Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Ay: Ocak 2014

  • HZ. ŞUAYB (A.S.) HAYATI KISSASI

    ONBEŞİNCİ BöLÜM1

    HZ. ŞUAYB
    (A.S.)
    1

    A. Soykütüğü. 1

    B.
    Medyenliler Ve Eykeliler
    . 2

    C. Hz. Şuayb
    (A.S.)’ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi
    3

    D. Müşriklerin
    Hz. Şuayb (A.S.)’ın Davetini Engellemeleri
    4

    E.
    Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri
    4

    F. Müşrik
    Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını Tehditleri
    6

    G. Şiddete
    Başvurma-Ölüm Tehditleri
    7

    H.
    Medyenliler’in Helaki
    7

    I. Eykelilerin
    Helaki
    8

    İ.
    Ashabü’r-Res
    . 10

     

     

     

    ONBEŞİNCİ
    BöLÜM

     

     HZ. ŞUAYB (A.S.)

     

    A. Soykütüğü

     

    Hz. Şuayb’ın (a.s.)
    soyu hakkında ihtilaf edilmiştir. İslâmi kaynaklarda zikredilen şecerelerden
    biri İbn İshâk rivayetine dayanır ve şöyledir: Şuayb b. Mikâil b. Yeşcür b.
    Medyen b. İb­rahim.[1] Tevrat ise onu, Hz. Musa
    (a.s.)’m kayınpederi Midyan kâhini Yetro veya Reuel olarak tanıtır.[2] Ancak
    Kur’ân-ı Kerim Hz. Musa (a.s.)’dan ve Hz. Şuayb (a.s.)’dan bahsettiği yerlerde,
    Hz. Musa (a.s.)’m Mısır’dan kaçarak, gittiği Medyen’de kızıyla evlendiği bu
    şahsın Şuayb peygamber olduğuna dair bir bilgi vermemiştir. Bu hususta
    hadislerde de malûmat yoktur. Bu ba­kımdan, Tevrat’taki bu rivayetler, tartışma
    konusu olmuştur. Taberi ve İbn Kesir gibi pek çok alim, Hz. Musa (a.s.)’m
    kayınpe­derinin Şuayb peygamber olduğunu bildiren rivayetlere itibar
    etmemişlerdir.[3]

    Ömer Ahmed Ömer de,
    Hz. Musa (a.s.)’m kayınpederi olan bu sâlih kişinin Şuayb peygamber olmadığı
    kanâatindedir ve görüşünü şöyle delillendirir:

    “Biz, o
    ihtiyarın, Şuayb peygamber olmadığı görüşünü ter­cih ediyoruz. Çünkü Hz. Şuayb
    (a.s.), kendisini yalanlayan kav­minin helakine şahit olmuş, bu felaketten
    sonra sâdece O ve mü’minler hayatta kalmıştır. Bu durumda, mü’min olması gere­ken
    çobanların, onun kızlarının hayvanlarını sulamalarına engel olmaları mümkün
    değildir. Diğer taraftan, bu kaba saba çoban­ların, umûmî felâketten önce onu
    yalanlayanlardan olması da imkânsızdır, çünkü bahsedilen bu şahıs, o sırada çok
    ihtiyar bir durumdaydı. Eğer bu ihtiyar bir peygamber olsaydı, yanında 10 yıl
    yaşayan damadına, kendi dininden bâzı şeyleri öğrettiğini duyardık. Halbuki
    Kur’ân’da bu şahıs hakkında söylenen tek şey talihlerden biri’ olduğudur. Yine
    Hz. Şuayb (a.s.), kavmine söylediği, ‘Lût kavmi sizden uzak değildir’ 4
    sözünden anlaşıldığı gi­bi, Hz. Lût (a.s.)’dan kısa bir süre sonra, yâni Hz.
    Musa {a.s.)’dan çok önce yaşamıştır. Çünkü Hz. Lût (a.s.) ve yaklaşık aynı
    yıllarda yaşayan amcası Hz. İbrahim (a.s.) zamanı ile Hz. Musa {a.s.) zamanı
    arasındaki süre, pek çok tarihçinin kabulüne[4],
    asırdan fazladır.”[5] 

     

    B. Medyenliler Ve Eykeliler

     

    Hz. Şuayb (a.s.),
    mensubu olduğu Medyenliler ve komşula­rı Eykeliler’e peygamber gönderilmiştir.
    Bâzı rivayetlere göre, Hz. Hûd (a.s.), Hz. Sâlih (a.s.) ve Rasülullah (s.a.v.)
    ile birlikte Arap asıllı dört peygamberden biri olan ve fesahati, belagatı ve
    kavmi­ni imana davet faaliyetinde gösterdiği nezâketi sebebiyle, “Pey­gamberlerin
    hatibi” unvanıyla tanınan Hz. Şuayb (a.s.), önce Medyen halkını, daha
    sonra da Eyke halkını veya ikisini birlikte kurtuluşa çağırmıştır. Kur’ân-ı
    Kerim, onun, üç yerde Medyen kavmine, bir yerde de Eyke halkına peygamber
    gönderildiğini bildirmektedir. Bu farklı bilgi, Medyenlilerle Eykeliler’in aynı
    kavim veya ayrı kavimler olduğu hususunda görüş farklılığına yol açmıştır.
    İlgili âyetlerde Hz. Şuayb (a.s.)’a “Medyenlüer’in kardeşi”
    denilmesine karşılık Eyke halkı için böyle bir ifade kul­lanılmamıştır. Yine,
    Kur’ân-ı Kerim’de iki toplumun maruz kal­dığı ilâhî azap farklı tâbirlerle
    ifâde edilmektedir. Hz. Şuayb (a.s.)’m bu iki toplumdan sâdece birine nisbet
    edilmesi ve iki toplumun çarptırıldıkları azâbm farklı tâbirlerle
    anlatılmasından hareket eden ilim adamları, bu iki halkın ayrı iki kavim olduğu­nu
    savunurlar.[6] Ancak ilgili âyetlerde bu
    iki kavim için zikredi­len ahlâkî hastalıklar ve Hz. Şuayb (a.s.)’m her iki
    topluluğa ver­diği mesaj aynıdır. Bu benzerliği esas alanlar ise, onların tek
    kavim  olduğu görüşünü  benimsemişlerdir. Klâsik  müfessirler içinde bu görüşü benimseyenlerin
    sayısı daha fazladır.[7]

    Ancak yapılan yeni
    araştırmalarda elde edilen bâzı bilgiler, bu ihtilafı ortadan kaldırmıştır.
    Buna göre, Medyenlilerle Eykelİler, iki ayrı toplum olmakla birlikte, yakın
    bölgelerde yaşa­yan aynı soya mensup iki kardeş kabiledir. İnanç sistemleri ve
    yaşayış tarzları birbirine çok yakındır. Medyenliler, Hz. İbrahim (a.s.)’m
    üçüncü hanımı Katura’dan doğma oğlu Medyen’in, Eykeliler ise yine Katura’dan doğma
    diğer çocuklarının soyudur­lar. Medyenliler’in merkezi, Akabe körfezinin doğu
    sahillerindeki Medyen şehri, Eykeliler’in merkezi ise Kuzey Arabistan’da bugün
    Tebük adını taşıyan Eyke şehridir. Coğrafyacılar, Hicaz bölgesi­nin
    kuzey-batısında, Akabe körfezinin doğu sahilinde yer alan Medyen ile Eyke
    arasındaki mesafenin, kervanlarla altı günde geçildiğini bildirmişlerdir.[8] Hz.
    Şuayb fa.s.), bu iki halkın pey­gamberi olarak görev yapmıştır. Bâzı
    kaynaklarda önce Meyden-liler’i, onların helakinden sonra da Eykeliler’i hakka
    çağırdığı belirtilsede[9] bu
    konuda da bir açıklık yoktur. İki toplumun pey­gamberliğini aynı sırada
    yürütmüş olması da mümkündür.

    Aynı soydan gelen,
    aynı dili konuşan, aynı din ve kültürü paylaşan ve yakın topraklarda yaşayan’
    bu iki toplumun, yoğun bir şekilde ticari ve beşerî ilişkiler kurmuş oldukları
    kesindir. Her iki toplumun, ticarette ileri gitmesi, her ikisinde ticarî ha­yatta
    dürüstlük ve doğruluğun kaybolması ve müşterek ahlâkî çöküntü de bunu
    göstermektedir. Bu münasebetle, bu iki kardeş topluma tek peygamber gönderilmiş
    olmalıdır.

    Medyen şehri,
    Kızildeniz sahilini takip eden Yemen-Medine-Suriye ticaret yolu ile Irak’tan
    Mısır’a giden yolun kesişme noktasında yer alması sayesinde, ticarî sahada önem
    kazanmış, dönemin büyük ticarî merkezleri arasına girmişti.[10]
    Tebük şeh­rinde de ticari hayat çok canlıydı. Ancak Hz. Şuayb (a.s.)’m gön­derildiği
    dönemde, her iki şehirde, ticari hayatta dürüstlük bü­yük ölçüde kaybolmuş,
    ölçü ve tartı işlerinde hilekârlık alıp yü­rümüştü. Fitne ve bozgunculuk son
    derece yaygınlaşmıştı.

    Önceleri ataları Hz.
    İbrahim (a.s.)’m dininde olan Medyen ve Eyke halkı, zamanla bu dini tahrif
    etmişler, giderek bütünüy­le batıl inançlara saplanmışlardı. Tevhid inancını
    terk etmişler, kendilerine uydurma ilahlar edinerek Allah’a ortak koşmaksizm
    inanmaz olmuşlardı. Bilhassa ticarî faaliyetlerde hilesiz iş yap­mıyorlardı.
    Ancak onlar, buna rağmen, Müslüman olduklarına inanıyorlar; bâtıl inançlarını
    savunarak bunlarla övünüyorlardı. [11]

     

    C. Hz. Şuayb (A.S.)’ın Peygamber Olarak Görevlendirilişi

     

    Allah Teâlâ, haktan
    uzaklaşarak küfre saplanmış Medyen halkına aralarından Hz. Şuayb (a.s.)’i
    peygamber olarak gönder­di. Onu delil ve mucizelerle destekledi. Hz. Şuayb
    (a.s.), diğer peygamberler gibi, işin başında, onları, uydurmuş oldukları sah­te
    ilahları terk edip, tek olan Yüce Allah’a kulluk etmeye çağırdı. Onları, ölçü
    ve tartıda dürüst davranmaya davet etti. Maddi ba­kımdan iyi bir durumda
    olduklarını hatırlatarak, ölçü ve tartıyı eksik yapma alışkanlığını
    bırakmalarını, aksi takdirde bu kötü adet yüzünden büyük bir azaba
    çarptırılacaklarını söyledi. Helal kazancın bereket ve haynu işaret etti.
    Söyledikleri gibi, gerçek Müslümanlar iseler, yeryüzünde fitne ve fesat
    çıkarmayı bıraka­rak kendisine iman etmeleri gerektiğini vurguladı. Kur’ân-ı Ke­rim,
    onun sözlerini şöyle aktarmaktadır:

    “Medyen halkına
    da kardeşleri Şuayb’i peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara şöyle dedi: Ey
    kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. İşte size,
    Rabbiniz tara­fından apaçık bir mucize (bir delil) gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı
    tam tutun, insanların mallarının değerini düşürmeyin. Islah edilme­sinden sonra
    yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız, bu, sizin için daha
    hayırlıdır.”[12]

    Hz. Şuayb (a.s.),
    onlara kendiliklerinden uydurdukları tan­rıları bırakıp sadece Allah’a kulluk
    etmedikleri ve içinde yüzdük­leri maddî refaha rağmen ticari hayattaki
    sahtekârlıklarını bı­rakmadıkları takdirde, şiddetli bir azaba
    çarptırılmalarından korktuğunu söylüyordu. Mü’minlerin ticarette dürüst davrana­rak
    elde edecekleri kazancın kendileri için daha hayırlı olduğunu belirtiyor,
    bununla birlikte, onların üzerinde bir gücü olmadığı­nı, onları inanmaya
    zorlayamayacağını ifâde ediyordu:

    “Medyen’e de
    kardeşleri Şuayb’i gönderdik. Şuayb onlara, ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin,
    sizin O’ndan başka hiç bir ilahı­nız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı da eksik
    tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir günün
    azabından korkuyorum. Ey kavmim! Ölçeği ve teraziyi tam dengi dengine tutun,
    insanların eşyasına densizlik etmeyin ve yeryüzünde boz­gunculuk ederek fenalık
    yapmayın! Eğer iman etmişler iseniz, Allah’ın helâlinden bıraktığı kâr, sizin
    için daha hayırlıdır. Fakat ben, sizin üzerinizde bir gözcü değilim.”[13] 

     

    D. Müşriklerin Hz. Şuayb (A.S.)’ın Davetini Engellemeleri

     

    Bütün müşrikler
    gibi,  Medyenliler de, kendilerini gerçek
    kurtuluşa çağıran peygamberlerinin davetini engellemek için harekete geçtiler.
    Bilhassa küfrün elebaşıları, sonradan Ebu Ce­hil ve arkadaşlarının yapacağı
    gibi, insanların Şuayb peygam­berle görüşmesini engellemek istediler. Ona giden
    insanları gö­zetlemek ve onunla görüşmelerini engellemek maksadıyla, yollar
    üzerine nöbetçiler yerleştirdiler. Bu gözcüler, ona gitmek isteyen insanların
    yollarına çıkarak, onun bir yalancı olduğunu söylerler ve “sizi inancınız
    hususunda fitneye düşürür ve atalarınızın di­ninden döndürür” diye
    uyarırlardı. Mü’minleri de korkuturlar ve ölümle tehdit ederlerdi. Hz. Şuayb
    (a.s.), inkarcıların insanların hak yola ulaşmasını önlemek için yaptıkları bu
    davranışı kınıyor, Cenab-ı Hakk’ın kendilerine yaptığı iyilikleri hatırlata­rak,
    O’nun bozguncuları nasıl cezalandırdığını düşünmelerini istiyordu. Sonra da,
    iman edip kendisini tasdik edenler ile onlar arasındaki hükmü Allah’a bırakmayı
    teklif ediyordu:

    “Bir de, Allah’a
    iman edenleri tehdit ederek, her caddenin başına oturup da, onları Allah’ın
    yolundan alıkoymayın ve yolun çarpıklığını arzu etmeyin. Düşünün ki, siz pek az
    idiniz, O, sizi çoğalttı ve bakın o bozguncuların sonu ne oldu! Eğer içinizden
    bir kısmı, benim gönderilmiş olduğum gerçeğe inanmış, bir kısmı da inanmamışsa,
    Allah aramızda hükmünü verinceye kadar sabre­din. O, hüküm, verenlerin en
    hayırlısıdır. “[14] 

     

    E. Müşriklerin Namazla Alay Etmeleri

     

    Müşrikler, Hz. Şuayb
    (a.s.)’ı alaya almaya ve kıldığı namaz­la istihza etmeye başladılar. Hz. Şuayb
    (a.s.) kendilerini putları terk edip Allah’a ibadet etmeye, ölçü ve tartı
    işlerinde adil dav­ranmaya ve bozgunculuğu terk etmeye çağırınca, alay ve
    istihza ile karşılık verdiler. Sanki suçluyu da bulmuşlardı: Namaz! Hz Şuayb
    (a.s.)’ı küçümseyip alaya alarak, “Babalarımızın tapmış olduğu ilahları
    terk etmemizi ve mallarımızda dilediğimiz şekilde tasarrufta bulunmaktan
    vazgeçmemizi, sana namazın mı emredi­yor?” diye soruyorlardı.  Kendisinin önceden akıllı ve uslu bir adam
    olduğunu söyleyerek, atalarında görmedikleri bu yeni dav­ranışları, onun gibi
    akıllı birine yakıştıramadıklarını belirtiyor­lardı. Kur’ân-ı Kerim, onların
    dinin direği olan namaza yönelik düşmanlık dolu alaycı sözlerini şöyle
    aktarmıştır:

    “Onlar şöyle
    dediler: Ey Şuayb, atalarımızın taptıklarını terk etmemizi veya mallarımız
    hususunda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Halbuki sen çok
    uslu ve akıllı biri­sin!”[15]

    Müşriklerin namazı
    dillerine dolamaları, şüphesiz ki, na­mazın dindeki öneminden ve hatta din ile
    aynı şey kabul edilme­sinden kaynaklanıyordu. Bu soru, aynı zamanda
    inkarcıların, mü’minlerin ibadetlerine karşı besledikleri nefret hislerinin de
    açık bir yansımasıydı. Dinin diğer emirlerinin yaşanacağının da en açık
    göstergesi olan namaz, mü’minlerin büyük bir eylemi şeklinde görüldüğü İçin,
    kâfirler her devirde namaza düşman olmuşlardır. Namazı hakkıyla kılanların
    dindarlıklarını kendi yaşantılarıyla sınırlı tutmayacakları, bu hususta
    yakınlarına da tesir edecekleri korkusu, din düşmanlarını hep tedirgin
    etmiştir. Medyen müşrikleri de, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabını, en kısa şe­kilde
    namazla tarif ettikleri için, dinin direği yerinde olan bu önemli ibâdetin,
    atalarından kalma inançlarını ve mallarını iste­dikleri gibi harcama
    hürriyetini kaldırmasından söz etmektedir­ler. Yine onlar, bu çıkışlarıyla,
    dünya hayatını iman ve ibâdet sisteminden soyutlamak eğiliminde olduklarını
    göstermişlerdir.

    Hz. Şuayb (a.s.) ile
    müşrikler arasında geçen bu tartışma-hakkında büyük müfessirlerden Râzî, şöyle
    demiştir:

    “Hz. Şuayb (a.s.)
    onlara iki şey, yani Allah’ı birlemeyi, Ölçü ve tartıda adil davranmayı
    emretti. Onlar da, onun emrettiği bu iki şeye, iki söz ile itiraz ettiler:
    Birincisi, Allah’ın birliğine inanma emrine karşılık ‘babalarımızın taptığı
    şeyleri asla terk etmeyiz’ sözünü, ikincisi de, ölçü ve tartıda eksik yapmayın
    sözüne karşı-lık, ‘mallarımızda dilediğimizi yaparız’ sözünü söylediler. Burada
    namazdan maksadın ‘din’ olma ihtimâli de vardır. Buna göre mâ­nâ şöyle olur:
    ‘Bunları sana dinin mi emrediyor?’ Namaz, en açık alâmeti olduğu için
    dine,  ‘namaz’ denilmiştir. Rivayete göre
    Hz. Şuayb (a.s.) çok namaz kılardı. Kavmi onun namaz kıldığını gö­rünce,
    birbirlerine göz kırpar ve gülüşürlerdi. ‘Namazın mı sana emrediyor?’diyerek
    eğlenir ve alay ederlerdi.”[16]

    Merhum Elmahlı da
    şöyle der:

    “Hz. Şuayb (a.s.)
    çok namaz kılıyor ve öyle tanınıyordu, ibâ­detler içinde dinin direği olan
    namaz ise, ‘gerçekten de namaz Allah’tan gerektiği şekilde korkanların
    dışındakilere ağır gelir.’ (Bakara, 2/45) âyetinde belirtildiği şekilde huşu
    ehlinden olma­yanlara pek ağır gelen, Allah’tan başkasını bir yana bıralçıp, Al­lah
    huzurunda divan durmanın, secdelere varmanın zevk ve ulvi­yetini idrak
    edemeyenlere boş ve faydasız bir uğraş gibi geldiğin­den, namaz kılanlarla alay
    edip eğlenmek, küfrün gereği ve azgın kâfirlerin öteden beri âdetleridir.
    Bundan dolayı Hz. Şuayb (a.s.)’ın kavmi de onun tevhid inancını, hukuk ve
    ahlâkla ilgili bildirdiklerini doğrudan doğruya red ve inkâr edemedikleri için,
    özellikle dolaylı yoldan değersiz göstermek üzere bütün bunları onun kıldığı
    namaza bağlayarak, geçersiz ve değersiz göstermeye çalışıyorlar, onun
    peygamberliğiyle alay etmek üzere namazıyla alay ediyorlardı.”[17]

    Hz. Şuayb (a.s.),
    davetini ısrarla devam ettirerek onlara, kendisinin gerçekten peygamber
    olduğunu, bu hususta Rabbin-den apaçık ve kesin bir delilinin bulunduğunu,
    böyle olunca, putları bırakıp tek Allah’a ibadete ve her türlü kötülükleri terk
    edip iyiliklere çağırmak durumunda olduğunu açıklıyordu. Onla­ra ne
    emrediyorsa, onları başta bizzat kendisinin yaptığını, vazi­fesinin, gücünün
    yettiği ölçüde işleri düzeltmek ve ıslahtan iba­ret olduğunu, başarıyı da
    sâdece Allah’tan bekleyip O’na tevek­kül ettiğini bildiriyordu. Kendisine olan
    düşmanlıklarının, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hud (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)’m
    kavimlerinin başla­rına gelen felâketlerin bir benzerini başlarına
    getirmesinden korktuğunu söylüyor ve gerek mekan gerekse zaman bakımın­dan Nuh
    kavminin kendilerine yakınlığını dile getirerek dikkatle­rini çekiyordu.
    Onları, imana, tevbe ve istiğfara çağırıyor, öğüt almaları için, Cenab-ı
    Hakk’in çok esirgeyici ve bağışlayıcı oldugunu. kullarına karşı engin merhamet
    ve sevgi beslediğini hatır­latıyordu:

    “Şuayb, ‘Ey
    kavmim! Ne dersiniz, eğer ben, Rabbimin katın­dan açık bir delil ile gelmişsem,
    ve O, bana kendi katından güzel bir rızık vermişse ne yapmalıyım? Size
    muhalefet etmemle, sizi menettiğim şeylere kendim düşmek istemiyorum. Ben,
    yalnızca gücümün yettiği kadar düzeltmeyi istiyorum. Başarım da Allah’ın
    yardımı iledir. Ben, yalnız O’na dayandım ve ancak O’na yöneli­rim. Ey kavmim!
    Bana karşı çıkmanız, sakın sizi Nuh kavminin veya Hûd kavminin ya da Salih
    kavminin başına gelenler gibi bir felakete sürüklemesin! Ve hatırlayın ki, Lût
    kavmi sizden fazla uzak değildir. Rabbinizden affinızı isteyin. Sonra, O’na
    tevbe edin. Şüphesiz ki, Rabbim, çok merhametlidir ve çok sevendir.’ dedi
    [18]

     

    F. Müşrik Elebaşıların Hz. Şuayb {A.S.) Ve Ashabını
    Tehditleri

     

    Hz. Şuayb (a.s.)’ın
    davetini devam ettirdiğini gören müşrik liderler, alay ve hakaretlerinden bir
    netice alamayınca, işi tehdit­le halletmek istediler. Ona ve ashabına karşı
    büyüklük taslaya­rak, atalarının dinine dönmedikleri takdirde, onları
    yurtlarından çıkaracaklarını söylediler. Hz. Şuayb (a.s.}, Allah’ın lütfuyla hi­dâyete
    ulaşmışken batüa dönmenin Allah’a karşı büyük bir iftira olacağını ve bunun
    kendileri için asla söz konusu olmadığını söyledi. İnananlar olarak,
    müşriklerin yapacağı kötülüklere asla’ aldırmayacaklarını, kendilerini Allah’ın
    iradesine teslim ettikle­rini ve her şeyin O’nun iradesi dahilinde olduğunu
    açıkladıktan sonra, Allah’a sığınıp iki taraf arasında hükmünü vermesini is­tedi.
    Buna rağmen kâfirler, onu ve ona inananları tehdide devam ettiler:

    “Kavmin ileri
    gelenlerinden büyüklük taslayanlar dediler ki: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle
    beraber iman edenleri, mutlaka ülke­mizden çıkaracağız. Yahut da bizim dinimize
    döneceksiniz.’ Şuayb da, şöyle dedi: ‘İstemesek de mi? Eğer, Allah bizi sizin
    di­ninizden kurtarmışken, tekrar ona dönecek olursak, Allah’a yaları yere
    iftirada bulunmuş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi müstesna, sizin
    dininize dönmemiz mümkün değildir. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz,
    sadece, Allah’a dayanınrz. Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak İle
    hükmünü ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısısın.’

    Kavminin ileri gelen
    kâfirleri şöyle dediler: Yemin olsun ki, eğer Şuayb’a uyarsanız, andolsun ki, o
    takdirde mutlaka zarara düşersiniz!”[19]

    Bir toplumda
    liderlerin önemi ve onların oynadığı rol, bu âyetlerden de açıkça
    anlaşılmaktadır. Toplumu idare edenler, toplum üzerinde büyük etkiye
    sahiptirler. Toplumu kendi dü­şünceleri istikametinde şekillendirip,
    istedikleri mecraya sevk edebilirler. Halk, toplumda mutlak iktidar sahibi olan
    bu sınıfın peşinden gider ve her şeyi onlardan bekler hale gelir. Düşünce ve
    kavramlar hâkim sınıf tarafından oluşturulur ve toplum onla­rın istedikleri
    kalıba sokulur. Yöneticiler, yürüttükleri vazifenin büyük bir sorumluluk
    olduğuna inanan ve icraatlarında Allah rızasını gözeten kimseler olurlarsa,
    toplumun işlerini düzeltir, her türlü kötülükleri en aşağı seviyeye
    indirebilir, toplumda sulh ve sükunu sağlayabilirler. Böyle bir toplumda
    kötülükler fazla gelişemez. Ancak, yöneticiler Medyen kavminde olduğu gibi, hak
    yoldan uzaklaşıp nefis ve arzularına teslim olmuş, isyan ve fesa­dın elebaşısı
    haline gelmiş kimseler olurlarsa, o ülkede, hukuk ve ahlâk kuralları felç olur,
    ahlâksızlık, terör ve fuhuş yaygınla­şır. Anarşi ve bozgunculuk günden güne
    şiddetlenir. Böyle bir çöküşün sonu, eski toplumlarda genellikle umumî felaket
    ol­muştur. [20]

     

    G. Şiddete Başvurma-Ölüm Tehditleri

     

    Hz. Şuayb (a.s.) ve
    ashabının kararlılığını gören müşrikler, tehditlerini gittikçe
    şiddetlendirdiler. Aralarında onu zayıf bir şahıs olarak bildiklerini, meramını
    anlatmaktan dahi aciz oldu­ğunu, kendilerinden üstün hiçbir yönünün
    bulunmadığını söy­leyerek hakarete devam ederken, sonunda onu taşla öldürmekten
    bahsettiler. Onu aslında öldürmek istediklerini, ancak kav­minin kan davasına
    kalkışmasından çekindikleri için bunu yapmadıklarını söylediler. Hz. Şuayb
    (a.s.), onlara aşiretinden değil, Allah’tan çekinip korkmaları gerektiğini
    söyledi ve asıl güç sahibinin Allah olduğunu O’nun ilminin yaptıkları şeylerin
    ta­mamını kuşattığını hatırlattı. Onların tehditlerine aldırmadığını ve Allah
    tarafından kendisine verilen tebliğ vazifesini her ne pa­hasına olursa olsun
    devam ettireceğini açıklayıp onlara meydan okudu. İleride rezil ve rüsvay edici
    azaba kimlerin uğrayacağını ve yalancıların kimler olduğunu birlikte
    göreceklerini söyledi:

    “Bunun üzerine
    kavmi şöyle cevap verdi: ‘Ey Şuayb, biz, senin söylediklerinin çoğunu
    anlamıyoruz. Ve aramızda seni çok zayıf bir kimse olarak görüyoruz. Eğer
    kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen bizim aramızda bir
    itibarın da yoktur.

    Şuayb, ‘Ey kavmim,
    benim yakınlarım sizin için Allah’tan daha mı önemli ki, O’nu arkanıza atıp
    unuttunuz. Bilin ki, Rabbim, bütün yaptıklarınızı ilmiyle kuşatmıştır. Ey
    kavmim! Bü­tün gücünüzle yapacağınızı yapın, ben de yoluma devam edece­ğim!
    İleride rezil ve rüsvay edici azabın kime dokunacağını ve kimin yalana olduğunu
    bileceksiniz. Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekliyorum!’ dedi.
    [21] 

     

    H. Medyenliler’in Helaki

     

    Kur’ân-ı Kerim, Medyen
    ve Eyke halkının uğratıldığı azap­tan çok kısa bahsetmiş, teferruata
    girmemiştir. Bu hususta ver­diği bilgi, Medyen halkının korkunç bir gürültüyle
    birlikte mey­dana gelen şiddetli bir depremle, Eyke halkının ise gölge azâbıyla
    helak edildiği, Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının ise Allah’ın rahme-tiyle her iki
    azaptan hariç tutulduğunun bildirilmesinden ibaret­tir.

    Medyen halkına
    gönderilen bu azap, A’raf ve Ankebut sûre­lerinde şiddetli bir deprem (=recfe)
    olarak zikredilir. Bu deprem sonucu inkarcı zâlimlerin tamamı, bulundukları
    yerlerde ölmüşler ve cansız eşyalar haline gelmişlerdi. Sanki onlar, daha önce
    bu yurtlarında ikâmet edip, orayı şenlendirmemişlerdi. Müşrik­lerin bu korkunç
    sonunu gören Hz. Şuayb (a.s.), geçmişin bir muhasebesini yaparak, onlara karşı
    üzerine düşeni yaptığını, Allah’ın mesajını onlara ulaştırdığım ve öğüt
    verdiğini söyledik­ten sonra sözlerini şöyle tamamlamıştı: “Şimdi kâfir
    bir kavme nasıl acırım?” Merhum Elmalılı’nm ifadesiyle, “Hz. Şuayb
    (a.s,), ilk önce kavminin helak olmasından dolayı bir üzüntü duydu, fa­kat onların
    üzülmeye lâyık olmadıklarını ve küfürleriyle azabı hak et-tiklerini düşünerek,
    onlarla olan bütün manevî ilgisini kesti. Kısacası ‘oh olsun!’ demedi; ancak
    ‘vah’ etmenin de caiz olmaya­cağını düşünerek ve böyle söyleyerek onlardan
    tamamen yüz çe­virdi,”[22]
    Onların basma gelen korkunç deprem, A’râf sûresinde şöyle anlatılmaktadır:

    “Derken onlan
    şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çökekaldılar.
    Böylece Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç safa sürmemiş gibi oldular. Asıl
    hüsrana uğra­yanlar, Şuayb’ı yalanlayanlar olmuştu. Şuayb onlardan öteye döndü
    ve, ‘Ey kavmim, Allah biliyor ki, size Rabbimin mesajını ilettim, size öğüt de
    verdim; şimdi kâfir bir kavme nasıl acınm?’ dedi.[23]

    Ankebût sûresinde de
    şöyle denilmektedir:

    “Medyen kavmine
    de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik; vardı dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet edin
    de son güne ümit besle­yin; bozgunculukla yeryüzünü berbat etmeyin!’ Buna karşı
    onu yalanladılar, derken, onları şiddetli bir deprem (=recfe) yakalayı­verdi de
    yurtlarında dizleri üstü çökekaldılar.”[24]

    Hud sûresinde ise,
    Medyenliler’in helakinin, korkunç bir gürültü sonucu olduğu ve Allah Teâlâ’dan
    bir lütuf olarak Hz. Şuayb (a.s.) ve ashabının bu azaptan kurtulduğu
    bildirilmiştir:

    “Emrimiz
    geldiğinde, Şuayb’ı ve beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle
    kurtardık. O zulmedenleri ise, dehşet verici bir ses (=sayha) yakaladı ve
    yurtlarında çöküp kaldılar.

    Sanki orada şenlik
    kurmamışlardı. Bak işte Semûd gibi Medyen de defolup gitti.”[25]

    Medyen kavminin helaki
    hakkında biri şiddetli bir deprem, diğeri korkunç bir gürültü olarak iki
    felâketten bahsedilmesi, bu iki 
    hâdisenin  birlikte  vuku 
    bulduğunu  göstermektedir.   Buna göre, korkunç bir gürültüyle birlikte
    şiddetli bir deprem meyda­na gelmiş olmalıdır.
    [26]

     

    I. Eykelilerin Helaki

     

    Hz. Şuayb (a.s.}, az
    önce açıkladığımız gibi, bazı tarihçilere göre Medyenliler’in helakinden sonra
    Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti.[27]
    Eykeliler de, Medyenliler gibi, şirke düş­müşler, ölçü ve tartı işlerinde
    dürüstlükten tamamen ayrılmış­lardı. Hz. Şuayb (a.s.), onlara da, kendisinin
    Allah tarafından görevlendirilen bir elçi olduğunu söyleyerek onları Allah’a
    ibâde­te çağırdı. Kendisine uyarak Allah’ın emirlerini dinlemelerini istedi.
    Yürüttüğü görev karşılığında onlardan herhangi bir ücret istemediğini,
    hizmetinin karşılığını yalnızca Allah’tan beklediğini söyledi. Medyen halkının
    başına gelen felâketten ibret alarak fesat ve bozgunculuktan kaçınmalarını,
    ölçü ve tartıyı doğru bir şekilde yapmalarını ve Allah’tan korkmalarını emretti.

    Ancak Eykeliler de,
    komşuları Medyenliler gibi, onun sözle­rine kulak asmadılar. Peygamberlerini
    yalanlayıp, ona kendileri gibi bir beşer, üstelik büyüye mâruz kalmış bir insan
    olduğunu söylediler. Daha da ileri giderek, eğer doğru söylüyorsa, hemen gökten
    üzerlerine bir azap indirmesini istediler. Hz. Şuayb (a.s.), “Rabbim
    yaptıklarınızı daha iyi bilir” diyerek onları Allah’a havale etti.
    Sonunda, Hz. Şuayb (a.s.)’ı yalanlayan bu kavim de azaba uğratıldı. Onların
    üzerine gönderilen azap, “azâbu yevmi’z-zulle/gölge gününün azabı”
    adını taşıyan bir azap idi. Kur’ân-i Kerim, bu azap hakkında şu bilgiyi
    vermektedir:

    “Eyke halkı da,
    gönderilen peygamberleri yalanladı. Şuayb o zaman onlara şöyle demişti: ‘Siz,
    Allah’tan korkmaz mısınız?

    Haberiniz olsun, ben
    size gönderilmiş bir peygamberim. Gelin Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
    Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabbine
    aittir. Ölçeği tam ölçün ve hak yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile
    tartın! Halkın eşyalarını değerinin altına düşürmeyin ve yeryü­zünü anarşi ile
    fesada vermeyin. Sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan Yaratıcı’dan korkun!’

    Şöyle dediler: ‘Sen
    muhakkak büyülenmişlerdensin. Sen de bizim gibi bir beşerden başka nesin!
    Doğrusu biz, seni yalancılar­dan sayıyoruz. Üzerimize gökten bir parça
    düşürüver, eğer doğru söyleyenlerden isen!’

    Şuayb, ‘Rabbim
    yaptıklarınızı daha iyi bilir.’ dedi. Hülâsa onu yalanladılar, kendilerini de o
    gölge gününün azabı yakalayı-verdi. O, cidden büyük bir günün azabı idi.
    Şüphesiz, bunda alı­nacak bir ibret vardır; ne var ki çoğu yine de iman
    etmediler.[28]

    Rivayete göre, Allah,
    onlara şiddetli bir sıcaklık musallat etmişti. Sıcaktan bunaldıklarında,
    rüzgarda serinlemek arzusuy­la kırlara çıktılar. Bu esnada gönderilen bir
    bulut, onları sevin­dirmişti. Çünkü onun gölgesine sığınarak sıcaktan
    kurtulabilir­lerdi. Bu maksatla bulutun altında toplandılar. Ancak bulut, bir
    anda şimşek ve ateş yağdırmaya başladı ve hepsini helak etti.[29]

    Kur’ân-ı Kerim’de Eyke
    halkının helakinden üç yerde daha söz edilmiştir. Onların cezalandırılma
    sebeplerinin de zikredildiği bu âyetlerde şöyle buyurulmaktadır:

    “Eyke sakinleri
    de, doğrusu ıslah olmaz zâlim kimselerdi. Ve bu yüzden, onları da hakettikleri
    cezaya uğrattık. Gerçek şu ki, Lüt kavmi ve Eyke halkı, geride bıraktıkları
    harabeleri (bugün dahi) görülebilen bir ana yol üzerinde yaşamaktaydılar.[30]

    “Semüd kabilesi,
    Lüt kavmi ve Eyke sakinleri de aynı şekil­de hakikati yalanlamışlardı. Onların
    tümü inkârda birleştiler. Hepsi de peygamberleri yalanladılar ve bu nedenle
    cezamızı hak ettiler.[31]

    “Ve Eykeîüer ve
    Tubba’ halkı, onların hepsi peygamberleri yalanladılar ve bunun üzerine onları
    uyardığım şey başlarına geldi.[32]

    Eykelüer’in helakinden
    sonra, bu azaptan da kurtulan Hz. Şuayb (a.s.) ve ona iman edenlerin nereye
    gittikleri ve nasıl bir hayat sürdükleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur.
    Ancak bâzı rivayetlerde, onun ve arkadaşlarının Mekke’de vefat ettikleri ve Mescid-i
    Haram’da Darünnedve ile Benî Sehm kapısı arasındaki bir bir yere
    defnedildikleri bildirilmiştir.[33]

     

    İ. Ashabü’r-Res

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Nuh
    kavmi, Âd ve Semüd kabileleriyle birlikte iki yerde adı zikredilen ve bu
    toplumlar gibi peygamber­lerini yalanlamaları yüzünden helak edildikleri
    bildirilen Asha-bü’r-res hakkında ihtilâf edilmiştir. Bu toplumun kimler
    olduğu, nerede ve ne zaman yaşadığı hususunda farklı rivayetler nakle­dilmektedir.
    Onların Yemâme’de Felç denilen beldede yaşamış olan bir toplum olduğu, Yasin
    sûresinde bahsedilen Ashabül-karye olduğu veya Azerbaycan’da yaşayan ve
    peygamberlerini öldüren bir kavim olduğu rivayetleri yanında, Şuayb kavmi ol­duğunu
    bildiren rivayetler de vardır.[34]
    Kimlikleri meçhul kalan bu toplum hakkındaki âyetlerin meali şöyledir:

    “Ve Âd toplumunu,
    Semüd toplumunu ve Ress halkını ve bunların arasında gelip geçen daha nice
    günahkâr nesilleri toplu­ca cezalandırdık. Oysa her birine uyana dersler,
    örnekler vermiş­tik; ama bunlara aldırmamaları üzerine hepsini yerle bir ettik.[35]

    “Onlardan önce
    Nuh kavmi, Ashâbu’r-res ve Semüd kavmi de hakikati yalanladı. Âd kavmi, Firavun
    kavmi, Lût kavmi de. Ve Eykeîüer ve Tubba’ halkı, onların hepsi peygamberleri
    yalanladı­lar ve bunun üzerine onları uyardığım şey başlarına geldi.[36]

     

     



    [1] Salebi,126.

    Hz. Şuayb (a.s.)’ın ismi Kur’ân-ı Kerim’de 10 defa geçmektedir. Onun
    isminin geçtiği âyetler şunlardır: A’râf sûresi,7/85., 88, 90, 92; Hûd sûresi,
    1İ /84, 87, 90, 95; Şuarâ sûresi, 26/177; Ankebut sûresi, 29/36.

    [2] Çıkış, 2/18; 3/1.

    [3] Bu konudaki rivayetler için bkz. Neccâr, 202-205.

    [4] Hud sûresi, 11/89.

    [5] Ö. Ahmed Ömer, I, 173.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 374-375.

    [6] Mukaddesi, el-Bed’ ue’t-târih, III, 76; Îbnül-Cevzî,
    el-Muntazam, Beyrut  1358, I, 324-325.

    [7] Bu görüşte olanlardan Ibn Kesir, Medyen adının hem
    kabile hem de şehire verilen bir isim olduğunu, halka Ejke de denildiğini
    söyler (Muhtasam İbn Kesir, 11,53).

    [8] Eyke, sık ve ağaçlan birbirine girift ormanlığa denir
    {Muhtüru’s-sıhah, I, 14; hisûnül-arab, VI, 192; X, 394). Bölgede sık bir orman
    bulunduğu için halkına, “Ashab-ı Eyke” denmiştir. Yakut, Eyke^i
    anlatırken, Medyen ile Tebük arasında­ki mesafenin 6 fersah olduğunu ve Tebük
    halkının şehirlerinin eski adini Eyke olarak bildiklerini; ancak kendisinin
    tefsir kitaplarında böyle bir bilgiye rastla­madığım söyler [Mu’cem, I, 291;
    II, 14). Ruşâtî ise şöyle.der: “Eyke, Hz. Şuayb (a.s.)’m gönderildiği deniz
    sahilinden Medyen’e varıncaya kadar devam eden böl­gedir. Bu mıntıkanın ağaçlan
    Mukil, yani Zamk-ı Arabî üretilen ağaçtır.” Tecrid-ı Sarih Tercemesi, IX,
    154 ).

    [9] îbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75.

    [10] Sonraki asırlarda da önem kazanan Medyen’in adı,
    İslâmî dönemde ilk olarak, Rasülullah (s.a.v.)’în Zeyd b. Harise komutasında bu
    şehir üzerine tertiplediği bir seriyye dolayısıyla geçer. Eyke’den Medine’ye
    giden hacıların takip ettikleri hac yolu üzerinde ikinci konak durumunda olan
    bu şehir, IX. asırda Önemli bir tica­ret merkezi idi. Ancak zamanla önemini
    kaybettiği, hatta XIV. asırda harabe ha­line geldiği bildirilir.

    [11] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 375-377.

    [12] A’raf sûresi, 7/85.

    [13] Hud sûresi, 11/84-86.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378.

    [14] Araf sûresi, 7/86-87.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 377-378.

    [15] Hud süresi, 11/ 87.

    [16] Tefsir, XVIII, 42.

    [17] Hak Dini, IV, 561.

    [18] Hud sûresi, 11/88-90.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 379-382.

    [19] A’raf sûresi, 7/88-90.

    [20] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 382-383.

    [21] Hud sûresi, 11/91-93.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 383-384.

    [22] Hak Dini, IV, 81.

    [23] A’raf sûresi, 7/91-93.

    [24] Ankebut sûresi, 29/36-37.

    [25] Hud sûresi, 11/92-93.

    [26] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 384-386.

    [27] İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, XXIII, 75.

    [28] Şuara süresi, 26/176-189.

    [29] Eykeliler’e verilen bu azapla ilgili rivayetler için
    bkz. îbn Asâkir, XXIII, 76-78.

    [30] Hıcr sûresi, 15/78-79.

    [31] Sâd sûresi, 38/13-14.

    [32] Kâf sûresi, 50/14.

    [33] Bu rivayetler için bkz. İbn Asâkir, XXIII, 80.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 386-388.

    [34] Âlûsi, Tefsir, XIII, 32;
    Harman, “Ashâbü’r-res”, DİA,
    III, 469.

    [35] Furkan sûresi, 25/38-39.

    [36] Kâf sûresi, 50/12-14.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 388.

  • HZ. ZÜLKİFL (A.S.) HAYATI KISSASI

    ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM1

    HZ. ZÜLKİFL (A.S.) 1

     

     

     

    ONDÖRDÜNCÜ
    BÖLÜM

     

    HZ. ZÜLKİFL (A.S.)

     

    Kur’ân-ı Kerim, iki
    âyette, diğer bâzı peygamberlerle birlikte Hz. Zülkifl (a.s.)’m adını da
    zikretmiş ve onların bâzı özelliklerini açıklamıştır:

    “Ve îsmâÜ’i,
    îdris’i ve Zülkifl’i hatırla ki, onların hepsi sabre­denlerdendi. Ve bu yüzden
    onların hepsini rahmetimizle kuşat­mıştık; onlar gerçekten dürüst ve erdemli
    sâlih kimselerdi.![1]

    “İsmail’i,
    Elyesa’yı ve Zülkifl’i hatırla; onların tamamı, seçil­miş hayırlı
    kimselerdendi”[2]

    Zülkifl’in adının bu
    âyetlerde peygamberlerin isimleriyle birlikte zikredilmesi, sabredenlerden,
    seçilmişlerden ve Allah tarafından ödüllendirilenlerden olduğunun belirtilmesi,
    onun da peygamber olduğunu gösteren bir delil olarak değerlendirilmiş­tir.
    Kur’ân-ı Kerim’de ve güvenilir hadis kaynaklarında peygam­ber olduğuna işaret
    eden başka bir bilgi bulunmaması sebebiyle peygamberliği tartışılsa da, bâzı
    alimlere göre onun hakkındaki meşhur görüş peygamber olduğudur.[3] Ancak
    onun hakkında, sâlih bir kimse, âdil bir hâkim veya önceden günahkâr biri oldu­ğu
    halde samîmi bir şekilde tevbe edip, kabul edilen bu tevbesinin ardından ölen
    bir genç olduğu görüşleri de ileri sü­rülmüştür. Yine, onun Şuayb peygamber,
    Yüşâ peygamber, Elyesa peygamber, Zekeriya peygamber veya Hezekiel peygamber
    olduğu da söylenmiştir.[4] Bâzı
    rivayetlerde ise, önce geçtiği gibi, onun Eyyûb peygamberin Bişr adındaki oğlu
    olup, babasından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Anadolu veya Suriye
    bölgesinde yaşayıp 75 veya 95 yaşında öldüğü zikredilmektedir.[5]

    Bu konuda tatmin edici
    bir neticeye ulaşamadığı anlaşılan Taberî, onun kimliği hakkında görüş belirtmemiştir.[6] Bu
    arada, onun Budizm’in kurucusu Buda olduğunu söyleyenler de çık­mıştır. Bâzı
    araştırmacılar, Buda’nın köyünün adı ve babasının adından hareketle, böyle bir
    sonuca ulaşmışlardır. Kur’ân ve hadislerde kendisinden hiç bahsedilmeyen
    Buda’nın doğum yeri Kapilavastu’dur. Bu görüşü ortaya atanlara göre, Kifl
    kelimesi Kapüavustu’nun Arapçalaşmış şeklidir. Zülkifl de Kapilavastulu
    demektir. Bunu destekleyen delil, Kifl kelimesi ile Buda’nın ba­basının ismi
    olan Suddhudâna kelimesinin aynı anlamı taşıma­sıdır; bu iki kelime de temiz
    besin, besleyici gıda demektir. Bu görüşü ileri sürenler, Tîn sûresinde
    zikredilen incir ağacının, Buda’nın altında Nirvanaya ulaştığı incir ağacı
    (Bodhi) olduğunu belirtmişlerdir.[7]

    Peygamber olduğunu
    kabul eden alimlere göre, Zülkifl’den sonra görevlendirilen ilk peygamber,
    Medyen halkına gönderilen Hz. Şuayb (a.s.) olmuştur.[8]

    Tirmizî’nin İbn
    Ömer’den naklettiği bir hadise göre, Benî İsrail’de Kifl adını taşıyan günahkâr
    bir genç vardı. Bu genç, para karşılığında bir kadınla birlikte olmak istemiş,
    bu esnada kadının titreyip ağlamaya başladığını görünce bunun sebebini sormuş,
    kadının, o ana kadar hiç yapmadığı bu kötü işi, son derece muhtaç bir duruma
    düştüğü için yapmak zorunda kaldı­ğını söylemesi üzerine, onunla birlikte
    olmaktan vazgeçmiş ve ihtiyacını karşılaması için para verip onu serbest
    bırakmıştır. Sonra da, artık ebediyen Allah’a isyan etmeyeceğine, zina veya başka
    bir günah işlemeyeceğine yemin etmiştir. Bu genç, bu tevbesinin ardından aynı
    gece ölmüştür. Söylendiğine göre, öl­düğü günün sabahı, onun kapısının önünde
    “Allah, Kifl’in bütün günahlarım bağışlamıştır” yazılı bir mektup
    bulunmuştur.[9] Anla­şıldığı gibi bu
    hadiste, tanıtılan şahsın Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen Zülkifl olduğuna dâir
    herhangi bir işaret yoktur. Tirmizî’nin rivayetinde Kifl adıyla tanıtılan bu
    genç, kısas-ı enbi­yâ ve tarih kitaplarında Zülkifl olarak geçmekte, âyetteki
    Zülkifl hakkında nakledilen görüşler arasında zikredilmektedir.[10] Bu
    iki ismin birbirine karıştırılmasını hata olarak değerlendiren İbnül-Cevzî,
    önceden günahkâr olup tevbe ettiği gün Ölen bir gencin, davet ve sabırda
    sınanmadığı için peygamberliğini düşünmenin yanlış olacağını söyler.[11]

    Onun sâlih bir kimse
    olduğu görüşünde olan Mücâhid’den aktarılan bir rivayete göre, yaşlanan Elyesa
    peygamber, kendi­sinden sonra insanları yönetecek birini yerine geçirip, nasıl
    icrâ­âtta bulunacağını görüp sınamak ister. Üç şartı kabul eden biri­ni yerine
    tayin edeceğini söyler ve şartlarını açıklar: Gündüzleri oruç tutacak,
    gecelerini İbâdetle geçirecek, ne yaparlarsa yapsın­lar kimseye kızıp
    öfkelenmeyecek.

    Bu şartlan yerine
    getireceğini söyleyen şahsın teklifini bi­rinci gün reddeden Elyesa, şartlarını
    ertesi gün de tekrar eder ve bu defa yine aynı şahıs talip olunca onu bu işe
    seçer.[12] Bu
    görüş mensuplarına göre, Zülkifl, Elyesa peygamberin ölümünden son­ra onun
    makamına oturan ve verdiği sözleri yerine getirdiği için “Zülkifl”
    adı verilen bu gençtir. [13]

     

     



    [1] Enbiyâ sûresi, 21/85-86. Klasik müfessirler, âyette
    geçen “Zü’I-kifl” kelimesini isim olarak düşünmüşler ve bu ismi
    taşıyan şahsın peygamber olup olmadığı hakkında çeşitli görüşler ileri
    sürmüşlerdir. Bu konuda güvenilir bir hadis ve kuvvetli bir rivayet olmayışını
    da dikkate alan Muhammed Esed, bu tamlamanın bir isim değil bir sıfat olduğu
    görüşüne ulaşmıştır. Ona göre, “sahip mânasinda olup muzaf olarak
    kullanılan zû kelimesiyle, bir şeyi yapmayı üzerine aldı, tekef­fül etti
    anlamına gelen tekeffele fiilinin mastarından yapılmış olan” bu tamlama
    bir isim değil, kendisini yeminle Allah’a bağlayan kişi veya kişiler mânâsında
    â-yette isimleri geçen peygamberlerin müşterek bir sıfatıdır. Peygamberlerin,
    ken­dilerini andla Allah’a bağlayıp O’nun mesajını İnsanlara ulaştırmakla
    mükellef olmalarına işaret eder. Esed, buna göre âyetin mealini şöyle
    vermiştir. “Ve Ismal ile İdris’i ve onlar gibi kendisini andla Allah’a
    bağlayan herkesi (Zül-kifl) an.. (Kur’ân Mesajı, 661).

    [2] Sâd sûresi, 38/45.

    [3] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyü, I, 320; Tefsir, IV, 5S3.
    Ancak bâzı müfessirler. alimlerin çoğunun, onun Benî İsrail’den sâlih bîr adam
    olduğunu kabul ettiklerini söy­lemektedirler fbkz. Kurtubî, Tefsir, XI, 327;
    Şevkanı, Tefsir, III, 420).

    [4] Aynı yerler.

    [5] Salebi, 164, ayrıca bk. Ebu’s-Suûd, Tefsir, VI, 82.

    [6] Tefsir, XVII, 73..

    [7] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi (trc. Sâlih
    Tuğ), istanbul 1980, I, 700 (par. 1065); Le Saint Coran, Maryland 1989, s. 329,
    597.

    [8] Taberî, Tarih, I, 167; İbnül-Esİr, I, 136.

    [9] Tirmizî, Kıyamet, 48.

    [10] Sa’lebî, 262; İbn Kesir, el-Bidûye. I, 226.

    [11] Tefsir, V, 380.

    [12] İbn Kesir, Tefsir, IV, 586; Salebi, 261.

    [13] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 370-372.

  • HZ. HARUN (A.S.) HAYATI KISSASI

    ONYEDİNCİ BÖLÜM1

    HZ. HARUN
    (A.S.)
    1

     

     

     

     

    ONYEDİNCİ
    BÖLÜM

     

    HZ. HARUN (A.S.)

     

    Hz. Harun (a.s.)’ın
    adı Kur’ân-ı Kerim’de yirmi yerde geç­mekle birlikte, hayatı hakkında fazla
    bilgi verilmemektedir. Ge­nellikle yardımcısı olduğu küçük kardeşi Hz. Musa
    (a.s.) ile be­raber zikredilmiş ve onun yanında ikinci plânda kalmıştır.

    Kız kardeşleri
    Meryem’in küçüğü olan Hânın, Hz. Musa (a.s.)’dan üç yaş büyüktür. Mısır’da
    İsrailoğulları’na ağır baskı uygulayan Firavun II.Ramses zamanında, erkek
    çocuklarının öl­dürülmesi emrinden önce veya uygulamanın bu çocukların bir yıl
    öldürülüp diğer yıl sağ bırakılması şeklinde yürütülmesi do­layısıyla onların
    öldürülmediği yıl içinde doğduğu zikredilmekte­dir.[1]
    Hayatının ilk yılları hakkında bilgi bulunmayan Hz. Harun (a.s.), Tevrat’ta
    bildirildiğine göre Elişeba ile evlenmiş ve ondan dört oğul sahibi olmuştur.[2]

    Hz. Mûsâ, Medyen
    dönüşü Sînâ dağında peygamber olarak görevlendirilip tebliğ için Firavun’a
    gitmesi emredilince, bu ağır görevi yerine getiremeyeceği endişesiyle,
    dilindeki tutukluğu ha­tırlatıp Yüce Allah’tan güzel konuşan ağabeyi Harun’u
    kendisine yardımcı olarak vermesini ve onu bu göreve ortak kılmasını is­temişti.
    Bunun üzerine Allah, önceden geçtiği gibi, onun bu dileğini kabul etti ve
    Harun’u da peygamber olarak görevlendirip küçük kardeşi Hz. Müsâ (a.s.)’a
    yardımcı tayin etti.[3]
    Bundan itibaren Harun, kardeşine vekâlet ettiği durumlar hariç, hep o-nun
    yanında bulundu. Peygamberlik görevini üslendikten sonra Mısır’a dönen
    kardeşiyle birlikte tebliğ için Firavun’un huzuruna çıktı. Sihirbazlarla
    müsabaka sırasında onunla beraber oldu.

    Hz. Mûsâ, Allah
    tarafından mikâta çağrılıp Sînâya çıktı­ğında yerine onu vekil bırakmıştı. Hz.
    Harun (a.s.), bu görevi esnasında büyük zorluklar yaşadı; bütün gayretine
    rağmen kav­minin Sâmirî isimli şahıs tarafından yapılan altın buzağı heykeline
    tapmasını engelleyemedi. “Ey kavmim! Andolsun siz bununla fitneye  düşürüldünüz. 
    Rabbiniz çok esirgeyendir, siz bana uyun, emrime itaat edin” (Tâhâ,
    20/90) diye çırpındıysa da, sözünü İçlerinden ancak küçük bir gruba d inle te
    bilmişti.[4]

    Hz. Mûsâ (a.s.), Sînâ
    dağından dönünce, kavminin altın buzağıya tapmasını ve bu yüzden şirke
    düşmesini engelleyeme-diği gerekçesiyle Hz. Harun (a.s.)’i şiddetli bir şekilde
    azarlamış; saçından ve sakalından çekip şiddetle sarsmıştı. Bunun üzerine
    Hânın, bu hususta çok uğraştığını söyledi ve daha fazlasını ni­çin yapamadığını
    şöyle açıkladı:

    “Ey anamın oğlu,
    saçımı başımı tutma! Ben, senin, İsrail-oğulları arasında ayrılık çıkardın,
    sözümü tutmadın’ diyeceğinden korktum.”[5]

    İsrâiloğulları’nm kırk
    yıl müddetle Tîh sahrasında sürgün cezasına çarptırılmasından sonra yine
    kardeşinin yanında olan Hz. Harun (a.s.), bu sürenin sonlarına doğru Hz. Musa
    (a.s.)’dan bir süre önce vefat etti. Onun vefatıyla ilgili çeşitli rivayetler
    ak­tarılmıştır. Bu rivayetlerden birine göre, Allah Teâlâ, Harun’un ruhunu
    alacağını Hz. Mûsâ (a.s.)’a bildirir ve onu bir dağa ge­tirmesini söyler. Bu
    dağa geldiklerinde, benzeri görülmemiş bir ağaç, bir ev ve üzerinde yatak olan
    bir sedir bulurlar. Bu yatağa uzanan Hz. Harun (a.s.)’ın ruhu kabzedilince
    yatak ve ev semâya yükseltilir. Geriye yalnız dönen Hz. Mûsâ (a.s.),
    İsrâiloğullan tarafından kardeşini Öldürmekle itham edilir. İftiracılar, onun
    bu cinayeti halkın Harun’u daha fazla sevmesi yüzünden kıskançlık sebebiyle
    işlediğini söylerler. Hz. Mûsâ (a.s.), durumu Al-lah’a arz edince, Harun’un
    üzerinde vefat ettiği yatak onların yanına indirilir ve bu manzara karşısında
    gerçeği kabul ederler. Bir di­ğer rivayette, semâya çekilme söz konusu
    değildir. Dolayısıyla Hz. Mûsâ (a.s.), onu dağda defneder ve kavminin kendisini
    it­hamı üzerine, onları kabre götürür. Kabrin başına varıldığında Allah’ın
    lütfuyla canlanan Hz. Harun (a.s.), gerçeği onlara açıklar ve tekrar ruhunu
    teslim eder.[6]

     

     



    [1] Salebî,168; İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, II, 468.

    [2] Çıkış, 6/23; Sayılar, 3/2.

    [3] Meryem sûresi, 19/53; Tâhâ sûresi, 20/29-36; Purkân
    süresi, 25/35.

    [4] Ne gariptir ki, Tevrat’ta bu buzağının Hz. Harun
    (a.s.J tarafından yapıldığı söylene­rek ona büyük bir iftirada bulunulmaktadır
    (Çıkış, 32/2-6; Tesniye, 9/20). Ayrıca o, kâhinler sınıfının atası olarak
    gösterilmekte ve Rab Yahve’nin emri ve Hz. Mû­sâ (a.s.)’m yardımıyla kâhinlik
    müessesesini kurduğu söylenmektedir(Çikış, 28/1-2; 29; 40/12-15). Hz. Mûsâ
    (a.s.)’a ait çeşitli mucizelere vesile oian asa da Tevrat’ta bazen Harun’a
    nisbet edilmiştir (örnekler için bkz. Çıkış, 7/19-20; 8/1-7, 16-17).

    [5] Tâhâ sûresi, 20/92-94.

    [6] Salebi, 214-216; ayrıca bkz., İbnül-Esir, I, 199-200.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 464-466.

  • HZ. İBRAHİM HAYATI

     

    HZ. İBRAHİM (A.S.)
    YEDİNCİ BÖLÜM
    HZ. İBRAHİM (A.S.)
    A. Künyeleri, Lakabı Ve Ülü’l-Azm Peygamber’den Oluşu

    Kur’ân-ı Kerim’de hakkında en fazla bilgi verilen peygam­berlerden olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın en meşhur künyesi, peygam­berler babası mânâsına gelen “Ebu’l-enbiyâ”dır.[1] Bu künye, kendisinden sonraki Kur’ân-ı Kerim’de isimleri geçen 16 pey­gamberden 14’ü onun neslinden geldiği için verilmiştir.[2] Bu pey­gamberlerin ilk ikisi, bilindiği gibi onun oğulları Hz. İsmail (a.s.) ve Hz. İshak (a.s.)’dır. Geriye kalan 12 peygamberlerden sadece biri, yâni Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Hz. İs­mail (a.s.)’m, diğerleri ise Hz. îshak (a.s.)’m soyundandir. Hz. İshak (a.s.)’m neslinden gelenler, “İsrail” lâkabını taşıyan oğlu Hz. Yakub (a.s.)’a nisbetle Benî İsrail peygamberleri olarak bi­linmektedirler.

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’dan sonra peygamber­liğin onun nesline tahsis edildiğine işaret edilerek şöyle denil­mektedir:

    “Ona (ibrahim’e) İshak ve Yakub’u bağışladık. Peygamberli­ği ve kitaptan, onun soyundan gelenlere verdik. Ona dünyada mükâfatım verdik. Şüphesiz O, âhirette de sâlihler zümresindendir”[3]

    Hz. İbrahim (a.s.) neslinden gelen bu peygamberlerin isim­leri, Kur’ân-ı Kerim’de bir arada zikredilmiş bulunmaktadır:

    “Biz ona (İbrahim’e), İshak ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da armağan ettik; hepsini de hidâyete erdirdik. Nitekim daha önce de Nuh’u hidâyete erdirmiştik. Ve onun neslinden Davud’u, Süley­man’ı, Eyyüb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da hidâyete erdir­miştik. Biz, iyi davrananları işte böyle mükâfatlandırırız. Zekeri-ya, Yahya, İsa ve İlyas’ı da doğru yola iletmiştik. Hepsi de iyiler­dendi. İsmail, Elyesa1, Yunus ve Lût’u da hidâyete erdirdik. Hep­sini âlemlere üstün kıldık.[4]

    Hz. İbrahim (a.s.)’m diğer meşhur bir künyesi de, misafirler babası mânâsına gelen “Ebu’d-dîfan veya Ebu’l-edyâf” dır. Çünkü o, son derece misafirperver bir insandı. Misafirleri olduk­ça bol olur ve onları en güzel şekilde ağırlardı. Konukları için kızartılmış dana ve koyun eti başta olmak üzere en güzel yemek­ler ikram ederdi.

    Kendisinden sonraki peygamberlerin atası olması münase­betiyle, üç semavî din mensupları olarak Müslümanlar, Yahudi­ler ve Hıristiyanlar nazarında, Hz. İbrahim (a.s.)’m müstesna bir yeri vardır, Allah Teâlâ da onu emsalsiz meziyetlerle donatmış, muttakîlere imam ve rasüllere Örnek kılmıştır. Rasülleri içinden onu, kendisine özel bir dost olarak seçmiştir. Bu husûsiye tiyle­dir ki, onun meşhur lâkabı Allah’ın hâlis dostu anlamına gelen Halilu’r-Rahman’dır. Halil, bir kimsenin sırdaşı, sevgisi kalbinin her yerine nüfuz eden has dostu demektir. Bu kelime, hiç bir eksiği olmayan sevgi mânâsına gelen “hullef” mastarından türe­tilmiştir. Allah’ın, Hz. İbrahim (a.s.J’ı dost edinmesi, onu bîr ta­kım rabbânî sırlara muttali kılmasından mecazdır. Yüce Allah, ona verdiği bu makam hakkında şöyle buyurmuştur:

    “İşlerinde doğru olarak kendim Allah’a veren ve İbrahim’in, Allah’ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i kendine sâdık bir halü/dost edinmiş­tir.”[5]

    Peygamberlik Müessesesiyle ilgili bölümde ele aldığımız gibi, peygamberler arasından beş tanesi, kendilerine yeni bir din gönderilmesi, risâlet görevlerini yürütürken büyük zorluklarla karşılaşmaları ve bu zorluklar karşısında gösterdikleri üstün sa­bır ve gayretleri dolayısıyla “ülü”l-azm peygamberler” olarak i-simlendirilmiştir Bu peygamberler, Hz. Nuh (a.s.), Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Musa (a.s.}, Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.[6] Onların sıra itibariyle ikincisi olan Hz. İbrahim (a.s.), tebliğ görevini yürütürken müşriklerin çeşitli kötülüklerine ma­ruz kalmış; hatta sonunda ateşe atılmıştır. Ancak o, bu sıkıntılar karşısında hiç bir gevşeklik göstermeden davetini sabır ve sebat­la devam ettirmiştir.

    Hz. İbrahim (a.s.), müşriklerin kötülükleri dışında, ilâhî hikmetin bir tecellisi olarak diğer bâzı ağır imtihanlara da tâbi tutulmuştur. Onun tâbi tutulduğu bu nevi imtihanların en ağın, büyük ihtimalle Allah tarafından biricik oğlu İsmail’i kurban etmekle emrolunması hadisesidir. Hz. İbrahim (a.s.), bu hususta da tam bir teslimiyet göstermiş, henüz 13 yaşlarında olduğu halde aynı teslimiyeti gösteren oğluyla birlikte Allah’ın emrine boyun eğerek tâbi tutulduğu bu imtihanı da başarıyla tamam­lamıştır. [7]
    B. Soykütüğü, Doğum Yeri Ve Zamanı

    Tarihçiler, Hz. İbrahim’in soy kütüğünü şu şekilde vermiş­lerdir: İbrahim b. Târah (Terah) b. Nâhor b. Sârüğ (Seruc) b. Arğû (Reu) b. Fâliğ (Peleg) b. Ğâbir (Eber) b. Şâleh b. Kaynân b. Arfahşaz (Arpakşad) b. Sâm b. Nuh (a.s.). Tarihçilerin Tevrat’tan aktardıkları bu soy kütüğünde, Hz. İbrahim’in babasının adı görüldüğü şekilde Târah olarak geçmektedir.[8] Ancak Kur’ân-ı Kerim onun adını Âzer olarak vermiştir.[9] Peygamber Efendimiz de, onun adının Âzer olduğunu söylemiştir.[10] Hz. İbrahim’in annesinin adının ise, Uşâ, Nûnâ, veya Ebyûnâ olduğu zikredilmek­tedir.[11]

    Kur’ân-ı Kerim, Hz. İbrahim (a.s.)’m doğum yeri, doğum ta­rihi ve çocukluk yıllan hakkında bilgi vermemiştir. Bu yüzden tarihçiler, onun doğum yeri ve tarihi hakkında ihtilâfa dürmüş­lerdir. Onun Ahvaz bölgesindeki Süs şehrinde, Bâbil’de, Kûsâ’da veya Varkâ’da doğduğu rivayetleri yanında, Harran’da doğup babası tarafından Babil’e götürüldüğü de söylenmiştir.[12] İbn Sa’d’in naklettiği bir habere göre ise, babası aslen Harranlı olup, buradan Hürmüzcird’e göçetmiş, İbrahim (a.s.) orada doğmuş­tur.[13]

    Tevrat’ta Hz. İbrahim (a.s.)’m, Irak’ta Keldânüer’in Ur şeh­rinde doğup-büyüdüğü, Sâre ile evlendikten sonra, babası tara­fından ailenin diğer fertleriyle birlikte Harran’a götürüldüğü söy­lenmektedir.[14] Tevrat’ın anlatımlarını dikkate alarak dönemin arkeolojik verilerini İbrahim kıssasına adapte etmeye çalışmış olan[15] İngiliz arkeolog S. Leonard Woolley, 1935 yılında Lond­ra’da yayınladığı ‘Abraham’ isimli kitabında Hz. İbrahim (a.s.)’m, Keldâmler’in Ur şehrinde doğduğu ve ateşe orada atıldığı sonu­cuna ulaşmıştır. Buna göre Hz. İbrahim (a.s.), ateşe atılma ola­yının ardından Harran’a daha sonra da Filistin’e hicret etmiş ve orada vefat etmiştir. Bu olaylar, M.Ö. 20001i yılların başında Sümerler’in III. Ur hanedanlığı döneminde cereyan etmiştir.[16]

    Yine Tevrat’ta anlatılanlara dayandırılan başka bir yorum, Hz. İbrahim’in doğduğu yerin, Kuzey Suriye’de Harran’a çok ya­kın olan Ura şehri olduğu şeklindedir.[17] Harman’m ifadesiyle, Kitab-ı Mukaddes geleneğine dayandırılan bu yoruma göre, için­de Harran ve Urfa’mn da bulunduğu Güney Anadolu’ya tekabül eden Kuzey Mezopotamya, bugün artık onun ve ailesinin ana­yurdu olarak kabul edilmektedir.[18] Harman, bugünkü Urfa şeh­rine, ilk dönemlerde Orhai, Urhay ve Ruha isimlerinin verilmiş olmasını[19] ve Ura ismiyle bu isimlerin benzerliğini hatırlattıktan sonra, “Tevrat’ta Hz. İbrahim’e gösterilen hedefle takip edilen güzergahın dikkate alınması durumunda, onun doğduğu şehrin Keldânüer’in Ur şehri değil, bugünkü Urfa şehri olmasının daha mâkul göründüğünü” söylemektedir. Buna göre, Nemrut tara­fından ateşe atılana kadar orada yaşamış, ardından Harran’a ve buradan da Filistin’e gitmiş olmalıdır.[20]

    Hz. İbrahim (a.s.}’m yaşadığı asır da kesin olarak bilinme­mektedir. Tarihçiler, onun M.Ö. XXII.-XVII. asırlar arasında ya­şadığını kabul ederler. Çağdaşı olarak takdim edilen Sene-ar/Şinâr veya Babilonya Kralı Amrafel’in, Babil’in meşhur kralı Hammurâbî olduğu şeklindeki yaygın görüş dikkate alındığında, Hz. İbrahim (a.s.) M.Ö. XXII-XX: yüzyıllarda yaşamış olmaktadır.[21] Ancak onun. M.Ö. XX.- XVII. asırlar arasında yaşadığı gö­rüşünde olanlar da vardır.[22]
    C. Hz. İbrahim (A.S.)’In Yetiştiği Bölgede Dînî Durum

    Hz. İbrahim (a.s.)’m doğup-büyüdüğü, ardından peygam­ber olarak görevlendirildiği ve zâlim hükümdar tarafından ateşe atılana kadar kaldığı şehir kesin olarak bilinemediği için, biz burada, aynı bölgede yer alan muhtemel şehirleri dikkate alarak, bu coğrafyadaki dînî ve ahlâkî durum hakkında genel bir bilgi verme yoluna gideceğiz.

    1. Bâbil: Hz. İbrahim (a.s.)’m Babil’de doğduğu görüşü ol­dukça yaygındır. Klâsik İslâm tarihi kaynaklarında bu konudaki en kuvvetli görüş, onun Babil’de doğup-büyüdüğü ve orada ate­şe atıldığı şeklindedir.[23] Bu görüşe göre, onun yaşadığı devirde Irak’a Bâbil hanedanı hakim bulunuyordu. Bâbilliler, bölgenin diğer halkı gibi, putlara tapıyorlardı. Onların da büyüklü küçük­lü pek çok putu bulunuyordu. Her şehrin, şehri koruyan bir putunun olduğuna inanılırdı. Bâbil halkının en büyük tanrısı ise, Bâbü’in meşhur tanrısı Marduk idi. Kralın bu putun naibi olarak görev yaptığına inanılır, aynı zamanda kral da tanrı sayı­lırdı. Hz. İbrahim (a.s.)’ı dâvasından vazgeçirmek isteyen Nem-rud’un da ilâhlık iddiasında bulunduğu, ileride işaret edileceği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiş bulunmaktadır. îbn İshak, Bâbil şehrinde hüküm süren bu kralın, dünyanın doğusunu ve batısını içine alan geniş bir ülkeye sahip olduğunu söyler. Hatta, onun yerleşik dünyanın tamamına hükmettiğinden de bahse-dilmiştir. Bâbü’de yapılan kazılar neticesinde ortaya çıkarılan tabletlerde, bu kralların, Allah’ın yeryüzünü temizleyip fesattan arındırmasından sonra, orada hüküm sürmek üzere inen gök tanrıları oldukları ve halkın onlara tapmalarının gerektiği yazılı­dır.[24]

    2. Ur: Hz. İbrahim (a.s.)’m doğup-büyüdüğü muhtemel şe­hirler arasında gösterilen Irak’ta Aşağı Babilonya’da Fırat nehri­nin batı yakasında, Bağdat’ın güneydoğusunda ve oraya 300 km. uzaklıkta bugünkü Tellül-Mukayyer diye bilinen yerde bu­lunan Ur şehri, büyük bir devletin başkenti olma yanında aynı zamanda Önemli bir ticaret merkezi durumundaydı. Hatta bu şehrin M.Ö. 2100 yıllarında 250 binden daha fazla bir nüfusa sahip olduğu tahmin edilmiştir. Burada hüküm süren Ur-Nammu’nun kurduğu Sümerliler’in III. Ur Hanedanı, M.Ö. 2330 yılında, doğu istikametinde Sûsa’ya, batıda ise Lübnan’a kadar uzanan geniş bölgeyi hâkimiyeti altına almıştı. Zamanla gücünü daha da artırmış olan bu hanedan, rivayete göre Hz. İbrahim (a.s.)’m hicretinden sonra büyük felâketlere mâruz kalmıştır.

    Ur halkının ekseriyeti, ticâret ve endüstri ile meşgul olu­yordu. Bölgedeki tarihî harabelerde ortaya çıkarılan bâzı kitabe­lerden, şehrin maddî yönden ileri bir seviyede olduğu, halkın mal ve mülk sahibi olmaktan başka bir şey düşünmediği, tefeci­liğin çok yaygın bir hal aldığı anlaşılmaktadır. Toplum, idareci­ler, subaylar ve din adamlarından meydana gelen yüksek sınıf, ticâret, endüstri ve zirâatla meşgul olanların teşkil ettiği orta sınıf ile köle ve esirlerin içinde bulunduğu hizmet sınıfı olmak üzere üç tabakaya ayrılıyordu. Birinci sınıf, önemli imtiyaz ve imkânlara sahip bulunuyordu. Medenî ve ceza hukuku alanında ayrıcalıkları vardı; can ve malları diğer iki sınıfın can ve malla­rından üstün tutulurdu. Talmud’a göre, Hz. İbrahim {a.s.)’m babası, devletin önde gelen görevlilerinden olup bu imtiyazlı ta­bakaya mensuptu.[25]

    Ur şehri halkı, yıldızlara ve yıldızları temsil ettiğine inanı­lan putlara tapıyordu. Tanrı olarak kabul ettikleri putlarının sayısı büyük rakamlara ulaşmıştı; o kadar ki, şehrin harabele­rinden çıkarılan tabletlerde isimleri yazılan tanrılarının sayısı 5 bine kadar ulaşmaktadır. Sümer/Keldânî ülkesinde her şehrin bir koruyucu tanrısı bulunur; şehirlerin ve kasabaların bu tanrı dışında ayrıca çeşitli tanrıları olurdu. Başkent Ur şehrinin koru­yucu tanrısı Nannâr adını taşıyordu. İkinci büyük kent olan Larse’nin koruyucu baştanrısı ise Şamaş’tı. Bu büyük tanrılara tâbi olan tanrı ve tanrıçalar, onlara göre gök ve yer cisimlerini temsil ediyordu. Tanrıların heykelleri dikilmişti ve ibâdetler bu heykellerin önünde yapılıyordu. Ay tanrısı olan Nannâr’ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde inşâ edilmiş muhteşem bir ta­pmakta bulunuyordu. Bu tapmağın yanında da karısının mabe­di yer alıyordu. Mâbedde kendilerini tanrıya adamış çok sayıda erkek ve kadın hizmetçi görev yapıyordu. Tanrı adına bekâretini kaybedenler tanrı katında makbul sayılır; bu mâbedde sapık dinlerince hoş görülen fuhuş işlenirdi.[26]

    Ur halkı, ülke topraklarının büyük bir bölümünün koruyu­cu tanrıları Nannâr’a ait olduğuna inanıyordu. Bu topraklardan alman vergiler ve sunak olarak takdim edilen her türlü hediye­ler, bu sermaye ve hediyeleri tanrı adına harcadıklarına inanılan din adamlarına teslim edilirdi. Kendilerini aynı zamanda tanrı­nın temsilcisi sayan din adamları, bu paradan istedikleri ölçüde istifade edebilirlerdi. Bu tapmak aynı zamanda mahkeme binası olarak kullanılır, yargıçlık görevini oradaki din adamları yapardı. Ur kentinin kralı, baştanrı Nannâr’ın naibi olarak hüküm sürü­yordu. Zira kral da tanrılar arasında sayılır, diğerleriyle birlikte ona da tapıhrdı.[27]

    3. Harran ve Urfa: Kenânîler’e ait olan Harran, bu asırda Sümer/Keldânî egemenliği altında bulunuyor, burada halk, gök cisimlerine ve onların adına dikilen putlara tapıyordu. İbn Kesir, Hz. İbrahim (a.s.)’ın kavmine Allah’ın varlığını ve birliğini istidlal hususunda yıldızlar, ay ve güneşten örnekler vermek suretiyle delil getirme usulünü, gök cisimlerine tapan Harranlılar için uyguladığına bir delil olarak göstermiş; putlara tapan Bâbillilerle mücâdelesinde ise, putların mâhiyetleri hakkında deliller getirdiğini söylemiştir.[28]

    Antik dönemde Harran, Kuzey Mezopotamya’nın önemli bir ticaret, kültür ve din merkezi durumundaydı. Ancak Harran asıl şöhretini, kendisiyle özdeşleşmiş olan ay tanrısı Sin’den alıyor­du. Bölgede, ay tanrısı Sin’in liderliğindeki putperest gezegen kültü oldukça güçlenmişti. Ay kültünün kuzeydeki merkezi Har­ran, güneydeki merkezi ise Ur şehriydi[29] Asur ve Bâbil dönemle­rinden itibaren, başlarında Sin olmak üzere yedi gezegenle ilgili tanrılar ve onların ailelerinden oluşan tanrılar gurubu, Harran panteonuna hâkim olmuştu. Harran’ın en büyük tanrısı sayılan Sin’e tanrılar tanrısı gözüyle bakılıyordu. Harranlılar, bu tanrıla­rı adına kurban keserler, onlar için adaklar adarlar, onları sem­bolize eden heykellerle doldurdukları tapınaklarında heykelleri­nin .önünde tapınma törenleri düzenlerlerdi. Yine tanrıları için Çeşitli bayramlar ve merasimler tertip ederlerdi. Harran toplu­mun arasında sihir, büyü ve astroloi önemli bir yer tutuyordu.[30]

    Ele aldığımız üç merkez hakkında verdiğimiz bilgilerden çı­kan sonuç, Hz. İbrahim (a.s.)’m, putlara tapan ve putlarıyla gök cisimleri arasında alâka kuran ve krallarını da tanrı kabul eden putperest bir toplum içinde doğup-büyüdüğü ve bu toplumda peygamber olarak görevlendirilmiş olduğudur.Hz. İbrahim (a.s.), böylesine bir ortamda büyümesine rağmen, küçüklüğünden iti­baren, putlardan uzak durmuş, putperest toplumun içinde yüz­düğü bütün saçmalıklardan uzak kalmıştır. Allah Teâlâ, diğer peygamberleri gibi onu da şirkin bütün çirkinliklerinden koru­muştur. Bundan sonra kesin olarak bildiğimiz bu hususları a-çıklamaya çalışacağız. [31]
    D. Büyümesi Ve Allah’a Îmân Yolunu Bulması

    Tevrat’a göre Hz. İbrahim (a.s.), ailenin ilk oğlu olarak dün­yaya gelmiştir. Onun, Nâhor ve Hârân adlarında, iki erkek kar­deşi daha olmuştur. Lût peygamber onun yeğeni olup kardeşi Hârân’in oğludur.[32]

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’m doğumu ve bebeklik yılları hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ancak kısas-ı enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında, bu konularda pek çok bilgi nakledil­miştir. Ancak bu bilgiler, büyük kısmıyla sonradan uydurulmuş­tur, içinde doğruları varsa bile bunları ayıklamak mümkün de­ğildir.[33] Onun hayatını, doğumundan itibaren kronolojik akışa göre bir hayat hikâyesi tarzında anlatmak yerine, çeşitli süreler­de münâsebet düştükçe, onun tebliğ faaliyeti, mücâdelesi ve ahlâkî meziyetlerinden bahsetmiş olan Kur’ân-ı Kerim’in onun hakkında verdiği ilk bilgi, küçük yaşında, babası ve kavminin tapmakta olduğu putları reddederek tek yaratıcı olan Allah’a îmâna ulaşmasıyla ilgilidir. Allah Teâlâ, ileride peygamber olarak görevlendireceği Hz. İbrahim (a.s.)’a, diğer peygamberlerde de olduğu gibi, hakikati görme ve yüce gerçeğe ulaşma kabiliyeti ihsan etmişti. O, halkın çeşitli tanrıları temsil eden putlara tap­makta olduğu bir çevrede büyüdüğü halde, küçüklüğünden iti­baren, duymayan, görmeyen, cevap vermeyen ve hiç bir şey yapamayan putların basit eşyalardan ibaret olduklarını fark etmiş­ti. Akl-ı selimi ve Allah Teâlâ’nın vahyiyle, Allah’ın birliğini idrak etti. Cenab-ı Hak, Ona verdiği bu kabiliyet hakkında şöyle bu­yurmuştur:

    “Azametim hakkı için, biz Musa’dan önce İbrahim’e de rüşdünü (Allah’ın birliğim idrak ve delil getirme kabiliyetim) ver­miştik. Biz, onun rüşd verilmeye liyâkatini ve peygamberliğe ehil olduğunu biliyorduk.”[34]

    İbrahim (a.s.} putlara ve yıldızlara tapan ve putlarına yıl­dızların isimlerini veren bir kavim içinde dünyaya gelmişti. Dola­yısıyla onun görevi, hem putlara hem de yıldızlara tapanların sapıklıklarını ortaya koyarak kavmini hak yola çağırmak olacak­tı. Allah’ın hidâyetiyle küçüklüğünden itibaren, putlara ve yıldız­lara tapmanın yanlışlığını anladı, putperestliği reddederek, fıtraten temiz vicdanının derinliklerinde hissettiği gerçek ilâhını aramaya koyuldu. Göklerin ve yerin gerçek mâhiyeti hakkında düşünerek bir yaratıcının varlığım idrak etti. Geçici şeylere gö­nül bağlamadan doğrudan gerçeğe ulaştı. Fıtrî îmân noktasın­dan, şuurlu îmân noktasına yükseldi.Hz. İbrahim (a.s.)ın rabbini tanıması, Seyyid Kutub’un ifadesiyle, “insan fıtratının hak ve bâtıl karşısında takındığı tavnn kıssasından, akide davasının bir hikâyesinden “ibaret idi.[35]

    Ferrâ, bu âyeti şöyle açıklamıştır: “Biz, hidâyetini ona nü­büvvetten önce verdik. Yâni, biz onu gece bastırdığında, güneşi, ayı ve yıldızları gördüğünde nazar ve istidlal hususunda muvaf­fak kıldık.” Şevkânî de, müfessirlerin ekserisinin bu kanâatte olduğunu, bu âyetteki rüşd tâbirini nübüvvet olarak düşünenle­rin azınlıkta kaldığını söylemektedir.[36]
    E. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi – Babasını Ve Kavmini Allah’a Îmâna Çağırması

    Kur’ân-ı Kerim’de aklıyla Allah’ın varlığını bulan Hz. İbra­him (a.s.)’ın, insanlara peygamber tayin edilmeden önce bir im­tihana tâbi tutulduğu ve bu imtihanı üstün bir başarı ile ta­mamlayınca peygamber olarak görevlendirildiği haber verilmek­tedir:

    “Rabbi İbrahim’i bir takım emirlerle denemiş, o da onları ye­rine getirmişti. Allah, ‘seni insanlara önder kılacağım.’ demişti. O, ‘soyumdan da’ deyince, ‘Zâlimler benim ahdime erişemez.’ bu­yurmuştu.”[37]

    Uz. İbrahim (a.s.)’m peygamberlik görevine kaç yaşında i-ken getirildiği hakkında bilgi bulunmamaktadır. O, peygamberli­ği döneminde de ağır imtihanlara tâbi tutulmuş, bu imtihanları da başararak vazifesi süresince en ağır zorlukları aşmaya mu­vaffak olmuştur.[38]

    Hz. İbrahim (a.s.) Allah tarafından peygamber olarak görev­lendirilmesinin ardından, babasını ve kavmini şirkten kurtar­mak için harekete geçti. Davetini önce kendisine en yakın inşana, yâni babasına ardından bütün topluma yöneltti. Putlara ta­panların açık sapıklıklarını ve yıldızlara tapanların yanlış itikat­larını ortaya koyabilmek için, onların dînî telâkkilerinin mana­sızlığına dikkat çekmeye çalıştı ve bu hususta bir tartışma yön­temi ve muhakeme tarzı geliştirdi. Allah’a ortak koşulmasını sona erdirmek için, önce babasıyla tartıştı. Ona putlara tapma­nın yanlışlığını ve toplum olarak içinde bulundukları sapıklığı anlatmak için uğraştı. İkinci olarak da, putlarını adlarına yont­tukları yıldızlar, ay ve güneşin tanrı olamayacaklarını açıklamak için elinden geleni yaptı. Daha kolay anlamalarını sağlamak için tarizlerle anlatmaya çalıştı. Sonradan ortaya çıkan ve bir süre sonra da yok olan bu gök cisimlerinin tanrı olamayacağını; dola­yısıyla batan ve yok olan şeylere tapmanın yanlışlığını açıklaya­rak; başlangıcı olmadığı gibi sona da ermeyecek bir tanrının bu­lunması gerektiğini örneklerle ispat etti. Sırasıyla doğan yıldız, ay ve güneş için, “Rabbim budur” derken, onun sözleri benimse­me değil aksine, “Bu benim rabbim ha!” şeklinde onların rab olabileceğini inkâr ve hasmı susturma ve reddetmeden ibaret İdi. O, aynı zamanda gerçek İlâha olan ihtiyacı da ortaya koymak istiyordu. Allah’ın hidâyete erdirmesi ve bilgilendirmesiyle doğru yolu bulduğunu, aksi takdirde kendisinin de onlar gibi sapıklığa düşenlerden biri olarak kalacağını söylüyor, davetini reddederek kendisini tehdit eden müşriklere, onlardan asla korkmadığını, asıl korkması gerekenlerin Allah’ın gösterdiği doğru yola uyanlar değil, O’na ortak koşmakta direnen sapıklar olduğunu bildiri­yordu. Müşrikler gibi inanmadığını açıklayarak, tevhide olan kesin inancını açıkça ilân ediyordu. Onun Allah’ın varhğmı-birliğini onların anlayacağı tarzda ispat etmeye çalışması, bu hususta kavmini uyarması ve onlarla tartışması, Kur’ân-ı Ke­rim’de şöyle anlatılmıştır:

    “ibrahim, babası Âzer’e demişti ki: ‘Sen putları tann mı edi­niyorsun? Doğrusu ben, seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görüyorum.’ Böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekütunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun. Üzerine gece bastırın­ca, bir yıldız gördü, ‘Rabbim budur’ dedi. Yıldız batınca da, ‘Ben batanları sevmem’ dedi. Ayı doğarken gördü, ‘Rabbim budur’ dedi. O da batınca,  ‘Yemin ederim ki, rabbim bana doğru yolu gös-termeseydi,  elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce,  ‘Rabbim budur, bu hepsinden büyük’ dedi. O da batınca dedi ki: ‘Ey kavmim, ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve ben asla Allah’a ortak koşan­lardan değilim.’ Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da onlara dedi ki: ‘Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle mücadele   mi   ediyorsunuz?   O’na   ortak   koştuklarınızdan   hiç korkmuyorum; ancak Rabbimin dilediği şey hâriç. Rabbimiz ilmiy­le her şeyi kuşatmıştır. Hiç düşünmez misiniz? Hakkında hiç bir delil indirmediği halde, siz Allah’a ortak koşmaktan korkmuyorsu­nuz da,  ben mi sizin ortak koştuklarınızdan korkacağım. Eğer bilirseniz söyleyin, bu iki topluluktan hangisi güven içinde olmaya daha lâyıktır?’ imân edenler ve îmânlarını zulüm ile karıştırma­yanlar… İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır, îşte bunlar,  kavmine karşı İbrahim’e  verdiğimiz delillerimizdir. Dilediğimiz  kimseleri derecelerle  yükseltiriz.  Muhakkak  rabbin hikmet sahibidir, bilendir.”[39]

    Hz.İbrahim  (a.s.), getirdiği delillerle kavmini yıldızlara ve putlara tapmaktan ve Allah’a (c.c.) ortak koşmaktan uzaklaştır­maya çalıştı. Ancak o da diğer peygamberler gibi, ilk günlerden itibaren kilitli kalpler, sağır kulaklar ve kör gözlerle karşılaştı. Putlara tapanlar, anlattığı gerçekler üzerinde akıl yormak ve dü­şünmek yerine, ona karşı düşmanlık göstermeye başladılar. Bil­hassa ilâhları hakkında söyledikleri yüzünden onu tehdit ettiler. Ayrıca ilâhlarının da ona kötülük yapacağını söylediler. Azıcık . düşünselerdi,   tanrı  olarak kabul  ettikleri  bu  basit  eşyaların Hz.İbrahim (a.s.)’a hiç bir şey yapamayacaklarını kolaylıkla an­layacaklardı. Ne var ki, kendilerini savunmak için atalarının da aynı din üzere olduğunu söylemekten başka bir delilleri olmadığı halde, Hz. İbrahim (a.s.)’m söyledikleri üzerinde düşünmeye asla yanaşmadılar. Aksine O na olan düşmanlıklarını gittikçe arttıra­rak sahte ilâhlarından boş yere yardım beklemeye devam ettiler. Kendilerine peygamber gönderilen bütün müşrik toplumlarda görülen inkâr hastalığı onların ruhunu da sarmıştı. Uydurdukla­rı tanrılarının konuşmaktan âciz, kendilerine veya kendilerini ilâh edinenlere en küçük bir yardım dahi yapamayan basit eşya­lardan ibaret olduğunu kabul etmeye bir türlü yanaşmıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin bu değişmez tavrı hakkında şöyle buyurmaktadır:

    “Çünkü Allah’tan başka taptıklarınızın hepsi, sizin gibi kul­lardır. Eğer iddianızda doğru iseniz, haydi onları çağırın da size cevap versinler! Onların yürüyecek ayaklan veya tutacak elleri yahut görecek gözleri ya da işitecek kulakları mı var? De kî: ‘Haydi çağırın ortak koştuklarınızı, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun, elinizden gelirse bana bir an bile göz açtırmayın! Zîrâ be-nİm koruyucum o Kitab’ı indiren Allah’tır. Ve O, hep sâlih kulları­na sahip çıkar. Sizin O’ndan başka taptıklarınız ise, ne size yar­dım edebilir, ne de kendilerine yardımları dokunur!’ Siz onları doğru yolu göstermeye çağıracak olsanız işitmezler. Onların sana baktıklarını görürsün ama görmezler.”[40]
    F. Babasına Şefkati, Gösterdiği Nezaket Ve Onun İçin İstiğfarı

    Hz. İbrahim (a.s.), kendisine insanların en yakım olan ba­basını hidâyete ulaştırabilmek için, bir insanın en çok sevdiği diğer bir insanı kurtarmak uğrunda yapabileceğinin çok daha fazlasını yapıyordu. Onu hidâyet ve îmâna çağırırken, Allah’tan kendisine onun bilmediği bilgilerin geldiğini söyleyerek mesajı­nın kaynağını açıklıyor; ona elinden geldiğince nâzik bir şekilde hitap ederek, işitmeyen, görmeyen ve hiç bir faydası olmayan putlara tapmanın yanlışlığını anlatmaya çalışıyordu. Olabildi­ğince nâzik bir üslupla, ondan putlara taparak Allah’a isyan etmiş olan şeytana uymamasını istiyor, şeytana uyduğu takdirde Cehennemde de onunla birlikte olacağını söylüyordu. Onun için böyle kötü bir sondan korktuğunu ve onun adına üzüldüğünü samimî ifadelerle belirtiyordu:

    “Kur’ân’da İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla! Şüphesiz ki o, sıddîk (özü sözü doğru) bir peygamberdi. O, bir za­man babasına şöyle demişti: Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiç bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacı-ğım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapma, çünkü şeytan Rahman olan Allah’a isyan etti. Babacığım! Doğrusu ben korkarım ki, sana Rahman katından bir azap dokunur da, şeyta­na Cehennemde arkadaş olursun.”[41]

    Hz. ibrahim (a.s.)’m babasına karşı bu şefkat ve nezâket dolu tavrı hususunda Razı, şöyle demiştir:

    “Hz. İbrahim’in her hitabında ‘Ey babacığım!’ demesi, baba­sını çok sevdiğini, ona doğru yolu göstermeyi ve azaptan korun­masını ne derece büyük bir arzuyla istediğini gösterir. Hz. İbra­him, sözlerini son derece güzel sıralamıştır. Çünkü o, önce baba­sının dikkatim putların bâtıl olduğu noktasına çekti. Sonra, körü körüne taklidi bırakıp, delillere bakarak, kendisinin peşinden gelmesini istedi Daha sonra, şeytana itaat etmenin akıllı insan işi olmadığını hatırlattı. Son olarak da, yine edep ve nezaket kuralla­rına dikkat ederek, bâtıl yola girmeyi engelleyici bir tehdit ile sö­zünü bitirdi. ‘Ben korkuyorum’ sözü, babasının hakkını ödemek için, onun menfaatini korumaya kalben son derece bağlı olduğunu gösterir.[42]

    Ancak babası, ona çok kızdı. Putları terketmesine bir türlü akıl erdiremedi ve onun düşüncesini yanlış ve tehlikeli görerek, putları ayıplamayı bırakmadığı takdirde, onu öldürmekle tehdit etti. Oğlunun şefkat ve nezaket dolu sözlerine karşılık öfke ve şiddet dolu bir cevap verdi ve onu ebediyen huzurundan kovdu. Hz. İbrahim (a.s.}, babasının bu kabalığına aldırmayarak, yine de onun hidâyete ulaşması ve bağışlanması için Allah’a dua ede­ceğini söyledi. Ancak en sonunda, onu ve kavmini putlarıyla başbaşa bırakarak şehirlerinden ayrılacağını, başka bir şehre hicret edeceğini açıkladı:

    “Babası, ‘Ey İbrahim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çevi­riyorsun? Bundan vazgeçmezsen mutlaka seni taşlarım; uzun bir süre benden uzaklaş git!’ dedi.

    İbrahim şöyle cevap verdi: ‘Sana selâm olsun. Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim, çünkü O, bana karşı çok lütuf-kârdır. Ben, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden çekilip ayrılırım da Rabbime yalvarırım. Rabbime yalvarışımda mahrum kalmayacağımı umarım.’ İşte onlardan ve onların Allah’tan başka taptıklarından ayrılınca, biz ona İshak’ı ve İshak’ın oğlu Yakub’u armağan ettik ve hepsini de peygamber yaptık.[43]

    Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim (a.s.), kendisini evden kovan ve taşlayarak öldürme tehdidinde bulunan babasına, böyle yap­sa da ona hiç bir kötülük yapmayacağını ve sıkıntı vermeyeceği­ni; aksine onun için Allah’tan mağfiret dileyeceğini söylemişti. O, bu sözünü tuttu ve babasının şirk üzere kalacağını ve kâfir ola­rak öleceğini kesinlikle öğreninceye kadar, onun için istiğfarda bulunmaya devam etti. Kur’ân-ı Kerim, iki yerde onun babası için yaptığı istiğfara yer vermiştir. Birincisi, İbrahim süresinin 41. âyetİndeki ifâdeyle, “Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve mü’minleri bağışla!”; ikincisi ise Şuarâ sûresi­nin 86-87. âyetlerindeki ifadeyle, “Babamı da bağışla! Çünkü o, sapıklardandır. Kulların ‘diriltilecekleri gün beni utandırma!” şek­linde olmuştur. Ancak, hakkında mağfiret ve bağışlanma dile­meyi sürdürdüğü babasının inatçı bir Allah düşmanı olduğunu ve bu tutumunu asla değiştirmeyeceğini anlayınca, babasıyla ilişkilerini sona erdirdiğini açıkladı. Yüce Allah, babası için yap­tığı duanın, ona vermiş olduğu bir sözden dolayı olduğuna işaret ederek, içli ve yumuşak huylu bir insan olan Hz. İbrahim (a.s.)’ın babasıyla ilişkilerini kesmesi hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

    “İbrahim’in babasına dua etmesi, sadece ona yaptığı bir vaadden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu kendi­sine belli olunca, ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.[44]
    G. Tebliğini Sabırla Devam Ettirmesi

    Allah tarafından uhdesine tevdi edilen peygamberlik göre­vini hakkıyla yerine getirme yolunda hiç bir şeyden çekinmeyen Hz. İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putları bırakarak sadece Allah’a ibâdete ve O’ndan korkmaya, rızkı sadece O’ndan iste­meye ve yalnız O’na şükretmeye çağırıyordu Hayrı ve şerri birbi­rinden ayır ab iriyorlarsa, Allah’a tapmanın putlara tapmaktan daha hayırlı olduğunu da anlayacaklarını söylüyordu. Kendi elleriyle yaptıkları ve yalan yere ilâhlık atfettikleri hiç bir şeye güç yetiremeyen putlara taptıklarını tekrar ederek, onları yalnız­ca rızkı veren Allah’a ibâdete davet ediyordu. Önceki pek çok kavmin peygamberlerini yalanlamaları yüzünden büyük felaket­lere çarptırıldığını haber vererek, kendisini yalanlamaya devam ettikleri takdirde benzeri durumun başlarına gelebileceğini hatır­latıp dikkatlerini çekmeye çalışıyordu. Kendisine düşenin sadece tebliğden ibaret olduğunu söylüyor, her şeyi yoktan var eden Allah’ın haşir günü insanları tekrar diriltmesinin kolay olacağını anlayıp ibret almalarını, yeryüzünü dolaşıp geçmiş kavimlerin yurtlarına bakarak Allah’ın her şeye güç yetirdiğini farkedip bu­nun üzerinde düşünmelerini istiyordu. Allah’ın istediğine azap edip istediğini affedeceğini ve hiç bir zaman O’nun emrine engel olamayacaklarını söylüyor; O’ndan başka yardımcılarının bu­lunmadığını artık görmelerini tavsiye ediyordu:

    “İbrahim’i de gönderdik. O, kavmine şöyle demişti: Allah’a kulluk edin, O’na karşı gelmekten sakının. Eğer bilmiş olsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Siz, Allah’ı bırakıp sadece bir takım put­lara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, size nzk veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O’na kuttuk edin ve O’na şükredin. Ancak O’na döndürüleceksiniz..[45]

    Hz. İbrahim (a.s.)’m burada putperestlere söylenmesi gere­ken şeylerin tamamını söylediği görülmektedir. Bu hususa işaret eden Mevdûdî şöyle demektedir:

    “Bir kişiyi veya eşyayı ilâh edinmek için mutlaka bir sebep gereklidir. Böyle bir sebep, o kimse veya eşyanın mükemmelliği nedeniyle ilâh edinilmesi olabilir. Bir diğer sebep, tanrı edinilen varlığın insanın yaratıcısı olması, bu nedenle de insanın varolu­şunu ona borçluluğu olabilir. Üçüncüsü, onun insanın rızkını temin etmesi ve yaşaması için gerekli olan şeyleri sağlıyor olma­sıdır. Dördüncü bir sebep, İnsanın geleceğinin onun merhamet ve desteğine dayanıyor olması ve insanın onu kızdırmakla kendi geleceğini mahvetmesinden korkmasıdır. Hz.İbrahim (a.s.}, bu dört sebepten hiç birinin, putlara tapmayı desteklemediğini, bi­lakis hepsinin bir tek Allah’a ibâdeti gerektirdiğini söylemiştir. Onların sadece birer put olduklarını belirterek, birinci sebebin söz konusu olmadığını göstermiştir. Çünkü bir put, kendisinin mâbud kabul edilmesine sebep teşkil edecek hiçbir mükemmel­liğe sahip değildir. ‘Onlan siz uydurup, tann yerine koyuyorsu­nuz’ diyerek ikinci, ‘Onlar size nzk veremezler’ diyerek de üçün­cü sebebin söz konusu olmadığını belirtmiştir. Son olarak da,

    ‘Sonunda Allah’a döndürüleceksiniz; bu putlara değil!’ demekle, onların kaderinin putların elinde olmayıp Allah’ın elinde olduğu­nu hatırlatmıştır. Böylece şirki tamamen reddettikten sonra, tanrı edinmeyi gerektiren sebeplerin, sâdece kendisine hiç bir ortak koşmaksızm ibâdet edilmesi gereken Allah İçin var oldu­ğunu açıklığa kavuşturmuştur.”[46]

    Hz. İbrahim (a.s.) babası ve kavmini Allah’a ve âhiret gü­nüne îmâna çağırıyor,  putlara tapmalarının yanlışlığına işaret ederek,   putlara   olan   düşmanlığını   açıkça  ortaya   koyuyordu. Kavminin  nelere   taptığını  bildiği  halde,  putlara  tapmalarının yanlışlığını ortaya koyabilmek için sualler soruyor, yeni sorularla putların hiç bir güce sahip olmayan basit eşyalar olduğunu ispat ediyordu. Onlar da, verdikleri cevaplarında, ilâh edindikleri put­larının  tahtadan,  taştan veya madenden yapılmış  eşyalardan ibaret olduğunu itiraf ediyorlardı. Bununla birlikte onlara tap­maktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.), onları u-yarmak ve akıllarını başlarına almalarını sağlamak için, putların işitmediğini, görmediğini, kendilerine ya da başkalarına hiç bir zarar veya fayda getirmediğini ikrar ettiriyordu. Onlar ise, putla­rın acizliğini kabul etmekle beraber; her müşrik toplumda görül­düğü gibi, kendilerini savunmak için, atalarının da aynı din üze­rinde olduğunu gerekçe göstererek bâtılda kalmakta ısrar edi­yorlardı. Putlardan uzak olduğunu açıkça ilân eden Hz. İbrahim (a.s.}, ancak âlemlerin rabbi olan Allah’ın dostu olduğunu söy­lüyordu. Sonra da Allah’ın sıfatlarını sayarak, Cenab-ı Hakk’m, yaratıcı, hidâyet verici, yediren, içiren, hastalara şifa veren, in­sanları öldüren ve onları kıyamette hesaba çeken olduğunu açık­lıyordu. Allah’tan hidâyet istiyor, kendisini iyiler zümresine kat­ması için Allah’a sığmıyordu. Ayrıca, önce geçtiği gibi, duyduğu şefkat dolayısıyla, babasını bağışlaması ve âhiret günü onun yü­zünden kendisini mahcup etmemesi için yalvanyordu. Ahirette kurtulacakların, ancak dünyada Allah’ın istediği şekilde yaşa­yanlar ve O’nun huzuruna temiz bir kalp ile gelenler olduğunu belirtiyordu:

    “(Rasülüm!) onlara İbrahim’in kıssasını da naklet. Hani o, babasına ve kavmine, ‘Neye tapıyorsunuz?’ demişti.’ Bir takım putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz.’ diye cevap verdiler.

    İbrahim, ‘Peki, dedi, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı? Veya size fayda veya zararları oluyor mu?’

    ‘Hayır; ama biz babalarımızı böyle yapar bulduk!’ dediler.

    İbrahim dedi ki: İyi ama, ister sizin, ister önceki atalarınızın olsun, neye taptığınızı (biraz olsun) düşündünüz mü? Onların hepsi benim düşmanımdır; ancak âlemlerin Rabbi benim dostum­dur. O ki, beni yaradan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni ye­diren, içirendir. Hastalandığım zaman bana O, şifa verir. O ki, benim canımı alacak, sonra diriltecektir. Ve hesap günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Ya Rab! Bana hikmet ver ve beni iyiler zümresine kat! Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anı­lanlardan eyle! Babamı da bağışla; çünkü o yanlış gidenlerden­dir. İnsanların diriltilecekleri gün beni mahcup etme! O gün ki, ne mal fayda verir, ne de oğullar! Ancak Allah’a temiz bir kalple ge­lenler o günde kurtuluşa erer. O gün Cennet muttakîlere yaklaştı-nlmıştır. Azgınlar için de Cehennem hortlatdmıştır.”[47]

    Tarihin hiç bir döneminde, mü’minlerle kâfirler arasında bir dostluk olmamıştır; olması da mümkün değildir. Böyle olun­ca, mü’minler, her devirde davetten yüz çevirerek kendilerine düşman kesilen ve daveti engellemek için bütün güçlerini sefer­ber eden küfür ehlinden ve putlarından uzak olduklarını açık­lamak zorunda kalmışlardır. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.)da, baba­sı ve kavmine tapmakta oldukları putlardan uzak olduğunu ilân etmiş ve kendisini yaradan Yüce Allah’ın kendisine doğru yolu göstereceğini bildirmiştir:

    “Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar tevhide dön­sünler. “[48]

    Peygamberlerin tebliğ görevini sabırla devam ettirmeleri, buna karşılık müşriklerin bu daveti engelleme teşebbüsleri şek­linde seyreden îmân-küfür mücâdelesi, her defasında, giderek mü’minlerle kafirler arasındaki ilişkileri bütünüyle koparmıştır. Mü’minlerin sayısının azlığı, buna karşılık kâfirlerin sayısının çokluğu, bu ilâhî kanunu değiştirmez. Zîrâ bu iki gruptan her birinin yönelişi ayrıdır; hayatlarının gayesi başkadır. Bu fark, aralarında dostluğu imkânsız kılar. Bu gerçek, Kâfirûn sûresin­de şöyle izah edilmiştir:

    “De ki: Ey kâfirler, tapmam o taptıklarınıza! Siz de benim kulluk ettiğime tapıcılar değilsiniz. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz, benim kulluk ettiğime tapıcılar değilsi­niz. Sizin dininiz size, benim dinim bana!”[49]

    İki taraf arasında safların ayrılması ve giderek ilişkilerin kesilmesi, mü’minlerin kendilerini toplumdan tecrid etmeleri veya bir mânâda inzivaya çekilmeleri şeklinde olmaz. Ancak on­lar, küfür ortamında yaşasalar da, inançları, ibâdetleri ve ahlâkî davranışlarıyla müşriklerden ayrılırlar. Allah’ın ipine sarılıp; an­cak bununla yüceldiklerine inanırlar. En zor şartlar altında bu­lunsalar da, güç ve izzetin inananlarda olduğunu bilirler. Bu gerçek, Benî Mustalik gazvesi sırasında çıkan bir meseleden do­layı Medine’ye dönüldüğünde muhacirleri şehirden çıkarmakla tehdit eden münafıklar hakkında inen bir âyette şöyle dile geti­rilmiştir:

    “Onlar (münafıklar), ‘Allah’ın Rasülü’nün yanındakilere na­faka vermeyin ki, dağılsınlar!’ diyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır; ama münafıklar bunu kavrayamazlar. Diyorlar ki, ‘Eğer Medine’ye dönersek, herhalde en güçlü, şerefli olanlar, zayıf ve bîçâre olanları oradan sürüp çıkaracaktır.’ Oysa güç ve izzet, Allah’ın, Rasülü’nün ve mü’minlerindir; fakat müna­fıklar bilmezler.[50]

    Yüce Allah, Uhud gazvesinde mağlup düşen mü’minleri te­selli ederken de şöyle buyurmuştur:

    “(Ey mü’minler) gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanıyorsa­nız, en üstün olan sizlersiniz.[51]

    Böyle olunca mü’minler, en zor şartlarda dahi korkuya ka­pılmazlar. Peygamberleri vasıtasıyla kendilerini hidâyete ulaştı­ran Yüce Allah’ın bu zorluklar altında da kendilerini koruyaca­ğına îmân ederler. Allah’ın kendileriyle birlikte olduğunu ve O’nun yardımının en zor şartlarda dahi kolaylıkla ulaşacağını, istikbâlin bu zor şartlarda sabır zırhına bürünmekten ve bu şe­kilde imânlarında samimî olduklarım ispat etmekten geçtiğini bilirler. [52]
    H. İlahlık Taslayan Nemrut İle Tartışması

    Hz. İbrahim (a.s.), kendisine ulaştırılan mesajı doğrudan zamanın tanrılık taslayan zâlim hükümdarı Nemrut’a tebliğ et­mekten ve onunla tartışmaktan çekinmiyordu. Rivayet olundu­ğuna göre, putları reddetmesi yüzünden Nemrut tarafından zin­dana atılmış, bir süre sonra çıkarılıp onun huzuruna getirilmiş­ti. Nemrut mal, mülk ve saltanatına aldanıp ilâhlık taslamaya kalkınca, aralarında gerçek ilâhın kim olduğu hakkında tartışma oldu. Hz. İbrahim (a.s.), “Benim rabbim, hayat verir ve öldürür” deyince, o zâlim sahtekar, “Ben de yaşatır ve öldürürüm” dedi. Bunu ispatlamak maksadıyla da rivayet edildiğine göre, idamlık iki adamı huzuruna getirtip, bunlardan birinin serbest bırakıl­masını, diğerinin ise öldürülmesini emretti. Emrinin yerine geti­rilmesini ilahlığının tescili saymaya kalktı. Ancak Hz. İbrahim (a.s.), kulluğunu idrak edip elindeki nimetlere şükretmesi gere­kirken ilâhlık taslayan bu küstahın elini kolunu bağlayacak bir teklifte bulunuverdi. O, orada bulunan herkesin aklını başına getirecek bir teklif düşünmüştü. Krala iddia ettiği gibi istediğini yapabilecek bir ilâh ise, Allah’ın doğudan getirdiği güneşi, kendi­sinin batıdan getirmesini teklif etti. Foyasını bütün açıklığıyla ortaya seren bu teklif karşısında kâfirin dili tutuldu, apışıp kaldı ve verecek bir cevap bulamadı.[53] Kur’ân-ı Kerim, o İkisi arasında geçen bu tartışmayı şöyle aktarmıştır:

    “Allah kendisine mülk ve saltanat verdi diye Rabbi hakkın­da İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim, ‘Be­nim Rabbim hayat verir ve öldürür’ demişti. O da ‘Ben de hayat verir ve öldürürüm.” demişti. O zaman İbrahim, ‘Allah güneşi do­ğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir.’ deyince, kâfir afallayıp kaldı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdir­mez.”[54]

    Hz. İbrahim (a.s.) ile Nemrut arasında geçen bu tartışma­nın zamanı hakkında iki görüş ileri sürülmüştür. Salebi, putları kırmasından önce olduğu görüşünü benimserken,[55] Taberi[56] ve İbnül-Esir[57], putları kırmasından sonra yapıldığını kabul eder­ler.

    Nemrut kavmi örneğinde olduğu gibi, hangi asırda veya hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, müşriklerin hemen hemen tamamı, ilâhlar İlâhı kabul ettikleri bir Allah’a inanmakla birlik­te, kendilerine O’nun dışında tanrılar edinerek, onları Allah’a ortak koşmuşlardır. Allah’ı her şeyin yaratıcısı kabul etmekle beraber, cahilliklerinden, ruhları, cinleri, güneşi, ayı, yıldızları, hükümdarları, din adamlarını veya bâzı hayvanları, ya da kendi elleriyle yonttukları putları kendilerine ilâh edinerek onlara tapınışlardır. Ayrıca Allah’ın seçtiği peygamberlerden yüz çeviren ve bu yüzden ilâhî hidâyetten mahrum kalıp sapıklığa düşen müşrik toplumlar, yeryüzünde Allah’a ait olması gereken hâki­miyeti kraliyet ailelerine ve yandaşlarına vermişler, ya da hâki­miyeti Allah ile uydurdukları tanrıları arasında paylaştırmış lar-dır. Müşrik toplumların bir kısmı, Nemrut kavminde olduğu gibi, krallarını da ilâh kabul etmişlerdir. Bu toplumlarda kralların ilâhlık iddiaları, yeryüzünde sadece kendilerinin sözünün geç­mesi, insanların uymak zorunda olduğu kanunları bizzat koy­maları anlamındadır. Bu iddialarını sağlamlaştırmak maksadıyla onlar, tabiat üstü tanrıların soyundan geldiklerini de ileri sür­müşlerdir.

    Nitekim Nemrut da tanrılık iddiasında bulunurken, Al­lah’ın varlığını reddetmiyor veya yeri ve gökleri kendisinin yarat­tığım iddia etmiyordu. Onun maksadı, geniş ülkesinin rabbi, yâni yegâne hâkimi olduğunu ortaya koymaktı. Bu topraklar üzerinde, sadece kendisinin sözünün geçtiğini, kimsenin verdiği emre itaatsizlik edemeyeceğini ve koymuş olduğu kanunlara karşı çıkamayacağını söylemek istiyordu.[58]
    I. Hz. İbrahim (A.S.)’In Putları Kırması Ve Ateşe Atılması

    Allah Teâlâ tarafından kendisine verilmiş olan hak ile bâtılı ayırt etme kabiliyeti sayesinde küçüklüğünden itibaren Allah’ın birliğine İnanan ve buna delil getirmeye muvaffak olan Hz. İbra­him (a.s.), peygamberlik görevine getirildikten sonra, babası Azer ve müşrik kavmine, sık sık, tapmakta oldukları putların mahiye­tini soruyordu. Onun putları mânâsız şeyler gördüğünü ifade eden bu sorularına cevap olarak müşrikler her defasında, putla­ra tapmanın kendilerine atalarından miras kaldığını ve kendile­rinin atalarını taklit ederek böyle yaptıklarını söylüyorlardı. Hz. İbrahim (a.s.) da, tapanlara ve kendilerine hiç bir fayda veya zararları olmayan basit eşyalardan ibaret bu putlara taptıkları için, hem atalarının hem de kendilerinin apaçık bir hata içinde olduklarını belirtirdi. Onun bu sözlerine şaşıran ve putlarının sıradan eşyalar olduğunu bir türlü kabullenmek istemeyen müş­rikler, onun kendileriyle alay ettiğini sanırlardı. Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s.), ciddî olduğunu belirtir, gerçek rablerinin yeri ve göğü yoktan yaratan Allah olduğunu; kendisinin Allah’ın bir­liğine kesin inandığını söylerdi.

    Hz. İbrahim (a.s.), kavmini putlardan uzaklaştırmak için, putların cansız birer eşya olduğunu açıkça göstermek maksadıy­la yeni bir tedbir düşündü. Niyeti, putları paramparça ederek, onların kendilerini savunmaktan  âciz basit eşyalar olduğunu ortaya koymaktı. Çünkü fiilen yaşanan ve gözle görülen buy du­rum, insanlar üzerinde, vâ’z ve nasihatten daha etkili olabilirdi. Belki kavmi, kendilerini savunmaktan dahi âciz putlarını’ un-ufak bir halde görürler de ibret alırlardı. Bu düşünceyle, onların bulunmadığı bir zamanda putları kırmaya karar verdi. Müfessir-lerin söylediğine göre, her yıl şehir dışına sahraya çıkarak kutla­nan büyük bir bayram vardı. Hz. İbrahim (a.s.), düşündüğünü uygulamak maksadıyla, bu bayrama katılmak istemedi ve bu­nun  için  hastalığını  mazeret göstererek babasından izin  aldı. Tüm   halkın   bayram   için   şehirden   ayrılmasından   sonra   da puthaneye geldi, orada hiçbir kimsenin kalmayışmdan istifade ederek, elindeki balta ile, en büyükleri   hâriç putların tamamını kırdı. Büyük putu sağlam bırakmaktan maksadı, kavmini, put­ları kimin kırdığını ortaya çıkarmak hususunda bu büyük putun yardımını istemeye sevk etmek, böylece gerek kırılanların gerek­se büyük putun konuşmaktan dahi âciz olduğunu açık bir şe­kilde anlamalarını sağlamaktı. Şehre dönen müşrikler, mabetle­rine geldiklerinde putlarının paramparça edildiğini görünce bü­yük bir üzüntü ve öfkeye kapıldılar. Bunu yapanın zâlimlerden olduğunu söyleyerek, suçluyu araştırmaya koyuldular. Önceden Hz. İbrahim (a.s.)’m putları yerdiğini, boş şeyler saydığını ve on­ları  kırmaktan  bahsettiğini  bilenlerin  ihbarı  üzerine  Nemrut, onun derhal huzuruna getirilmesini emretti. Ona verilecek ceza­ya herkesin şahit olup ibret almalarının sağlanması için ayrıca halkın da toplantıya çağrılması talimatını verdi.

    1. İbrahim  (a.s.)  bulunup kralın huzuruna getirilmişti. Kralın adamları, ona putlarını kendisinin mi kırdığını sordular.

    Hz. İbrahim (a.s.), müşriklerin kendiliklerinden gerçeği kabul etmelerini sağlamak maksadıyla, iddialarının doğruluğunu farz ederek, küçük putları onları kıskanan büyük putun kırdığını, İşin mahiyetini, eğer konuşabIlıyorlarsa kırılan putlara sormala­rını söyledi. Onun cevabını duyan müşrikler, ilk anda, konuş­maktan dahi âciz ve kendilerini kimin kırdığını bile söyleyeme-yen putları ilah edindikleri için hatalı olduklarını kabul ederek Hz.İbrahim (a.s.)’ı haklı bulmuşlardı.[59] Fakat hemen ruhlarını sarmış olan inkâra meylederek tekrar eski küfürlerine döndüler. Putların konuşmadığını bildiği halde Hz.İbrahim (a.s.)’in “onlara sorun” demesine kızdılar.Hz.İbrahim (a.s.), bununla birlikte, put­larının aczini itiraf etmek zorunda kalan kavmine bâzı nasihat­lerde bulundu. Allah’ı bırakıp herhangi bir zarar veya fayda ve­remeyen cansız eşyalara tapmalarının yanlışlığını vurguladı. Yaptıkları işin çirkinliğini anlayamadıkları için, onlara ve Allah dışında taptıklarına beddua etti.

    Kesin ve susturucu delillerle takviye edilmiş bu açıklama­ları karşısında müşrikler, Hz. İbrahim (a.s.)’a mâkul bir cevap vermekten âciz kalmışlardı. Bu durum Nemrut’u son derece kız­dırmıştı. O ve adamları, halkın huzurunda düşmüş oldukları acizliklerini gizleyebilmek için kaba kuvvete başvurdular, İlahla­rına yardım etmek ve intikamlarım almak arzusuyla Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe atıp yakmaya karar verdiler. Nemrut’un emriyle ha­zırlanan büyük bir odun yığını ateşlenmiş, alevleri kısa sürede son derece kuvvetlenmişti. Hz. İbrahim (a.s.) yanmakta olan bu kuvvetli ateşin tam ortasına atıldı. Ancak Allah Teâlâ, ateşe, “Ey ateş! İbrahim’e serinlik ve esenlik ol!” diyerek,  kendisine dost edindiği Hz.İbrahim (a.s.)’ı   yanmaktan kurtardı ve ateş ona hiç

    bir zarar vermedi.[60] Neticede, asıl hüsrana ve zarara uğrayanlar geçen bu tartışma ve sonunda halkın huzurunda cereyan eden bu muaz­zam mucize, Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde anlatılmıştır. Enbiyâ sûresinde şöyle zikredilir:

    “İbrahim, babasına ve kavmine, ‘Şu kaî’şısına geçip tapmak­ta olduğunuz heykeller de nedir?’ demişti.

    Dediler ki: ‘Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler olarak bulduk.

    İbrahim, ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık in­gindesiniz. dedi.

    Dediler ki: ‘Bize karşı ciddî misin, yoksa bizimle alay mı ediyorsun?’

    Dedi ki: ‘Hayır, sizin rabbiniz, göklerin ve yerin rabbidir ki, bunları o yaratmıştır ve ben bu hususta size şahitlik edenlerde­nim. Allah’a yemin ederim ki, siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım, onlara bir tuzak kuracağım.’ Sonunda İb­rahim, putları paramparça etti. Belki kendisine müracaat ederler diye, sadece putların büyüğünü sağlam bıraktı.

    (Dönüp geldiklerinde), ‘İlahlarımıza bunu kim yaptı? Muhak­kak o zâlimlerden biridir.’ dediler. Bir kısmı, ‘Bunları diline dola­yan bir genç duyduk; kendisine İbrahim denilirmiş.’ dediler.

    Diğerleri, ‘O halde, onu hemen insanların gözü önüne getirin ki, ona verilecek cezayı görsünler.’ dediler. (Getirilince), ‘Ey İbra­him ilahlarımızı bu hâle sen mi getirdin?’ diye sordular.

    İbrahim, ‘Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Haydi, eğer konuşuyorlarsa kendilerine sorun!’ dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp, ‘Sizler zâlimlersiniz!’ dediler. Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler ve İbrahim’e ‘Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun,’ dediler.

    İbrahim, ‘Öyleyse, Allah’ı bırakıp da, size hiç bir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Size de, Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanma­yacak mısınız?’ dedi.

    Bir kısmı, ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da ilâhlarınıza yardım edin!’ dediler.

    ‘Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol’.’ dedik. Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz, onlan daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, İbrahim’i ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.”[61]

    Bu olay, Saffât sûresinde ise daha kısa ve az farklı olarak şöyle anlatılmıştır:

    “Şüphesiz İbrahim, onun (Nuh’un) milletinden idi. Hani o, rabbine tertemiz bir kalp ile gelmişti. Bir zamanlar, babasına ve kavmine, ‘Siz neye kulluk ediyorsunuz? İftira ederek Allah’tan başka bir takım ilahlar mı istiyorsunuz? O halde âlemlerin Rabbi hakkındaki görüşünüz nedir?’ dedi. Bunun ardından İbrahim, yıldızlara şöyle bir baktı ve ‘Ben hastayım.’ dedi. Ona arkalarını dönüp gittiler. İbrahim, yavaşça putların yanına vardı. ‘Yemiyor musunuz? Hem neden konuşmuyorsunuz?’ dedi. Ardından yanlarına gelip sağ eliyle vurdu. Koşarak İbrahim’e geldiler. İbrahim, ‘Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?! Oysa ki, sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.’ dedi. Müşrikler, ‘Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın!’ dediler. Böylece ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz onların plânlarını bozduk ve böylece onlan küçük düşürdük.[62]

    Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi, Hz.İbrahim (a.s.), babasını ve kavmini putlara tapmaları dolayısıyla yine kınamış, Allah’a ortak koşarak, yalan ve bâtıl üzere olduklarını tekrarlamıştı. Allah’ı bırakıp başka şeylere tapmaları yüzünden Cenab-ı Hak tarafından cezalandırılacaklarını söylemişti. Kendisini reddetme­leri üzerine, putlarının hiç bir fayda veya zarar veremeyeceğini onlara göstermek istedi. Bu maksatla onlarla bayrama çıkmayıp yalnız kalarak putları kırmaya karar verdi. Rivayete göre, onların adeti üzere gök yüzüne baktı ve yıldızların yann kendisinin has­ta olacağını gösterdiği intibaını uyandırdı.[63] Üstü kapalı bir şe­kilde, kendileriyle birlikte bayrama çıktığı takdirde hastalanaca­ğını söyledi. Kavmi bayrama katılmak için şehirden ayrılınca o, gizlice puthâneye gitti. Putperestler, putlarının önüne çeşitli ye­mekler koymuşlardı. Çünkü onlar bu şekilde bereketlendiğini kabul ettikleri yemeklerini bayram dönüşünde yerlerdi. İbrahim (a.s.), putlara seslenerek, “Bu yemeklerden yemiyor musunuz?” dedi. Sonra da, niçin konuşmadıklarını sordu. Bu sorusuyla, kendilerini ilâh tanıyanlardan da âciz olduklarına işaret etti ve ardından sağ eline aldığı balta ile putları kırdı.

    Bayramdan dönen müşrikler, putlarının durumunu görün­ce onu yapanın kim olduğunu anladılar.Hz. İbrahim (a.s.)’ı geti­rip putlarını niçin kırdığını sordular.  Onları toplu bir şekilde bulma fırsatını değerlendirmek isteyen Hz. İbrahim (a.s.), “Elleri­nizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” diye sordu ve ardın­dan, kendilerini ve işlerini yaratanın Allah olduğunu söyledi. Buna rağmen müşrikler, onu, ateşe atıp yakmaya karar verdiler. Ateşe atılma olayının bahsedildiği üçüncü sûre ise Ankebût süresidir. Bu sürede, aynı şekilde Allah’ın onu ateşten kurtardığı belirtildikten sonra, bu muazzam mucizenin îmân edenler için bir ibret sahnesi teşkil ettiği ifade edilmekte, Hz. İbrahim (a.s.)’m müşriklere söylediği sözlerin ardından Hz. Lût (a.s.)’m ona îmân ettiği ve Hz. İbrahim (a.s.)’in hicrete karar verdiği bildirilerek bundan sonra ona ve nesline yapılan iyilikler hatırlatılmaktadır. Hz. İbrahim (a.s.), bu esnada müşriklere Allah’ı bırakıp bir takım putlar edinmelerinin sırf dünya hayatı arzusundan kaynaklan­dığını, Kıyamet gününde Cehenneme atılacaklarını ve orada bir­birlerini lanetleyeceklerini, kendilerine hiç bir yardımcı da bula­mayacaklarını söylemiştir:

    “Kavminin cevabı ise, ‘Onu öldürün yahut yakın!’ demele­rinden ibaret oldu. Ama Allah, onu ateşten kurtardı. Doğrusu, bunda îmân eden bir kavim İçin ibretler vardır, ibrahim dedi ki: ‘Siz, dünya hayatında aranızdaki muhabbet uğruna, sadece bu­nun için, Allah’ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra Kıyamet günü birbirinizi tanımayacak, birbirinizi lanetleyeceksiniz. Vara­cağınız yer Cehennemdir ve hiç bir yardımcınız da yoktur.’ Bunun üzerine Lût, ona îmân etti ve İbrahim, ‘Doğrusu ben Rabbimin em­rettiği yere hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.’ dedi.”[64]
    İ. Hz. İbrahim (A.S.)’In Hicreti

    Hz. İbrahim (a.s.), tebliğ mücâdelesini, karşılaştığı bütün güçlüklere rağmen, az önce ele aldığımız gibi, Nemrut tarafından ateşe atılmasına kadar sürdürdü. Müşrikler, bu son olay dolayı­sıyla onun Allah tarafından korunduğunu ve bu sayede ateşin onu yakmadığını gördükleri ve yıllar boyunca kendilerine söyle­diklerinde doğru olduğunu açıkça anladıkları halde, içlerinden bir kaç kişi hâriç, îmân etmeye yanaşmamışlardı. Bu muazzam mucize dahi, akıllarını başlarına almalarına kâfi gelmemişti. Hz İbrahim (a.s.)’a gelince, Cenab-ı Hakk’m kendisini ateşten kur­tarmasından sonra, kâfirlere putlanyla kendilerini baş başa bı­rakacağını söyledikten sonra kendisine îmân etmiş olan hanımı Sâre, yeğeni Lût ile birlikte hicrete çıktı. Allah’a yalvararak bunu kendisi için hayırlı kılmasını ve ayrıca kendisine sâlih evlât ih­san etmesini istedi. Yüce Allah, onun bu duasını da kabul etti, rızasını kazanmak uğrunda hicret eden Hz. İbrahim (a.s.)’a evlât ihsan edeceğini müjdeledi. Kur’ân-ı Kerim, bir kaç yerde onun hicretinden, daha sonra kendisine verilen nimetlerden, neslin­den seçilen bâzı peygamberlerden ve peygamberliğin onun nesli­ne tahsis edildiğinden bahsetmektedir:

    “O (İbrahim), ‘Sizi, Allah’tan başka taptıklarınızla baş başa bırakıp sizden ayrılırım ve Rabbime dua ederim; umarım, Rabbime yaptığım dua sayesinde mutsuz olmam!’ dedi. ibrahim, onlan ve Allah’tan başka tapmakta oldukları putlarını bırakıp çekildiğinde, biz de ona îshak’ı ve Ya’kub”u ihsan ettik ve her birini bir peygamber yaptık. Biz, bunlara rahmetimizden lütuflar ihsan ettik ve hepsine dillerde yüksek bir doğruluk şanı verdik.”[65]

    “Bir de dedi ki: ‘Ben Rabbime gidiyorum, O, bana yolunu gösterir. Rabbim, bana iyilerden bir evlât ihsan et!’ Biz de ona (halım) uslu bir oğul müjdeledik, “[66]

    “Bunun üzerine ona, bir tek Lût imân etti. İbrahim de, ‘Ben Rabbime hicret edeceğim, şüphesiz ki O, güçlüdür, hikmet sahibi­dir. ‘ dedi. Biz ona İshak ile Yakub’u da ihsan ettik. Peygamberliği e kitabı onun zürriyetinde kıldık, kendisine dünyada mükâfatını verdik. Şüphesiz o, âhirette de iyilerdendir.”[67]

    Görüldüğü gibi, bu âyetlerde Hz. İbrahim (a.s.)’m nereye hicret ettiği hakkında bilgi verilmemiştir. Kur’ân-ı Kerim’de onun hicretinden bahsedilen başka bir yerde ise, hicret yurduna da işaret edilerek bu bölgenin bereketli kılınan topraklar olduğu bildirilmiştir:

    “Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat biz, onlan daha çok

    hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk. Biz, İbrahim’i ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaş­tırdık. Ona İshak’ı lütfettik, üstelik Ya’kub’u da; ve onların her birini iyi kimseler yaptık. Ve hepsini, emrimizle yol gösteren reh­berler yaptık ve kendilerine hayırlı işler işlemeyi, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Hepsi, bize kulluk eden kimselerdi. “[68]

    Neticede, Allah tarafından ateşten kurtarılan Hz. İbrahim (a.s.), Allah yolunda, putperest babasını ve kavmini terk ederek, kendisine îmân eden hanımı ve yeğeni Lût ile birlikte Irak’tan ayrıldı, Kur’ân-ı Kerim’de bereketlendirilmiş bölge olarak zikredi­len Şam diyarına hicret etti.[69]Ur şehrinde veya Babü’de dünyaya gelen Hz. İbrahim (a.s.}, hicret sırasında 60 yaşlarında bulunu-jyordu. O önce Harran’a gitti, on yılı aşkın bir süre orada otur­duktan sonra 75 yaşlarında iken Filistin’e geçerek, davetinin en önemli merkezleri olan Methel, Hebron ve Bi’rüssebî’yi kurdu. Yeğeni Lût’u, davet için Lût gölünün doğusundaki bölgeye gön­derdi. Kendisi bir süre sonra hanımı Sâre ile birlikte Filistin’den de ayrıldı ve o dönemde medeniyet ve kültür açısından en geliş­miş ülkelerden olan Mısır’a gidip geldi. Bunun ardından, Mı­sır’da bulunduğu sırada hanımı Sâre’ye hediye edilen Hâcer isimli kadınla da evlenerek ondan bir oğul sahibi oldu. Aynı za­manda ilk evladı olan Hz. İsmail ve annesi Hâcer’i Allah Teâlâ’ nın emriyle Hicaz’a götürüp Safa tepesi civarına bıraktı. Daha sonraları hanımını ve oğlunu ziyaret için birkaç defa Hicaz’a gi­dip geldi. Son gidişinde, oğlu İsmail ile birlikte Kabe’yi inşâ etti. Oğlu İsmail’i Kabe’nin sorumlusu olarak bıraktıktan sonra, tek­rar Filistin’e, kendisine nisbetle Halilürrahman olarak isimlendi­rilen Hebron kasabasına döndü ve orayı daimi ikâmetgâh haline getirdi. Vefatına kadar orada yaşadı ve oraya defnedildi. [70]
    K. Üç Yalan Meselesi

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İbrahim (a.s.)’m, iki yerde, ikisi de önemli bir maksada yönelik olarak, te’vil ile ve başka mânâya çevirerek tevriye yoluyla yalan söylediği geçmektedir. Bunlardan biri önce geçtiği gibi, Saffât sûresinde, diğeri ise Enbiyâ sûresin­de hikâye olunmuştur. Birincisinde, bir türlü kendisine inanma­yan kavmini ikna edebilmek için, onları cevapsız bırakacak bir delil getirmek istemişti. Şehir halkı bayram kutlamaları için şe­hirden ayrıldığında putlarını kıracak, putların kendilerini dahi savunamaz ve kendilerini kimin kırdığını bilemez âciz varlıklar olduğunu gösterecekti. İşte bu işi yapabilmek maksadıyla bay­rama katılmamak için bir mazeret düşündü ve hasta olduğunu söyledi.[71] İkincisinde ise, putları kendisinin mi kırdığı soruldu­ğunda, “Belki onları şu büyük put kırmıştır!” demişti.[72]

    Hadis kaynaklarında, buna bir üçüncüsü eklenmiştir. Ebu Hureyre’den rivayet olunduğuna göre, Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

    “İbrahim (a.s.), yalnız üç defa (te’vil ile ve başka mânâya çevirerek) yalan söylemiştir ki, bunlardan ikisi kendisine ait bir sebeple değil, münhasıran Aziz ve Celil olan Allah’ın zâtı ve rızası içindir: Birisi, putperestlere, ‘Hakikaten ben hastayım.’ demesi, bir diğeri, ‘Bu işi belki putların şu büyüğü işlemiştir.’ demesidir. Rasülullah, üçüncüsü için de şöyle demiştir: İbrahim, günün birinde, hanımı Sâre İle birlikte cebâbireden azılı bir zalim olan (Mı­sır veya  Ürdün) kralının bulunduğu şehre uğramıştı.  Adamları krala, ‘Şehrimize bir yabancı gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır!’ diye haber verdiler. Zâlim hükümdar, İb­rahim’e haber gönderdi. Geldiğinde, yanındaki kadının kim oldu­ğunu sordu. Hz. İbrahim (a.s.), ‘Kız kardeşim..’ dedi. Sonra İbra­him Sâre’nin yanına geldi. ‘Ey Sâre, yeryüzünde ikimizden başka mü’min yoktur. Bu hükümdar, seni benden sordu, ona kardeşim olduğunu söyledim. Dolayısıyla bu hususta beni yalanlama!’ dedi ve onu zâlim hükümdara gönderdi.[73] Sâre huzuruna girince hü­kümdar onu eliyle tutmak istedi; ancak tam o anda eti tutuldu ve ona dokunamadı. Bunun üzerine, ‘Benim kurtulmam için Allah’a duâ et, artık sana zarar vermeyeceğim’ dedi. Sâre duâ edince eli iyileşti. Ancak sözünde durmayıp ikinci defa Sâre’ye dokunmak istedi, aynı şekilde hatta daha şiddetli olarak eli yine felç oldu. Bu defa da Süre’den duâ etmesini istedi ve artık kendisine zarar vermeyeceği sözünü tekrarladı. Onun duası sonunda eli iyileşince, onu serbest bıraktı.  Yanına çağırdığı kapıcılarına, kendisine bir insan değil bir şeytan getirdiklerini söyledi. Ardından Sâre’ye Hâcer isimli bir cariyeyi hizmetçi olarak verdi. Sâre tekrar yanına geldiğinde Hz.îbrahim (a.s.) namaz kılmakta idi ve ona eliyle bek­lemesini işaret etti. Namazı bitirince Sâre ona, ‘Allah kâfir veya fâcirin tu-zağını boşa çıkardı ‘ dedi.”[74]

    Söylendiğine göre, İbrahim’in {a.s.) Mısır’a gidiş sebebi, ya­şadığı bölgede vuku bulan bir açlıktır. Onu ve hanımını görenler, hemen krala koşarak, Sâre’nin güzelliğinden bahsedip bu güzel kadının sadece kendisine yakıştığını söylemişlerdir. Onları din­leyen hükümdar, o kadının hemen huzuruna getirilmesini istemiştir. Bu durum karşısında onun emrine karşı gelemeyeceğini bilen Hz. ibrahim (a.s.), Sâre’yi hanımı olarak tanıttığı takdirde, kralın kıskançlık sebebiyle kendisini öldürteceğini veya hapse attıracağını düşünmüş ve onun zulmünden kurtulmak için hanımını kız kardeşi olarak tanıtmıştır. Yine söylendiğine göre zâlim hükümdar, evli bir kadınla birlikte olmak istediği zaman, önce o kadının kocasını öldürürmüş. Bunu bilen Hz. İbrahim (a.s.}, hanımını krala gönderirken onun kardeşi olduğunu söylemiştir. Muhtemelen o, şu iki durumdan birini düşünmüştür:

    a. Kral âdil bir idareci ise, kız kardeşini kendisinden iste-ecek ve o da kanâatini bildirecektir;

    b. Zâlim ise bu tedbir sayesinde öldürülmekten kurtulacaktır.[75]

    Allah zâlim hükümdarın elini kolunu bağlayıp Sâre’ye bir zarar vermesini önleyince, Hz. İbrahim (a.s.)’ın ikinci büyük sı­kıntısı da sona ermiş, böylece bu ikinci imtihandan da kurtul­muş oldu. O ve hanımı Sâre’nin yapabileceklerini yaptıktan son­ra işlerini Allah’a havale etmeleri, İlâhî yardımı beraberinde ge­tirmişti. Zâlim kral, insan üstü bir güç tarafından korunduğunu gördüğü Sâre’ye bir hizmetçi hediye etti. Bu hizmetçi, ileride Hz. İsmail (a.s.)’ın annesi olacak Hâcer’den başkası değildi. Böylece tasa ve üzüntünün yerini ferahlık, zorluğun yerini kolaylık aldı. [76]
    L. Hz. İsmail (A.S.)’In Doğumu-Babası Tarafından Mekke’ye Götürülmesi

    Hz. İbrahim (a.s.), geçtiği gibi, önce amcasının kızı Sâre ile evlenmişti. O ikisi, çocuk sahibi olmayı çok istedikleri halde, evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir türlü çocuk­ları olmadı. İnsan nefsinde fıtri bir duygu olan evlât sevgisi, o ikisinde kavimlerinden ayrılıp yabancı bir ülkeye hicretlerindensonra daha da güçlenmişti. Evlât sahibi olmayı en az kocası ka­dar isteyen Sâre, bunun kendisinin kısırlığından kaynaklandığı­nı düşünerek, kocası Hz. İbrahim (a.s.)’a, Mısır kralının hediye ettiği hizmetçisi Hâcerle evlenmesini teklif etti ve ondan bir ço­cuk sahibi olabileceğini umduğunu söyledi.

    Sâre’nin teklifini uygun bulan Hz. İbrahim (a.s.), onun üs­tüne Hâcerle de evlendi. Sâre’nin tahmini doğru çıktı ve bir süre sonra hamile kalan Hâcer, İsmail (a.s.)’ı doğurdu. Rivayete göre, bu sırada Hz. İbrahim (a.s.)’in yaşı 86 idi.[77] Ne var ki, bu evliliğin mimarı olan Sâre, duygularına yenildi ve çok geçmeden bir oğul doğuran eski cariyesi Hâcer’i kıskanmaya başladı. Bu kıskançlık gün geçtikçe şiddetlendi. Hz.İbrahim (a.s.), bütün çabalarına rağmen birinci hanımındaki kıskançlık ateşini bir türlü söndüremiyordu. İşte tam bu sıralarda O, Cenab-ı Hak tarafın­dan, Hâcer ve oğlu İsmail (a.s.)’ı uzak bir diyara götürmekle emrolundu. Bu emir üzerine ikisini alıp, kendisine açıklanan yere, yâni Arabistan’ın Hicaz bölgesinde, bir süre sonra Kabe’yi inşâ edip Mekke şehrini kuracağı mıntıkaya götürdü. Hz. İbra­him (a.s.)’ın Hâcer ile henüz emme çağında olan oğlu İsmail (a.s.)’ı Mekke’ye götürmesi hakkında, Buhâri, îbn Abbas’tan u-zun bir rivayet nakletmiştir. İbn Abbas, bu rivayette özet olarak şu bilgiyi vermiştir:

    Hz. İbrahim (a.s.)’m hanımı Sâre, İsmail (a.s.)’m annesi Hâcer’i çok kıskanmaktadır. Sürekli ondan kaçan Hâcer, izini gizlemek için uzun eteklik giymek zorunda kalmıştır. Kadınların uzun etekli elbise giymeleri âdeti de ondan kalmadır. Hz. İbra­him (a.s.), Hâcer’i Sâre’nin kıskançlığından korumak için, onu ve henüz emzirmekte olduğu İsmail’i Mekke’ye götürür. O sırada boş bir arazi durumunda olan Mescid-i Harâm’m bulunduğu mahalde, Zemzem kuyusunun yukarı tarafında kalan bir ağacın yanma bırakır. Henüz hiç bir insanın yaşamadığı ıssız bir yere getirdiği hanımı ve oğlunun yanında, bir süre ihtiyaçlarını karşı­layacak hurma dolu bir dağarcık ve su dolu bir kırba bırakır. Daha sonra, onlardan ayrılmak ister. Bu esnada Hâcer’in kendi­lerini ıssız bir yerde bırakmasının sebebi hakkında sorduğu sorulara cevap vermez; ancak onun, “Bunu yoksa sana Allah mı emretti?” demesi üzerine, “Evet, Allah emretti!” diye cevap verir. Aldığı cevapla rahatlayan Hâcer, “Öyleyse Allah bize yetişir, O, bizi korur.” der.

    Onlardan ayrılan Hz.İbrahim (a.s.), Mekke’nin üst tarafın­daki Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kabe’nin inşâ edileceği yöne çevirerek, ellerini havaya kaldırıp, bir âyette zikredilen şu duayı yapar:

    “Rabbıml Zürriyetimden bir kısmını (İsmail ile onun soyunu) ekin bitmez bir vadide, Sen’in taarruzu haram olan Beyt’inin ya­nında iskan ettim. İnsanlardan bir kısım kimseleri, (namaz kılmak için) zürriyetimin bulunduğu yere doğru meylettirip heveslendir! Ve onlan, her çeşit meyvelerden nzıklandır! Gerektir ki, sana şük-redeler!”[78]

    Hz. İbrahim (a.s.), ayrıca neslinin emniyet ve istikrar içinde yaşamasını ve rızkını kolay temin etmesini de düşünerek, Al­lah’tan, orayı emin bir belde kılmasını, şehir halkına yeterli rızk vermesini ister. Bu esnada neslinden gelecek zâlimlere imamlık ve önderlik verilmeyeceği bildirilince, rızkı sadece neslinden î-mân ehli olanlar için talep ettiğini söyler. Bunun üzerine Yüce Allah, rızkın dünyevî bir rahmet olduğunu ve iyileri de kötüleri de içine aldığını, dolayısıyla dünyada inkâr edenlere de rızk ver­diğini bildirir; ancak onların sonunun ateş olduğunu hatırlatır.

    “İbrahim,  ‘Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından,

    Allah’a ve Âhiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır.’ demişti.

    Allah da, ‘İnkâr edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu

    Cehennem azabına sürüklerim! Ne kötü varılacak yerdir orası!”buyurmuştu.[79]

    İbn Abbas’tan gelen rivayetin devamında bildirildiğine göre, geride kalan Hâcer, oğlu İsmail’i emzirir, kendisi de dağarcıktaki yiyecek maddelerinden yer ve kırbadaki suyu içerler. Kırbadaki su bitince ana-oğul susuz kalırlar. Susuzluktan kıvranmaya başlayan bebeğin hâli, kendisi de susuzluktan kıvranan büyük şefkat sahibi anneyi son derece telaşlandırır.  Su bulmak için oraya buraya koşmaya başlar. Önce Safa tepesine çıkar. Bir İn­san veya su kaynağı görebilir miyim diye uzun-uzun vadiye ba­kar. Ardından koşarak vadiyi geçip Merve tepesine gelir. Etrafı gözetleyerek bir süre bekler. Orada da bir insan göremeyince, iki tepe (Safa ile Merve) arasında yedi defa gider-gelir. Bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimiz, hacıların bunun hâtırası için sa’yettikle-rini bildirmiştir. Hâcer, Merve tepesine son çıkışında, bir ses işitir. Sesin sahibini arar ancak bir türlü onu göremez, buna rağmen ondan yardım ister. Tam bu sırada, vahiy meleği Cebra­il’i (a.s.) bebeğinin yanında ayağının topuğuyla yeri kazarken görür. Nihayet onun kazdığı yerden Zemzem suyu fışkırır. Hâcer, büyük sevinç içinde, bir taraftan su kırbasını doldurur, bir taraf­tan da, suyu biriktirmek için, etrafını kum ile çevirmeye gayret eder.[80]

    Cebrail (a.s.), sudan içen ve çocuğunu emziren Hâcer’e, he­lak oluruz diye korkmamalarını söyler. Kabe’nin yerini, göstere­rek, “O Beyt’i, şu çocukla babası yapacaklardır ” der ve onlardan ayrılır. Hâcer bebeğiyle burada yaşarken, günün birinde, Cürhüm kabilesinden bir topluluğun oraya geldiğini görür. Anne ve oğlunu Zemzem’in başında gören bu insanlar, oraya yerleş­mek ve sudan istifade etmek için izin isterler. Hâcer, onlara ora­ya yerleşme ve mülkiyetindeki sudan yararlanma izni verince, bundan sonra orada bir arada yaşarlar.[81]
    M. Hz. İbrahim {A.S.)ın Oğlu İsmail’i Allah’a Adaması

    Allah Tealâ, kullarının kalplerinin kendisine bağlı kalması­nı ister. Mü’minlerin bir taraftan kendisine karşı duydukları sevgi ve itaatin sınırlarını, diğer taraftan da rızâsı uğrunda göstermeleri gereken sabırlarını ölçmek için, onları kendisi dışında sevdikleri diğer şeylerle imtihan eder. İnsanların çok sevdiği ve bu sevgileri dolayısıyla da Allah tarafından sınandığı diğer şeyle­rin başında, bilindiği gibi, çocuklar, mal-mülk, şöhret, kadın vb. gelmektedir.Hz.İbrahİm(a.s.)’ın oğlu İsmail ile imtihan edilmesi de bu türdendir; belki de benzeri imtihanların en zoru olmuş­tur.Hz.İbrahim (a.s.), geçtiği gibi, tâbi tutulduğu bu tür imtihan­ların birincisinde çok sevdiği hanımı Sâre dolayısıyla imtihan edilmiş; Allah’a tevekkülü sayesinde başarmıştı. Bu defa yıllarca özlemini çektiği ve hanımları arasında baş gösteren kıskançlık i yüzünden yanında dahi büyütemediği biricik oğlu İsmail ile im­tihana tâbi tutuldu.[82]

    Hz. İbrahim (a.s.), rüyasında tek evlâdını kurban etmekle emrolundu. Yüce Allah, kendisine Özel dost olarak seçtiği bu i peygamberini, ihtiyar yaşında, biricik oğlunu kurban etmekle I denemek istemişti. Yaşlı bir babanın biricik oğlunu kurban et-r meşinden daha ağır bir imtihan da olamazdı. Rivayete göre İs­mail o sırada 7 veya 13 yaşlarında bulunuyordu. Hz. İbrahim (a.s.), imtihandan muaf tutulmak için kaçamak aramaya çalış­madı. Biricik evladını kurban etmek dahi olsa, canından fazla sevdiği Rabbinin emrine gönül rızasıyla teslim oldu. Kalbini irfa­na, dilini burhana, bedenini ateşe, malını misafir ve iyilik yap­maya adamış olan bu büyük peygamber, bu defa da, oğlunu kurban etmeye razı olarak kulluk ve sevgideki üstünlüğünü is­pat etti. İsmail de bu imtihanda hilmini gösterdi. Allah’ın emrine karşı sabrını ve itaatkâr lığını ispat ederek, o yaşında, gönül rıza­sıyla kurban olmayı kabul etti. Bu muazzam olay, Kur’ân-i Ke-rim’de şöyle dile getirilmektedir:

    “İbrahim, ‘Ben rabbime gidiyorum. O, bana doğru yolu gös­terir. Rabbim! Bana salihlerden olacak bir evlat ver!’ dedi. İşte o zaman biz, onu yumuşak huylu (=halîm) bir oğul ile müjdeledik. Çocuk babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince, ‘Yavru­cuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum, bir düşün; ne der-sinP’dedi O cevaben, ‘Babacığım! Bmrolunduğun şeyi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursun.’ dedi. Her ikisi de teslim olup, İbrahim onu alnı üzerine yatınnca, ‘Ey İbrahim! Rüyaya ger­çekten sadâkat gösterdin! Biz, muhlisleri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır.’ dedik.

    Biz, oğluna bedel olmak üzere ona büyük bir kurbanlık hay­van verdik. Geride gelecekler arasında ona iyi bir ün bıraktık. İbrahim’e selâm olsun! İşte biz, muhsinleri böyle mükafatlandırı­rız. Çünkü o, bizim mü’min kullanmızdandır. Bir de onu, salihlerden bir peygamber olacak İshak ile müjdeledik. Onu ve İshak’ı bereketli kıldık. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa kötülük edenler de olacaktır.[83]

    Hz.İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail Allah’ın emrine teslim olunca maksat hâsıl olmuş, Allah Teâlâ bunun karşılığında, İs­mail’in yerine kurbanlık bir koç ihsan etmişti. Âyette geçen an­cak İsmi verilmeyen yumuşak huylu oğul, müfessirlerin ekseri­yetine göre Hz.İsmail (a.s.)’dır. Allah, Hz.İbrahim’e önce İsmail’i ihsan etmiş, olayın bu âyetlerde anlatılış seyrinden de açıkça anlaşıldığı gibi, onun başından geçen kurbanlık olayının ardın­dan da İshak’m doğacağını müjdelemiştir. Kurban kıssası bittik­ten sonra “Salihlerden bir peygamber olarak ona İshak’ı müjdele­dik” denilmesi bunu açıkça göstermektedir.[84] Ancak, Ehl-i kitap alimleri, buna rağmen kurbanlığın İsmail değil, kendi ataları İshak olduğunu kabul etmiştir.

    Bu konudaki ihtilâfın, Kitab-ı Mukaddes’teki bilgilerden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’in bir yerinde, Cenab-ı Hakk’m Hz. İbrahim (a.s.)’ı imtihan ettiği ve biricik oğlu ishak’ı kurban etmesini istediği bildirilmektedir.[85] Ancak orada o sırada Hz. İbrahim (a.s.)’m tek oğlunun bulunduğu ve İshak a-dmdaki bu biricik oğulun kurbanlık olduğu zikredilirken, başka bir yerde ise, Hz. İbrahim (a.s.)’ın ilk oğlunun İsmail ,olduğu be­lirtilmektedir. Doğru olan bu ikinci habere göre, Hz. İbrahim (a.s.)’ın birinci zevcesi Sâre, kocasına bir çocuk doğuramadığı için üzgündür. Allah’ın kendisini bir çocuk doğurmaktan mah­rum ettiğini söyleyerek, kocası Hz. İbrahim (a.s.)’a, hizmetçisi Hâcerle evlenmesini teklif etmiştir.[86] Hâmile kalan Hâcer’e, do­ğacak çocuğuna İsmail adını koyması ilham edilmiş,[87] İsmail, babası Hz. İbrahim (a.s.) 86 yaşında iken doğmuştur.[88] Daha sonra da Allah, Hz. İbrahim (a.s.)’a İlk eşi Sâre’den de bir erkek çocuğunun olacağını müjdelemiş ve adını İshak koymasını em­retmiştir. O sırada Hz. İbrahim (a.s.), oğlu İsmail ve evin diğer erkeklerini de alarak onları sünnet etmiş, kendisi de 99 yaşında bulunduğu halde sünnet olmuştur. Bu sırada İsmail 13 yaşın­dadır.[89] Hz. İbrahim (a.s.) 100 yaşında iken de oğlu îshak dün­yaya gelmiştir.[90] Buna göre İsmail, İshak’dan yaklaşık 13 yaş büyüktür. Hz. İbrahim (a.s.)’dan tek evlâdının kurban edilmesi istendiğine göre bu şüphesiz İsmail’dir.

    Kurbanlık oğul hakkındaki bu ihtilaf, İslâmî rivayetlere de yansımış, müfessirler ve diğer alimler bu konuda farklı sonuçla­ra ulaşmışlardır. Müslüman alimlerin ekserisi, kurbanlık oğulun İsmail olduğunu kabul ederken, îbn İshak, Taberî[91], Muhyiddin-i Arabi ve Kâdî Iyaz gibi bâzı alimler, İshak olduğu neticesine varmışlardır. Suyûtî gibi bâzı alimler de kesin bir tavır takınmaktan kaçınarak meseleyi ortada bırakmayı tercih etmiş­lerdir. Muasır müfessirlerden Mevdüdî, kaynaklardaki malûma­tın tarafsız değerlendirilmesi durumunda kurbanlığın İsmail olduğunun kesinleşeceğini belirterek, görüşünü ispat için şu delilleri getirmiştir:

    1. Saffât süresinde, Hz. İbrahim (a.s.)’ın anayurdundan ay­rılırken Allah’tan kendisine sâlih bir evlât ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna cevap olarak Allah, ona halim-selim, uslu bir oğul bahşedeceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, o an için­de bulunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim (a.s.)’ın, bu duasını evlâtsız olduğu bir sırada yaptığını göstermektedir. Müj­delenen çocuğun da onun ilk erkek çocuğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca sûrenin dili, üslûbu ve hadisenin mâhiyeti, Hz. İbrahim (a.s.)’m aynı çocuğu delikanlılık çağma yaklaştığı zaman Allah’ın arzusuna göre kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böy­lece, Hz. İbrahim (a.s.)’m ilk evlâdının İsmail olduğu kesinlikle ortaya  çıkıyor.   Buna  ilâveten   Kur’ân-ı   Kerim’de   Hz.   İbrahim (a.s.)’m iki oğlundan bahsedilirken, isimleri de sıra ile anılmıştır: “Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshak’ı bahşeden Allah’a hamdde-

    rim.”[92]

    2. Kur’ân-ı Kerim’de İshak’ın doğacağına dâir verilen müj­dede onun hakkında “ilim sahibi” tâbiri kullanılmıştır.[93] Hicr sûresinin 53. âyetinde de şöyle denilmiştir:   “Biz, seni alim bir evlâd ile müjdeliyoruz.”Fakat Saffât sûresinde müjdelenen çocu­ğun, geçtiği gibi, ”halim/uslu” sıfatını taşıdığı beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk, farklı huy ve karaktere sahip idiler. İsmail’in karakterinin belirgin özelliğinin “hüm/usluluk” olduğu bilindikten sonra, kurban edilmesi istenen çocuğun ondan baş­kası olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zîrâ Kur’ân-ı Ke­rim’de,  Hz.  İbrahim (a.s.) tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halım olduğu belirtilmiştir. Ayrıca âlim olan ikinci çocuk, ancak halım olan ilk çocuk delikanlılık çağına yak­laştığı zaman   doğmuştu. İkinci çocuğun doğacağına dâir müjde de kurban vak’asmdan sonra verildiğine göre,  kurbanlık mu­hakkak ki,Hz. İsmail (a.s.)idi.

    3. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İshak (a.s.)’m doğacağı müjdesi verilirken, onun da büyüdüğünde Yakub adında bir çocuğa sa­hip olacağı belirtilmiştir:

    “Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de ona îshak’ı, onun ardından da Yakub’u müjdeledik.[94]

    Şimdi, Hz. İbrahim (a.s.) rüyasında kendisini ilende Yakub adında bir oğul sahibi olacak çocuğunu boğazlarken görmüş olsaydı, Allah’ın onun gerçekten kurban edilmesini istediğine ihtimal verilmezdi. Zîrâ, bu çocuk kurban edildiği takdirde, onun Yakub adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı… Çünkü Kur’ân-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun, “ba­basıyla beraber koşacak yaşa geldiği” zaman kurban edilmeye götürüldüğünü açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir önyargısı olmayan bir kişi, bu cümleyi okuyunca, kurbanlık çocuğun an­cak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu düşünecektir. Dolayısıyla, çocuk sahibi bir gençten bahsedilirken, böyle bir İfadenin kullanılabileceği düşünülemez.

    4. Kur’ân-ı Kerim’de, kurban vak’asınm anlatılmasından sonraki âyetlerde, Hz. İbrahim (a.s.)’a “İshak adında ileride pey­gamber olacak sâlihlerden bir evlâdın müjdelendiği” belirtilmiştir. Bu âyetlerden de kurbanlık çocuğun îshak olmadığı anlaşıl­maktadır. Aksine, önce halîm karakterli başka bir çocuğun müj­delendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği zaman onun kurban edilmesinin istendiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.), bu imtihanı başarıyla geçtikten sonra ona İshak adında başka bir çocuk müjdelenmiş oldu. Olayların bu akışı, kurbanlık çocuğun İshak değil, aksine ondan bir kaç sene önce doğan büyük kardeşi olduğunu açıkça gösteriyor.

    5. Güvenilir rivayet ve hadislere göre, Hz. İsmail (a.s.)’m yerine kurban edilen koçun boynuzu Kabe’de Abdullah b. Zübeyr dönemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra Haccac b. Yusufun İbn Zübeyr’i kuşattığı sırada Kabe’yi tahrip etmesin­den itibaren kayboldu. Bu da gösteriyor ki, kurban vak’ası, Su­riye’de değil, Mekke’de vuku bulmuştu ve kurbanlık İsmail idi. Böyle olmasaydı, koçun boynuzları, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından inşa edilen Kabe’de hatıra olarak saklanmazdı.

    6. Arap rivayetlerine göre Araplar, yüzyıllar boyu, kurban olayının Minâ’da yaşandığına inanmışlardır. O zamandan itibaren, İslâmiyetin zuhuruna kadar, hacılar Minâ’ya gidip Hz. İbra­him (a.s.)’ın geleneğine uyarak kurbanlarını orada kesmişlerdir. Rasülullah (s.a.v.) da, bu geleneği İslâmm hac farizasının bir parçası haline getirmiştir. 4500 yıldan beridir kesintisiz sürdü­rülen bu gelenek, kurbanlığın İsmail olduğunun kesin bir delili­dir. Zira, Hz. İshak (a.s.)’m soyundan oldukları bilinen Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında, halkın belirli bir vakitte kurban kes­mesi veya bunun gibi Hz. İbrahim (a.s.)’m kurban kesmesinin bir hatırası olarak devam ettirilen bir âdet yoktur. Böyle bir ge­lenek, sadece Müslümanlarda mevcuttur.”

    Mevdûdî, sözlerini bitirirken, kurbanlığın İshak olduğunu bildiren haberlerin Yahudiler tarafından uydurulduğunu göste­ren iki rivayete yer vermiştir. Bunlardan birincisi, İbn Kesir’in şu sözleridir:

    “Gerçeği ancak Allah bilir. Fakat dikkat edildiğinde, Hz. İshak’m kurbanlık olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin KaİDUl-Ahbar tarafından nakledildiği ortaya çıkar. Bu zât, Hz. Ömer zamanında müslüman olmuştu ve müslümanlara yahudi ve hristiyanlarm kitaplarından bölümler okurdu… Böylece Müs­lümanlar Ka^b’ın bir kısmı doğru bir kısmı yanlış ve uydurma olan hikaye ve masallarını dinlemeyi alışkanlık hâline getirdiler. Halbuki, ümmetin onun bilgi hazinesine ihtiyacı yoktu.”

    Mevdudi’nin naklettiği ikinci rivayet ise, Muhammed b. Kab el-Kurazî’nin, Emevî halifesi Ömer b. Abdülaziz’e söylediği şu sözlerdir:

    “Ey Mü’minlerin Bmiri! Vallahi, kurbanlık Hz. İsmail (a.s.)’dır. Yahudiler de bu gerçeği çok iyi biliyorlar; ancak Arapla­ra karşı kin ve kıskançlıkla dolu bulundukları için, kurbanlığın İshak olduğunu iddia ediyorlar.[95]

    Mevdûdi, sözlerini şöyle bağlar: “Bu iki olayı bir araya geti­rip inceleyecek olursak, Hz. ibrahim (a.s.)’ın hangi oğlunu kurban etmek istediği hususundaki ihtilafın, yahudilerin sinsî ve plânlı bir propagandasının sonucu olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar, başından beri ilmî konularda müsamahakâr davrandıkları için, Yahudiler tarafından nakledilen rivayetleri birer tarihî gerçek ola­rak kabul ediverdiler ve dolayısıyla bunları yeterince araştırıp, Ölçüp-biçip reddetmediler.”[96]
    N. Hz. İshak (A.S.)’In Doğacağının Müjdelenmesi

    Allah Teâlâ, kurban olayından sonraki günlerde, geçtiği gi­bi, Hz. İbrahim (a.s.)’a oldukça yaşlanmış olan birinci hanımı Sâre’den de İshak adında bir oğul vereceğini müjdeledi. Bu müj­deyi, Lût kavmini helak etmekle görevlendirilen melekler getir­mişlerdi. Hz. İbrahim (a.s.)’a yakışıklı delikanlılar kılığında gelen bu meleklerin, Cebrail, Mikâil ve İsrafil üçlüsü olduğu söylendiği gibi, onların sayısı on ikiye kadar da çıkarılmıştır. Hz. İbrahim (a.s.), önceden tanımadığı ve alışılmamış selâm veriş tarzların­dan yabancı olduklarım tahmin ettiği misafirlerine ikram için, benzeri durumlarda yaptığı gibi, onlara sezdirmeden kısa sürede kestiği bir dananın etini kızarttırıp sofraya koydurmuştu. Sofra­ya çağırdığı misafirlerinin gelmemeleri, onu endişeye şevketti. Rivayete göre onun endişe ve korkusu, onların melek olduğunu ve önemli bir iş için geldiklerini anlamasından kaynaklanıyordu. Çünkü melekler insanları cezalandırmak gibi görevler için gel­diklerinde, genellikle insan kılığına girerlerdi. Hz. İbrahim (a.s.) tahmininde yanılmamıştı, kendilerini tanıtan ve ona korkmama­sını tavsiye eden melekler, Allah’ın kendisine büyüdüğünde âlim olacak bir oğul vereceğini müjdelediler. Orada bulunan ve bu sözleri işiten yaşlı hanımı Sâre, hayretinden bir çığlık koparı-vermişti. Ardından kısır bir kocakarı olduğunu söyleyerek, genç­liğinde dahi bir çocuk doğuramamışken o yaşta nasıl doğuraca­ğını sordu.

    Hz. İbrahim {a.s.) asıl görevlerini sorunca, melekler, Lüt kavmini cezalandırmak üzere gönderildiklerini ve kâfirleri nasıl helak edeceklerini açıkladılar. Kur’ân-ı Kerim, Zâriyat sûresinde Hz. İbrahim (a.s.) ile misafirleri arasında geçen bu konuşmayı şöyle aktarmaktadır:

    “Ey Muhammedi ibrahim’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar, İbrahim’in huzuruna girmişlerdi de, ‘Selâm sana!’ demişlerdi ibrahim,’ Size de selâm’ demiş ve içinden, ‘Bunlar tanınmamış bir topluluk.’ diye geçirmişti. İbrahim, sonra ailesine giderek semiz bir buzağı eti getirdi. Onu misafirlerinin önüne sürerek ‘Yemez misiniz?’ dedi. Yemediklerim görünce on­lardan içine bir korku düştü. Onlar ibrahim’e ‘Korkma!’ dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler. Bunun üzerine karısı Sâre bir çığlık atarak geldi ve elini yüzüne vurarak, ‘Ben kısır bir koca­karıyım, nasıl çocuğum olur?’ dedi

    Misafir melekler, ‘Evet bu böyledir. Rabbin böyle buyurdu. Gerçekten O, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyi hakkıyla bilir.’ dediler. İbrahim, kendisine misafir olarak gelen meleklere, ‘Acaba sizin asil önemli işiniz nedir ey elçiler?’ diye sordu. Onlar, ‘Ger­çekten biz, günahkar bir kavim olan Lüt kavmine gönderildik. On-lann üzerine çamurdan pişirilmiş sert taşlar yağdıracağız. O taş­lardan her birinin, haddi aşanlardan kime isabet edeceği Rabbin katında işaretlenmiştir.’ dediler.”[97]

    Konunun tekrar edildiği Hicr sûresinde, yaşlılığı dolayısıyla Hz. İbrahim (a.s.)’m da hayrete düştüğüne işaret edilmiştir:

    “Bir de onlara, İbrahim’in misafirlerini anlat! Onlar, onun yanına girdiklerinde, ‘selâm’ dediler, ibrahim, ‘Biz gerçekten siz­den korkuyoruz.’ dedi. Onlar, ‘Korkma, sana ilim sahibi bir oğul müjdeliyoruz!’ dediler. İbrahim, ‘Beni mi müjdeliyorsunuz? Bana ihtiyarlık gelip çatmışken, artık beni neye dayanarak bir çocukla müjdeliyorsunuz?’ dedi. Onlar, ‘Biz, seni gerçek şeyle müjdeledik; onun için ümidini kesenlerden olma!’ dediler. İbrahim, ‘Sapıklığa düşenlerden başka kim rabbimin rahmetinden ümidini keser?’ dedi ve ‘Ey elçiler, bunun ardından göreviniz nedir?’ diye sordu. Onlar, ‘Haberin olsun, biz, suçlu bir topluluğa gönderildik.’ dedi­ler. “[98]

    Bu konu Hûd sûresinde de ele alınmıştır. Orada Sâre’nin verilen evlâd müjdesine, kocası ve kendisinin yaşlılığı dolayısıyla hayret ettiği belirtilmekte; ayrıca Hz.İshak(a.s.}’a da Yakub adın­da bir oğul verileceğinin bildirildiğine işaret edilmektedir. Yine Önceki iki yerden farklı olarak, Hz. İbrahim (a.s.)’m Lût kavminin helakini önlemek hususunda ısrarda bulunduğu; ancak melek­lerin bunun hakkında Allah’ın hükmünün kesin olduğunu bil­dirdikleri eklenmektedir:

    “Andolsun sânıma ki, ibrahim’e de elçilerimiz müjde ile geldi ve ‘Selâm’ dediler. O da, ‘Selâm,!’ dedi ve durmadan gidip kızar­tılmış bir buzağı getirdi. Kızartılmış buzağıya ellerini uzatmadıkla­rını görünce onlan yadırgadı ve içinde onlara karşı bir korku duy­du. Onlar, ‘Korkma, zîrâ biz Lût kavmine gönderildik!’ dediler. İbrahim’in zevcesi de ayakta dinliyordu ve bunu duyunca güldü. Bunun üzerine ona îshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Ya’kuh’u. ‘Vay!’ dedi zevcesi, ‘Ben bir kocakarı, kocam da bir ih­tiyar iken doğurabilir miyim? Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şey!’

    Elçiler, ‘Sen Allah’ın işine mi şaşırıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri var üzerinizde ey ev halkı! Şüphe yok ki, O, övül­meye lâyık ve lütfü çok olandır.’ dediler.İbrahim’in korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lût milleti hakkında elçilerimizle tartışmaya girişti. Doğrusu İbrahim, çok halim selim, yumuşak huylu ve kendini Allah’a vermiş bir kimse idi. Elçilerimiz, ‘Ey İb­rahim! Bu tutumundan vazgeç, çünkü onların helaki için rabbinin emri gelmiştir. Onlara, şüphesiz, geri çevrilemeyecek bir azap gelmektedir.’ dediler.”[99]
    O. Kabe’nin İnşâ Edilmesi-İlk Mâbed Ve Oradaki Alal-İetler

    İbn Abbas, Hz. İbrahim (a.s.)’m hanımı Hâcer ve oğlu İsma­il’i Mekke’ye götürmesi hakkındaki, yukarıda ilk bölümünü ele aldığımız Buhâri rivayetinde, daha sonra özetle şu bilgileri ver­miştir:

    Cürhüm kabilesinden ilk gelenlerin haber ulaştırmasıyla aynı kabileden başka gruplar da gelerek Mekke civarına yerleşir­ler. Bu durum, yalnızlıktan sıkılan Hâcer’in de hoşuna gitmiştir. Nihayet Mekke zamanla önemli bir merkez hâline gelir. Gençlik çağma ulaşan İsmail,Cürhümiler’den Arapçayı güzel bir şekilde öğrenir ve kendisini herkese sevdirir. Bu rivayette bahsedilme­miş olsa da, on yaşları civarında babası Hz. İbrahim (a.s.), Mek­ke’ye gelir ve önce anlattığımız gibi kurban olayı yaşanır. Rivaye­tin devamında belirtildiği şekilde onun güzel ahlak ve faziletleri­ne hayran kalan Araplar, buluğ çağma ulaşmasından sonra, onu kendilerinden bir kızla evlendirirler. Yıllar böyle geçerken, İsma­il’in annesi Hâcer vefat eder ve Hıcr’a defnolunur.

    Hz. İsmail (a.s.) evlendikten sonra, Hz. İbrahim (a.s.), onu ve gelinini görmeye gelir. O sırada İsmail evde değildir. Kendisini tanıtmadan gelinine, geçim durumlarını sorar, onun yana-yakıla geçim darlığından bahsetmesi üzerine, kocasına selâm söyleme­sini söyler ve kapısının eşiğini değiştirmesini tavsiye ettiğini ilâve eder ve oğlu evine dönmeden oradan ayrılır. Evine gelince baba­sının gelip gittiğini anlayan Hz. İsmail (a.s.), hanımına o gün evine gelen biri olup olmadığını sorar. Hanımı gelen ihtiyar ve kendisine söylediklerini aktarınca, ona, “O gelen ihtiyar, babam­dır. O sözüyle bana seni boşamamı emretmiştir.” der ve hanımı­nı ailesine gönderir. Bir süre sonra aynı kabileden başka bir ka­dınla evlenir.

    Hz. İbrahim (a.s.), aradan epey bir zaman geçtikten sonra tekrar Mekke’ye gelir. Aynı şekilde oğlu İsmail’i evinde bulamaz. Yeni geliniyle görüşür ve geçim durumlarına dair sorular sorar. Öncekinin aksine, kanaatkar bir insan olduğu anlaşılan yeni gelininden, bolluk içinde olduklarını anlatan cevaplar alır. Allahın rızıklarmı daha da bollaştırması, et ve sularını çoğaltması için duâ eder. Kocası eve geldiğinde, selâmla birlikte ona kapısı­nın eşiğini güzel tutmasını tavsiye ettiğini de söylemesini ister ve oradan ayrılır. Evine dönen İsmail, karısından evine gelen ihtiyar hakkında bilgi alınca, “İşte o babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin! Babam bana seni hoş tutmamı, seninle iyi geçinmemi emretmiştir.” der.

    Hz. İbrahim (a.s.) ziyaret için Mekke’ye bundan sonraki ge­lişinde, oğlu ismail’i Zemzem kuyusunun yakınındaki bir ağacın altında okunu düzeltirken bulur. Baba-oğul, yılların hasretiyle sarmaş dolaş olurlar. Sonra Hz. İbrahim (a.s.), oğluna, Allah Teâlâ’nın kendisine büyük bir görev verdiğini söyler. Orada bir mâbed yapmasını, yâni Kabe’yi inşa etmesini emrettiğini açıklar. Ardından baba-oğul Kabe inşâatına başlarlar. İsmail taş getirir, Hz. İbrahim (a.s.) binayı yapar.[100]

    Yaratılıştan itibaren Kıyamet gününe kadar mübarek kılı­nan Mekke şehrinde bulunan Kabe, Müslümanlar nazarında en şerefli, en mukaddes binadır. Çünkü onun yapılmasını emreden ve bu mütevazı yapıyı evi olarak isimlendiren Cenab-ı Hak’tır. Emri ulaştıran ve şeklini tarif eden Cebrail (a.s.), ustası Hz. İb­rahim (a.s.), yardımcısı İsmail’dir.[101] Kur’ân-ı Kerim, Kabe inşaatı hakkında şu malûmatı vermektedir:

    “Bir zamanlar, Kabe’nin yerini İbrahim’e şu şekilde hazırla­mıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku ve secdeye varanlar için Evim’i tertemiz et! Bütün insanlar için de haccı ilân et ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yollardan gelen incelmiş develer üzerinde sana ulaşsınlar.”[102]

    “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile birlikte, Kabe’nin temelleri­ni yükseltiyordu. Bu sırada o ikisi, ‘Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, sen hem işitir hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olan Müs­lümanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibâdet yollarımızı göster, tevbemizi kabul buyur, çünkü teubeleri daima kabul eden, mer­hametli olan ancak sensin. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin â-yetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakim olan ancak sensin.’ dediler. “[103]

    Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail’in bu duâlanndaki son is­tekleri, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in pey­gamber olarak gönderilmesiyle gerçekleşmiştir.

    Yeryüzünde, sadece içinde Allah’a ibâdet edilmek maksa­dıyla inşâ edilen ilk ev (beyt) Kabe’dir. Bu gerçek Kur’ân-ı Ke­rim’de şöyle dile getirilir:

    “De ki: Allah doğru söylemiştir. Öyle ise, hakka yönelmiş o-lan İbrahim’in dinine uyunuz. O, müşriklerden değildi. Şüphesiz, insanlar için kurulan ilk mâbed, Mekke’deki çok mübarek ve â-lemlere bereket ve hidayet kaynağı olan Beyt (Kâbe)’dir. Onda apaçık deliller, ibrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvene erer, emniyette olur. Ona bir yol bulabilenlerin, Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphe­siz Allah, bütün âlemlerden müstağnidir.”[104]

    Bu âyetten anlaşıldığı gibi, Kabe’nin yapılması, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’mn İnşa edilmesinden çok öncedir.  Buna göre Kabe, bütün kitap ehlinin bildikleri mâbedlerin hepsinden önce mevcut olan mübarek bir tevhid kıblesidir. Ebu Zer (r.a.)’m riva­yet ettiği bir hadiste, Peygamber Efendimiz, yeryüzünde ilk inşâ edilen mescidin Kabe olduğunu, ondan sonra da Mescid-i Ak-sâ’nin inşâ edildiğini bildirmiş, ikisinin inşâ zamanlan arasında 40 yıllık bir süre olduğunu söylemiştir.[105] Arap tarihçilerinin pek çoğu, Kabe’nin Hz. İbrahim tarafından, Hz. Musa’nın gelişinden yaklaşık 900 yıl önce yapılmış olduğunu kabul ederler.[106]

    Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu İsmail tarafından inşâ edilen Kabe’yi insanlar için bir toplanma merkezi, her türlü saldırıdan ve kötülükten uzak bir güvenlik bölgesi kıldığını bil­dirmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Kâbeyi, insanlar için toplanma ve güven yeri kıldık. İbra­him’in makamını namaz yeri edinin, dedik. Ziyaret edenler, kendini ibâdete verenler, rüku ve secde edenler için Evimi temiz tutun diye İbrahim ve İsmail’e ahd verdik.”[107]

    Müslümanlar ve hatta putperest Araplar, Kabe’ye karşı bü­yük tazim ve hürmet duymuşlardır. Bu hürmet hiç bir zaman kalkmamıştır. Allah, mü’minlere oradaki Makam-ı İbrahim’i na­mazgah edinmelerini, Zât-ı bârisine nisbet ederek ‘evim’ dediği Kabe’yi temiz tutmalarını emretmiştir. Bu temizlik,, orada Al­lah’tan başkasının adının amlmamasıyla mümkün olan bir te­mizliktir. Yoksa Beyt ve çevresinin sadece bir takım pisliklerden arındırılması demek değildir. Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim (a.s.)’m Kabe’yi bina ederken veya insanları hacca çağırırken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir. Bugün de aynı isimle bilinmektedir. Tavaf namazı burada kılınır. Ancak, Makam-ı İb­rahim tâbirinin Harem-i Şerifin tamamı için kullanıldığı görü­şünde olanlar da vardır.[108]

    İnşaatı tamamlayan Hz. İbrahim (a.s.), Allah’tan aldığı yeni bir emirle ibâdet edecekler için Kabe’nin civarını temizledi ve ardından insanları hacca davet etti:

    “Bir zamanlar İbrahim’e, Beytullah’ın yerini hazırlamış ve, ‘Bana hiç bir şeyi eş tutma; tavaf edenler, kıyam halinde ibâdet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimi temiz tut!’ demiştik. İnsanlar arasında haca ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun-argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararlan yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine nzık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları için sana gelsinler. Artık o kurban edilen hayvanların etinden hem kendiniz yiyin, hem de yoksula fakire yedirin. Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atik’i (Kabe’yi) tavaf etsinler. “[109]

    Bu âyetlerin inmesi üzerine, Hz. İbrahim (a.s.), Ebu Kubeys dağına çıkarak insanlara şöyle seslendi:

    “Ey insanlar! Allah, karşılığında size Cennet vermek ve sizi Cehennem azabından kurtarmak için, bu evi haccetmenizi em­retti. O halde siz de haccedin!”

    Rivayete göre, Allah’ın izniyle Hz. İbrahim (a.s.)’ın sesi, çok uzaklardan duyuldu.[110] İnsanlar, bu davete icabet ederek uzak-tan-yakından Mekke’ye doğru yola çıktılar. Bu arada Cebrail fa.s.) gelmiş, hac farizasının nasıl icra edileceğini Hz. İbrahim (a.s.)’a öğretmişti. Hz. İbrahim (a.s.), ondan öğrenmiş olduğu şekilde, toplanmış olan kalabalıklara hac vazifesini yaptırdı. Da­ha sonra hanımı Sâre’nin yanına Filistin’e döndü. Başka bir hac mevsiminde hanımı Sâre ile birlikte haccetti. O ikisi, hacdan döndükten bir süre sonra Hebron’da vefat ettiler.[111]
    P. Ölü Kuşların Diriltilmesi

    Kur’ân-ı Kerim’de bildirildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Al­lah Teâlâ’dan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini is­temişti. Allah onun bu isteğinin ölüleri dirilttiğine inanmadığın­dan mı kaynaklandığını sorunca, “İnandım; ancak kalbimin mutmain olması için” diye cevap verdi. Bunun üzerine Yüce Al­lah, onun gönlündeki bu arzuya karşılık verdi. Dört çeşit kuş yakalayıp bir süre kendisine alıştırmasını, sonra onları kesip parçalamasını ve bu parçaları karıştırarak her parçayı ayrı bir dağın üzerine koymasını ve ardından kuşları çağırmasını emret­ti. Hz. İbrahim (a.s.) bunları yapıp parçalarını dağıttığı kuşları çağırınca, parçalar birleşip kuşlar yeniden canlandı ve uçarak ona geldiler. Böylece o, ilâhî esrarın vukuunu canlı bir şekilde müşahede etmiş oldu. Kur’ân-ı Kerim, ona bahşedilen bu muci­zeyi şöyle anlatmıştır:

    “İbrahim Rabbine, ‘Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster’ demişti. Rabbi, ona, ‘Yoksa buna inanmadın mı?’ deyince, ‘Hayır! İnandım; ancak kalbimin mutmain olması için.’ dedi Bu­nun üzerine Allah, ‘öyleyse dört kuş yakala, onları kendine alış­tır, sonra onlan parçalayıp her parçayı ayn bir dağın üzerine bı­rak. Sonra da, onlan çağır. Koşarak sana gelirler. Bil ki, şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.”[112]

    Peygamber Efendimiz (s.a.v.), ölü kuşların diriltilmesi mu­cizesine işaret ederken, Hz.İbrahim (a.s.)’ın talebinin ölülerin diriltilme siyle ilgili bir şüphesinden kaynaklanmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:

    “Vücudunun bütün parçaları birer tarafa dağılmış bir ölünün ne suretle yeniden canlandırılacağında İbrahim şüphe ederse, o şüpheye biz daha müstahakız.”[113]

    İmam-ı Şafiî’nin bir tevcihine göre, Peygamberimiz (s.a.v.) bu sözüyle şunu kastetmiştir:

    “İbrahim Peygamberin yaratıcı kudretin şumülü hakkında şüphe etmesi mümkün değildir. Eğer peygamberler için böyle bir şüphe farzedilirse, bu şüpheye biz, İbrahim’den daha müstaha­kız. Bilirsiniz ki, İbrahim bunda şüphe etmediği gibi ben de şüphe-lenmemişimdir,”[114]

    İbn Kesir ise bunu şöyle izah etmektedir:

    “Şüphesiz ki Hz. İbrahim (a.s.), Allah’ın ölüyü diriltmeye muktedir olduğunu, aksi mümkün olmayacak bir şekilde kesin bir ilim ile biliyordu. Fakat o, bunu gözleriyle görüp müşahede etmek, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne geçmek için. istedi! Allah da onun dileğini kabul edip, umduğunu ona verdi.”[115]

    Tecrid-i Sarih mütercim ve şârihi Kâmil Miras da bu mese­leyi şöyle açıklamıştır:

    “Hz. İbrahim, (a. s.), en yüksek payede bir peygamber olmak itibariyle, bu kâinatın bir tahavvüle uğrayacağını, yâni bir yokluk­tan sonra kâinatın bir varlık İktisap edeceği ve meselâ bir canlının vücudunu teşkil eden hayatî uzuvları dağıldıktan ve her biri baş­ka unsurlar arasına karıştıktan sonra kudret-i fâtıranm bunları bir araya toplaması ve buna yeniden can vermesi esasında şüphe etmiyordu. Bilakis Hz. İbrahim (a.s.), ilk yaratılışa kıyas ederek bunun kudretullah ile aklen mümkün olduğuna inanıyordu, yalnız bunun ne şekilde vuku bulacağını gözle görmek ve aklî istidlalini müşahede ile birleştirerek îmânında bir salâbet, kalbinde bir sü­kûnet temin etmek istiyordu.”[116]

    Netice olarak Hz. İbrahim (a.s.)’ın bu isteği, Seyyid Kutub’un dediği gibi, “İlâhî sanatın girift esrarına muttali olma arzusu”ndan ibaretti. Bu sırlan vukuu anında bizzat görmek iştiyakından kaynaklanıyordu. İmanın zevkine ermek isteyen ve bunun için çırpınan gönüllerde beliren çeşitli îmânı zevk ve sü-ruru ortaya koyuyordu.[117]

     

    R. Hz. İbrahim (A.S.)’In Hanımları, Çocukları-Vefatı

    İlk olarak amcasının kızı Sâre ile evlenen Hz. İbrahim (a.s.), önce geçtiği gibi, çocuğu olmayan Sâre’nin teşvikiyle onun cari­yesi Hâcer ile evlenmişti. Hâcer’den Hz. İsmail (a.s.), daha sonra Allah’ın lütfuyla ihtiyar bir kadın olmasına rağmen Sâre’den Hz. İshak (a.s.) doğdu. Rivayete göre, Hz, İbrahim (a.s.), 127 yaşında ölen Sâre’nin vefatından sonra, Ken’ân iler’den Ketura isimli bir kadınla evlendi ve bu hanımından, Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah isimlerini taşıyan 6 oğlu daha oldu.

    Onun dördüncü bir kadınla daha evlendiği ve ondan da 5 oğul sahibi olduğu söylenmiştir.[118]

    Vefatı hakkında aktarılan rivayetlerin en sahihi sayılan anlatıma göre, Hz. İbrahim (a.s.) 200 yaşında vefat etmiş, Kudüs yakınındaki Hebron kasabasında bir mağaraya defnedilmiştir, Medfun bulunduğu bu kasabaya, onun adına izafetle Halilür-rahman ismi verilmiştir.”[119]
    S. Sahifeleri

    Kur’ân-ı Kerim’de, diğer peygamberlere olduğu gibi Hz. İb­rahim (a.s.)’a da vahyedildiği bildirilmektedir:

    “(Ey Muhammedi) Muhakkak ki, Nuh’a ve ondan sonra ge­len bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyûb’ a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u verdiğimiz gibi “[120]

    “De ki: Biz, Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve diğer peygamberlere Rablerinden verilene inandık îmân getirdik. Onlardan hiç biri arasında ayınm yapmayız ve biz, ancak Allah’a boyun eğen müslümanlarız.”[121]

    Kur’ân-ı Kerim, iki ayrı yerde de Hz. İbrahim (a.s.)’a gönde­rilen sahifelerden bahsetmiştir. Birinci olarak geçtiği yerde, bu sahifelerin günahların şahsîliği kuralını da ihtiva ettiği anlaşıl­maktadır:

    “Şimdi gördün ya, o haktan yüz çevireni? Biraz verip de da-yatıvereni! Ğaybin bilgisi yanında da görüyor mu? Yoksa haber mi verilmedi Musa’nın sahibelerinde yazılı olanlar? Ve çok vefakâr olan İbrahim’in sahifelerindekiler. Ki,  doğrusu hiçbir günahkâr, başkasının günahını çekecek değildir. Doğrusu insana çalıştığın­dan başkası verilmeyecektir”[122]

    Hz. İbrahim’in sahifelerinden ikinci defa Ala sûresinde söz edilmiştir:

    “Şüphesiz bu prensipler, İlk sahifelerde, İbrahim’in ve Mu­sa’nın sahifelerinde de vardı.”[123]

    Taberî’nin naklettiği Ebu Zer hadisinde bildirildiğine göre, Ebu Zer (r.a.), Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e, Allah’ın peygam­berlerine kaç kitap gönderdiğini sormuştu. Rasülullah (s.a.v.), 10 sahife Hz. Âdem’e, 50 sahife Hz. Şife, 30 sahife Hz. İdris’e, 10 sahife de Hz. İbrahim’e olmak üzere 100 sahife ve Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan (Kur’ân) olarak da 4 kitap indirdiğini söyledi. Ebu Zer (r.a.)’m, Hz. İbrahim (a.s.)’m sahifelerinde nelerin yazıl­dığını sorması üzerine, “Onun içindekiler öğüt verici misallerden ibaret idi.” buyurdu.[124]
    Ş. Hz. İbrahim (A.S.)’In Şemaili

    Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)’ı, adetâ, hidâyet, itaat ve şükrün sembolü olarak takdim etmiş ve onun hakkında şöyle buyurmuştur:

    “İbrahim, Allah’a itaat eden, O’nu birleyen başlı başına bir ümmet idi. Asla Allah’a ortak koşanlardan olmadı. O’nun nimetle­rine şükredici idi. Allah onu seçmiş ve doğru bir yola İletmişti. Ona dünyada bir iyilik vermiştik, o ahirette de iyilerdendir. “[125]

    Görüldüğü gibi Cenab-ı Hak, onu tek başına bir ümmet o-larak tanıtmaktadır. Onun asla şirk koşmadığını ve hiç bir za­man müşriklerden olmadığını, kendisine devamlı bir şekilde itâ at ettiğini ve vermiş olduğu nimetlere şükrettiğini bildirmiştir. Daha sonra, onu beğenip peygamberliğe seçtiğini ve her İki dün­yada aziz kıldığını haber vermiştir. Bu durum, onun1 en güzel huylara sahip kılındığını gösterir ki, bundan dolayı o, peşinden gidilmesi gereken bir rehber, bir imam kılınmıştır.

    Hz. İbrahim (a.s.) diğer bir âyette, sıddik olarak vasıflandı­rılmıştır:

    “Kitap’ta İbrahim’i de an. O, gerçekten, sıddîk/dosdoğru bir peygamberdi.[126]

    Allah, onu çok vefakâr bir kul olarak tanıtmıştır.

    “Zâten İbrahim, çok ince ruhlu, yumuşak huylu biri idi.”[127]

    Bu huylar, önce geçtiği gibi onu Cenab-ı Hakk’a özel dost­luk demek olan halillik mertebesine çıkarmıştır. Sevgili Peygam­berimiz (s.a.v.) de, atası Hz. İbrahim (a.s.)’m, haşr gününde ka­birlerinden çıplak olarak çıkarılacak insanlar içinde kendisine elbise giydirilen ilk insan olacağını söylemiştir.[128] Bu durum da, şüphesiz onun mertebesine işaret eden açık bir delildir.

    Rasülullah (s.a.v.), bir defasında kendisine, “Ey insanların en hayırlısı!” diye hitap eden arkadaşına, “O, İbrahim’dir.” bu­yurmuştur.[129] Hz. İbrahim’in kendisine çok benzediğini söylemiş ve, “İbrahim evlâdından ona en çok benzeyeni benim.” demiş­tir.[130]
    T. Müşriklerle Mücadelede Çığır Açması, Mü’minler İçin Önder Ve Örnek Oluşu

    Hz. İbrahim (a.s.), babasına ve kavmine, tapmakta oldukla­rı putlardan uzak olduğunu söyleyerek kendisinin sadece Yüce Allah’a ibâdet ettiğini bildirmiş ve sonunda tevhid inancını yer­leştirerek Kelime-i Tevhid’i nesline miras bırakmıştır. Yüce Allah, onun açtığı bu çığırın devam edeceğini ve onun soyunda dâima Allah’ın birliğine inananların bulunacağını haber verirken şöyle buyurmaktadır:

    “Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben, yalnız beni yaratana taparım. Ve o, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar tevhide dön­sünler. “[131]

    İlk müfessirlerden Mücâhid, bu âyetin tefsirini yaparken şöyle demiştir: “Hz. İbrahim (a.s.), Kelime-i Tevhid’i, Kıyâmet’e kadar soyunda onu söyleyenlerin bulunacağı bir kelime haline getirmiştir.”[132]

    Cenab-ı Hak, tâbi tuttuğu imtihanları başarıyla tamamla­yan Hz. îbrahim (a.s.)’ı mü’minler için bir Önder ve örnek kılmış­tır. Bu hakikati yüce kitabında şöyle açıklamaktadır:

    “Şunu da hatırlayın ki, bir vakit Rabbi, ibrahim’i bir takım kelimelerle imtihan etti. İbrahim onları tamamlayınca, ‘Ben, seni bütün insanlara önder yapacağım.’ buyurdu. “[133]

    Hz. İbrahim (a.s.) ve ashabının müşrik bir toplumla ilişkile­rini kesmeleri ve bunu açıkça ilân etmeleriyle ilgili tavırları da, Müslümanlar için örnek bir tavır olarak gösterilmektedir. Çünkü kâfirleri sevmek ve onlara dostluk beslemek mü’minlere yakış­maz:

    “İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçek­ten güzel bir Örnek vardır. Onlar, kavimlerine şöyle demişlerdi: Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz, bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda devamlı bir düşmanlık ve öfke belirmiştir. “[134]

    Allah Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.) ve ümmetini, uyulmaya ve itaat edilmeye lâyık seçilmiş bir ümmet kılmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur:

    “İşlerinde doğru olarak kendini Allah’a veren ve İbrahim’in Allah’ı bir tanıyan dinine tâbi olan kimseden dince daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim’i kendine halil/sâdık bir dost edinmiştir.[135]
    U. Hz. İbrahim (A.S.)’In Gerçek Vârisleri

    Hz. İbrahim (a.s.)’m dini, Allah tarafından seçilmiş ve Müs­lüman olarak isimlendirilmişlerin dini ve aynı zamanda kolaylık dini olarak tanıtılmaktadır:

    “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin! Sizi, O seçti, üzeri­nize dinde hiç bir zorluk da yüklemedi. Haydi atanız İbrahim’in milletine! Bundan önce ve bunda (Kur’ân’da) size Müslüman adını O Allah verdi ki, peygamber size şahit olsun, siz de bütün insan­lara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekâtı verin ve Al­lah’a sıkı tutunun ki, sahibiniz O’dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.”[136]

    Hz. İbrahim (a.s.) ve milletine sahip çıkabilmek için onlar gibi inanmak ve onlar gibi yaşamak gerekir. Sadece soy olarak Onların evlâdı olmak ve kuru bir neseple övünmek kimseyi kurtarmaz. Çünkü öncekilerin yapmış oldukları iyilik ve sevap­lar sadece kendilerine aittir. Onların nesilleri, onlara benzemek yerine doğru yoldan sapar ve günahlara dalarlarsa, sırf onların soyundan geldikleri için onların kazancından faydalanamazlar. Ataları kötülükler yapmışsa, o kötülük de kendilerine aittir; aynı şekilde onların kötülükleri nesillerinden sorulmaz. Herkese sa­dece kendi yaptıklarının hesabı sorulacaktır. Dolayısıyla Hz İb­rahim (a.s.)’m gerçek vârisi olabilmek için, onun gibi inanmak ve onun gibi yaşamak mecburiyeti vardır.

    İbrahim (a.s.), önce geçtiği gibi henüz buluğ çağına erme­den ve peygamberlik görevine getirilmeden, kendisine lütfedilen aklî kabiliyetiyle, kâinatın yüce bir yaratıcı tarafından yaratıldı­ğını anlamıştı. Dolayısıyla O, aklı ermeğe başladığı andan itiba­ren Allah’ın birliğini kavradı ve bu sayede hiç bir zaman putlara tapmadı, kalbi hiç bir zaman şirke meyletmedi. Yüce Allah, onu aklı ermeğe başladığı andan itibaren seçti, kalbini ve aklını yan­lış duygu ve düşüncelerden arındırdı. Onun imtihana tâbi tu­tulması ve imtihanı başarmasıyla birlikte seçilmesi, daha o za­man başladı. İslâm kelimesi, o zamandan, yâni Hz. İbrahim (a.s.)’m Allah’a teslim olduğunu ilan etmesinden itibaren “İbra­him Milleti” demek oldu.[137]

    Hz. İbrahim (a.s.) ve torunu Hz. Yakub (a.s.), bu dini oğul­larına vasiyet etmişlerdi. Onların nesillerinden gelen peygamber­ler ve onlara İnananlar, bu yolu devam ettirdiler. Ancak kendini bilmezler bu yoldan saptılar:

    “Kendini bilmezlerden başka kim ibrahim’in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, dünyada onu önder seçtik, şüphesiz’ o, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, ‘Müslüman oV buyurduğunda, ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum.’ demişti. İbrahim bunu oğulları­na vasiyet etti. Yakub da, ‘Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse siz de ancak O’na teslim olmuş Müslümanlar olarak can verin!’ dedi. Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına, ‘Benden sonra neye tapacaksınız?’ diye sormuştu; onlar da, ‘Senin Rabbine ve atala­rın İbrahim, İsmail, İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz, bizler O’na teslim olmuş Müslümünlanz.’ demişlerdi “[138]

    Bu gerçek, Hz. Yusuf (a.s.) tarafından da şöyle dile getiril­miştir:

    “Ve atalarım İbrahim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bi­zim Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamız olamaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur; fakat insanların çoğu şükretmezler”[139]

    Mısırlıların çeşitli putlara taptıklarını dikkate alan Hz. Yakub (a.s.), onların içinde yaşayacak oğullarına, hayatı boyunca yapmış olduğu uyarılarını, son nefesini verirken de tekrarla­mak ihtiyacını duymuş, onlara Allah’a bağlı bir kul olarak ölme­nin önemini vurgulamıştı. Oğulları da, bu uğurda aynı şeyi dü­şündüklerini ve vasiyetini yerine getirmekte kararlı olduklarını söylemişlerdi.

    Ancak daha sonraları, gerek yahudiler gerekse Hıristiyan­lar, tevhid çizgisinden ayrıldılar ve Hz. İbrahim (a.s.)’m milletin­den olma vasfını kaybettiler. Yahudiler kendilerinin, hıristiyanlar da kendilerinin Hz. İbrahim (a.s.)’m izinde olduğunu iddia edi­yor; her iki grup da, kurtuluşun kendi dinlerinde olduğunu söylüyordu. Bundan dolayıdır ki, Allah Teâlâ, Sevgili Peygambe­rimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e tevhidden uzaklaşmış Yahudilik ve Hıristiyanlığa değil, Hz. İbrahim (a.s.)’m şirkten ve küfürden arınmış, hakka yönelen ve tevhidi esas alan dini Hanifliğe tâbi olduğunu söylemesini emretti. Peygamberlerin mesajlarının or­taklığını hatırlatarak kendi katından bütün peygamberlere ne gönderildiyse hepsine birden îmân edilmesini ve peygamberler arasında ayırım yapılmamasını şart koştu:

    “Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dedi­ler. Siz onlara, ‘Biz, doğruya yönelmiş olan ve Allah’a eş koşan­lardan olmayan İbrahim’in dinine uyarız. Allah’a, bize gönderile­ne, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına gönderile­ne, Musa ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından peygamberlere verilene, onlan birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na tes­lim olanlarız.’ deyin.”[140]

    Rivayete göre, bu âyet nazil olunca, Rasülullah (s.a.v.), onu yahudi ve hırisuyanların bulunduğu bir mecliste okumuştu. Hz. Isa (a.s.)’m adını okuduğu sırada yahudiler onu inkâr edip küfre başladılar. Hıristiyanlar ise, onu haddinden fazla övdüler ve Hz. Isa (a.s.)’ın diğer peygamberlerden farklı olduğunu iddia ederek, Onun Allah’ın oğlu olduğunu söylediler. Bu tartışma üzerine, adı geçen peygamberlerin Yahudi veya Nasrâni oldukları iddialarını reddeden şu âyetler nazil oldu:

    “Eğer onlar da sizin îmân ettiğiniz gibi îmân ederlerse doğru yola girmiş ve hidâyeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah, onlara kar­şı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir. De ki: Allah’ın verdiği boya ile boyandık. Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? îşte biz, O’na ibâdet edenleriz. De ki: Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz olduğu halde, Allah hakkında bizimle tartışmaya mı gi­riyorsunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz, O’na gönülden bağlananlarız.

    Yoksa siz, İbrahim, İsmail, îshak, Yakub ve torunları da hep Yahudi ve Hıristiyan idiler mi demek istiyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar bir ümmet idiler gelip geçti­ler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz.”[141]

    İbn îshak’m İbn Abbas’a dayandırdığı bir rivayete göre, Necranlı hıristiyanlardan bir grup İle Yahudi hahamları, Rasü-lullah (s.a.v.)’in huzurunda bir araya gelmişlerdi. Bu esnada Hz. İbrahim (a.s.) hakkında tartışmaya başladılar. Yahudiler, “İbra­him yahudidir.” derken, hıristiyanlar, “İbrahim Nasrânidir” di­yorlardı. Bu esnada, onların Hz. İbrahim (a.s.)’a sahip çıkmala­rını reddeden şu âyetler nazil oldu:

    “Ey Ehl-i Kitabi İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz. Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz. Haydi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartışınız. Bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz? Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz bilmezsiniz. İb­rahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat O, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi, müşriklerden de değildi İnsanların İbrahim’e en yakın olanları, ona uyanlar, şu peygamber (Muham-med) ve ona îmân edenlerdir. Allah, müzminlerin dostudur.”[142]

    Bu âyetlerde belirtildiği gibi Hz. İbrahim (a.s.), yahudi veya hıristiyan olamazdı. Çünkü bu iki dinin peygamberi de Hz. İbra­him (a.s.)’dan çok sonraları yaşamışlardı. Hz. Musa (a.s.), on­dan yaklaşık dokuzyüz sene, Hz. İsa (a.s.) ise bindokuzyüz sene sonra yaşamıştı. Bu tarihin sabit olduğu halde, böyle bir iddiada bulunmak akıl işi değildi. Diğer taraftan Yahudilik Hz. Musa (a.s.)’m şeriatından, Hıristiyanlık da Hz. İsa (a.s.)’ın şeriatından tahrif edilmiş bir durumda oldukları için, Hz. İbrahim (a.s.)’m böyle insanlar tarafından değiştirilmiş bir dine mensubiyeti de düşünülemezdi. Çünkü o, bütün bâtıl dinlerden ve şirkten uzak gerçek bir Müslümandı. Halbuki yahudiler, “Üzeyir Allah’ın oğ­ludur”, hıristiyanlar ise, “İsa Allah’ın oğludur” diyerek tevhid inancından ayrılmışlar ve şirke saplanmışlardı. Dolayısıyla ne yahudilerin, ne hıristiyanlarm ve ne de putperest Arapların, Hz. İbrahim (a.s.)’ı kendilerine bağlamaya ve kendilerini temiz ve muvahhid bir Müslüman olan Hz. İbrahim (a.s.)’m aile ve tâbile-rinden saymaya hakları vardır. Hz. İbrahim (a.s.)’a sahip çıkma hakkı, sadece son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve biz ümmetinindir. Hz. İbrahim (a.s.)’a tâbi olanlar, peygamberler arasında ayırım gözetmeyen ve onların Allah’tan getirdiklerine inananlar ve Allah’ın dinine teslim olanlardır. Kur’ân-ı Kerim, bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

    “De ki: Biz, Allah’a, bize İndirilene, İbrahim, İsmail, îshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve peygamberle­re Rablerinden verilenlere îmân ettik. Onlardan hiç biri arasında fark gözetmeyiz. Ve biz, Allah’a teslim olmuşlarız. Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardan olacaktır. Kendilerine apaçık belgeler geldiği ve peygamberin hak olduğuna şahit oldukları halde, îmân­larından sonra küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir. Allah, zulmeden bir kavmi hidâyete erdirmez. İşte onlann cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın la’netine uğramaları­dır.”[143]

    Hz. İbrahim (a.s.)’m hiç bir zaman Allah’a ortak koşmadığı, seçilip önder yapıldığı ve yine yahudi ve hıristiyan değil müslüman olduğu bildirilerek Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e onun dinine tâbi olması emredilmiştir:

    “Muhakkak ki, İbrahim başlı-başına bir ümmet idi, tevhid inancına sahip olarak Allah’a itaat için kıyam etmişti ve asla Al­lah’a ortak koşanlardan olmadı. O’nun nimetlerine şükrederıdi. Allah, onu seçmiş ve doğru bir yola iletmişti. Ve biz, ona dünyada bir iyilik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka iyiler arasında olacaktır. Sonra da sana, ‘Hakka tapan bir hanif olarak İbra­him’in dinine tâbi ol! O, hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.’ diye vahyettik.[144]

    Allah Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben kendisini Hz. İbrahim (a.s.)’m dinine ulaştırdığını açıklamasını söylemiştir:

    “De ki: Rabbim beni, şüphesiz dosdoğru bir yola, gerçek ve daima ayakta olan bir dine, başka dinlerden sıyrılıp yalnız hakka yönelen ibrahim’in tertemiz dinine iletti. O, hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.[145]

    “De ki: ‘Allah doğru söylemiştir. O halde hakka tapan bir hanif olarak İbrahim’in dinine uyun; o hiç bir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.”[146]

  • HZ. YAKUB (A.S.) HAYATI

    ONBİRİNCi
    BÖLÜM
    1

    HZ. YAKUB
    (A.S.)
    1

     

     

     

     

    ONBİRİNCi
    BÖLÜM

     

    HZ. YAKUB (A.S.)

     

    Hz. İshak (a.s.)’m
    oğlu Hz. Yusuf fa.s.)’m ise babası olan ve kendisine “İsrail” lâkabı
    verilen Hz. Yakub (a.s.), meşhur İsrailoğullan’nın atasıdır. Annesinin adı,
    önce geçtiği gibi Rebaka’dır.

    Hz. Yakub (a.s.)’m
    dayısı Lâbân b. Nâhor’un kızları olan Lea ve Rahel isimlerini taşıyan iki
    hanımı, babaları tarafından kendilerine hibe edilen cariyelerini de kocalarına
    hediye etmiş­lerdi. Böylece onun dört hanımı oldu. Hz. Yakub (a.s.)’ın bu ha­nımlarından
    on iki oğlu dünyaya geldi ve soyu bu oğullan vası­tasıyla devam etti. Onun
    oğullarından her birinin soyuna, oğul veya torun manasına gelen
    “sıbt” adı verilmiştir. Bu tâbirin ço­ğulu “esbât” dır.
    Sıbt, Araplardaki kabile karşılığıdır. Bütün İsrailoğulları, “İsrâü”
    lâkabını taşıyan Hz. Yakub (a.s.)’ın oniki oğlunun nesillerinden gelmiştir.
    İsrâiloğulları’nın atası olan Hz. Yakub (a.s.)’m dört hanımı ve onlardan doğup
    soyunu devam ettiren oğullannm isimleri şöyledir:

    Lea’dan doğanlar,
    Ruben, Şemun, Levi, Yahuda, İssakar ve Zebulun;

    Rahel’den doğanlar,
    Yusuf ve Bünyamin;

    Bilha’dan doğanlar,
    Dân ve Naftali;

    Zilpâ’dan doğanlar,
    Gâd ve Aşer.

    Hz. Yusuf (a.s.)’dan
    sonra îsrailoğulları içinde peygamber­lik, Levi, Yahuda ve Bünyamin kolunda
    devam etmiştir. Musa, Harun, İlyas ve Elyesa (a.s.)’ Levi soyundan, Davud,
    Süleyman, Zekeriya, Yahya ve İsa (a.s.) Yahuda kolundan, bâzı alimlere göre de
    Yunus (a.s.) Bünyamin soyundandır.

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz.
    Yakub (a.s.)’ın, Hz. İshak (a.s.)’m oğ­lu olup hidâyete erdirilen sâlih
    kullardan ve kendilerine vahiy gönderilen peygamberlerden olduğu şöyle ifâde
    edilir:

    “(İbrahim’in)
    karısı ayakta duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshakh müjdeledik.
    İshak’ın ardından da (torunu) Ya­kub’u.”[1]

    “Biz ona
    (İbrahim’e), İshak’ı ve (İshak’ın oğlu) Yakub’u da hediye ettik; hepsine de
    doğru yolu gösterdik.”[2]

    “Hepsi de güçlü
    bir irâdeye ve keskin bir kavrayış yeteneği­ne sahip olan İbrahim, İshak ve
    Yakub’u hatırla.”[3]

    Diğer peygamberler
    gibi Hz. Yakub (a.s.)’a da vahiy gönde­rilmiştir:

    “(Ey Muhammedi)
    Muhakkak ki, Nuh’a ve ondan sonra ge­len bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi
    sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya,
    Eyyüb’ a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettiğimiz ve Davud’a Zebur’u
    verdiğimiz gibi.”[4]

    Cenab-ı Hak, bütün
    peygamberlere indirilenlere îmân et­menin ve onların arasında fark gözetmemenin
    İslâmm şartı ol­duğu hakkında şöyle buyurmuştur:

    “Allah, Yakub’a
    vahyetmiştir: Allah’a, biz indirilene, İbra­him’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve
    torunlarına indirilene; Musa’ ya ve İsa’ya verilene ve diğer peygamberlere
    Rableri tarafından verilene inanırız”[5]

    “Ve atalarım
    İbrahim, İshak ve Ya’kub’un dinine uydum. Bi­zim Allah’a hiç bir şeyi ortak
    koşmamız olamaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur; fakat insanların
    çoğu şükretmezler. “[6]

    Hz. Yakub (a.s.)’in
    adının geçtiği bâzı âyetlerde ise, bunlara ilâve olarak, bütün peygamberlerin
    Allah’a boyun eğen Müslü­manlar olduğu ve onların ortak dininin İslâm adını
    taşıdığı, pey­gamberler arasında ayırım gözeten yahudi ve hıristiyanlarm bu
    çizginin dışına çıktıkları, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hak peygamber
    olduğunu bildikleri halde zulmederek küfre sapan bu güruhun Allah’ın,
    meleklerin ve bütün insanlığın la’netine uğra­dığı ve ahirette de kaybedenlerden
    olacakları bildirilmektedir:

    “De ki: Biz,
    Allah’a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına
    indirilene, Musa’ya, İsa’ya ve peygamberle­re Rablerinden verilenlere îmân
    ettik, onlardan hiç biri arasında fark gözetmeyiz. Ve biz, Allah’a teslim
    olmuşlarız. Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, o din ondan asla kabul edilmez.
    O, ahirette de kayba uğrayanlardan olacaktır. Kendilerine apaçık belgeler
    geldiği ve peygamberin hak olduğuna şahit oldukları halde, îmân­larından sonra
    küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidâyete erdirir. Allah, zulmeden bir kavmi
    hidayete erdirmez. İşte onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün
    insanlığın la’netine uğramalarıdır.”[7]

    “De ki: Biz,
    Allah’a, bize indirilene; İbrahim’e, ismail’e, İs-hak’a, Yakub’a ve torunlarına
    indirilene; Musa’ya, İsa’ya ve diğer peygamberlere Rablerinden verilene inandık
    îmân getirdik. Onlar­dan hiç biri arasında ayınm yapmayız ve biz, ancak Allah’a
    bo­yun eğen Müslümanlanz. “[8]

    Hz. Yakub (a.s.)’dan
    bahseden bâzı âyetlerde de, onun so­yundan olan yahudi ve hırisuyanların
    zamanla dinlerini tahrif ettiklerine ve Hz. İbrahim (a.s.)’m dininden yüz
    çevirdiklerine dikkat çekilerek, kurtuluş için Hz. İbrahim (a.s.) ve diğer pey­gamberlere
    gönderilmiş ve son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)le tamamlanmış olan şirkten
    uzak ve peygamberler ara­sında ayırım yapmayan İslâm dinine girmenin şart
    olduğu vur­gulanmıştır:

    “Yahudi veya
    Hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dedi­ler. Siz onlara, ‘Biz, doğruya
    yönelmiş olan ve Allah’a eş koşan­lardan olmayan ibrahim’in dinine uyanz.
    Allah’a, bize gönderile­ne, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve
    torunlarına gönderile­ne, Musa ve İsa’ya verilene, Rableri tarafından
    peygamberlere ve­rilene, onlan birbirinden ayırt etmeyerek inandık, biz O’na teslim
    olanlarız” deyin. “[9]

    “Yoksa siz,
    İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları da hep Yahudi ve Hıristiyan idiler
    mi demek istiyorsunuz? De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah
    tarafından kendisine bildirilmiş bir şahitliği gizleyenden daha zâlim kim
    olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. Onlar bir ümmet idiler gelip
    geçti­ler. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandıklarınız. Ve siz
    onların yaptiklanndan sorumlu tutulacak değilsiniz. “[10]

    İlgili diğer
    âyetlerde, Hz. Yakub (a.s.)’m vefatı öncesinde oğullarına yaptığı vasiyete ve
    onların cevabına işaret edilmiş, tek Allah’a kulluğu esas alan Hz. İbrahim
    (a.s.) dini üzere kalma hususunda, daha sonraki nesiller tarafından bozulan
    ahidlerine dikkat çekilmiştir:

    “Kendini bilmezlerden
    başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, dünyada onu önder
    seçtik, şüphesiz O, ahirette de iyilerdendir. Rabbi ona, ‘Müslüman oV
    buyurduğunda, ‘Alemlerin Rabbine teslim oldum.’ demişti. İbrahim bunu oğulları­na
    vasiyet etti. Yakub da, ‘Evlâtlarım! Bakın Allah, size en saf ve temiz inancı
    bahşetti; öyleyse siz de ancak O’na teslim olmuş ola­rak can verin!’ dedi.
    Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O zaman oğullarına, ‘Benden
    sonra neye tapacaksınız?’ diye sormuştu; onlar da, ‘Senin tanrına ve ataların
    İbrahim, İsma­il, İshak’ın ilâhı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz, bizler O’na
    tes­lim olmuşuzdur.’ demişlerdi. “[11]

    Kur’ân-ı Kerim,
    peygamberliği ile ilgili bu bilgiler dışında, Hz. Yakub (a.s.) hakkındaki diğer
    malûmatı oğlu Hz. Yusuf (a.s.)’m görmüş olduğu rüyadan itibaren Yusuf kıssası
    içinde vermektedir. Kur’ân’da onun hayatının önceki safhası hakkında bunların
    dışında bilgi yoktur. Tevrat’ta ise, babası Hz. îsba*t {a.s.)’m vasiyeti gereği
    dayısının ülkesine giderek onun iki kızıyla evlenen Hz. Yakub (a.s.)’m dayısı
    ve kayınpederi Lâbân’m yanın­da yirmi yıl kaldıktan sonra hanımları ve
    çocuklarıyla birlikte oradan ayrıldığı, dönüş yolunda hanımı Rahel’in, oğlu
    Bünya-min’i doğururken öldüğü ve onun bundan sonra Kenan diyarına yerleştiği
    bildirilir. Müfessirler, oğlu Hz. Yusuf (a.s.) tarafından Mısır’a çağrıldıktan
    sonra Hz. Yakub (a.s.)’m Mısır’da 24 yıl daha yaşadığını, 147 yaşında iken
    vefat ettiğinde vasiyeti gereğince oğlu Hz. Yusuf (a.s.) tarafından babası Hz.
    İshak (a.s.) ve dedesi Hz. İbrahim (a.s.)’m yanma defnedilmek üzere Filistin’e
    Halilurrahman kentine götürülüp oraya defnedildiğini bildirirler

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
    Yakub (a.s.) hakkındaki bilgilerin önemli bir kısmı, oğlu Hz. Yusuf (a.s.)
    kıssasiyla birlikte verilmiş bulunmaktadır. 
    Onun hakkındaki bu malûmatı, 
    kıssanın bütünlüğü bakımından Yusuf (a.s.) kıssası içinde vereceğimiz
    için burada bu kadarını yeterli gördük.[12]

     

     



    [1] Hûd sûresi, 11/71.

    [2] En’am sûresi, 6/84.

    [3] Sâd süresi, 38/45.

    [4] Nisa sûresi, 4/163.

    [5] Bakara sûresi, 2/136.

    [6] Yusuf süresi, 12/38.

    [7] Âl-i Imrân sûresi, 3/84-87.

    [8] Âi-i Imrân süresi, 3/84.

    [9] Bakara sûresi, 2/135-136.

    [10] Bakara sûresi, 2/140-141.

    [11] Bakara sûresi, 2/130-133.

    [12] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 300-304.

  • HZ. ISHAK(AS.) HAYATI

    ONUNCU BÖLÜM1

    HZ.
    ISHAK(AS.)
    1

     

     

     

     

     

    ONUNCU
    BÖLÜM

     

    HZ. ISHAK(AS.)

     

    Hz. İshak (a.s.), Hz.
    İbrahim (a.s.)’ın ikinci oğlu olup anne­si Sâre’dir. Hz. İsmail {a.s.)’dan onüç
    yaş küçüktür. Yahudi ve hıristiyanlarm ve aynı şekilde Benî İsrail
    peygamberlerinin atası olan Hz. İshak (a.s.), Kur’ân-i Kerim’de 16 âyette ismen
    zikre­dilmektedir.[1] Bu âyetlerde adı, babası
    Hz. İbrahim (a.s.), kardeşi Hz. İsmail (a.s.) ve oğlu Hz. Yakub (a.s.) ile
    birlikte geçmektedir. Bu âyetlerin tamamını Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail
    (a.s.) ile ilgili bölümlerde ele aldığımız için, tekrardan kaçınarak, burada
    ancak gerekli gördüğümüz âyetlere işaret etmek istiyoruz.

    Hz. İbrahim (a.s.) ile
    ilgili bölümde geçtiği gibi, Hz. İshak (a.s.)’m doğum müjdesini, Lût kavmini
    helake giderken Hz. İb­rahim (a.s.)’e uğrayan melekler vermişti. Bu müjde, çok
    istediği halde gençliğinde dahi bir çocuk doğuramamış kısır bir kocakarı olan
    Sâre’yi hayrete düşürmüş, bu yüzden bir kahkaha atması­na sebep olmuştu. Ancak
    müjde Allah’tan geliyordu, bir mü’mi­nin O’ndan ümit kesmesi mümkün değildi:

    “Andolsun şanıma
    ki, İbrahim’e de elçilerimiz müjde ile geldi ve ‘Selâm!’ dediler. O da, ‘Selâm!’
    dedi ve durmadan gidip kızar­tılmış bir buzağı getirdi. Kızartılmış buzağıya
    ellerini uzatmadık­larını görünce onlan yadırgadı ve içinde onlara karşı bir
    korku duydu. Onlar, ‘Korkma! Zîrâ biz Lût kavmine gönderildik!’ dediler.
    İbrahim’in zevcesi de ayakta dinliyordu ve bunu duyunca güldü. Bunun üzerine
    ona İshak’ı müjdeledik. İshak’ın ardından da Ya’kub’u. ‘Vay!’ dedi zevcesi,
    ‘Ben bir kocakarı, kocam da bir ihtiyar iken doğurabilir miyim? Gerçekten bu,
    çok şaşılacak bir şey!’ Elçiler, ‘Sen Allah’ın işine mi şaşırıyorsun? Allah’ın
    rahmeti ve bereketlen var üzerinizde ey ev halkı! Şüphe yok ki, O, övül­meye
    lâyık ve lütfü çok olandır.’ dediler.”[2]

    Doğacağının   müjdelendiği   diğer  
    iki   yerde,    Hz.   
    İshak {a.s.)’in alim bir insan olacağı bildirilmiştir.[3]

    Başka bir âyette ise,
    sâlih bir peygamber olacağı haber verilmiştir:

    aBir de onu,
    sâlihlerden bir peygamber olacak İshak ile müjdeledik. Onu ve İshak’ı bereketli
    kıldık. Lâkin her ikisinin nes­linden iyi kimseler olacağı gibi, nefsine
    açıktan açığa zulmedenler de olacaktır.[4]

    Hz. İbrahim (a.s.)’a
    evlât olarak Hz. İshak (a.s.) ve onun oğ­lu Hz. Yakub (a.s.)’m verildiğini
    bildiren bir âyette ise, önce geç­tiği gibi, peygamberliğin Hz. İbrahim (a.s.)
    evlâdına tahsis e-dildiği vurgulanmıştır.[5] Hz.
    İshak (a.s.)’dan bahsedilen diğer âyetlerde de, ona vahiy gönderildiği,
    sâlihlerden olduğu ve nesli­nin bereketli kılındığına işaret edilmiştir.

    Anlaşıldığı gibi Hz.
    İshak {a.s.) ile ilgili âyetler, sadece onun doğum müjdesi, alim oluşu,
    peygamberliği ve neslinden pey­gamberler geleceği hakkındadır. Onun yetişmesi,
    peygamberlik görevinin verilmesi ve bu görevi yürütmesi hakkında bir bilgi
    bulunmamaktadır. Bu konuda Tevrat tarafından verilen bilgiler ise özet olarak
    şöyledir:

    Vefatının yaklaştığım
    hisseden Hz. İbrahim (a.s.), kendisi­ne son derece sâdık olan hizmetçisine,
    oğlu Hz. İshak (a.s.) için akrabalarından uygun bir kız bulmak üzere onların
    yanma Me­zopotamya’ya gitmesini emreder. Bu maksatla Hârân’a giden hizmetçi,
    Hz. İbrahim (a.s.)’m kardeşi Nahor’un oğlu olan Betuel’in kızı Rebaka’yı
    (Refaka) görüp beğenir ve Hz. İbrahim (a.s.)’m vasiyetini de aktararak onu Hz.
    İshak (a.s.)’a ister. Tek­lif, Rabbin emri sayılarak kabul edilir ve hizmetçi
    Rebeka^ı Fi­listin’e getirerek Hz. İshak (a.s.)’ı onunla evlendirir.[6] Hz.
    İshak (a.s.) onunla evlendiği sırada 40 yaşındadır. Uzun bir süre çocu­ğu
    olmayan Rebeka ancak 20 yıl sonra gebe kalır ve ikiz oğlan doğurur. Bunlardan
    daha önce doğana Ays (Esav), öbürüne Yakub adı verilir. Ays büyüyünce amcası
    Hz. İsmail (a.s.)’m kızı ile evlenir ve onun soyu Rumları oluşturur. Hz. Yakub
    (a.s.) ise, babası Hz. îshak (a.s.)’m tavsiyesine uyarak, dayılarından Lâbân b.
    Nahor’un Lea ve Rahel isimlerini taşıyan iki kızı ile evlenir.[7]
    Babasının vefatından sonra Filistin ve Suriye yöresinde pey­gamberlik görevine
    getirilen Hz. İshak (a.s.) 180 yaşında vefat eder ve Halilurrahman (Hebron)
    şehrinde babasının yanına def­nedilir

    Ehl-i Kitap
    alimlerinin Tevrat’a dayanarak kurban edilmesi emredilen oğulun İshak olduğu
    hakkındaki görüşünü, Hz. İbra­him (a.s.) ile İlgili bölümde geniş bir şekilde
    ele aldığımız için burada tekrar etmedik. Orada geçtiği gibi, bu bilgi doğru
    değil­dir; kurban edilmesi istenen oğul, İslâm alimlerinin ekserij’eti-nin
    kabul ettiği şekilde Hz. İbrahim (a.s.)’ın büyük oğlu Hz. İs­mail (a.s.)’dır.[8]

     

     



    [1] Bu ayetler şunlardır: Bakara sûresi, 2/133,136,140;
    Âl-i Imrân sûresi, 3/84; Nisa

    sûresi, 4/163; En’am sûresi, 6/84; Hud sûresi, 11/71; Yusuf sûresi,
    12/6,38; İbrahim sûresi, 14/39; Meryem sûresi, 19/49; Enbiya sûresi, 21/72;
    Ankebut sûresi, 29/27; Saffât sûresi , 37/112,113; Sâd sûresi, 38/45

    [2] Hud süresi, 11/69-73.

    [3] Bu ayetler için bkz. Hicr süresi, 15/53;  Zâriyât sûresi, 51/28.

    [4] Sâffât sûresi, 37/112-113.

    [5] Ankebut sûresi, 29/27.

    [6] Tekvin, 24/1-67.

    [7] Onun bu evliliği, Hz. Musa (a.s.) zamanına kadar iki
    kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmenin caiz olduğu şeklinde izah
    edilmiştir.

    [8] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları:296-298.

  • HZ. İSMAİL (A.S.) HAYATI

    DOKUZUNCU BÖLÜM1

    HZ.
    İSMAİL (A.S.)
    1

                                                          

     

     

    DOKUZUNCU BÖLÜM

     

    HZ. İSMAİL (A.S.)

     

    Hz. İbrahim (a.s.)’ın
    ilk oğlu olan Hz. İsmail (a.s.)’m annesi, önce geçtiği gibi, Mısır asilh Hz.
    Hâcer’dir.[1] Hz.
    Hâcer, Mısır kralı tarafından Hz. İbrahim (a.s.)’in ilk hanımı Sâreye hediye
    edilmiş, çocuğu olmayan Sâre de, ondan çocuk sahibi olması ümidiyle kocasını
    onunla evlenmeye teşvik etmişti. Beklediği gerçekleş­miş, Hâcer, Hz. İsmail
    (a.s.)’i doğurmuştu. Ancak Sâre kıskanç­lık duygularını yenememiş, Hâcer ve
    oğlunun uzaklaştırılmasını şart koşmuştu.

    Hz. İsmail (a.s.), bu
    kıskançlık yüzünden başlayan geçim­sizliğin ardından; ancak başka bir sebeple,
    yâni Yüce Allah’ın emriyle babası tarafından annesiyle birlikte, Filistin’den
    alınarak çok uzak bir bölgeye götürüldü. Vahyin rehberliğinde, Arabis­tan’ın
    Hicaz bölgesine, bir süre sonra inşâ edecekleri Kabe’nin bulunduğu mahalle
    getirildi. Babasının hayatını anlatırken be­lirtildiği gibi, orada bölgeye
    gelen Cürhüm kabilesi arasında bü­yüdü. Onların dili Arapçayı öğrendi.  Hz. İbrahim (a.s.) zaman zaman onları
    ziyarete geliyordu. Bilinen ilk ziyareti esnasında, Allah Teâlâ’nm emriyle
    kurban hadisesi cereyan etti. O sırada henüz 7 veya 13 yaşlarında olan Hz.
    İsmail (a.s.}, babasına Allah tarafından verilmiş olan emre itaat hususunda
    büyük bir tesli­miyet göstererek, Allah için kurban edilmeye razı olmuştu. An­cak
    Allah Teâlâ, tâbi tuttuğu büyük imtihanı başarıyla bitiren baba ve oğulu,  Hz. 
    İsmail (a.s.)’m yerine kurban edilecek bir kurbanlık göndererek
    mükâfatlandırdı. Hz, İsmail (a.s.) kendisi yirmi yaşlarında iken vefat eden
    annesini Kabe’nin bitişiğinde Hicr diye bilinen yere defnetti. Hz. İbrahim
    (a.s.), Hâcer’in vefa­tından sonra gerçekleştirdiği ikinci Mekke ziyaretinde
    oğlu Hz. İsmail (a.s.)’ı evinde bulamadı. Onun evinde Cürhüm kabilesin­den
    almış olduğu ilk hanımıyla karşılaştı. Gelini vasıtasıyla oğlu Hz. İsmail
    (a.s.)’a bıraktığı üstü örtülü mesaj ile, oğluna O kadını boşamasını tavsiye
    etti. Öbür gelişinde oğlunun aynı kabileden almış olduğu ikinci hanımıyla karşılaştı.
    Onun iyi bir kadın ol­duğunu gördü ve oğluna bıraktığı üstü kapalı tavsiye ile,
    onun­la iyi geçinmesini istedi. Tekrar gelişinde ise, baba-oğul Allah’ın emri
    doğrultusunda Kabe’yi inşâ ettiler. Bu konuları, Hz. İbra­him (a.s.) ile ilgili
    bölümde geniş olarak anlattığımız için burada özetlemekle yetiniyoruz.

    Mekke’de Cürhüm
    Arapları’yla birlikte yaşayan Hz. İsmail (a.s.}, onların dilini mükemmel bir
    şekilde öğrenmiş, ata binmek, ok atmak ve avlanmak hususunda da temayüz
    etmişti. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), atası Hz. İsmail (a.s.)’m iyi
    bir ok atıcı olduğunu bildirmiş, bu vesileyle biz ümmetini de harp sa­natını
    öğrenmeye teşvik etmiştir:

    “Ey İsmail
    oğullan! Ok atınız! Sizin atanız İsmail de iyi bir ok atıcı idi”[2]

    Hz. İsmail (a.s.)’in
    Cürhüm kabilesi liderlerinden Amr oğlu Mudad’m kızı olan ikinci hanımı Rale’den
    on iki oğlu oldu. Ya­şayış tarzı ve dili bakımından Araplaşan İsmail (a.s.)’m
    nesli, Nâbıt ve Kaydar adındaki iki oğlunun nesli ile devam etmiştir.[3] Onun
    soyu, zamanla Arapların iki büyük kolundan biri hâline gelmiştir. Bir kısmı
    Mekke’de kalan bir bölümü ise Mekke’den ayrılarak civar bölgelere yerleşen bu
    kol, Arap tarihçiler tarafın­dan “Arab-i Müsta’ribe” olarak
    adlandırılmıştır. Sevgili Peygam­berimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bu kolun en
    meşhur kabilele­rinden olup Milâdî beşinci asrın ortalarından itibaren Mekke
    hâkimiyetini ele geçiren Kureyş kabilesine mensuptur.

    Hz. İsmail (a.s.)’m
    bir kızı da, kardeşi Hz. İshak (a.s.)’m oğ­lu Ays ile evlenmiştir.

    Hz. İsmail (a.s.)’m
    adı, Kur’ân- Kerim’de oniki defa zikre­dilmiştir.[4]
    Ayrıca kurban olayında adı verilmeksizin bahis konusu olmuştur. Bu âyetlerin
    çoğunda onun adı, babası Hz. İbrahim (a.s.) ve diğer bâzı peygamberlerin
    isimleriyle birlikte geçmekte­dir. Hz. İbrahim (a.s.)’i tanıttığımız bölümde
    çoğunun meallerini vermiş olduğumuz bu âyetlerden birinde Hz. İbrahim (a.s.)’m,
    ihtiyarlığında kendisine Hz. İsmail (a.s.) ve Hz. İshak (a.s.)’ı lüt­feden
    Allah’a hamd etmesinden,[5]
    ikisinde ise babasıyla birlikte Beytullah’ı temizlemekle görevlendirilmeleri[6] ve
    birlikte Kabe’yi inşâ etmelerinden[7] söz
    edilmiştir. Başka bir âyette ise, Hz. Yakub (a.s.)’m vefatı öncesinde
    oğullarına sorduğu, “Benden sonra neye ibâdet edeceksiniz?” sorusuna,
    verilen cevapta, ba­bası, kardeşi ve yeğeniyle birlikte zikredilmektedir. Şöyle
    ki, Hz. Yakub (a.s.)’m sorusuna oğullan şu cevabı vermişlerdir:

    “Senin Rabhine,
    ataların ibrahim, İsmail ve İshak’ın Rabbi-ne, O tek olan Allah’a ibâdet
    ederiz. Biz, ancak O’na boyun eğen Müslümanlanz, dediler.”[8]

    İki yerde de, Hz.
    İsmail (a.s.)’m adı, diğer bâzı peygamberle­rin isimleriyle birlikte
    zikredilmekte, Peygamberimiz (s.a.v.) ve ümmetine bu peygamberlerin tamamına
    Allah tarafından vahiy gönderildiği bildirilerek, Müslümanlara hitaben bu
    peygamberle­re vahiy olarak ne gönderildiyse onlara inanmaları ve peygam­berler
    arasında hiç bir ayırım gözetmemeleri emredilmektedir.[9]

    Bir başka yerde, Hz.
    İsmail (a.s.}, babası, kardeşi ve yeğeni İle birlikte zikredilmekte, ve onlara
    Yahudi ve Hıristiyan demenin yanlışlığına işaret edilmektedir:

    “Yoksa siz,
    ‘İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub da, to­runları da hep Yahudi veya
    Hıristiyan idiler’ mi diyorsunuz? De ki: Sizler mi daha iyi bileceksiniz, yoksa
    Allah mı? Allah’ın şahit­lik ettiği bir gerçeği bilerek gizleyenden daha zalim
    kim olabilir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”[10]

    Nisa suresinin 163.
    âyetinde, Peygamber Efendimiz (s.a.)’ e hitaben, Hz. Nuh (a.s.) ve daha sonraki
    peygamberlere vahye-dildiği gibi kendisine de vahyedildiği bildirilmekte, bu
    peygam­berlerden onbir tanesi ismen sayılmaktadır. Bunlardan biri Hz. İsmail
    (a.s.)’dır.

    En’am suresinin 83-86
    âyetlerinde onsekiz peygamber is­men zikredilmekte, bu peygamberlerin hidâyete
    erdirildiği, dere­celerinin yükseltildiği, hepsinin iyilerden olduğu, her
    birinin â-lemlerin en üstünleri kılındığı bildirilmektedir. Burada Hz. İsma­il
    (a.s.)’m adının geçtiği 86. âyetin meali şöyledir:

    “İsmail’i,
    Elyesa’ı, Yunus’u ve Lût’u da hatırla!. Her birini âlemlerin üstüne
    geçirdik.”

    İki yerde daha
    peygamberler ve üstün hasletlerinden bah­sedilirken, Hz. İsmail (a.s.) da
    zikredilmiş ve onun iki sıfatına işaret edilmiştir. Bunlardan birinde Hz. İdris
    (a.s.) ve Hz. Zülkifl (a.s.) ile birlikte üstün sabır sahipleri olarak[11]
    diğerinde ise, Hz. Elyesa (a.s.) ve Hz. Zülkifl (a.s.) ile beraber en hayırlı
    kimseler[12] olarak tanıtılmıştır.

    Yine Hz. İsmail
    (a.s.)’ın bütün peygamberler gibi doğru söz­lü, vâ’dine sâdık bir kimse, bir
    rasül, bir peygamber olduğu, aile efradına namaz ve zekâtı emrettiği, Allah’ın
    rızasına ulaştığı bil­dirilmektedir:

    “Kitapta İsmail’i
    de an; çünkü o, cidden vâ’dinde sâdık bir kimse idi, bir rasül ve peygamber idi
    Ailesine namaz ve zekâtı emrederdi ve Rabbi katında hoşnutluğa ermişti.”[13]

    Bâzılarını meâlen
    bâzılarını da muhteva olarak verdiğimiz bu oniki âyette, Hz. İsmail (a.s.)’m, peygamber
    olduğu, Allah tarafından kendisine vahiy gönderildiği, diğer peygamberler gibi
    üstün bir ahlâka sahip olduğu belirtilmekte ve onun bâzı ahlâki hasletlerine
    işaret edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in onun hakkın­da verdiği bilgiler
    bunlardan ibarettir. Dolayısıyla Kur’ân’da Hz. ismail (a.s.)’ın hangi kavime
    peygamber gönderildiği ve risâlet görevini nasıl yürüttüğü hakkında bilgi
    verilmemiştir.

    Tarihçiler ise onun,
    babası Hz. İbrahim (a.s.)’dan sonra hac ile ilgili hizmetleri devam
    ettirdiğini, Mekke ve çevresi halkına peygamber olarak görevlendirildiğini ve
    davetini 50 yıl müddetle sürdürdüğünü söylemişlerdir. Tercih edilen bu görüş[14]
    yanında, onun Amâlika Araplar’ına ve Yemen kabilelerine peygamber gönderildiği
    şeklinde rivayetler de nakledilmiştir.[15] Hz.
    İsmail (a.s.), rivayete göre Mekke’de 130 veya 137 yaşında vefat etmiş,
    Kabe’nin bitişiğindeki Hicr adı verilen yerde, annesi Hz. Hâcer’in yanma
    defhedilmiştir.[16]

     

     



    [1] Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. İsmail (a.s.)’ın
    annesi Hz. Hâcer vasıtasıyla Mısırlılarla hısım olduklarına işaret ederek,
    ashabına, Mısır’ı fethettikleri takdir­de Mısır halkına karşı iyi
    davranmalarını tavsiye etmiş ve şöyfe demiştir:

    “Eğer Mısır’ı fethederseniz, halkına iyi muamele ediniz. Çünkü,
    onların bizde haklan ve bizimle akrabalıkları vardır.” Hadisin râvisi
    Zührî, kendisine Rasülullah (s.a.v.)’in kasdettiği akrabalığın ne olduğu
    sorulunca, “Hz. İsmail {a.s.)’m annesi onlardandır.” cevabını
    vermiştir {İbn Hişam, I, 7 ; Taberî, Tarih, I, 127).

    [2] Buhâri, Cihad, 78, Enbiyâ, 12, Menakib, 4.

    [3] Taberi, Tarih, I, 161; Ibnül-Esir, I, 125.

    [4] Hz. ismail (a.s.)’m adının geçtiği âyetler şöyledir:
    Bakara süresi, 2/125, 127, 133, 136, 140; Ali İmrân sûresi, 3/84; Nisa sûresi,
    4/163; En’am sûresi, 6/86; İbra­him sûresi, 14/39; Meryem süresi, 19/54; Enbiyâ
    sûresi, 21/85; Sâd sûresi, 38/48.

    [5] İbrahim sûresi, 39.

    [6] Bakara sûresi, 2/125.

    [7] Bakara sûresi, 2/127.

    [8] Bakara suresi, 2/133.

    [9] Bakara sûresi, 2/136; Âli İmrân sûresi, 3/84.

    [10] Bakara süresi, 2/140.

    [11] Enbiyâ sûresi, 21/85.

    [12] Sâd sûresi, 38/48.

    [13] Meryem sûresi, 19/54.

    [14] Sâbûnî, en-Nübüvue, 241.

    [15] Taberî, Tarih, I, 162; Salebi, 100; İbnûl-Esİr, I,
    125.

    [16] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 290-294.

  • HZ. LÛT (A.S.) HAYATI

    SEKİZİNCİ BÖLÜM1

    HZ.
    LÛT (A.Ş.)
    1

    A.
    Soyu, Hicreti Ve Peygamber Olarak Görevlendirilmesi
    1

    B.
    Lût Kavminin Yurdu
    . 1

    C.
    Lût Kavminin Sapıklığı
    3

    D.
    Sürgün Tehdidi
    4

    E.
    Melekler Sodom Yolunda
    . 4

    F.
    Meleklerin Lût’a (A.S.) Misafirliği- Sapıkların Kör Edilmesi
    5

    G.
    Lût Kavminin Helaki – Hz. Lüt Ve Ona Îmân Edenlerin Kurtuluşu
    . 7

    H.
    Toplumu Felâkete Sürükleyen Ahlâksızlık
    . 9

     

     

     

     

    SEKİZİNCİ BÖLÜM

     

    HZ. LÛT (A.Ş.)

     

    A. Soyu, Hicreti Ve Peygamber Olarak
    Görevlendirilmesi

     

    Hz. Lût (a.s.), Hz.
    İbrahim (a.s.)’ın yeğenidir. Tevrat’taki bir kayda göre, Hz. İbrahim (a.s.)’m,
    Nahûra ve Hârârı isimlerini taşıyan iki erkek kardeşi vardı. Hz. Lût (a.s.),
    bunlardan Hârân’ın oğluydu.[1] Hz.
    Lût (a.s.), amcası Hz. İbrahim (a.s.) ile bir­likte Irak’tan çıkıp Suriye
    yöresine hicret etti. Kur’ân-ı Kerim’de bu iki peygamberin bereketli bir
    bölgeye hicret ettikleri bildiril­mektedir:

    “Onu da, Lût’u
    da, alemler için kutsal kıldığımız yere ulaştı­rıp kurtardık.”[2]

    Hz. Lût (a.s.) bir
    süre amcasıyla birlikte Suriye ve Filis­tin’de kaldı. Bu beraberlik esnasında,
    amcasından vaaz ve tebli­ğin inceliklerini öğrendi; davetin zorlukları hakkında
    tecrübe kazandı. Daha sonra Cenab-ı Allah tarafından, ahlâkî çöküntü­nün en alt
    sınırlarında gezinen Sodom ve Gomore halkını ıslah için peygamber olarak
    görevlendirildi:

    “Lût’a da hüküm
    ve ilim verdik; onu, çirkin işler işleyen ka­sabadan kurtardık. Doğrusu onlar
    yoldan çıkmış kötü bir milletti. Lût’u rahmetimizin içine aldık; doğrusu o
    iyilerdendi.[3]

    “Şüphesiz Lût da
    peygamberlerdendir… “[4]

    Amcası Hz. İbrahim (a.s.)’m
    yanından ayrılan Hz. Lût (a.s.), görev mahalline giderek Sodom şehrine yerleşti
    ve bu şe­hirden bir kadınla evlendi.[5]
    Tebliğ faaliyetini yürütmek için elin­den gelen gayreti gösterdi. [6]

     

    B. Lût Kavminin Yurdu

     

    Lût kavmi, Ürdün’ün
    doğusunda Irak ile Filistin arasında yer alan bölgede yaşamıştır. Lût gölü veya
    diğer ismiyle Ölü De­niz’in güney ve doğusunda kalan ve bugün tamamıyla ıssız
    olan bölgede, bir çok eski yerleşim yeri kalıntısı, ya da izi mevcuttur. Bu
    izler ve kalıntılardan, bölgenin bir zamanlar çok kalabalık bir nüfusu
    barındırdığı anlaşılmaktadır. Arkeologlara göre bu bölge, gelişme ve refahının
    en yüksek seviyesine, M.Ö. 2300 ilâ M.Ö. 1900 yılları arasında yaşamıştır.
    Diğer taraftan tarihçiler de, Hz. İbrahim (a.s.)’in M.Ö. 2000 yılları civarında
    yaşamış olduğunu tahmin etmektedirler. Buna göre, bölge, en iyi dönemini, Hz.
    İbrahim (a.s.) ile yeğeni Hz. Lût (a.s.) zamanında yaşamış de­mektir. Lût
    kavminin yurdu olarak bilinen bölge, bugün için kalabalık nüfus barındıracak
    tabiî özelliklere sahip değildir. O-valar, verimli araziler ve su kaynakları
    çok azdır. Ancak, bu böl­ge eski kaynaklarda Ürdün’ün en yeşil ve en verimli
    bölgesi ola­rak geçmekte ve Sodom Vadisi olarak is imlen dirilmektedir. Sodom
    ve Gomore, helak öncesinde, Mısır gibi ma’mur bir ülke­ye benzetilmektedir.[7]
    Günümüz arkeolog ve tarihçilerine göre, bu ma’mur ve yemyeşil bölge, şiddetli
    bir sarsıntı sonucu, Ölü Deniz’e gömülmüştür. Araştırmalar, Ölü Deniz’in bu
    felâketten önce güney istikâmetinde günümüzdeki kadar uzanmadığını
    göstermiştir. Bugün Kerek şehrinin tam batısında Ölü Deniz’e bir dil şeklinde
    uzanan ve adını şeklinden alan “Lisan” adında küçük bir yanmada
    vardır. Bu yarımadanın deniz tarafından başlangıç noktası, eskiden Ölü Deniz’in
    ulaştığı son nokta idi. Bu yarımadanın sağında taban 400 metre derinlikte
    olduğu hal­de, sol tarafı son derece sığdır. Son yıllarda yapılan ölçümlerde,
    bu derinliğin ancak 15-20 metre arasında olduğu tespit edilmiş­tir.[8] İşte,
    yarımadanın güneyindeki şimdi gölün suları altında kalan bu sığ bölgede, Lût
    kavminin yaşadığı Sodom, Gomore, Admâ, Sanbuyem ve Zoğr kentleri bulunuyordu.
    Bu merkezler, M.Ö. 2000 yılları civarında vuku bulan deprem sırasında çöken
    vâdi de sular altında kaldı. Nitekim son arkeolojik araştırmalar­da, golün
    güney kısmında su altında bâzı yerleşim merkezlerinin kalıntılarına
    rastlanmıştır.[9]

    Bu bölgedeki
    çalışmalarıyla tanınan Alman arkeolog Wer-ner Keller, bu konuda ulaştığı sonucu
    şöyle açıklamaktadır:

    “Bu bölgede bir
    gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar,
    yangınlar ve doğal gazlarla bir­likte korkunç bir deprem olmuş ve Sodom vadisi
    ile birlikte Lût kavminin şehirleri de yerin derinliklerine gömülmüştür.”[10]

    Tevrat’ta
    bildirildiğine göre, Sodom ve Gomore’nin büyük bir felâkete uğradığını haber
    alan Hz. İbrahim (a.s.), Hebron’dan ayrılarak bölgeye gitmiş, oraya vardığında
    fırından çıkan du­manlar gibi dumanlar fışkırdığını görmüştür.[11]
    Kur’ân-ı Ke-rim’de, Allah’ın azabına uğrayan bu şehirlerin, ibret olmak üzere
    açık bir alâmet veya işaret olarak bırakıldığı zikredilmiştir. Bu işaretle Ölü
    Deniz ve civarındaki bu kalıntılar kastedilmiş olma­lıdır. Mekke müşriklerinin
    bu açık işaretten ders çıkarmaları istenirken şöyle buyurulmuştur:

    “İşte bunda,
    feraset ehline ibret ve kudretimize delâlet var­dır. O yerler yolun
    üzerindedir. Bunda mü’minler için ibretler var­dır.”[12]

    Nitekim Lût gölünün
    güney tarafı, büyük bir medeniyete mezar olmuştur. Meydana gelen şiddetli
    deprem sonunda, Lût kavminin yaşadığı şehirler yerle bir olmuş ve bölge
    bütünüyle göl sularının altında kalmıştır. 1965 yılında Amerikalı arkeolog­lardan
    oluşan bir araştırma ekibi, gölün güney kısmındaki az yukarıda bahsettiğimiz
    Lisan yarımadasında büyük bir mezarlık ortaya çıkarmıştır. Bu mezarlıkta 20
    binden fazla mezarın bu­lunduğu tespit edilmiştir ki, bu büyüklükteki bir
    mezarlık, ya­kın bir mevkide büyük bir şehrin bulunduğunu açıkça gösterir. Bu
    keşif, söz konusu şehrin yere batmış olduğunu da ispat etmektedir. Çünkü
    civarda kalabalık bir nüfusu barındıran başka bir yerleşim yeri
    bilinmemektedir.[13]

     

    C. Lût Kavminin Sapıklığı

     

    Sodom halkı küfür ve
    ahlâksızlıkta çok aşırı gitmişti. Onla­rın arasında her türlü ahlâksızlık
    yaygındı ve üstelik bunlar ale­nî olarak yapılıyordu. Bu kavim mensupları, daha
    önce hiç bir kavmin işlemediği büyük bir kötülük de İcat etmişlerdi. Lût
    kavmiyle birlikte anılan bu önemli kötülük, bilindiği gibi, livata, yani
    homoseksüellikti. Hz. Lût (a.s.), bu kötülüğün son derece yaygın olduğu ve
    açıkça işlendiği bir halka peygamber olmuştu. Diğer peygamberlerin yaptığı gibi
    O, kendisinin Allah tarafından görevlendirilen bir peygamber olduğunu
    söyleyerek onları, Al­lah’a îmâna ve içinde bulundukları kötülükleri terke
    çağırdı. Onları işlemekte oldukları kötülükler yüzünden çarptırılacakları
    korkunç azaptan sakındırdı. Vazifesinin bir elçilikten İbaret ol­duğunu,
    kendilerinin iyiliğini düşünen bir kardeşleri olarak yap­tığı bu görev
    karşısında herhangi bir ücret istemediğini açıkladı. Görevinin karşılığını
    sadece Cenab-ı Hak’tan beklediğini vurgu­layarak, onları içine düştükleri büyük
    ahlâksızlığı; yani erkekle­rin erkeklerle cinsel ilişki kurmasını bırakmaya
    çağırdı. Ancak, küfürde çok ileri gitmiş olan bu kâfirler, kendilerini hidâyete
    çağıran Hz. Lût (a.s.)’m davetini reddettiler. Diğer müşrikler gibi, onu ve
    bütün peygamberleri yalanlamaktan çekinmediler: “Lût milleti, uyaran
    peygamberleri yalanladı.”[14] Hz.
    Lût (a.s.), kavmine bu çirkin fiili yeryüzünde ilk defa işleyenlerin kendileri
    olduklarını söylüyor ve onu terk etmeye ça-ğırıyordu. Onlara diğer kötülüklerde
    de aşırı gittiklerini açıklıyordu. Ancak onlar, bu gerçekleri kabul etmek şöyle
    dursun, Hz. Lût (a.s.) ve ona inananları, kendileri gibi erkek erkeğe cin­sel
    ilişki kurmadıkları için, “Onlar eteklerini temiz tutmaya çalışan
    insanlardır” diyerek alaya alıyorlar ve onları sürgünle tehdit
    ediyorlardı.

    Onun kavminde,
    homoseksüelliğin yanında diğer kötülük­ler de çok yaygındı. Toplantı yerlerinde
    hiç mi hiç utanmadan çeşitli kötülükleri alenî bir şekilde yapıyorlar, yol
    keserek yolcu­lara başta cinsel tecavüz olmak üzere, her türlü zulmü yapmak­tan
    büyük zevk alıyorlardı. Onların şehirlerine uğrayan yabancı­lar, çok zor
    durumda kalıyorlardı. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Lût (a.s.)’ m müşrikleri bu
    kötülüklerden vazgeçirmek için yaptığı konuş­malardan aktarmalar yapmıştır:

    “Lût da,
    milletine şöyle demişti: ‘Doğrusu siz dünyalarda sizden önce hiç kimsenin
    yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz. Erkeklere yaklaşıp, yol kesmiyor
    musunuz? Ve bu utanç ve­rici iğrenç günahlarınızı toplantılarınızda alenî
    olarak yapmıyor musunuz?’ Milletinin cevabı, ‘Doğru sözlü isen bize Allah’ın
    aza­bını getir!’ demek oldu.”[15]

    “Lût’u da kavmine
    peygamber olarak gönderdik, onlara, ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin
    yapmadığı bir hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Siz kadınları bırakıp da şehvetle
    erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz çok aşın giden bir milletsiniz’ de­di.”[16]

    “Lût milleti de
    peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Lût, on­lara, ‘Allah’a karşı gelmekten
    sakınmaz mısınız? Doğrusu ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık
    Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum;
    benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Rabbinizin sizin için yarattı­ğı
    eşleri bırakıp da, insanlar arasında, erkeklere mi yaklaşıyor­sunuz? Doğrusu
    sîz azmış bir milletsiniz!’ dedi.”[17]

     

    D. Sürgün Tehdidi

     

    Hz. Lût (a.s.)3 Önceki
    ve sonraki peygamberlerin başına gel­diği gibi, kavmini Allah’ın yoluna
    çağrmca, sert bir tepkiyle karşılaştı. Kâfirler, ona yönelik tepkilerini
    gittikçe sertleştirdiler ve bu davetten vazgeçmediği takdirde, ülkeden
    çıkarmakla tehdit ettiler. Hz. Lût (a.s.)’ı, peygamberlerin ortak kaderi
    hicrete zorla­dılar. Ne gariptir ki, Hz. Lût (a.s.} ve ailesini şehirlerinden
    çı­karma gerekçesi olarak, onların kötülüklere bulaşmayıp temiz kalmaya
    çalışmalarını gösteriyorlardı. Hz. Lût (a.s.) ve ashabını namus ve iffetlerine
    düşkün olmak ve temiz kalmaya çalışmakla suçluyorlardı. Dejenere olmuş bu
    toplumun nazarında en ağır suç, güzel ahlâk ve iffet sahibi olmaktı. Sonunda bu
    “suçu” işle­yenleri aralarından çıkarma kararı aldılar. Kur’ân-ı
    Kerim, onla­rın gerekçeli kararını ağızlarından şöyle aktarmaktadır:

    “Ey Lût! Bu
    sözlerinden vazgeçmezsen, mutlaka kovulacak­sın” dediler.”[18]

    “Milletinin
    cevabı sadece, ‘Lût ve onunla birlikte îmân eden­leri memleketinizden çıkarın,
    çünkü onlar eteklerini çok temiz tutan insanlarmış!’ demek oldu.”[19]

    “Lût’u da
    gönderdik; milletine şöyle dedi: ‘Göz göre göre bir hayasızlık mı yapıyorsunuz?
    Kadınları bırakıp, erkeklere mi yak­laşıyorsunuz; evet, siz cahil bir
    milletsiniz.’ Milletinin cevabı sa­dece, ‘Lût’un ailesini kasabanızdan çıkarın,
    güya onlar temiz kalmaya çalışan insanlarmış.’ demek oldu.”[20]

    Bu âyetlerden anlaşıldığı
    gibi, şirk üzere bulunan ve bü­yük bir ahlâkî çöküntü içinde olan insanlar,
    aralarında Al­lah’tan korkan ve kötülüklerden uzaklaşmaya çalışan iyi insan­ların
    bulunmasına bile tahammül edemiyorlardi. Aralarında, kendilerini ahlâk ve
    fazilete çağıracak kimselerin kalmaması için, onları yurtlarından çıkarmaya
    karar vermişlerdi. [21]

     

    E. Melekler Sodom Yolunda

     

    Hz. ibrahim (a.s.)
    kıssasında, Lût kavminin helaki için gö­revlendirilen ve güzel yüzlü üç
    delikanlı kılığına giren meleklerin, ona uğradıklarını ve ona misafir
    olduklarını açıklamıştık. Olağanüstü ve çok önemli olayları bildirmek için
    geldiklerinde insan kılığına bürünen meleklerin Hz. İbrahim (a.s.)’a verdiği
    haberlerden biri de, Lüt kavminin helâkiyle görevlendirilmeleriy­di. Hz.
    İbrahim (a.s.), bu gerçeği öğrenince, yeğeni Hz. Lût (a.s.)’m orada olduğunu
    söyleyerek, bu felâkete üzüleceğini açık­lamıştı. Ancak melekler, azabın sâdece
    kâfirlere dokunacağını, Hz. Lût (a.s.) ve ona îmân edenlerin ise kurtulacağını,
    onun aile­sinden yalnızca kâfirlerle birlikte olan karısının helak edileceğini
    söylediler:

    “Elçilerimiz
    İbrahim’e (İshak ve Yakub’un doğacaklarını bil­diren) müjde ile geldiklerinde:
    ‘Biz bu memleketin halkını yok e-deceğiz, çünkü oranın halkı zalim
    kimselerdir,’ dediler.

    İbrahim, ‘Ama Lüt
    oradadır.’ dedi, elçiler, ‘Biz orada olanları daha iyi biliriz; azaba
    uğrayanlardan olacak karısı dışında, onu da ailesini de
    kurtaracağız.’dediler”[22]

    “İbrahim’in
    korkusu gidip de müjde kendisine ulaşınca, Lüt milleti hakkında elçilerimizle
    tartışmaya girişti. Doğrusu İbrahim, çok halim selim, yumuşak huylu ve kendini
    Allah’a vermiş bir kimse idi. Elçilerimiz, ‘Ey İbrahim! Bu tutumundan vazgeç,
    çünkü onların helaki için Rabbinin emri gelmiştir. Onlara, şüphesiz, geri
    çevrilemeyecek bir azap gelmektedir’ dediler.[23]

    “Zaten
    sapıklardan başka kim Rabbinin rahmetinden umu­dunu keser!” diyerek
    sormuştu, ‘Ey elçiler! İşiniz nedir?’ Şöyle ce­vap vermişlerdi: Biz şüphesiz
    suçlu bir millete gönderildik. Lût’un ailesi bunun dışındadır. Kansı hariç
    hepsini kuriaracağız. Karısı­nın geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk.[24]

     

    F. Meleklerin Lût’a (A.S.) Misafirliği-
    Sapıkların Kör Edilmesi

     

    Hz. İbrahim (a.s.)’dan
    ayrılan melekler, Sodom’a gelerek Hz. Lût (a.s.)’a misafir oldular. Her biri
    oldukça yakışıklı bir de­likanlı kılığındaki meleklerin kendisine misafir
    olması, Hz. Lût (a.s.)’ı son derece sıkmıştı. Çünkü o, tanımadığı
    misafirlerinin melek olduğunu bilmediğinden, erkeklere düşkün olan kâfirle­rin,
    bu güzel yüzlü delikanlılara sarkıntılık yapmasından korku­yordu. Bu sıkıntı
    içinde misafirlerini sapıklardan nasıl koruya­cağını düşünüyordu. Korkusu
    boşuna değildi; nitekim onun evine genç delikanlıların geldiği kısa sürede
    duyuldu. Pek çok sapık, onlara sarkıntılık niyetiyle onun evinin etrafında
    toplan­mıştı. Onların iğrenç niyetlerini anlayan Hz. Lüt (a.s.), misafirle­rini
    onların tecavüzünden korumak için, onlara kızlarını nikâh-lamayı teklif etti.
    Aklı başında olanları kendisini anlamaya ve yardıma çağırdı. Ancak Sodomlu
    sapıklar, onun bu teklifine razı olmadılar. Ona, kızlarıyla evlenmek gibi bir
    isteklerinin olmadı­ğını, ne istediklerini de kendisinin iyi bildiğini
    söylediler. Ahlâk­sızlıkta ne derece ileri gittiklerini, en iğrenç günahı
    işlemekte ne derece arsızlaştıklarmı ortaya koyan bir cevap verdiler.

    Hz. Lût (a.s.),
    kendilerini kuşatan tehlikeyi genç misafirle­rine bildirmek zorunda kalmıştı.
    Onları savunmaktan âciz oldu­ğunu, kendisini destekleyecek bir taraftar
    kitlesinin bulunmadıgım   ve   kendilerini  
    koruyacak   sağlam   bir  
    sığmağın   mevcut olmadığını
    açıkladı ve çaresizliğini dile getirdi:

    “Elçilerimiz
    Lût’a gelince, onların yüzünden çok dadandı ve çok sıkıldı, ‘Bu çetin bir
    gündür’ dedi. Daha önce kötü ve iğrenç işler işleyen müşrikler, ona koşarak
    gelmişlerdi. ‘Ey milletim! îşte bunlar benim kızlarım, Onlar sizin için daha
    temizdir (isterseniz Onları size nikahlayabilirim!) [25]
    Allah’tan sakının, konuklanma tecavüz ederek beni rezil etmeyin, içinizde aklı
    başında kimse yok mudur?’ dedi. Onlar ise, ‘Andolsun ki, senin kızlarınla bir
    işimiz olmadığını biliyorsun; doğrusu, ne istediğimizin farkında-sın’ dediler.
    Lüt, ‘Keşke size yetecek bir kuvvetim olsa veya sağ­lam bir yere sığınsam!’
    dedi.”[26]

    “Şehir halkı,
    sevinerek geldiler. Lüt, ‘Bunlar benim konukla-rımdır, Onlara karşı beni rüsvay
    etmeyin, Allah’tan korkun, beni utandırmayın.’ dedi. ‘Biz sana kimseyi misafir
    kabul etmeyi ya­sak etmemiş miydik?’ dediler. Lüt, ‘Alacaksanız, işte benim
    kızla­rım (onları nikahlayın)’ dedi.”[27]

    Bu kavim sapıklıkta o
    derece ileri gitmişti ki, şehirlerine güzel yüzlü yabancı delikanlıların
    geldiğini duyunca, sevinç i-çinde Lût’un evinin etrafına koşuşmuşlardı. İçlerinden
    bu ah­lâksızlığa karşı çıkan hiç kimse yoktu. Böylesine iğrenç bir iste­ği,
    temizliği ve iffetiyle ma’ruf Hz. Lût’a söylemekten çekinmeme-leri, bu suçun
    onların arasında ne kadar yaygın ve ne kadar normal sayılan bir davranış haline
    geldiğini ortaya koymaktadır. Onların cinsî sapıklıklarının derecesi, bu iğrenç
    fiili işlemek için büyük bir sevinç içinde hem de toplu bir şekilde
    gelmelerinden anlaşılmaktadır. Bu ahlâksızlıklarını açıkça yapmaktan
    çekin-memeleri, normal insanın düşünüp hayal edemeyeceği bir ahlâ­ki
    çöküntüdür. Onların, bu sapıklıkları dolayısıyla diğer insan­lardan utanmak ve
    kötülüklerini gizli yapmak gibi bir özellikleri dahi yoktu. Başta erkek erkeğe
    cinsel ilişki olmak üzere, her türlü kötülükleri meclislerinde toplu bir
    şekilde yaparlardı. Seyyid Kutub’un şu sözü, onların durumunu özetlemeye yete­cektir;

    “Şayet böyle bir
    ahlâkî çöküntü yaşanmamış olsaydı, insan muhayyilesi böyle bir durumun
    olabileceğini asla düşünemez­di”[28]

    Lût kavminin bu
    hastalığı, kötülüklerin en iğrencidir. İn­san tabiatmdaki bozulma ve
    dejenerasyonun ulaştığı aşağılığın tipik bir göstergesidir. Bu hastalık,
    toplumlar için en tehlikeli hastalıktır. İnsanlığı hayvanlıktan aşağı düşürür.

    Misafirlerini
    mütecavizlerden korumakta çaresiz kalan Hz. Lût (a.s.), hâlini Allah’a arz
    ederek, bu bozgunculara karşı yar­dıma çağırdı. Yaptıkları bu iğrenç fiile çok
    kızdığını söyleyerek, kendisini ve ailesini onların yaptığı bu kötülükten
    kurtarmasını istedi:

    “Lût, ‘Rabbim!
    Bozgunculara karşı bana yardım et!’ dedi.[29]

    “Lût, ‘Doğrusu
    yaptığınıza çok kızanlardanım. Rabbim! Beni ve ailemi bunların yapa geldiği
    kötülükten kurtar!’ dedi.”[30]

    Evinin etrafında
    toplanan kâfirlerin isteklerinden vazgeç­memeleri, Hz. Lût (a.s.)’ı çok
    üzmüştü. Bu zor anda yaptığı duâ Yüce Allah tarafından kabul edildi ve onun
    imdadına, genç deli­kanlılar kılığındaki korumaktan aciz kaldığı misafirleri
    yâni me­lekler yetişti. O ana kadar yaşananlara karışmayan delikanlılar, Hz.
    Lût (a.s.)’a kendilerinin insan değil, Cenab-ı Hak tarafından gönderilen
    melekler olduklarını açıkladılar ve Sodom halkını imtihan ve nihayet helak
    etmeye geldiklerini söylediler. Onu ve îmân eden ehlini kurtaracaklarını,
    kafirlerin tamamını ise helak edeceklerini haber verdiler   ve ona artık korkmamasını tavsiye ettiler:

    “Meleklerimiz
    Lût’a gelince, kavminin onlara sarkıntılık ede­ceğinden korkarak, fenalaştı ve
    çok sıkıldı. Melekler, ona, ‘Kork­ma ve üzülme, doğrusu biz seni ve geride
    kalacaklardan o-lan karının dışında, aileni kurtaracağız. Bu kasaba halkına
    yaptıkları yolsuzluklardan ötürü gökten, elbette bir azap indireceğiz’.’ dedi­ler.[31]

    Diğer taraftan Cenab-ı
    Hak, bu sırada elçisi Hz. Lût (a.s.)’ı dinlemeyip onun evine girerek
    misafirlerine sarkıntılık yapmaya kalkışan kâfirlerin gözlerini kör ediverdi:

    “And olsun ki,
    onlar Lût’un konuklan olan melekleri elde etmeye kalkıştılar, bunun üzerine
    gözlerini kör ediverdik. Azabımı ve ikazlarımı dinlememenin sonucunu tadın,
    dedik.”[32]

     

    G. Lût Kavminin Helaki – Hz. Lüt Ve Ona
    Îmân Edenlerin Kurtuluşu

     

    Bütün ülkede, Hz. Lût
    (a.s.)’m aile fertlerinden başka İs­lâm nuruyla aydınlanan kimse olmamıştı.
    Onun ailesinden de geçtiği gibi karısı kâfirlerle birlikte idi ve kocasına îmân
    etme­mişti. Dolayısıyla kavmi helak edilirken kurtulanlar, sadece Hz. Lût
    (a.s.) ve karısı hariç ailenin diğer fertleri oldu. Bu bir avuç Müslüman’ın
    dışında kalanların tamamı umumî azâb sonucu helak edildi. Bu azabı
    gerçekleştirmek için Lût kavmine gelen meleklerle, daha önce ziyaret ettikleri
    Hz. İbrahim (a.s.) arasında geçen şu konuşma, bu gerçeği açık bir şekilde
    yansıtmaktadır:

    “İbrahim, ‘Ey
    elçiler! Asıl meseleniz nedir? ‘dedi Melekler şöyle cevap verdiler: ‘Biz suçlu
    bir kavmi cezalandırmak için-.gön-derildik ki, Rabbin katında haddi aşanlar
    İçin tayin edilmiş ‘ça­murdan yapılma taşları yağdıralım.’ Nihayet o ülkede
    bulunan mü’minleri çıkardık. Zaten biz, orada bir tek ailenin dışında Müslüman
    bulamadık. Can yakıcı azaptan korkanlar için o ülkede bir ibret bıraktık.”[33]

    Melekler, Hz. Lût
    (a.s.)’a geceleyin mü’min aile fertleriyle birlikte şehri terketmek üzere yola
    çıkmasını, aralarından geride kalan olup olmadığını kontrol etmek için
    kâfilerin ardından git­mesini ve yürüyüşleri esnasında içlerinden hiç birinin
    geriye dönüp bakmamasını söylediler ve şehir halkının sabaha doğru azaba
    çarptırılacağını açıkladılar:

    “Elçiler (melekler)
    Lüt’un ailesine gelince, Lût, ‘Doğrusu siz tanınmayan kimselersiniz’ dedi.
    Onlar şöyle dediler: ‘Biz sana sadece şüphe edip durdukları azabı getirdik.
    Sana gerçekle gel­dik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz. Artık, geceleyin bir
    ara, ai­leni yola çıkar, sen de arkalarından git; hiç biriniz arkaya bak­masın;
    emrolunduğunuz yere doğru yürüyün.’ Böylece Lût’a bun­ların sonlarının kesilmiş
    olarak sabahlayacaklarını bildirdik.”[34]

    “Ey Lût! Biz
    Rabbinin elçileriyiz, onlar sana üişemeyecekler; geceleyin bir ara, ailenle
    beraber yola çık; karının dışında kimse geri kalmasın. Doğrusu onların başına
    gelen onun başına da ge­lecektir. Vadeleri gün doğana kadardır. Gün doğması
    yakın değil mi? dediler.”[35]

    Allah’ın hükmü ve bu
    kavim için takdir buyurduğu azabın vakti gelince, tan yeri ağarırken şehrin
    altı üstüne geldi. Hz. Lût (a.s.)’ın ailesiyle birlikte şehirden ayrılmasından
    sonra, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş, bütün
    binaları yerle bir etmişti. Diğer yandan kurutulmuş çamur taş­lar, sağanak
    yağmur gibi, günahkarların üzerine yağmaya baş­lamıştı. Bütün bunlar
    yaşanırken, şehri korkunç bir fırtına ve şiddetli bir gürültü kaplamıştı.
    Peygamberlerini yalanlayan Lût kavmi müşriklerine verilen bu ilâhî ceza, buna
    karşılık inanan­ların bu cezadan kurtarılarak mükâfatlandırılışı, ibret
    alınması için Kur’ân-ı Kerim’de birkaç kez tekrarlanmış bulunmaktadır:

    “Senin hayatına
    andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bo­calayıp duruyorlardı. Tanyeri
    ağarırken, korkunç çığlık onlan yakalayıverdi. Memleketlerini alt üst ettik,
    üzerlerine sert taş yağ­dırdık.”[36]

    “Bunun üzerine
    Lût’u ve kendisine îmân eden ailesini kur­tardık; yalnız kansı hariç, çünkü o,
    geride kalıp helake uğrayan­lardan oldu. Geride kalanların üzerine öyle bir
    yağmur yağdırdık ki! Suçluların sonu nasıl olurmuş bir baki”[37]

    Buradaki yağmur, diğer
    âyetlerde ifade edildiği gibi, onla­rın evlerinin altını üstüne getiren taş
    yağmurudur. Kil taşından yapılmış ve ateşte pişirilmiş, damgalanıp istif
    edilmiş her taş, belli bir kâfiri helak etmek üzere işaretlenmişti. Her
    taş”m kime ve nereye isabet edeceği ezelde takdir edilmiş ve üzerine nakşe­dilmiş
    bulunuyordu. Bunu Allah’tan başka bilon yoktu:

    “Azap emrimiz
    gelince-oraların altım üstüne getirdik; üzerine Rabbinin katından, işaretlenmiş
    kızgın taşları sağanak halinde yağdırdık. Bu azap zâlimlerden hiçbir zaman uzak
    olmayacak-tır.”[38]

    “Biz de
    üzerlerine taş yağdıran bir rüzgâr gönderdik. Ancak, Lüt’un taraftarlarını,
    katımızdan bir nimet olarak seher vakti kur­tardık. Şükredene işte böyle
    mükafat veririz. Lüt, andolsun ki, onlan bizim yakalamamızla uyarmıştı, ama
    onlar ikazları şüphe ile karşılayarak dinlemediler. Andolsun ki, onlar Lût’un
    konuklan olan melekleri elde etmeye kalkıştılar, bunun üzerine gözlerini kör
    ediverdik. Azabımı ve İkazlarımı dinlememenin sonucunu tadın, dedik. Andolsun
    ki, sabah erken, önü alınmaz bir azap başlarına geldi. Azabımı ve ikazlarımı
    dinlememenin sonucunu tadın! de­dik.[39]

    “Bunun üzerine
    geride kalan yaşlı bir kadın dışında, onu ve ailesini, hepsini kurtardık.
    Diğerlerini yerle bir ettik.”[40]

     “Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık,
    yalnız karısının geride kalanlardan olmasını gerekli bulduk. Geride kalanların
    üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gelmeyenlerin yağmuru ne
    kötü idi.[41]

    “Üzerlerine de
    yağmur yağdırdık. Uyarılan fakat yola gel­meyenlerin yağmuru ne kötü idi!
    Şüphes& bunda bir ders vardır, ama çoğu inanmamıştır. Doğrusu Rabbin
    güçlüdür, merhametli­dir.”[42]

    Sodom şehrinin
    harabeleri, Hicaz’dan Suriye ve Mısır’a gi­den yol üzerindedir. Yolcular, Lût
    gölünün güneydoğusunda bu harabelerin izlerini görebilirler. Yüce Allah, buna
    işaret etmiş ve bu tür harabelerin inananlar için bir ibret sahnesi olması
    gerek­tiğini hatırlatmıştır:

    “Bunda, görebilen
    insanlar için ibretler vardır. O şehrin ka­lıntıları işlek yollar üzerinde hâlâ
    durmaktadır. Bunda inananlar için ibret vardır.”[43]

    “Andolsun ki,
    biz, düşünen kimseler için bu kasabadan a-paçık bir belgeyi geride
    bırakmışızdır.”[44]

    “Şüphesiz Lût da
    peygamberlerdendir. Geridekiler arasında kalan yaşlı bir kadın dışında, Lût’u
    ve ailesinin hepsini kurtar­mıştık. Sonra diğerlerini yok etmiştik. Sabah
    akşam, onların yerleri üzerinden geçersiniz. Düşünmez misiniz?”[45]

     

    H. Toplumu Felâkete Sürükleyen
    Ahlâksızlık

     

    Lût kavminin,
    homoseksüellik yanında, diğer pek çok kö­tülüğü de zikredilmiştir. Ancak,
    âyetlerde, onların helakine se­bep olan en iğrenç suçun, homoseksüellik olduğu
    vurgulanmış­tır. Onların işlediği bu iğrenç fiil, tarih boyunca, en iğrenç ve
    en aşağılık suç olarak kabul edilmiştir. Buna rağmen, bu çirkin fiili, normal
    bir davranış biçimi; hatta bir ayrıcalık olarak kabul ederek o şekilde
    göstermeye çalışanlar olmuştur. Eski çağlarda bâzı Yunan filozoflarının bu
    yaklaşımı, maalesef Modern dünya­da Batı tarafından gene hortlatılmış ve daha
    ileri boyutlara gö­türülmüştür. Batılı ülkelerin bâzılarında, bu iğrenç fiile
    yasal bir statü kazandırılması, bunun açık bir göstergesidir. Kültür em­peryalizmine
    maruz kalmış halkı Müslüman ülkelerde bile, ar­tık eşcinselliğin korkunç bir
    toplum suçu olmaktan çıkarılmış olması, bu vahametin hangi noktalara vardığını
    göstermektedir.

    Kur’ân-ı Kerim’de
    verilen bu bilgilerden, sadece bu eşcin­sellik fiilinin, Allah’ın gazabını
    insanların üzerine çekmeye yete­cek iğrenç bir günah olduğu anlaşılmaktadır.
    Bütün milletler bu iğrenç rezaleti işlemekten ve bu yüzden azaba
    çarptırılmaktan sakindırılmaktadır. Lût kavmi ve başlarına gelen azap zikredil­dikten
    sonra, bu azabın, aynt çirkin fiili işleyen zâlimlere yakın olduğu haber
    verilmektedir:

    “Azap emrimiz
    gelince oraların altını üstüne getirdik; üzerine Rabbinin katından,
    işaretlenmiş kızgın taşlan sağanak halinde yağdırdık. Bu azap zâlimlerden hiç
    bir zaman uzak olmayacak­tır.”[46]

    Bu yüzden bu kötülüğün
    kökünü kazımak ve insanları bu belâdan kurtarmak, idarecilerin en önemli
    görevlerinden biri­dir.[47]
    Homoseksüellik, büyük bir ahlakî çöküntü olmanın ya­nında, sağlık üzerinde de
    önemli tehlikeleri olan bir hastalıktır. Frengi, belsoğukluğu, kemik zafiyeti
    ve bilhassa asrımızın en korkunç ve çaresiz hastalığı olan AİDS hastalığının
    yayılmasına yol açmaktadır.

    Hz. Lût (a.s.)
    kıssasından çıkarılan diğer önemli bir ders, misafire verilen önemdir. Hz. Lût
    (a.s.), her türlü zorluklan göze alarak yabancıları evine misafir etmiş, onları
    korumak uğruna her tehlikeyi eöze almıştır. Âyetlerde geçtiği gibi o, misafirleri
    yüzünden başına gelecek sıkıntıları başından hissetmiş; ancak ne halleri varsa
    görsünler diyerek onları görmezlikten gelmek ve­ya evine almamak yerine, evini
    onlara açmış, elinden gelen ikramı yapmaya çalışmıştır. Onları korumak uğruna
    başına gele­cek sıkıntıları göze almaktan çekinmemiştir.[48]

     

     



    [1] Tekvin, 11/27.

    [2] Enbiyâ sûresi, 21/71.

    [3] Enbiya sûresi, 21/74-75.

    [4] Saffât sûresi, 37/133-138.

    [5] Yahudiler tarafından tahrif edilmiş olan Kitab-ı
    Mukaddes’te, Hz. Lût (a.s.) aley-

    hinde ağır iftiralarda bulunulmuştur. Onun Sodom’a gidişi de, amcası Hz.
    ibra­him (a.s.)’ile aralarında sığır sürüleri yüzünden çıkan bir İhtilâfa
    bağlanmıştır (Tekvin, 13/5-13 }. Halbuki Hz. Lût (a.s.), Kur’ân’da bildirildiği
    gibi, oraya Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiştir.

    [6] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 272.

    [7] Tekvin, 13/10.

    [8] Yalçın, Kavimlerin Helaki, 43.

    [9] Mevdûdî,  Hz.
    Peygamfaer’in Hayatı, I, 466 vd.

    [10] Yalçın, Kavimlerin Helaki, 47, W. Keller, Und die
    Bibel hat doch recht,  88’den naklen.

    [11] Tekvin, 19/28.

    [12] Hicr süresi, 15/75-77.

    [13] Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, I, 468

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 273-275.

    [14] Kamer sûresi, 54/33.

    [15] Ankebut sûresi, 29/28-29.

    [16] A’râf sûresi, 7/80-81.

    [17] Şuarâ sûresi, 26/160-166.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 275-276.

    [18] Şuarâ sûresi, 26/167.

    [19] A’râf süresi, 7/82.

    [20] Nemi sûresi, 27/54-56.

    [21] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 276-277.

    [22] Ankebut sûresi, 29/31-32.

    Tahrim sûresinin 10.
    ayetinde, Hz. Nuh ve Hz. Lût’un karılan için şöyle de­nilmektedir:

    “Allah, Nuh’un
    kansı ile Lût’un karısını kâfirlere bir misal yapmıştır. O İkisi, kullarımızdan
    birer salih kulun nikâhları altında oldukları halde, kocalarına ha­inlik
    ettiler. İşte bu yüzden, bu iki peygamber, Allah tarafından karılarının başına
    inen azaba engel olamadı. O iki kadına şöyle denildi: ‘Diğer inkarcılarla
    beraber siz de cehenneme girin!”

    Hz. Nuh’un tufanda boğulan karısı gibi, Hz. Lût’un bu kansı da kocasına
    îmân etmemişti. Bu İki kadın, peygamber olan kocalarına îmân etmedikleri için
    kâfirlerle birlikte helak oldular. Peygamber hanımı olmalan, küfürleri yüzünden
    onlara hiç bir kazanç sağlamadı. Bu iki kadının durumu, akrabalığın îmân etme­ye
    yetmediği ve îmân olmadıkça bu yakınlığın hiç bir faydasının olamayacağı ger­çeğini
    açıkça ortaya koymaktadır. Onların bu durumu, son derece dikkat çekici bir
    ibret tablosudur. Zira onlar, peygamberin en yakınında, dünya ve ahiret saa­detini
    kazanmaya çok müsait bir mevkide bulunuyorlardı. Ancak buna rağmen küfürde
    direttiler ve gözlerinin önündeki gerçeği göremediler.

    [23] Hûd sûresi, 11/74-76.

    [24] Hicr sûresi, 15/56-60.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 277-279.

    [25] Lût (a.s.), “kızlarım” ifadesiyle, doğrudan
    kendi kızlarını ya da toplumdaki kızla­rın tamamını kastetmiş olabilir. Tercih
    edilen görüş, ikinci görüştür (Elmahlı, IV.455). Çünkü, bir kavmin peygamberine
    nisbeti, evlatların babaya nisbeti gibi­dir. Bir peygamber, kavminin babası
    durumunda olduğundan, sevgi ve şefkatten dolayı, kavminin kızlarına
    “kızlarım” demiştir. Nitekim, peygamberimizin hanım­ları,
    “mü’minlerin anneleri” olarak isimlendirilmiştir (Ahzâb sûresi, 33/ 6
    ].

    Hz. Lût (a.s.)’m, onlara kavminin kızlarını veya kendi kızlarını teklif
    ederken, zinayı kastetmiş olması asla düşünülemez. Onları nikâhla almalarını
    kastettiği muhakkaktır. Nitekim, “bunlar sizin için daha temizdir”
    demesi de bunu göster­mektedir. Lût (a.s.), onları gayri meşru ilişkilerden
    meşru ilişkilere çağırmıştır.

    [26] Hûd sûresi, 11/77-80.

    [27] Hicr sûresi, 15/67-71

    [28] FîZılâl, IX, 136.

    [29] Ankebut Sûresi, 29/30.

    [30] Şuarâ süresi, 26/168-169

    [31] Ankebut süresi, 29/33-34.

    [32] Kamer sûresi, 54/37.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 279-282.

    [33] Zâriyât sûresi, 51/31- 36.

    [34] Hicr sûresi, 15/61-66.

    [35] Hûd sûresi, 11/81.

    [36] Hicr süresi, 15/72-74.

    [37] A’râf sûresi, 7/83-84.

    [38] Hûd süresi, 11/82-83.

    [39] Kamer sûresi, 54/34-39.

    [40] Şuarâ sûresi, 26/170-171.

    [41] Nemi sûresi, 27/57-58.

    [42] Şuarâ sûresi, 26/173-175.

    [43] Hkr sûresi, 15/75-77.

    [44] Ankebut sûresi, 29/35.

    [45] Saffât sûresi, 37/133-138.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 282-286.

    [46] Hûd sûresi, 11/82-83.

    [47] Livata  suçunu
    işleyenlere  tatbik  edilecek ceza hakkındaki  görüşler için 
    bkz. Mevdûdi, Tefhim, II, 63; 
    Tabbâra, 177.

    [48] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 286-288.

  • SALİH (A.S.) HAYATI

    ALTINCI
    BÖLÜM
    1

    SALİH
     (A.S.)
    1

    A.
    Semud Kavmi Ve Vatanı
    1

    B.
    Semûd Kavminin Dînî Durumu
    . 3

    C.
    Hz. Salih (A.S.)’In Peygamber Olarak Görevlendirilmesi
    3

    D.
    Semûd Müşrikleri Mucize İstiyor
    . 7

    E.
    Hz. Salih (A.S.)’I Öldürme Plânı – Semûd Kavminin Helaki
    9

    F.
    İnananların Kurtuluşu
    . 11

    G.
    Salih (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar
    . 11

    1.
    Bu Kıssa Sağlıklı Düşünenler İçin Çarpıcı Bir İbret Tablosudur
    . 11

    2.
    Mucize İsteyip Sonra da İnkâr Edenlerin Sonu Helak Olmuştur
    . 12

    3.
    Mü’minler İsraftan Kaçınmak Zorundadırlar
    . 13

     

     

     

    ALTINCI BÖLÜM

     

     SALİH  (A.S.)

     

    A. Semud Kavmi Ve Vatanı

     

    Semûd kavmi, Birinci
    Âd kavminin bakâyâsıdır; dolayısıyla İkinci Âd diye de isimlendirilir. Bu
    husus, biraz sonra meallerini vereceğimiz âyetlerden de açık bir şekilde
    anlaşılmaktadır. Se­mûd, Birinci Âd kavmi gibi, Arabistan’da yaşamış meşhur ka­vimlerden
    biridir. Hz. Salih (a.s.)[1] ve
    kavmi Semûd’un, İbrahim (a.s.)’dan önce yaşadığı hususunda görüş birliği
    vardır. Tarihçi­ler, kavme ismini veren Semûd’u, Hz. Nuh (a.s.)’m dördüncü
    batından torunu olarak kaydederler. Buna göre Semûd’un soy kütüğü şöyledir:
    Semûd b. Câbir (bazı rivayetlerde Âmir veya Âd) b. İrem b. Sâm b. Nuh.

    Hz. Salih (a.s.)’m soy
    kütüğü ise şöyledir: Salih b. Ubeyd b. Asef b. Mâşih b. Ubeyd b. Cader (Hazer)
    b. Semûd.

    İslâmın zuhurundan
    önceki dönemde Câhiliye Arapları, Semûd kavmi hakkında pek çok hikâye
    biliyorlardı. Nitekim, Câhiliye devri Arap şiirinde ve bu dönemden günümüze
    ulaşan hutbelerde, bu kavmin ismine çok sık rastlanmaktadır. Bu ka­vim hakkında
    Asur’da ortaya çıkarılan kitabelerde de bilgi veril­miştir. Yine, kadîm Yunan,
    Mısır ve Roma tarihçi ve coğrafyacı­ları, eserlerinde, bu kavim ve ondan kalan
    harabelerden söz et­mişlerdir. Roma tarihçilerine göre, Semûd kavminden bâzı
    kişi­ler, Roma ordusu saflarında, Nabatîler’e karşı savaşmışlardır.[2] M.Ö.
    715 yılına ait Sargon kitabesi, Semûd halkını, Âsurlular’ın egemenliği altında
    bulunan Doğu ve Orta Arabistan toplumla­rından biri olarak tanıtmaktadır.[3]

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Semûd kavminin vadilerde kayaları oy­mak suretiyle edindikleri sağlam evler ve
    köşklerde oturdukları açıklanmış; ancak yaşadıkları bölge, vâdî veya şehir ismi
    zikre-dilmemiştir. Bu konuda Fecr sûresinin dokuzuncu âyetinde şöy­le
    denilmektedir:

    “Vadide kayaları
    oyarak evler yapan Semûd kavmine? “

    İslâm tarihçileri ve
    müfessirler, âyette geçen ancak ismi zikredilmeyen vâdînin, Kuzey
    Arabistan’daki Vâdilkurâ oldu­ğunda görüş birliği etmişlerdir. Buna göre Semûd
    kavmi, Arabis­tan yarımadasının kuzey-batı kısmında yer alan Vâdilkurâ böl­gesinde
    yaşamıştır. Ahkâf bölgesinde yaşamış olan Birinci Âd kavminin helakinden sonra
    onlardan sağ kalanlar, bir süre Hadramevt civarında oturmuşlar, ardından
    Vâdilkurâ ve civarı­na giderek bölgeyi imar edip medenî bir hâle
    getirmişlerdir. Ri­vayete göre o dönemde insanların ömrü çok uzundu ve evler da­ha
    yapanların sağlıklarında eskiyip yıkılıyordu. Bu yüzden on­lar, daha sağlam
    binalar yapmak için çözüm aradılar ve netice­de, kayaları oyarak evler
    edindiler. Mühendislik alanında olduk­ça ilerlediler ve kalıntıları günümüze
    ulaşan muhteşem kaya evler inşâ ettiler. Selefleri olan Birinci Âd kavminin
    yüksek sü-tunlu binalar yapmasına karşılık Semûd toplumu, dağ ve kaya­ları oyma
    sanatını geliştirerek, Hindistan’da Ellorave Ajanta ma­ğaralarında olduğu gibi,
    dağları oymak suretiyle muhteşem bina ve köşkler yaptılar. Büyük binalarla
    süslenen şehirleri, vadilerde ve dağ zirvelerinde oyulmuş, birer sanat şaheseri
    mağaraları vardı. Semûd kavminin bu binalarının kalıntılarının önemli bir kısmı
    günümüze kadar gelmiştir. Bu kalıntılar, Semûd kavminin merkezi Hıcr şehrinin
    bakiyesi olan bir köyün civarındadır.

    Semûd kavminin
    ulaştığı lüks ve refah, Hz. Salih (a.s.)’ın nasihatleri arasında şöyle izah
    edilmiştir:

    “Siz burada güven
    içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bahçelerde, çeşme başlarında? Ekinler
    ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla evler
    yontuyor­sunuz. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.”[4]

    “Dağlarda, güven
    içinde olacak evler yontuyorlardı.![5]

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığı üzere, Vâdilkurâ, önemli bir me­deniyet merkezi idi. Dağlar içinde
    kayalardan oyulan meskenler birer sanat hârikasını andırıyordu. Nitekim taştan
    inşâ edilmiş bu taş evlerden zamanına ulaşanları gördüğünü söyleyen coğ­rafyacı
    İstahrî, izlenimlerini şöyle aktarmıştır:

    “Semûd kavminin
    bu evleri, bizim evlerimiz gibi teşkilâtı hâvi ve dağlar misâli yüksektir.
    Uzaktan bakıldığında bu meskenler, birbirine bitişik sanılır. Fakat biraz
    ortalarına varılınca, bunlardan her birinin birbirinden ayn birer kâşane olduğu
    görülür. Etrafları dolaşüabilir. Fakat yukarısına kadar çıkmakta çok güçlük
    çeki­lir.[6]

    Hicri sekizinci asırda
    Mekke’ye giderken oraya uğrayan ün­lü Seyyah İbn Battüta ise, kızıl renkli
    dağlara oyulmuş Semûd evlerini gördüğünü, onlardaki resimlerin renginin kısa
    bir süre önce boyanmışçasma parlak olduğunu ve evlerin içinde çürü­müş insan
    kemiklerinin bulunduğunu bildirmektedir.[7]

    İslâmiyet’in zuhuru
    sırasında Hicaz’dan Suriye’ye giden ti­câret kervanları, Semûd kavminin bu
    metruk yurdunun içinden geçiyorlardı. İbn İshak’m, senetsiz olarak naklettiği
    bir rivayette anlatıldığına göre, Rasülullaîı (s.a.v.), Tebük seferi yolculuğu
    es­nasında, Hıcr’da konaklamıştı. Ashab-ı kiram, oradaki kuyudan su içmek
    istediklerinde buna izin vermedi. Bu kuyunun suyun­dan abdest almalarını da
    yasakladı; hatta ondan alınmış su ile yoğrulan hamurların hayvanlara
    yedirilmesini emretti. Buradan bir şey yememelerini ve geceleyin herhangi bir
    ihtiyaçlarım gi­dermek için dışarı çıkmaları gerektiğinde, yanlarına bir
    arkadaş almadan tek başına çıkmamalarını söyledi.[8]
    Ayrıca, azaba uğra­tılmış bu günahkâr ve şerli kavmin harabelerine girmelerini
    ya­saklamış, “Onların başına gelen felâketin bir benzerinin sizin ba­şınıza
    da gelmesinden korkuyorum; onların yurduna girmeyiniz.” demişti.[9]

    Zührî’den nakledilen
    bir rivayete göre ise, Rasülullah (s.a.v.), Semûd’un merkezi Hıcr’dan geçerken,
    elbisesiyle yüzünü örtmüş ve binitini hızlandırmıştı. Semûd kavminin başına
    gelen­lerin ashabının başına gelmesinden korktuğunu söyleyerek, onlara,
    kendilerine zulmetmiş insanlardan kalan evlere girmemele­rini emretmişti.[10]

    Semûd milletinin
    başkenti, hâlen Medine-Tebük kara ve tren yolu üzerinde bir istasyon olup,
    “el-Ulâ” adını taşıyan şehre bir kaç km. uzaklıktadır. Buranın eski
    adı, “el-Hıcr” diğer bir adı da Hz. Salih (a.s.)’a nisbetle
    “Medâinü Sâlih”dir. Bol su kaynak­ları ve yeşil bahçelere sahip
    el-Ulâ’nm zıddına terkedilmiş bir yurt durumunda olan Hıcr’da Semûd kuyusu
    olarak isimlendiri­len-bir kuyu hâlâ mevcuttur.

    Semûd kavminin
    vâdilerdeki kayalıklarda oydukları taş ev­lerden bugüne ulaşanlar dahi geniş
    bir alana yayılmış bulun­maktadır. Hicaz’ın kuzeyinde, Râbiğ’den Ukbâ’ya,
    Medine ile Hayber’den Teymâ ve Tebük’e kadar uzanan geniş bölgede, bu kavme ait
    pek çok harabe mevcuttur. Mevdûdî, Semûd kavminin Hıcr adını taşıyan başkenti
    ölü şehirden kalan harabelere baka­rak, nüfusu hakkında kabaca bir tahminde
    bulunmuş, yaklaşık 500 bin civarında bir nüfusa sahip olabileceğini
    söylemiştir. Böl­geyi 1959 yılında gezdiğini söyleyen Mevdûdî, Hıcr merkez
    olmak üzere, yaklaşık 300 x 100 mil ebâdmdaki geniş bölgenin, şiddetli bir
    deprem sonucu parçalanmış tepelerden meydana gelen bir arazi görünümünde
    olduğunu belirtir.[11]  

     

    B. Semûd Kavminin Dînî Durumu

     

    Hz. Hûd (a.s.) ile
    ilgili bölümde anlatıldığı gibi, Âd kavminin helakinden sonra, sadece Hz. Hûd
    (a.s.) ve ona iman edenler kurtulmuştu. Hayatta kalan bu insanların nesilleri,
    bir süre hak din üzere devam ettiler. Ancak zamanla hak yoldan çıkarak, Al­lah’ın
    dışında kendilerine başka ilâhlar edinmeye başladılar. Nuh ve Hûd kavimlerinde
    olduğu gibi insanlar, elleriyle putlar yaparak onlara tapmaya koyuldular.
    Giderek tümüyle putperest bir toplum hâline gelen Semûd, Vedd, Cedd, Hedd,
    Semş, Menâf,

    Menât ve Lât
    isimlerini taşıyan putlara tapıyordu.[12]
    İlâhî dinler­den uzaklaşan bütün toplumlarda olduğu gibi, Semûd kavmin­de de
    ahlâk ve adalet ortadan kalkmış, yeryüzünü zulüm ve kö­tülükler kaplamıştı.
    Gelir dengesi iyice bozulmuş, zengin sınıf arasında kayalarda oyulmuş muhteşem
    köşkler yapmak, yiyecek ve içecek maddelerine aşın düşkünlük ve zorbalık çok
    yayılmıştı. [13]

     

    C. Hz. Salih (A.S.)’In Peygamber Olarak
    Görevlendirilmesi

     

    Allah Teâlâ, bu kavmi
    sapıklıklardan kurtararak hak dine davet etmek üzere, onların içinden, asil bir
    aileye mensup, sevip saydıkları ve gelecekte kendisinden güzel hizmetler
    bekledikleri Salih b. Ubeyd’i peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Salih (a.s.)
    ilk günlerden itibaren, diğer peygamberler gibi, kavmini bir olan Allah’a
    ibâdete davet etti. Allah’tan başka ibâdet edilecek bir ilâh olmadığım,
    insanlığın atası Hz. Âdem (a.s.)’ı topraktan, onun soyunu ise bir damla sudan
    yaratan Yüce Allah’ın kendilerini yeryüzünün sakinleri ve imarcıları kıldığını
    açıkladı. Dolayısıyla, O’na ortak koşmaktan vazgeçerek, tevbe edip O’na
    dönmelerini ve sâdece O’na kulluk etmelerini istedi:

    “Semûd kavmine
    kardeşleri Salih’i gönderdik. ‘Ey milletim! Allah’a kulluk edin; O’ndan başka
    tanrınız yoktur; sizi yeryüzün­de yaratıp orayı imâr etmenizi dileyen O’dur.
    Öyleyse O’ndan mağfiret dileyin, sonra da O’na tevbe edin. Doğrusu Rabbim size
    yakın ve duâlan kabul edendir.’ dedi. “[14]

    Ne var ki, içlerinden
    fakir tabakaya mensup bâzı kişiler dı­şında, Semüd halkının ekseriyeti, onun
    davetini reddetti. Se­mûd müşrikleri, diğer müşriklerin peygamberlerine karşı
    ileri sürdüğü mazeretleri bir bir gündeme getirerek, önceden çok de­ğer
    verdikleri Hz.”Salih (a.s.)’a düşman kesildiler. Semûd halkı da, önce
    kendileri gibi bir beşerin peygamberliğini kabullenmek istememişti. Onların
    önderleri, “Allah dinimizi beğenmiyorsa, bunu melekler vasıtasıyla bize
    bildirmeliydi!” diyorlardı. Kendileri gibi bir insan olduğuna göre Hz.
    Salih (a.s.)’m söyledikleriyle asla dinlerini değiştirmeyeceklerini ifâde
    ediyorlardı. Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin bu ortak tavrı şöyle açıklanmıştır:

    “Bir zaman
    onlara, önlerinden ve arkalarından, ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin!’ diyen
    peygamberler gelmişti. ‘Eğer Rabbimiz böyle bir şey dileseydi melekler
    indirirdi. Onlar ise, ‘Doğrusu sizinle gönderileni inkâr ederiz.’
    demişlerdi.”[15]

    Başlangıçta peygamber
    olarak bir meleğin gönderilmesi ge­rektiğini ileri süren Semûd müşrikleri, anlaşıldığına
    göre, bir süre sonra bu görüşlerini yumuşatmışlar, bir insanın da pey­gamber
    olabileceğini kabullenmişlerdi. Ancak inanmamak için bu defa da bahane buldular
    ve peygamber olacak şahsın eşraf­tan biri olması gerektiğini iddia ettiler. Hz.
    Salih (a.s.) gibi sıra­dan bir adama tâbi olamayacaklarını söylediler.
    Kıskançlıkları, ona iman etmelerine engel oluyordu. Onlara göre, diğer kâfirler
    ve sonradan Mekke müşriklerinde olduğu gibi, peygamber ola­bilmek için, ya
    insan üstü bir varlık yâni melek olmak, ya da zengin ve eşraftan bir insan
    olmak gerekiyordu. Dolayısıyla on­lar da, üstünlüğün Allah’ın elinde olduğunu
    ve hidâyet nurunu istediği insana verebileceğini düşünmediler. Kendilerini
    Allah’ın emirlerini dinlemeyecek olurlarsa sapıklık içinde kalıp ateşlerde
    yanmakla uyaran peygamberleri Hz. Salih (a.s.)’a misilleme ya­parak, asıl ona
    inandıkları takdirde, sapıklık ve delilik etmiş olacaklarını söylediler.
    Aralarından onun peygamber seçilmesini kıskandılar ve bunu bir türlü
    hazmedemediler. Onu yalancılık ve şımarıklıkla itham ettiler:

    “Semûd kavmi,
    uyarıcı peygamberleri yalanladı, ‘İçimizden bir insana mı uyacağız? O takdirde
    biz sapıklık ve delilik etmiş oluruz. İlâhî öğüt ve uyan içimizden bir tek ona
    mı indirildi? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın biridir.’ dediler. Yann, kimin
    pek ya­lancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir.”[16]

    Dünya zevklerine dalıp
    lüks ve İsraftan iyice şımarmış olan Semûd halkı, Hz. Salih (a.s.)’m davetinden
    yüz çevirmeye devam ediyordu. Hz. Salih (a.s.), onları selefleri olan Âd
    kavminin kor­kunç akıbetinden ibret almaya çağırdı. Bu kavmin, bütün maddî
    imkânlarına rağmen, düştükleri sapıklık yüzünden helak edildi­ğini hatırlattı
    ve kendileri de sapıklıktan vazgeçmeyip küfürle-rindeki inadı devam ettirecek
    olurlarsa, aynı şekilde azaba çarp­tırılacaklarını hatırlattı:

    “Hatırlayın,
    Allah, sizi Âd kavminin yerine getirdi ve yeryü­zünde sizi yerleştirdi. Orada,
    ovalarında köşkler yapıyor, dağla­rından evler yontuyorsunuz. Allah’ın
    nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde bozgunculuk yapıp karışıklık
    çıkarmayın.”[17]

    Önceden büyük değer
    verdikleri ve hattâ bâzı rivayetlere göre başlarına geçirmeyi bile düşündükleri
    bir şahıs olan Hz. Salih (a.s.)’m peygamberliği, kavmini onun aleyhine
    çevirmiş, bilhassa toplumun elebaşılarını onun kanlı düşmanı haline ge­tirmişti.
    Ona, önceden büyük başarılarını bekledikleri bir şahıs olduğunu; ancak
    peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkmasıyla, kendilerini mahvedecek bir inancı
    getirerek tüm hayallerini yık­tığını söylüyorlardı. Tarih tekerrür ediyor, yine
    bir kavim, kendi­lerine hem bu dünyaları hem de âhiretleri için gerçek
    mutluluğu garanti edecek reçeteyi sunan bir peygamberi bölücü olarak gö­rüyordu.
    Semûd halkı, sonradan Kureyş müşriklerinin Peygam­ber Efendimiz (s.a.v.)’e
    yaptıkları gibi, Hz. Salih (a.s.)’m ataları­nın taptığı putlara karşı çıkmasına
    tahammül edemediler. Ken­disinden çok şeyler bekledikleri o mümtaz şahsı,
    bölücü olarak suçladılar, peygamberliği ve getirmiş olduğu prensipler husu­sunda
    bir art niyet taşımasından şüphe duyduklarını ileri süre­rek, topluma bir
    kötülük yapmasından korktuklarını ve duru­munu endişeyle karşıladıklarını
    söylediler. Ataları uzun süre o putlara taptığı için körü körüne onları taklit
    ederek, Hz. Salih (a.s.)’m nasihatleri üzerinde salim bir akılla düşünmeye
    yanaş­madılar.

    “Ey Salih! Sen
    bundan önce,  aramızda kendisinden iyilik
    beklenir bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına bizi tapmaktan men mi
    ediyorsun? Doğrusu bizi çağırdığın şeyden şüphe ve endişe içindeyiz”
    dediler.[18]

    Hz. Salih (a.s.),
    bütün engellemelere rağmen, sabırla dave­tini devam ettirdi. Zamanla toplumun
    alt tabakasına mensup bâzı kişiler, inanarak onun dinine girdiler. Onların bu
    durumu, daveti engellemeye çalışan kavmin ileri gelenlerini çileden çıkarı­yordu.
    Elebaşıları, onların îmanına akıl erdiremiyor, bu zayıf mü’minleri alaya
    alarak, Hz. Salih (a.s.)’a iman etmelerine şaş­tıklarını söylüyorlardı.
    Mü’minler ise, onun peygamberliğini ve onun getirdiği emir ve yasakları tasdik
    ettiklerini açıklamaktan çekinmediler. Kabul ettikleri her şeyin müşrikler
    tarafından ala­ya alınıp inkâr edilmesine aldırmadılar:

    “Kavminden
    büyüklük taslayan ileri gelenler, içlerinde kü-çümsedikleri ve zayıf gördükleri
    iman edenlere dediler ki: ‘Sa­lih’in, Rabbi tarafından peygamber olarak
    gönderildiğini biliyor musunuz?’ Mü’minler şöyle cevap verdiler: ‘Şüphesiz biz,
    onunla gönderilene iman ediyoruz?’ O büyüklük taslayanlar ise, ‘Şüphe­siz,
    sizin inandığınızı biz inkâr ediyoruz!’ dediler.”[19]

    Hz. Salih (a.s.},
    müşrikleri Allah’tan korkmaya ve O’na i-nanmaya çağırarak davetini sürdürdü.
    Muhataplarına Allah ta­rafından O’nun emir ve yasaklarını kavmine ulaştırmak
    üzere görevlendirilmiş güvenilir bir elçi olduğunu ve yürüttüğü görev
    karşılığında kendilerinden bir ücret istemediğini söylüyor, Cenab-ı Hakk’ın
    verdiği nimetleri hatırlatarak, onları bu nimet­ler için şükretmeye
    çağırıyordu. Dinini kabule çağırdığı insan­lardan, yeryüzünde bozgunculuk
    yaparak her hususta ölçüsüz­ce davranan, tüm ahlâk sınırlarını aşıp rezil bir
    hayat süren li­derlerine itaati bırakarak, yeryüzünün ıslahı için çalışan kendi­sine
    tabî olmalarını istiyordu. Ancak onlar, diğer müşrikler gibi, hem onun, hem de
    diğer peygamberlerin peygamberliğini yalan­lamaya devam ettiler:

    “Semüd kavmi de
    peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Salih onlara, ‘Allah’a karşı gelmekten
    sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; artık
    Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden bir ücret
    istemiyorum; benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir. Burada bahçelerde,
    pınar başlarında, ekinler ve salkımları sarkmış hurmalıklar ara­sında güven
    içinde bırakılır mısınız? Dağlarda ustalıkla evler oyar mısınız? Artık
    Allah’tan sakının, bana itaat edin. Yeryüzünü ıslah etmeyip, orada bozgunculuk
    yapan ve ölçüsüzce davrananların emirlerine itaat etmeyin!’ dedi.[20]

    Davetini sabırla devam
    ettirmesi neticesinde, Hz. Salih (a.s.)’a iman edenlerin sayısı artmıştı.
    Mü’minlerin sayısının gi­derek artması, her defasında olduğu gibi küfrün
    elebaşılarını bütünüyle çileden çıkardı. Herkesin insanca yaşamasını sağla­mak,
    gerçek insanlık medeniyetini kurmak ve insanların her iki dünya saadetini
    garanti etmekten başka bir hedefi olmayan bu daveti engellemek için harekete
    geçtiler. Bu hususta aldıkları tedbirleri gün geçtikçe sertleştirdiler. Bu
    durum karşısında, Semüd toplumu, mü’minler ve kâfirler olmak üzere birbiriyle
    mücâdele eden iki gruba bölünmüş oldu. Kâfirler ve özellikle kavmin liderleri,
    Hz. Salih (a.s.) ve ashabını bölücülükle ve baş­larına uğursuzluk getirmekle
    itham ediyorlardı. Ancak Hz. Salih fa.s.), aksine başlarına gelen sıkıntıların,
    kendileri için bir imti­han sebebi olabileceğine işaret ederek, onları iyiliğe,
    Allah’a ina­nıp O’ndan af ve merhamet dilemeye çağırıyordu. Bu gerçek, Kur’ân-ı
    Kerim’de şöyle vurgulanır:

    “Andolsun ki,
    Semüd kavmine de kardeşleri Salih’i, ‘Allah’a kulluk ediniz!’ desin diye
    gönderdik. Onlar, hemen birbiriyle çeki­şen iki zümreye ayrıldılar, Salih, ‘Ey
    milletim! Niye iyilikten önce, alel-acele kötülük istiyorsunuz? Merhamet
    olunasınız diye Allah’ tan mağfiret düeseniz olmaz mı?’ dedi. Onlar, ‘Sen ve
    beraberin­dekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık!’ dediler. Salih, ‘Uğursuz­luğunuz
    Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir milletsiniz.’ dedi.”[21]

    Diğer müşrik toplumlar
    da, ilgili yerlerde işaret ettiğimiz gibi, kendilerine gönderilen peygamberi ve
    içlerinden ona ina­nanları, aynı şekilde suçlamışlardır. Atalarının dinine
    karşı çıkmaları yüzünden tanrılarını kızdırdıklarını iddia ederek, başları­na
    gelen uğursuzlukları onların tavrına bağlamışlardır, örneğin Yasin suresinde
    ismi zikredilmeksizin anlatılan kavim de, kendi­lerine gönderilen elçilere
    karşı bu şekilde davranmıştı:

    “Ey Muhammed!
    İnsanlara, o şehir halkının kıssasını misal olarak anlat: Bir zaman onlara
    elçiler gelmişti.

    Biz, onlara iki elçi
    göndermiştik de o ikisini yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklemiştik.
    Onlar, ‘Biz size elçiler olarak gönderildik.’ demişlerdi.

    Şehir halkı, ‘Siz de
    ancak bizim gibi birer insansınız. Rah­man da bir şey indirmemiştir. Sadece
    yalan söylüyorsunuz.’ de­mişlerdi.

    Elçiler, ‘Doğrusu
    Rabbimiz biliyor ki, gerçekten bizler, size gönderilmiş elçileriz. Bize düşen
    ancak apaçık tebliğdir.’ demiş­lerdi.

    Şehirliler, ‘Doğrusu
    sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz andolsun ki sizi
    taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktirl’ demişlerdi

    Elçiler,
    ‘Uğursuzluğunuz kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi?
    Hayır; siz, aşırı giden bir milletsiniz!’ demiş­lerdi. “[22]  

     

    D. Semûd Müşrikleri Mucize İstiyor

     

    Senıûd kavminin
    çoğunluğu, Salih’in (a.s.) dâvetine sırt çe­virdi. Müşrikler, onu, büyülenmiş
    ve bu yüzden aklını yitirmiş olmakla suçladılar. Aralarında bozgunculuk
    çıkardığını, toplumu böldüğünü, toplumun zararına yol açacak işler yaptığını ve
    bu yüzden başlarına huzursuzluk getirdiğini söylüyorlardı. Onun, mâruz kaldığı
    sihir yüzünden kendisini peygamber zannettiğini iddia eden küfür elebaşıları,
    sonunda ondan, hak peygamber olduğunu gösterecek bir mucize istediler. Rivayete
    göre onlar, mucize olarak, bildikleri bir kayadan çıkacak bir devenin, herke­sin
    önünde doğurmasını teklif etmişlerdi. Onların bu istekleri karşısında Salih
    (a.s.}, oturup düşünmeye başlamıştı. O Sırada kendisine gelen vahiy meleği
    Cebrail (a.s.), 2 rek’at namaz kıl­masını ve ardından müşriklerin istediği
    deveyi göndermesi için Allah’a duâ etmesini söyledi. Salih’in (a.s.) duası
    üzerine, Allah Teâlâ, bahsettikleri kayadan mucize olarak “Nâkatüllah=
    Allah’ın devesi” diye isimlendirilen dişi deveyi çıkarttı.

    Müşriklerin Hz.
    Salih’i büyülenmiş ve bu yüzden kendisini peygamber zanneden biri olarak görüp
    ondan mucize istemeleri üzerine devenin yaratılışı ve deveye karşı nasıl
    davranmaları gerektiği hususu, Kur’ân-ı Kerim’de bir kaç kez tekrarlanmıştır:

    “Sen şüphesiz
    büyülenmişin birisin; bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Eğer
    doğru sözlü isen (peygamber olduğu­nu açıkça gösteren) bir delil getir,
    dediler. “[23]

    “Semûd kavmine
    de, kardeşleri Salih’i peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: ‘Ey
    kavmim! Allah’a ibâdet edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Size
    rabbinizden delil olarak apaçık bir mucize gelmiştir. îşte şu, Allah’ın dişi
    devesi, size bir mucizedir. Bırakın onu, Allah’ın arzında otlasın; sakın ona
    bir kötülük yapmayın. Yoksa can yakıcı bir azaba uğrarsınız.”[24]

    “Ey kavmim! Eğer
    rabbimden bir belgem olur ve bana rah­met eder de ben O’na baş kaldırırsam,
    söyleyin, Allah’a karşı beni kim savunur? Bana zararımı artırmaktan başka bir
    şey ya­pamazsınız. Ey milletim! Bu, size bir âyet/delil olarak, Allah’ın
    devesidir. Bırakın onu, Allah’ın toprağında otlasın; ona fenalık etmeyin, yoksa
    siz hemen azaba uğrarsınız, dedi.”[25]

    “Doğrusu, onlan
    denemek üzere dişi deveyi gönderen biziz. Salih’e şöyle demiştik: Onları
    gözetle ve sabret; onlara, sıralarına göre suyun kendileriyle o deve aralarında
    pay edilmiş olduğunu söyle.”[26]

    “Semûd milleti,
    içlerinden en azgını ileri atılınca, azgınlığı yü­zünden peygamberleri
    yalanladı. Allah’ın peygamberi onlara, Al­lah’ın devesini göstermiş ve,
    ‘Allah’ın bu devesine ve onun su hakkına dokunmayın!’ demişti.”[27]

    “Salih, ‘İşte
    mucize bu devedir. Kuyudan su içmek hakkı be­lirli bir gün onun ve belirli bir
    gün de sizindir; sakın ona bir kötü­lük yapmayın, yoksa sizi büyük günün azabı
    yakalar!’ dedi.[28]

    Kur’ân-ı Kerim’in, Hz.
    Salih’e verilen bu mucize deve hak­kında verdiği bilgiler bundan ibarettir.
    Görüldüğü gibi orada, bu dişi devenin nereden ve nasıl çıktığı, vücut yapısı ve
    gücü hak­kında bilgi verilmemiştir. Bu hususlarda sahih hadislerde de açıklama
    yoktur. Bu yüzden, müfessirlerin, devenin doğuşu, vücut yapısı ve gücü hakkında
    anlattıklarına şüphe ile bakmak gerekir. Bu teferruat bir tarafa, Cenâb-ı
    Hakk’ın takdiriyle, Sa­lih’in {a.s.) peygamberliğini ispat sadedinde, mucizevî
    bir şekilde vasıtasız olarak bir kayadan çıkarılan bu dişi devenin, diğer pey­gamberlerin
    mucizeleri nev’inden büyük bir mucize olduğu ke­sindir.[29]

    İbn Kesir’in
    ifadesiyle, bu muhteşem mucizeyi görenlerin önemli bir kısmı hemen iman
    etmişti; ancak ekseriyet yine küfür ve sapıklıktan ayrılmadı.[30] Hz.
    Salih, kendisinden bu mucizeyi isteyen müşriklere, âyetlerde geçtiği gibi,
    deveyi hiç bir şekilde rahatsız etmemelerini, ona hiç dokunmamalarını ve
    istediği yer­de otlamasına izin vermelerini emretmişti. Ayrıca Allah’ın su içme
    sırasını, bir gün deveye, bir gün de kendilerine tahsis etti­ğini açıklayıp,
    buna kesinlikle riâyet etmelerini söylemiş; deveye karşı bir kötülük yaptıkları
    takdirde, başlarına büyük bir felâket geleceğini haber vermişti.

    Allah tarafından bir
    mucize olarak gönderilen bu dişi deve, bir süre aralarında yaşadı. Devenin su
    içme hakkına riâyet edil­di. Bir gün onlar su alıp içerler ve hayvanlarını
    sularlarken, di­ğer gün deve su içti. Deve nöbet günü su kaynağına gelip suyu­nu
    içiyor, meralarda serbest bir şekilde otluyordu. Onlar da de­venin sütünden
    yararlanıyorlardı. Rivayetlere göre, deve onların tamamını kandıracak ölçüde
    bol süt veriyordu. Bu-haliyle, bir taraftan bütün halkın su nöbetine eşit bir
    süre su kaynağını işgal ederek onlar için bir imtihan vesilesi oluyor, diğer
    taraftan verdiği sütüyle onlara büyük bir imkân sağlıyordu. Ne var ki, aradan
    geçen zaman içinde, bâzı bozguncular, bundan rahatsız oldular, Allah tarafından
    konulmuş bu sınırlama ve nöbet işini onurlarına yediremedüer. Semûd eşrafı,
    devenin kuyunun suyu­nu tamamen bitirmesi yüzünden hayvanlarının susuz
    kaldığını söylemeye başlamışlardı. Halbuki, bir devenin bir defada bir ku­yu
    dolusu suyu içip bitirmesi ve sütünün herkese yetecek dere­cede bol olması,
    ibret alabilenler için en kesin bir delilden başka bir şey değildi. Müşrik
    liderler, Salih’i (a.s.) alaya almak ve onu aciz düşürmek maksadıyla, ayrıca
    kendilerini tehdit etmekte olduğu azabı bir an önce getirmesini de söyleyerek
    ona meydan okuyorlardı. Diğer taraftan pek çok insanın inanmasına vesile olan
    mucize deveyi öldürmek için plânlar hazırladılar. Neticede, şehirdeki dokuz
    çetenin başı olan ve Uhaymiru Semûd/ Semûd’ un kızılı denilen Kudar b. Sâlif
    isimli eşkiyayı bununla görevlen­dirdiler. O da, gidip deveyi öldürdü:

    “Derken bir
    arkadaşlarını çağırdılar, o da kılıcım alarak de­veyi kesti. “[31]

    Deveyi içlerinden en
    azgınları olan tek bir kişi öldürdüğü halde, kâfirlerin tamamı onu bu konuda
    desteklediği için, onla­rın tamamı suç ortağı sayılmıştır. Toplumun genel
    isteği neticesinde herkes adına işlenen bir suç olması dolayısıyla, toplumsal
    bir suç söz konusudur. Zîrâ onu işleyen, ancak bir maşadan ibarettir. Nitekim
    Allah Teâlâ, kavmin en azgını tarafından işle­nen bu suçu, ortak bir suç
    şeklinde, bütün kâfirlere nispet et­miştir:

    “Onu yalanladılar
    ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine rableri, suçlarından dolayı onların
    üzerine katmerli azap indirdi ve onlan yerle bir etti. Bu işin sonundan O’nun
    korkusu yoktur.”[32]

    Yapılan ihtar ve
    uyarılara rağmen deveyi kesmeleri üzerine ilâhî cezayı hakettiler ve Salih
    (a.s.) gönderilen vahye dayanarak onlara üç gün sonra ilâhî azaba
    uğrayacaklarını bildirdi:[33]

    “Buna rağmen onu
    kesip devirdiler. O zaman Salih, ‘Yurdu­nuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak
    bir sözdür.’ de­di.”[34] 

     

    E. Hz. Salih (A.S.)’I Öldürme Plânı –
    Semûd Kavminin Helaki

     

    Rivayet edildiğine
    göre, Salih (a.s.), onlara, “Yann yüzleriniz sararacak, yarından sonra
    kızaracak, üçüncü gün ise kararacak, dördüncü günün sabahı da, başınıza azap
    gelecek!” demişti. Söy­ledikleri aynen ortaya çıkmaya başlayınca,
    elebaşıları, onu öl­dürmek için bir plân hazırladılar. Rasül-i Ekrem’i (s.a.v.)
    Öldür­mek için tuzak kuran Ebu Cehil ve yandaşları gibi, onlar da, Hz. Salih
    (a.s.)’İn yakınlarının kendilerinden intikam almaya kalkı­şacağını biliyorlardı.
    Bunun için, gizlice öldürüp, onu kimin öl­dürdüğünü bilmediklerini söyleyerek
    faili meçhul bir cinayet olarak kalmasını sağlayacaklardı. Ancak Yüce Allah,
    onların tuzaklarını da aleyhlerine çevirdi, Peygamberimiz’i kurtardığı gibi,
    Salih (a.s.)’i de onlardan kurtardı:

    “O şehirde, dokuz
    kişilik bir çete vardı ki, yeryüzünde boz­gunculuk yapar, iyiliğe
    yanaşmazlardı, ‘Biz geceleyin Salih ve ailesine baskın yapalım, sonra da onun
    akrabalarına, onun ve ailesinin ortadan kaldırılışında bulunmadık, şüphesiz biz
    doğru söylüyoruz, diyelim’ diye aralarında Allah adına yeminleştiler. Onlar bir
    düzen kurdular. Biz fark ettirmeden düzenlerini boz­duk. “[35]

    Allah Teâlâ, müşrik
    elebaşıların hazırladıkları suikast plâ­nını Salih’e (a.s.) haber verdi ve ona
    mü’minlerle birlikte şehir­den ayrılmasını emretti. Onların ayrılmasından
    sonra, Semûd kavmini ilâhî azaba çarptıracağını ve nezdinden bir rahmet ola­rak
    mü’minleri kurtaracağını bildirdi. Hz. Salih, daha sonra veri­len emir
    doğrultusunda ashâbıyla birlikte şehirden ayrıldı. Şe­hirden ayrılışı sırasında
    inkarcıların başlarına gelecek bu felâket ve düştükleri bu kötü durum sebebiyle
    duyduğu üzüntüyü ve o andaki duygularını açıklarken, onlara Allah’ın emirlerini
    tebliğ ettiğini, başlarına gelecek bu azaptan sakındırdığını, elinden geldiği
    kadar nasihatte bulunduğunu; ancak karşılığında kin ve düşmanlıktan başka bir
    şey görmediğini söylüyordu. Onun bu duyguları, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade
    edilmiştir:

    “Salih onlardan
    öte döndü de, ‘Ey kavmim! Ben rabbimin vahyini size tebliğ ettim ve sîze
    nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz.’ dedi”.[36]

    Onların ayrılmasından
    kısa süre sonra, rivayete göre deveyi öldürmelerinden sonraki dördüncü günün
    sabahı, o bölgeye a-zâp geldi. Bütün müşrikler, gözleri baka baka, titreye
    titreye bir anda helak oldular. Onları şiddetli bir deprem yakalamış, evle­rinde
    hareketsiz ölüler haline getirivermiştî:

    “Derken dişi
    deveyi boğazladılar ve rablerinin emrine isyan ettiler. Ve şöyle dediler: ‘Ey
    Salih! Eğer gerçekten peygamberler­den isen, bizi tehdit etmekte olduğun azabı
    bizlere getir!’ Bunun üzerine onları şiddetli bir deprem (er-recfe)
    yakalayıverdi de evle­rinde diz üstü kapanıp kaldılar.”[37]

    Semûd kavmine
    gönderilen bu azap, Kur’ân-ı Kerim’de, “sayha/ şiddetli bir ses”,
    “tâğiy e/şiddetli bir kasırga veya şim­şek”, ve
    “saika/yıldırım”  tabirleriyle
    de ifâde edilmiştir:

    “Haksızlık
    yapanları şiddetli bir çığlık/sayha tuttu, oldukları yerde diz üstü
    çöküverdüer.”[38]

    “Benîm azabım ve
    uyarmam nasılmış? Nitekim üzerlerine şiddetli bir çığlık/sayha gönderdik de
    ağdaların ağıllarını çevirdi­ği kurumuş ot ve çalı gibi kırılıp döküldüler.
    [39]

    “Sabaha karşı
    korkunç bir çığlık/sayha onları yakalayıver­di. Yaptıkları kendilerine bir
    fayda sağlamadı. “[40]

    “Semûd ve Ad
    kavimleri, dehşetlerle dolu o korkunç Kıyamet gününü yalanladılar. Bu yüzden
    Semûd kavmi, azgın bir kasır-ga/tâğiye île yok edildi.”[41]

    “Ey Muhammed!
    Yine de yüz çevirirlerse onlara de ki: îşte sizi, Ad ve Semûd’un başına gelen
    yıldırıma (saika) benzer bir azap ile uyardım.”[42]

    “Semûd kavmine de
    doğru yolu göstermiştik, ama onlar kör­lüğü, doğru yola tercih ettiler.
    Kazandıklarının karşılığı olarak on-lan alçaltım azabın yıldırımı/saika
    çarpıverdi.”[43]

    Onların çarptırıldığı
    azap, bir yerde de, “azâb” kelimesiyle ifâde edilmiştir:

    “Onlar ise deveyi
    kestiler; ama çok geçmeden pişman da ol­dular. Çünkü bu yüzden onları kıskıvrak
    azap yakaladı. Doğrusu bunda bir ders vardır, fakat çoğu inanmamıştır.”[44]

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığına göre, Semûd kavmi, korkunç bir gök gürültüsüyle birlikte gelen ve
    yeryüzünde şiddetli bir deprem meydana getiren şimşekler ve yıldırımlarla helak
    edil­miştir. Salih (a.s.) ve ona iman edenlerin Hıcr’dan ayrılmasının hemen
    ardından meydana gelen bu korkunç felâketle, Semûd kavmi kâfirlerinin tamamı
    ölmüş, onlardan kurtulan olmamıştır. Yurtları ıssız ve harap bir vaziyete
    dönüşmüş, önceden insanla­rın yaşamadığı bir hâle gelmiştir.

    “Sanki orada hiç
    yaşamamışlardı. Bilin ki, Semüd milleti rabbini inkâr etmişti. Bilin ki, Semûd
    milleti Allah’ın rahmetinden uzaklaştı. “[45]   

     

    F. İnananların Kurtuluşu

     

    Semûd kavminden
    müşriklerin toptan ölmeleri ve yurtları­nın ıssız kalmasına karşılık, Allah’ın
    emriyle oradan ayrılan Hz. Salih (a.s.) ve ashabının kurtuluşu âyetlerde şöyle
    izah edilmek­tedir:

    “Buyruğumuz
    gelince, Salih’i ve beraberindeki inananları katımızdan bir rahmet olarak o
    günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür.”[46]

    “Hilelerinin
    sonunun nasıl olduğuna bir bak! Biz onlan ve milletlerini, hepsini, yerle bir
    ettik. İşte, haksızlıkları yüzünden harap olmuş, bomboş evleri’. Bunda, bilen
    bir millet için şüphesiz, büyük bir ders vardır, inanıp Allah’a karşı gelmekten
    sakınanları ise kurtardık.”[47]

    “İnananları ve
    Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtardık.”[48]

    Vehb b. Münebbih ve
    İbn İshak’ın beyanlarına göre, Hz. Salih (a.s.) ile birlikte kurtulan
    mü’minler, dört bin kişi civarın­da idi. Hz. Salih (a.s.), bu azabın vukuundan
    önce, ümmetiyle beraber, Semûd kavminin yurdundan çıkarak, Şam taraflarına
    gitmiş, Filistin’de Remle kasabasında ikâmet etmiştir.[49] Mek­ke’ye
    gittiği veya Yemen bölgesinde Hadramevt’e gidip orada ve­fat ettiği de rivayet
    edilmektedir. Yine Sînâ yarımadası halkı ara­sında dolaşan rivayetlere göre,
    azaptan kurtulan Hz. Salih (a.s.) ve mü’minler, bu yarımadaya gelmişlerdir.
    Orada, Musa dağının yanında Hz. Salih (a.s.)’m sığındığı dağ olarak bilinen ve
    onun adıyla isimlendirilen bir dağ bulunmaktadır. Bu bölgede yer alan bâzı
    merkezlerde, ona ait olduğu söylenen birkaç tane kabir var­dır. Meşhur
    seyyahlardan İbn Cübeyr ve İbn Battûta, uzun süre Haçlıların elinde kalan Akka
    şehrinden bahsederlerken, bu şeh­rin merkez câmiinin mihrabının yanında Hz.
    Salih (a.s.)’m kab­rinin bulunduğunu söylemişlerdir.[50]
    Yakut İse, Kinnesrin dağın­da Hz. Salih (a.s.)’a ait olduğu söylenen bir kabrin
    bulunduğunu belirttikten sonra, işin doğrusunun onun kabrinin Yemen’de olduğunu
    söylemiş ve Mekke’de olduğu şeklindeki rivayetlere de işaret etmiştir.[51] îbn
    Kuteybe, Hz. Salih (a.s.)’m ashâbıyla birlik­te 20 yıl daha yaşadıktan sonra
    158 yaşında öldüğünü kaydet­mektedir. Âd kavminin peygamberi Hz. Hûd (a.s.) ile
    Hz. Salih (a.s.) arasında bir asırlık bir süre olduğu zikredilmiştir.[52]  

     

    G. Salih (A.S.) Kıssasından Bâzı Mesajlar

     

    1. Bu Kıssa Sağlıklı Düşünenler İçin
    Çarpıcı Bir İbret Tablosudur

     

    Nemi süresinin 52.
    âyetinde, “Salih (a.s.) kıssasının düşü­nenler için ibret olduğu”
    belirtilmiştir. Buradan, inkâr eden bir kavmin helakinin sebebini, ancak iyi
    bir şekilde düşünenlerin fark edebileceği anlaşılmaktadır. Yâni câhiller, bir
    devenin öldü­rülmesiyle Semüd kavminin helaki arasındaki alâkayı kabul et­mezler.
    Böylesi umûmî felâketleri, sâdece doğal sebeplere bağla­yarak, bu tür olaylar
    ile, insanların ahlâki durumları ve işledik­leri kötülükler arasında bir
    alâkanın olamayacağını iddia eder­ler. Bu toplumsal felâketlerin, zorbalık,
    zulüm, ve ahlâksızlığın yayılmasıyla ilgisinin bulunduğunu kesinlikle
    reddederler.

    Bu hâdiselerden ders
    çıkaran ilim ve hikmet sahipleri ise, kâinatın Allah tarafından yaratıldığı ve
    yine O’nun tarafından idare edildiği İnancından hareketle, bu tür maddî
    olayların da O’nun irâdesine tâbi olduğunu kabul ederler. Eski toplumlardan pek
    çoğunun, inkârları ve işledikler kötülükleri yüzünden ilâhî azaba çarptırıldığı
    gerçeğini kabullenerek, bu cezayı, bir ihtar olarak değerlendirirler ve ondan
    gerekli dersi çıkarırlar. [53]

     

    2. Mucize İsteyip Sonra da İnkâr
    Edenlerin Sonu Helak Olmuştur

     

    Önceki toplumların
    toplu helakine yol açan sebeplerden bi­ri de, peygamberlerinden ısrarla mucize
    istemeleri, mucize gös­terdiğinde ise, iman etmek yerine inat ve küfürlerini devam
    et­tirmeleri olmuştur. Semûd kavmi hakkında inmiş olan bir âyette bu gerçeğe
    şöyle işaret edilmiştir:

    “Bizi mucize
    göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin mu­cizeleri yalanlamış olmalarıdır.
    Semûd kavmine gözle görülebilen bir mucize, bir dişi deve vermiştik de ona
    zulmetmişlerdi. Yaptıklannın cezasını da gördüler. Oysa biz mucizelerimizi,
    ancak in­sanları sakındırmak için göndeririz. “[54]

    Mevdûdî, bu âyetin
    tefsirinde, bu âyetin Peygamberimiz (s.a.v)’den mucizeler isteyen Mekke
    müşriklerine yönelik mesajı­nı şöyle özetlemektedir:

    “Size doğru yolu
    göstermek için mucizeler göndermemesi, Al­lah’ın rahmetindendir. Oysa siz,
    böyle mucizelerin gönderilemeye-ceğini sanıyorsunuz. Bilmelisiniz ki, size bir
    mucize gönderilmiyor, çünkü bu mucizenin reddedilmesi, kaçınılmaz olarak azaba
    neden olur ve bu yüzden hepiniz helak edilirsiniz. Semûd kavmi gibi a-paçık
    mucizeleri reddeden kavimlerin tamamen helak edildiğini tarihten
    öğrenebilirsiniz.”[55]

    Buradan anlaşıldığı
    gibi mucizeler, peygamberlerin Al­lah’tan yardım gördüklerinin anlaşılması için
    bir delil ve yine inkâr edenlerin karşılaşacakları azabın farkına varmaları
    için bir uyarıdır. Pek çok kavim, mucizeleri yalanlamaları yüzünden top­lu
    helake mâruz kalmışlardır. Allah’ın varlığına delâlet eden â-yetler, üç kısma
    ayrılır: Bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde, Allah’ın bir âyeti vardır ki, bu
    âyet Allah’ın varlığına delâlet eder. Bu âyetlerden bir kısmı ise olağan
    üstüdür. Bunlar mucizeler ve kerametlerdir. Mucizeler arasında, müşrikler
    tarafından inadına istenen ve ısrar edilen bir kısmı vardır ki, bunlara
    “âyât-ı muktaraha” denilir. Bunlar gösterildiği zaman, peygamberlere
    i-nanmayanlar Semüd kavmi gibi köklerini kesecek bir azap ile yok
    edilmişlerdir.[56] Kureyş müşriklerinin
    Rasül-i Ekrem (s.a.v.)’ den inadına olarak istedikleri mucize de “âyât-ı
    muktaraha” cin-sindendir.

    İbn Abbas’tan bu
    hususta nakledilen bir rivayet şöyledir: Mekke müşrikleri, Rasülullah
    (s.a.v.)’e gelerek, peygamber oldu­ğunu ispat için, Safa tepesini altına
    çevirmesini, Mekke dağlarını ortadan kaldırıp, yerlerini düz ve ekilebilir bir
    arazi haline getir­mesini istemişlerdi. Bunun üzerine Allah tarafından,
    Rasülullah (s.a.v.J’e istediği takdirde bunların yapılacağı; ancak buna rağmen
    iman etmeyecek olurlarsa, Mekke müşriklerinin önceki ka­vimler gibi helak
    edilecekleri bildirildi. Rasülullah (s.a.v.) ise, onların helakini istemediğini
    bildirdi ve bu hâdise dolayısıyla bu âyet nazil oldu.[57]

    Aynı sûrenin 90^93.
    âyetlerinde, Mekke müşriklerinin iste­dikleri bu mucizeler hakkında şöyle
    denilmektedir:

    “Kâfirler şöyle
    dediler: ‘Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman
    etmeyeceğiz. Veya içinde hurma ve üzüm bulunan bir bahçen olsun, ortasından
    şarıl şarıl ırmaklar akıt. Yahut sandığın gibi göğü başımıza parça parça düşür,
    ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getir. Yahut altından bir evin olmalı ya
    da göğe çıkmalısın. Allah’tan peygamber oldu­ğunu yazan, okuyabildiğimiz bir
    kitap indirmediğin takdirde, göğe çıktığına da inanmayız.’ Ey Muhammedi Sen
    onlara şöyle de: Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir
    insandan başka bir şey değilim.” [58]

     

    3. Mü’minler İsraftan Kaçınmak
    Zorundadırlar

     

    İslâm Medeniyetinin
    temel prensiplerinden biri, israf ve cimrilikten kaçınmak suretiyle dengeli bir
    hayat sürmektir. Nite­kim Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) da, kavimlerini
    israf ve taş­kınlıktan kaçınmaya çağırmışlardır. Hz. Hûd (a.s.), ihtiyaçlarını
    karşılayacak standartlarda evler yapmak yerine bütün ihtimam­larını dünya
    zevklerine yönelterek, gururlanıp çalım satmak için muhteşem binalar yapmakla
    israfa giden kavmini şöyle uyarmış­tı:

    “Siz, her tepeye
    bir köşk yapıp zevklenir misiniz. Dünyada ebedî kalacakmışsınız gibi bir takım
    saraylar ve havuzlar edini­yorsunuz. “[59]

    Hz. Salih (a.s.) da,
    Allah’ın kendilerine bahşettiği nimetleri şımarıklıkla saçıp savuran ve dünya
    zevklerinden başka bir şey düşünmeyen kavmini şöyle uyarmıştı:

    “Siz burada güven
    içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? Bahçelerde, çeşme başlarında? Ekinler
    ve yumuşak tomurcuklu güzel hurmalıklar arasında? Dağlardan ustalıkla evler
    yontuyor­sunuz. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.”[60]

    Zamanımızda da,
    milyonlarca insan açlık sıkıntısı çeker­ken, toplumların zenginleri, büyük
    paralar harcayarak köşkler, villalar ve çeşitli eğlence tesisleri
    yaptırmaktadırlar. İnsanların önemli bir kısmı başını sokacak mütevâzi evler
    dahi bulamaz­ken, onlar, sermâyelerinin büyük bölümünü, diğer insanların
    menfaatine olacak şekilde kullanmak ve ülke kalkınmasına kat­kı sağlayacak
    tesisler yaptırmak yerine, sırf lükslerini daha da artırmak için
    harcamaktadırlar. Maalesef, Müslümanlar arasın­da da durum böyledir. Halbuki
    İslâm, sosyal dayanışmayı esas alan âdil bir cemiyet anlayışını telkin
    etmektedir. İsrafı önleye­rek, toplumda yardımlaşma anlayışını hâkim kılmayı ve
    muh­taçları gözetmeyi öngörmektedir. Zenginin malı her ne kadar özel mülküyse
    de, onun malının faydasının bütün insanlara şâmil kılınmasını hedeflemektedir.[61]
    Allah Teâlâ’nın, mü’minlere bu konudaki emir ve tavsiyesi şöyledir:

    “Akrabaya,
    düşkünlere, yolcuya hakkını ver; elindekileri o-lur-olmaz yere saçıp savurma.
    Mallarını saçıp savuranlar, şüphe­siz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan
    ise Rabbinin nimetle­rine karşı çok nankördür. Ve eğer Rabbinden yardımda
    bulunma imkânını dilediğin halde, durumun müsait olmadığı için yardım edemiyor,
    İhtiyaç sahiplerinden yüz çevirme zorunda kalıyorsan, onlara tatlı ve yumuşak
    söz söyle. Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz
    olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın. Doğrusu, senin Rabbin, dilediği
    kimsenin rızkını genişletir, dilediğinin Rızkım ise kısar. O kullarım gören ve
    haber­dâr olandır. “[62] 

     

     



    [1] Hz. Salih (a.s.)’ın İsmi Kur’ân-ı Kerim’de dokuz
    âyette geçmektedir: A’râf sûresi, 7/73, 75, 77; Hûd sûresi, 11/61, 62, 66, 89;
    Şuarâ sûresi, 26/142.

    [2] Mevdûdî, Tefhim, II, 55.

    [3] M.Esed, Kur’ân Mesajı, 285.

    [4] Şuara süresi, 26/146-150.

    [5] Hicr sûresi, 15/82.

    [6] Yakut, Mu’cemü’l-huldân, II,  221.

    [7] Rihle, I, 130.

    [8] ibn Hişam, II, 521. Hamuru attırdığı da bildirilmiştir
    ( Tecrid-İ Sarih Terceme ve Şerhi, IX, 135).

    [9] Bu konudaki hadisler için bkz. ibn Kesir,
    es-Sîretü’n-nebeviyye, IV, 18-21.

    [10] Aynı eser, II, 522.

    [11] Tefhim, IV, 55; Hz, Peygamberin Hayatı, I, 437.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 176-179.

    [12] Tabbâra, 104.

    [13] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 179-180.

    [14] Hüd süresi, 11/61.

    [15] Fussilet sûresi, 41/14.

    [16] Kamer sûresi, 54/23-26.

    [17] A’râf sûresi, 7/74.

    [18] Hüd sûresi, 11/62.

    [19] Araf suresi, 7/75-76

    [20] Şuarâ sûresi 26/141-152.

    [21] Nemi sûresi, 27/45-47.

    [22] Yâsîn sûresi, 36/  
    13-19-  Musa’ya (a.s.) aynı
    ithamda bulunulmuştu:   “Onlara
    iyilik ve bolluk geldiği zaman, ‘Bu bize aittir.’ derler. Bir kötülüğe
    uğradıkları za­man da, bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluklarına
    yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah kaündandır. Fakat
    çoğu bunu bilmezler.” (A’raf sûresi, 7/131}.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 180-185.

    [23] Şuarâ sûresi, 26/153-154.

    [24] A’râf sûresi, 7/73.

    [25] Hûd sûresi, 11/63-64.

    [26] Kamer sûresi, 54/27-28.

    [27] Kamer sûresi, 54/27-28.

    [28] Şuarâ sûresi, 26/155-156.

    [29] ibn İshak ve diğer siyer alimlerinin izahına göre,
    Salih Peygamber’e mucize ola­rak bir devenin gönderilmesi, Semûd kavmi için en
    kıymetli malın deve olmasına bağlıdır {Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 138).

    [30] ibn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, I, 144

    [31] Kamer sûresi, 54/29. Sevgili Peygamberimiz, bir
    hadislerinde, bu deveyi öldüren şahıstan bahsetmiş, onu Ebu Zem’a ismindeki
    müşrik gibi kavmi arasında izzet ve şevket sahibi birinin öldürdüğünü, devenin
    ise onun çağrısına munis bir şe­kilde itaat ettiğini  söylemiştir (Tecrid-i Sarih Tercemesİ, IX,
    139).

    [32] Şems sûresi, 91/14-15.

    [33] Zâriyât sûresinin 43. âyetinde “Semûd mîlletinin
    başına gelende de ibret vardır. Onlara, “Bir süreye kadar zevklenin”
    denmişti.” buyurulmaktadır. Bu âyette veri­len süre hakkında iki görüş
    vardır. Birinci görüşe göre, bu süre, Hûd sûresinin 65. âyetinde geçen devenin
    kesilmesinden sonra verilen son 3 günlük süredir. Katâde bu görüştedir. İkinci
    görüş ise, Hasen-i Basrî’nin görüşüdür ve bu süre Önceden verilmiş bir süredir.
    Bu görüşe göre, Semûd kavmine, tevbe ve iman yo­lunu seçmedikleri takdirde,
    dünyada belli bir süre yiyip içseler, rahat bir hayat sürseler de, sonunda
    felâkete uğrayacakları bildirilmiştir. Dolayısıyla, bu âyette kastedilen süre
    son üç günlük süre değildir. Bİr sonraki âyette, Cenab-ı Hakk’ın emirlerinden
    yüz çevirdiklerinin bildirilmesi de, bu mühletin, yüz çevirmelerinden önce
    verilen bir mühlet olduğunu gösterir:

    “Onlar Rablerinin buyruğundan çıkmışlardı; bunun üzerine
    kendilerini gözleri göre göre yıldırım çarptı. Ayağa kalkacak güçlen kalmadı,
    yardım, da görmediler.” (Zâriyat, 51/44-45). Elmalılı (VII.262J, Mevdûdî
    (V, 515) ve Sâbûnî (Safve, VI, 189) ikinci görüşü benimsemişlerdir.

    [34] Hûd sûresi, 11/65.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 185-189.

    [35] Neml sûresi, 27/48-50.

    [36] A’râf sûresi, 7/79.

    [37] A’râf sûresi, 7/77-78.

    [38] Hûd sûresi, 11/67.

    [39] Kamer sûresi, 54/30-31.

    [40] Hıcr sûresi. 15/83-84.

    [41] Hakka sûresi, 69/4-5.

    [42] Fussilet sûresi, 41/13.

    [43] Fussilet sûresi,  
    41/17.

    [44] Şuarâ sûresi, 26/157-158.

    [45] Hüd sûresi, 11/68.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 189-192.

    [46] Hûd sûresi, lî/66.

    [47] Nemi sûresi, 27/51-53 .

    [48] Fussilet sûresi, 41/18.

    [49] Salebi, 71.

    [50] ibn Cûbeyr, Rıhle, I, 212; İbn Battûta, Rıhle, I, 81.

    [51] Mu’cemü’l-buldân, IV, 403.

    [52] Tecrid-i Sarih Tercemesi, İX, 138 vd.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 192-193.

    [53] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 194.

    [54] Isrâ süresi, 17/59.

    [55] Mevdüdi, Tefhim, III, 120.

    [56] Elmahlı, V, 308.

    [57] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 258.

    [58] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 194-196.

    [59] Şuarâ sûresi, 26/128-128.

    [60] Şuara suresi, 26/146-150.

    [61] Tabbara, 114

    [62] Isra suresi, 17/26-30.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 196-197.

  • HZ. NUH (A.S.) HAYATI

                              

    DÖRDÜNCÜ
    BOLÜM
    1

    HZ.
    NUH (A.S.)
    1

    A.
    Soykütüğü Ve Zamanı
    1

    B.
    Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu
    . 2

    C.
    Peygamber Olarak Görevlendirilmesi
    3

    D.
    Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)’In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar
    . 4

    E.
    Ata Dînî Bahanesi
    5

    F.
    Tehditlerin Artması
    9

    G.
    Hz. Nuh (A.S.)’In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi Ve Onlara Bedduası
    10

    H.
    Kurtuluş Gemisi Ve Tufan
    . 11

    I.
    Hz. Nuh (A.S.)’In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında
    . 14

    İ.
    Tufanın Sona Ermesi
    15

    K.
    Tufanın Kapladığı Alan
    . 17

    L.
    Hz. Nuh (A.S.)’In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı
    19

    M.
    Hz. Nuh (A.S.)’In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler
    . 20

     

     

     

     

    DÖRDÜNCÜ BOLÜM

     

    HZ. NUH (A.S.)

     

    A. Soykütüğü Ve Zamanı

     

    Meşhur rivayete göre,
    Nuh (a.s.)’un soy kütüğü şöyledir: Nuh b. Lâmek b. Mettûşelâh b. Ahnuh (İdris
    a.s.). Nuh (a.s.), yaygın bir rivayete göre, Hz. Âdem’den yaklaşık bin sene
    sonra I-rak’ta yaşamıştır. Ebu Ümâme’den nakledilen bir hadiste de, Â-dem ile
    Nuh arasındaki sürenin on asır olduğu bildirilmektedir.[1] İnsan
    neslinin devamı açısından önemli bir dönüm noktası teşkil eden Nuh Tufanı
    dolayısıyla insanlığın “ikinci atası” konu­munda olan Hz. Nuh,
    Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz..Peygamber’in ha­dislerinde diğer peygamberlere kıyasla
    daha geniş tanıtılan ve “ülül-azm” olarak isimlendirilen 5 büyük
    peygamberden biridir. Kur’ân-ı Kerim’de, 28 sûrede hakkında bilgi verilmiş ve 43
    yerde ismen zikredilmiştir.[2] 28
    âyetten müteşekkil 71. sure onun adını taşır ve baştan sona onun tevhid
    mücâdelesinden bahseder. Bu şekilde tamamı bir peygamberin mücadelesini konu
    alan başka bir sûre daha yoktur.

    Ancak Kur’ân-ı Kerim,
    Nuh’un (a.s.) hayatının sâdece pey­gamber olarak görevlendirildikten sonraki
    safhasından bahset­miş; doğumu, yetişmesi ve peygamberlik görevine getirilişi
    hak­kında bilgi vermemiştir. Dolayısıyla Kur’ân’da onun hakkındaki bilgiler,
    tebliğ mücadelesi, kavminin kendisine aşırı düşmanlığı, bu yüzden Tufan ile
    cezalandırılmaları, o ve ona iman edenlerin ise kurtulması konularıyla
    sınırlıdır. Ondan bahseden âyetlerin çoğunda, yalnızca kavminin onu yalanlaması
    ve maruz kaldıkla­rı ilâhî azaba işaret edilirken, 14 yerde daha geniş bilgi
    verilmiş­tir. [3] 

     

    B. Peygamberliğinden Önce Kavminin Dînî Durumu

     

    İdris’ten (a.s.)
    sonraki asırlarda, Allah’a ibâdeti terk eden insanlar, kendi uydurdukları sahte
    ilâhlara, yâni putlara tapma­ya başlamışlardı. Giderek putperestlik yayılmış,
    doğru yoldan uzaklaşan insanlar her türlü kötülüklere dalmışlardı.

    Allah Teâlâ, Nuh
    kavminin putlara taptığını şöyle haber vermektedir:

    “Dediler ki:
    Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nesr’den
    vazgeçmeyin!”[4]

    Bâzı rivayetlere göre,
    insanlık, Hz. Adem ile Hz. Nuh ara­sında geçen yaklaşık on asırlık dönemin son
    zamanlarına kadar, hak din üzere kalmıştır.[5]
    Beşeriyete arız olan ilk itikadı sapma, Nuh’un (a.s.) mensup olduğu kavim
    arasında görülmüştür. Bu ilk şirk, doğrudan Allah’ın varlığını inkâr olarak
    değil; ancak uydurdukları putları O’na ortak koşma, putları Allah ile kendile­ri
    arasında aracı kabul etme şeklinde ortaya çıkmıştır.

    Mealini verdiğimiz
    âyetten anlaşıldığı gibi, Nuh kavmi, isimleri zikredilen putlara tapıyordu.
    Ancak onların arasında putperestliğin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı hususu
    bilinme­mekte, bu konuda farklı rivayetler bulunmaktadır. Buhârî’nin İbn
    Abbas’a dayandırdığı bir rivayete göre, âyette isimleri geçen putlar, halk
    içinde iyilikleriyle temayüz etmiş bâzı sâlih insan­lardı. Onların vefatından
    bir süre sonra toplumun ileri gelenleri, şeytanın teşvikiyle bu şahısların
    hatıralarını unutmamak, isim­lerini ve iyiliklerini ebedîleştirerek herkesin
    örnek almasını sağ­lamak düşüncesiyle onların heykellerini dikmişlerdi. Ne var
    ki, zamanla bu şahıslar hakkındaki bilgiler unutuldu ve yeni nesil­ler onları
    kendileriyle Allah arasında vâsıta kabul ederek onlara tapmaya başladılar.[6]

    Bu konuda aktarılan
    bir diğer rivayete göre ise, Hz. İdris’ten sonraki dönemde hak din üzere
    yaşayan insanlar ara­sında, ilk olarak, temeli gözle görülmeyen ruhanî
    varlıklara ibâ­det olan bir düşünce ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, kâinatın
    yaratıcı­sı bir Allah’ın mevcudiyetini kabul eden bu mezhebin mensupla­rı,
    doğrudan Allah’a ulaşmaktan aciz olduklarını farz ederek, O’na ancak kendisine
    yakın olan ruhanî varlıklar, yani melekler vasıtasıyla ulaşabileceklerini
    düşünmüşlerdir. Melekleri gözleriy­le göremedikleri için, bu defa onlara yedi
    gezegenle yaklaşabile­ceklerine inanmışlar, yedi gezegenin bu âlemin
    idarecileri oldu­ğunu ileri sürmüşlerdir. Bu gezegenlerin gündüzleri gözden kay­bolması
    sebebiyle de, onlara ulaşmak için yeryüzünde kendi elleriyle yaptıkları putları
    aracı edinmişlerdir. Dolayısıyla, put­larla gezegenlere, gezegenlerle ruhanî
    varlıklara (meleklere), ru­haniler vasıtasıyla da Allah’a ulaşacaklarına
    inanmışlardır. Asır­lar sonra Câhiliye Araplarmda görüleceği gibi, onlar da
    putlarını, kendilerini tek olan Allah’a yaklaştıran ilâhlar olarak kabul et­mişlerdir.[7]

     

    C. Peygamber Olarak Görevlendirilmesi

     

    Cenab-ı Hak, putperest
    bir toplum içinde doğup büyüyen Nuh’u (a.s.) kendisine elçi seçerek onu
    kavminin peygamberi olarak görevlendirdi. Rivayete göre ona peygamberlik
    görevi, 40 yaşından sonra verilmişti. Böylece, nebî-rasül ayırımı dikkate
    alındığında, rasüllerin ilki sayılan Hz. Nuh,[8]
    Kur’an-ı Kerim’de bildirildiği gibi, 950 yıl; hatta daha fazla devam
    ettireceği,[9] uzun süreli tebliğ
    mücâdelesine başlamış oluyordu. Bunun üzerine onun ilk işi, kavmini tapmakta
    oldukları putları bırakıp yalnızca Allah’a kulluğa davet etmek oldu. Allah
    tarafından kurtuluş yo­lunu göstermekle görevlendirildiğini söyleyerek,
    insanları tevhide çağırıyordu. Allah’a ortak koştukları putlarını terk
    etmedikleri takdirde, şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını hatırlatıyordu:

    “Andolsun ki biz,
    Nuh’u kavmine peygamber olarak gönder­dik. O şöyle demişti; Gerçekten ben, sizi
    Allah’ın azabından apa­çık korkutanım. Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin.
    Hakikaten ben, sizin başınıza gelecek acıklı bir günün azabından korkarım.[10]

    Ne var ki, kavmini
    kurtuluşa çağıran bu büyük peygam­ber, insanlardan arzuladığı karşılığı
    göremedi. Aksine, daha işin başında şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Daha
    sonraki pey­gamberlerin başına gelen sıkıntılar, hatta fazlasıyla, onun basma
    da geldi. Her şeyi ve her doğruyu yalnız kendilerinin düşünebile­ceği
    iddiasıyla her defasında peygamberlerin karşısına dikilerek onlara düşman
    kesilmiş zengin ve şımarık şirk elebaşıları, ona da hemen sapıklık damgasını
    vurmuşlardı. Zekâsı, ileri görüşlü­lüğü, hilmi, sabrı ve yüksek ikna kabiliyeti
    ile bilinen Nuh (a.s.), onlara kendisinde bir sapıklık olmadığını; aksine
    Cenâb-ı Hak tarafından kendilerini hidâyete kavuşturmakla görevlendirilen bir
    peygamber olduğunu anlatabilmek için çok uğraştı. Kendile­rine söylediği
    sözlerin, Allah tarafından vahyedilen bilgiler oldu­ğunu açıkladı.
    Muhataplarına, Allah’a inanarak O’nun emirleri­ne itaat ederler ve yasakladığı
    kötülüklerden kaçınırlarsa günah­larının bağışlanacağını, isyandan
    vazgeçmedikleri takdirde ise, kendilerini ansızın korkunç bir azabın
    yakalayacağını ve hiç bir gücün bu azabı engelleyemeyeceğini bildiriyordu:

    “Kendilerine
    yakıcı bir azap gelmeden önce, kavmini uyar, diye, Nuh’u da kavmine gönderdik.
    Nuh, kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizi başınıza gelecek
    azaptan açıkça korkutan bir peygamberim. Allah’a kulluk edin, O’ndan korkun ve
    bana da itaat edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi mu­ayyen bir
    vakte kadar ertelesin. Şüphesiz Allah’ın takdir ettiği süre gelince ertelenmez.
    Eğer bilseydiniz…”[11]

     

    D. Müşrikler Hz. Nuh (A.S.)’In Dâvetine Karşı Birleşiyorlar

     

    Hz. Nuh ısrarla
    davetini devam ettirdi; ancak kavmi onu dinlemiyordu. Küfrün elebaşıları,
    çeşitli sebepler ileri sürerek, onun peygamberliğini reddediyorlar ve davetini
    engellemeye çalı­şıyorlardı, içlerinden çok az insan iman etmişti. Onların da
    ta­mamına yakını, gelir seviyesi düşük fakir fukara tabakasmdan-dı. Toplum
    üzerinde hâkimiyet kurmuş olan liderler, daha son­raki peygamberlere karşı da
    ileri sürülen belli bahanelerle Nuh’un karşısına dikildiler ve onun
    peygamberliğini şiddetle reddettiler. Kendileri iman etmedikleri gibi diğer
    insanları da ondan uzaklaştırmanın yollarına başvurdular. Şerefin sâdece mal ve
    makamda olduğuna inanan bu zengin ve müreffeh zümre mensupları, toplum
    üzerindeki nüfuzlarını korumak ve menfaat­lerinin zedelenmesini önlemek için
    bütün imkânlarını ortaya koydular. Hz. Nuh (a.s.) ve ona iman edenlere çeşitli
    kötülükler

    yaptılar.

    Dünya zevklerine
    dalmış zengin ve müreffeh tabaka, daha sonraki peygamberlerin davetlerine karşı
    da aynı tavrı sergile­miştir. Bunlar, her defasında ıslah yolunda bir engel
    teşkil et­miş, insanları doğru yola ve hayra çağıran peygamberlerin davet­lerini
    durdurmak için çalışmıştır. Yüce Allah, bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

    “Biz, hangi
    ülkeye bir uyarıcı peygamber göndermiş isek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık
    kişileri şöyle demişlerdir: Biz, size gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz.
    Biz, malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz.”[12]

    Hüd’un (a.s.) kavmi
    olan Ad kavmi ileri gelenleri de aynı karşılığı vermişlerdi:

    “Kavminden ileri
    gelen kâfirler şöyle dediler: Biz, seni ke­sinlikle aklı kıt biri olarak
    görüyoruz ve gerçekten seni yalancılar­dan sanıyoruz,”[13]

    Salih’in (a.s.) kavmi
    Semûd’un ileri gelenleri de aynı tavrı takınmışlardı:

    “Kavminin ileri
    gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerin­den zayıf gördükleri mü’minlere
    dediler ki: Siz Salih’in Rabbi tara­fından gönderildiğini biliyor musunuz?
    Onlar, ‘Şüphesiz biz, onun­la ne gönderilmişse ona inananlarız’ dediler.
    Büyüklük taslayan­lar dediler ki: Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.
    [14]

    Kavmin ileri
    gelenleri, Hz. Nuh ve az sayıdaki ashabının îmanlarından dönmediklerini
    gördükçe çileden çıkarak yapmak­ta oldukları kötülükleri daha da artırdılar.
    Yeni nesiller, baba ve dedelerinin de Nuh’a inanmadıklarını söyleyip, onu
    öldüresiye dövüyorlardı. Hatta bazen, işkence yüzünden bayılınca, öldü sanarak
    götürüp evine atıyorlardı. İbn İshak’m naklettiği bir ri­vayete göre, öldürülen
    bir nebî .hariç, hiç bir peygamber kavminden onun gördüğü kadar eziyet ve
    işkence görmemişti. Müşrikler ona saldırırlar ve bayıltana kadar döverlerdi.
    Bir süre sonra kendisine gelen Hz. Nuh, “Allahım, beni ve kavmimi bağışla;
    zira onlar bilmiyorlar.” diye duâ ederdi.[15]

     

    E. Ata Dînî Bahanesi

     

    İnkarcılar, hak üzere
    olduklarım iddia ediyorlar ve iddiala­rım izlerinden gitmekte oldukları
    atalarının da aynı dine mensup olmasına dayandırıyorlardı. Körü-körüne
    atalarını taklit etmeleri yüzünden yanlış yolda olabileceklerini düşünmek dahi
    istemi­yorlardı. Ellerinde hak yolu gösteren bir kitapları olmadığı halde,
    içinde bulundukları durumun doğruluğunu ısrarla savunuyor ve peygamberlerinin
    getirdiği din ile üzerinde bulundukları sapık inançlar arasında bir mukayese
    yapmaya da yanaşmryorlardı. Değil mukayese, bâtıl inançlarına toz kondurulmasma
    dahi ta­hammül edemiyorlardı. Nuh kavmi müşrik ileri gelenlerinin açtı­ğı bu
    çığır, ne yazık ki, Kıyamete kadar taraftar bulacaktı. Ne onlar ne de asırlar
    boyu onların yolundan gidecek müşrikler, kendilerini bu yanlıştan
    kurtaramadılar. Atalarının dinine sahip çıkma gerekçesiyle, peygamberlerin
    getirdiği gerçeği inkâr ederek küfürlerinde direndiler ve bu yüzden büyük azaba
    çarptırıldılar. Yüce Allah, Kureyş liderlerinin de aynı düşünceyi taşıdıklarını
    bildirirken, müşrik üst tabakanın bu ortak görüş ve tavnr1 şöyle
    açıklamaktadır:

    “Yoksa onlara
    (Kureyş müşriklerine), Kur’ân’dan önce bir ki­tap indirdik de ona mı
    sarılıyorlar? Bilâkis onlar, ‘Biz, atalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de
    onların izinde, doğru yolda gidiyo­ruz. ‘ dediler.

    Aynı şekilde, senden
    önce ne zaman bir ülkeye bir peygam­ber göndermiş isek, o ülkenin ileri gelen
    varlıklı şımarık kimseleri, mutlaka şöyle demişlerdir: ‘Biz atalarımızı bir din
    üzerinde bul­duk. Biz de onların izlerini takip ediyoruz.’

    Gönderilen peygamber
    onlara, ‘Ben, size atalarınızı üzerin­de bulduğunuz dinden daha doğrusunu
    getirmiş olsam da mı?’ dedi. Onlar, ‘Biz sizinle gönderilen şeyleri kesinlikle
    inkâr ediyo­ruz. ‘ dediler. Bunun üzerine biz de, peygamberlerini yalanlayan­lara
    lâyık oldukları cezayı verdik. Peygamberleri yalanlayanların akıbetleri
    nasilmış bir bak!”[16]

    Bu âyetlerden açıkça
    anlaşıldığı gibi, her hususta ataları taklit etmek ve körü-körüne onlara tâbi
    olmak, her devirde in­sanların hakikati görmesine büyük bir engel teşkil
    etmiştir. Ni­tekim, insanlık tarihinde bu zümrenin bilinen ilk örneğini teşkil
    eden Nuh kavmi müşrikleri, gerçeği bizzat araştırmak ve Hz. Nuh (a.s.)’ın
    söylediklerini kendi akıllarıyla değerlendirmek yeri­ne körü körüne atalarını
    taklit ederek, onlarda böyle bir şey görmedikleri gerekçesiyle kendilerine
    hidâyet yolunu göstermek isteyen peygamberi yalancılık ve delilikle suçladılar.
    Onun bu işi, dünyalık elde etmek, üzerlerinde hakimiyet ve otorite kurmak için
    yaptığını söylediler. Bunun için de bahaneleri hazırdı: Hz. Nuh (a.s.) da
    kendileri gibi bir insandı ve asla peygamber o-lamazdı. Sanki inanacaklarmış
    gibi, onlar da ancak bir meleğin peygamber olabileceğini iddia ediyorlardı.
    Cenab-ı Hak, Nuh kav-mi şahsında, inkarcıların bu ortak tavrını açıklarken
    şöyle buyurmuştur:

    “Andolsun ki,
    Nuh’u kavmine peygamber olarak gönderdik, ‘Ey kavmim, Allah’a kulluk edin.
    Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?’ dedi.

    Bunun üzerine,
    kavminden kâfir olan liderler topluluğu şöyle dediler: ‘Bu sizin gibi bir insan
    olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah
    isteseydi, muhak­kak ki, bir melek gönderirdi Biz, önceki atalarımızdan böyle
    bir şey duymadık. Nuh, yalancı ve kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Öyle
    ise, bir süreye kadar ona katlanıp, gözetleyin ba­kalım!”[17]

    Müşriklerin Hz. Nuh
    (a.s.)’ın Peygamberliğini kabul etmeyiş sebeplerinden biri, âyette ifade
    edildiği gibi, onun kendileri gibi yiyip içen, sokaklarda dolaşan sıradan bir
    insan olmasıydı. İnkâr etmek için bahane arayan müşriklerin anlayışına göre,
    peygam­ber insan değil, bir melek olmalıydı. Başka bir bahaneleri ise, Hz. Nuh
    (a.s.)’a iman edenlerin, işçilerden, çiftçilerden ve küçük meslek erbabından
    olan fakir kimseler; yani zayıf kabul ettikleri mustaz’aflardan ibaret
    olmasıydı. “Getirdiğin bilgiler doğru olsa, seni ilk tasdik edenler bizler
    olurduk” diyerek diğer şirk ehli gibi, mü’minlerin inandığı prensipler
    üzerinde düşünmek yerine, bu şekilde çeşitli bahaneler buluyorlardı. Hz. Nuh
    (a.s.) ve ona ina­nan fakir fukaranın kendilerinden faziletli olabileceği ve
    daha doğru düşünebileceği ihtimalini hiç mi hiç akıllarına getirmiyor-lardi.
    Bunun neticesi olarak Hz. Nuh (a.s.) ve ona inananları yalancı sayıyorlardı:

    “Bunun üzerine,
    Nuh’un kavminden ileri gelen kâfirler şöyle dediler: Seni ancak bizim gibi bir
    beşer olarak görüyoruz. İçimiz­den, düşünmeden hareket eden basit görüşlü alt
    tabakadan olan kimselerden başkasının sana tâbi olduğunu görmüyoruz. Ve sizin
    bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis, sizin yalan­cılar
    olduğunuzu düşünüyoruz.”[18]

    Hz. Nuh (a.s.)’ı ve
    ona iman eden güçsüz ve fakir mü’ minleri hakir gören müşrikler, var güçleriyle
    daveti engellemeye çalışıyorlardı. Ancak kavmine son derece düşkün olan ve
    onları küfür ve tüm kötülüklerden kurtarmak için canla başla çalışan Hz. Nuh
    (a.s.), kendisine yapılan kötülüklere karşı sabır zırhına bürünüyor, öfke ve
    kızgınlık göstermeksizin onlara elinden gel­diğince şefkatli davranıyordu.
    Zannettikleri gibi aklından zoru olan sapık biri değil; aksine Allah tarafından
    görevlendirilen bir peygamber olduğunu söylüyor; Allah’ın vahiy yoluyla
    kendisine gönderdiği, dünya ve âhiret saadetini sağlayacak prensipleri teb­liğ
    ettiğini açıklıyordu. Bir beşerin peygamberliğini kabullenemeyip kendi
    elleriyle yaptıkları heykellere tapan bu cahil insanlara, kendilerini Allah’ın
    rahmetine çağırmak ve Allah’ın azabından sakındırmak için çalıştığını söylüyor
    ve böyle bir görev yapan kişinin yadırganmaması gerektiğini ifade ediyordu:

    “Muhakkak biz,
    Nuh’u, kavmine peygamber olarak gönder­dik. ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin,
    O’ndan başka ilâhınız yok­tur. Doğrusu, sizin için büyük bir günün azabından
    korkuyorum.’ dedi. Kavminin ileri gelenleri ona şöyle cevap verdiler: ‘Biz,
    seni cidden bir sapıklık içinde görüyoruz.’

    Bunun üzerine Nuh dedi
    ki: ‘Ey kavmim! Bende hiç bir sa­pıklık yoktur. Fakat ben, âlemlerin rabbi
    tarafından gönderilen bir peygamberim. Size rabbimin vahyettiklerini tebliğ
    ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Allah’tan gelen bir vahiy ile sizin
    bilemeyece­ğiniz şeyleri biliyorum. Size o korkunç akıbeti haber vermek için,
    korunmanız için ve (belki) o sayede rahmete kavuşturulmanız için, aranızdan bir
    adam vasıtasıyla rabbinizden size bir ihtar geldi di­ye hayret mi ettiniz.”[19]

    Hz. Nuh (a.s.), Yüce
    Allah tarafından kendisine gönderilen mesaj üzerinde düşünmelerini ve sonunda
    doğru bir karar verip toplum içinde sâdece kendisine gönderilen bu büyük
    rahmetten istifade etmelerini sağlayabilmek için, adetâ onlara yalvarıyordu.
    İmanın bir gönül işi olduğunu belirterek, onları imana zorlaya-mayacağını
    söylüyor ve gerçeği görüp gönüllü bir şekilde iman etmelerine zemin hazırlamaya
    çalışıyordu. Kur’ân-ı Kerim, onun bu tavrını şöyle açıklamaktadır:

    “Dedi ki: Ey
    kavmim! Eğer ben, rabbim tarafindan açık bir delil üzere isem. ve O bana kendi
    katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Siz
    istemediğiniz hal­de, biz sizi onu kabule zorlayacak mıyız?[20]

    Nuh (a.s.), bütün
    engellemelere rağmen insanları ikna et­meye çalışarak davetini devam
    ettiriyordu. Onları imana meylet-tirebilmek için, elinden geldiğince nazik
    davranıyor, öfke ve kız­gınlıktan uzak duruyordu. Daveti sebebiyle
    kendilerinden her­hangi bir maddi karşılık istemediğini belirterek; sâdece
    Allah tarafından verilen görevi yürüttüğünü ve yaptığının karşılığını da
    yalnızca Allah’tan beklediğini söylüyordu. Mal ve mevkiye al­danmaları ve
    cahillikleri sebebiyle iman etmekten kaçındıklarına işaret ederek gerçeği
    görmeleri için elinden gelen gayreti gösteri­yordu. Hz. Nuh (a.s.)’m ibret dolu
    sözlerinden etkilendikleri an­laşılan varlıklı kâfirler, zengin ile fakiri eşit
    sayan bir dini kabul edemeyeceklerini beyanla, ondan kendisine iman eden fakir
    ve zayıf kimseleri etrafından uzaklaştırmasını istemişlerdi. Ancak Nuh (a.s.),
    fakir ve zayıf mü’minlerin Allah’a yakın kimseler ol­duklarını ve âhirette onun
    tarafından mükâfatlandırılacaklarım, onları hakir gören müşriklerin ise cahil
    olduklarını söyledi. Mü’ minlerİ asla yanından uzaklaştırmayacağmı; böyle
    yaptığı tak­dirde zâlimlerden olacağını ve Allah’ın azabından kurtulamaya­cağını
    açıkladı. Israrla kendisinin bir insan olduğunu, gaybı bil­mediğini, böyle bir
    iddiada da bulunmadığını, insan üstü şeyler yapamayacağını ve Allah’ın
    hazinelerine sahip olmadığını vurgu­layıp, bütün yaptığının kendisine tevdi
    edilen risâlet görevini yerine getirmekten ibaret olduğunu söylüyordu:

    “Ey kavmim!
    Allah’ın emirlerini bildirmeme karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum.
    Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir. Ben, iman edenleri yanımdan kovacak
    değilim; çünkü onlar Rabblerine kavuşacaklardır (kurtuluşa ereceklerdir). Fakat
    ben, sizi bilgisizce davranan cahil bir topluluk olarak görüyorum. Ey kavmim!
    Ben onları kovarsam, beni Allah’tan kim korur? Düşün­müyor musunuz? Ben size,
    Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben bir
    meleğim de, demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, Allah onlara
    asla bir hayır vermeyecektir, diyemem. Çünkü onların kalplerinde olanı, Allah
    daha iyi bilir. Onlan kovduğum takdirde, ben, gerçekten zalimler­den olurum.[21]

    “Nuh kavmi de
    peygamberleri yalanladılar. Bir zaman ken­dilerinden biri olan Nuh (a.s.),
    onlara şöyle dedi: ‘Allah’tan korkmaz mısınız? İyi bilin ki, ben, size
    gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve
    bana itaat edin. Ben, davetime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum.
    Benim mükâfatımı verecek olan ancak âlemlerin rabbi Allah’tır. Artık Allah’tan
    korkun ve bana itaat edin.’

    Kâfirler, ‘Sana adî ve
    bayağı kişiler tâbi olmuşken, bizler sana iman eder miyiz hiç! ‘ dediler.

    Nuh (a.s.), şöyle
    dedi: Onların ne yaptıklarım ben ne bile­yim? Onların hesabı ancak Rabbime
    aittir. İyi düşünürseniz bunu anlarsınız. Ben iman edenleri kovacak değilim. Ben
    ancak apaçık bir uyarıcıyım.[22]

    Hz. Nuh (a.s.)’m
    sözlerine kulak tıkayan kâfirler, çok erken bir dönemden itibaren ona meydan
    okumaya başlamışlardı. “Söylediklerin doğruysa kendisiyle bizi tehdit
    ettiğin azabı bir an önce getir!” diyorlardı. Onların hakaret ve meydan
    okuyuşlarına karşı Nuh (a.s.), azabı getirmenin Allah’ın elinde olduğunu, onun
    istediği zaman kendilerini helak edebileceğini ve kimsenin buna mâni
    olamayacağını söylüyordu. Yüce Allah helaklerini dilemiş ise kendisinin buna
    engel olamayacağını hatırlatıp sonunda Al­lah’a döndürüleceklerini açıklıyordu:

    “Kâfirler şöyle
    dediler: ‘Ey Nuh! Bizimle cidden çok uğraştın! Bizimle olan bu mücâdelende
    ileri gittin! Eğer doğru söyleyenler­den isen, bizi tehdit edip durduğun azabı
    haydi getir, bakalım!’

    Nuh dedi ki: Dilediği
    takdirde, o azabı size ancak Allah geti­rir. Siz Allah’ı âciz bırakamazsınız.
    Eğer Allah, sizi sapıklığa dü­şürmek isterse, öğüt vermek istesem de, Öğüdüm
    size fayda vermez. O sizin rabbinizdir, tekrar O’na döndürüleceksiniz.[23]

    Kavmini hidâyete
    ulaştırmak uğrunda var gücünü harca­yan Nuh (a.s.), gece gündüz demeyip davet
    çalışmalarını yürütü­yordu. Şartlara göre, davetini bazen gizli bazen de açık
    yapıyor­du. Ne var ki, onun bu yoğun gayreti, kâfirlerin inadını artır­maktan
    başka bir işe yaramadı. Müşrikler onun sesini duyma­mak için parmaklarım
    kulaklarına tıkarlar, nasihatlarını dinle­memek için elbiseleriyle başlarını ve
    yüzlerini örterlerdi. Onlar inkâr ve taşkınlıklarını artırdıkça artırdılar.
    Büyük bir kibir ve gurur içinde imandan yüz çevirdiler. Buna rağmen Hz. Nuh
    (a.s.), onlara gider, inkâr ve isyandan vazgeçerek tevbe etmeleri­ni ister,
    Allah’ın çok merhametli olup tevbeyi kabul ettiğini söy­ler; bu takdirde
    Allah’ın kendilerine bol yağmur ve çeşitli nimet­ler vereceğini hatırlatırdı.
    Allah’a iman ederlerse göklerin ve ye­rin bereketlerini elde edeceklerini
    belirterek teşvikte bulunurdu:

    “Nuh, Rabbim
    dedi, doğrusu ben kavmimi gece-gündüz ima­na davet ettim; fakat benim davetim,
    ancak imandan kaçmalarını artırdı. Doğrusu ben, günahlarım bağışlaman için onlan
    ne zaman imana davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Elbise­lerine
    hüründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra ben, kendilerine
    açık açık davette bulundum. Sonra da, onlara ba­zen açıktan açığa, bazen de
    gizliden gizliye tebliğde bulundum. Dedim ki: Rabbinizden bağışlanmanızı
    dileyin; çünkü- O, çok ba­ğışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten
    bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın; size bahçeler
    ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın.[24]

    Allah’ı inkâr edenler
    için sâdece âhirette değil bu dünyada da sıkıntılı bir hayat söz konusudur.
    Bunun aksine Hz.Nuh’un bu âyetlerdeki sözlerinden açıkça anlaşıldığı şekilde,
    eğer bir toplum iman eder ve Allah’ın emirlerine uyarsa, âhirette olduğu gibi bu
    dünyada da çeşitli nimetlere kavuşacaktır. Nitekim asır­lar sonra, Hüd (a.s.)
    da kavmine bolluk ve berekete kavuşmaları için aynı şeyleri söylemişti:

    “Ey kavmim!
    Rabbinizden bağış dileyin; sonra da O’na tevbe edin ki, üzerinize bol bol
    semanın feyzini indirsin ve kuvve­tinize kuvvet katsın. Günahkarlar olarak yüz
    çevirmeyiniz.” [25]

    Nuh ve Hûd kavimleri
    eğer iman etselerdi, bu iki peygam­berin haber verdikleri gibi, çeşitli
    nimetlere kavuşacaklardı. Ni­tekim, bu gerçek A’râf suresinin 96. âyetinde
    şöyle dile getiril­mektedir:

    “Eğer o
    memleketlerin ahalisi iman edip Allah’tan korksay-dılar, elbette üzerlerine
    gökten ve yerden bereketler açardık. La­kin onlar gerçeği yalanladılar; Biz de,
    işleyegeldikleri (kötülükler) yüzünden onlan yakalayıverdik.”

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığı gibi, bir toplum, Allah’a iman e-der, O’ndan korkar ve O’nun emir
    ve yasaklarına uyarsa, o top­lumda adalet ve emniyet tesis edilmiş olur. Allah,
    onların rızkla­rını artırır ve kazançlarını bereketlendirir. Üretilen mal, adil
    bir şekilde paylaşılır. Beşeri ilişkilere ihlâs ve samimiyet hâkim olur. Dünya
    malına gerektiği kadar önem verilir; toplum, mal hırsı yüzünden ortaya çıkan
    kötülüklerden korunmuş olur.

    Nuh (a.s.), inkârdan
    vazgeçerek iman edip istiğfarda bu­lunmalarının faydalarını açıkladıktan sonra,
    onların dikkatlerini Allah’ın büyüklüğüne çevirmek istiyordu. Yüce Allah’ın
    insanoğlunu bir kaç merhalede yarattığını, yedi semâyı birbiri üstün­de kat kat
    halkettiğini, ayı dünya semasında gece karanlığını aydınlatan bir nur, güneşi
    de aydınlatıcı ışık kaynağı bir kandil kıldığını açıkladı. Topraktan yaratılan
    insanın yine toprağa dön­dürüleceğini ve oradan yeniden diriltilip
    çıkarılacağını haber verdi. Yeryüzünün insanların yararlanmasına sunulmak üzere
    buna uygun bir şekilde yaratıldığını beyan etti ve dikkatlerini görmekte
    oldukları nimetlere yönlendirdi:

    “Size ne oluyor
    da Allah’a büyüklük yakıştıramıyor, O’nun yüceliğine inanmıyorsunuz? Halbuki O,
    sizi çeşitli merhalelerden geçirerek yaratmıştır. Allah’ın yedi göğü birbiriyle
    ahenkli bir şe­kilde nasıl yarattığını; o tabakalar içinde ayı bir nur, güneşi
    de nasıl bir’kandil yaptığını görmez misiniz? Allah, sizi de yerden ot bitirir
    gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi oradan yine diriltip
    çıkaracaktır. Allah, geniş yollarında gezip dolaşasınız diye, yeryüzünü sizin
    için bir sergi yapmıştır.[26] 

     

    F. Tehditlerin Artması

     

    Nuh’un (a.s.) bu
    teşebbüsleri de etkili olmadı. Aksine, müş-riklerin düşmanlıklarını daha da
    artırmalarına yol açtı. Kavminden çok az sayıda insan ona iman ederken, zengin
    ve azgın sınıfın güdümündeki çoğunluk, onun davetinden usanmış, onu
    yalancılıkla itham ederek beyinsizlik ve delilikle damgala-mışlardı. Çeşitli
    tehdit, eziyet ve işkencelerle, tebliğ faaliyetini engellemeye çalışıyorlardı.
    Allah Teâlâ, Nuh’un (a.s.) bu duru­munu, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.)
    başına gelenler­le mukayese ederek şöyle buyurmuştur:

    “Kureyş
    kâfirlerinden önce Nuh kavmi de yalanlamıştı. Ku­lumuz Nuh’u yalanlayarak, ona
    ‘mecnun’ demişlerdi. Nuh tebliğ­den alıkonulmuştu.[27]

    Yapmakta oldukları
    kötülükleri gittikçe artıran kâfirler, bütün bunlara rağmen Hz.Nuh (a.s.)’ı tebliğden
    vazgeçiremeyince, son çareye başvurmaya karar verdiler. Ve sonunda onu taş­layarak
    öldürmekle  tehdit ettiler:

    “Dediler ki: Ey
    Nuh! Eğer dâvandan vazgeçmezsen, bil ki, taşlananlardan olacaksın![28]

    Hz. Nuh (a.s.) ise
    bütün bu engellemelere rağmen tebliğ gö­revini yerine getirebilmek için var
    gücüyle çalışıyordu. Kuvvetli imanı ve engin sabrı sayesinde, bu tehdide de
    kulak asmadı; onlara peygamber olarak görevlendirilmesi hoşlarına gitmese ve bu
    durum kendilerine ne kadar zor gelse de, Allah’a tevekkül ederek her şeye
    rağmen davetini devam ettireceğini açıkladı. İs­tedikleri kötülükleri yapsalar
    da, kendisine bir zarar veremeye­ceklerini; zira Allah’ın kendisini gözettiğini
    söyleyip âdeta onlara meydan okudu. Ayrıca, bu iş için kendilerinden bir ücret
    de is­temediğini ve karşılığını sâdece Allah’tan beklediğini tekrar etti.
    Davetten asla vazgeçmeyeceğini vurguladı:

    “Ey Muhammed!
    Onlara, Nuh’un kıssasını oku. Hani o kav­mine demişti ki: Ey kavmim! Eğer, uzun
    süre aranızda durmam ve Allah’ın âyetleriyle öğüt vermem sizlere ağır geldi
    ise, bilin ki, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenmişimdir. Siz de ortaklarınızla
    beraber, toplanıp ne yapacağınızı kararlaştınn. Sonra işiniz başı­nıza dert
    olmasın. Bundan sonra bana ne yapacaksanız yapın. Bana mühlet de vermeyin. Eğer
    davetimden yüz çevirirseniz, zâ­ten ben sizden bunun karşılığında bir ücret
    istemedim. Benim mükâfatım ancak Allah katındandır. Ben (sâdece O’nun emirleri-ne
    itaat eden) müslümanlardan olmakla emrolundum.[29]

    Hz. Nuh (a.s.)’in bu
    âyette geçen son sözlerinden anlaşıldığı gibi, peygamberlerin ortak dini olan
    İslâm, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin dinidir.
    Peygamberle­rin şeriatlarında bir takım değişiklikler olsa da, onlara gönderi­len
    dinlerin itikadı esasları aynıdır. Bu âyette Hz. Nuh (a.s.)’m dile getirdiği bu
    gerçeği, Yusuf (a.s.) da şöyle ifade etmiştir:

    “Rabbim, bana
    mülk verdin, bana rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı!
    Dünya ve âhirette dostum sensin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihler
    arasına kat[30]

    Hz. Süleyman (a.s.)’a
    iman eden Sebe melikesinin sözleri de aynı hakikati açıklar:

    “Melike, ‘Rabbim!
    Gerçekten ben kendime zulmetmiştim. Şimdi Süleyman’la beraber, âlemlerin rabbi
    olan Allah’a teslim olup müslüman oldum.[31]
    dedi.

    Bu gerçeği vurgulayan
    Peygamberimiz (s.a.v.), peygamber­lerin dininin tek bir din olduğunu ifâde
    etmiştir.[32]

     

    G. Hz. Nuh (A.S.)’In Kavminin Hidâyetinden Ümidini Yitirmesi
    Ve Onlara Bedduası

     

    Müşriklerin
    kötülüklerine aldırmayan Nuh (a.s.), davet uğ­runda sabır zırhına bürünmüştü.
    Onların kendisini taşlayarak öldürme tehditlerine rağmen davetini aralıksız
    devam ettiriyor­du. Ne var ki, atalarından kalma örf ve âdetlerini din haline
    geti­rerek bâtılı hak, hakkı bâtıl görme hastalığını üzerlerinden ata­mayan
    kâfirler, kendilerine hitap eden kişi Allah’ın peygamberi olduğunu söylese de
    ona karşı olan tutumlarını değiştirmiyor­lardı. Aksine halk, mevcut düzenin
    devamını isteyen zâlim hü­kümdar ve avenesinin etrafında kenetleniyor; hatta
    kraldan fazla kralcı kesiliyordu. Toplumu yöneten bu kişiler de, putlarına ve
    uydurma dinlerine sahip çıkma edebiyatıyla, halkı Hz. Nuh (a.s.)’e karşı
    kışkırtıyorlardı. İnsan üstü bir gayret ve çaba gös­termesine ve bütün gücünü
    sarfetmesine rağmen bütün kapılar Hz. Nuh’un yüzüne kapanıyor ve artık
    kendisine iman eden olmuyordu. Kâfirlerin hidâyete ulaşma ihtimallerinin hemen
    hemen ortadan kalktığı bu günlerde, Cenab-ı Hakk’m onlara tanıdığı mühlet sona
    ermek üzereydi.  O günlere kadar birkaç asır
    boyunca bütün zorluklara göğüs germiş olan Hz. Nuh (a.s.), durumunu Allah’a arz
    ederek şöyle demişti:

    “Nuh şöyle dedi:
    Rabbim, doğrusu bunlar, bana karşı geldi­ler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını
    artırmaktan başka işe yara­mayan kimseye uydular. Kendilerine uyulan bu
    kimseler de, bü­yük hileler, büyük desiseler kurdular! Ve dediler ki: Sakın
    ilâhla­rınızı bırakmayın; hele Vedd’den, Suva’dan, Yeğus’tan, Yeuk’tan ve
    Nesr’den asla vazgeçmeyin.’ Böylece onlar, gerçekten birçokla­rını saptırdılar.
    Sen de bu zâlimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.’[33]

    Bu sıkıntılı safhanın
    sonunda Nuh (a.s.), zâlim hükümdar ve maiyetinin peşinden ayrılmayan ve
    kendisine karşı kötülükle­rini bütünüyle şiddetlendiren kavmini Allah’a havale
    etti. Çünkü O, asırlarca süren daveti esnasında kazandığı tecrübesinden,
    kâfirlerin artık îman etmeyeceklerini, üstelik yaşadıkları sürece diğer
    insanları da saptırmaya çalışacaklarını ve yine çocuklarını kendileri gibi
    yetiştireceklerini, bu hususta onları zorlayacakla­rını anlamıştı. Allah’a
    sığınarak inkarcıları helak etmesini, ina­nanları ise bağışlamasını istedi:

    “Nuh dedi ki: Ey
    Rabbim! Şüphesiz kavmim beni yalanladı. Artık benimle onlar arasında hükmünü
    ver de, beni ve bana iman edip benimle birlikte olan mü’minleri kurtar. “[34]

    “Ey Rabbim!
    Kâfirlerden hiç birini yeryüzünde bırakma! Çünkü onlan yeryüzünde bırakırsan,
    senin kullarını hak yoldan çıkarırlar. Onlar doğurdukları çocukları da ancak
    kâfir ve günah­kar olmaya zorlarlar. Ey Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime mü’
    min olarak gireni, mü’min erkekleri ve kadınları affet. Zâlimlerin ise sâdece
    helakim artır.”[35]

     

    H. Kurtuluş Gemisi Ve Tufan

     

    Allah Teâlâ, Nuh’un
    (a.s.) duasını kabul etti. Kavminin kâ­firlerini suda boğarak toptan helak edeceğini,
    onu ve mü’minleri ise kurtaracağını haber verdi. Bu arada, o ana kadar inanmış
    olanların dışında, artık hiç bir kimsenin îman etmeyeceğini bil­dirdi. Ona,
    kâfirlerin kendisini yalanlaması ve davetini reddet­mesi yüzünden müteessir
    olmamasını tavsiye etti. Bunun ardın­dan Nuh’a (a.s.) bir gemi yapmasını
    emretti ve geminin yapımı süresince ilâhî himaye altında olacağını, müşriklerin
    kendisine zarar veremeyeceğini haber verdi. Bu arada artık küfürlerinde ısrar
    eden kâfirlerin kurtuluşu için duâ etmekten vazgeçmesini bildirdi.

    Verilen emir üzerine
    Nuh (a.s.), hemen gemi yapımına baş­lamıştı, onun mahir bir marangoz gibi gemi
    inşa etmesi, kâfirle­rin alaylarına yol açtı. Peygamberliği bırakıp
    marangozluğa mı başladığını, gemisini karada mı yüzdüreceğini sorarak onu alaya
    alıyorlardı.[36] İçinde boğulacaklarını
    söylediği tufanı yalanlı­yorlardı. Nuh (a.s.) ise, asıl alaya alınacakların
    kendileri olduğu­nu; zira şiddetli bir azaba çarptırılacaklarını söylüyordu:

    “Nuh’a şöyle
    uahyedümişti: ‘Kavminden iman etmiş olanlar­dan başkası artık asla iman
    etmeyecek. O halde onların yapmak­ta oldukları şeylerden dolayı üzülme.
    Gözetimimiz altında ve va­hiyle sana öğreteceğimiz şekilde bir gemi yap.
    Zulmedenler hak­kında bana bir şey söyleme (kurtulmaları için duâ etme). Çünkü
    onlar mutlaka suda boğulacaklardır. ‘

    Nuh gemiyi yapıyor;
    kavminden ileri gelenler ise, her uğra­dıkça onunla alay ediyorlardı. Nuh
    onlara dedi ki: Eğer bizimle alay ediyorsanız, iyi bilin ki, siz nasıl alay
    ettiniz ise, biz de sizin­le alay edeceğiz. Artık pek yakında rezil edici
    azabın kimin başına geleceğini ve devamlı bir azabın kime isabet edeceğini yakında
    bileceksiniz.)[37]

    Nuh (a.s.), Allah’ın
    kendisine öğrettiği şekilde titiz bir çalış­ma sonunda geminin yapımım
    tamamladı. Diğer yandan bu günlerde büyük bir tufanın vuku bulacağını gösteren
    alâmetler görülmeye başlamıştı. Yeryüzünden sular fışkırıyor, bardaktan
    boşanırcasma şiddetli yağmurlar yağıyordu. Allah Teâlâ, gemiyi tamamlayan Nuh’a
    (a.s.) yeryüzünde mevcut olan her canlı türünden bir erkek bir de dişi olmak
    üzere birer çifti gemiye alma­sını emretti. Diğer canlılar tufanda boğulacağı
    için bu canlıların türleri gemiye alman birer çiftten devam edecekti. Aynı
    şekilde Yüce Allah, kendisine îman etmeyen karısı ve bir oğlu hariç, î-man
    etmiş yakınlarını ve az sayıdaki diğer mü’minleri de gemiye almasını bildirdi.
    Rivayetlere göre, gemi üç katlı olarak yapılmış; alt kat vahşî hayvanlara, orta
    kat insanlara üst kat ise kuşlara tahsis edilmişti. Kur’ân ve hadislerde,
    yapılan geminin yapım süresi; eni, boyu, yüksekliği, diğer özellikleri ve ne
    şekilde yüz­düğü hususlarında bilgi yoktur. Tefsir ve tarih kitaplarında bu
    hususlarda aktarılan bilgiler, ya Ehl-i Kitap’tan nakledilmiştir veya bâzı
    tahmin ve yorumlardan ibarettir. Yahudi metinlerin­den aktarılan rivayetlerin
    büyük kısmı asılsızdır; hakkında Kur’ân ve hadiste bilgi bulunmayan hususlarda,
    bu rivayetlerin az olan doğrularını ayırmak da kolay değildir. Bu yüzden buraya
    almaya gerek duymadık.[38]

    Yeryüzünden fışkıran
    sular ve kesintisiz yağan şiddetli yağmurlar sonunda ortalığı kaplayan seller
    gittikçe yükselmişti. Nuh’un gemisi yükünü aldıktan sonra hareket ederek dağlar
    gibi dalgaların arasında yüzmeye başladı. Geride kalan bütün canlı­ların
    boğulacağı açıkça görünüyordu. Kur’ân-ı Kerim, gemi ya­pımını, diğer
    hazırlıkları ve bu olayı şöyle açıklamaktadır:

    “Nuh, ‘Rabbim,
    dedi. Beni yalanlamalarına karşı bana yar­dım eti’ Bunun üzerine ona şöyle
    vahyettik: ‘Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde o gemiyi yap. Bizim emrimiz
    gelip de tan-dır/tennûr[39] kaynayıp
    kabarınca,  her cinsten eşler halinde iki
    tane ve bir de aile fertlerinden daha önce kendileri aleyhinde hü­küm verilmiş
    olanların dışındakileri gemiye al. Zulmetmiş olanlar hakkında bana hiç
    yalvarma! Zira onlar kesinlikle boğulacaklar­dır. Sen, yanındakilerle birlikte
    gemiye yerleştiğinde, ‘Bizi zâlimler topluluğundan  kurtaran Allah’a  hamdolsun!’ de.   Ve de ki: Ey Rabbim beni mübarek bir yere
    güvenli bir şekilde indir. Sen indi­rilmesi gereken yere indirenlerin en
    hayırlısısın.)[40]

    Bir başka yerde de
    şöyle denilmektedir:

    “Nihayet emrimiz
    gelip, su o tandırdan fışkırmaya başlayın­ca, Nuh’a şöyle dedik: ‘Her hayvan
    türünden birer çift ile boğul­malarına hükmetmiş olduklarımız hariç aile
    fertlerini[41] ve iman edenleri gemiye
    yükle.’ Zâten onunla beraber pek az kimse iman etmişti.

    Nuh, kavminden iman
    edenlere dedi ki: ‘Gemiye bininiz; o-nun yüzmesi de durması da Allah’ın
    adıyladır. Şüphesiz rabbim, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.’ Gemi,
    içinde onlar ol­duğu halde, dağlar gibi yükselen dalgalar üstünde seyrediyordu…[42]

    Tufan, kavmi
    tarafından reddedilen ve tebliğden alıkonulan

    Nuh’un (a.s.)
    mağlubiyetini belirterek Allah Teâlâ’dan yardım istemesi üzerine, bardaktan
    boşanırcasma yağan yağmurlar ve yanlan yeryüzünden fışkıran suların her yeri
    kaplamasıyla baş­lamıştı. Bu sırada Nuh (a.s.), verilen emirle gemiye bindi,
    kendi­sine verilen mükâfat olarak gemi, Allah’ın gözetiminde akıp gidi­yordu:

    “Nihayet Nuh,
    rabbine şöyle duâ etmişti: ‘Şüphesiz ki, ben mağlup oldum, bana yardım et!’
    Bunun üzerine, biz de, bardaktan boşanırcasma bir yağmur ile göğün kapılarım
    açıverdik. Yeryüzü­nü de yanp kaynaklar fışkırttık. Böylece takdir edilen bir
    iş için, yerin ve göğün suları birleşiverdi. Biz de Nuh’u, çivilerle birbirine
    tutturulmuş tahtalardan yapılmış gemiye bindirdik. Kavmi tara­fından inkâr
    edilen Nuh’a bir mükâfat olarak, o gemi gözetimimiz altında akıp gidiyordu.
    Biz, bu hadiseyi bir ibret olarak bıraktık. Hiç düşünen var mı? Azabım ve
    uyarılarım nasılmış gördünüz mü? Muhakkak biz, bu Kur’ûn’ı düşünülüp ibret
    alınsın diye ko­laylaştırdık. Hiç düşünen var mı?[43] 

     

    I. Hz. Nuh (A.S.)’In Oğlu Ve Hanımı Da Boğulanlar Arasında

     

    Nuh’un (a.s.)
    oğullarından biri küfürde inat ederek, bir türlü Allah’a ve babasının
    peygamberliğine iman etmemişti. Tu­fanın başlangıcı esnasında Nuh (a.s.), bu
    oğlunu hatırladı, baba­lık şefkatiyle onu da gemiye çağırdı. Aklını başına
    toplayıp kâfir­lerden ayrılarak kendilerine katılır ve boğulmaktan kurtulur
    ü-midiyle, ısrarla onu gemiye davet etti. Ancak oğlu bu hassas anda dahi ona
    kulak asmadı ve küfründe direndi. O, cereyan eden şeyleri, her zaman yaşanan
    normal tabîî afetlerden biri zannederek, gemiye binmeden de kurtulacağını
    sanıyordu. Ken­disini kurtulması için gemiye çağıran babasına, dağa çıkarak
    boğulmaktan kurtulabileceğini söylemişti. Nuh (a.s.), kâfirlere takdir edilen
    bu cezadan kurtulmanın iman edip gemiye binmek dışında mümkün olmadığını
    söylediyse de, inadından vazgeçme­di ve bir süre sonra dalgalar, arasında
    boğulup gitti. Kur’ân-ı Kerim, baba oğul arasında geçen ibret dolu bu hâdiseyi
    şöyle anlatır:

    “Gemi, onlan dağ
    gibi dalgalar içinde yüzüp götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna,
    ‘Yavrucuğum! Gel bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerle birlikte olma!’ diye
    seslendi.

    Oğlu şöyle dedi: ‘Bir
    dağa sığınırım, dağ beni sudan korur.’ Nuh, ‘Bugün Allah’ın merhamet ettiğinden
    başkasını, Allah’ın bu emrinden koruyacak kimse yoktur.’ dedi. Derken aralarına
    dalga giriverdi, o da boğulanlardan oldu.[44]

    Nuh (a.s.), boğulan bu
    oğlunu kurtarması için Allah Teâlâya yalvarırken, kendisine önceden aile
    fertlerini kurtaraca­ğı va’dinde bulunduğunu hatırlatmıştı. Ancak Allah, kâfir
    olan bu  oğlunun,  kurtarmayı, 
    vadettiği  aile  efradından 
    olmadığını bildirdi. Ona sâdece kendisine iman edenlerin ailesinden
    sayıla­cağını; boğulan oğlunun ise, peygamberliğini inkâr ettiği için, bunun
    dışında kaldığını haber verdi. Mü’min bir kimse ile öz evlâdı da olsa bir kâfir
    arasında herhangi bir velayetin olmadığı­nı, mücâdelenin onun ailesiyle diğer
    aileler arasında değil, iman edenlerle kâfirler arasında cereyan ettiğini
    hatırlattı. Nuh (a.s.)’m istediği şekilde yetişmeyen ve ona iman etmeyen
    oğlunun gayr-i sâlih bir amel sahibi olduğunu ve bu bakımdan aile dışı sayıldı­ğını
    bildirdi. Ayrıca, mâhiyetini bilmediği bir şeyi kendisinden istemekle câhillerden
    olmaması hususunda onu uyardı. Bunun üzerine, Nuh {a.s.}, işlediği bu hatâdan
    tevbe ederek Allah’ın rahmetine iltica etti. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Nuh (a.s.)’m
    duası ve Yüce Allah’ın verdiği cevabı şöyle aktarmaktadır:

    “Nuh, rabbine dua
    edip şöyle dedi: ‘Ey Rabbim! Elbette oğ­lum benim, ailemdendir. Senin va’din
    ise elbette haktır. Sen hâ­kimler hâkim’tin.’

    Allah da şöyle
    buyurdu: ‘Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir. Çı’inkü o3 sâlih olmayan bir
    amel sahibi idi. O halde, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi benden
    isteme! Seni câ­hillerden olmaktan men ederim! ‘

    Nuh, ‘Ey Rabbim!
    Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer bağışlamaz ve merhamet
    etmez isen, ziyana uğra­yanlardan olurum.’ dedi[45]

    Hz. Nuh (a.s.)’m
    küfürde inat eden karısı da, boğulanlar arasındaydı. Çünkü o da, Hz. Lût
    (a.s.)’m karısı gibi, kocasının peygamberliğini kabul etmemişti. Bu iki kadın,
    peygamber ha­nımı olsalar da, kocalarına iman etmedikleri için kâfirlerle
    birlik­te azaba çarptırıldı. Peygamber hanımı olmaları, küfürleri yü­zünden
    onlara hiç bir kazanç sağlamadı. Hz. Nuh (a.s.)’m boğu­lan oğlunun ve bu iki
    kadının durumu, akrabalığın iman etmeye yeterli olmadığı ve inanmadıkça bu
    yakınlığın hiç bir yararının söz konusu olamayacağı gerçeğini açıkça ortaya
    koymaktadır. Onların bu durumu, son derece dikkat çekici bir ibret tablosu­dur.
    Zira onlar, dünya ve âhiret saadetini kazanmaya çok müsa­it bir mevkide
    bulunuyorlardı. Bir peygamberin hanımı veya oğlu olmak, onu en yakından
    tanımayı ve o mükemmel insana inan­mayı şüphesiz kolaylaştırıyordu. Ancak buna
    rağmen bu üç in­san, İbrahim’in (a.s.) babası gibi küfür üzere kaldılar.

    İnsan kâfir olunca,
    iyi kişilere hattâ peygamberlere yakınlı­ğı, Allah’ın azabından kurtulması
    hususunda hiç bir fayda sağ­lamaz. Akrabalık acı sonucu değiştirmez. Bu husus,
    Kur’ân-ı Kerim’de, çok açık bir şekilde vurgulanmaktadır:

    “Allah,
    kâfirlere, Nuh’un kansı ile Lüt’un karısını bir misal yapmıştır, O ikisi,
    kullarımızdan birer sâlih kulun nikahlan altın­da oldukları halde, kocalarına
    hainlik ettiler. îşte bu yüzden, bu iki peygamber, Allah tarafından kanlarının
    başına inen azaba engel olamadı. O iki kadına şöyle denildi: Diğer İnkarcılarla
    bera­ber siz de Cehenneme girin![46]

    Bu örneklerden
    anlaşıldığı gibi, asıl olan imandır. İmanın olmadığı yerde akrabalığın bir
    faydası kalmaz. Küfür akrabalık ilişkilerini büyük ölçüde koparır; dostluk ve
    sevgiyi ortadan kal­dırır. Bu gerçek, mü’minlerin iman etmeyen anne, baba ve
    kar­deşlerine karşı dostluk beslemelerinin yasaklanmasında da gö­rülmektedir:

    “Ey iman edenler!
    Eğer küfrü tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar
    edinmeyin. Kim onlan dost edinirse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.[47]

    “Allah’a ve âhiret
    gününe iman eden hiç bir kavmin, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere,
    onlar babalan, oğullan, kardeşleri veya akrabalan da olsa, sevgi beslediğini
    göremezsin, îşte Allah, bunlann kalplerine imanı yerleştirmiş ve onlan kattn-dan
    bir nur ile desteklemiştir.[48]  

     

    İ. Tufanın Sona Ermesi

     

    Nuh tufanı, dünya
    tarihinde benzeri görülmeyen büyük bir felâket olmuştur. Rivayete göre 40 gün
    devam eden şiddetli yağmurlar ve yerden fışkıran sular her yeri kaplayınca
    kâfirlerin tamamı boğulmuş; sâdece Nuh’un (a.s.) gemisine binen mü’minler ve
    gemiye alman diğer canlılar kurtulmuştur. Hz. Nuh (a.s.) ile birlikte kurtulan
    mü’minlerin sayısı hakkında, kaynaklarda farklı rakamlar zikredilmekte, bu
    rakamlar, 7 ilâ 80 arasında değişmektedir.[49]
    Bütün kâfirlerin boğulmasından son­ra, Allah Teâlâ, yeryüzüne suyunu yutmasını,
    göğe de yağmuru kesmesini emretmişti. Bu emir üzerine sular çekilirken gemi
    Cüdî dağı üzerinde durup karar kıldı:

    “Ey arz suyunu
    yut ve ey gök yağmuru tut! denildi. Su çe­kildi ve is bitirildi. Gemi de Cüdî
    dağı üzerinde karar kıldı ve ‘zâ­limler helak olsun!’ denildi.”[50]

    Yeryüzünü kaplayan
    sular çekilince Yüce Allah, Nuh (a.s.)’a hitap ederek artık gemiden inmelerini
    emretti. O ve bera­berindekiler gemiden indiler. Bir rivayete göre gemi, Recep
    ayı­nın ilk günü hareket etmiş, 6 ay yüzdükten sonra 10 Muharrem Âşûrâ günü
    demirlemiştir. Hz. Nuh (a.s.) ve ashabı geminin de­mirlediği gün oruç
    tutmuşlardır.[51]

    Nuh tufanından sonra,
    yeryüzünde insan olarak sâdece gemidekiler kalmıştı. Dolayısıyla bu olaydan
    itibaren insan nesli, Hz. Nuh ve onunla birlikte gemiye binenlerin soyundan
    devam etmiştir. Kur’ân-ı Kerim, bu hususu şöyle tespit etmektedir:

    “Andolsun, Nuh
    bize yalvarıp yakardı. Biz, onun duasına ne güzel cevap vermiştik; kendisini ve
    ailesini büyük felâketten kur­tardık. Biz, yalnız Nuh’un soyunu kalıcılar
    kıldık. Sonradan gelen­ler için ona iyi bir ün bıraktık. Alemler içinde Nuh’a
    selâm olsun! İşte biz, doğrulan böyle mükafatlandırırız. Zîra o, bizim inanmış
    kullarımızdan idi. Sonra ötekileri suda boğduk.[52]

    Tufandan sonra insan
    neslinin, gemiye binenlerin soyun­dan devam ettiği hususunda görüş birliği
    vardır. Ancak Nuh (a.s.)’m gemideki üç oğlunun soylarının devam ettiği kesin
    ola­rak bilindiği halde, onlarla birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulan
    diğer mü’minlerin soylarının devam edip etmediği hu­susunda ihtilâf vardır. İbn
    Abbas’tan gelen bir rivayete göre, sâ­dece Hz. Nuh (a.s.)’m soyu devam
    etmiştir, dolayısıyla yeryüzün­deki insanların tümü, onun soyundandır; insan
    nesli, onun üç oğlu Sâm, Hâin ve Yâfes’in nesilleriyle devam etmiştir.[53] Bu
    riva­yetin Tevrat’ta verilen bilgilere dayandığı görülmektedir. Çünkü orada Nuh
    (a.s.) ile birlikte gemiye binen ve tufandan kurtulan­ların, Nuh (a.s.)’ın
    hanımı, üç oğlu ve onların hanımlarından İbaret olduğu ve dolayısıyla insan
    soyunun onlardan devanı ettigi bildirilmektedir.[54]
    Müfessirlerin ekseriyeti, Tevrat’ta yer alan onların dışındaki tüm insanların
    evlât bırakmadan helak oldu­ğu, dünyada sâdece Nuh (a.s.) ve zürriyetînin
    kaldığı şeklindeki bu görüşü benimsemiştir.

    Ancak Kur’ân-ı Kerim,
    Tevrat’tan farklı olarak kurtulanlar arasında sayıları az da olsa Nuh (a.s.)’a
    iman etmiş diğer mü’ minlerin bulunduğunu haber vermektedir. Ayrıca Hz. Nuh
    (a.s.)’ m ailesinden olmayan bu insanların nesillerinin devam ettiği şeklinde
    anlaşılabilecek ifadeler de kullanmaktadır. Bâzı müfes-sirler, bu bilgilere
    dayanarak, Tevrat’a dayanan meşhur görüşe karşı çıkmışlar, gemideki diğer
    mü’minlerin nesillerinin de de­vam ettiği neticesine ulaşmışlardır. Bu kanâatte
    olan Mevdûdî, insan neslinin Hz. Nuh {a.s.)’m üç oğlundan devam ettiği şeklin­deki
    yanlışın Tevrat’tan kaynaklandığına işaretten sonra, onlarla birlikte gemiye
    binen diğer insanların nesillerinin de devam etti­ğine delil olarak şu iki
    âyeti gösterir:[55]

    “Ey
    İsrailoğullanl Siz, Nuh ile birlikte gemide taşıdığımız in­sanların
    soyundansımz. Nuh’u rehber edinin; çünkü o, çok şükre­den bir kul idi.[56]

    “İşte bunlar,
    Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygam­berlerdir. Bu peygamberler,
    Âdem’in ve Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın soyundan İbrahim ve
    ismail’in neslinden ve hidâ­yete erdirip seçtiğimiz kimselerdendir…[57]

    Aynı görüşü paylaşan
    Elmalılı ise, kanâatini şöyle açıkla­maktadır:

    “Gemide bulunan
    diğer mü’minlerin hepsi nesil bırakma­dan vefat etti, denilmişse de, biz bunu,
    Hûd suresinin 48. âyeti­ne uygun bulmuyoruz ki, bu âyette şöyle
    buyurulmaktadır:

    “Denildi ki: Ey
    Nuh! Sana ve seninle birlikte olanlara bizden selâm ve bereketle gemiden in!
    Fakat ileride kendilerini bir çok nimetten faydalandıracağımız, sonra da bu
    yüzden kendilerine tarafımızdan acıklı bir azap dokunacak nice ümmetler
    olacaktır.”

    Çünkü, âyette geçen
    ‘seninle birlikte olanlar’ ifadesiyle, ay­nı surenin 40. âyetindeki ‘onunla
    beraber iman edenler pek azdı.’ diye belirtilen az kişilerin kasdedilmiş olduğu
    açıktır. O halde, buradaki tahsisin, gemidekilere değil, boğulanlara nispetle
    ol­ması daha uygundur. Bununla birlikte denilebilir ki, gemidekile-rin nesli,
    tağlib yoluyla, onun zürriyeti hükmünde tutulmuş, bakî kalanlar, onun zürriyeti
    sayılmış, Nuh (a.s.)’a ‘İkinci Âdem’ denilmiştir.[58] 

     

    K. Tufanın Kapladığı Alan

     

    Kur’ân-ı Kerim’deki atıflar
    ve Tevrat’taki bilgilerden, Hz. Nuh (a.s.) ve kavminin Irak’ta Musul
    dolaylarında yaşadığı anla­şılmaktadır. Kur’ân’da, tufanın sâdece Nuh kavmini
    kaplayıp suda boğarak helak ettiği ifade edilmiş; ancak tufanın yalnızca bu
    kavmin yaşadığı bölgeyi mi, yoksa bütün yeryüzünü mü kap­ladığı
    açıklanmamıştır. Bununla birlikte kapladığı alan açıklan­masa da, Kur’ân-ı
    Kerim’de verilen bilgilerden, tufanın sâdece Nuh kavmini ilgilendirdiği ve
    dolayısıyla bölgesel olduğu netice­sini çıkarmak mümkündür. Diğer yandan
    tufanın Dicle ve Fırat havzasını kapladığı şeklindeki bilgiler, arkeolojik
    kalıntılar ve jeolojik delillerle de te’yid edilmiş bulunmaktadır. Mezopotamya
    ovasının önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak’ta yapılan arkeolojik
    araştırmalar, Sümer ve Akad’m korkunç sel felâketine mâruz kaldıklarını ortaya
    çıkarmıştır. Leonard Woolley, 1927-1929 yılları arasında Ur şehrindeki bir
    mezarlıkta yaptığı araş­tırmalarda, büyük bir sel tarafından getirildiği
    anlaşılan ve mev­cut medeniyeti bütünüyle sona erdiren 2,5 metre kalınlığında bir
    çamur tabakası keşfetmiştir.[59]
    Erich Schmidt 1920-1930 yılları arasında Güney Mezopotamya’nın tarihi
    kentlerinden Şuruppak’ ta yaptığı kazılarda bu şehirde milâttan önce 2900-3000
    yılları civarında büyük bir sel felâketinin yaşandığı neticesine ulaşmış­tır.
    Tufan izlerini taşıyan bir başka şehir ise, Sümerlüer’in Kiş şehridir. Sümer
    kayıtlarında bu şehir, “Büyük Tüfan’dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın
    başkenti” olarak nitelendirilmiştir. Uruk kentinde de, diğerlerinde olduğu
    gibi, milâttan önce 290ü-3000 civarına tarihlenen bir sel tabakasına
    rastlanmıştır.[60] Tev­rat’ta ise, bunun
    zıddına, tufanın bütün yeryüzünü kapladığı bildirilmiştir.[61]

    önce geçtiği gibi
    Kur’ân-ı Kerim’de, insan ırkının tufandan sonra Hz. Nuh (a.s.) ve beraberindekilerin
    neslinden devam et­tikleri belirtilmiştir. Böyle olunca, tufanın bütün dünyayı
    kap­lamasına gerek kalmamaktadır. Çünkü bu ilâhî azabın muhata­bı Nuh kavmi
    müşrikleridir. Yeryüzünün başka bölgelerinde de insanların bulunduğunu var
    saydığımız takdirde, diğer kesimle­rindeki bu insanların, Nuh kavminin suçu
    sebebiyle boğulduğu­nu düşünmek gerekir ki, bunun imkânsızlığı açıktır.
    Tufandan sonra yeryüzünde gemidekilerin dışında hiç bir insanın kalma­dığı
    hususu kesin olduğuna göre, demek ki, tarihin o döneminde insanlar, yeryüzünün
    yalnızca bu bölgesinde yaşıyorlardı; daha sonraki asırlarda diğer kıtalara
    dağıldılar.

    Dicle ve Fırat
    vadisinin halkı, tufandan sonraki dönemler­de, 12 levha üzerine tufan kıssasını
    yazmışlar ve bu levhalarda, bölge halkının tamamına yakınının boğulduğunu;
    ancak bir ge­mi yapıp içine binen, aile fertlerini ve bâzı hayvan ve böcekleri
    de gemiye alan sâlih bir kişinin, gemidekilerle birlikte kurtulduğu­nu, artık
    yeryüzünü onların imar ettiğini belirtmişlerdir.[62]
    Tarih itibariyle Kitab-ı Mukaddes’ten çok daha eski olan bu kitâbeler-deki
    bilgiler, Kur’ân’m verdiği bilgilere uymaktadır.

    İnsanların başına
    gelen felâketler hakkında aktarılan riva­yetlerin en yaygın olanı, tufan
    rivayetleridir. Sümer, Akad, Bâbil, Asur, Yunan, Mısır, Hind ve Çin
    edebiyatlarında Hz. Nuh’un kıs­sasına benzer rivayetler mevcuttur. Aynı
    şekilde, Burma, Mala­ya, Doğu Hint adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile
    Amerika’nın bâzı bölgelerinde anlatılmakta olan bâzı rivayetler de bu kıssaya
    benzemektedir. Bu rivayetlerin çoğunda tufan, Yüce kudret’in öfkesine sebep
    teşkil eden bir günaha bağlanmakta­dır.[63]
    Bütün bunlar, o dönemde yerleşik dünyanın Musul ve ci­varından ibaret olduğunu
    göstermektedir. Buradan dağılan in­sanlar, aradan asırların geçmesiyle tufan
    olayının gerçek hikâ­yesini unutmuş olsalar da, bu hikâye onların
    tasavvurlarıyla karışmış olarak nesilden nesile aktarılmış bulunmaktadır.[64]

    Ancak Mecûsîler,
    ekseriyetle Nuh tufanının vuku buldu­ğunu kabul etmemişlerdir. Onlar, Ciyumirt
    adını verdikleri Â-dem’den itibaren, saltanatın kendilerinde olduğunu iddia
    eder­ler. Onlardan bâzıları, tufanı kabul etmekle birlikte, tufanın sâ­dece
    Babil şehri ve civarında vuku bulduğunu ve Şark’ta olan Ciyumirt ve kavminin
    bundan etkilenmediğini ileri sürmüşlerdir.[65]     

     

    L. Hz. Nuh (A.S.)’In Yaşı, Tufandan Sonraki Hayatı Ve Vefatı

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
    Nuh (a.s.)’m yaşıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir:

    “Andolsun ki.
    biz, Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, o, dokuzyüzelli yıl onların arasında
    kaldı. Sonunda, onlar zulümleri­ni sürdürürken tufan kendilerini yakalayiverdi.
    Fakat biz, onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret
    yaptık”[66]

    Görüldüğü gibi âyette
    Hz.  Nuh 
    (a.s.)’m 950 yıl kavmiyle birlikte olduğu belirtilmiş; ancak bu sürenin
    onun bütün Ömrü­nü, veya peygamberlik süresinin tamamını ya da tufana kadar
    olan safhasını içine aldığına işaret edilmemiştir. Dolayısıyla ta­rihçiler bu
    süre hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Me­selâ, İbn Abbas,
    kendisinden aktarılan bir rivayette, bu rakamı onun bütün ömrü olarak kabul
    etmiştir. Buna göre o, 40 yaşın­da 
    peygamberlik  görevine   getirilmiş,  
    890  yaşında  iken  
    tufan meydana gelmiş ve bundan sonra 60 yıl daha yaşamıştır. İbn Kesir
    gibi, bu süreyi sadece tufan öncesi peygamberlik müddeti olarak düşünenlere
    göre ise, Hz. Nuh (a.s.)’m yaşı bu rakamdan çok fazladır. Çünkü o, peygamberlik
    öncesi yaşadığı 40 yıl ya­nında, tufandan sonra da uzun süre hayatta kalmış ve
    peygam­berlik görevini devam ettirmiştir.[67] Hz.
    Nuh (a.s.)’m ömrü gibi kavminin ömürlerinin de uzun olduğu kuvvetle
    muhtemeldir. O asırlarda insanların azlığına karşılık ömürlerinin uzun olduğu
    anlaşılmaktadır.   Nitekim  Rasülullah  
    (s.a.v.),   bir  hadislerinde, insanların ömürlerinin zamanla
    kısaldığına işaret etmişlerdir.[68]

    Kur’ân-ı Kerim’de ve
    hadislerde Hz. Nuh (a.s.)’m tufandan sonraki hayatı ve vefatı hakkında bilgi
    verilmemiştir. Dolayısıyla bu konuda kesin bir rakam vermek mümkün değildir.
    Kabrinin bulunduğu yer hakkında da kesin bilgi yoktur. Ancak bâzı mer­kezlerde
    ona ait olduğuna inanılan kabirler mevcuttur. Taberî ve Ezrakî’nin naklettiği
    bir rivayete göre, onun kabri Mekke’de Mescid-i Haram’dadır. İbn Kesir, bu
    konuda nakledilen rivayet­lerin en sahihi kaydıyla aktardığı bu haberin
    ardından, onun kabrinin Belkâ’daki yerleşim merkezlerinden Kerek’te bulundu­ğunu
    ve bu merkezde onun adına bir cami yapıldığını bildiren bir haber daha aktarır.[69]
    Yakut ise, bir yerde, Ceziretü İbn Ömer/Cizre ile Semânın köyü arasında kalan
    Bâsûrîn civarındaki Deyru Abûn manastırı rahiplerinin, Hz. Nuh (a.s.)’ın
    kabrinin bu manastırda olduğunu iddia ettiklerini, [70] bir
    yerde de, meşhur Kerek şehrinden başka Baalbek yakınında büyük bir köy olan
    Kerek ve civarı halkının oradaki uzun bir kabrin Hz. Nuh’a ait olduğuna
    inandıklarını söyler.[71]
    Meşhur Seyyah İbn Battüta’nın Beyrut’tan sonra ziyaret ettiğini söylediği Kerek
    Nuh burası ol­malıdır.[72]
    Ancak o, orada Hz. Nuh (a.s.)’a ait bir mezarın bulun­duğundan sözetmemiştir.
    Necefte gördüğü üç büyük kabirden bahsederken ise, halkın bu kabirlerin Hz. Nuh
    (a.s.), Hz. Âdem (a.s.) ve Hz. Ali (a.s.)’e ait olduğuna inandığını
    belirtmiştir.[73]  

     

    M. Hz. Nuh (A.S.)’In Güzel Ahlâkı Ve Kıssasından İbretler

     

    Nuh (a.s.), kalbî,
    kavlî ve amelî itaatlerin tamamını içine alan şükretme[74]
    sıfatıyla meşhurdur. Nitekim Yüce Allah, onu çok şükreden bir kul olarak tavsif
    etmiştir:

    “Ey
    İsrailoğullarıl Siz, Nuh’la birlikte gemide taşıdığımız in­sanların
    soyandansınız. Nuh’u, kendinize rehber edinin. Çünkü Nuh, çok şükreden bir kul
    idi.[75]

    Nuh (a.s.), aynı
    zamanda sabır ve tahammülün zirvesini temsil ediyordu; inancı yüzünden başına
    gelen her türlü sıkıntı­ya asırlar boyu sabretti ve karşılaştığı bütün
    zorluklara rağmen tebliğ faaliyetini aksatmadan devam ettirdi. Büyük sabır ve
    ta­hammül sahibi/ülül-azm beş peygamberin zaman itibariyle bi­rincisi ve
    kendisinden sonraki peygamberler ve ümmetleri için sabır örneği oldu. Nitekim
    Allah Teâlâ, Hüd suresinde Hz. Nuh kıssasının sonunda, Peygamberimiz Hz.
    Muhammed’e ( s.a.v.) hitap ederek, ne kendisinin ne de kavminin önceden
    bilmediği bu kıssanın vahiy yoluyla bildirdiği gayb haberlerinden olduğu­nu
    hatırlatmış ve ona Nuh (a.s.) gibi sabretmesini tavsiye ederek, zaferin takva
    sahiplerinin olacağını müjdelemiştir:

    “İşte bunlar,
    sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce bunları ne sen biliyordun,
    ne de kavmin. O halde sabret! Şüphe yok ki, sonunda kazanacak olanlar takva
    sahipleridir.”[76]

    Nuh (a.s.),
    mü’minlerinin azlığına, onların da çoğunun fa­kir ve zayıf kimselerden olmasına
    ve kendilerine her türlü kötü­lüğün yapılmasına rağmen, hiç bir zaman Allah’ın
    yardımından ümidini kesmemişti. Aksine davetini yürütmek uğrunda elinden geleni
    yaparak sonucu Yüce Allah’a havale edip inkarcılara karşı yalnızca O’ndan
    yardım istedi ve sonunda muradına erdi. O ve az sayıdaki ashabı kurtulurken,
    kendilerini dünyanın yegane hakimi sayan gurur ve kibir sahibi çoğunluk,
    başlarına gelen tufan sebebiyle tarihin en Önemli ibret sayfalarından birini
    oluş­turdu. Bundan sonra da hep öyle olacaktı:

    “Daha önce Nuh da
    dua etmiş, Biz onun duasını kabul et­miştik. Böylece onu ve yakınlarını büyük
    sıkıntıdan kurtarmıştık. Onu, âyetlerimizi inkâr eden kavimden koruduk.
    Gerçekten onlar, fena bir kavim idi; bu yüzden de topunu birden suya gömdük.
    [77]

    Allah Teâlâ’nın iman
    eden ve salih amel işleyenlere yeryü­zünde zafer va’di ve onları Nuh (a.s.) ve
    ashabı gibi mutlu sona ulaştırması gerçeği başka bir âyette de şöyle dile
    getirilmiştir:

    “Allah, içinizden
    iman edip salih amel işleyenlere kesinlikle va’detmiştir ki, onlardan
    öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onla­rı da yeryüzünde hâkim kılacak ve
    kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve
    korkularının ardından bir güvene eriştirecektir.”[78]

    Nuh Tufanı, Cenab-ı
    Hakk’ın yüce kudretinin işaretlerin­den ve kâfirleri cezalandırdığı azapların
    en şiddetlilerinden ol­ması itibariyle de, insanlık için önemli bir ibret
    levhâsıdır. Pey­gamberlerini yalanlayan ve onlara her türlü kötülüğü yapan zâ­limlerin
    ne şekilde ilâhî azaba çarptırıldığını gösteren ilk örnek­tir:

    “Nuh kavmini de,
    peygamberlerini yalanladıkları zaman boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret
    yaptık. Biz, zâlimlere çok acıklı bir azap hazırladık.[79]

    “Su taştığı
    vakit, sizi gemide biz taşıdık; onu sizin için bir ibret ve öğüt ya­palım ve
    belleyici kulaklar onu bellesin diye yaptık.”[80]    

     

     

     



    [1] Bu konudaki hadisler İçin bkz. İbn Kesir, el-Bidâye,
    I, 100.

    [2] Hz. Nuh (a.s.)’ın isminin geçtiği sure ve âyet
    numaraları şöyledir: Âl-i Imrân sûre­si, 3/33; Nisa sûresi, 4/163; En’am
    sûresi, 6/84; A’râf sûresi, 7/59, 69; Tevbe sûresi, 9/70; Yunus sûresi, 10/71;
    Hûd sûresi, 11/25, 32, 36, 42, 45, 46, 48, 89; İbrahim sûresi, 14/9; İsrâ
    süresi, 17/3, 17; Meryem sûresi, 19/58; Enbiya sûre­si, 21/76; Hac süresi,
    22/42; Mü’minûn süresi, 23/23; Furkan süresi, 25/37; Şuarâ sûresi, 26/105, 106,
    116; Ankebüt sûresi, 29/14; Ahzâb sûresi, 33/7; Saffât süresi, 37/75, 79; Sâd
    sûresi, 38/12; Mü’min sûresi, 40/5, 31;Şûrâ süresi, 42/13; Kâf sûresi, 50/12;
    Zâriyât süresi, 51/46; Necm sûresi, 53/52; Kamer sû­resi, 54/9; Hadîd sûresi,
    57/26; Tahrim sûresi, 66/10; Nuh sûresi, 71/1, 21, 26.

    [3] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 112.

    [4] Nuh sûresi, 71/23

    [5] İbn Sa’d, I, 42; Taberî, Tarih, i, 90; İbn Kesir,
    Kasasu’l-enbiyâ, I, 91.

    [6] Buharı, Tefsir, 71. Buhârî’nin aynı yerde naklettiği
    bir rivayete göre, Nuh kavmi­nin taptığı bu putlar, daha sonraları Câhiliyye
    Arapları tarafından da ilah kabui edilmiştir. Benî Kelb’in putu olan Vedd,
    Dûmetül-cendel’de bulunuyordu   Suvâ’ ise
    Benî Hüzeyi’in putu idi. Benî Murâd ve Benî Gutayfa ait olan Yeğûs, Sebe ya­kınında
    Cevf’te dikiliydi. Yeûk putu Benî Hemdan’a, Nesr İse Himyerîler’e ait idi.

    [7] Îbnül-Esir, I, 68.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 113-114.

    [8] îbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, I, 84. Buhâri’nin Ebu
    Hureyre’den naklettiği şefaat hadisinde, Hz. Nuh,*ilk rasüi olarak
    tanıtılmaktadır. Rasülullah (s.a.v.), bu hadi­sinde şöyle buyurmuştur:

    “(Kıyamet gününde)
    insanlar, Âdem’e gelirler ve şöyle derler: ‘Ey Âdem! Sen beşeriyetin atasısın,
    Allah seni kendi eliyle yaratmış, sana kendi ruhundan üfle-miş, meleklere sana
    secde etmelerini emredince onlar sana secde etmişler ve sonra seni Cennette
    iskan etmiştir. Bizim için rabbine şefaatte bulunmaz mısın? Başımı

    za
    geleni, içinde bulunduğumuz durumu görmüyor musun?’ Bunun üzerine Âdem şöyle
    der: ‘Rabbim bir ağaca yaklaşmamı yasaklamışken O’na âsi oldum, bu yüz­den daha
    önce ve sonra hiç kızmadığı derecede bana kızdı ve öfkelendi Benim i-şim bana
    kâfidir, siz başkasına gidiniz, Nuh’a gidiniz.’ Onun etrafında toplananlar, bu
    defa Hz. Nuh’un yanına giderler ve şöyle derler: ‘Ey Nuh! Sen dünyaya gönde­rilmiş
    ilk rasülsün, Allah seni şükreden bir kul olarak tanıtmıştır, içinde bulundu­ğumuz
    durumu, başımıza gelen sıkıntıyı görmüyor musun? Bizim bağışlanmamız için
    rabbin nezdinde şefaatta bulunmaz mısın?’…” Hz. Nuh’un kendisine
    gelenleri Hz. Muhammed’e {sav.) göndermesi, onun şefaat etmesi ve şefaatinin
    kabul edil­mesi şeklinde devam eden hadisin tamamı için bkz. Buhârî, Enbiyâ, 3.

    [9] Kurân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un yaşı hakkında şöyle
    denilmektedir:

    “Andolsun ki, biz,
    Nuh’u kendi kavmine gönderdik de, O, dokuzyüzelli yıl onla­rın arasında kaldı.
    Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yaka-layıverdi. Fakat
    biz, Onu ve gemidekileri kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret yap­tık.”
    (Ankebut sûresi, 29/ 14-15).

    Ayette belirtilen 950 yıllık süreyi, peygamber olarak görevlendirilişinden
    tufa­na kadar geçen müddet olarak düşünenler de vardır. Bu takdirde, Hz. Nuh
    (a.s.), 950 yıldan fazla peygamberlik yapmış olmaktadır (bkz. İbn Kesir,
    Kasasu’l-enbiyâ, I, 117; Mevdûdi, Tefhim, IV, 235). Hz. Nuh’un yaşı hakkında
    daha sonra bilgi verilecektir (bkz. s. 126-128).

    [10] Hûd sûresi, 11/25-26.

    [11] Nuh süresi, 71/1-4.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 114-116.

    [12] Sebe’ suresi, 34/34-35

    [13] A’râf sûresi, 7/66.

    [14] Araf suresi, 7/75-76.

    [15] Îbnül-Esir, I, 68.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 116-118.

    [16] Zuhruf sûresi, 43/22-25.

    [17] Mü’minûn sûresi, 23/23- 25.

    [18] Hûd sûresi, 11/27.

    [19] A’raf süresi, 7/59-63.

    [20] Bu âyet, bilindiği kadarıyla, dini kabul hususunda bir
    zorlamanın olmadığım ve istemeyen kimselerin zorla dine sokulamayacağını
    gösteren ilk delil olmaktadır.

    [21] Hûd sûresi, 11/28-31. Bu âyetlerin indiği günlerde
    Rasülullah (s.a.v.) ile Kureyş eşrafı arasında da aynı şeyler yaşanıyordu.
    Mekke ileri gelenleri, aynı duygu ve düşünceleri taşıyorlardı. Onlar da,
    Peygamberimiz (s.a.v)’e zayıf ve fakir müsSûmanları yanından kovmasını teklif
    ediyorlar, hattâ İçlerinden bâzıları, onla­rı kovduğu takdirde kendileri ve
    yandaşlarının müsîüman olacaklarını söylüyor­lardı. Rivayete göre, bir
    defasında, Rasülullah (s.a.v), Selmân-i Fârisî ve bir grup fakir müsîüman ile
    beraber otururken, kabile liderlerinden Uyeyne b. Hısn yanla­rına gelmişti.
    Selman’m üzerinde yünden bir aba vardı ve onun içinde terlemişti. Uyeyne,
    Rasülullah (s.a.v)’e şöyle dedi; “Bunların kokusu seni rahatsız etmiyor
    mu? Biz Mudar boyunun liderleriyiz. Biz müsîüman olursak herkes müsîüman olur.
    Bizi sana inanmak ve senin peşinde gitmekten, işte bunlar alıko­yuyor. Onlan
    yanından kov ki, sana uyalım. Ya da, bize başka, onlara başka mec­lis tahsis
    et.” Rivayete göre Rasülullah (s.a.v.) onun teklifini mâkul buiur bir eği­lime
    girince, Kehf sûresinin 28. âyeti nazil oldu ve bu hususta şöyle uyarıldı:

    “Ey Muhammedi
    Rabierinin rızasını dileyerek sabah akşam O’na ibâdet eden (zayıf ve fakir) müslümanlarla
    birlikte candan sebat et. Sakın dünya hayatının al­datıcı ziynetine kapılıp
    gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi
    anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularının kulu kölesi olmuş, işi gücü haddi
    aşmak olan kimseye sakın uyma!”

    Başka bir defa da,
    Rasülullah’a gelen Kureyş büyükleri, fakir mü’minlerin yanlarından
    uzaklaştırılmasını istemişlerdi. Onların İman etmesini arzu eden Rasülulİah
    (sa.v.), bu teklifi kabule meyledince şöyle uyarıldı:

    “Rabierinin
    rızasını İsteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana
    bir sorumluluk; senin hesabından da onlara herhangi bir sorum­luluk yoktur ki
    onları kovup zâlimlerden olasın.” (En’am sûresi, 6/ 52)

    Yine aynı günlerde
    Peygamberimiz, Kureyş ileri gelenlerine İslâmı anlatmaya çalışıyordu. Tam bu
    sırada âmâ bir mûslüman olan Abdullah b. Ümmü Mektum yanlarına geldi ve ona
    bâzı meseleleri sormak istedi. Fakat muhataplarını gücen­dirmek istemeyen
    Rasülullah (s.a.v), onunla İlgilenmemiş, hattâ ısrarından dolayı biraz da
    yüzünü ekşitmişti. İşte bu yüzden Allah tarafından şöyle ikaz edildi:

    “Peygamber âmânın kendisine gelmesinden dolayı yüzünü ekşitti ve
    geri dön­dü. (Rasülüm! onun halini) sana kim bildirdi?! Belki o temizlenecek,
    yahut öğüt a-lacak da Öğüt ona fayda verecek. Kendini sana muhtaç görmeyene
    gelince, ki sen ona yöneliyorsun. Oysa onun temizlenip arınmasından sen sorumlu
    değilsin.” (A-bese sûresi, 80/1-7).

    [22] Şuarâ süresi, 26/105-115.

    [23] Hûd sûresi, 11/32-34.

    [24] Nuh sûresi, 71/5-Î2.

    [25] Hûd sûresi, 11/52.

    [26] Nuh sûresi. 71/13-20.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 118-126.

    [27] Kamer süresi, 54/9.

    [28] Şuarâ sûresi, 26/116.

    [29] Yûnus sûresi, 10/71-72.

    [30] Yusuf süresi, 12/101.

    [31] Nemi sûresi, 27/44.

    [32] Buhari,  
    Enbiya, 48. Bu hususta daha geniş bilgi için bkz. s. 52-57.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 126-128.

    [33] Nuh sûresi, 71/21-24.

    [34] Şuarâ sûresi, 26/118-119.

    [35] Nuh sûresi, 71/26-28.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 128-129.

    [36] Taberî, Tarih, I, 91.

    [37] Hûd süresi, 11/36-39.

    [38] Hz. Nuh ve Tufan hakkında aktarılan ve büyük kısmının
    uydurma olduğu anlaşı­lan İsrâİlî rivayetlerin bir değerlendirmesi hakkında
    bkz. Aydemir, Peygamberler, 47-55. Bu konudaki rivayetler için   ayrıca bkz. Taberî, Tarih, I, 91-92; İbn
    Kesir, Kasasul-enbiyd, I, 100-101.

    [39] Müfessirler, âyette geçen ve fırın, tandır, yeryüzü ve
    su kaynağı mânâlarına gelen “tennur” 
    kelimesi  hakkında  muhtelif görüşler  belirtmişlerdir.   Bu 
    görüşlerden meşhurları şöyledir:

    1. Müfessİrlerin
    çoğu, tennûr’un bir ocak, bir fınn olduğunu kabul etmişler­dir. Ancak onlar, bu
    ocağın kime ait olduğu, nerede bulunduğu hususunda farklı görüşler ileri
    sürmüşlerdir. Bu görüş mensuplarına göre, sular, suyun kazanda kaynaması
    şeklinde fırından kaynayıp fışkırmaya başlamıştır. Mevdüdî, kelime

    nin başındaki harf-i
    ta’rifi/belirlilik takısını dikkate alarak, bu fırının tufanı baş­latmak üzere
    modeli Allah tarafından belirlenmiş özel bir fınn olduğunu ve emir gelir gelmez
    suyu kaynatmaya başladığını söylemiştir {Tefhim, II, 394).

    2. Âyette
    geçen tennûr, yeryüzüdür. Yani yeryüzünün çeşitli yerlerinden ateş
    mahalli,  fırın demek olan  tennurlar ortaya çıkmıştır.  İbn 
    Kesir bu görüştedir {Kasasu’l-enbiyâ, I, 101).

    3.
    Tenııur,  burada yeryüzünün yüksek mevkileri
    demektir.  Harikulade bir olay olarak
    oralara bile sular fışkırmıştır.

    4. Âyette
    geçen “Fare’t-tennûr” İbaresi, şafak attı, tanyeri ağardı, sabah oldu
    mânâsına gelir. Bu görüş, Hz. Ali’den nakledilen bir rivayete dayandırılmıştır.

    5. Bu tâbir,
    iş kızıştı, şiddetlendi mânâsına kullanılmıştır.

    6. Hasen-i
    Basrî’den nakledilen rivayete göre ise, tennûr gemide suyun top­landığı yer
    demektir.

    Bu görüşleri aktaran
    ElmaUlı, âyetteki feveran tâbirinin mânâsının şiddetli bir şekilde kaynamak ve
    fışkırmak olduğuna işaret etmiş, buradan geminin bu­harla çalışan bir gemi
    olabileceği ihtimali üzerinde durarak şu yorumu yapmış­tır:

    “Görülüyor ki,
    müfessirlerin rivayetlerinin bâzı noktaları, arzettiğimiz bu mânâya değinir bir
    yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalı­şan bir vapur
    olduğunu hatırlatır niteliktedir. Rivâyetlerdeki bu ayrıntılar da gö­rüldükten
    sonra, biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennürun gerçek anlamıyla bir ocak
    olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olması­na
    da engel değildir. Müfessirlerin ekseriyetinin tennûr’un ocak olduğu hakkın­daki
    rivâyetiyle bu yorum arasında çelişki de yoktur. Harf-i ta’rif ile
    “et-tennûr” buyurulması, bunun gemiye ait bir ocak olduğuna açıkça
    işaret eder. Aynı za­manda Hz. Nuh (a.s.)’a ait bir tennûr olması da buna engel
    değildir. Çünkü bu onun bir mûcizesidir… (Lügat bakımından) tennürun
    feveranı, gemideki yapım i-şinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de
    başlangıcı ve şartı olarak gös­terilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde
    bulundurulursa, tennürun feveranı­nın, gemiyi harekete geçiren kuvveti ifâde
    ettiği anlaşılır… Âyetin bu zahirine karşı, ‘o zaman öyle bir vapur nasıl
    yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutu­lur mu idi?’ gibi vehim ifade eden
    bir İki soru akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan
    kaybolup gitmiş bir takım sanatların oiduğu bile ta­rihî misallerle sabittir.
    Kaldı ki Nuh (a.s,), gemisini beşerin bilgi ve tecrübe biri­kimiyle değil,
    doğrudan doğruya Allah’ın vahyi ve yine Onun gözetiminde yap­mıştır…”
    (Bkz. Hak Dini, IV, 539-540).

    [40] Mü’minun süresi, 23/ 26-29

    [41] Nuh’un (a.s.) yakınlarından helakine hüküm verilen iki
    kişi, karısı ile onun gibi iman etmeyen oğludur. Rivayetlerde, karısının
    adının   Vâile, boğulan oğlunun a-dının
    ise Kenan olduğu bildirilmiştir.

    [42] Hûd sûresi, îl/40-42.

    [43] Kamer sûresi, 54/10-17.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 129-134.

    [44] Hûd süresi, 11/42-43.

    [45] Hud suresi, n/45-47.

    [46] Tahrim sûresi, 66/ÎO. Âyette geçen hainlikten maksat,
    âlimlerin büyük ekseriye­tine göre, bu iki kadının kocalarının peygamberliğine
    iman etmemeleridir. Yoksa bu iki kadının kocalarını başka erkeklerle
    aldatmaları söz konusu değildir. Şöyle ki, Uz. Nuh (a.s.)’ın karısı, toplumun
    müşrik alaycılanyla birlikte, kocasıyla alay etmiş, onun mecnun olduğunu
    söylemiş ve yine onun bir takım sırlarını ifşa et­miştir. Hz. Lût (a.s.)’in
    karısının ihaneti ise, kocasına gelen misafirleri kafirlere ihbar etmesidir.
    Peygamber hanımlarından hiç birinin zina etmediği ve dolayısıyla bu iki kadının
    kocalarına ihanetlerinin de zina olmadığı bütün tefsirlerde beyan edilmiştir.
    Bu anlayışa göre, Cenab-ı Hak, kendisine elçi seçtiği peygamberlerinin evini bu
    çirkin fiilden korumuştur (geniş bilgi için bkz. Elmalılı, VIII, 167 vd.).

    Ancak sayıları az da olsa, bunun zıddına düşünen âlimler olmuştur (Bu ko­nudaki
    görüşler için bkz. Neccâr, 54 vd.).

    [47] Tevbe sûresi, 9/23.

    [48] Mücâdele sûresi, 58/22.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 134-137.

    [49] Bu konudaki rivayetler için bkz. Taberî, Tarih, I,
    95-96; Îbnül-Esir, I, 70; İbn Kuteybe, Maârif, 12.

    [50] Hûd sûresi, 11/44. İlk müfessirlerden Mücâhid, Cûdî
    aağınm, Cezire’de bir dağ olduğunu söylemiştir (Buharı, Enbiyâ, 3). Taberi,
    geminin Kardâ’da bulunan Cüdi dağına demirlediğini, gemide bulunan seksen
    kişinin o civarda seksen ev yaptığını, bu evlerden meydana gelen Semânîn
    köyünün onların sayısı olan sek­sen sayısından isimlendirildiğini ve bu köyün,
    kendisinin yaşadığı yıllarda (hicrî üçüncü asrın sonu-dördüncü asrın başı) aynı
    ismi taşıdığını söyler {Tarih, I, 96). Taberİ’nin bahsettiği Karda bölgesi,
    sonradan Cizre’nin kurulduğu yörenin adıdır. Mes’üdî de Cüdî dağının Bâsûrîn
    ile Cezİretü İbn Ömer (bugünkü Cizre) yakının­da bir dağ olup, Dicle nehrine 8
    fersah uzaklıkta bulunduğunu zikreder. Hz. Nuh ve beraberindeki 80 kişinin
    dağın eteğinde sayılarınca kurdukları Semâ-nîn/Seksenler adı verilen köyün,
    kitabını yazdığı günlere, yani hicri 332 yılına kadar aynı isimle bilindiğini
    söyler (Mürûcu’z-zeheb, I, 74). Bu arada, Buhâri, İbn Ebî Hatim, Abdürrezzak ve
    Taberî gibi muhaddis ve tarihçiler, Katâde’den, Cezire bölgesi fethedildiğinde,
    orduda bulunan bâzı sahabilerin Cûdî dağında geminin

    kalıntılarını gördüğüne
    dâir bir haber aktarmışlardır (Mevdüdî, Tefhim, IV, 237, VI, 51).

    1229 yılında vefat
    etmiş olan meşhur tarihçi ve coğrafyacı Yakut el-Hamevî, meşhur eseri
    Mu’cemül’büldân’da, Tevrat’tan “harfiyyen Arapçaya tercüme etti­ğini”
    söyleyerek şu bilgiyi aktarmıştır:

    “Tufan, Nuh’un
    Ömrünün 600. yılında, İkinci ayın onyedinci gününde vuku buldu. Yağmur 40 gün
    40 gece sürdü. Sular, 150 gün boyunca yeryüzünde kaldı. Gemi, tufanın yedinci
    ayının onyedinci gününde Cüdî’ye demirledi…” [Mu’cemü’l-büîdân,
    Darül-fikr, Beyrut, II, 179). Süleyman Ateş, bu ifâdeyi, Yakut’un zama­nında
    elde bulunan bâzı Tevrat nüshalarında dahi geminin Cûdi dağına demirle­diğinin
    yazıldığına bir delil olarak değerlendirmiş, zamanla bu nüshanın kaybol­ma
    ihtimâline işaret etmiştir [Çağdaş Tefsir, IH, 361, IV, 311).

    Eski tarihler de, geminin
    oturduğu dağın Cûdî dağı olduğunu te’yid etmekte­dir. Mesela, M.Ö. üçüncü asrın
    ortalarında yaşamış olan Bâbil’in dînî lideri Berasus, Keldânüerle ilgili tarih
    kitabında, geminin Cûdî dağı üzerine demirledi­ğini söyler (Mevdûdî, Tefhim,
    II, 390).

    Aristo’nun
    talebelerinden Abydenus ise, bu rivayeti nakletmenin de ötesinde, bâzı
    Iraklılar’m, bu gemiden kalma parçalara sahip olduklarını, içine bu parçalan
    daldırdıkları suyun şifalı olduğuna inanarak, bu suyu hastalara içirdiklerini
    yazmıştır (Mevdûdî, Tefhim, II, 396; Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, IV,
    384 ). Van gölünün kuzeyinden ziyâde güney ve güneybatısındaki yöreyi ifade
    eden “Yüksek memleket” anlamındaki “Urartu” kelimesinin
    Kitab-ı Mukaddes yazarla­rınca yanlış seslendirilmesi sonucunda ortaya çıkan
    Ararat kelimesi (Tekvin, 8/4), hatalı yorumlanmış ve Nuh’un gemisinin
    demirlediği yer olarak Ağrı dağı gösterilmişse de, bu gerçeğe uygun
    görülmemektedir. Bu yanlışa işaret eden Hikmet Tanyu, gerek Cûdi dağının
    yapısının, gerekse konuyla ilgili tarihî bilgi ve rivayetlerin, Kurân-ı
    Kerim’de geminin üzerine oturduğu bildirilen Cudi dağının, Cizre bölgesindeki
    dağ olduğu kanâatini destekler mahiyette olduğunu belirtir (“Cudi
    Dağı”, DÎA, VIII, 79-80).

    Diğer yandan Ağrı dağı,
    gemiden inenlerin barınıp hayatlarını sürdürmelerine müsait bir ortam olmadığı
    gibi, bu dağda Nuh’un gemisiyle ilgili yapılan yoğun araştırmalardan hiçbir
    olumlu netice alınamamıştır.

    Buna karşılık, 19701i
    yıllarda Cûdî dağına çıkan Alman araştırmacı Freideric Bender, bu dağda bulunan
    bâzı tahta parçalarının 6630 yıllık olduğunu tespit ederek, Nuh’un gemisinin
    kalıntılarını Ağrı dağında arayan Batı basınını CûdîVe yöneltmiştir (A. Yaşın,
    “Nuh’un Gemisi, Cûdî ve Cizre”, Hz. Nuh’tan Günümüze Cizre
    Sempozyumu, İstanbul 1999, s.40}.

    [51] Ebu Hureyre’den gelen bir rivayete göre. Rasülullah
    (s.a.v.), hicretten sonra Me­dine’de Aşürâ günü oruç tutan bir grup Yahudi ile
    karşılaşmıştı. O gün oruç tutmalarının sebebini sorunca, Hz. Musa ve Benî
    İsrail’in Firavun ordularının önünden kaçtıkları sırada o günde boğulmaktan
    kurtulduklarını, yine Nuh’un gemisinin o gün Cûdî dağına demirlediğini; bu
    münasebetle Hz. Musa ve Hz. Nuh’un Allah’a şükür niyetiyle Aşûra günü oruç
    tuttuklarını söylediler. Bunun üzerine Rasülullah, “Ben Musa’ya onlardan
    daha yakınım, bu gün oruç tutmaya daha haklıyım.” dedi, Aşûrâ günü oruç
    tuttu ve ashabına da oruç tutmalarını tavsiye etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned,
    II, 360).

    [52] Saffât sûresi, 37/75-82.

    [53] Taberi, Tarih, I, 97; Sâbûnî. Safvetü’t-tefâsir, V,
    255.

    [54] Tekvin, 6/18; 7/7,;  
    9/18-19.

    [55] Tefhim, II, 394.

    [56] îsrâ sûresi, 17/3.

    [57] Meryem sûresi, 19/18-24.

    [58] Hak Dini Kuran Dili, VI, 441.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 137-141.

    [59] Harman, Ö. F., “Kitâb-ı Mukaddes ve Diğer Dinlere
    Göre Hz. Nûh ve Tufan”, Hz. Nuh’tan Günümüze Cizre Sempozyumu, İstanbul
    1999, s. 14; Cavit Yalçın, Kavim-lerinHelâki, İstanbul 1995, 18-28.

    [60] Yalçın, 21.

    [61] Tekvin, 7/18-24.

    [62] Tabbâra, 85 (R. More’den naklen).

    [63] Çeşitli kültürlerdeki Tufan rivayetleri hakkında bkz.
    Harman, agm., 16-20 Yal­çın, Kavimlerin Helaki, 24-28..

    [64] Mevüdî, Tefhim, II, 396

    [65] Taberî, Tarih, I, 97; tbnül-Esir, I, 73. Tufanı inkâr
    etmenin, ateşe tapan şeytanın tabileri Mecusilerin bîr inancı olduğunu ve bir
    safsatadan, ağır bîr küfür ve koyu bir cehaletten kaynaklandığını söyleyen İbn
    Kesir, eski Hindliler’in de tufanı ka­bul etmediklerini ilâve eder. Diğer
    milletlerde ve din ehlinde tufanın vuku buldu­ğu hususunun kesin kabul
    gördüğünü, tufanın tüm dünyayı kapladığını, Nuh’un duası istikâmetinde
    yeryüzünde hiç bir kâfir kalmadığını belirtir (Kasasul-enbiyâ, I, 114).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 141-143.

    [66] Ankebut süresi, 29/14-15.

    [67] Bu konuda bkz., İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, I, 117;
    Mevdüdi, Tefhim, IV, 235- Bu hususta başka rivayetler de vardır Hatta onun
    toplam ömrünü 17001ü rakamla­rın üstüne çıkaranlar olmuştur (Bu konudaki
    rivayetler için bkz. İbn Kuteybe, el-Maârif, 11; İbn Sa’d, I, 40-41; Taberî,
    Tarih, I, 90-91; İbnül-Esir, I, 68; İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, I, 84; Ömer A.
    Ömer, Ülü’l-azm mine’r-rusul, I, 57 vd.; Seyyid el-Vekü, I, 95).

    950 rakamı Tevrat’ta da geçmekte ve orada, bu müddetin onun bütün ömrü­nü
    içine aldığı, Hz. Nuh’un tufan sırasında 600 yaşında olduğu (Tekvin, 7/6), tu­fandan
    sonra 350 yıl daha yaşadığı ve 950 yaşında öldüğü zikredilmektedir (Tek­vin, 9/
    28-29).

    [68] Buharı, Enbiyâ, 1.

    [69] el-Bidâye, I, 120. Bir rivayette de, Kabe’de üçyüz
    peygamberin kabrinin bulun­duğu, Hz. Nuh (a.s.), Hz. Hüd (a.s.) ve Hz. Salih
    (a.s.)’e ait kabirlerin Mültezem ile Mekam-ı İbrahim arasında kaldığı
    bildirilmiştir (Fâkihî, Ahbâru Mekke (nşr. Abdülmâlİk Abdullah Düheyş), Beyrut
    1414, II, 291; ayrıca bkz. Hasen-İ Basıl, Fezâilü Mekke (nşr. Sami Mekkî
    el-Ânî), Kuveyt 1400, I, 20).

    [70] Mu’cemül’bûldân, Darül-fıkr, II, 496.

    [71] Mu’cemû’l-büldân II, 453.

    [72] Rıhle, I, 82.

    [73] Rıhle, I, 199.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 143-145.

    [74] ibn Kesir, Kasasu’l-enbiuâ, I, 115.

    [75] Isrâ sûresi, 17/3.

    [76] Hûd sûresi, 11/49.

    [77] Enbiyâ sûresi, 21/76-77.

    [78] Nur sûresi, 24/55.

    [79] Furkân sûresi, 25/37. Görüldüğü gibi, bu âyette, Nuh
    kavminin, sâdece kendi peygamberleri Nuh (a.s.)’ı değil, çoğul olarak
    “peygamberlerini yalanladıkları” be­lirtilmektedir. Bunun sebebi,
    kendilerine gönderilen peygamberi inkâr eden ka­vimlerin, aynı zamanda
    peygamberliği de inkâr etmeleri   veya
    bir peygamberi ya­lanlayan toplumların aynı zincirin halkaları durumunda olan
    diğer peygamberleri de yalanlamış olmalarıdır. Çünkü peygamberlerin tamamına
    birden iman etmek gerekir.  Bu bakımdan
    Âd, Semûd, Lut ve Eyke kavimleri için de, aynı şekilde “peygamberleri
    yalanladıkları” ifâdesi kullanılmaktadır:

    “Ad kavmi de
    gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Hûd, onlara şöyle
    demişti: Allah’tan korkmaz mısınız? ” ( Şuam sûresi, 26/123-124).

    “Lut kavmi de
    gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman kardeşleri Lut, onlara şöyle
    demişti: Allah’tan korkmaz mısınız?” (Şuara sûresi, 26/160-161).

    “Eyke halkı da
    gönderilen peygamberleri yalanladı. Bir zaman Şuayb, onlara şöyle demişti:
    Allah’tan korkmaz mısınız?” (Şuara sûresi, 26/176-177)

    “Allah’ı ve
    peygamberlerini inkâr edenler, Allah ve peygamberleri arasında ayrılık
    gözetenler, ‘onların bir kısmına inanır, bir kısmına inanmayız.’ diyerek ikisi
    arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar, gerçekten kafir olanlardır.
    Biz, kâfir­ler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

    Allah’a ve
    peygamberlerine iman edip onlar arasında hiç bir ayınm gözetme­yenlere gelince,
    Allah, işte onlara mükâfatlarını verecektir. Allah, çok affeden ve

    çok merhamet edendir.” (Nisa sûresi, 4/150-152).

    [80] Hakka sûresi, 69/11-12.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 145-147.