumu:

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    Hz. İsa’nın doğumundan önce İsrail oğullarına ilahi daveti yaymak ve açıklama
    üzere Peygamber olarak gönderilmişti… Bilindiği üzere Hz. İsa, İsrail
    oğullarına gönderilen peygamberlerinin sonuncusu idi. İşte bundan dola­yıdır ki
    hem Hz. Zekeriyyâ ve hem de Hz. Yahya, Hz. İsa’yı, doğumundan delikanlı
    oluncaya kadar hep koruyup gözettiler, înciller’de geçtiği üzere; Hz. Zekeriyyâ
    ve Hz. Yahya’, gökle­rin krallığının yaklaşmasına yakın bir dönemde Peygamber
    olarak gönderilmişlerdir.

    Cenab-ı Allah, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’a; risalet görevini ver­meden önce ve İsrail oğullarını
    sapıklık ile mutsuzluktan kur­tarması için onu seçmeden önce, o, mabedin (Beytü’l-Makdis’in)
    hizmeti için bir araya gelmiş din adamlarından biri idi. Daha sonra Cenab-ı
    Allah, Peygamber olarak seçip onu, İsrail oğullarına Peygamber olarak gönderdi.

    Hz. Meryem’in babası
    İmrân; İsrail oğullarının önderi, ile­ri geleni ve en büyük hahamları idi.
    İmrân Ölünce, kızı Mer­yem’in (bütün) sorumluluğunu, Meryem’in teyzesinin
    kocası Hz. Zekeriyyâ üstlendi.

    * Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    kendini Allah’a adayan bu iffetli ha­nımefendiyi korurken onda, Allah’ın
    kudretinin akılları hayre­te düşüren acayiplikleri görüyordu… Kur’ân-ı Kerîm,
    bize, bu olayın bir kısmını şöyle anlatmaktadır:

    “Rabbi, Meryem’e,
    hüsnü kabul gösterip onu güzel bir bitki olarak yetiştirdi. Zekeriyyâ ‘yi da
    onun bakımı ile görev­lendirdi. Zekeriyyâ, onun yanına, Mabede (Beytü’l-Makdis
    ‘teki ibadetgahına) her girişinde orada bir rızık bulur ve: ‘Ey Meryem! Bu,
    sana nerden geliyor?’ der. O da: ‘Bu, Allah tarafındandır. Çünkü Allah,
    dilediğine sayısız rızık ve­rir’ derdi.[7]

    Hz. Zekeriyyâ,
    Meryem’in ibadetgahına girdiği zaman o-nun yanında memlekette ya da diğer
    insanların yanında bu­lunmayan yiyecek bulurdu. Allah, Hz. Meryem’e, onun um­madığı
    yerden çeşitli ikramlarda bulunurdu. Hz. Zekeriyyâ ise, şaşkınlık içerisinde

      ‘Bu, sana nereden geliyor?’ diye sorduğunda,
    Hz. Mer­yem:

      ‘Allah tarafından geliyor?’ diye cevap
    verirdi…

    Hz. Zekeriyyâ; yaşı
    ilerlemiş, saçma beyaz düşmüş ve ih-tiyarlamıştı. Hanımı ise çocuğu olmayan
    kısır bir kadındı… Hz. Zekeriyyâ; Allah’ın, Hz. Meryem’e olan ikramlarını,
    akıl­ları şaşkına çevirip hayrete düşüren mucizelerini görünce, Al­lah’ın
    rahmet ve fazlını umarak Rabbinden; kendisinden sonra, peygamberliğe geçecek,
    İsrail oğullarına kılavuzluk etmeye varis olacak ve Salih kullarından olacak
    bir çocuk vermesini

    istedi. Yüce Allah,
    Hz. Zekeriyyâ (a.s)*in bu duası ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Zekeriyyâ Meryem
    ‘in yanında (çeşitli yiyecekler görün­ce,) Rabbine: ‘Rabbim! Bana, tarafından
    hayırlı bir nesil ba­ğışla. İnanıyorum ki, Sen, yapılan duayı hakkıyla
    işitensin’ diye dua etmişti. [8]

      Hz. Zekeriyyâ, Rabbinden bir çocuk
    istediğinde 99 yaşın­da ve hanımı da 98 yaşında idi.

     Hz. Zekeriyyâ, Sâdece çocukları sevdiği için
    çocuk iste­miş değildi. Bilakis Rabbinden; İsrail oğullarını uyarma husu­sunda
    kendisine halef olacak ve kendisinin taşıdığı davet yü­künü üzerine alacak içi^
    bir çocuk istemişti. Çünkü Hz. Zekeriyyâ, ölümünden sonra İsrail oğullarının
    din ile ilgili iş­lerini, cahil ve fasık liderlerin üstlenmesinden, ve bu
    kimsele­rin, Allah’ın şeriatı ile hükmüne uygun olmayan işler yapmala­rından
    korkuyordu. İşte bundan dolayı Rabbinden çocuk istedi. Bunun için de Rabbine,
    gizli sesi duyan ve temiz kalpli kimse­nin dışında hiçbir kimsenin
    işitenıeyeceği şekilde gizlice ses­lenip Rabbinden, takva sahibi Salih bir
    çocuk vermesini istedi. Allah’ta, onun bu duasını kabul edip seslenişine cevap
    olarak; ihtiyar’olmasına rağmen ona, kısır hanımından “Yahya” adın­da
    zeki bir çocuk verdi.

    Halbuki ihtiyarlamış
    ve çocuk doğuramayacak yaşta olan bir kadın nasıl çocuk doğurabilir? Fakat bunu
    ancak; acayip şeyler yapan, olağanüstü şeyler yaratan ve dua ettiği zaman
    ihtiyaç sahibi kimselerin çağrısına cevap veren Allah’ın kudre­ti yaptırır…

    Yüce Allah, Meryem
    Sûresinde bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Kaf, Ha, Ya,
    Ayn, Sâd. (Bu,) Rabbinin, Zekeriyyâ kuluna rahmetinin bir yadıdır. Hani o,
    gizli bir sesle Rabbine: ‘Rabbim! Benim kendimde kemik yıprandı. Baş, bembeyaz
    alev aldı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde bedbaht olmadım.
    Doğrusu ben, arkamdan, iş başına geçecek olanlar­dan endişe ediyorum. Hanımım
    da, kısırdır. Tarafından bana, bir veli (oğul) ver. Ki o, hem bana ve hem de Ya
    ‘kûb haneda­nına da varis olsun. Rabbim, onu, rızana layık kıl!’ diye ses­lenmişti.
    Allah’ta: ‘Ey Zekeriyyâ! Biz, sana, bir oğul müjdele­riz ki, onun Adı, Yahya
    ‘dır. Daha önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık’ buyurdu.

    (Zekeriyyâ:) ‘Rabbim!
    Hanımım, kısır olduğu ve ben de ihtiyarlığın son sınırına vardığım halde, benim
    nasıl bir oğlum olabilir?’ dedi. (Melekler) dedi ki ‘Öyledir, (fakat bunu,
    sana) Rabbin buyurdu: ‘O (işi yapmak) Bana kolaydır. Daha önce, sen hiçbir şey
    değilken seni de yaratmıştım’ dedi.[9]

    Hz Zekeriyyâ (a.s),
    yaşlı ve ihtiyar olmasına rağmen Hz. Meryem’in teyzesi olan hanımı Eşyâ’dan
    Salih bir çocuğu ol­du.

    Hz. Yahya, babasının
    gözetiminde iyi bir hayat yaşadı. Daha sonra Hz. Yahya (için) asıl büyük fitne;
    yaşlı, ihtiyar ve onurlu babası daha sağ iken dalalet ehlinin arzularına kurban
    edilerek kesilmesi idi.

    Salih bir Peygamber
    olan Hz. Zekeriyyâ (a.s)’m ölümü de, zalim valilerin elinde oldu. O da, ölüm
    şerbetini, oğlunun içtiği bardaktan içti. Bazı tarihçilerin kaydettiğine göre;
    Hz. Zekeriyyâ (a.s), testereyle biçilerek şehit edilmiştir.[10]Böylece
    Rabbine, şehid ve kendisinden razı olunmuş olarak kavuştu.[11]

     



    [1] Al –i İmran 3/37 37 38 En am 6/85 Meryem 19/2,7
    Enbiya21/89(ç)

    [2] Âl-i İmrân: 3/37-41;Meryem  19/1-15(ç)

    [3] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 680.

    [4] İbn Asâkir, Tarih, 5/381 (ç)

    [5] Üstad en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 268

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 681.

    [6] Enbiyâ: 21/89-90

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 681-683.

    [7] Âl-i imrân: 3/37

    [8] Â1-i imrân: 3/38

    [9] Meryem: 19/1-9

    [10] Hz. Zekeriyyyâ (a.s)’ın; normal yolla mı öldüğü, yoksa
    şehit edilerek mi? Öldürüldügü konusu alimler arasında tartışmalıdır.
    Yazarımız, Hz. Zekeriyyâ(a.s)’m, şehid edilerek Öldürüldüğü görüşü kabul
    etmektedir, (ç)

    [11] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 683-686.