Peygamberler Tarihi Sabuni

Peygamberlerin Ma’sumiyeti



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1


PEYGAMBERLERİN MA’SUMİYETİ.
1

 

 

 

 

 

 

 

 


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

 


PEYGAMBERLERİN
MA’SUMİYETİ

 


Peygamberlerin
Masumiyeti

 

‘Peygamberlerin, kişiliklerine
zarar verici veya yüceliğini boşa giderecek yahut insanlık değerini alçaltacak
her türlü şeyden sakınmaları, masiyetlerden uzak olmaları ve şehevi duygulara
yeni arzu ve isteklerine göre hareket etmekten vaz­geçmeleri suretiyle
insanlığın bekası için seçilmiş olmaları on­ların özelliklerindendir…

Bundan dolayı
Peygamberler -Allah’ın salât ve selâmı on­ların üzerine olsun- yaratılış yani
huy veya ahlak bakımından insanların en mükemmeli, amel işleme bakımından
insanların en zeki olanı, nefislerine hakim olma bakımından insanların en temiz
olanı ve gidişatları ile metod bakımından insanların en güzel olanıdır. Çünkü
onlar, insanlık için “güzel bir örnek” ve “güzel bir model”
olan kimselerdir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce Allah, insanlara; onlara
uymalarını, onların ahlakıyla ahi aklanmalarını ve hayat şartlarının getirmiş
olduğu her ko­nuda onların metoduna göre hareket etmelerini emretmiştir. Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“O
(Peygamberler), Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi) Sen
de onların dosdoğru yollarına uy.”
[1]

Yüce Allah konuyla
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“(Ey iman
edenler!) And olsun ki sizin için, Resulullah ‘en güzel örnektir’…”
[2]

Yine Yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu o (ismi daha
önce geçen Peygamberler,) katı­mızda seçkin ve iyi kimselerdendirler.”
[3]

 


Masumiyetin
Lügat Ve Şer’i (Terim) Anlamının Tarifi

 

“İsmet”
(ma’sumiyet) kelimesinin, lügat anlamı; “koru­ma’^ “men etme”
anlamındadır. Araplar, bu kelimeyi; “Ben, onu yemekten korudum” Yani
“Ben, onu yemeğe ulaşmaktan menettim” veya “Ben, onu yalan
söylemekten korudum” Yani “Ben onu yalan söylemekten menettim”
şeklinde kullanırlar. Bu kelimenin geçtiği yerler şuralardır:


1.
Bu
kelime, Yüce Allah’ın, şu ayetinde aynı anlamda kullanılmıştır:

“(Nuh’un oğlu,
babasına: ) ‘Beni, sudan (boğulmaktan) <koruyacak'(=ya’sumini) bir dağa
sığınırım’ dedi”
[4]

Yani “Beni,
boğulmaktan ‘men edecek’ (yemneuni) bir dağa sığınırım” demektir.


2.
Yine aynı
kelime, Yüce Allah’ın şu ayetinde de, bu an­lamda kullanılmıştır:

“(Azizin hanımı,
misafir ettiği kadınlara) ‘O(Yusuf)’dan murad almak istedim. Ama O, kendini
(bundan) ‘korudu’ (= iste’same)”
[5]

Yani “O, benim bu
isteğimi şiddetli bir şekilde menetti (= imtenea)” demektir.


3.
Hadisi
şerifte de de geçtiği üzere; bu kelime, Resulullah (s.a.v)’in şu sözünde de bu
anlamda kullanılmıştır:

“İnsanlar, ‘La
ilahe illallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) deyinceye kadar (onlarla)
savaşmakla emrolundum. Şimdi her kim, ‘La ilahe illallah’ ( Allah’tan başka
ilah yoktur) derse, mallarını ve canlarını benden ‘korumuş'(~ asamû)
olur.”
[6]

Yani kanlarını ve
mallarını benden ‘menetmiş’ (— meneu) olur.

Kurtubî, bu hadisin
şerhinde şöyle der: “Hadiste geçen ‘ismet’ kelimesi, ‘korumuş’ (=
menetmiş) anlamında kullanıl­mıştır. Çünkü bu, masiyetleri işlemeyi men
ettiğinden dolayı bu isimle adlandırılmıştır.”

Bazı kimselerin;
“İsmet”, ‘bir Allah’a mahsustur veya is­met, Allah’a ve O’nun
Peygamberlerine mahsustur. Çünkü ismet, istenilen suçlarda ve günahlarda
meydana gelir’ şeklin­deki sözleri, büyük hatalardandır. Zira ismetin, Şanı
Yüce Al­lah’a nispet edilmesi doğru değildir.

Terim (şer’i) anlamına
gelince ise ismet; Yüce Allah’ın, nebilerini ve resullerini günahlardan,
masiyetleri. çirkinlikleri ve haramları işleme gibi meydana gelebilecek olan
şeylerden korumasına denir… Buna göre ismet, yalnızca Peygamberler için
yürürlüktedir. Zira ismet, Yüce Allah’ın, Peygamberleri; şereflendirdiği ve
diğer insanların üzerine seçtiği vasıflardan birisidir. Bundan dolayı da Yüce
Allah, bu vasfı, sadece Pey­gamberlere vermiştir. Böylece Yüce Allah onlara, bu
büyük masum olma nimetini vermiş. Onları, küçük-büyük her türlü masiyetleri ve
günahları işlemekten korumuştur. Bundan dolayi Peygamberlerden, masiyetin veya
diğer insanların aksine Şanı Yüce, Allah’ın emirlerine muhalefetin meydana
gelmesi mümkün değildir.

Bunun hikmeti sebebi
şöyledir: Şanı yüce olan Allah, in­sanlara, onlara tabi olmalarını, uymalarını
ve onların gittikleri metod üzerine gitmelerini emretmiştir. Zira onlar.
Allah’ın ya­rattıkları kimseler için güzel bir örnek ve uygun bir model; bü­tün
insanlık için ise mükemmel bir örneklik teşkil ederler. Bu­na göre eğer
Peygamberlerden masiyet meydana gelse veya büyük  günahlar 
ile  küçük  günahları 
işleşelerdi,   o  zaman masiyet meşru olur yahut ta onlara
itaat etmek bize vacip ol­mazdı. Bu ise uygun olmayan bir davranış olup aynı
zamanda da mümkün olmayan bir durumdur. Halbuki Peygamberler, < önder olan
kimselerdir. Eğer Peygamberlerde bu gibi davranışlar olduğu taktirde, (böyle
önder olan bir kimsenin) insanlara 1 faziletli olmayı emretmesi ve çirkinliği
yasaklaması, üstelik bununla da kalmayıp bizzat kendisinin çeşitli kötülükleri
ve çirkef olan şeyleri işlemesi,(böyle bir kimse için) nasıl uygun olur?
Üstelik masiyetler ve günahlar -bilindiği üzere- manevi necasettir. Bu ise
pisliklere ve hissi necasetlere benzer. Buna göre böyle şeylerin nebilere ve
resullere nispet edilmesi nasıl caiz olur?

Hadisi şerifte de,
masiyetlerin gizli necaset olduğuna işaret edilmektedir. Bu konudaki Resulullah
(s.a.v)’in sözü şu şekil­dedir:

“Sizden her kim,
bu (masiyet türü) pislikten bir şey işlerse, onu, gizli tutsun. Çünkü bize
ondan bir parça aktanrsa, ona, Allah’ın kitabını uygularız.”
[7]

Rivayet edildiği gibi,
bu hadisin anlamı şöyledir: “Kim iş­lediği masiyeti ortaya çıkarırsa ve
onu açıklarsa, ona, had ce­zası vurulması gerekmektedir.”

Kısacası: Bu
anlatılanlara göre; şeriat ve akıl, Peygamber­ler için masumiyetin gerekli
olduğunu söylemektedir. Zira peygamberin kendisine uyulmasını ve tabi
olunmasını engelle­yici; pislikleri ve necis şeyleri veya hırsızlık, yol
kesici, içkici, zina vb. şeyler yapması nasıl caiz olur?!

Peygamberin gidişatı,
güzel olmadığında veya hayatı, kü­çük- büyük günahlara karıştığında,
peygamberin sözünün, in­sanlara nasıl bir etkisi olur?

Bunların aksine
peygamberin hayatının, hidayet nuruyla aydınlanmış, iffet ve temizliğiyle
tanınmış; üstün, güzel ve dü­rüstlükle süslenmiş bir fazilet ve bir yüceliğe
göre olması ge­rekmektedir. İşte bu, PEYGAMBERLERİN MASUMİYETİni gösterir!

“el-Akidetü’l-İslamiyye”
adlı kitabın “Masumiyetin Vas­fı” başlığı adı altında şöyle
denilmektedir:

“Yüce Allah’ın,
Resulullah (s.a.v)’in; ümmeti için “en bü­yük bir örnek” olduğuna
şahadet etmesinin yanı sıra Allah’ın nassı ile sabit olan özellikler bundan ayrı
tutulduğunda
[8] inanç esasları,
davranışları, sözleri ve ahlakı konusunda kendisine uyulmasının gerektiği;
risâletinden sonraki bütün inanç esasla­rında, davranışlarında, sözlerinde ve
seçkin ahlakında Yüce Allah’ın emrine uygun olduğuna ve yine inanç esasları,
davra­nışları, sözleri ve ahlakıyla ilgili herhangi bir konuda yüce Al­lah’a
karşı bir masiyet işlemediği ayetlerle ve yaşantısında sa­bit olmuştur. Çünkü
yüce Allah ümmetlere, kendilerine gön­derdiği Peygamberlere uymalarını, tabi
olmalarını ve onların gidişatları yani metodlan üzere gitmelerini emretmiştir.
Buna göre ümmetlere, Peygamberlerini, güzel örnek edinmelerini emredümesinin
anlamı şudur: -Bu, onlardan masiyet halinde ve masiyetin meydana geldiği anda-
masiyet ile de onları güzel bir örnek edilmesi gerektiği emredildiği taktirde,
Peygamber­lerin risâletlerinden sonrada masiyetleri yapması mümkün olur ki,
bunda açık bir çelişki söz konusu olur.”
[9]

 


Allah’ın,
Hz. Muhammed (s.a.s)’i, Çocukluğundan İtibaren Günah İşlemekten Koruması:

 

Yüce Allah, efendimiz
Hz. Muhammed (s.a.v)’i çocuklu­ğundan itibaren korumuş ve onu, küçüklüğünde ve
gençliğinde -kendisine Peygamberlik gelinceye kadar geçen zaman zarfın­da- her
türlü cahiliyye davranışlarından da korumuştur. Daha sonrada Onun üzerine,
nimeti (olan İslam dinini) tamamla­mış
[10] ve
aynı zamanda en mükemmel bir tamamlama şekliyle risalet yükünü
şereflendirmesiyle ona masumiyeti/günah iste­memeyi tamam kılmıştır.

İbn Hişanı,
“es-Siretü’n-Nebeviyye” adlı kitabında ko­nuyla ilgili olarak şöyle
der:

“Resulullah
(s.a.v), cahiliyye pisliklerinden ve kusurların­dan uzak olarak büyüdü. Yüce
Allah O’nun -O, kavminin ida­resi altında olduğu halde- Peygamber olmasını
istediğinden dolayı cahiliyyenin bu pislik kusurlarından korudu ve gözetti.
Ergenlik çağına ulaşınca, kavminin üstün adamı, en ahlaklısı, en iyi geçimlisi,
en iyi komşu, en doğru sözlü, en güvenilen, kişileri kötü duruma düşürecek
huylardan, çirkin şeylerden en uzak duran kimse oldu. Kavmi içerisinde
“el-Emin” (güveni­lir) adıyla anılıyordu. Allah, bütün iyi
özellikleri onda topla­mıştı. -Bana anlatıldığına göre- zaman zaman Hz.
Peygamber (s.a.v), Allah’ın, kendisini küçüklükte koruduğundan ve cahiliyye
dönemindeki durumundan bahsederdi. Resulullah (s.a.v), Yüce Allah’ın, kendisini
korumasıyla ilgili olarak şöy­le der:

“Kureyşli
çocuklarla birlikte oynuyordum. Çocuklarla, ba­zı oynayacağımız oyunlar için
taşlar taşıyorduk. Diğer çocuk­lar, peştemallerini alıp omuzuna koymuş
olduklarından dolayı avret yerleri gözüküyordu. Bende -onlara
bakarak-peştemalimi kaldırıp omuzumun üzerine koyarak taş taşıyor­dum ki, tam
bu sırada bana biri kuvvetlice vurarak: ‘Peştemalini bağla’ dedi. Bunun üzerine
peştemalimi omuzumdan indirip eski halinde bağladım. Daha sonra arka­daşlarımızın
arasında yalnız ben, peştemalli olduğum halde omuzumda taş taşmaya devam
ettim.”
[11]

Süheylî, bu rivayete,
şu taliki (dipnotu) yazmıştır: “Bu olay (hadisi şerifte de anlatıldığı
üzere
[12],
Kabe’nin bina edildiği -yani Resulullah (s.a.v) 35 yaşında olduğu- bir sırada
geçmiştir. Bu olay şöyledir: ‘Resulullah (s.a.v), kavmiyle birlikte Kabe’ye taş
taşıyordu. Kureyşliler, taşları, boyunlarına bağladıkları peştemallerin üzerine
koyup götürüyorlardı. Resulullah (s.a.v)’de, peştemali sağlam olduğu halde taşı
omuzunun üzerine koyup taşıyordu. Resulullah (s.a.v)’in bu durumunu gören
amcası Abbas, Ona:

– “Ey kardeşimin
oğlu! Peştemalini omuzuna kaldırıp yap­san da ha iyi olmaz mı? der. Resulullah
(s.a.v), amcasının bu isteğini yerine getirerek peştemalini omuzuna bağlayarak
taş taşımaya başladı. Böyle bir şekilde Resulullah (s.a.v)’in avret yerleri
gözüküyordu. Bu sırada birdenbire yüzüstü yere düştü. Peşi
sıra,’peştemalim!”Peştemalim!’di ye seslendi. Daha son­ra peştemalini
-eskisi gibi- bağladı ve taş taşıma ya devam et­ti.”
[13]

İbn İshâk’m anlattığı
bu olay, -eğer sahîh ise- Resulullah (s.a.v) ‘in küçüklüğünde olmuştu.
Resulullah (s.a.v), bu taş taşıma işini iki defa yapmıştı. Birisi, -yukarıda
anlatılan olay ki- küçüklüğünde olmuş ve diğeri ise (yani bu olay) gençliğin­de
olmuştur.
[14]

 


Masum
Oluş, Peygamberlikten Önce Mi? Yoksa Sonra Mı Olur?

 

Alimler,
Peygamberlerin masumiyetinin Peygamberlikten Önce mi? Yoksa sonra mı? ve
masumiyetin yalnız büyük gü­nahlardan mı? Yoksa; hem büyük günah ve hem de
küçük gü­nahlardan mı? olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Bu konuda bazı
alimlerin görüşü şöyledir: Peygamberler için masumiyet, hem Peygamberlikten
önce hem de Peygam­berlikten sonra sabit olabilmektedir. Çünkü kişisel
hareketler ve davranışlar -Peygamberlikten önce olsa bile- gelecekte olan
peygamberin davetine etki eder. Peygamberin, güzel bir gidi­şatı ve nefsinin
tertemiz olması gerektiği bunun dışındadır. Böyle bir durum, peygamberin
risâletine ve davetine zarar ve­rici bir etki söz konusu değildir.

Bu görüşü savunan
alimler, buna; Yüce Allah’ın, Pey­gamberleri, kısanların en tertemiz olanından
seçmesini ve on­ları küçüklüğünden itibaren bizzat kendisinin gözetmesini delil
getirmişlerdir. Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s) ile ilgili:

“(Ey Mûsâ!)
Gözümün önünde yetişip (terbiye edilesin) diye.”
[15]

Ve ayrıca Yüce
Allah’ın, Peygamberleri seçkin ve iyi kimselerden seçtiği ile ilgili,
“Doğrusu onlar (Peygamberler) katımızda seçkin ve iyi kimselerdendirler”
[16]
ayetlerini, kendi görüşlerine delil getirmişlerdir.

Buna göre
Peygamberlerin, Peygamberlikten Önce ve son­ra her türlü günahları;
masumiyetleri ve çirkin fiilleri, işlemekten masum olmaları ve bunlardan
korunmuş olmaları gerek­mektedir.

Diğer gruba gelince
ise; bunlarda “Peygamberlerin, ma­sum oluşunu sadece Peygamberlikten sonra
olacağım ve bu dönemde küçük ile büyük günahlardan masum olduklarım sa­vunmuşlardır.

Çünkü insanlar,
Peygamberlikten önce Peygamberlere tabi olmakla ve onlara uymakla
emrolunmarmşlardır. Tabi olma ve uyma, ancak Peygamberlere vahyin inmesinden ve
risalet ile emaneti yüklenmeleri suretiyle şerefli bir konuma geldikten sonra
olur. Peygamberlikten öncesine gelince ise; Peygamber­ler de ancak diğer
insanlar gibidir. Bununla birlikte (Peygam­berlik öncesi) onların gidişatında
masiyetler, günahlar veya kötü ve çirkin bir yola saptıklarında meydana gelecek
bir du­rumda ikaz edilirler. Çünkü onlar, Peygamberlikten önce ma­sum
değildirler. Fakat onlar, Allah’ın inayetiyle ve yaratılışla-rmdaki temiz
halleri üzere korunmuşlardır.

“el-Akidetü’1-İslamiyye
ve Ususüha” adlı kitap ta aynen şöyle denilmektedir:

“Peygamberler,
peygamberliğe seçilmeden önce iki çeşit üzeredirler:


1.

Peygamberin daha sonra gelecek mutlak bir şeriat ile teklif olunmaması: Buna
göre masumiyet, peygamberin kendi­si hakkında konmuş bir özelliktir. Çünkü
masiyetler ve Allah­’ın emrine muhalefetlikler, ancak şeriat geldikten sonra
olur. Mükellef olması da, kendisine gelen şeriat iledir. Kabul edilen durum
ise; Peygamberin henüz getireceği şeriat ile mükellef olmamasıdır. Bundan
dolayı henüz masumiyetin varlığından; veya yokluğundan bahsetmeye gerek yoktur.
Çünkü ortada peygamberin bir şeriat ile mükellef tutulması söz konusu değildir.
Çünkü Peygamberlik henüz gelmemiştir.Fakat peygam-! berin yaratılışının yüce
olması, nefsinin temiz olması, ruhunun yüksek olması, aklının sağlam olması;
kavmi arasındaki ahla­kının, muamelatının, güvenirliliğinin, aklı seliminin,
dosdoğru tabiatına ve nefret edilecek çirkinlikleri ve masiyetleri işle­mekten
uzak oluşu, O’nun örnek ve yüce olmasını gerektirir.


2.
Peygamberin,
önceki bir peygamberin şeriatı ile mükel­lef tutulması: Nitekim Hz. Lût (a.s)
peygamberliğinden önce-amcası Hz. İbrâhîm (a.s)’in şeriatına tabi idi. Yine Hz.
Mû-sâ(a.s)’dan sonraki İsrail oğullan Peygamberleri, kendilerine peygamberlik
vahyolunmadan önce Hz. Mûsâ (a.s)’ın şeriatına bağlıydılar. İşte bu durum;
peygamberin, Peygamberlikten ön­ce, ne küçük bir günah ve ne de büyük bir günah
işlemediğine kesin bir delildir. Fakat Peygamberlerin, Peygamberlikten ön­ceki
hayatlarını nakleden tarihçiler, onların; insanların işlediği küçük ve büyük
günahlar ve masiyetler gibi masiyetlerden ve günahlardan uzak olduğuna şahitlik
etmişlerdir.

Eğer Peygamberlerden
-yukarıda anlatılanlardan- bir şey meydana gelse, bu, onlarda pek nadir görülen
yanılma ve sürçmelerdir. Onların yaratılışlarının yüce olmasından, nefisle­rinin
temiz olmasından, ruhlarının yüksek olmasından ve son­radan teklif olunacakları
şeyin önemli olmasından dolayı, böy­le bir şey onlara zarar vermez. Ancak
onlardan kaynaklanan bu yanılmalar ve sürçmeler, onların; insanlar tararından
insanlık seviyesinin üstüne yükseltilmemeleri ve vasıflanmaları müm­kün olmayan
ilahi sıfatları yükletilmemeleri için insanların Önünde normal bir insan gibi
olmalarını ispat etmek için (bun­lar) meydana gelmiştir. Bundan dolayı onların,
Peygamberlik­ten önceki ve sonraki halleri arasındaki fark ortaya çıkmakta­dır.
Onlar, Yüce Allah’ın seçkin kullan ve yaratıklarıdır.”
[17]

Alimlerin
görüşlerinden çıkarılan sonucun Sahîh olanını kısaca şöyle özetleyebiliriz:
“Peygamberler -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- Peygamberliklerinden
sonra her türlü küçük-büyük günahlardan ve masiyetlerden ittifakla
korunmuşİardır. Peygamberlikten öncesine gelince ise; onların kişiliklerine
zarar vermeyecek ve risâletine etki etmeyecek ba­zı basit aksiliklerin meydana
gelmesinin ise ihtimali vardır.

Allame Kurtubî (rh.a),
“el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân” adlı tefsirinde konuyla ilgili olarak
şöyle der:

“Alimler,
Peygamberlerden -Allah’ın salât ve selâmı onla­rın üzerine olsun- büyük
günahlardan ve her türlü toplu olarak eksiklik ve çirkinliklerden korunmuş
olduklarına dair ittifak ettikten sonra, küçük günahın onlardan meydana gelip
gelme­yeceği konusunda ise ihtilaf etmişlerdir.

Fıkıhçıların çoğu;
Peygamberler, büyük günahlardan ko­runmuş oldukları gibi -bunda icma vardır-,
küçük günahların hepsinde de masumdurlar. Çünkü biz, Peygamberlere, mutlak bir
emir olarak davranışlarında, naklettiklerinde ve gidişatla­rında bir delile
dayanmaksızın tabi olmakla emrolunduk. Buna göre eğer biz onların küçük günah
işlemelerini caiz görürsek, o zaman onlara uymak caiz olmaz. Çünkü
Peygamberlerin dav­ranışlarının her birisinden maksat; yakınlık mıdır? Mubahlık
mıdır? Yoksa isyan tehlikesi olan bir davranış mı? Masiyet mi olduğu açıkça
bilinmez. Dolayısıyla kişinin, masiyet olabile­ceği şüphesi bulunan bir emre
uymakla emrolunması doğru olmaz.

Ehli Sünnet
alimlerinden olan Ebu İshâk el-İsferani bu ko­nuda şöyle der: ‘Peygamberlerden,
günahlar meydana gelmez. Çünkü onlar, küçük ve büyük günahlardan masumdurlar.
İşte onların mucize sahibi olmaları, bir delil olarak onların masum olmalarını
gerektirir.’

Ehli Sünnet
alimlerinden bazıları da konuyla ilgili olarak şöyle derler: ‘Peygamberlerden,
küçük günahlar meydana ge­lir’. Bu görüşün aslı yoktur. Zira Ehli-i sünnet
alimlerinden çoğuna göre; Peygamberlerden küçük günahların sadır olması caiz
değildir.

Bazı son devir alimler
ise, konuyla ilgili olarak şöyle der­ler: ‘Bu konuda şöyle demek en uygun
olanıdır: ‘Yüce Allah, peygamberlerin bazılarından günahların meydana geldiğini
haber vermiş, onların günah işleyebileceğini belirtmiş, bu gü­nahlardan dolayı
onları ikaz etmiş; Peygamberler ise bu gü­nahları kendilerinin işlemiş
olduklarını söylemişler, işlemiş oldukları günahlardan dolayı sıkıntı
çekmişler, bu günahların­dan dolayı Allah’a tevbe etmişler. Bunların hepsi,
yorumu ge­rektirmeyecek bir şekilde Kur’an’in birçok yerinde nakledil­miştir.
Her ne kadar bazı ayetler, yorumu gerektirecek olsa da, Peygamberlere ait bu
hallerin hepsi, onların makamlarına ve derecelerine zarar getirmeyecektir.
Ancak Peygamberlerde meydana gelen bu haller, hata (zelle) ve unutma yönünde
gel­miştir. Buna göre bu haller, başkalarına nispetle Peygamberler için iyilik,
makamlarının ve kadr-ü kıymetlerinin yüceliğine nispetle kendileri hakkında
kötülüktür. Bu konuda en güzel sözü, Cüneyd el-Bağdadi söylemiştir ki, o da
şudur: “Ebrarlann (= iyi kulların) hasenatı (= iyilikleri), Mukarreblerin
(= Allah’a en yakın olan kulların) seyyiatı (= kötülükleri) gibidir.” Buna
benzer şöyle bir söz daha vardır: “Bir iş yapmakla kalacaksa ecir, ondan
sorumlu tutulur vezir.”

(Kurtubî bu konuya
devamla şöyle der:) ‘işte doğru olan şudur: Her ne kadar ayeti kerimeler,
Peygamberlerin bazıların­dan günahların meydana geldiğini gösteriyorsa da, bu
durum onların makamlarına zarar getirmez ve derecelerini de indirmez. Bilhassa
Allah, onlardan her türlü kötülükleri ve masiyetleri gidermiş, onları,
yarattıkları arasından seçmiş, on­ları hidayete erdirmiş, onların nefislerini
kötülüklerden temiz­lemiş, onları diğer yaratıklara karşı seçkin ve mümtaz
kılmış­tır. Allahın salât ve selâmı onların üzerine olsun.”
[18]

 


Masum
Olma, Peygamberlerin Dışındaki Kimseler İçin de Olur mu ?

 

İnsanoğlunun her bir
ferdinden; hata, sapma ve masiyetin meydana gelmesine maruz kaldığına göre,
Peygamberlerin -Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun- dışında hiçbir
kimse için masumiyet sabit olmamıştır. Ancak Şanı Yüce Al­lah, bazı veli
kullarını, büyük günahlardan, rezilliklerden, çir­kinliklerden ve masiyetlerden
bir çeşit koruma ve destekleme yoluyla korumuştur. İşte bu, Yüce Allah’ın,
resullerine ve ne­bilerine mahsus kıldığı masumiyet olmayıp veli kullarına mah­sus
kıldığı ilahi bir lütuftur. Yüce Allah bu konuda şöyle bu­yurmaktadır:

“Ey iman edenler!
Allah’tan sakının ve peygamberi (Muhammed’e) iman edin ki (Allah) size
rahmetini iki kat versin ve size, ışığında yürüyebileceğiniz bir ‘nur’
lütfetsin. Ve sizi ba­ğışlasın. Allah, Gafurdur ve Rahimdir.”
[19]

Ayeti kerimede geçen
“Nur” kelimesi, insanlardan; evliya­lar (= Allah’ın veli kulları),
takva sahipleri ve sıddikler için olan ilahi lütfü işaret etmekte olup bu da
resuller ve nebiler için olan masumiyet olmayıp bir çeşit koruma ve destekleme
yoluyla olup Yüce Allah, bu ilahi fazileti; sahabelerden, Hz. Ebu Bekr (r.a),
Hz. Ömer (r.a) vb. kimselere mahsus kılmıştır. Resulullah (s.a.v), Yüce
Allah’ın, Hz. Ömer’in diline ve kalbi­ne hakkı koyduğunu haber vermiş
[20] ve
devamla:

“Nefsimi elinde
bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Ey; Ömer! Şeytan seni bir yolda yürürken
gördüğünde, senin git­mediğin bir yolu tutup (senden) kaçıp gider”
[21]
buyurmuştur.

Bu görüşe muhalif bazı
kimseler, bir takım şahısların ma­sumiyetini savunmuşlardır. Bu görüşün
doğruluğuna dair, Kur’an’dan ve Sünnetten bir delil yoktur. Yalnız bu görüş;
şek ve şüphelerin ciddiyetinden uzaktır. Buna göre masumiye hiçbir kimse için
olmayıp yalnızca Peygamberler için geçeridir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberleri,
alemler için bir örne i yapmıştır.
[22]
Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmak­tadır:

“O
(Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola götüren önderler yaptık;
onlara, iyi işler yapmayı, namaz kıl­mayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar,
Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
[23]

Peygamberlerin
dışındaki -bütün insanların hata yapması

mümkündür. İşte bundan
dolayı İmam Malik (r.a) şöyle der:

“Şu
kabir sahibinin Resulullah (s.a.v)’in kabrine, işaret ederek dışında kalan,
bizden görüş sahibi olanların görüşleri kabul edilirde, reddedilirde.”

[24]

 


Ehli
Kitabın, Peygamberler Hakkındaki İnançları:

 

Kur’ân-ı Kerîm’in,
Peygamberleri; insanlığa bir örnek, bir model, bir önder ve bir hidayet
olmaları şeklindeki tanımlama­sının ve vasıflanmasının yanı sıra Ehli Kitabın
yani Yahudilerin ve Hıristiyanların, Peygamberler hakkındaki inançlarını da
görmekteyiz…

Ehli Kitab,
Peygamberlerin yüceliği hakkında haddi aş­mışlardır. Zira onlar, Peygamberlere
masiyet işlemeyi nispet etmekle de yetinmeyip onların masum olduklarına dair
inancı kabul etmemektedirler. Daha bunlarla da yetinmeyip Peygamberlerden bir
kısmının suç işlemeye kalkıştıklarını, günah iş­lemede Allah’ın emrinden
çıktıklarını ve günahların en büyü­ğünü işlemede diğer kimselere önderlik
yaptıklarını söylüyorlar..

– Daha sonra yazılarak
tahrif edilmiş- Tevrat’ta, çok sayı­da peygambere yakışmayan iftiralar,
çirkinlikler ve rezillikler bulmaktayız. Hakkında iftiralar yapılan Peygamberlerden
biri­si de, Hz. Lût (a.s)’dır. Bu tahrif edilmiş Tevrat’a göre; “Lût
(a.s), içki içmiş, iki kızıyla birlikte uyumuş. (Sarhoş olduktan sonra
kızlarıyla zina etmiş). Bunun üzerine kızları, zina yoluy­la kendisinden hamile
kalmışlar…” Bunu söylemekten ve böy­le bir şeyi iddia etmekten Allah’a
sığınırım!! Yani içki içip sarhoş olduktan sonra bir peygamberin, iki kızıyla
zina suçunu işlemesi gibi bir iddiayı ortaya atmak, bir peygambere dair bu
çirkin suçlamaların en çirkin olanıdır.

Yahudilerin, Peygamberler
hakkındaki inançları ve Pey­gamberlerin aleyhinde ileri sürdükleri yalan
haberleri boşa çı­karabilmek için Yahudilerin yaptığı iftira ve karalamanın son
haddini okuyucuya daha iyi açıklayabilmek için Tevrat’ta ge­çen rivayetleri
aktaracağız. Bu riayetler ise Allah’ın Kitabı Tevrat’tan tahrif edilmiş
olanlardır. Bu tahrif edilmiş Tev­rat’ta, Hz. Lût (a.s)’m kızlarıyla ilgili
konu şöyle geçmektedir:

“Lût, beraberinde
iki kızı olduğu halde Tsoar’dan çıkıp bir dağda yaşamaya başladı. Çünkü
Tsoar’da ikamet etmekten korktu ve O, iki kızıyla birlikte bir mağaraya
sığındılar… Bü­yük kızı, küçüğüne şöyle dedi: “Babamız ihtiyarlamıştır
ve (dünyanın yoluna göre) yanımıza girmeye gücü yetecek bir erkek de yoktur.
Gel, babamıza içki içirelim, onunla birlikte yatıp babamızdan bir nesil meydana
getirelim.” O gece babala­rına içki içirdiler, büyük kız babasının yanma
girdi ve babasıy­la birlikte yattı. Lût, kızının kendisiyle yatmasının ve
kalkma­sının farkında değildi… Vaktaki, ertesi gün olunca; büyük kız, küçüğüne:
“İşte, dün gece babamla yattım; bu gece de ona yine dünkü gibi- içki
içirelim ve babamızdan bir nesil meyda­na getirebilmek için onun yanına gir ve
onunla birlikte yat.” dedi. Bunun üzerine o gece küçük kız, babasının
yanına girdi ve babasıyla birlikte yattı. Lût, küçük kızıyla yattığının -büyük
kızda da olduğu gibi- farkında değildi. Bunun üzerine Lût’un kızları,
babalarından hamile kaldılar. Büyük kız, bir oğlan ço­cuğu doğurdu ve onun
adını “Moab” koydu. Moab, günümüze kadar gelen Moablıların atasıdır.
Küçük kızda, bir oğlan çocu­ğu doğurdu ve onun adını da “Amman”
koydu. Amman, gü­nümüze kadar gelen Ammanlılann atasıdır.” Biz, Peygamber­ler
hakkındaki bu sapıklık, saçmalık, iftira, yalan ve bühtandan Allah’a sığınırız.

Yİne tahrif edilmiş
Tevrat’ta şunu da bulmaktayız: “(YaTc’ûbJYehuza, oğlunun karısıyla zina
etti. Oğlunun karısı, Yehuza’dan zina yoluyla hamile kaldı. Kadın, ‘Fariz* ve
‘Zarih’ adında iki çocuk doğurdu. Davûd, Süleyman ve İsa; Fariz’in soyundan
gelmişlerdir”. Ayrıca bu, Matta incilinin birinci babında açıklanmıştır.

Yine tahrif edilmiş
Tevrat’a şunu da bulmaktayız: “Davûd, ordusunun komutam olan ‘Orya’nın
karısıyla zina etti. Kadın, bu zinadan dolayı hamile kaldı. Zira Davûd, hile
yoluyla kadı­nın kocasını imha etmişti ve o kadını, kendisine karısı olarak
alıkoydu.” Bu, Samuel bölümünün on birinci babında açık­lanmıştır.

Yahudilerin iddiasına
göre; Süleyman (a.s), “ömrünün so­nuna doğru dinden çıkmış, çıktıktan
sonra da putlara tapmış ve putlar için mabetler bina etmiş.” Bu, krallar
bölümünün baş tarafındaki birinci babda açıklanmıştır.

Keşke başım!
Peygamberlerin hürmetinden dolayı, onların hizmetinde kalsaydı. Zira
Yahudilerin, Peygamberler hakkın­daki bu iftiraları onların tarihlerinde
(Peygamberlerin sarhoş oldukları, kötü huylan ve çirkin günahları işledikleri,
haksız yere kanlar akıttıkları, putlara taptıkları gibi aslı astan bulunmayan
bu iftira ve yalanlar) bulunduğu halde onlara uyulması nasıl mümkün olur? Hem
bu iftiraları atıyorlar ve hem de onla­ra uyuyorlar.

Yahudilerin, Peygamberler
hakkındaki bu inançların hep­si; yalan, bühtan ve iftiradır. Biz, Tevrat’ta
geçen bu örnekle­rin hepsinin ve benzerlerinin, batıl ve Yahudilerin, Peygam­berler
hakkındaki bu iftiralarının hepsinin -Allah’ın Kitabı Tevrat’ta- tahrif
edildiğini ileri sürüyor ve onların bu inançla­rım böylece boşa çıkarmış
oluyoruz. Kısaca şunu belirtmek gerekir ki; Yahudilerin, Peygamberler
hakkındaki bu düzme­celeri ve iftiraları, Allah tarafından Hz. Mûsâ (a.s)’a
indirilen Tevrat’tan olmayıp sonradan Tevrat’ta tahrifat yaparak onun içerisine
sokuşturdukları rivayetlerdir.

Hıristiyanların,
Peygamberler hakkındaki inançlarına ge­lince ise onlar, -Yahudiler gibi-
Peygamberlerin masumiyetine inanmazlar. Zira onlar, efendileri olan Mesih İsa
(a.s)’ın ilah-lığmı, akidelerine yerleştirmişlerdir. Mesih İsâ, onlara göre;
masum olan tek bir kimsedir ve -içlerinde Peygamberlerinde bulunduğu- her
insan, hata edebilir ve günah işleyebilir. Kı­yamet gününde Mesih İsâ dışında
insanlan kurtarabilecek ve şefaat edebilecek hiç bir kimse yoktur. Çünkü
İncil’in ifadesi­ne göre; hata edebilen kimseler, hatalı kimseleri kurtaramaz.

Hıristiyanların
yanında Peygamberler hakkındaki rezillik şekilleri, Yahudilerin Peygamberler
hakkındaki çirkin inançla­rından az değildir. Yahudilerin ve Hıristiyanların
Peygamber­ler hakkındaki inançlarının hepsi, naklin ve aklın kabul ede­meyeceği
(Peygamberlere dair) günahlar kazandırma ve suçlar işlettirme suretiyle ileri
sürmüşlerdir.

Merhum Muhammed Reşid
Rıza, “Muhammedi Vahiy”

adlı kitabında bu
konuyla ilgili olarak -kısaltılarak alınmıştir-şöyle der:

“Eğer nebilerin
insanlara gönderilişi, insanlığın dünyevi durumlarını ıslah edecek şekilde
nefislerinin tezkiyesini ve başka bir dirilişle bu hayattan daha yüce bir hayat
için hazır­lanmalarını amaçlıyorsa, bu amaç ve espri ancak nebilerin,
davranışları ve yaşamlarında uyulmaya dair getirdikleri şeriat ve ahlakta da
bağlılığa ehil olmaları halinde gerçekleşebilir. Bundan dolayı alimlerimiz,
Peygamberlerin, günahlardan ve masiyetlerden masum olmasının vacipliğini
savunmuşlar ve hatta bazıları biraz daha ileri giderek; Peygamberlikten öncede
sonrada peygamberin büyük günahlardan masum olduğu gibi küçük günahlardan da
masum olması gerektiğini savunmuşlar­dır. Bazıları ise sadece nedeni, düşüklük
ve aşağılık olan kü­çük günahlardan (Peygamberlerin) masum olmasının gerekli­liğini
savunmuşlardır.

Ehli Kitap ise bu
anlamda masumiyeti kabul etmemekte­dirler. Ki, kutsal kitapları, büyük
nebilerine güzel örneklikle çelişen çirkin günahlar, hatta kötülük ve fesada
sevk edici sı­fatlar atfetmektedirler.

Hıristiyanların bir
bölümü ise nebilerinin günahlarım, aki­deleri için de delil olarak
gösteriyorlar. Zira akidelerine göre; sadece Mesih İsâ günahsızdır. Çünkü O,
Rab ve ilahtır. İnsan­ları, veraset yoluyla geçen günahtan kurtarmıştır. Ondan
başka ne bir şefaatçi ve ne de bir kurtarıcı vardır. Görüldüğü gibi bu inanç,
Peygamberlerin getirdiği dinlere, kitaplara ve de akla muhalif putçu bir inanç
olduğu gibi, Hind Çin vs.gibi putçu dinlerin inançlarıyla da uyuşmaktadır.

Kaldı ki, bizce,
tahrif edilmiş,
[25] onlara göre kutsal kabul
edilen Ahd-i Kadim (Tevrat) ve Ahd-i Cedid (İncîl), Peygam­berlerine ne büyük
ve ne de küçük günah isnat edilmesine şa­hitlik etmez. Örneğin, vaftizci
Yuhanna (Zekeriyyâ (a.s)’ın oğlu Yahya), kesinlikle insanlarca -ve Allah
katında- utanıla­cak bir hata yapmamıştır. Aksine İnciller, Yuhanna’nm, Mesih
İsa’dan daha fazla masum olduğunu göstermektedir. Nitekim Luka İncirinde,
Yuhanna ile- ilgili olarak şöyle bir ibare geç­mektedir:

“O (Yuhanna); Rab
önünde büyük (bir mevkiye sahip) di; içki de içmezdi. O, annesinin karnında
Ruhu’l-Kudüs ile dol­muştu.” (Luka İncili: 1/65).

“Rabbin eli, o
(Yuhanna ile) birlikte idi.” (1/66) Mesih İsâ ise, O (Yuhanna) hakkında
şöyle demektedir:

“Size gerçeği
söylüyorum; kadınlardan, vaftizci Yuhanna’dan daha büyük birisi
doğmamıştır.” (11/11)

Hatta İnciller
göstermektedir ki; Mesih İsâ, annesi ve kardeşlenni
[26]
ihmal etmiş, kendisiyle konuşmak istedikleri halde, onları, babası (Allah’ın)
iradesine muhalif oldukları için red­detmiştir. (Tüm bunları, Matta İncili 12.
bölüm ile Markos İn­cili, 3. bölümün sonlarında görebilirsiniz).

İşte Luka İncilinin
ifadesi: “İsa’ya, annesi ve kardeşleri­nin, kendisini görmek istedikleri
söylenince; ‘benim annem ve kardeşlerim, sadece Allah”rn kelimesine kulak
verip, bunu ye­rine getirenlerdir’ dedi.” (Luka İncili, 8/11).

Evet,
kardeşleri,-başka bir yerde de belirtildiği gibi- Me­sih’e inanmıyorlardı.
Fakat annesi Meryem de böyle midir? Ve İsa’nın, annesine böyle davranması doğru
muydu? Oysa Yüce Allah değil müsîüman anne ve babaya, müşrik anne ve babaya
bile iyilikle davranmayı emretmekte, ayrıca Meryem’i de bü­tün kadınlardan
üstün tutmaktadır. Anneyi ihmal, tüm şeriat ve ahlak kurallarına göre, ayıp ve
günah olup; içki içmekte, içkiyi kesin olarak yasaklamayan şeriatlar da bile
kötü bir davranış olarak kabul edilmiştir. Oysa biz Müslümanlar, Mesih İsâ
(a.s)’ı tüm bu iftiralardan tenzih ederiz.”
[27]

Bu anlatılanları
kısaca şöyle özetleyebiliriz: “Müslümanla­rın Peygamberler hakkındaki
inançları; Kur’ân-ı Kerîm’de ge­tirilen ve onların şerefli hayatlarında meydana
gelenlerinde delil getirildiği saf ve gerçek bir inançtır. Bu getirilen
deliller; onların yüce makamına ve yüksek derecelerine uygundur. Peygamberlerin
masumiyetine dair sözler ile onların temiz ol­duklarına ve her türlü
çirkinliklerden ve günahlardan uzak ol­duğuna dair inançlar; Kur’ân-ı Kerîm
ayetlerinde onların dini ve dünyevi önderler kılınmaları, alemler için davet ve
hidayet sancağını yüklenmeleri şeklinde ittifak edilmiştir. Yüce Allah bu konuda
şöyle buyurmaktadır:

“O
(Peygamberleri) emrimiz altında insanları doğru yola (hidayete) götüren
önderler yaptık; onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat vermeyi
vahyettik. Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
[28]

Buna
göre Peygamberlerin, insanlara örnek olma hu­susunda mükemmel olması ve
Peygamberlik konusunda masum (günahsız) olması gerekmektedir… İşte bu ise.
aklın gerekli kıldığı ve şeriatın vacip kıldığı şeydir. İnşallah, bu konunun
sonunda, Peygamberlerin masumiyetine dair olan bazı şüpheleri onlardan
uzaklaştırmaya çalışmak suretiyle gerçeği ortaya çıkarmak ve onların ışıklarını
insanlara bereketli kılmak için genişçe açıklamalarda bulunacağız. Yegane
dostumuz, Allah’tır. O, ne güzel bir vekildir.



[29]

 


Masumiyet
Etrafındaki Şüpheler Ve Bunlara Verilen Cevaplar

 

Bazen birisi;
“Kur’ân-ı Kerim, Peygamberlerin birbirlerine olan muhalefetlerini
ispatlamakta ve onlardan bazılarına günah ile masiyeti nispet etmekle birlikte
Peygamberler nasıl masum olurlar? Zira Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında
şöyle bu­yurmaktadır:

“Adem, (kendisine
ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve
yolunu şaşırdı.
[30]

Yine yüce Allah, Hz.
Nûh (a.s) hakkında ise şöyle buyur­maktadır:

“(Ey Nûh!
Bilmediğin şeyi benden istemenle) senin, cahil­lerden olmamam
öğütlüyorum.”
[31]

Yine yüce Allah,
gönderilmiş Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında ise
şöyle buyurmaktadır:

“Böylece Allah,
senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın… “
[32]
şeklinde bir soru yöneltebilir.

Buna cevabımız ise
şöyledir: “Peygamberler için masumi­yet, Kur’an’da sabit olmuştur. Zira
Kur’ân-ı Kerim ayetleri bu­na delil getirdiği gibi, sağlam ilmi düşüncede buna
hükmet­miştir. Peygamberler, mükemmelliğe ve üstünlüğe örnek ol­masalardı hiç
yüce Allah insanlara; onlara tabi olmalarını, on­lara uymalarını ve onların
Rabbani metodları üzere gitmelerini emreder miydi?!! Eğer masumiyet, onların
sıfatlarından olma­saydı onların davranışlarının ve hareketlerinin hepsinde
onlara tabi olmakla ve uymakla mükellef tutulmazdık!!

Bazı Peygamberlerden
-Allah’ın saîât ve selâmı onlarm üzerine olsun- 
(Allah’ın  emrine karşı)
muhalefetliklerin ve masiyetlenn meydana gelmesine dair günah işlemenin
zahirini gösteren bazı şer’i naslara gelince bunlar, şu şekillerde yorum­lanmıştır.


1.
Bu
muhalefetlikler ve günahlar, nıasiyet değildir. Sade­ce daha iyi olanın tersini
yapmaktır.


2.
Bunlar,
masiyet değildir. Ancak ictihadi olan bir hata (zelle) dir.


3.
Farz
edilsin ki bunlar, masiyet ve muhalefettir. O tak­tirde bunlar, Peygamberlikten
önce meydana gelmiştir.

İşte bu meseleyi ancak
böyle açıklayabiliriz. Eğer Pey­gamberler, büyük günahlar ile kötülük çeşitleri
içerisinde bo­ğazlarına kadar batmış olsalardı, Yüce Allah, Kur’an’da geçen bu
gibi övgülerle arılan övmesi muhal olurdu. Çünkü Yüce Allah’ın, pak ve temiz
olan Peygamberler hakkındaki şu sözü­nü işitmekteyiz:

“O
(Peygamberler), Allah ‘in hidayet ettiği kimselerdir. O halde (Ey Muhammedi)
Sen de onların doğru yoluna (hidaye­tine) uy.”
[33]

Yani “Ey
Muhammed! Sen de, onların güzel yoluna, temiz ahlaklarına, dürüstlüklerine,
temizliklerine ve. seçkinliklerine uy” demektir!!

Yine Yüce Allah’ın,
Peygamberler hakkındaki şu sözünü işitmekteyiz:

“O
(Peygamberleri), emri altında insanları doğru yola (hidayete) götüren önderler
yaptık. Onlara; iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat yermeyi vahyettik.
Onlar, Bize ibadet eden kimselerdendirler.”
[34]

 


Peygamberlerin
Atası Hz. Adem (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Hz. Adem (a.s)’ın
masum oluşu, Yüce Allah’ın şu ayetinde açıklanmaktadır:

“Adem (kendisine
ve eşine yasaklanan ağacın meyvesini yemesi suretiyle) Rabbine isyan etti ve
yolunu şaşırdı. Daha sonra da Onu (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve
Onu hidayete eriştirdi.”
[35]


1.

Allah’ın   emrine  karşı 
yapılmış   bu   muhalefet 
ve masiyetin,    Hz.    Adem   
(a.s)’m    kendisine    Peygamberlik verilmezden önce olduğunu
gösteren delil, Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Daha sonra Rabbi,
Onu, (Peygamberliğe) seçti.”
[36]
Ayeti kerimede geçen “seçme”den maksat; Yüce Allah’ın,

Hz. Adem’i,
peygamberliğe seçmesidir. Zira Hz. Adem (a.s)’da meydana gelen masiyet, ona,
Peygamberlik verilmezden Önce gerçekleşmişti.


2.
Yüce
Allah’ın başka bir sözünde ise; Hz. Adem (a.s)’m ancak kendisine yasaklanan
ağaçtan “unutarak” yediği belir­tilmektedir. Bu da Yüce Allah’ın şu
ayeti kerimesidir:

“And olsun ki,
Biz daha (Peygamberlik vermeden) önce Adem’e de (yasaklanan ağaçtan yememesi
için ) ahid vermiş­tik. Fakat Adem, (kendisine yapılan bu yasaklamayı)
‘unuttu’.

Ve Biz, onda (Allah’ın
emrine aykırı hareket etme konusunda da) ‘bir kasıt (ve yönelme)
bulmadık.”
[37]


3.
Hz. Adem
(a.s)’ın, yasaklanan ağaçtan bir şey yememesi gerektiği, Yüce Allah’ın şu
ayetinde belirtilmektedir:
               

“Denildi ki:
Yalnız şu ağaca yaklaşmayın.”
[38]         
             

Hz. Adem (a.s),
yasaklanan bu ağacın dışında aynı cinsten başka ağaçlardan yasaklanmadığını
sadece bu ağaçtan yemesi­nin yasaklandığını zannetti. Bundan dolayı Hz. Adem
(a.s), yasaklanan ağacın cinsinden olan başka bir ağaçtan yemiştir. Böylece
Allah’ın emrine muhalefet etmiş oldu. İşte bu ise, Hz. Adem (a.s)’dan ictihâd
sebebiyle olup kasten ve ısrar mahiye­tinde bir muhalefet değildir.


a.
Bu
konudaki görüşlerin en uygun olanı, şöyle dememizdir: “Hz. Adem (a.s),
yasaklanan ağaçtan unutarak yemiş­tir. Unutma ise, günah fiilini işleyen
kimseden günahı kaldırır. Çünkü Resulullah (s.a.v), unutan kimsenin yapmış
olduğu fiil­den dolayı sorumlu tutulamayacağına dair şöyle buyurmakta­dır:

“Ümmetimden hata,
-unutma’ ve zorla kendilerine yaptı­rılmış olan şeylerin hükmü kaldırılmıştır
(affedilmiştir).”
[39]

Yüce Allah, bu konuyla
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Ey Rabbimiz!
Eğer ‘unutursak’ veya yanılırsak, bizi (bunlardan ötürü) sorumlu tutma.”
[40]

Hz. Adem (a.s)’dan
sadır olan günah, masiyet üzere ondan isteyerek ve kasten olmamıştır. Buna
delil, Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Fakat Adem,
(kendisine yapılan yasaklamayı) ‘unuttu.’ Ye Biz, onda (Allah’ın emrine aykırı
hareket etme konusunda da) bir ‘kasıt’ (veyönelme) bulmadık.”
[41]

Kurtubî ve İbnü’l-Arabî
gibi bazı tefsirciler, bu görüşü ter­cih etmişledir.


b.
Veya bu
konuda şöyle dememiz daha uygundur: “Masiyet, Hz. Adem (a.s)’a
Peygamberlik verilmezden önce meydana gelmiştir.” İşte bu görüş.
“Menar Tefsiri”nin sahibi olan Reşid Rıza’nm tercih ettiği görüştür.

Reşid Rıza,
“Tefsirü’l-Menar” adlı tefsir kitabında bu konuyla ilgili olarak
şöyle der:

“Hz. Adem (a.s)’m
masumiyeti meselesine gelince bu me­sele; selefin yolu üzere yürümek bizi, Hz.
Adem (a.s)’m isyan ve tevbesine dair ayetlerin müteşabihlerden olduğu sonucuna
götürür. Tıpkı bu kıssada geçen dış görünüşünü aklın kavra­yamadığı diğer
ayetler gibi.

Buna göre bizim, Şanı
Yüce Allah’ın da; “Fakat O, (yani Adem, kendisine yapılan yasaklamayı)
unuttu. Ve Biz, onda (Allah’a aykırı hareket etine konusunda da) bir kasıt (ve
bir yönelme) bulmadık”(Tâhâ: 20/115) buyurduğu gibi, (Allah’ın emrine
aykırı olarak yapılmış) bu muhalefet, Hz. Adem (a.s)’a Peygamberlik görevi
verilmezden önce meydana gelmiştir’ dememiz gerekmektedir. Yalnız Hz. Adem
(a.s)’m, (Peygam­berlikten önce) Allah’ın emrine karşı muhalefet ettiğinden
dolayı onun masumiyetinin Peygamberlikten sonra olduğunda ittifak edilmiştir.
Fakat Hz. Adem (a.s)’m bu durumu, unutkan­lık eseri de olabilir. Olayın
büyüklüğüne dikkat çekmek için unutmaya, nisyan denilmiştir. Unutma ve yanılma,
zaten ma­sumiyet lige zarar vermez ve üstelik ona çelişik de değildir.”
[42]

İbnü’l-Arabi’ye[43]
gelince; O, birinci görüşü tercih etmiş ve muhalefeti, Hz. Adem (a.s)’dan
unutma sebebiyle meydana geldiğini ileri sürmüştür. Nitekim İbnü’l -Arabi’nin,
“Ahkamu’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında bu konu şöyle geç­mektedir:

“Niceleri,
Peygamberleri, cahillerin; -haşa Peygamberler, günah işlemeye kasten ve bile
bile can atarcasına girmişlerdir şeklihde- onlara nispet ettiği mevki ve
makamlarına uygun düşmeyen günahlardan tenzih etme yani günahı onlardan gide- j
rip temize çıkarma hususunda söz söyledi. Ama Müslümanlar- | dan orta yolu
tutanlar bile bu şekilde günah işlemekten kendi- | lerini korurken,
Peygamberlerin günah işlemeye can atması 1 nasıl olur??!! Halbuki Yüce olan
Allah, ezelde neticelenmiş ve jj geçmiş hükmüyle Hz. Adem (a.s)’ı; kendisine
muhalefet etme- | ye yöneltti. Bu ilahi emirle, Hz. Adem (a.s)’da, yasaklanan
a- İ ğaca karşı bir kasıt ve Allah’ın yasağını çiğnemeye dair unut­ma meydana
gelmiştir. Zira Hz. Adem (a.s)’ın, günahı işleme­ye yönelmesi hususunda ‘Adem,
(kendisine ve eşine yasakla­nan ağacın meyvesini yemesi suretiyle Rabbine isyan
etti.’ (Tâhâ: 20/121) denildi. Ve Hz. Adem (a.s)’m, özrünü açıklama mahiyetinde
ise;

‘Andolsun ki, Biz,
daha (Peygamberlik verilmezden) Önce Adem’e de (yasaklanan ağaçtan yememesi
için) ahid vermiştik. Fakat Adem, (kendisine yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve
Biz, Onda (Allah ‘m emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir
yönelme) bulmadık. ‘(Tâhâ: 20/115) denildi.

Bunun pratik
uygulanışı ise şöyledir: “Bir adam, bir eve kesinlikle girmeyeceğine dair
yemin etse bunun üzerine de yeminini unutarak o eve kasıtlı olarak veya
yorumunda hatalı olarak girse, işte bu, ‘kasıt’ ve ‘unutma’dır. Burada, kasıt
ile unutma aynı şey değildir. Birbirinden farklıdır. Eve girmeme­ye yemin eden
kimsenin unuttuğu şey, yemindir. Kastettiği ise eve girme meselesidir. Yoksa
yemini bozmak değil. (Buna gö­re Hz. Adem (a.s) da Allah’ın emrini unuttu. Fakat
ağaçtan, kendi kastıyla yedi). Çünkü bir efendinin, kölesini küçük düşü­rerek
ve cezalandırarak; ‘isyan etti’ demesi caizdir. Efendinin, kölesine bu sözü
söylemesinden sonra da tekrar faziletiyle bir­likte kölesine yönelerek onu
(daha önceki sözünden) temizle­me şeklinde; ‘unuttu’ diyebilir…

Fakat bugün bizden
birisinin; Hz. Adem (a.s)’m, isyan et­tiğini haber vermesi caiz değildir. Lakin
Yüce Allah’ın, Hz. Adem (a.s)’ın bu durumuyla ilgili ayetlerini okurken veya
Resulullah (s.a.v)’in bu konuyla ilgili sözlerini okurken, Hz. Adem (a.s)’m
isyan ettiğini söylememizde ve bunu açıklama­mızda herhangi bir sakınca yoktur.
Ama Hz. Adem (a.s)’m is­yan ettiğini, kişinin kendisi tarafınca bahsetmesine
gelince ise; bizim için örnekler ve rehberler olan normal babalarımız husu­sunda
bu caiz olmadığına göre Yüce Allah’ın, özrünü ve tevbesinı kabul ettiği ve
bağışladığı atamız olan Hz. Adem (a.s) hakkında ise bu, nasıl caiz
olur?!!”
[44]

Allame Kurtubî de
bununla ilgili olarak şöyle der:

“Alimler, Hz.
Adem (a.s)’m yasak olan ağaca yaklaştığı taktirde müstahak olacağı cezayı -ki
bu da Yüce Allah’ın; ‘(Yasaklanan ağaca yaklaştığınız taktirde) zalimlerden
olur­sunuz.’ (A’raf: 7/19) sözünü- bildiği halde o ağaçtan nasıl ye­diği
hususunda ihtilaf etmişlerdir.


a.

Alimlerden bir topluluk bu konuda; ‘her ikisi de, Yüce Allah’ın yasakladığı
ağacın dışındaki bir ağaçtan yemişlerdir. Fakat onlar Yüce Allah’ın yasağını,
yasaklanan, ağaç cinsinin tamamına şamil 
olduğuna dair yorumda bulunmamışlardır’ demiştir.


b.
Diğer bir
topluluk ise; ‘her ikisi de, Yüce Allah’ın ya­sakladığı ağaçtan unutarak
yemişlerdir, (kasıtlı olarak değil)’ demiştir. Yüce Allah, yüce kitabı Kur’ân-ı
Kerîm’de bunu; ‘And olsun ki Biz, daha (Peygamberlik verilmezden) önce A-dem’e
de (yasaklanan ağaçtan yememesi için bir) ahid vermiş­tik. Fakat O, (kendisine
yapılan yasaklamayı) unuttu. Ve Biz, onda (Allah’ın emrine aykırı hareket etme
konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık’ (Tâhâ: 20/115) ayetinde ke­sin
ve net olarak haber verdiğinden dolayı; doğru olan görüş budur.

Fakat Peygamberlerin,
derece ve makamlarının yüceliği ve anlayışlarının çokluğundan ötürü onların bu
durumlarına zarar verecek her türlü şeyden sakınmaları ve dikkatli olmaları ge­rekmektedir.
Bunların zıddı ise (yani unutmak ve gaflet) on­larda bulunmaz. Lakin Hz. Adem
(a.s)’ın, Allah’ın yasağını zayi ederek onu hatırlamaktan meşgul olması
kendisini asi etti.

Ebu Ümame, Hz. Adem
(a.s) ise ilgili olarak şöyle der: ‘Yüce Allanın, mahlukatı yarattığı günden
itibaren kıyamet gününe kadar gelecek olan AdemoğuHarının sabırları (veya
vakarını) terazinin bir kefesine, Hz. Adem (a.s)’m sabrı ise te­razinin diğer
kefesine konulsa Hz. Adem’in ki, diğerlerine da­ha üstün gelir.’

Yüce Allah bu konuyla
ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

‘Biz onda (Allah’ın emrine
aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve bir yönelme) bulmadık,’ (Tâhâ:
20/115)
[45]

Alimlerin
ve tefsircilerin görüşlerinden; Hz. Adem’in, Yü­ce Allah’ın emrine muhalefet
etmeye yönelmediği, O’nun em­rini unutarak veya ictihad yoluyla Allah’ın emrini
yorumlayarak yasaklandığı ağaçtan yiyerek onun emrine muhalefet edip ve bundan
dolayı da Yüce Allah’m, Hz. Adem (a.s)’ı cennetten çıkarıp yeryüzüne indirmek
suretiyle onu cezalandırdığı, işte bunun da Yüce Allah’ın Hz. Adem (a.s)’m bu
işi yapacağına dair geçmiş ilahi hikmetine binaen olduğu açıkça gözlerimizin
önüne serilmektedir. Buna göre olay, “unutma” sonucunda nıeydana
gelmişken, bizim, Hz. Adem (a.s)’m isyan ettiğine dair suçu ona yüklememiz caiz
olmaz. Hele de Yüce Allah, Hz. Adem (a.s) hakkında ayet indirip “Daha
sonrada Rabbi Adem’i, (peygamberliğe) seçip tevbesini kabul etti ve onu hi­dayete
eriştirdi.” (Tâhâ: 20/122) buyurduktan sonra, Hz. A-dem (a.s) hakkında
edebi elden bırakmamamız gerekmektedir.


[46]

 


Hz.
Nûh (a.s)’ın, Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Yüce Allah’ın Hz. Nûh
(a.s)’m kıssasına dair şu sözü, onun masumiyetliğine işaret eden
delillerdendir. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s) ile ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:

“Nûh Rabbine dua
edip dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum be­nim dilemdendir. Senin, (ailemden olanları
kurtaracağına dair bana verdiğin) vaadin de elbette haktır ve Sen, hakimlerin
en hakimisin.’ (Bunun üzerine Allah da: ) ‘Ey Nûh! O (oğlun), katiyen senin
ailenden değildir. (Kendilerini kurtarmayı vaat ettiğim aile halkının arasında
onun yeri yoktur. Çünkü Ben, senin ailenden iman eden kimseleri kurtaracağımı
vaat etmiş­tim). Çünkü O, (nun iman etmemekle yaptığı iş) Sahih olmayan bir
iştir. O halde (bilgin olmayan bir şeyi,) Benden isteme! Cahillerden olmaman
(ve böylece dilemen caiz olmayan bir şeyi istememen) için sana Öğüt veriyorum’
dedi.
[47]

Ayettede görüldüğü
üzere Hz. Nûh (a.s) yalnızca Rabbinden, oğlunu boğulmaktan kurtarmasını
istemiştir. Çün­kü Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a, ev halkını boğulmaktan kurta­racağını
ve zalimleri helak edeceğine dair vaatte bulunmuştu. Oğlu ise ev halkmdandı.
Zira Hz. Nuh’un oğlu, babasına iman edeceğine dair söz vermişti. Bundan dolayı
Hz. Nûh, oğlunun, kendi dini üzere olduğuna inandığından dolayı Allah’tan, onu
boğulmaktan kurtarmasını istedi. Hz. Nûh, oğlunun, küfür üze­rinde bulunduğu
gerçeğini bilmiyordu. Ancak Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a, onun iman etmediğini
ve bundan dolayı da kendi ailesinden saymayacağım açıkladıktan sonra, Hz. Nûh,
oğlu hakkındaki gerçeği öğrenmiş oldu. Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’m oğluna dair
şöyle buyurmaktadır:

“0, (oğlun) senin
ailenden değildir.” (Hûd: 11/46) Yani “Oğlunu, kendilerini
boğulmaktan kurtarmayı sana vaat etti­ğim aile halkınm arasında yeri yoktur.
Çünkü oğlun, iman et­miş kimselerden değildir. Ben ise, senin ailenden iman
eden kimseleri kurtaracağımı vaat etmiştim” demektir. Bunun üze­rine Hz.
Nûh (a.s), gerçeği öğrendikten sonra oğlundan uzak­laşmıştır. …

Ayrıca Hz. Nûh (a.s),
Rabbinden, mümin olmayan oğlunu boğulmaktan kurtarmasını istemesine dair bu
konuda bir masiyet veya günah işlememiştir. Yalnızca Allah’a, oğlunu
boğulmaktan kurtarması için dua etmişti. Hz. Nûh (a.s)’rn bir insan ve
merhametli bir baba olmasından dolayı, Onu da (oğ­lunun boğulmasını görmesi
üzerine) baba şefkati ve acıma duygusu kaplamıştı. Bundan dolayı oğlunun
boğulmaktan kur-. ttılması için Allah’tan, oğlunun kalbine, “imanı”
ilham etmesi­ni istedi. Hz. Nûh (a.s)’m, bu isteği üzerine Yüce Allah, ona;
oğlunun kafirlerden olduğunu ve onunda boğulmak suretiyle helak olanlardan
olduğu haberini verdi.

Üstad Ebu Mansur
(rh.a), bu ayetin teisirinde şöyle der:

-“Hz. Nûh
(a.s)’ın oğlu, münafık olduğundan dolayı Hz. Nûh (a.s)’m yanında onun
dinindeymiş gibi görünüyordu. İşte bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), oğlunu da kendi
dini üzere gör­düğünden dolayı onun, Allah’a; ‘oğlumda benim ailemdendir’ (Hûd:
11/145) demesinin ihtimali bundan dolayıdır. Ayrıca Hz. Nûh (a.s), oğlunun
-kafirler-gibi- boğulmaktan kurtulma­sını Yüce Allah’tan istemektedir….Hz.
Nûh (a.s)’m, benzeri bir isteğinden yasaklanmasına dair haber, Yüce Allah’ın şu
sözün­de geçmişti:
                                

‘Zulmedenler (kavmin)
hakkında,   (onların boğulmaktan
kurtulmalarına ve şefaate kalkışıp azabın onlardan kaldırılnasına dair) Bana
bir şey söyleme! Çünkü onlar, suda boğu-acaklardır. ” (Hûd: 11737)
[48]

Hz. Nûh (a.s),
oğlunun, kendi yanında iman ettiğini görlüğünden
[49]
dolayı onun bu zahiri imanına dayanarak Allah’tan mu boğulmaktan kurtarmasını
istemektedir. Nitekim münafik-ır, efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v)’e bazı
konularda muva-akat ettiklerini söylüyorlar ve bazen de Onun sözünün aksine
areket ediyorlardı. Resulullah (s.a.v) ise onların münafık ol­uklarım
bilmiyordu. Nihayet Allah, Ona, kimlerin münafık Iduğunu bildirmesinden sonra
münafıkları bildi.

İşte
Yüce Allah’ın, “O, Senin ailenden değildir. ” (Hûd: î/46) Yani
“oğlunun, kendilerini boğulmaktan kurtarmayı ana vaat ettiğim aile
halkının arasında yeri yoktur. Çünkü, endilerini boğulmaktan kurtarmayı vaat
ettiğim aile halkın, izli ve açık durumda da hakikaten mümin kimselerdir’ sözü
e böyledir.
[50] 

 


Hz.
İbrahim Halilurrahman (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Hz. İbrâhîm Halil
(a.s)’e nispet edilene gelince bunlar, Kur’an ve sünnetten bazı naslarda
geçmektedir. Hz. İbrâhîm (a.s)’a nispet edilenin zahirine göre, masumiyetin
olmadığını gösterir. Bu dış görünüşü itibariyle bu rivayetler, kastedilenin
dışındadır. Çünkü bu rivayetler, diğer naslarla dış görünüşü itibariyle
çelişkilidir. Buna göre bu rivayetler; Peygamberlerin masumiyetiyle ilgili
Müslümanların akidesinde ittifak edilen şekil üzere anlaşılmasında bu naslar
arasında bir uyuşma sağ­lanması gerekmektedir.


1. Birinci Nass:
En’am Sûresinde, Yüce Allah’ın şu ayet­lerinde geçmektedir:

“(İbrâhîm,)
karanlık çökünce bir yıldız gönnüş, ‘Bu mu benim Rabbim?’ demiş, o sönüp
gidince, ‘Ben böyle sönüp ba­tanları sevmem’ demişti. Daha sonrada ayı doğarken
görünce, ‘Bu mu benim Rabbim? Bu (diğerine göre) daha büyük’ de­mişti. Fakat O
da batıp gidince, ‘And olsun ki eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı,
muhakkak sapıklığa düşen top­luluklardan olurdum.’ demişti. Daha sonra da
güneşi doğarken görünce, ‘Bu mu imiş benim Rabbim! Bu, hepsinden de daha büyük’
demiş. (Bu da diğerleri gibi) batınca, ‘Ey kavmim! Ben, sizin Allah’a ortak
koştuklarınızdan katiyen uzağım, şüphesiz ki ben yüzümü, Tevhide yönelmiş bir
kişi olarak, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben, (Allah’a,
yaratıkla­rından herhangi birisini ortak koşan) müşriklerden değilim’ demişti.
[51]

Bu ayeti kerimeler;
“Hz. İbrahim (a.s)’m, Allah’ın varlığı hakkında şüpheye düştüğü,
büyüklüğünde ve yüceliğinde cahil olduğu ve asıl ibadete müstahak olan
ilahın,kim olduğunu bilmediği” şeklindeki bu zahiri nass, insanı,
görünüşte zan ve töhmet altına sokmaktadır!

Bazı insanlar
zannediyor ki, “Hz. İbrahim (a.s), kavminin durumundan etkilendi,
çocukluğunun başlangıcında kavmiyle birlikte yıldızlara tapan bir kimseydi ve
onlar gibi güneşe ve ay’a tapıyor” Hz. İbrahim (a.s) hakkında düşünülen bu
zan, apaçık bir cehaletin ve hatanın göstergesidir. Böyle şeyler, yü­ce
Peygamberlerin vasıflarını bilmeyen ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlamlarım anlamayan
kimselerden sadır olur…

Şam Yüce Allah,
(aşağıda gelecek olan ve daha önce ge­çen ayette), onu, göklerin ve yer
yaratılışındaki inceliklere muttali kıldığını, Hz. İbrahim (a.s)’m bizzat
kendisinin Tevhi­de yönelmiş müminlerden biri olduğunu ve iman ile kesin bilgi
hususunda kamil kimselerden olduğunu nebisi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)’a
haber vermiştir. Zira Yüce Allah, Hz. İbra-hîm (a.s)’ı küçüklüğünden itibaren
olgunluk çağına kadar her türlü şirk, küfür vb. şeylerden korumuş ve ona, her
inatçının ve kibirlinin sırtını yere vuracak kesin hücceti vermiştir. Bu, hiç­bir
kimsenin galip olamayacağı bir Allah’ın varlığı hususunda­ki kanıtların ve
delillerin yerine getirilmesi makammdadır. Şimdi de Şanı Yüce Allah’ın, Hz.
İbrâhîm (a.s)’m kesin bilgiy­le kavmine karşı delillerini nasıl getirdiğini
-konuyla ilgili En’am Süresindeki- ayeti kerimelerin baş tarafını dinle. Buna
göre Şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hani İbrâhîm,
babası Azer’e, ‘Sen, (ilah olmaya layık olmayan) bir tahin pulları ilah mı
ediniyorsun? Doğrusu Ben, seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir
sapıklık içinde görüyorum!’ demişti, işte böylece (ona, şirkin çirkinliğini gös­terdiğimiz
gibi) Biz ibrahim’e, göklerin ve yerin yaratı hşlarındaki incelikleri
gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi olanlardan olsun diye ‘(İbrâhîm) karanlık
çökünce bir yıldız görmüş…
[52]

Böylece Şanı Yüce
Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a, yaratıcının varlığını delillendirebüecek kesin
kanıtlar ve razı olacağı hüc­cetler vermiştir. Kendisine verilenlerden sonra
Hz. İbrâhîm (a.s), babasıyla şöyle mücadele ediyordu.

“Sen, (İlah
olmaya layık olmayan) birtakım putlara mı tapıyorsun.
[53]

Bunun ardından ise
işitmeyen, görmeyen ve sahibine hiç­bir fayda sağlamayan putlara tapma
hususunda babasını ve kavmini sapıklıkla şöyle suçlamaktadır:

“Doğrusu ben,
seni ve (bağlı bulunduğun) kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum”
[54]

Daha sonra Hz. îbrâhîm
(a.s), yakinen bildiği -mükemmel bir tavırla- delilini, Yüce Allah’ın da şahitlik
etmesiyle şöyle getirmektedir:

“İşte böylece
(ona, şirkin çirkinliklerini gösterdiğimiz gi­bi) Biz İbrâhîm’e göklerin ve
yerin yaratılışlarından incelikle­ri gösteriyorduk ki, kesin bilgi sahibi
olanlardan olsun diye.”
[55]

Bu ayetlerden sonra
gelen ayetler konunun girişinde geç­mişti, Hz. İbrâhîm (a.s)’m sadece
delillerini kavminin idraki ve anlayışı seviyesine indirgemek, onların
inançlarına göre tedrici olarak yöneltmek, suretiyle Allah’ın varlığını delil
gösterme makamında ve kavmine kanıtını kabul ettirme konusundadır. Bundan
dolayı Hz. îbrâhîm (a.s), aklı selim bir düşünceyle hüccet ve delille ortaya
çıkarılmış bu ilahlara tapma konusun­daki kavminin inancını batıllaştırmak için
ilk önce yıldıza dair;

“Bu, benim
Rabbimdir”; ardından ay’a ve daha sonra da güne­şe aynı şeyi
söylemektedir… İşte bundan dolayı Allah, bu kıs-;» sayı, şu sözleriyle
bitirmiştir:
                         

“İşte bu
(zikredilenler), kavmine karşı İbrahim’e verdiği­miz delillerdir. Dilediğimizi
(ilim ve hikmetle) derecelerle yükseltiriz. Şüphesiz ki Rabbin, tam hikmet
sahibidir ve (bun­lara kimlerin layık olduğunu da) hakkıyla bilendir.”
[56]

Allame Zemahşerî
(rh.a.), bu ayeti kerimenin bitiminde çok güzel bir açıklama yapmıştır ki, biz
de bu açıklamanın bir kısmını aşağıya şöyle aldık:

“Hz. İbrahim’in
babası ve kavmi; putlara, güneşe, aya ve yıldızlara tapmaktaydılar. Bundan
dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), görme ve delil getirme yoluyla onların üzerinde
bulundukları şirk dininin bir hata üzerine kurulduğunu haber vermeyi ve onlara
doğruyu göstermeyi ve Hudus Delilini getirerek ilah olması mümkün olmayan
putları vb. şeyleri, sahîh ve doğru olan delillerle onlara tanıtmayı;
arkalarında, onları yaratan, doğuşlarını ve batışlarını bir yerden diğer bir
yere gidiş ve in­tikallerini idare eden birisinin yani Allah’ın varlığını
gösterdi­ğini onlara öğretmek istedi. Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, ‘Bu, benim.
Rabbimdir’ (En’am: 6/76) sözü, muhatabının batıl yolda oldu­ğunu bildiği halde,
ona insaf ile davranan kimsenin sözü gibi­dir. Kendi görüşünde mutaassıp değilmiş
gibi, muhatabının sözünü aynen naklediyor. Zira bu davranış karşısındaki
muhatabını hakka daha iyi götürür. Daha sonra da muhatabına tekrar dönerek onun
iddiasını kendisinin ileri sürmüş olduğu delil ile boşa çıkarır… Yıldız
batınca Hz. İbrâhîm (a.s); ‘Ben böyle sönüp batanları sevmem’ dedi (En’am:
6/76). Çünkü kendisine tapılan ilahların durumunun değişmesi ve bir yerden
başka bir yere intikali doğru değildir. Esasen bunların durumu, günah sahibi
kimselerin (yani bir bakıyorsun günah işliyor, bir de   bakıyorsun  
günah   işlemiyor)   özellikler indendir.   Yüce Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş
olsaydı, muhak­kak sapıklığa düşen topluluklardan olurdum’ ayetine gelince ise;
Hz. İbrâhîm (a.s), ay’ın, doğup etrafa ışık saçtığını görün­ce, bu sözüyle
kavminin taptıkları put, güneş, ay vb. şeylerin, batıl olduğuna dikkatleri
çekmek ve beyinsiz olduklarını gös­termek istiyordu. Fakat ay da batıp gözden
kaybolunca Hz. İbrâhîm (a.s); ‘Bu, benim. Rabbimdir’ dedi. (En’am,: 6/77). Bu­rada
Hz. İbrâhîm (a.s) karşı koyma yöntemiyle kavminin sa­pıklık içerisinde
bulunduğunu göstermek istemiştir.”
[57]

Yukarıdaki ayetlerde
de geçtiği üzere- bu kıssayı -Kur’ân-ı Kerîm anlatmıştır. Yalnız Yüce Allah bu
kıssayı, peygamberi ve dostu olan Hz. İbrâhîm (a.s)’a verdiği ikna edici bir
yöntem ve güçlü bir hüccetle yol gösterici olarak haber vermiştir. Zira Hz.
İbrâhîm (a.s), Allah’ın varlığına dair delil getirerek kavmi­ni aciz bırakmaya
ve kavminin -Allah’ın dışında- yıldızlara, aya, güneşe vb. şeylere tapmaları
konusundaki sapıklıklarını ve yanlış bir yol üzerinde olduklarına dair delil
getirmeye nasıl güç yetirdi?..

Ayrıca Hz. İbrâhîm
(a.s), amacına ulaşabilmek için yolla­rın en kolayını tutarak açıklamıştır.
Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmini ilk önce direkt olarak suçlamayıp
onlara tedrici bir şekilde yaklaşıp -ayetlerdeki sıralamaya göre- hareket et­miştir.
Hz. İbrâhîm (a.s), kavminin; Allah’ı bırakıp putlara, yıldızlara, aya, güneşe
vb. şeylere tapmaları hususundaki ceha­let ve hatalarını kendilerine göstermek amacıyla
ilk önce gök­yüzünde parlayan bir yıldızı görüp, ‘İşte bu, benim Rabbimdir’
dedi.
[58]

Hz. İbrahim (a.s) bu
sözüyle onları reddetmek, kınamak, tenkit etmek ve tedrici bir şekilde onları
helake götürmek için böyle söylemişti. Daha sonra yıldızın kaybolup gittiğini,
gö­rünce, bu -kaybolup giden- yıldızın “Rab” olmaya uygun bir varlık
olamayacağını söyledi. Çünkü Rab olarak kabul ettikleri varlığın durumu
değişmiş ve bir yerden başka bir yere intikal etmişti. Hz. İbrâhîm böylece
kaybolup giden bir ilahın ilah o-lamayacağını kavmine anlatmaya çalışıyordu.
İşte bu Hudus’a yani ilah olarak kabul ettikleri varlıkların sonradan meydana
geldiğine işaret etmekteydi… Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s) gökyüzünde ayın
doğup etrafa ışık saçtığını görünce -öncede dediği gibi-, “Bu, Benim
Rabbimdir” dedi. Ay’ın da batıp göz­den kaybolduğunu görünce, bununda
kendisine fayda sağlayıcı bir ışık olarak kabul etmeyip bö.yle kaybolup giden
ve kendisi­ne tapınılması gereken bir varlığın “Rab” olamayacağım söy­ledi.

Hz. İbrâhîm (a.s)
burada da onların sapıklık ve hatalı bir yol üzerinde olduklarım gördü. Fakat
bunu direkt olarak söy­lemeyip hikmetinin gereği bir yöntemle şöyle anlatmak
istedi; “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermemiş olsaydı, muhak­kak
sapıklığa düşen topluluklardan olurdum ” (En ‘am: 6/ 77).

Hz. İbrâhîm (a.s) bu
sözüyle, onlann sapıklık içerisinde olduklarını direkt açıklama metodunu
seçmeyip böyle bir ilahı ve benzerlerini kabul etmekle kendisinin de -onlar
gibi- sapık­lık içerisinde olacağını belirtmiştir. Çünkü taptıkları bu ilahlar,
devamlı olarak doğuşları ve batışları değişmekte olup bir yer­den başka bir
yere geçmek suretiyle dönüp dolaşmaktadırlar. Bunu da onlara taptıkları
ilahların sonradan yaratıldıklarını göstermek için yapmıştı.

Hz. İbrâhîm (a.s)
“sapıklığa düşen topluluklardan” sözüy­le ayla tapmanın doğru yolu
şaşırmış yani sapıklık içerisinde olmakla açıklamak istemiştir.

Daha sonra güneşin
doğduğunu, ışığının kainata yayılması suretiyle parlaklığını görünce, Hz.
İbrâhîm, “İşte bu, benim Rabbimdir” dedi. Çünkü güneş, yar
atılmışların en büyüğü, di­ğerlerinden daha parlak ve daha faydalıydı. Buna
göre güneş, diğer yıldızlara ve aya nazaran tapılmaya daha hak sahibiydi… Hz.
İbrâhîm (a.s) bu sözünü, onların sapıklık üzerinde bulun­duklarına dair onlara
karşı delil getirmek için ve güneşinde diğerleri gibi sonradan yaratılmış
olduğunu göstermek için bu şekilde söylemiştir… Bir müddet sonra güneş de
kaybolup uf­kun arkasına geçince, ışığını ve parlaklığını kaybetmişti…

Hz. İbrâhîm (a.s),
kavmi ile münazara halinde bulundu­ğundan dolayı onlann, putlara, yıldızlara,
ayla, güneşe vb. şey­lere tapmaları ile sonradan yaratılmış olan bu varlıklara
tapma­larım sapıklıkla suçladı. Daha sonra da kavminden ve onlann
taptıklarından uzaklaştı. İşte bu, gözlerin gördüğü bu en parlak üç cismin ilah
olmadığı anlaşılıp kesin delillerle ortaya çıktık­tan ve gerçek, sabah
aydınlığı gibi ortaya çıktıktan ve kastetti­ği gayeye ulaştıktan soma Hz.
İbrâhîm (a.s):

“Ey kavmim! ‘Ben,
sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan katiyen uzağım. Şüphesiz ki ben yüzümü,
Tevhide yönelmiş bir kişi olarak gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a
yönelttim. Ben (Allah’a, yaratıklarından herhangi bilisini ortak koşan) müş­riklerden
değilim’ demişti. Kavmi (A Hah ‘in birlenmesi ve O’nun ortağının olmadığı
hususunda) İbrahim’le tartışmaya girişti. O demişti ki: Allah beni hidayete
(Tevhide) iletmişken, siz benimle Allah hakkında (O’nu tevhid etmem hususunda)
mı tartışıyorsunuz? Ben, O’na ortak koştuğunuz (putlardan, ilah­lardan vb.)
şeylerden korkmam. Ancak Rabbim bir şey dilerse, o (dilediği şey) müstesna.
Rabbimin ilmi, her şeyi sarıp kuşa­tır. Hala düşünüp öğüt almayacak mısınız?
Hem Allah ‘m size  (haklarında) hiçbir
delil ve burhan indirmediği şevleri siz O’-na eş koştuğunuzdan korkmazken, ben eş
koştuğunuz o varlık­lardan niye korkayım? Şimdi bu iki zümreden (Tevhide yönel­mişlerin
grubu mu? Yoksa müşriklerin grubu mu?) hangisi gü­ven duymaya daha layıktır?
Eğer biliyorsanız (söyleyin baka­lım? Bunlar), iman edenler ve imanlarını zulüm
ile bulaştır-mayanlar (yok mu?) İşte güven duyma hakkı ancak onlaradır. Ve
onlar, doğru yolu bulmuş kimselerdir. İşte bu (zikredilen­ler), kavmine karşı
ibrahim’e verdiğimiz delillerdir. Dilediği­mizi (ilim ve hikmette) derecelerle
yükseltiriz. Şüphesiz kî Rabbin, tam hikmet sahibidir ve (bunlara kimlerin
layık oldu­ğunu da) hakkıyla bilendir.”
[59]

Bu (ayetlerde geçen)
sözler, Allah’ın varlığı konusunda şüphe etmeyen ve yüce yaratıcının varlığı
konusunda bilgisiz olmayan Hz. İbrahim Halil (a.s) tarafından söylenmiştir. An­cak
bu sözler, delil getirme ve kanıt yoluyla kavminin sapıklık üzerinde
bulunduğunu delillendirnıek ve kesin hüccetlerin en büyüğüyle onları aciz
bırakmak için söylenmişti.

İbnü’l-Arabî,
“Ahkamu’l-Kur’an” adlı tefsirinde bu ko­nuyla ilgili olarak şöyle
der:

“Hz. İbrâhîm
(a.s)’a verilmiş olan Tevhid davasını açıkla­ma ve delil getirme bilgisinin
sonucu olarak kavmi ile arasında geçen olaylar, onun, Yüce Allah’ı bilmemesi ve
bu husustaki şüphesi sadece Allah’ı onlara tanıtmak içindir. Yoksa Hz. İb­rahim
(a.s) gerçekten şüpheye düşmüş değildir.”
[60]

Buna göre bir kimse,
Hz. İbrâhîm (a.s)’m, Allah’ın varlığı konusunda şüphe ettiğini zannederse ve
onun, yıldızlara, aya ve güneşe taptığına inanırsa, haktan uzak, anlayışında
hatalı ve nebiler ile resullerin sıfatlarından bilgisiz olduğu anlaşılır…
Çünkü Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a, Peygamberlikten önce ve doğru yolu ve
hidayeti bulma (rüşd) kabiliyeti vermiş­tir:

“And olsun ki
daha önce (Peygamberlikten önce) Ibrâhîm-‘e de doğru volu bulma imkanı (rüşd)
verdik. Biz İbrahim’in (buna ehil olduğunu) biliyorduk.”
[61]


2.
Hz.
İbrâhîm (a.s)’m masum olmadığını vehmettiren i-kinci nassa gelince; o da, yüce
Allah’ın şu sözüdür:

“Hani İbrâhîm:
‘Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini ba­na göster’ demişti. (Allah’ta)
“İnanmadın mı yoksa?’ demiş. O da: İnandım, fakat kalbimin mutmain olması
için (bunu istiyorum)’ demişti. Allah’ta, ‘Öyleyse dört (çeşit) kuş al, onla­rı
kendine alıştır (sonrada onları parçala ve) her dağ başına onlardan birer parça
bırak Sonra onları (Allah’ın izniyle ge­liniz diye) çağır. (Onlarda) koşarak
sana geleceklerdir’ demiş. Bil ki şüphesiz Allah, Aziz’dir ve Hakimdir.
[62]

Sanki bu ayeti kerime;
Hz. İbrâhîm (a.s)’m, “ölüleri dirilt­mesine dair Allah’ın kudreti
konusunda” şüphe ettiğini yansıt­maktadır. Böyle bir anlayış şekli, uygun
olmayan bir anlayış şeklidir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)’m, Rabbi konusunda ve
yüce Allah’ın ölüleri diriltmesine dair olan kudreti konusunda şüphe ettiği
şeklinde bir anlayışa varmaktan Allah’a sığınırız. Zira Hz. İbrâhîm (a.s),
tevhid inancım insanlar arasına yerleş­tirmeye çalışan ve insanların,
yalnızca.bir olan Allah’a ibadet etmelerini sağlamak için Kabe’yi ilk Önce İnşa
eden ve aynı zamanda da Peygamberlerin atası olan bir kimsedir. Hz. İbrâ­hîm
(a.s), Rabbinden yalnızca, “ölüleri nasıl dirilttiğinin” key­fiyetini
sormuş, “mahiyetini” sormamış ve ayrıca “Ey Rabbim! Ölüleri
diriltmeye gücün yeter mi?” şeklinde bir soruda sor­mamıştır. Hz. İbrâhîm
(a.s)’ın, Rabbine olan sorusu, “Ölüleri diriltmesinin keyfiyetine
dairdir.” Yalnız bu da, Hz. İbrâhîm (a.s)’m (Allah’ın varlığına kesin
olarak inanmakla birlikte), kalbinin kesin olarak inandığı bir rahata kavuşması
ve ilahi yaratıcının sırları ile gizemlerini görmeyi bilmek maksadıyla­dır.

Üstad Ahmed el-Münir,
“Keşşaf tefsirine yaptığı açıkla­yıcı bilgide bu ayetle ilgili olarak
şöyle der:

“Hz. İbrâhîm
(a.s)’m, Allah’a ‘ölüleri nasıl diriltirsin’ (Ba­kara: 2/260) şeklindeki
sorusuna gelince bu soru, ölüleri di­riltmeye dair Allah’ın bu konudaki
kudretinden şüpheye düşme şeklinde değildir. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu
sorusu,, ölülerin nasıl diriltileceğine dairdir. İmanda ise ölülerin diriltme
biçi­mini ve şeklini kavramak şart değildir. Çünkü bu soru, imanda bilinmesi
şart olmayan bir hususu bilmeyi sorup öğrenmek is­temekten ibarettir. Sorunun
“nasıl” anlamına gelen “keyfe” ‘ edatıyla gelmesi ve
sorunun, o anki durumuna dair olması, bu­nu göstermektedir. Bu sorunun görünüşü
itibariyle birisinin; “Zeyd, insanlar hakkında nasıl böyle
hükmediyor?” demesi şeklindedir. Bunu söyleyen kimse, Zeyd’in; insanlar
hakkında hükmettiğinden şüphe etmiyor. Yalnızca hükmün keyfiyetini yani nasıl
hükmedeceğini soruyor, yoksa hükmün nasıl sabit olacağını sormuyor. Olabilir ki
bu şüphe, akla veya kalbe ge­len bazı vesveselerle bazı zihinleri bulandırırda
Hz. İbrâhîm (a.s)’m şüphe ettiğine dair bir yol bulur diye… Hz. Peygamber
(s.a.v), akla ve kalbe gelen bu vesveseleri, şu sözüyle kökünü kazımıştır:
“Biz, şüpheye, İbrahim’den daha yakınız.”
[63]

Yani biz şüphe
etmiyorsak, İbrâhîm (a.s)’m şüphe etme­mesi daha evladır, demektir. Yüce Allah,
“(ölüleri diriltmeye gücünün yettiğine) inanmadın mı?” (Bakara:
2/260) sözüyle ise Hz. İbrâhîm (a.s)’ın birinci ifadesinde (ölüleri nasıl
dirilteceğine dair Allah’a sormasında) yer alan lafız, ihtimalini ondan
uzaklaştırıp işiten herkesin anlayabileceği ve bu konuya şüp­heyi katmayacak
bir ifadeyle onun imanım sağlamlaştırmak ve şüpheden uzaklaştırmak için Hz.
İbrâhîm (a.s)”m: “Evet, (se­nin ölüleri dirilteceğine dair gücüne)
inandım” (Bakara: 2/260) şeklinde konuşmasını istemiştir.”
[64]

Şehid Seyyid Kutub
(rh.a.), “Fizilali’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında bu ayeti kerimenin
tefsirinde şöyle der:

“Bu, ilahi
sanatın girift esrarına muttali olma arzusudur. Bu arzu Allah’ın dostu, huşu
sahibi, rıza vasfıyla ilintili, mü­min, haya ve hilm sahibi kul İbrahim’den
gelmiştir… Evet bu arzu, Hz. İbrâhîm (a.s)’dan geldiğine göre, Allah’a yakın
olan kulların en yakını, kalplerde ilahi sanatın sırlarını görmek ve buna
muttali olmak için zaman zaman gelen şevk ve heyecan mevcut olunca Cenab-ı
Allah’ta bu esrar perdesinin bir kısmını açmaktadır.

Bu arzu, imanın sebata
erip istikrar kazanması, mevcudi­yeti ve kemali ile alakalı değildir. Bu arzu,
daha başka bir hal­dir. Onun ayrı bir zevki vardır. Bu,ilahi esrarm ameli
olarak meydana gelme esnasında bizzat görmek iştiyakından doğan ruhi bir
arzudur. İnsan benliğinde tecrübenin bahşettiği zevk, gayba imanın verdiği
zevkten farklıdır. Bunun gerisinde artık başka bir iman şekli veya iman etmek
için burhan (delil) şekli düşünülemez. Hz. İbrâhîm (a.s) sadece Allah’ın
kudretinin faa­liyet halini müşahede edip o esrarlı alemin zevkine ulaşarak
rahatlamayı arzu etmektedir. O havayı teneffüs etme, o ruh ikliminde yaşama
arzusudur bu… İmanın varacağı son nokta­nın ötesinde bambaşka bir haldir
bu… “
[65]

 


Hz.
İbrahim (a.s) Hakkında İleri Sürülen Üç Yalanın Mahiyeti Nedir?:

 

Görünüşte Hz. İbrâhîm
(a.s)’in masum olmadığına işaret eden ve sünneti Nebevide geçen hadise gelince
İşte bu, Resulullah (s.a.v)’in şu sözünde geçmektedir:

“Hz. îbrâhîm
(a.s) sadece üç yalan söylemiştir. Bunlardan İkisi, Allah’ın zatıyla ilgili;
biri, ‘Ben hastayım’ (Saffât: 37/89) sözüdür, diğeri de, ‘Aksine o (putları
kırma) işini putların şu büyüğü yapmıştır’ (Enbiyâ: 21/63) sözüdür. Birisi de,
Temiz hanımı Sare hakkındadır. (Bu olay da şöyle olmuştur: ) ‘Hz. İbrâhîm
(a.s), zalim birinin diyarına (Mısır’a) beraberinde ha­nımı Sare de olduğu
halde gelmişti. Bunlar, zalim kralın mem­leketine girince, (şehrin giriş
kapısında görevli) adamlardan biri, Hz. İbrahim’i ve hanımı Sare’yi gördü.
Hemen krala gidip, ‘senin memleketine beraberinde insanların en güzeli bir
kadın­da ‘bulunan bir adam girdi. (İnsanlar, ondan daha güzel yüzlü­sünü ve
güzelini şimdiye kadar görmemiştir. O, sizden başka­sına layık değildir)’ dedi.

Kral derhal adamlarından
birisini, Hz. İbrahim’e gönderip onu huzuruna getirtti. Kral, Ona:

– (Beraberinde
bulunan) bu kadın kimdir?’ diye sordu. Hz. İbrâhîm, (Sare hakkında) ‘benim
hatumımdir!’ diyecek olursa onun yüzünden, kendisinin öldürüleceğinden çekindi­ğinden
dolayı):

– Kız kardeşimdir’
dedi ve bunun üzerine Hz. İbrâhîm, tıemen hanımı Sare’nin yanma gelip ona:

– Bu zorba, senin,
‘benim hanımım’ olduğunu öğrenirse, senin için bana galebe çalar. Eğer sana
(benim, neyin olduğu­nu) soracak olursa, ‘kız kardeşim olduğunu söyle! Çünkü
sen, zaten İslami yönden (din) kardeşimsin.’ Bu yeryüzünde senden ve benden
başka bir mümin bilmiyorum’ dedi.

Kral, (adam
göndererek) Sare’yi yanma getirtti. Sare’de geldi. (Sare’nin gidişinin
akabinde) Hz. İbrâhîm hemen nama­za durdu. Sare, kralın yanına girince, kral,
(onu, ayakta karşı­ladı. Fakat) elini ona uzatamadı. Eli, şiddetli bir şekilde
tutulu kaldı. Artık ayaklarıyla tepinmeye başlamıştı. Sare’ye:

  ‘Elimi salması için Allah’a dua et! Sana bir
zarar verme­yeceğim!’ dedi. Sare’de, Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın
eli, -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Ama kral, ikinci defa tekrar Sare’ye
sataşmak istedi. Fakat eli, önceki gibi veya ondan daha şiddetli bir şekilde
tutuldu. Sare’ye:

  ‘Elimi salması için Allah’a dua et! Sana bir
zarar verme­yeceğim!’ dedi. Sare’de, Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın eh,
-eskisi gibi- serbest bırakıldı. Kral, kadını getiren adamı (veya
muhafızlarından birini) çağırıp ona:

  ‘Sen bana insan değil, bir şeytan
getirmişsin. Bunu ül­kemden hemen çıkar!’ diye emir verdi. Kral, (Sare’de
gördüğü bu haİlerden dolayı) ona, ‘Hacer’i’ hediye olarak verdi. Bunun üzerine
Sare, Hz. İbrahim’in yanma geldi. O sırada Hz. İbrâ­hîm, namaz kılıyor (ve
Allah’a dua ediyordu). Sare’nin geldi­ğini hissedince, namazını bitirip ona
eliyle işaret ederek:

  ‘Nasılsın? Ne haber’ dedi. Sare’de:

  ‘(Hayırdan başka bir şey yoktur!) Allah, tam
zamanında kafirlerin hilesini geri çevirdi. (Bana zarar vermek için uzattığı
eli, Allah tarafından tutula kaldı) ve (Kral) bana da, Hacer’i hediye olarak
verdi’ dedi”…

Ebu Hureyre (r.a): ‘Ey
gök suyu (ile faydalanan kimsele­rin) oğulları! Bu kadın (Sare), sizin
annenizdir’ dedi.”
[66]

Bu hadisi, Buhârî ve
Müslim rivayet etmiştir.

Bu hadisi şerif de,
Hz. İbrâhîm (a.s)’ın masum olmadığını gösteren herhangi bir delil yoktur.
Aksine bu hadisi şeriften, Hz. İbrâhîm (a.s)’rn masum olduğu anlaşılmaktadır.
Çükü Hz. Peygamber (s.a.v), bu üç yalanla; hakiki anlamda olan yalanı
kastetmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözüyle, ancak sanki Hz. İbrâhîm (a.s)’in
yalan gibi görünen ama aslında yalan ol­mayan haberlerim açıklamayı istemişti.
Bunun ise hakiki ve asıl şekli yalan değildir…

Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
kavmine olan, “Ben hastayım” (Saffât: 37/89) ve “Aksine o
(putları kırma) işini, putların şu büyüğü yapmıştır” (Enbiyâ: 21/63)
sözlerine gelince ise bun­lar; kavmi ve onların taptıkları ilahlarla, alay etme
ve hakaret etme cinsinden olan sözlerdir. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s),
“Ben, hastayım” (Saffât: 37/89 ) sözüyle; Mecazi olarak, “Ben;
sizin işitmeyen, fayda sağlamayan ve sahibine bir şey kazandırmayan bu putlara
uymanızdan dolayı hastayım” de­mek istemiştir: Nitekim bir kimse manen
hasta olduğunda, be­denen de hasta olur…

Hz. İbrâhîm (a.s.),
hususi olarak; kavmini, cehalet ve sa­pıklık içerisinde gördüğünden dolayı
onları, hidayete ve dos­doğru yola böyle söylemekle davet etmiştir. Fakat
onlar, sapık­lık ve cehalet içerisinde gözleri görmeyen kör kimseler gibi
kaldılar! Kendilerine yapılan hakikati vergerçeği göremediler!

Hz. İbrâhîm (a.s)’m,
“Aksine o (putları kırma) işini, putla­rın şu büyüğü yapmıştır”
(Enbiyâ: 21/63) sözüne gelince ise bu söz; hakiki anlamda söylenilmiş bir yalan
değildir. Ancak bu, sözün kesin bir hüccet ve parlak bir delil cinsinden olan
söz gibidir. Zira Hz. İbrâhîm (a,s.), kavmine, bu konu ile ilgili delilleri
getirmek istediği sırada ona; “Bu putları kıran kim­dir?” diye
sordular. Hz. İbrâhîm (a.s)’da; kavmini ve putları alay ederek ve hakaret eder
bir vaziyette, büyük puta işaret etmiştir. Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s),
söylemiş olduğu bu sözden dolayı kavmini şaşırmış olarak gördüğünde, onlara, şu
susturucu cevabı vermiştir:

“Eğer
konuşabiliyorlarsa, (bu kırma işini,) kırılan putlara Sorun!”(Enbiyâ:
21/63).

Hz. İbrâhîm (a.s)’ın,
hanımı Sare ile ilgili “Sen kız karde-şimsin” sözüne gelince ise, bu
sözle ancak; “İnanç ve iman kardeşliği kastedilmiştir. Nitekim Yüce Allah,
din kardeşliğiy-le ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Müminler ancak
kardeş­tirler” (Hucurat: 49/10).

Yüce Allah, bu
sözüyle, soy kardeşliğini değil, din kardeş­liğini kastetmiştir. Çünkü Sare,
Hz. İbrâhîm (a.s)’m kız kardeşi değil, hanımıydı.

Bu sözlerin hepsi
sadece üstü kapalı söylenen sözlerden olup sahibini cezalandırmayan ve işleyene
de günah gerektir­meyen, yalandan sayılmayan sözlerdir.

Nitekim Araplar, üstü
kapalı söylenen sözlerden dolayı söyleyen kimsenin sorumlu tutulamayacağına ile
ilgili şöyle derler: “Kuşkusuz üstü kapalı konuşmayla, yalandan uzak ka­lınır.”
[67] Yani
“Üstü kapalı konuşma; Müslüman bir kimsenin, haram olan yalana düşmesini
engeller’1 demektir.

Hz.
İbrâhîm (a.s)’m bu sözünde de, Peygamberlerin ma­sum oluşuna zarar verici
kasten yalan söylemeyi gösteren bir unsur yoktur. Sadece bu söz, mubah olan
üstü kapalı sözler cinsindendir. Allah, hakkı söyleyen ve dosdoğru yola
iletendir.


[68]

 


Hz.
Yûsuf Es-Sıddik (a.s)’ın Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Şanı Yüce Allah, Hz.
Yûsuf (a.s)’a; güzellik verdiğini ve yücelik ile değerlilik elbisesini ona
giydirdiğini; buna karşılık Mısır azizinin hanımının, onu fitneye düşürmek
istediğini, sap­tırmak ve tahrik etmek maksadıyla ona kötülük yapmayı iste­diğini,
fakat Hz. Yûsuf (a.s)’m (bu saptırma ve tahriklere karşı) demirden daha sert ye
dağdan daha güçlü olduğunu, azizin ha-nımıyla birlikte diğer sosyete
kadınlarının planladığı çok ince hileler ile şiddetli şehevi saldırıların, Hz.
Yûsuf (a.s)’a etki et­mediğini ve bununla birlikte bu yüce peygamberin suçsuzlu­ğunu
ve masum olduğunu ortaya koyan Kur’ân-ı Kerîm, onun bu kıssasını, parlak bir
biçimde bize anlatmıştır. Fakat Kur’an’ı Kerim, bize bu kıssanın bir kısmını
şöyle anlatmak­tadır:

“Şehirdeki bir
takım kadınlar: ‘Azizin karısı, (yanında ça­lışan) delikanlısının nefsinden
murad almak istiyormuş. (Köle­sine olan tutkusu,) yüreğinin zarını delip
(kalbinin derinlikle­rinin) içine kadar işlemiş. Görüyoruz ki O (azizin
hanımı), doğrusu apaçık bir sapıklık içerisindedir’ dediler. Vaktaki (kadın)
onların gizliden gizliye (arkasından) yaptıkları dedi­koduları işitince, onlara
(evine misafir olarak gelmeleri için) haber yolladı, (misafirler evine
gelince,) onlar için (oturup) yaslanacak yerler (ve ayrıca bir de sofra)
hazırladı. (Böylece sıkıntı vermeyecek rahat bir ortam hazırlayıp, ellerine de
mey­ve soymak için bıçaklar vermek suretiyle onların huzuruna Yû­suf’u
çıkarmakla onu görür görmez dehşete düşmelerini, ken­dilerinden geçmelerini ve
farkında olmadan da .ellerini kesme­lerini sağlamak için) onlardan her birine
birer bıçak verdi. (Yûsuf’a da) ‘çık karşılarına’ dedi. Hepsi onun güzelliğini
gö­rünce, onu, çok büyük bir varlık kabul ettiler ve (hayranlıkla­rından dolayı
dehşete düşerek) ellerini kestiler, ve dediler ki:

‘Allah’ı tenzih
ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şe­refli bir melekten başkası
olamaz. “
[69]

 


Hz.
Yûsuf (a.s)’a Karşı Yapılan İftira ve Yalan:

 

Bazı tefsircilerin
ayakları haktan kaydı ve uzaklaştı.
[70]
Çünkü onlar, Hz. Yûsuf (a.s) hakkında uygun olmayan ve sağ­lara bir bilgiye de
dayanmayan bazı zayıf ve uydurma rivayet­leri naklederek onun, azizin hanımıyla
zina etmeye niyetlendi­ği şeklindeki iddiaları sebebiyle ayakları kayıp haktan
uzaklaş­tı….

(Ayette geçen ‘Burhan’
ve ‘hemme’ = ‘meyletme’ veya ‘kastetme’ kelimelerim açıklama sırasında) bazı
tefsir kitapla­rı, rivayet etmesi ve nakletmesi doğru olmayan bazı uydurul­muş
batıl İsrail! rivayetleri aktarmakla gafil davranmışlardır. Güvenilir alimler
ile sağlam hafızlar, bu rivayetleri tahlil ve tenkit ederek okuyuculara çok
faydalı bilgileri haber vermiş­lerdir. Çünkü bu rivayet ler, Kur’ân-ı Kerîm
ayetleriyle ters düşmekte ve Peygamberlerin masumiyetiyle çelişmektedir.

Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)
hakkında uydurulmuş bazı batıl rivayetler şunlardır: “Azizin hanımı, Hz.
Yûsuf ile yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde ve ondan, kendisiyle zina
etme­sini istediğinde, -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah’a sığını­rız- Hz.
Yûsuf, kadının isteğini kabul etmiş, ona uymuş ve ka­dınla, son derece çirkin
olan zina işini işlemeye yeltenmiştir. Bunun için de donunun uçkurunu çözmüş
-erkeğin, hanımının dört yeri arasına oturduğu gibi- azizin hanımının dört yeri
yani iki bacağı ve iki kolu araşma oturmuş ve kadın, gerisi üzerine sırt üstü
uzanmış olduğu halde onunla zina etmeye yeltenmiş. Tam bu sırada kendisine
seslenen bir sesi işitmiş. Ardından parmağını ısırmış bir vaziyette babası Hz.
Ya’k’ûb (a.s)’ı gör­müş. Babasından utandığı için Mısır azizinin hanımına
yelten­diği çirkin işten vazgeçtiği şeklinde iddiada bulunmuşlardır. Ve daha
ipe sapa gelmez bir çok uydurma ve batıl rivayetleri nakletmişlerdir. Bu çirkin
rivayetleri nakleden tefsirciler; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)’m şerefli ve
değerli bir Peygamber oldu­ğunu; Yüce Allah’ın, onu, masiyetlerden ve son
derece çirkin günahlardan, yani daha büyük kötülüklerden ve zina işlemek­ten
koruduğunu; ayrıca efendisi azizin, kendisinin ikametini ve ikramını en güzel
şekilde yaptığını ve iyi davrandığını bildiği halde, efendisine hainlik ettiği
şeklinde bir iftira ve yalan ileri sürüp de az önce Hz. Yûsuf (a.s) ile ilgili
belirtilen hususları nasıl oldu da unuttular ve farkına varamadılar. Halbuki
Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Yûsuf’u satın
alan Mısırlı (Aziz), karısına dedi ki: ‘Ona kadr-ü kıymet ver. Umulur ki bize
faydası dokunur veya onu evlat ediniriz. “
[71]

Hz. Yûsuf es-Sıddik
(a.s), efendisinin kendisine yaptığı bu güzel davranışı unutmayıp aksine
efendisinin, kendisine yaptı­ğı ve bahşettiği bu iyilik ve ihsanı; efendisinin
hanımı, kendi­siyle yatıp cinsel ilişkide bulunmak istediğinde, bu güzel dav­ranışı
azizin hanımına aşağıda gelecek olan ayette- söylemiştir. Buna göre Hz. Yûsuf
(a.s), efendisinin hanımı, kendisinden murad almak istediğinde ona şöyle
demişti:

” (Böyle bir şey
yapmaktan) Allah ‘a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim efendimdir, 0
bana güzel bir mevki ver­miştir. (Onun bu davranışının karşılığı, hanımına
yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat şudur ki, zalimler (hainlik
edenler) asla felah bulmaz,! dedi.”
[72]

Gerçekten de zina,
suçların ve günahların en çirkini ve en kötü olanıdır. Üstelik semavi dinlerin
hepsi, zinayı yasak­lamışlardır. Buna göre bütün semavi dinlerde zina
yasaklanmış olduğu halde, Allah’ın Peygamberlerinden birisi olan Hz. Yû­suf
(a.s), bu çirkin zina işini nasıl işleyebilir?! Allah’ı tenzih ederiz ki, Hz.
Yûsuf (a.s)’a dair ileri sürülen bu iftira, gerçek­tende büyük bir iftiradır!!.

Bu tefsirciler, Hz.
Yûsuf (a.s)’ın kıssasını anlatma esna­sında gelen Kur’ân-ı Kerîm nasslarım,
İsrailiyattan nakledilmiş bu uydurma ve yalan rivayetleri
[73]
kabul etme mahiyetinde sağda ve solda kalmış bilgileri, iyi göremediklerinden
önüne rasgeleni almak suretiyle açıklamaya kalkıştılar. Fakat bu tef­sirciler,
bu İsraili rivayetleri, Peygamberlerin masumiyetinde ittifak edilip
edilmediğine ve Kur’an nasslarınm bu tür rivayet­lerle birbirine uygun olup
olmadığına dikkat etmeden hatalı bir anlayış şekliyle almışlardır. Bazı
tefsircilerin dikkat etmeden aldıkları İsraili rivayetler, Yüce Allah’ın şu
ayetiyle ilgilidir:

“Eğer Rabbinin
burhanını (= kadının isteğini kabul et­mekten kendisini alıkoyacak Allah’ın
ayetlerinden birisini) görmemiş olsaydı, neredeyse Yûsuf’ta kadını isteyecekti.
Zaten kadın da, Yûsuf’u istemişti.”
[74]

Hz. Yûsuf (a.s)’m bu
günahı işlediğini ileri süren bazı tef-sirciler, ayette geçen “Hemme”
= “isteme, meyletme, kastet­me” kelimesini; “Hz. Yûsuf (a.s)’m,
azizin hanımının isteğine uyması ve kadına yaklaşmayı azmetmesi” şeklinde
tefsir et­mişlerdir. “Burhan” kelimesini de; “Hz. Yûsuf
(a.s)’in, babası Hz. Ya’k’ûb (a.s)”ı, parmağını ısırmış bir vaziyette
gördüğünü ve babasından utandığı için bu çirkin işi bıraktı” şeklinde
tefsir etmişlerdir.

Bu ayeti kerimede
geçen bu iki kelimenin bu şekildeki yo­rumu, batıldır ve caiz değildir.
Allah’ın izniyle birazdan bu kelimelerin ifade ettiği doğru olan manaları
çeşitli şekülerde açıklayacağız…

Tahkikçi
tefsircilerden çoğu; bu İsrailî rivayetleri, bazı Müslümanların bu rivayetleri
okuyarak onların güvenilir ve sağlam rivayetler olduğunu zannederek almaları
suretiyle yan­lış düşüncelere dalmaları için bu rivayetlerin yanlışlığını açık­layarak
bu rivayetleri okuyan Müslümanlara haber vermişler­dir.

Allame Üstad Abdullah
b. Ahmed en-Nesefî, tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

“0 kadın, onu
istemişti. ” (Yûsuf: 12/24) Buradaki ayetin metninde geçen ‘hemme’ (=
isteme) kelimesi, ‘kastetme ve azmetme’ anlamında kullanılmıştır. Buna göre
ayetinin anla­mı: ‘Kadın, Yûsuf la birleşmeye kesin olarak kastetti’ şeklinde
olur. “0 da, onu isteyecekti” (Yûsuf: 12/24).

Burada geçen ‘hemine’=
‘isteyecekti’ kelimesinin anlamı ise, ‘mümkün olmamakla birlikte isteme’
anlamında kullanıl­mıştır. Buna göre ayetin anlamı: ‘Yûsuf, azim ve kasıt olmak­sızın
kadına yaklaşmayı aklından geçirdi’ şeklinde olur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)’m
kadına yaklaşmayı istemesi, kadının Hz. Yûsuf (a.s)’a yaklaşmayı istemesi gibi
olsaydı Yüce Allah Hz. Yûsuf (a.s)’ı, ihiaslı kullarından (Yûsuf: 12/24) olduğu
şeklinde övmezdi. Üstelik Hz. Yûsuf (a.s)’m kadına yaklaşmayı is­temesi ile
kadının, Hz. Yûsuf (a.s)’a yaklaşmayı istemesi ara­sında büyük farklar
vardır…

Denildiğine göre; Hz.
Yûsuf (a.s), kadın gerisi üzerine sırt üstü uzanmış olduğu halde kadının iki
bacağı ve iki kolu arası­na oturmuş…

Bazı tefsirciler de;
ayette geçen ‘Burhan’ kelimesini, Hz. Yûsuf (a.s)’m kendisine iki defa gelen:
‘Ey Yûsuf ve Ey ka­dın!’ şeklinde bir sesi işitmiş, ardından da üçüncü defa
ise: ‘Kadından yüz çevir!’ şeklinde bir ses işitmiş. Fakat bu ses de, Hz, Yûsuf
(a.s)’a bir fayda sağlamamış. Nihayetinde ise babası Hz. Ya’k’ûb (a.s.)’ı,
parmağını ısırmış bir vaziyette görmüş de bu işten vazgeçmiş…

İşte bu gibi aktarılan
rivayetler, batıldır ve aslı astan yok­tur.
[75] Bu
gibi rivayetlerin batıl olduğunun delili, Yüce Allah’ın, “O kadın, ondan
murad almak istemişti” (Yûsuf: 12/26) buy­ruğudur. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)
da, kadınla yatıp cinsel ilişkide bulunmak isteseydi, kendisinin böyle bir
şeyden uzak olduğu­nu söylemezdi; ayrıca daha sonra gelecek olan (Yûsuf dedi
ki:) “Bu (benim hapisten çıkmayı kabul etmeyişim), gıyabımda (a-zizin)
kendisine gerçekten hainlik etmediğimi ve Allah’ın, ha­inlerin hilesini
kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini onun da bilmesi (ni sağlamak) için (böyle
yaptım). ” (Yûsuf:  12/52) buyruğu
da, bunun delilidir. Çünkü onların dedikleri gibi ol­saydı, Hz. Yûsuf (a.s),
gıyabında efendisine ihanet etmiş olur­du. Ayrıca “İşte Biz, ondan böylece
kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik.” (Yûsuf: 12/24) buyruğu da, bunun
delilidir. Eğer Hz. Yûsuf (a.s)’ın, kadına karşı bir böyle isteği olsaydı,
kesinlikle ondan kötülük ve çirkinlik bertaraf edilmiş olmazdı…”

Derim ki: Bu ayeti
kerimede;
[76] Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadına
karşı aldanmaması gerektiği yönünde geniş bir bilgi, ince bir görüş ve önemli
bir anlayış vardır. İşte bu da, “Hemme” = “İstek”
kelimesinin; azizin hanımından meydana gelmiş kötü bir istek olduğunu gösterir.
Zira kadın son derece çirkin davra­nışından dolayı Hz. Yûsuf (a.s)’ı kendisine
çağırmış ve bundan dolayı da sarayın kapılarını sağlamca kapattıktan ve odaya
hapsettikten sonra onunla yatıp cinsel ilişkide bulunmak iste­miştir. Nitekim
Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Evinde bulunduğu
kadın,  ondan murad almayı istedi. (Bunun
için gereken yollara başvurarak ilk Önce) kapıları sım­sıkı kapadı ve: ‘Sana
söylüyorum, haydi gelsene!’ dedi. 0 da: ‘(böyle bir şeye teşebbüs etmektense)
Allah ‘a sığınırım. Doğ­rusu 0 (senin kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel
bir mevki vermiştir.  (Onun bu
davranışının karşılığı, hanımına yaklaşarak ona hainlik etmek olmaz). Hakikat
şudur ki, zalim-ler (yani hainlik edenler) asla felah bulmaz’ dedi.”
[77]

Hz. Yûsuf es-Sıddik
(a.s)’m, kadım istemesine gelince ise; onun istemesi, kötü bir istek ve hainlik
veya son derece çirkin bir arzu değildir. Bazı cahillerin, Hz. Yûsuf (a.s)’m
istemesini, zannettikleri gibi, kötü bir istek ve sön derece çirkin bir davra­nış
olmayıp sadece Hz. Yûsuf (a.s)’in ona .yaklaşmayıp aklın­dan geçirmesi
şeklindedir… Yalnız Hz. Yûsuf (a,s)’m istemesi, kendisine yapılan haksızlığı
yani efendisi azizin hanımının planladığı bu çirkin hileyi kendisinden
uzaklaştırması ve kadım, böylesi çirkin bir davranıştan sakındırmaya
kastetmesi, an­lamındadır. İşte bundan dolayı Hz. Yûsuf (a.s)’m doğruluğundaki
kuvvetliliğini, güçlülüğünü ve sert tavrını, onun şu sö­zünde görmekteyiz:
“(Böyle bir şeye teşebbüs etmekten) Al­lah ‘a sığınırım. Doğrusu 0 (senin
kocan), benim efendimdir. 0, bana güzel bir mevki de vermiştir. ” (Yûsuf:
12/23),

Buna göre Hz. Yûsuf
(a.s)’m kadını istemesi, azim ve kas­tı gerektirmeyen bir istekti. Zira kadının,
Hz. Yûsufu isteme­si;
[78] bir
arzu şeklindeydi. Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadını istemesi ise; kadını kendisinden
uzaklaştırması şeklindeydi. Nitekim bazı tefsirciler, bu konuyla ilgili olarak
şöyle derler:

‘Kadının, Hz. Yûsuf
(a.s)’ı istemesi; fiili bir vakıaydı. Fa­kat Hz. Yûsuf (a.s)’m, kadını istemesi
ise; tabiatı gereği, yani Hz. Yûsuf (a.s), kötü davranıştan kurtulmak için
gerçekleşmesi mümkün olmayan insanın yaratılışı gereği tabi bir meyildi. Zira
insan, kalbinden ve aklından geçirdiği düşünceleri uygu­lamaya geçirmedikçe
[79]
nefsinin iştah duyduğu veya tabiatı ge­reği nefsinin meylettiğinden dolayı
sorumlu tutulamaz. İşte bunu, Nesefî (rh.a.) tefsir edip şöyle demiştir:

“Hemnıet
bini” = “Kadın, Yûsuf u istedi” yani kadın, Yûsuf’a ‘kastetti’
veya ‘azmetti’ demektir. “Hemme biha” = “Yûsuf, kadını
istedi” yani Yûsuf, gerçekleşmesi mümkün ol­mamakla birlikte yaratılışı
gereği kadına ‘meyletti’ demektir.”

Bazı
tefsirciîerin naklettiğine göre; bu ayeti kerimede (ya_ ni Yûsuf: 12/24’de)
‘takdim’ = Öne alma ve ‘tehir’ = geri alma vardır. Buna göre “Eğer
Rabbinin burhanını görmeseydi” (Yûsuf: 12/24) ayetinin anlamı; Eğer
Allah’ın burhanı, yan| Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)’ı kötü ve çirkin şeylerden
gözetip korumasaydı, elbette Hz. Yûsuf (a.s) kadınla cinsi münasebette
bulunacaktı ve kadına karşı içinden geçenleri yapacaktı de­mektir. Fakat Yüce
Allah, yardımı ve desteğiyle Hz. Yûsuf (a.s)’in iffetini korumuştur.
Dolayısıyla Hz. Yûsuf (a.s) kesin­likle kadınla herhangi bir şey yapmamıştır.
Diğer bir çok tef-sirciler, bu konuyla ilgili olarak Ehli kitabın, Hz. Yûsuf
(a.s)’a nispet ettikleri suçlamaları ve iftiraları kabul etmeyip onun
suçsuzluğunu dile getiren sözler söylemişlerdir. Fakat buna rağmen bazı
Müslüman kimseler, fasıklardan birine dahi nispet edilmesi uygun olmayan
uydurma İsrailî rivayetlerikabul ede­rek bunları, Hz. Yûsuf (a.s)’a nispet
etmişlerdir.


[80]

 


Hz.
Yûsuf (a.s)’m Masum Oluşu İle İlgili Deliller:

 

Hz. Yûsuf (a.s)’m
peygamberliğinin durumunu, risâletinin büyüklüğünü ve Peygamberler de bulunması
gerekli olan va­sıfları bilmeyen bazı tefsirciîerin; Hz. Yûsuf (a.s)’a nispet
et­tikleri bu çirkin suçlamalara ve iftiralara karşılık, onun suçsuz olduğuna
ve masum olduğuna dair Kur’ân-ı Kerîm’de on tane delil vardır… Biz ise bu
delilleri, maddeler halinde kısaca şu şekilde Özetleyebiliriz:


Birinci Delil:

Hz. Yûsuf (a.s), azizin hanımının isteğine karşılık ona itaatten yüz
çevirdiğine ve kadının karşısında bü­tün gücü ve azmiyle direndiğine Yüce
Allah’ın şu ayeti keri­mesi işaret etmektedir:

“(Böyle bir şeye
teşebbüs etmekten) Allah’a sığınırım. Doğrusu 0 (senin kocan), benim,
efendimdir.”
[81]


ikinci Delil:

Kadın, kapıları kilitleyip bütün çıkış yollarını ttıktan ve Hz. Yûsuf (a.s)’ı
odanın içerisine hapsettikten ra baskı ve zorla onu kendi nefsi için
faydalandırmayı iste­ncinde Hz- Yûsuf (a.s), azizin hanımının bu isteğini geri
çevi­rip ondan uzaklaşmıştır… Eğer Hz. Yûsuf (a.s) zinaya meylet-vdi kadından
kaçmayıp onunla zina ederdi. Çünkü zina fiili­ni isleyen kimse zinaya yönelir,
bunu işlemekten kaçmaz. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:

“İkisi de kapıya
(doğru) koştular. Kadın, onun gömleğini arkadan (yakalayıp) boylu boyunca
yırttı. (Tam bu sırada) ka­pının yanında kadının efendisine rast
geldiler.”
[82]


Üçüncü Delil:

Hz. Yûsuf (a.s)’in elbisesinin arkadan yır-tılmasıyla haklılığı ortaya çıkaran
araştırma sonucunda, azizin hanımının yakınlarından birisi, Hz. Yûsuf (a.s)’rn
suçsuzluğu­na şahitlik etmiştir. Bu şahitlik eden kimse, haklıyı ve haksızı
bulmak için; “eğer Yûsuf kadını isteyen, kadında ondan kaçı­nan ise Yûsuf
un elbisesinin ön taraftan yırtılması gerekmek­tedir. Buna göre kadın doğru
söylüyor, Yûsuf yalancıdır. Eğer kadın Yûsuf u isteyen, Yûsuf ta ondan kaçman
ise Yûsuf un elbisesinin arkadan yırtılması gerekmektedir. Buna göre Yûsuf
doğru söylüyor, kadın yalancıdır” şeklinde bir yönteme baş­vurmuştur.
[83] Yüce
Allah bu konuyla ilgili olarak ise şöyle bu­yurmaktadır:

“Kadının
ailesinden birisi de, (ikisi hakkında) şöyle şahit­lik etti: ‘Eğer (Yûsuf’un)
gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise
yalancılardandır. Eğer (Yû­suf’un) gömleği arkadan yırtılmış ise kadın yalan
söylemiştir. Bu (Yûsuf) ise doğru söyleyenlerdendir.’ (Kadının kocası, Yû­suf’un)
gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (Yûsuf’un suçsuzluğunu ve doğru
söylediğini, karısının ise yalan söylediğini anlayarak) dedi ki: ‘Doğrusu bu
(iftira ve suçlama) sizin tuzağınızda ndır. Şüphesiz ki sizin tuzağınız
büyüktür.”
[84]

Denildi ki: Hz. Yûsuf
(a.s)’m lehine şahitlik eden kimse, beşikte bulunan Icüçük bir çocuk olup Allah
onu, Hz. Yûsuf (a.s)’ın suçsuzluğunu ortaya çıkarabilmek için bu kesin delille
onu konuşturmuştur. Bu çocuk, beşikteyken konuşan üç ço­cuktan birisidir.
[85]
Beşikteki çocuğun konuşması, garipsenecek bir durum değildir. Zira Allah, her
şeye güç yetirir.


Dördüncü Delil:

Hz. Yûsuf (a.s)ın zindana girmeyi, zina etmeye tercih etmesi. Yüce Allah bu
konuyla ilgili olarak ise şöyle buyurmaktadır:

“(Yûsuf) ‘Ey
Rabbim! Zindan, bana, bunların beni davet ettiklerinden daha iyidir. Eğer Sen,
bunların (bana dair kurmuş oldukları) tuzakları benden uzaklaştırmazsan onlara
mey­leder ve cahillerden olurum’ dedi.”
[86]

Bu delil, Hz. Yûsuf
(a.s)’m suçsuzluğuna ve masum oldu­ğuna işaret eden delillerin en büyüklerinden
birisidir. Zira han­gi şahıs zindanı, kendisini arzulayan ve temenni eden şeye
tercih etmeyi düşünür!. Eğer Hz. Yûsuf (a.s), kadının isteğini kabul etse ve
kadının arzusuna uysaydı, kadının, kendisine at­tığı bu iftira sebebiyle birçok
sene
[87]
zindanda kalmazdı. Buna göre Hz. Yûsuf (a.s)’m, azizin hanımıyla zinaya
teşebbüs etti­ğine dair iddia; Hz. Yûsuf (a.s)’a karşı yapılmış apaçık bir ifti­ra,
batıl ve yanlıştır. Her insaf sahibi kimse, bu peygamberin, tarihi ibretinden
ders alır. İşte bunlar, Yüce Kur’an’ın anlamla­rından elde edilen görüşlerdir.


Beşinci Delil:

Şanı Yüce Allah, Hz. Yûsuf (a.s)’ı, bu su­renin çeşitli yerlerinde övmüştür.
Nitekim Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“işte Biz, ondan
kötülüğü ve fuhşu bertaraf ettik. Şüphesiz ki 0, ihlasa erdirilmiş
kullarımızdandır. “
[88]

Yine Yüce Allah, bu
kıssaya girişte ise şöyle buyurmakta­dır:

“0, tam ergenlik
çağına girince, kendisine hüküm ve ilim verdik İşte Biz, ihsan sahibi kimseleri
böyle mükafatlandırırız. (0 böyle bir kimseyken) evinde bulunduğu kadın, ondan
murad almayı istedi, (ilk önce) kapıları sımsıkı kapadı ve: ‘Sana söylüyorum,
haydi gelsene!.. ‘dedi.”
[89]

Buna göre Yüce Allah,
Hz. Yûsuf (a.s)’ı, -bu ayetlerde-ihsan verdiği kimselerden ve ihlaslı
kullarından olduğunu haber vermiştir. Ayetlerde geçen bu “muhlis” ve
“muhsin” kim­seler ise; Yüce Allah’ın peygamberliğe seçtiği ve itaat
ile iba­dete has kıldığı kimselerdir. Buna göre Şanı Yüce Allah; ken­disini
tertemiz yapanı, kendi sırlarını bütün kötü niyetlerden ve bütün çirkin
işlerden temizleyen kimseyi hiç över mi? Halbuki Hz. Yûsuf (a.s), Allah’a yakın
olan tertemiz kimselerdendi. Resulullah (s.a.v) de, Hz. Yûsuf (a.s)’rn
salahiyetine, takvalıh-ğına, temizliğine ve dosdoğruluğuna şahitlik ederek
şöyle bu­yurmuştur:

“Şerefli oğlu
Şerefli oğlu Şerefli İbrahim oğlu İshâk oğlu YaVûb’un oğlu Yûsuf.”
[90]

İşte bunlar, Hz. Yûsuf
(a.s)’m şerefli ve üstün olduğuna yeterlidir!!.


Altıncı Delil:

Azizin hanımının bizzat kendisinin, şehirli sosyete tabakası kadınların
hepsinin önünde Hz. Yûsuf un ma­sumluğunu ve iffetini itiraf etmesi. Nitekim
Yüce Allah bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır:

“Kadınlar
(Yûsuf’un) bu (güzelliğini) görünce, onu çok büyük bir varlık kabul ettiler (ve
hayranlıklarından dolayı deh­şete düşerek) ellerini kestiler ve dediler ki:
‘Allah’ı tenzih ederiz. Haşa, bu bir insan değildir. Bu, çok şerefli bir
melekten başkası olamaz. (Bunu gören azizin hanımı:) ‘İşte beni kendisi
hakkında ayıpladığınız, şu gördüğünüz kimsedir. And olsun ki, onun nefsinden
murad almak istedim de 0, kendini (bu isteğimden) korudu… “dedi.”
[91]

Kocasının Önünde Hz.
Yûsuf (a.s)’ı zinaya teşebbüs et­mekle suçlayan azizin hanımının bizzat
kendisinden -ayette de görüldüğü üzere-, sosyete tabakası kadınların hepsinin
önündeki bu şahitliği, Hz. Yûsuf(a.s)’m iffetliliğini ve suçsuzluğu­nu apaçık
bir şekilde ortaya koymaktadır.

Ayette geçen
“iste’same” = “kendini korudu” kelimesi, Hz. Yûsuf (a.s)’ın
aşırı derecede teklif edilen günahtan sakın­dığını ve son derece korunduğunu
gösterir.

İşte bu, bazı insanların;
“hemm” ve “burhan” kelimelerini tefsir ettiğinden, -Nitekim
biz bu açıklamaların yanlış olduğu­nu daha önce

açıklamıştık- Hz.
Yûsuf (a.s)’ın uzak olduğunu gösteren apaçık bir açıklamadır.


Yedinci Delil:

Hz. Yûsuf (a.s)’m, şehirdeki sosyete taba­kası kadınlarının önünde apaçık
delillerle ve kesin kanıtlarla suçsuz olduğunu gösteren alametlerin ortaya
çıkması.

Bununla birlikte Mısır
azizinin, şehirdeki insanların dedi­kodusunu ortadan kaldırmak ve hanımının
işlediği suçu örtbas etmek için Hz. Yûsuf (a.s)’ı zindana atmıştır. Yüce Allah
bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Sonra bütün
delilleri, (Yûsuf’un lehinde) gördükleri hal­de yine de bir zamana kadar onu
zindana atmayı uygun buldular.”
[92]

Allame en-Nesefî,
tefsirinde, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

” ‘Uygun
buldular’ (Yûsuf: 12/35) Yani onlar için Yûsuf u zindana atmak artık ortaya
çıkmıştır. Ayette geçen ‘hum’ ço­ğul zamiri, azize ve onun aile halkına
dönmektedir. ‘Bütün de­lilleri’ (Yûsuf’un lehinde) gördükleri halde’ (Yûsuf:
12/35) ayetinde geçen ‘deliller’den kasıt; Hz. Yûsuf (a.s)’m suçsuzlu­ğunu
gösteren; gömleğin arkadan yırtılması, kadınların meyve soyarken Hz. Yûsuf’u
görmeleri üzerine ellerini kesmeleri, küçük çocuğun Hz. Yûsuf un lehine
şahitlik etmesi ve buna benzer delillerdir. ‘Zindana atmayı’ (Yûsuf: 12/35)
ayeti ise; Mısır azizi, hanımının haklılığını ortaya çıkarabilmek ve vazi­yeti
kurtarmak ve bu konudaki şehirde geçen dedikodulara son vermek için, Hz, Yûsuf
u mutlaka Zindana atmaya karar verdi­ler anlamındadır. Hz. Yûsuf un zindana
atılması, sadece hanı­mının görüşünün dışına çıkmayan kocasının, bu görüşünü ka­bul
etmesi sonucu olmuştu. Zira Mısır azizi; hanımına karşı çok bağlı, onun emrine
göre hareket eden ve kolayca baş eğen bir kimseydi. Üstelik azizin yuları, kadının
elindeydi. ‘Bir za­mana kadar’ (Yûsuf: 12/35) ayeti ise; kadın kocasına, Hz. Yû­suf
un bir zamana kadar zindana atılması teklifinde bulundu anlamındadır.
Böylelikle kadın, her ne kadar Hz. Yûsufu görmese bile, ondan alacağı haberler
ile rahatlamaya çalışa­caktı.
[93] Zira
böylece onu, kontrolü altında bulundurmuş olu­yordu.”
[94]


Sekizinci Delil:
Hz. Yûsuf (a.s), Rabbinden; hem efendisi azizin hanımının ve hem de
sosyete kadınlarının çirkin hilele­rinden ve tuzaklarından kendisini
kurtarmasını istediğinde; Şanı Yüce Allah’ın, Hz. Yûsuf (a.s)’m bu duasını
kabul etme­si.

Eğer Hz. Yûsuf (a.s),
azizin hanımının isteğine uyma ko­nusunda rağbet gösterseydi, Allah’tan; 0
kadınların hilelerin jeti ve tuzaklarından kendisini kurtarmasını istemezdi.
Yüce Allah, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

“Rabbi de onun
duasını kabul etti ve onların tuzaklarını kendisinden uzaklaştırdı. Çünkü
Allah, hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.”
[95]


Dokuzuncu Delil:
Hz. Yûsuf (a.s)’ın, şehirdeki bütün in­sanların önünde suçsuzluğu ortaya
çıkmadıkça, zindandan çıkmayı kabul etmemesi.

İşte bu delil ise; Hz.
Yûsuf (a.s)’m iffetini, kötülüklerden ne kadar uzak olduğunu ve izzeti nefsinin
doğruluğunu gö­stermektedir. Eğer kendisinin suçsuz olduğu ortaya çıkma­dıkça,
bunu, zindanda yedi veya dokuz sene kalmaya ve orada çeşitli zorluklar ile
sıkıntılara kavuşmaya tercih etmezdi. Bun­dan dolayı da Hz. Yûsuf (a.s), bu
çirkin suçlamadan ve iftira­dan uzak olduğu ortaya çıkıncaya kadar ve şehirdeki
bütün halkın, kendisinin suçsuz yere zindana atıldığını öğreninceye kadar
zindandan çıkmayı kabul etmemiştir. Yüce Allah ise bu konuda şöyle
buyurmaktadır:

“(Kral:) ‘Onu
bana getirin’ dedi. Bunun üzerine ona ha­berci gelince, (haberciye), ‘Rabbine
(yani efendine) dön ve ellerini kesen 0 kadınların zoru neydi? Kendisine sor?’
dedi. Şüphe yok ki benim Rabbim, onların (bana karşı yaptıkları) tuzakları
hakkıyla bilendir. “
[96]


Onuncu Delil:

Sonuncu olarak ise; gerek ellerini bıçakla kesen sosyete kadınları ve gerekse
azizin hanımının bizzat kendisinin, Hz. Yûsuf (a.s)’a iftira ettiğini apaçık
bir şekilde itiraf etmesi.

İşte bu delil de, Hz.
Yûsuf (a.s)’m kendisine nispet edilen iftira ve suçlamalardan masum olduğuna,
kötülüklerden uzak olduğuna ve suçsuz olduğuna dair şüpheden bir parça bile bı­rakmamaktadır.
Zira kral, sosyete kadınlarını, Hz. Yûsuf (a.s)’m isteği doğrultusunda toplayıp
onlara, Hz. Yûsuf (a.s)’a dair sorular sorduğunda
[97]
onlar; şu kesin ve açık cevabı ver­mişlerdir-

mislerdir:

“(Kral) 0
kadınları toplayıp onlara) ‘Yûsuf’un nefsinden murad almak istediğiniz zaman ne
halde idiniz?’ dedi. (Kadın­lar) ‘Haşa, Allah için biz onun hiç bir kötülüğünü
bilmedik’ dediler. Bunun üzerine azizin karısı da: ‘Şimdi gerçek ortaya çıktı!
Ben, onun nefsinden murad almak istedim. 0, hiç şüphe­siz doğru söyleyenlerdendir.
(Kadın veya Yûsuf’da: ) ‘Bu, gı­yabında o (azize) hainlik etmediğimi ve Allah
‘in, hainlerin hi­lesini kesinlikle başarıya erdirmeyeceğini bilmesi içindi.”
[98]

Sonuç
olarak; Hz. Yûsuf es-Sıddik (a.s)’in kendisine nis­pet edilen yalan ve
iftiralardan suçsuz olduğuna ve onun ma­sum olduğuna dair bu on delili,
Kur’ân-ı Kerînı’den elde ettim. Doğrusu Allah, hakkıyla söyleyen ve dosdoğru
yola iletendir.


[99]

 


Hz.
Yûnus (a.s)’ın Masum Oluşu

 

Yüce Allah’ın, Hz.
Yûnus (a.s)’m kıssası ile ilgili olarak söylediği şu sözü, onun masumiyet
ligine işaret eden deliller­dendir. Yüce Allah, Hz. Yûnus (a.s) ile ilgili
olarak şöyle bu­yurmaktadır:

“Zünnun (yani
balık sahibi Yûnus) ‘u da hatırla. Hani 0, (kavmini) öfkelendirerek giderken
kendisine güç yetiremeye-ceğimizi zannetmişti. Ama sonunda (denizin ve balığın
karnı­nın) karanlıkları içerisinde (Rabbine) şöyle dua etmişti: ‘Sen­den başka
ilah yoktur, Sen (her şeyden) münezzehsin. Doğrusu ben, (bana izin vermeden
kavmimin arasından çıkıp gitmek suretiyle) zalimlerden oldum.’ Biz de onun
duasını kabul edip onu üzüntüden kurtarmıştık. İşte müminleri, (bize dua edip
yardım istediklerinde onları işte) böyle kurtarırız.”
[100]

Bu ayeti kerimenin dış
görünümü; sanki Hz. Yûnus (a.s)’ın, Şanı Yüce Allah’a öfkelendiğinden dolayı
(görevli bulunduğu yeri bırakıp) gitmeye ve bu gidişinden dolayı da Yüce
Allah’uı, kendisi hakkında intikam almasına dair kudre­tinden şüphe ettiğini
andırmaktadır. Böyle bir anlayış, yanlış­tır. Üstelik ayeti kerimelerin, kendi
anlamlarının dışında bu şekilde tefsir edilmesi de doğru değildir. Bazı cahil
kimseler­de, bu şüphe meydana geldiğinden dolayı, Hz. Yûnus (a.s)’m masiyet
işlediğini ve Allah’ın emrine muhalefet ederek Rabbma öfkelenerek gittiğini ve
bu günahı sebebiyle de balı­ğın, onu yuttuğunu zannetmişlerdir.

Bu konuda en doğru ve
en sağlam olan; tahkikçi tefsircile-rin, bu ayeti kerimelerin anlamı hususunda
aktardıklarıdır. Bu aktardıkları ise şunlardır:

“Hz. Yûnus (a.s),
kavmini uyardı ve onları, eğer iman et­medikleri taktirde Allah’ın azabıyla
korkuttu. Fakat onlar, bu uyarılara rağmen sapıklık ve küfür içerisinde kalmaya
devam ettiler. Onların iman etmediğini gören Hz. Yûnus (a.s), çabu­cak gelecek
olan bir azabı onlara vaat etti. Allah’ın azabı on­lardan ertelenince onların,
vaat ettiği azabın gelmemesinden ötürü kendisiyle alay etmelerinden,
kınamalarından ve suçla­malarından korkarak onların bu uyarılarından kurtulmak
için onların arasından beklenen azaptan kaçıyormuş gibi bir vazi­yette çıkıp
gitti. Zira Hz. Yûnus (a.s), onlara, azabın geleceğini haber vermişti. Fakat
kendilerine vaat ettiği azab gelmemişti. Bunun üzerine -sabredip tebliğine
devam etmesi ve Rabbi, kendisine hicret izni verinceye kadar beklemesi
gerekirken-kavmini öfkelendirerek onların arasından çıkıp gitti. Rabbini
öfkelendirerek -böyle bir şeyi iddia etmekten Allah’a sığınırız. Allah böyle
bir şeyden münezzehtir- veya onun emrine isyan ederek değil…”

Üstad Ebu’l-Berekat
Abdullah en-Nesefî,’ tefsirinde, bu ayeti kerimeyle ilgili olarak şö yle der.

“Yüce Allah’ın
‘Zünnun’u da hatırla’ (Enbiyâ: 21/87) a-yetinin anlamı; ‘Balık sahibini de
hatırla1 demektir. Ayette ge­çen ‘Nun’ ve ‘Hut’ kelimeleri, (balığın karnında
bir müddet kaldığından dolayı) Hz. Yûnus’a atfedilmiştir. ‘Hani 0, öfke­lendirerek
giderken…’ (Enbiyâ: 21/87) Yani ‘kavmini kızdıra­rak giderken’ demektir.
Kavmini Ö Ütelendirmesinin anlamı şudur:

Hz. Yûnus (a.s),
kavmine, uzun bir süre öğüt verdiği halde onlar öğüt almayıp küfürleri üzere
devam etmişlerdi. Hz. Yû­nus’ta onların bu tavırları yüzünden onları bırakıp
gitmişti. Hz. Yûnus (a.s) bunu ancak Allah için bir kızgınlık sebebiyle, küf­re
ve kafirlere kızgınlığı sebebiyle yaptığından dolayı, ayrılıp gidebileceğini
zannetmişti. Halbuki Hz. Yûnus’un, sabretmeye çalışması ve onlardan ayrılıp
hicret etmek üzere Yüce Allah’ın iznini beklemesi gerekirdi. Bundan dolayı
balığın karnında kalmakla imtihan edildi.”
[101]

Buna göre Hz. Yûnus
(a.s)’m öfkelenmesine gelince ise bu, kavmi için olup Rabbi için değildi. Yüce
Allah’ın, Hz. Yû­nus (a.s)’ı azarlamasına gelince ise bu, Hz. Yûnus (a.s) sab­retmemesinden
ve Yüce Allah’ın izni olmadan kavminin ara­sından çıkıp gitmesinden dolayı idi.
Yüce Allah’ın, Hz. Yûnus (a.s)’m bu kıssasını, Resulullah (s.a.v)’e
indirmesinin sebebi ise; Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e; müşriklerin yalan­lamalarına
karşı sabretmesini, bunlara karşı göğsünü sıkma­masını ve Hz. Yûnus (a.s)’ın
kavmine karşı yaptığı sabırsızlı­ğı, kendi kavmine karşı yapmamasının
gerektiğidir.
[102]

Yüce Allah’ı şu ayeti
de, bunu destekleyici mahiyettedir. Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Hz.
Yûnus (a.s)’m bu durumunu bir örnek olarak şöyle anlatmakt adır:

“(Ey Muhammedi)
Sen, Rabbinin (hakkında yazmış oldu­ğu) hükmü (sana gelinceye kadar) sabret; ve
balık sahibi (Yû­nus) gibi olma. O, (yaptığından dolayı) pek üzgün olarak
Rabbine (bağışlanması için) dua etmişti. Eğer Rabbinin katı­dan ona bir nimet
ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atıla­caktı. Buna rağmen Rabbi, onu seçip
Salih kimselerden kılmıştır.
[103]

Yüce Allah’ın
“kınanmış olarak sahile atılacaktı” (Kalem: 68/49) ayeti, bu ayetin
başında geçen “Levlâ” edatının cevap cümlesidir. “Levlâ”
edatı, Arap dilinde; bir şeyin meydana gelmesine engel olan bir harf olarak
bilinir. Yani bu edat, şart cümlesinin meydana gelebilmesi için cevap
cümlesinin mey­dana gelemeyeceğini ifade eder… Buna göre ayeti kerimenin
anlamı şu şekilde olur: “Eğer Allah, Yûnus’un duasını ve ma­zeretini kabul
etmek suretiyle onu nimetlendirmeseydi, ayrılışı sebebiyle kınanmış olarak
balığın karnından sahilde bulunan boş bir alana atılacaktı.” Fakat Yûnus,
kınanmış olmayarak deniz kenarında bulunan bir toprağa atıldı.”

Bu konu ile ilgili
olarak daha önce Yüce Allah’ın “Kendi­sine güçyetiremeyeceğimizi
zannetmişti” (Enbiyâ: 21/87) aye­ti geçmişti.

Bu ayette geçen
“Nakdira” = “Güç yetirmek” kelimesi, “Kudret”
kelimesinden değil de, “Kader” kelimesinden türe­miştir Nitekim
Abdullah ibn Abbas (r.anhüma) bu kelimeyle ilgiliolarak şu olayı anlatmıştır:

“Rivayet
edildiğine; Abdullah ibn Abbas bir gün (sultanlı­ğı sırasında) Muaviye’nin
yanına girdi. Muaviye, ona:

-‘Dün Kur’an’m
dalgaları beni vurdu da dalgaların içinde boğulup kaldım. Ancak seninle bu
durumdan çıkabileceğimi anladım’ dedi. Abdullah ibn Abbas, ona:

-‘Ey Muaviye! Nedir
bunlar?’ diye sordu. Bunun üzerine Muaviye, bu ayeti kerimeyi okudu ve
ardından:

-‘Allah’ın bir
peygamberi, kendisine güç yetirilemeyeceği-ni hiç zanneder mi?” diye
Abdullah ibn Abbas’a sordu. Abdul­lah ibn Abbas ise bu soruya karşılık:

-Bu ‘Güç yetirmek’
anlamındaki ‘nakdira’ kelimesi; ‘kud­ret’ kelimesinden değil, ‘kader’
kelimesinden türemiştir’ diye cevap verdi.”
[104]

Buna göre anlam:
“İznimiz olmadan kavminin arasından çıkması sebebiyle, onu sıkıntı
içerisine sokamayacağımızı sanmıştı” şeklinde olur. Yüce Allah’ın,

“Rızkı, kendisine
güç yetirebilecek (= Kudira) kadar ve­rilmiş kimse”
[105]
ayeti; “rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabi­lecek yani daraltacak
kadar” demek anlamındadır. Yine Yüce Allah’ın,

“Allah, insanı
imtihan etmek üzere rızkını, güç yetirebile-ceği kadar verdiği zaman:  ‘Rabbim, bana hor baktı’ der”
[106]
ayeti de; “rızkı, kendisini sıkıntı içerisine sokabilecek yani da­raltacak
kadar” demek anlamındadır.

Buna
göre bununla ilgili olan karışıklık ta giderilmiş ol­du. Yine de doğruyu en iyi
bilen Allah’tır.


[107]

 


Peygamberlerin
Sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)’in Masum Oluşu İle İlgili Mesele

 

Resulullah (s.a.v),
diğer Peygamberler gibi her türlü gü­nahları ve kötülükleri işlemekten
masumdur. Şanı Yüce Al­lah’ın inayetiyle korunmuş ve Allah gözetimiyle her
taraftan onu kuşatmıştır. Buna göre Resulullah (s.a.v)’den, Allah’ın emrine
muhalefetin veya kendisine azabı gerektirecek bir gü­nahı işlemenin meydana
gelmesi mümkün değildir.

Fakat Resulullah
(s.a.v), bazen gayret edip üstün olanın ve iyi olanın aksini yapmış ve bunun
üzerine Rabbi ise onu uyar­mıştır. Lakin bu, günah ve masiyet cinsinden değildir.
Ancak bu ikaz cinsinden olanı ise, daha mükemmel ve üstün olanın aksine bir
yapma tarzıdır. Peygamberlerin makamının -diğer insanlara- üstün olmasına
nispetle bazılarının şu sözündeki; “Ebrar’m (iyi kulların) hasenatı
(iyilikleri), mukarreblerin (Al­lah’a en yakın olan kulların) seyyiat’ı
(kötülükleri, günah ve kusurları) gibidir” tanımlamasında da görüldüğü
üzere kendi­sine ikazı ve cezayı gerektirecek hata da olsa, üstün olanın ak­sinin
yapılmasına itibar edilir.

Resulullah
(s.a.v)’e ikaz şeklinde gelen bazı ayeti kerime­leri ortaya koyup doğru bir
şekilde ve ikazdan ne kastedildiği­ni açıklayacağız. Aynı şekilde yine dış
görünüşü itibariyle, Resulullah (s.a.v)’in, Allah’a karşı muhalefet ettiği ve
masiyet işlediğini ifade eden diğer nassları da ortaya koyup bunların
anlamlarının; Kur’an, Sünnet ve meşhur tefsir imamlarının gö­rüşleri
doğrultusunda açıklayacağız. Buna göre deriz ki: “Yar­dımı, yalnızca
Allah’tan dileriz.”


[108]

 


Bu
Konuda İkaz Şeklinde Gelen Ayetler

 


Birinci Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

“Hiç bir
peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
yaraşmaz. Siz geçici dünya malı­nı arzu ediyorsunuz. Halbuki Allah, ahireti
(tercih etmenizi) ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer daha önceden Allah’ın geçmiş
bir hühnü olmasaydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab
dokunurdu.”
[109]


İkinci Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Hay Allah
affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden önce neden
onlara izin verdin?”
[110]


Üçüncü Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

“Yanına kör bir
kimse geldi diye Peygamber (ondan) yü­zünü asıp çevirdi. (Ey Muhammedi) Ne
bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda
verecek­ti.”
[111]


Dördüncü Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

“Az kalsın daha
vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman
(onların istediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O vakit
sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
korumamış olsaydık, az da olsa onlarfm tuzak ve hüelerin)e meyledecektin. Ve O
zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret)
ha­yatının kat kat azabını ve Ölümün de kat kat azabını tattırırdik.
[112]


Beşinci Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

“Ey Peygamber!
Allah’tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat
etme! Doğrusu Allah, Ha­kim’dir ve Alim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy!
Doğrusu (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır “
[113]


Altıncı Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimeleridir:

“Sana
indirdiklerimiz (Kur’an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı
(Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup
olmadıklarını) sor! Andolsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana
gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. “
[114]


Yedinci Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Eğer onların
(küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine
yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da
onlara bambaş­ka bir mucize getirebilirsen, (hiç durma…) Eğer Allah
dilesey-di elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde
toplardı. 0 halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun far-jana varamayan)
bilgisizlerden olma.”
[115]


Sekizinci Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Sabah ve akşam
Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek (ihlash bir şekilde) dua edenleri
(yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur.
Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden
mi olasın!”
[116]


Dokuzuncu Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“(Ey Peygamber!)
Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik Böylece Allah, (bu fethi sana
kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarım bağışlayıp ve
(dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethemek suretiyle dünya ve
ahirette ) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.
[117]


Onuncu Ayet:

Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

“Hani sen,
Allah’ın kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve
(kölelikten azad ederek evlatlık edinip da­ha sonra da onun efendisi olduğunu
belirtip veli edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b.
Harise)ye, eşin (Zeyneb bint. Cahş)’ı tut ve Allah’tan kork (onu boşama)
diyordun. Allah’ın, (Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde)
açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor ve insanlar (m,  evlatlığının eski hanımını nikahladı
diyeceklerinjden korkuyordun. Halbuki en çok Allah’tan korkman gere­kirdi.
Nihayet Zeyd’in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik.
Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla
evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah’ın
emri yeri­ne getirilmiştir.”
[118]

 


Resulullah(s.a.v)’e,
Bedir Esirleri Hakkında Yapılan İkaz:

 

Resulullah (s.a.v)’in
Allah’ın emrine muhalefet ettiği ve Allah’ın razı olmadığı bir fiili yaptığı
zannedilen Resulullah (s.a.v)’i ikaz eden birinci ayet Yüce Allah’ın;

“Hiçbir
peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
yaraşmaz. Siz (bu esirleri almak­la) geçici dünya malını arzu ediyorsunuz.
Halbuki Allah, ahireti (tercih etmenizi) ister. Allah, azizdir ve hakim’dir.
Eğer daha önceden Allah ‘in geçmiş bir hükmü olmasaydı, aldıkları­nızdan dolayı
size büyük bir azab dokunurdu
[119]
” sözüdür.

Bazı kimseler, bu
ayetten; Resulullah (s.a.v) ‘in bir günah işlediğini, bir suç işlediğini veya
alemlerin Rabbi Allah’a bir konuda isyan ettiğini zannetmektedirler. Nihayet
onların zan­nettikleri gibi olmayan bu Bedir Esirleri meselesinde şiddetli ikaz
indi. Resulullah (s.a.v)’in bu konudaki amacı, sadece Be­dir Esirleri hakkında
bazı sahabileriyle istişare etmekti. Bunun sonucunda ise, ictihad edip
sahabilerin çoğunluğunun görüşü­nün tercihiyle hükme bağladı. Bunun üzerine
Mekkeli müşrik­lerden olan esirlerin fidyelerini kabul etti. Resulullah
(s.a.v)’in bu içtihadı; üstün olanın, iyi olanın ve tercih edilenin aksineydi.
Çünkü davanın ve İslam Dinin maslahatı gereği, Resulullah (s.a.v)’in onlardan
fidyeleri kabul etmemesi gerekmekteydi. Aslında fidyeleri almanın aksine;
küfrün gücünü zayıflatmak, müşriklerin büyüklüğünü -diğer Arap topluluklarına
karşı- ö-nemsiz göstermek ve üstünlük ile zaferin özellikle de Allah’ın kulları
için olduğunu onlara göstermek için esirlerin kanlarının dökülmesi ve
akıtılması gerekmekteydi. Zira bu savaş, müminler ile müşrikler arasında
meydana gelen ilk savaştı. Bundan dolayı da müminler için çok önemli bir
savaştı.

Burada, bu ayeti
kerimelerin inişi ile ilgili Ashabı-ı Kira­mın bazı rivayetlerini, “Me’sur
Metodu”
[120] şeklinde aktara­cağız:


1.
Tirmizî,
Hakim en-Nisâburî ve Beyhakî, Abdullah ibn Mes’ud (rh.a)’dan şöyle rivayet
etmiştir:

“Bedir savaşı
gününün sonunda, esirler elde edilip Resulullah (s.a.v)’in huzuruna
getirilince, Resulullah (s.a.v), Ashabını toplayıp

onlara:

  ‘Bu esirler hakkında ne dersiniz?’ diye
sordu. Bunun ü-zerine Hz. Ebu Bekr (r.a):

  ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar senin kavminden
ve seninle akrabalıkları bulunan kimselerdir. Onları serbest bırak ve (iş­ledikleri
suçtan dolayı) tevbe etmelerini 
iste!  Belki Allah, tevbe
ettikleri taktirde onların tevbelerini kabul eder’ dedi. (Hz. Ebu Bekr (r.a)’ın
bu sözü üzerine) Hz. Ömer (r.a) ise:

  ‘Ey Allah’ın Resulü! Bunlar seni
yalanladılar, seni asli yurdundan çıkardılar ve seninle savaştılar. Bu bakımdan
onları al ve boyunlarını vur’ dedi. (Bu ikisinin görüşünü dinleyen) Abdullah b,
Revana (r.a) ise:

  ‘Ey Allah’ın Resulü! Odunu bol alan bir
vadiye git ve 0 vadiyi, onlar içindeyken ateşe ver’ dedi.

Abdullah b. Revaha’nm
bu sözünü işiten Hz. Abbas ise ona: ‘Sen, akrabalık bağını koparıp attın’ dedi.
Resulullah (s.a.v) bir süre sustu ve onlara hiçbir cevap vermedi. Sonra da
kalkıp evine gitti. Bunun üzerine bazı kimseler: Resulullah (s.a.v),  Ebu 
Bekr (r.a)’ingörüşünü uygulayacak, 
bazısı  da;

Ömer (r.a)’in görüşünü
uygulayacak, diğer bir kısmı da; Ab­dullah b. Revaha’nm görüşünü uygulayacak’
dediler. Daha sonra Resulullah (s.a. v.) çıkıp:

  ‘Allah, bazı kimselerin kalplerini öyle
yumuşatır ki, süt­ten daha yumuşak olur. Yine Allah, bazı kimselerin kalplerini
de öyle bir katılaştırmıştır ki, taştan da daha katı olurlar…’

Ey Ebu Bekr! Senin
misâlin, İbrahim (a.s)’ın misâline benzer ki 0: ‘Buna göre artık kim bana tabi
olursa 0, benden­dir. Kimde bana karşı gelirse onu, sana (Allah’a) bırakırım.
Çünkü Sen, bağışlayıcısın ve merhamet edicisin’ demişti. Ve yine Ey Ebu Bekr!
Senin misâlin, İsâ (a.s)’ın misâline benzer kiO:

‘(Ey Allah’ım! Eğer)
onlara azab edersen doğrusu onlar, senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
da, güçlü ve hakim olan şüphesiz ancak sensin’ demişti. Sana gelince Ey Ömer!
Senin misâlin de, Mûsâ (a.s)’m misâline benzer ki 0:

‘Ey Rabbimiz! Onların
(yani Firavun ve onun çevresinde bulunanların) mallarını yok et! Onların
kalplerini (mühürleye-rek) sık. Çünkü onlar, can yakıcı azab görmedikçe iman et­mezler
Ve yine Ey Ömer! Senin misâlin, Nûh (a.s)’ın misâline benzer ki 0:

‘Nûh dedi ki: ‘Ey
Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç bi­rini bırakma’ dedi. (Nûh: 71/26)

Daha sonra Resulullah
(s.a.v): ‘Sizler fakir kimselersiniz. Sakın onlardan hiç bir kimse fidyesiz
kurtulmasın, yahut ta boynu vurulsun’ buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibn
Mes’ud:

  ‘Ey Allah’ın Resulü! Süheyl b. Beyza bundan
müstesna olsun. Çünkü 0, İslama dil uzatmıştır’ dedi. Bunun üzerine Resulullah
(s.a.v) sustu. (Abdullah ibn Mes’ud: ) ‘Başıma gökten taş yağacak korkusunu 0
gün hissettiğim kadar hiç bir gün hissetmiş değilim. Nihayet Resulullah
(s.a.v):

  ‘Süheyl b. Beyza müstesna’ diye buyurdu…
Bunun üze­rine Şanı Yüce Allah,

‘Hiç bir peygambere,
yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz…’
(Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi.
[121]


2.
Ahmed b.
Hanbel ile Müslim, Abdullah ibn Abbas (r.anhuma)’dan şöyle rivayet etmiştir:

‘Bedir Savaşı gününde
alman esirler hakkında Resulullah (s.a.v), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer’e danışmak
üzere onlara:

– Esirler hakkındaki
görüşünüz nedir?’ diye sordu. Hz. Ebu Bekr:

– Ey Allah’ın Resulü!
Onlar senin (le akrabalıkları bulu­nan) amcanın çocukları ve kavminden olan
kimselerdir. On­lardan fidye almanı uygun görüyorum. Zira bizim (onlardan
aldığımız fidyelerle) kafirlere karşı bir kuvvet sağlanır. Umu­lur ki Allah,
bir gün onlara da İslama girmeleri için bir hidayet verir, (ve bize yardım
olurlar)’ dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

  ‘Ey Hattab’ın oğlu! Bu konudaki görüşün
nedir?’ diye sordu.Hz. Ömer:

   ‘Allah’a yemin ederim ki, Ey Allah’ın
Resulü! Ebu Bekr’in söylediği görüşü uygun görmüyorum. Fakat ben, (eli­mize
bir) imkanın geçtiğini görüyorum. (Bu fırsattan istifade ederek)    onların   
boyunlarını    vuralım.    Akil’den   
dolayı Hz.Ali’ye imkan ver, onun boynunu vursun. Filan kimseden dolayı
-Hz. Ömer’in kendi yakını olan- bana imkan ver, onun boynunu vurayım. Filanın
yakınlığından dolayı filana imkan vei\ onun boynunu vursun. Çünkü bunlar,
küfrün liderleri ve ileri gelen kimseleridir’ dedi.(Hz. Ömer devamla:)

‘Fakat Resulullah
(s.a.v) benim söylediğim görüşü be­ğenmedi. Ebu Bekr’in söylediği görüşü
beğendi (ve esirlerden fidye aldı). Ertesi gün olunca, Resulullah (s.a.v)’in ve
Ebu Bekr’in yanma geldiğimde, onları, oturmuş ağlar bir vaziyette buldum. Bunun
üzerine: ‘Ey Allah’ın Resulü! Seni ve arkada­şını ağlatan şeyin ne olduğunu
bana anlatır mısın? Eğer ağla­yacak bir durum bulursam bende ağlayayım. Eğer
ağlayacak bir durum bulamazsam bile sizin ağlaşmanızdan dolayı bende sizinle
birlikte yine oturup ağlayayım’ dedim. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v):

– ‘(Esirlerden) fidye
alınması ile ilgili görüşlerinden dolayı oturup arkadaşların (Ebu Bekr ile
Ali)’a arz olunan şeyden do­layı ağlıyorum. Onlara gelecek alan azabın,
-yanındaki bir a-ğaca işaret ederek- bu ağaçtan daha yakın olduğu bana bildi­rildi…
Ve bunun üzerine Yüce Allah,

“Hiç bir
peygambere, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması
yaraşmaz…’ (Enfal: 8/87-88) a-yetini sonuna kadar indirdi.”
[122]

Bu hadisi şerifler;
Resulullah (s.a.v)’e, esirlerden fidye alması ile ilgili öğüt verenlere (veya
görüş bildirenlere) işaret etmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda; ilk önce,
Hz.Ebu Bekr (r.a)’m ismi geçmektedir. Çünkü 0, mevki yönünden sahabilerin en
büyüğü ve Resulullah (s.a.v)’e, sahabilerin en sevgili olmasından dolayı, bu
konuda görüşü alınanların ilkiy­di. Zira Resulullah (s.a.v), Ashabıyla herhangi
bir konuda isti­şare ettiğinde ilk önce onun görüşünü alırdı. Şanı Yüce Allah,
katından gelen bu şiddetli ikaz, (yanlış içtihadından dolayı) peygamberine ve
onun sahabilerinin önde gelenlerineydi.

ununla, Resulullah
(s.a.v)’e; öğretme ve ikaz kastıyla, esirlerden en mükemmel ve en güzel bir
şekilde fidye alması ve bu gibi Önemli meselelerde yumuşak davranması gerektiği
an­latılmak istenmektedir.

Bundan dolayı Şanı
Yüce Allah, İslanım üstünlüğünü ve konumunun yüceliğini istemektedir…
Abdullah ibn Abbas (r.anhuma), Yüce Allah’ın, “Hiç bir peygambere,
yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadıkça esirler alması yaraşmaz…
” (Enfal: 8/67-68) ayeti hakkında şöyle demiştir:

“Bu hüküm ancak
Bedir savaşı günü olmuştu. Çünkü Müslümanlar, 0 gün sayı bakımından az idi. Bir
müddet sonra Müslümanların sayısı çoğalıp güç ve kuvvetlen artınca, Yüce Allah,
savaş sırasında ele geçirilen esirler hakkında şu ayeti kerimeyi indirmiştir:

‘(Savaş sona erince)
onları, ya karşılıksız ya da fidye ile salıverin.’ (Muhammedi 47/4) Bunun
üzerine Yüce Allah, peygamberini ve müminleri, ele geçirilen esirlerin durumu
hakkında serbest bırakmıştır. Müminler isterlerse esirleri öldü­rürler,
isterlerse onları köle edinirler, isterlerse de onlardan fidye alıp serbest
bırakırlar demektir…

Ayeti kerime; bu
esirlerin, fidye karşılığında serbest bıra­kılması gerektiğini, Resulullah
(s.a.v)’in ashabıyla olan müşa­veresinden ve içtihadından kaynaklandığına
işaret etmektedir. Üstelik Şanı Yüce Allah, “ictihad yoluyla”
müminlerden bir hata meydana geldiğinde (bu hatalı ictihaddan dolayı) onları
sorumlu tutmayacağına dair ezeli hikmeti işte böylece tahak­kuk etmişti. İşte
esirler hakkında konu, Yüce Allah’ın şu sö­züyle son bulmaktadır:

“Eğer
daha önceden Allah’ın geçmiş birhükmü
[123]
olma-saydı, aldıklarınızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.
[124] 

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Münafıklara, Savaşa Çıkmamaları Hususunda İzin Vermesi İle İlgili
Gelen ikaz:

 

Resulullah (s.a.v)’e
yapılan ikaz ile ilgili ikinci ayeti keri­meye gelince oda, Yüce Allah’ın şu
sözüdür:

“Hay Allah
affedesice, doğru olanlar sana besbelli olup yalancıları bilmeden Önce neden
onlara izin verdin?”
[125]

Bu ayeti kerime;
Resulullah (s.a.v)’in kendisinden, güna­hın meydana geldiğini göstermeyen ve
Şanı Yüce Allah’ın, Resuluîlah (s.a.v)’i, cihada çıkmaktan vazgeçen bazı
münafık­lara -cihada çıkmaya güç yet iremeyeceklerin e dair mazeretle­rini
bildirince- bu konuda onlara izin vermesinden dolayı Ona ikaz mahiyetinde gelen
son noktayı göstermektedir. Bunun üzerine Şanı Yüce Allah’ın katından,
Resulullah (s.a.v)’e bu ikaz inmiştir.

Süfyan b. Uyeyne, bu
ayet ile ilgili olarak şöyle der: “(Al­lah’ın) şu güzel davranışına bir
bakın! Peygamberini kınama­dan önce (söze) direkt olarak af ile giriş
yapıyor!”

Amr b. Meymun ise bu
ayetle ilgili olarak şöyle der: “Resulullah (s.a.v) emrolunmadığı iki şey
yapmıştır: Biri: (Tebük savaşma çıkarken münafıkların, Resulullah’a gelerek bazı
gerekçeler ve nedenler göstererek cihada katılamayacak­larını söylediklerinde)
münafıklara izin vermesi, diğeri ise; (Bedir savaşında ele geçirilen)
esirlerden fidye alması. İşte bunların üzerine Allah, -işte sizinde duyup
dinlediğiniz gibi-peygamberini ikaz etmiştir.”

Bazı tefsircilerin
rivayet ettiğine göre; bu ayeti kerime, Resulullah (s.a.v)’in Allah’tan izinsiz
olarak yanlış bir davra­nışta bulunmasından dolayı bir üstünlük olarak Onu ikaz
etti­ğine işaret etmektedir. Aynı zamanda bu ayet; Şanı Yüce Al­lah’ın, Hz.
Peygamber (s.a.v)’e, değer verdiğini ve Onun, ken­disine dua ile başlaması
dolayısıyla mevkisinin yüceliğini sağ­lamlaştırdığını belirtmektedir. Bu tıpkı,
bir adamın kendisinin yanında çok kıymetli olan birisine, “Hay Allah
affedesice, be­nim şu işimi nasıl yaptın? Allah senden razı olsun; .benim bu
cevabnna karşılık senin cevabın nedir? Allah sana afiyet ver­sin, sen benim
değerimi bilemedin!” demesi gibidir.

Bu görüş; İmam
Fahreddin er-Razî, Bagavî ve daha bir çoğunun ileri sürdüğü görüştür.

Zemahşerî,
“Keşşaf* adlı tefsirinde, Yüce Allah’ın, “Hay Allah
affedesice!..neden onlara izin verdin?” (Tevbe: 9/43) ayetini açıklarken,
Hz. Peygamber’e karşı edebe uygun olma­yan bir davranış sergilemiştir ki
[126] oda
şudur:

“Hay Allah
affedesice” (Tevbe: 9/43) Bu söz, günah işle­meden kinayedir.
[127]
Çünkü af ‘ kelimesi, günah işlemenin karşılığında kullanılan bir kelimedir.
Buna göre ayetin anlamı: ‘Sen (cihada çıkmama hususunda münafıklara izin
verdiğinden dolayı) günah işledin ve ne kötü bir davranış yaptın’ şeklinde
olmaktadır. ‘Neden onlara izin verdin?’ (Tevbe: 9/43)

Bu söz de, Hz.
Peygamber’in bizzat kendisinin günah işle­diğini üstü kapalı olarak
açıklamaktadır. Buna göre ayetin an­lamı: ‘Onlar senden (cihada çıkmama
hususunda) izin istedik­lerinde ve bir takım gerekçelere sarılıp cihaddan
kendilerini alıkoyduklarında sen onlara izin verdin ve izin hususunda da onlara
karşı yumuşak davrandın’ şeklinde olmaktadır. ‘Sana besbelli oluncaya kadar’
(Tevbe: 9/43) Bu konuda mazeretini doğru söyleyen müminleri, yalan söyleyen
münafıklardan ayırt etmeden neden onlara izin verdin’ şeklinde
olmaktadır.”
[128]

“Menâr”
tefsirinin yazarı olan Reşid Rıza, bu konuyla il­gili olarak iyi iş yapmanın
doruğunda güzel bir söz söylemiştir ki, biz bunun bir kısmını şöyle aktardık:

“Bazı tefsirciler
-özellikle de Zemahşerî-, Yüce Allah’ın bu ayetinde geçen, Resulullah (s.a.v)’i
affettiğine dair açıkla­mada, edebe uymayan ifadeler kullandılar. Halbuki bu
tefsirci­lerin, Hz. Peygamber (s.a.v) konusundaki en büyük edebi yine -Yüce
Allah’ın yaptığı tarzda- ayetten öğrenmeleri gerekmek­teydi. Hani Rabbi ve
-terbiyecisi, bu hitaptan önce Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in yapmış olduğu
davranışı affettiğine dair bu konuda nasıl davranması gerektiğini haber
vermiştir. İşte (Yü­ce Allah’ın, Hz. Peygambere olan) bu davranışı, büyüklüğün
ve iyi davranmanın doruk noktasını göstermektedir. Diğer tef-sirciîer ise
-özellikle de Fahreddin er-Râzî gibi- ayetin son kısmını açıklama sırasında
aşırıya kaçmışlardır.. Bu tefsirciler ise ayette geçen “af ”
kelimesinin, günah işlemeye delalet et­mediğini ve Allah’ın kınadığı izin verme
işinin de, esasta daha evla ve daha mükemmel olan bir hareketin aksine bir
davranış olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır.

Fahreddin er- Razi, bu
konudaki sözünü şöyle belirtmiştir: ‘Zenb’ =’ günah’ kelimesi, Arap dilinde;
‘masiyet’ kelimesi­nin karşılığını ifade etmemektedir. Günah, ancak ‘zarara
yahut maslahat ve menfaatin kaybolmasına yol açan her türlü davramş’ anlamına
gelmekledir. Affedilen günah ise, ayette açıkla­nan; doğru olanları ortaya
çıkarma ve mazeretlerinde yalancı olanları bilme maslahatının kaybolmasına yol
açan bir günah­tır.

Hz. Peygamber
(s.a.v)’in azarlandığı izin verme olayı, içtihadından dolayı olup kendisine
gelen vahiyden dolayı de­ğildir. Bunun ise Peygamberlerden -Allah’ın salât ve
selâmı onların hepsinin üzerine olsun- meydana gelmesi caizdir. Çün­kü
Peygamberler, ictihad konusunda işlenecek olan hatadan korunmuş değildirler.
Ancak ittifak edilen masumiyete gelince ise; vahyin açıklanması ve onunla amel
edilmesi doğrultusun­daki tebliğe mahsus bir durumdur. Buna göre peygamberin,
vahyi, Rabbinden alıp tebliğ etmediğinde ve davranışıyla vah­ye muhalefet
ettiğinde bile, onun yalan söylemesi ve günah işlemesi mümkün değildir. Usûl
alimleri, ictihad konusunda peygamberlerden meydana gelecek günahın caiz olma
duru­munu şöyle açıklamışlardır: ‘Allah, Peygamberlerden, ictihadları konusunda
meydana gelecek hataları kabul etmez. Bilakis onlara bu konuda doğru olanı
açıklar. Bu konu, sağlam bir işin gerektirdiği şekilde hareket etmekten
ibarettir. Yüce Allah’ın, peygamberin; ilk önce affedildiğini haber vermesi,
sonrada Ona doğru olanı açıklaması O’nun, peygamberine olan lütfundandtr.”
[129]

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Mümin Bir Kimseden Yüz Çevirip Suratını Asması Üzerine Gelen İkaz:

 

Bu da, Yüce Allah’ın
şu sözünde geçmektedir:

“Yanına kör bir
kimse geldi diye (Peygamber, ondan) yü­zünü asıp (müşriklere doğru) çevirdi.
(Ey Muhammedi) Ne bilirsin, belki de 0 arınacak yahut öğüt alacaktı da bu öğüt
kendisine fayda verecekti. ” (Abese: 80/1-4).

Peygamberlerden masiyetin
meydana gelebileceğini ve onlar için masumiyetin vacip olmadığını iddia eden
kimseler, bu ayetin zahirine sarılmaktadırlar. Böyle bir iddia, ayetin doğ­ru
anlamım idrak edememekten ve anlayamamaktan kaynakla­nan bir hatadır. Ayetin
iniş sebebi; Resulullah (s.a.v)’in masiyet işlemediğini, yalnızca evla olana ve
en mükemmel olana muhalefet ettiğini göstermektedir. Resulullah (s.a.v)’de,
evla olanı ve en mükemmel olanı terkettiğinden dolayı Yüce Allah Ona, en
mükemmel olanı ve en üstün olanı yani müşrik­leri bırakıp bir Müslümana tebliğ
etmesi gerektiğini haber vermektedir.

İbn Cerîr et-Taberî,
Abdullah ibn Abbas (r.anhüma)’ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

“Bir ara
Resulullah (s.a.v), müşriklerin ileri gelenlerinden olan Utbe b. Rebia, Ebu
Cehil b. Hişam ve Abbas b. Muttalib’i İslama davet ettiği bir sırada -zira
onların İslama girmeleri hu­susunda fazlaca ilgi gösteriyor ve inanmalarını çok
arzuluyordu ki- yürüyerek Resulullah (s.a.v)’e Abdullah ibn Ümmü Mektum denilen
kör bir adam geldi. Resulullah (s.a.v) ise müşriklerin ileri gelenlerini İslama
davet etmekle meşgul­dü. Abdullah ibn Ümmü Mektum, Resulullah (s.a.v)’e,
kendisi için Kur’an’dan bir ayet okumasını isteyerek:

– ‘Ey Allah’ın Resulü!
Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret’ der ve isteğinde ısrarlı davranır.
Resulullah (s.a.v), müş­riklerin ileri gelenlerine anlattığı konunun
kesilmesini istemez ve ondan surat asıp yüz çevirir ve onun bu şekilde
konuşması­nı hoş karşılamaz. Ve diğerlerine yönelerek kaldığı yerden ko­nuşmasına
devam eder. Bunun üzerine Yüce, Allah ‘Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü
asıp çevirdi’ (Abese: 80/1-2) ayetlerini indirir. Onun hakkında bu vahyin
inmesinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah ibn Ümmü Mektum’a fazlaca ilgi
göstermiş ve onunla konuşmaya yönelerek, ‘Bir ihtiyacın var mı? Bir şey istiyor
musun?’ dedi.

İbn Cerîr derki:
“Yüce Allah, kör kimsenin adını, fazla ge­reksinim duymadığından dolayı,
üstü kapalı olarak anmıştır. Sanki burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, onun kör
olmasından dolayı yüz çevirdiği söylememektedir. Bu davranışın aksine Hz.
Peygamber (s.a. v.)’in, kör olan Abdullah’a; sevgi ve şef­kat göstermesi, ona
(sıcak bir şekilde) yaklaşması ve ona hoş geldin demesi gerekirdi.”
[130]

Ayetin iniş sebebinden
anlaşıldığı gibi; Resulullah (s.a.v), Kureyş’in ileri gelenlerini İslam’a davet
etmekle meşguldü. Bunların peşlerinden gelenler de Müslüman olur ümidiyle, on­ların
Müslüman olmasını çok arzuluyordu. Bundan dolayı da Resulullah (s.a.v), yanında
bulunan Kureyş’in ileri gelenleriyle meşgul olduğu bir sırada, kör olan
Abdullah ibn Ümmü Mektum (r.a) yanma gelerek: ‘Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın
sana öğrettiğinden bana da öğret’ dedi. Resulullah (s.av.) ise onun bu isteğine
o sırada cevap vermekten kaçındı. Çünkü Resulullah (s.a.v)’e göre; Kureyş’in
ileri gelenlerine İslam’ı tebliğ etmesi, bu şahsın isteğinden daha Önemli ve
daha bü­yüktü. Bunun üzerine Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’i kı­nadı ve
onun için; en üstün olanın ve en iyi olanın, kendisine gelen o kör adamın
isteğine cevap vermesi gerektiğini bildirdi.

Fahreddin er-Râzî ise
bu konu ile ilgili olarak şöyle der: “Peygamberlerden günahın meydana
geleceğini söyleyenler, bu ayeti delil tutarak; Yüce Allah’ın, bu yaptığından
dolayı Hz. Peygamber (s.a.v)’i kınaması, o fiilin masiyet olduğunu gösterir dediler.
Bu iddia, gerçekten ve hakikatten uzak ve ku­ru bir iddiadır. Biz, bunun;
(önceden) tayin edilmiş bir takdiri ilahi olduğunu daha önce açıklamıştık. Şu
kadar var ki; Hz. Peygamber (s.a.v)’in. tek tarafa ilgi göstermesi, zenginleri,
fa­kirlere tercih ettiği zanmnı uyandırıyor. Böyle bir davranış ise,

Hz- Peygamber
(s.a.v)’in kişiliğine ve yapısına uygun düşmez. Bu taktirde bu davranış,
ihtiyatı terk ve daha üstün olanı bı­rakma şeklindeki bir davranış olur ki, bu,
suç ve günah anla­mını taşımaz.”
[131]

İbn
Hazm ise, -bu ayete tutunarak Peygamberlerden güna­hın meydana geleceğini
söyleyenlere- şöyle cevap vermiştir: ‘Yüce Allah’ın, ‘Yanına kör bir kimse
geldi diye yüzünü asıp çevirdi.’ (Abese: 80/1-2) ayetlerine gelince ise;
‘Resulullah (s.a.v)’in  yanma  Kureyş’in 
bazı  ileri  gelenleri 
oturmuştu. Resulullah (s.a.v)’de, onlara, İslam’ı tebliğ ediyordu. Çünkü
Resulullah     (s.a.v),     onların    
Müslüman     olmasını     çok arzuluyordu.    Zira   
bunlar    Müslüman    oldukları   
taktirde Kureyş’ten bir çok kimsenin Müslüman olacağını ve böylece İslam
Dininin, daha iyi yayılacağını biliyordu. Bunu yanı sıra kendisinin yanında
beklemekte olan bu kör kimsenin; kendi­sinden, dini konularda bir şeyler
sorduğunda -ona cevap ver­mediği taktirde- onun çekip gitmeyeceğini bildiğinden
ve on­dan daha önemli iyi bir işin gitmesinden korktuğundan dolayı onunla    meşgul   
olmadı.    Zira    onun   
çekip    gitmesinden korkmuyordu.
Çünkü o şahıs, mümin bir kimseydi. Biraz daha bekleyebilirdi… Görünüşteki bu
tavır, din konusunda yani on­ların Müslüman olmalarının İslam’a daha faydalı
olacağı kay-gısmdandı. Kur’an’ın muzaffer olmasındaki bu gayret, sadece işin
dış görünüşündeydi. Allah’a daha iyi yaklaşmak gayesiy­le, eğer bugün bizden
birisi, Resulullah (s.a.v)’in yaptığını yapsa elbette sevap kazanır. Ama Yüce
Allah, Resulullah (s.av.)’i; kendi katında faziletli, iyi ve takvalı olan bu
kör kim­senin isteğini kabul etmesi, müşrikleri İslam’a davet etmesin­den daha
üstün olmasından dolayı onu kınamıştır.


[132]

 


Resululîah
(s.a.v)’in Müşriklere Meyletmesine Dair Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah’ın şu
sözünde geçmektedir:

“Az kalsın daha
vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman
(onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (O
vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
kommamış olsaydık, az da oha onlar(ın tuzak ve hilelerinje meyledecektin. Ve O
zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve ahiret)
ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdik.”
[133]

Bu ayeti kerimeler,
dış görünüşü itibariyle, Resululîah (s.a.v)’in müşriklerle uyuşmaya dair
yaklaştığını ve onlara meylettiğini göstermektedir. Halbuki böyle bir şey,
vahyi teb­liğ etme konusunda büyük bir günahtır. Zannedildiği gibi böy­le bir
şey, kesinlikle Resululîah (s.a.v)’den meydana gelme­miştir. Zaten bu ayetin
inişi hakkında şöyle bir rivayet vardır:

“Taif de bulunan
Sakif kabilesi Resululîah (s.a.v)’e gele­rek; ‘Araplara karşı övünebileceğimiz
üç özelliği bize verme­dikçe senin dinine girmeyiz. Bunlar ise zekat, cihad ve
namaz olup bize farz olmayacaktır. Bir de, bizim taptığımız her put, bizim için
çok önemlidir. Bundan dolayı taptığımız her put bizce kutsaldır. Putlarımıza üç
yıl daha tapmamıza dair izin ver. Buna göre diğer kabilelere vermediğin bu
özellikleri bize vermelisin. Eğer Arap kabileleri, sana: ‘Niçin onlara
(putlarına tapmalarına dair) izin verdin?’ derlerse, ‘Yüce Allah bana böy­le
emretti dersin’ dediler. Zira bu kabile, Resululîah (s.a.v)’den istedikleri     bu    
özellikleri     kendilerine     vermesini     çok arzuluyorlardı. Bunun üzerine Yüce
Allah,

“Az kalsın daha
vahyettiğimiz (emir ve yasaklarımızdan vb. şeyler)den, (sana söylemediğimiz
sözleri) bize karşı uy­durman için seni fitneye düşüreceklerdi. 0 zaman
(onların is­tediklerini yerine getirecek olursan) seni dost edineceklerdi. (0
vakit sen, onların dostu olur, benim dostluğumdan dışarı çı­kardın). Eğer seni
korumamış olsaydık, az da olsa onlar(ın tuzak ve hilelerin)e meyledecektin. Ve
0 zaman (onlara az mik­tarda meyledecek olsaydın), Biz de sana (dünya ve
ahiret) ha­yatının kat kat azabını ve ölümün de kat kat azabını tattırırdık.
” (İsra’: 17/ 73- 74) ayetlerini indirmiştir.

Görüldüğü gibi bu
kabilenin temsilcileri
[134],
Resululîah (s.a.v)’e bir teklif sundular. Resululîah (s.a.v)’inde bu teklifi
kabul etmesini arzuladılar. Ama Resululîah (s.a.v) onların bu tekliflerini
kabul etmedi. Çünkü Resululîah (s.a.v), onların ba­tıl isteklerini kabul
etmekten ve bozguncu arzularında, onlara uymaktan uzaktır.

İbn Kesîr (rh.a.)
konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Yüce Allah
Resululîah (s.a.v)’i desteklediğini, hak üze­rinde sabit kıldığını, zarar verebilecek
kimselerin kötülüğün­den ve azgınların hilesinden koruduğunu ve uzak tuttuğunu,
Onun işlerini kendisinin yönettiğini ve Ona yardımı kendisinin üstlendiğini,
yarattıklarından hiç bir kimseye Onu bırakmadı­ğını, aksine onu; velisinin,
koruyucusunun, yardımcısının, des­tekleyicisinin, galip getiricisinin kendisi
olduğunu ve Onun dinini Ona düşmanlık edenlere üstün kılacağını, Ona karşı çı­kıp
reddedenlere galip getireceğini, dünyanın doğusunda ve batısında Onu muzaffer kılacağını
haber vermektedir.”
[135]

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Müşriklere ve Kafirlere Meylettiği Hakkında Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah’ın şu
sözünde geçmektedir:

“Ey Peygamber!
Allah’tan sakın (ve takva üzere sebat et) ve kafirler ile münafıklara da itaat
etme! Doğrusu Allah, Ha­kim ‘dir ve Alim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy!
Doğru­su (sana vahyeden) Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır.”
[136]

Görüldüğü üzere bu
ayeti kerimeler, Resulullah (s.a.v)’den bir günahın meydana geldiğini
göstermez. Ancak bu ayet, Resulullah (s.a.v)’in şahsında komutanlara, ileri
gelen kimse­lere yönelmiş ve özellikle de ümmete yapılmış bir hitaptır. Bu
ayetle kast edilen, Resulullah (s,a.v)’in ümmetidir. Bu, tıpkı bir hükümdarın,
ordu komutanına: “Düşmanlarına müsamaha gösterme! Onlarla kendi hükmüne
Doyun eğdirinceye kadar ve emrine bağlaymcaya kadar savaş! Çocukları, kadınları
ve yaşlı kimseleri öldürme! Onların önünde korktuğunu ve çekindiğini
açıklama!… şeklinde söylediği söze benzer. Görüldüğü üzere hükümdar,
komutanına hitap etmektedir. Komutanla kastedi­len ise, onunla birlikte bulunan
askerlerdir. Bu delilde de gö­rüldüğü üzere “hitap” ile kastedilen,
Resulullah (s.a.v)’in şah­sında bütün ümmettir. Resulullah (s.a.v)’in şahsı
değildir. Za­ten Yüce Allah konuyla ilgili ayetleri, “Allah
‘yaptıklarınızdan haberdar olandır” (Ahzab: 33/2) -görüldüğü üzere- hep
çoğul siğasıyla bitirmiştir. Bu da, hitabın; Resulullah (s.a.v)’e değil, onun
şahsında bütün ümmetedir. Buna bir örnek ise Yüce Al­lah’ın, £y Peygamber!
Kadınları boşayacağınızda onları, ‘iddetlerini’ gözeterek boşayın ve iddeti
sayın…” sözüdür. İşte bu da, Resulullah (s.a.v)’in şahsında bütün ümmete
yapıl­mış bir hitaptır. Bununla birlikte biz, hitabı sadece Resulullah (sa.v)*e
yüklediğimizde dahi onun, kafirlere ve münafıklara itaat etmek suretiyle meylettiğini
ve Yüce Allah, ona, onlardan sakınmasını emredinceye kadar masiyet ve günah
işlediğini göstermez. Bu söz, sadece bu konuda olanı ispat etmek için
söylenmiştir. Zira Yüce Allah, Resulullah (s.a.v)’e, kafirlerin hilesinden ve
münafıkların tuzağından sakınmasını emretmiş ve Ona kafirler ile münafıklardan
sakınıp onların sözlerine da­larak tuzaklarına düşmemesine dair onların
içlerinde gizledik­lerini bildirmiştir.


1.
Rivayet
edildiğine göre; Ebu Süfyan, İkrime b. Ebi Cehl ve Ebu’l-A’ver es-Sülemi, Resulullah
(s.a.v) ile kendileri ara­sında bir anlaşma yapmak üzere Ona gelerek:

  “İlahlarımıza dil uzatma! Putlara tapan
kimselere, onlar, şefaat edecek ve fayda sağlayacak de. Bizde seni Rabbınla baş
başa bırakalım demek küstahlığında bulundular. 0 sırada müş­rik olan bu
kimselerin bu sözleri, Resulullah (s.a.v)’e ve ora­daki müminlere çok ağır
geldi. Bunun üzerine orada hazır bu­lunan Hz. Ömer (r.a):

  “Ey Allah’ın Resulü! izin ver de şunları
öldüreyim!” de­di.

Resulullah (s.a.v):

– “Ben, onlara,
teminat verdim ey Ömer!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a):

  “Allah’ın gazabı ve laneti ile buradan
çıkın” diye onları kovdu. Daha sonra Resulullah (s.a.v), Hz. Ömer (r.a)’a;
bunla­rı, Medine’nin dışına çıkarmasını emretti.”
[137]

Bu olay üzerine Yüce
Allah, bu ayeti kerimeleri indirmiştir.
[138]


2.
Rivayet
edildiğine göre; “(içlerinde Muğire b. Şube ve Şeybe b.  Rebia bulunduğu) Mekke halkından bir
topluluk, Medine’ye gelerek Resulullah (s.a.v)’e; “Peygamberlik dava­sından
vazgeçtiği taktirde kendisine, mallarının yarısını vere­cekleri” vaadinde
bulundular. Bunun üzerine bu ayeti kerime­ler inmiştir.

3. Diğer bir rivayete göre ise: “Medine halkından müna­fıklar ile
Yahudilerin; Resulullah (s.a.v)’e, Peygamberlik dava­sından vazgeçmediği
taktirde Resulullah (s.a.v)’i öldürme teh­didinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine
bu ayeti kerimeler in­miştir.


[139]

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Kendisine indirilende Şüphe Etmesi Hakkında Gelen İkaz:

 

Bu da Yüce Allah’ın şu
sözünde geçmektedir:

“Sana
indirdiklerimiz (Kur’an ayetlerin)den şüphe ediyor­san, senden önce kitabı
(Tevratı, İncili ve Zeburu) okuyanlara, (sana indirdiklerimizin doğru olup
olmadıklarını) sor! And olsun ki, Rabbinden (indirilen) hak (vahiy), sana
gelmiştir. Doğrusu Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
[140]

Bu ayeti kerime; Resulullah
(s.a.v)’in, kendisine inen va­hiyde şüphe ettiğini göstermemektedir. Bu ayet
sadece “takdir etme” ve” farz etme” üslubunda kullanılmış
bir ifadedir. Nite­kim böyle bir söz söyleme, olasılığı ve buradaki şüphenin
meydana gelmesini olumsuz kılma söz konusu olduğundan dolayı şüphenin takdiri,
Arapların adetindendir.

Yine bu, oğluna:
“Eğer sen benim oğlumsan, cimri olmaz­sın” sözündeki gibidir. Bu
takdire göre ayetin anlamı: “Ey Muhammed! geçmiş Peygamberlerin -mesela
Hz. Nûh, Hz. İbrâhîm gibi- haberlerini sana anlattığımız halde daha hala sen
bir şüphe -farz edelim ki veya takdir edelim ki- içindeysen senden önce kitabı
yani Tevratı, İncili ve Zeburu okuyan Ehli kitabın alimlerine bunları sor.
Çünkü onlar, bu haberleri, sana anlattığımız şekliyle (kesin olarak)
bilmektedirler şeklinde ol­maktadır. Bundan maksat, Kur’an’m anlattığı geçmiş
kıssaları “bilgi” ile tanıtmaktadır. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.v)’i,
şek ve şüphe ile tanıtma değildir. İşte bundan dolayı Abdullah ibn Abbas
(r.anhuma):

“Allah’a yemin
ederim ki, Resulullah (s.a.v) gözünün u-cuyla bile ne şüphe etmiştir ve ne de
Ehli kitaptan hiçbirine bunları sormuştur” der.

Rivayet edildiğine
göre; bu ayeti kerime indiğinde Resulullah (s.a.v): “Ne şüphe ediyorum ve
ne de (bu konuda) soru sorarım” buyurmuştur.
[141]

Cemaleddin el-Kasımî,
“Mehasinu’t- Te’vil” adlı tefsir kitabında konuyla ilgili olarak
şöyle demektedir:

“Bu ayeti
kerimeden, Resulullah (s.a.v)’in kendisine inen vahiy konusunda şüphe ettiği
anlaşılmaz. Çünkü ayette geçen şart edatının doğruluğu, bu edatın meydana
gelmesini gerektirmez. Tıpkı bu, senin: ‘Eğer beş tane hanım olsa da eşit
şekilde bölünse
[142]
sözünde anlatmak istediğin gibidir. Bu ayetteki hitabın, Hz. Peygamber
(s.a.y)’e yapılmasının anlamın­da yatan gizlilik ise; delilleri çoğaltmak, bu
delilleri güçlen­dirmek, kesin bilginin kuvvetini ve nefsin mutmainliğini ve
gönlün sükunetini artırmak içindir. Yahut ayetin anlamında yatan gizlilik;
-anlatıldığı üzere- anlatılan olayı kuvvetlendir­mek için delil getirmeye daha
önceki kitaplarda geçenleri şahit tutma, -üstelik Kur’an, geçmiş kitaplarda
bulunanları tasdik etmektedir- yahut Yüce Allah, müşriklere, üstü kapalı olarak
Resulullah (s.a.v)’e indirdiği kıssaların doğruluğundaki bilgi­nin sağlamlığını
tanıtmaktadır… Bir rivayete göre ise ayette geçen hitap, Resulullah (s.a.v)’e
olup fakat onun dışındakiler yani ümmeti kastedilmiştir. Tıpkı bu, ‘Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen anla!’ deyimindeki meşhur darb-ı mesel gibidir. Buna
göre anlam: ‘Hz. Peygamber’in lisânı üzere, sana indir­diğimiz de şüphe eden Ey
bu ayeti işiten kimse!’ şeklinde ol­maktadır. Bunu, Yüce Allah’ın, ‘(Ey
Muhammedi): ‘Ey insan­lar! Benim dinimden şüphede iseniz bilin ki, ben,
Allah’tan başka taptıklarınıza tapmam.’de.'(Yûnus: 10/104) ayeti des­teklemektedir.”
[143]

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Müşriklerin İman Etmeleri İçin Mucize Getirmesi Hakkında Gelen
İkaz:

 

Bu da Yüce Allah’ın şu
sözünde geçmektedir:

“Eğer onların
(küfürde direnip İslamı kabul etmeyişleri) sana ağır geliyorsa, kendi kendine
yerin dibine doğru bir tünel veya göklere çıkacak bir merdiven dayayıp da
onlara bambaş­ka bir mucize getirebüirsen, (hiç durma.) Eğer Allah dileseydi
elbette onların hepsini, hidayeti (seçecek bir durum) üzerinde toplardı. 0
halde sakın (bu gerçeği bilmeyen ve bunun farkına varamayan) bilgisizlerden
olma.”
[144]

Bu ayeti kerime,
Resulullah (s.a.v)’in günah işlediğini gös­termemektedir. Sadece Yüce Allah,
Resulullah (s.a.v)’i -yukarıda geçen ayette- ikaz edip uyarmaktadır. Bu,
yalnızca bu konuda olanı ispatlamak için söylenmiş bir sözdür. Zira Yüce Allah,
burada, Resulullah (s.a.v)’i, müşriklerin yalanlamaları ile ilgili kendisinde
meydana gelen üzüntüyü gidermeyi ve müşriklerin içlerinde gizledikleri hakikati
Ona bildirmeyi is­temektedir. Buna göre eğer Allah’ın elçisi olan Hz. Muham-med
(s.a.v), onlara bütün mucizeleri getirse bile onlar, elem verici bir azabı
görmedikçe yine de iman etmezler.

Abdullah ibn Abbas
(r.anhüma) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v) bütün insanların iman
etmelerini ve insan­ların hidayet üzere kendisine tabi olmalarını
arzulamaktaydı. Bunun üzerine Yüce Allah, Ona, ancak birinci ayette -yani an­latmaya
çalıştığımız bu ayet- kendilerinden memnun olduğu kimseler hakkında Allah’tan
bir söz sadır olanların iman ede­ceğini haber vermiştir.”
[145]
İşte bundan dolayı Yüce Allah, bu ayetin ardından şöyle buyurmuştur:

“Ancak (senin
davetini kalpleriyle işitip) kulak verenler (bu) daveti kabul ederler.
(Kafirler ise işitmezler ve davetini kabul etmezler. Kalpleri) ölmüş olan
kimselerin (kalplerini ancak) Allah diriltir…”
[146]

Ayette “ölüm”
ile kastedilen; iman etmeyen kafirler ile Resulullah (s.a.v)’in getirdiği Hakk
Daveti kabul etmeyen kim­selerdir.

Bu ayeti kerimede;
eğer Resulullah (s.a.v), müşriklerin iman etmeleri için yerin altındaki
derinliklerden ve göğün üs­tündeki yüksekliklerden mucizeler -getirmeye gücü
yetseydi, onlara olan şefkatinden ve onların iman etmelerini ümit etti­ğinden
dolayı mucizeleri getirmesinde ve kavminin Müslüman olmasını çok arzu
etmesindeki göstergeyi gizlememe vardır. Bu konuyla ilgili olarak Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:

“Ey iman ederler!
İçinizden, size; sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, iman
edenlere şefkatli ve merhametli bir Peygamber gelmiştir.”
[147]

 


Resulullah
(s.a.v)’in, Yanında Bulunan Müminleri Kovmaması Hakkında Gelen İkaz

 

Bu da, Yüce Allah’ın
şu sözünde geçmektedir:

“Sabah ve akşam
Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek (ihlaslı bir şekilde) dua edenleri
(yanından) kovma! Onların hesaplarından (günahlarından) sana hiçbir şey yoktur.
Senin hesabından da onlara bir şey yoktur. Ki onları kovarsın da, zalimlerden
mi olasın. “
[148]

Bu ayeti kerimede;
Resulullah (s.a.v)’i, Kureyşli kafirlere uyup musta’zaf müminleri kovma
hususunda bir sakındırma vardır…

Yine bu ayet;
Resulullah (s.a.v)’in, musta’zaf müminleri fiili olarak kovduğuna delalet
etmemektedir. Buradaki “kov­ma” tabiri, sadece müşriklerin,
Resulullah (s.a.v)’e sundukları bir  
tekliften   ibarettir.   Bu  
teklif  üzerine   Yüce Allah’tan, Resulullah (s.a.v)’e, bir
ikaz gelmiştir. Böyle bir şeye teşebbüs ettiğinden dolayı da, O, bu davranıştan
sakındınlmıştır.

İbn Cerîr et-Taberî,
Abdullah ibn Mes’ud (r.anh)’in şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

“Kureyş’in ileri
gelenleri, Resulullah (s.a.v)’e uğramışlardı. 0 sırada Hz. Peygamber (s.a.v)’in
yanında Müslümanların za­yıf ve fakirlerinden olan Süheyb, Habbab, Bilal, Ammar
ve başkaları bulunuyordu. Bunun üzerine müşrikler, ‘Sen, kav­minden vazgeçerek
bunları mı kavmine tercih ettin? Biz, bun­lara mı tabi olacağız? Onları
yanından kov… Belki o zaman onları kovarsan, biz sana uyarız…’ deyince, Hz.
Peygamber (s.a.v):

  ‘Ben, müminleri kovan bir kimse değilim’
dedi. Bu sefer onlar:

  (0 halde biz geldiğimizde onları yanından
kaldır; biz kal­kıp gittiğimizde ise istersen onları yanında oturt…’ deyince,
Hz. Peygamber (s.a.v), onların iman etmelerini ümit ederek:

  ‘Olur’ dedi.

Rivayet olunduğuna
göre; Hz. Ömer (r.anh), Hz. Peygam­ber (s.a.v)’e; (bir yapsan da, böylece
baksak nasıl olacaklar!…’ dedi. Sonra Kureyşliler bu hususta ısrar edip Hz.
Peygamber

(s.a.v)’e:

  ‘Bu konuda bizim için bir yazı yazsan…’
dediklerinde, Hz. Peygamber (s.a.v); bunu yazması için bir kağıt ile beraber
Hz. Ali (r. anh)’ı çağırtır… İşte bunun üzerine,

‘Sabah ve akşam
Rablerine; sırf O ‘nun rızasını dileyerek dua edenleri kovma!…’ (Enam: 7/52)
ayeti iner… Bunun üze­rine Hz. Peygamber (sav) o kağıdı fırlatıp atar. Hz.
Ömer (r.anh)’da, bu sözünden dolayı Hz. Peygamber(sav)’e gelerek özür beyan
eder. İşte bu sebeple, Hz. Selman ile Hz. Habbab: ‘Bu ayet, bizim hakkımızda
indi’ dediler.”
[149]

Ayetin iniş sebebi
bilindiği zaman, olay daha iyi açıklana­caktır. Şöyle ki: Resulullah (sav),
yanında bulunan zayıf ve fakir müminleri kovmadı. Sadece bu teklifi sunan
müşriklerin kalplerini İslam’a ısındırmak için; onlar, Resulullah (sav)’in
yanına geldiğinde bu müminleri meclisinden uzaklaştırmaya yöneldi. Böylece
onların iman etmesini sağlayacaktı. Bunun üzerine Yüce Allah, Resulullah
(sav)’i, böyle bir uygulamadan menetmiş ve Ona, musta’zaf ve fakir olan
müminleri, mecli­sinde ve özel yerinde bulundurmasını, müşrikler geldiğinde
onları kaldırıp başka bir yere göndermemesini emretmiştir. Nitekim Yüce Allah,
Kehf Sûresinde konuyla ilgili olarak şöy­le buyurmaktadır:

“Sabah, akşam
Rablerinin rızasını dileyerek O’na dua e-denîere beraber sende sabret, dünya
hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi
anmasını kendi­sine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan
kimseye tabi olma!”
[150]

 


Resulullah
(s.a.v) in Geçmiş ve Gelecek Günahlarının Bağışlanması Hakkında:

 

Bu da, Yüce Allah’ın
şu sözünde geçmektedir:

“(Ey Peygamber!)
Biz sana apaçık bir fetih (zafer) ihsan ettik. Böylece Allah, (bu fethi sana
kolaylaştırmak suretiyle) senin geçmiş ve gelecek olan günahlarını bağışlayıp
ve (dinini yüceltmek ve senin vasıtanla ülkeleri fethetmek suretiyle dünya ve
ahirette) sana olan nimetini tamamlayarak seni dosdoğru yola eriştirir.
[151]

Hafız İbn Kesîr (rh.a)
derki: “Yüce Allah’ın, ‘Biz sana a-paçık bir fetih ihsan ettik’ (Feth:
48/1) ayetinde geçen fetihten maksat, (Mekkeli müşriklerle yapılan) Hudeybiye
barış anlaş­masıdır. Çünkü bu barış anlaşmasıyla; büyük hayırlar baş gös­termiş,
insanlar güvenlik içerisinde yaşamışlar; birbirleriyle bir araya gelerek mümin
bir kimse kafirle konuşmuş, faydalı bilgi ve iman daha da yaygınlık
kazanmıştır.”
[152]

İbn Kayyım el-Cevziyye
(rh.a), bu anlaşma ile ilgili olarak şöyle der:

“Bu anlaşma, onun
sebeplerini yaratan Şanı Yüce olan Al­lah’tan başka kimsenin kavrayamayacağı
kadar büyük ve yüce bir anlaşma olup, hikmetinin ve övgüsünün gerektirdiği
şekil­de gayesi de gerçekleşmiştir. İşte bu gayelerden birisi: Bu anlaşma;
Allah’ın, peygamberine ve onun ordusuna üstünlükler verdiği, insanların bölük
bölük Allah’ın dinine girdiği büyük Mekke fethinin öncesinde adeta bir
başlangıçtır. Bu anlaşma, Hz. Peygamber (s.a.v)’e; bir kapı, bir anahtar,
önündekini ilan edici tellaldır. İşte Allah’ın büyük olaylardaki Sünnetullahı
budur ki; kader ve şeriat olarak fetih öncesinde bir mukaddime (giriş), bir
işaret, bir ilan, bir gösterge olarak haber veren hü­kümlerdir.

İkincisi: Bizzat bu
anlaşma, en büyük fetihlerden birisidir. Çünkü insanlar birbirlerine karşı
güvence duymuş, Müslüman-kafir birbirine karışmış, onlara din davetine başlayıp
Kur’an-ı onlara daha iyi duyurmuşlardır. Müminler, güven içerisinde müşriklerle
açıkça İslam’ı tartışmışlardır. İçlerinde İslam’ı giz­leyenler açığa
çıkarmışlardır. Bu anlaşma müddetince Allah’ın dilediği kadar çok sayıda insan
İslam’a girmiştir. İşte Şanı Yüce Allah bunun için bu anlaşmaya, ‘Feth-i
Miibin’ (apaçık bir fetih) adım vermiştir”
[153]

Müşriklerle yapılan
sulhta Allah bunun iç yüzünü açınca-ya kadar kapalı ve çevrili kaldı. Onun
açılma sebeplerinden biri; Hz. Peygamber (s.a.v) ve Ashabının Beytullah’tan men
edilmeleridir. Bu anlaşma, görünüşe bakılırsa Müslümanlar için bir zulüm
meselesi, aslında ise bir izzet, fetih ve zaferdi.

Ayeti kerimede geçen
“günah” ifadesine gelince ise, bu­nunla; “Resulullah (s.a.v)’in
en üstün oîanı ve evla olanı terk etmesi” anlaşılmaktadır.

Ebu’s-Suud; “Yüce
Allah’ın, ‘Geçmiş ve gelecek günahla­rını’ (Fetih: 48/2) ayetini; evla olanı
terk etmenden dolayı sen­den sadır olanların hepsinde (geçmiş ve gelecek bütün
günah­larını bağışlamıştır) şeklinde tefsir etmiştir ve Yüce Allah’ın, ayette
geçen ‘günah’ ifadesini, ‘zenb’ diye isimlendirmesi; Resulullah (s.a.v)’in makamının
ve derecesinin yüceliğine nis­petten dolayıdır.”

” Prof. Dr.
el-Hicazî, “Furkan Tefsiri” adlı kitabında
[154] bu
kelimeyle ilgili olarak şöyle der:

“Ayette
geçen  ‘geçmiş günahlardan’  maksat; 
Hz.  Pe y-gamber (s.a.v)’in kendi
makamına nispetle evla olanın aksine dair işlemiş olduğu işlerdir. Hz.
Peygamber (s.a.v), günah i ştemekten ve Rabbine isyan etmekten münezzehtir.
Onun işi e-diği ve makamına yaraşmayan bazı  
‘zelleler’; ‘Ebrar’m (iyi kulların) hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin
(Allah’a en yakın olan kulların) scyyiatı (kötülükleri) mesabesindedir’
türünden bazı davranışlardır. Bazı kimseler demişlerdir ki: ‘Ayeti ker i-mede
geçen ‘günah’ ifadesinden maksat; her ne kadar hakikat­te günah değilse de,
Peygamber efendimizin yüce nazarında günah 
olarak  kabul  edilen 
davranışlardır.  Ayeti  kerimede ‘zenbike’ şeklinde kullanılan izafet
tamlaması da herhalde bu anlama işaret etmektedir.”
[155]

 


Allah’ın,
Hz. Peygamber (s.a.v)’e Yapmasını Emrettiği Bir Şeyi Yapmaktan Kaçınması
Hakkında Gelen


İkaz:

 

Bu da, Yüce Allah’ın
şu sözünde geçmektedir:

“Hani sen, Allah
‘in kendisine (en büyük nimeti olan İslam ile) nimet verdiği ve (kölelikten
azad ederek evlatlık edinip da-ha sonra da onun efendisi olduğunu belirtip veli
edinmekle) seninde nimetlendirdiğin kimseye (olan Zeyd b. Harise)ye, eşin
(Zeyneb bint. Cahş)’ı tut ve Allah’tan kork (onu boşama) diyordun, Allah’ın,
(Zeyd onu boşayacak olursa, onu nikahla­yacağın şeklinde) açığa vuracağı şeyi
de içinde saklıyor ve insanlar (in, evlatlığının eski hanımını nikahladı
diyecekle­rinden korkuyordun. Halbuki en çok Allah’tan korkman gerekirdi.
Nihayet Zeyd’in onunla bir (evlilik) bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik.
Böylece evlatlıkların, eşleriyle bir (ev­lilik) bağı kalmayınca, onlarla
evlenmek konusunda müminle­re bir vebal olmadığı bilinsin. Buna binaen Allah’ın
emri yeri­ne getirilmiştir.”
[156]

Kalplerinde hastalık
bulunan bir takım imanı zayıf kimseler, bu konuda; Resulullah (s.a.v)’in azatlı
kölesi ve oğulluğu olan Zeyd b. Harise’nin eski hanımı olan Zeyneb bint. Cahş’m
Hz. Peygamber (s.a.v) ile evliliği etrafında bazı şüpheler yaymayı ve
Resuluîlah (s.a.v)’in masum iyetliği etrafında fırtınalar koparmayı uygun
gördüler. Kalplerinde hastalık bulunan bu kimseler; Hz. Muhammed (s.a.v)’in,
Zeyneb bint. Cahş’ı gö r-müş, ona aşık olmuş, sonrada ona olan aşkını kalbine
gömmüş, fakat daha sonra başka çaresi kalmayınca aşkını açığa vurmuş, Zeyneb’e
ilgi duymuş, Zeyd’de onu boş amış ve ardından onun­la Resuluîlah (s.a.v)
evlenmiş… şeklinde ifadeler kullanarak bunları iddia etmişlerdir.

Bazı iftiracılar
ortaya çok kötü iftira atmış lardır ki bu iddi­alar şunlardır: “Hz.
Peygamber (s.a.v), Zeyd’in, evde bulun­madığı bir gün onun evine uğramış,  0 sırada Zeyd’in eşi Zeyneb’i görmüş, bunun
üzerine peygamberin onu görmesiyle kalbinde ona karşı bir sevgi meydana gelmiş
ve: “Kalpleri döndüren  
Allah’ı   teşbih   ederim”   demiş. Bunun   üzerine Zeyneb, Resuluîlah (s.a.v)’in bu
teşbihini işitmiş vebunu kocası Zeyd’e anlatmış. Bunun üzerine Zeyd’in kalbinde
Zeyneb’i boşamaya    dair    bir   
düşünce    meydana    gelmiş,   
nihayet Resuluîlah (s.a.v), onunla evlenmiş… Oryantalistler
[157] ve
on­lara benzemeye çalışan onların yerli işbirlikçisi Müslümanlar; bu olayı
dillerine dolamaktalar, içine daldıkça dalmaktalar ve bu olayı kafalarında
hayallendip ek ilavelerde de bulunmaktadırlar. Bu tip düşünceye sahip kimseler;
-kendilerinin düşünce yapılarını, ahlaki durumlarını ve içine düştükleri
hataları gö r-medikleri halde- başkalarının namusu, iffeti, şerefi vb. konu­larda
derinlemesine konuşmayı kendilerine mubah ve serbest görmektedirler. Ayrıca Hz.
Peygamber (s.a.v) hakkında ileri-geri konuşmaktalar ve Hz. Peygamber (s.a.v)’i,
bir çok insanla­rın tasvir edemeyeceği bir biçimde tasvir etmektedirler. Onla­rın
bu konudaki dayanakları, tefsir kitaplarına sokuşturulmuş ve serpilmiş İsrailî
rivayetlerdir. Tefsir, tarih vb. kitaplarda bulunan bu çeşit rivayetler, bu
konuda Sahîh ve doğru olm a-yan batıl riv ayetlerdir.

Ebu Bekr İbnü’l Arabî,
bu konuda şöyle der: “İbn Ebi Ha-tim’in, Süddi yoluyla rivayet ettiği bu
olayın tafsilatı şu seki1dedir:

“(Süddi derki:)
Bize ulaştığına göre; bu ayet, Zeyneb bint. Cahş hakkında inmiştir. Zeyneb’in
annesi, Resulullah (s.a.v)’in halası Ümeyye bint.  Abdulmuttalib’dir… Resulullah (s.a.v),
Zeyneb’e taüb oldu. Zeyneb ise Resulullah (s.a.v)’in, kendi şahsı için talib
olduğunu zannetmişti. Fakat kendisini, Zeyd adına istediğini anlayınca, bundan
hoşnut olmadı ve Zeyd ile evlenmek istemedi. Daha sonra bu evliliği Resulullah
(s.a.v) tertiplediği için, Zeyd ile evlenmeye razı oldu ve onunla ev­lendi.
(Çünkü Allah ve Resulü, herhangi bir hususta hüküm verdikleri taktirde inanan
erkekler ile inanan kadınların bu hükme herhangi bir şekilde karşı gelmeleri
doğru değil dir. Üs­telik buna haklan da yoktur.  Böyle 
yapmaları kendilerine yaraşmaz. Zira Resulullah (s.a.v), müminlere kendi
nefislerin­den daha yakındır. Müminlerin, Onu, kendi nefislerinden daha üstün
tutmaları gerekir. Çünkü 0, müminlere karşı çok merh a-metli ve şefkatli olup
onlara düşkündür. Allah ve Resulü’nün emrine aykırı bir işi tercih eden kimse
isyankar olmuş, sapıkl ı-ğa düşmüştür. 0 büyük bir günaha müstahak olmuştur)
Şanı Yüce Allah, peygamberine; Zeyd’in, karısı Zeyneb’i boşayac a-ğı ve
kendisinin de, Allah’ın emri üzerine onunla evleneceğini bildirmiştir.
Resulullah (s.a.v) ise bunu, içinde gizliyordu. Çünkü 0, Zeyd’e, karısını
boşamasını emretmekten haya ed i-yordu. Tam bu sıralarda Zeyd, Zeyneb’in
huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediğinden dolayı Peygamber efendimize
gelerek karısı Zeyneb’i Ona şikayette bulunduğunda ve karısını boşamak
istediğini bildirdiğinde, Hz. Peygamber (s.a.v) iyilik tavsiye etme bakımından
Zeyd’e:

  ‘Sen, bu sözü söylerken Allah’a karşı
gelmekten s akın ve karını nikahın altında tut.’ dedi. Hz. Peygamber (s.a.v),
ona böyle  söylerken,  Zeyd’in 
ondan ayrılacağını  ve kendisinin
Zeyneb   ile   evleneceğini   biliyordu.   
Fakat   bunu,    içinde gizliyordu. Buna rağmen Zeyd’in,
karısı Zeyneb’i boşamasını da istemiyordu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v),
münafıkların:

  ‘Muhammed, oğulluğu olan Zeyd’in boşadığı
Zeyneb ile evlendi’ şeklindeki kınamalarından korkmaktaydı. İşte Yüce Allah’ın,

‘Allah ve peygamberi,
bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin erkek ve gerekse mümin bir kadın için
artık (bu) işe aykırı olacak işlerinde, onlar için seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve peygamberine isyan ederse, muhakkak ki 0 (kimse) apaçık bir
sapıklıkla yolunu sapılmıştır.’ (Ahzab: 33/36) ayeti kerimesi, bu olay hakkında
inmiştir.”
[158]

Hz. Ali’nin oğlu
Hüseyin (rh.a) bu konuyla ilgili olarak şöyle der: “Allah, peygamberine;
(Zeyd’in karısı) Zeyneb ile evlenmezden önce (Zeyd’in onu boşayıp) onunla
evleneceğini bildirmiştir. Zeyd,

Zeyneb’in
(huysuzluğundan ve kendisine itaat etmediği fi­den dolayı Hz. Peygamber
(s.a.v)’e gelerek) şikayette bulun­duğunda (ve onu boşamak istediğini
bildirdiğinde) Hz. Pe y-gamber (s.a.v), ona: ‘(Sen, bu sözü söylerken), Allah’a
karşı gelmekten sakın ve kannı nikahın altında tut’ demiştir. (Zira Hz.
Peygamber (s.a.v), Zeyd’in, onu boşayacağını ve onun la kendisinin evleneceğini
biliyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bunu içinde saklıyordu. Çünkü bu konuda
münafıkların vb. kimselerin kınamalarından korkmaktaydı. ‘Bundan böyle e
v-latlıklann, kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda
müminlere bir vebal olmadığı bilinsin’ (Ahzab: 33/37) mealindeki ayetten dolayı
Allah’ın kendisine mubah kıldığı bir hususta insanlardan çekindiği için) Yüce
Allah, Hz. peygamber (s.a.v)’i kınamış ve ona şöyle buyurmuştur:

‘Seni, onunla
evlendireceğime dair sana haber verdiğim halde, sen daha hala Allah’ın açığa
vuracağı şeyi içinde saklıyorsun.”
[159]

İftiracıların iddia
ettiği gibi, Resulullah (s.a.v)’in içinde sakladığı husus; Zeynebe olan aşkı
değil, Allah’ın Ona haber vermiş olduğu Zeyneb ile evlenme işiydi. Yüce
Allah’ın, Resulullah (sav)’e, Zeyneb ile evleneceğine dair işi, kendisine
bildirdiği halde, bunu, içinde saklaması, Allah’ın yüce hilem e-tindendir. Bu
ise, cahiliyyet dönemindeki Araplar arasında meşhur ve örf olarak yürürlükteki
bir ilke (olan kişinin kendi evlatlığının boşadığı kadınla evlenme yasağının
hükmünü) g e-çersiz kılmak içindi. Fakat Resulullah (s.av.), bu hareketiyle,
münafıkların; “Muhammed, oğulluğu olan Zeyd’in boşadığı karısıyla
evlendi” şeklindeki söylentilerinden ve dedikodul a-nndan çekinmekteydi.
Çünkü Zeyd, insanlar arasında daha hala “Zeyd b. Muhammed = Muhammed’in
oğlu Zeyd” diye çağın İmaktaydı.

Prof. Dr. el-Hicazî,
“Furkan Tefsiri” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Bazı tefsir
kitaplarında büyük alimlere nispet edilen bir­takım uygunsuz sözler yer alması,
gerçekten esef vericidir. A1lah bilir ki, O büyük alimler bu sözleri
söylemekten uzaktırlar. Olsa olsa bu gibi haberler, İsrailiyyat zehirlerinden
başka bir şey değildir.

Bu haberleri, İslam’ı
kabul eden bazı Yahudi alimleri, ge­rek iyi niyetten ve gerek kötü niyetten
dolayı tefsir k itaplarına yerleştirmişlerdir. Bu tefsir kitaplarında,
yaratıkların en sere f-lisi ve bütün insanların yüksek ve sadakat sahibi bir
kimse o I-duğuna tanıklık ettikleri Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında kul­lanılan
bu sözler, adi bir kimseye bile yakışmayacak ifadele ir­dir…

Zeyneb’in Zeyd ile
evlenme tarihine ve içinde bulunduğu ortama basit nazarlarla baktığımızda şu
inanca varırız: ‘Zeyd ‘in, Zeynep ile geçinemeyişinin nedeni, sosyal durumları
ba­kımından aralarında büyük bir mesafenin bulunmasından d o-Iayıdır. Çünkü
Zeynep, şerefli ve as aletli bir kadın. Zeyd ise daha düne kadar köle olan bir
kimseydi. Yüce Allah, Zeyneb’i, Zeyd ile evlendirmek suretiyle onu imtihan
etmek, kabilecilik asabiyetinin temellerini yıkmak, cahiliyyetra şeref ve ün k
a-zanmak gibi Aristokrat tabakaya ait olan düşünceleri ortadan kaldırmak,
şerefin İslam da ve takvada olduğunu bildirmek istedi. Zeynep, bu ilahi emre
istemeyerek boyun eğdi. Vücudunu, Zeyd’e teslim etti. Lakin ruhunu ve gönlünü
ona vere­medi. Böyle olunca da kendisini sıkıntı ve elemden kurtaramadı.

Resulullah (s.a.v),
Zeyneb’i küçüklüğünden itibaren tanı r-dı. Çünkü 0, halasının kızıydı. Eğer
Resulullah (s.a.v) onunla evlenmek isteseydi, rahatlıkla evlenir ve b unu Ondan
men e-debilecek bir kimsede yoktur? Nasıl olurda bir kimse, bakire bir kadınını
bir başkasına takdim eder. 0 adam da o kadınla evlenip boşandıktan ve kadm dul
hale geldikten sonra nasıl ilgi duyar?!!

Bu mümkün değildir.
Böylece bir duşunca gerçeğ e uygun değildir. 
Söylediklerinizi  iyi  düşünün 
ve  akıllıca konuşun.

Hiçbir karışıklığa
meydan vermeden, hiç leke sürmeden hakkı, sırf hak olduğu için anlayıp
kavrarlar. Bakınız bazıları da neler söylüyorlar: ‘Muhammed, Zeyneb’e olan
aşkını gizlediği için Allah tarafından kınanmış!’ Kişi, komşusunun karısına
olan aşkını ve sevgisini gönlünün derinliklerine gizleyip açığa ç ı-karmadıkça
hiç kınanır mı?!

Ama gerçek olan şu ki;
Zeyneb ile Zeyd’in evlenmesi, Zeyneb ile kardeşini imtihan etmek içindi. Çünkü
Cenab-ı Al­lah, Zeyneb’i, Zeyd’i kocalığa kabul etmeye zorlamıştı. Bu e
v-lilik, sonunda Resulullah (s.a.v) için çok zorlu bir imtihan ol­du. Çünkü
Zeyneb, henüz Zeyd’in nikahı altındayken bile bu evliliğin, ne şekilde
sonuçlanacağım biliyordu. Ve bu esnada Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Zeynep
ile evlenmesini emre­diyordu…

Kur’ân-ı Kerîm’in  de 
ifade  ettiği gibi; Hz.  Peygamber (s.a.v)’in,   Zeyneb 
ile   olan  evliliğindeki 
hikmetin  sebebi; cahiliyyet
devrinde Araplar arasında meşhur ve örfi y ürürlükte olan bir ilkeyi yani
kişinin kendi evlatlıklarının boşadıkları kadınlarla evlenme yasağım yıkmak
idi. Cahiliyyet döneminde üvey baba konumunda bulunan kimse, evlatlıklarının
karılarım kendi neseplerinden olan öz oğullarının karıları gibi kabul ed
i-yorlardı.  Bu adet,  cahiliyyet dönemini yaşayan kimselerin
kalplerine iyice yerleşmişti. Bu adet ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in ve de
azatlı kölesi Zeyd b. Harise’nin elleriyle yıkıl a-bilirdi ve yıkıldı da. Zira
Yüce Allah, bu konuda şöyle buyu r-maktadır: ‘Bundan böyle evlatlıklarının,
kadınlarıyla bir bağı kalmayınca, onlarla evlenmek konusunda müminlere bir
vebal olmadığı bilinsin…’ (Ahzab: 33/37)

Hz. Peygamber (s.a.v)
kendi içinde gizlediği bu z orunlu evlenme, Ona eziyet veriyordu. Bu sebeple de
Allah’ın kend i-sine verdiği Zeyneb ile evlenme işini gerçekleştirmeyi gecikti­riyordu.
Çünkü öteden beri yerleşmiş olan bid’ati -yani evlatlık edinme ve evlatlıkların
boşadıkları kadınlarla evlenmeme ad etini- yıkacaktı. Bu adeti yıktığım gören
insanlar, özellikle de münafıklar büyük bir gürültü çıkaracaklardı.”
[160]

Derim ki: Ayeti kerime
bu konuda açıkt ir. Buna göre ayet­te de zikredildiği şekilde Allah, Resulullah
(s.a.v)’in içinde gizlemiş olduğu azatlı kölesi Zeyd’in kansı olan Zeyneb ile
evlenme işini yakın bir zamanda açığa vuracaktı. Zira Yüce Allah’ın,
“Allah ‘in açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyordun. ” (Ahzab:
33/37) ayetinde geçen ile de bu anlatılmaktadır. Çün­kü Yüce Allah’ın açığa
vuracağı şey nedir? Allah, Resulullah (s.a.v)’in, Zeyneb’e olan aşkını mı açığa
vuracak? Hayır! H a-yır! Bunların aksine Yüce Allah, Zeyneb ile evleneceğine
dair daha önceden Resulullah (s.a.v)’e bildirdiği emri açığa vuracaktı. Çünkü
Allah, Resulullah (s.a.v)’in kısa bir müddet sonra Zeyneb ile evleneceğine dair
bilgiyi kendisine iletmiştir. İşte bundan dolayı Şanı Yüce olan Allah bu şeyi
Resulullah (s.a.v)’in içinde gizlediği bir şey olarak açıklamıştır. Bunu da,
Yüce Allah, şu ayetiyle güzel bir şekilde şöyle açıklamıştır:.

“Nihayet
Zeyd’in, onunla bir bağı kalmayınca, onu seninle evlendirdik” (Ahzab:
33/37) İşte böylece gönderilmişlerin efendisi olan Resulullah (s.a.v)’in
masumiyetliğini gösteren kesin kanıtlar ile parlak deliller karşısında, Hz.
Peygamber (s.a.v)’e yalan iftiralarda bulunan iftiracıların iddiaları boşa
çıkarılmakta ve geçersiz kılmmakt adır. Hamd, alemlerin Rabbi Allah’a
mahsustur.


[161]

 

 

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu