Ay: Ocak 2014

  • Gerdanlık Hz. Muhammedin Hayatı

    64.   GERDANLIK

     

    Aişe (r) ve Ümmü
    Seleme (r) bu seferde Peygam­ber Cs.a.vJ’e eşîık ediyorlardı. Peygamber
    (sa.vj’in za­mansız yola çıkma emri verdiği yerden birkaç konak ote de güneş
    batarken Aişe akik gerdanlığını yere duşurdu Kaybettiğini farkettiğinde hava
    onu göremeyecek kadar kararmıştı. Onu orda bırakıp gitmek de istemiyordu. An­nesi
    bu gerdanlığı evlendiği gün onun boynuna takmıştı ve bu Aişe’nin en kıymetli
    mücevherlerinden biriydi Ko­nakladıkları yerde su yoktu ve Peygamber (sav.)
    buradı sadece kısa bir mola vermek istemişti. Fakat daha sonra gün ışıyıncaya
    kadar konaklama emri verdi. Plân değişik­liğinin sebebi ağızdan ağıza dolaştı
    ve sadece küçük bir Kol­ye için koskoca ordunun böyle susuz bir yerde konaklama­sından
    çoğu kişi rahatsız oldu. Ashabdan bazıları Ebu Be­kir’e gidip şikâyet ettiler
    Ebu Bekir Cr.), kızının bu dik­katsizliği nedeniyle utandı ve sinirlendi.
    Ulaşılabilecek uzaklıkta hiç kuyu yoktu ve adamlar beraberlerinde getir­dikleri
    suyun hepsini harcamışlardı. Sabah namazını kıl­mak mümkün olmayacaktı, çünkü
    abdest alacak suları yoktu. Fakat gecenin geç saatlerinde Peygamber (sav) ‘e
    teyemmümle ilgili âyetler nazil oldu. Bu olayın toplumun pratik hayatında
    anlatılamayacak denli önemli bir rolü vardı.

    «Eğer su
    bulama,tutsanız, bu durumda, temiz bir toprakla te­yemmüm edin ihajifçcj
    yuzlerıiuze re ellerinize sürün» (Nisa: 41} Konakladıklarından beri herkesi
    meşgul eden sıkıntı dolu duygular yok olmuştu. Useyd şöyle bağırdı: «Ey Ebu
    Bekir ailesi, bu bizim üzerimize getirdiğiniz ilk rahmet de­ğil.»

    Gün ışığında bile halâ
    gerdanlık ortalıkta görünmü­yordu. Artık bulma ümitleri kaybolmuş ve kolyeyi
    bulma­dan çıkmaya karar vermişlerdi. Yola koyulmak için Aişe’-nin devesi ayağa
    kalktığında kolyeyi akşamdan beri orada çökmüş bir halde kalan devenin altında
    gördüler.

    Bir sonraki kamp
    yerleri uzun kumlu bir arazi olan güzel bir vadi idi. Her zamanki gibi
    Peygamber (s.a.v.)’in iki çadırı diğerlerinden biraz uzağa kurulmuştu. O gün
    Peygamber (s.a.v.)’le beraber olma sırası Aişe’deydi. Aişe daha sonraki
    yıllarda bir yarış yapmaya nasıl teklif ettiği­ni anlatırdı: «Cübbemin
    eteklerini topladım, Peygamber (s.a.v.)’de aynısını yaptı. Yanşa başladık.
    Yansı o kazan­dı. ‘Bu, bir önceki sefer beni yendiğin yanşa karşılık» dedi.
    Hicret’ten önce Mekke’de meydana gelen bir olayı kas­tediyordu.» Aişe açıklamak
    için şunlan da ekledi: «Baba­mın evine gelmişti. Ben elimde bir şey tutuyordum.
    Pey­gamber (s.a.v.): Onu bana getir dedi. Ben vermedim ve ondan kaçtım O da
    peşimden kolaladı, fakat, ben ondan hızlıydım.»[1].

    Aışe’nin gerdanlığının
    bağ yeri incelmişti. Medine’ye varmadan birKaç konak önce yine boynundan
    çözüldü ve Süstü. Kolye, yola çıkma emri verildikten1 sonra Aişenin ha­set için
    kamptan ayrıldığı bir sırada düşmüştü. Aişe kam­pa döndükten sonra Ummü Seleme
    ne birlikte tahtlannın içine oturdular ve perdeleri kapatıp, peçelerini
    açtılar, İşte o zaman Aişe (r.) kolyesini kaybettiğini farketti-Perdenin al­tından
    süzülüp, kolyesini aramaya gitti. O s rada adamlar develeri hazırlamışlar ve
    tahtlan develerin üstüne yerleş­tirmişlerdi. Genellikle iki tahtın
    ağırlıklarının başka baş­ka olduğunu farkedebilirlerdi. Çünkü otuz yaşında bir
    ka­dınla ondört yaşındaki zayıf bir kadının ağırhklan tabi ki aynı olamazdı.
    Fakat bu kez hafif olan tahtın her zaman­kinden daha hafif olduğunu
    farkedemediler. Ve diğer de­velerle birlikte yola koyuldular. Aişe bu olayı
    şöyle anla­tıyor: «Kolyemi buldum ve kamp yerine döndüm, fakat orada bir tek
    canlı bile kalmamıştı. Bunun üzerine tahtı­mın bulunduğu yere gidip oturdum.
    Beni kaybettiklerini anlayıp geri dönmelerini bekliyordum. Orada otururken
    gözlerim ağırlaştı ve uyuyakaldım. Mu’attal’m oğlu safva [2]oradan
    geçtiğinde ben hâlâ orada yatıyordum. Bir sebep yüzenden ordudan geride kalmış
    ve geceyi kampta geçir-memişti. Bize örtünme emri gelmeden önce beni birçok kez
    görmüştü. Beni orada görünce: «Biz Allah’a ait (kul­lar) iz ve şüphesiz ona
    dönücüleriz. Bu Allah’ın Rasulü-nün hanımı, dedi. «Safvan’m bu âyeti okumasıyla
    Aışe uyandı ve peçesini yüzüne Örttü. Safvan onu devesine bin­dirdi ve bir sonraki
    konağa kendisi yürüyerek onu deve­sinde götürdü’.

    Ordu konak yerine
    vardığında Aişe (r.)’nin tahtı yere konmuş ve içerden kimse çıkmayınca onun
    uyuduğunu sanmışlardı. Konak yerinden ayrılmalarına az bir süre ka­la onun
    Safvan’m devesi üzerinde geldiğini görünce her­kesin şaşkınlığı daha da arttı.
    Bu Medine’yi sarsacak olan bir skandalin başlangıcıydı. Münafıkların dili hemen
    bu olaya takılmıştı. Fakat o sırada Peygamber Cs.a.v.) Aişe (r.) ve Ashabın
    çoğu gelişen bu sorundan habersizdi.

    Ganimetler her zamanki
    gibi dağıtıldı. Esirlerden biri, yenilen kabilenin başkanı Hâris’în kızı
    Cüveyriye idi. Ken­disine yüksek bir fidye ödenmesini isteyen Ensar’dan biri­nin
    eline düşmüştü. Cüveyriye, Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve kendi adına meseleye
    el koymasını rica etti. Peygamber (s.a.v.) ogün Aişe fr.)’nin odasındaydı ve
    Cüveyriye’ye ka­pıyı o açmıştı. Aişe neler olduğunu daha sonraları şöyle
    anlattı:  «O çok güzel ve sevimli bir
    kadındı. Ona bakan hiç bir erkek kalbini ona kaptırmaktan kendini ahkoyar
    mazdı. Onu kapıda görünce büyük bir kuşkuya kapıldım. Çünkü benim onda
    gördüğümü Resulullah’m da göreceği­ni biliyordum. Resulullah’m yanına girdi ve:
    «Ey Allah’ın Rasulü, ben kabilesinin reisi olan Hâris’in kızı Cüveyriye’-yim.
    Başıma gelenleri biliyorsun. Fidyem konusunda se­nin yardımını istemeye geldim»
    dedi. Peygamber (s.a.v.) «Bundan daha iyisini ister misin?» dedi, O da: «Bundan
    iyisi nedir?» diye sordu. O: «Senin fidyeni ben ödeyeyim, sen de benimle evlen»
    dedi.»[3].

    Cüveyriye (r.) bu
    teklifi sevinçle kabul etti. Fakat ba­bası fidye olarak vereceği develerle
    birlikte geldiğinde he­nüz nikâhları yapılmamıştı. Babasının getirdiği develer
    söz verdiği sayıda değildi. Çünkü Akik ovasında hayvanlara bakmış ve iki
    tanesini çok beğenip orada bir yere gizlemiş­ti. Geride kalan develeri
    Peygamber (s.a.v.)’e getirip şöyle dedi: «Ey Muhammed (s.a.v.) sen kızımı esir
    aldm, işte fid­yesi.» Peygamber (s.a.v.): «Fakat Akik ovasına gizlediğin iki
    deve nerede?» dedi ve onların gizlendikleri yeri tüm ay­rıntılarıyla anlattı.
    Bunun üzerine Haris: «Allah’tan başka tanrı olmadığına ve, ey Muhammed, senin
    de Allah’ın Ra­sulü olduğuna şehadet ederim» dedi. îki oğlu da Müslü­man
    oldular. Haris diğer iki-deveyi de getirtip, bütün de­veleri Peygamber
    (s.arv.)’e verdi. O da kızını serbest bı­raktı. Daha sonra Cüveyriye de
    Müslüman oldu. Peygam­ber (s.a.v.) onu babasından istedi. Babası onu verdi[4] ve
    ona da bir oda inşa edildi.

    Beni Mustalîk’in artık
    Peygamber (s.a.v.)’in akrabala­rı olduğu ortaya çıkınca Muhacirler ve Ensar
    henüz fidye­leri ödenmemiş olan esirleri serbest bıraktılar. Yaklaşık yüz aile
    serbest bırakıldı. Aişe (r.), Cüveyriye (r.)’yi kaste­derek: «Kavmine ondan
    daha faydalı olan bir başka ka­dın bilmiyorum» dedi[5].

     

     



    [1] w. 427                

    [2] t I. 732, B. LU,  
    15,  W. 426 8.

    [3] I. I.  72C.

    [4] I. H    726.

    [5] I. I. 729.

  • Kuşatma Hz. Muhammedin Hayatı

     

    60    KUŞATMA

     

    Kureyş ordusunun Akik
    ovasına yaklaştığı haberi ulaş­tığında hendek bitmek üzereydi; hendeğin yapımı
    toplam altı gün sürmüştü. Kureyş ordusu şehrin güney batısından yaklaşıyor,
    Gatafan ve diğer Necd kabileleri doğudan Uhud’a doğru ilerliyorlardı. Vahanın
    dış bölümlerindeki bütün evler boşaltılmış ve bu evlerin sakinleri barınaklara
    yerleştirilmişti. Peygamber (s.a.v.) kadınların ve çocukla­rın, kalelerin
    yüksek odalarından birine yerleştirilmesini emretti. Daha sonra kendisi de
    adamlarıyla birlikte -yak­laşık üç bin kişi- seçtikleri yerde kamp kurdu.
    Kırmızı de­riden yapılmış olan çadırı Sel’ dağının eteklerine kurul­muştu. Aişe
    (r.), Ümmü Seleme (r.) ve Zeyneb (r.) sıray­la onunla birlikte olmak için
    çadıra geliyorlardı,

    Mekke ordusu ve
    müttefikleri Uhud yakınında ayrı ay­rı kamp kurdular. Kureyşliler, ekinlerin
    hasat edilmiş ol­duğunu görünce hayal kırıklığına uğradılar. Develeri Akik
    ovasının akasya yapraklanyla yetinmek zorundaydı. O sı­rada Gatafan’ın develeri
    de ovanın Uhud yakınındaki ça­lılıklarda yetişen temarikslerîe karınlarını
    doyuruyorlardı. Fakat İki ordu da getirdikleri yem dışında atlarına yedi­recek
    bir şey bulamıyorlardı. Bu nedenle mümkün olduğu kadar çabuk düşmanı
    yenmeliydiler. Bu amaçla iki ordu birleşti ve şehre doğru ilerlemeye başladı.
    Ebu Süfyan ge­nel başkandı. Fakat her kabile lideri sırayla savaş sırasın­da
    orduyu yönetme görevini yüklenecekti. Halici ve îkrime yine «süvarilere kumanda
    ediyorlardı ve Amr, Halid’in bölüğünde idi. Yaklaştıklarında düşmanın şehrin
    dışında kamp kurmuş olduğunu görünce cesaretleri daha da art­tı. Düşmanın
    kalelerde mevzilenmesinden korkuyorlardı; fakat açıklıkta sayıca onlardan fazla
    oldukları için onları kolayca yenebilirlerdi. Fakat biraz daha
    yaklaştıklarında, karşı tarafa sıralanmış okçularla aralarında geniş ve de­rin
    bir hendeğin olduğunu görünce çok şaşırdılar. Atları oraya zorlukla
    ulaşabilirdi; oraya ulaştıktan sonra da on­ları daha zor olan karşıya geçme
    problemi bekleyecekti. Şimdiden, başlayan ok yağmuru düşmanın saldın alanına
    girdiklerini gösteriyordu. Bu nedenle biraz geri çekildiler.

    Günün geri kalan kısmı
    istişare ile geçti. Sonunda düş­manın büyük bir bölümü, başka yerleri savunmak
    zorun­da bırakarak şehrin kuzeyinden uzaklaştırmaya karar ver­diler. Eğer
    hendeğin etrafında düşman askeri bulunmazsa karşıya geçmek zor olmayacaktı.
    Akıllarına, Medine’ye gü-ney-doğudan yapılacak olan saldırılan kale şeklindeki
    ev­leriyle koruyan Beni Kurayza yahudileri geldi. Beni Na-dir’den Huyay, orduya
    katılmak üzere Hayber’den gel­mişti Ebu Süfyan’a, Beni Kurayza yahudilerini
    Muhanv med (s.a.v.)’le yaptıklan anlaşmayı bozmaya ikna edebi­leceğini
    söyleyerek onlara, elçi olarak gitmek istediğini be­lirtti. Onlar, yardıma ikna
    edilebilirse şehir iki taraftan saldırıya maruz kalacaktı. Ebu Süfyan onun
    Önerisini ka­bul etti ve vakit kaybetmeden yola çıkmasını söyledi.

    Beni Kurayzahlar,
    Huyay’dan korkarlardı. Onu uğur­suz ve kendi kabilesini felakete sürükleyen
    kötü bir adam olarak görürlerdi. İzin verirlerse Beni Kurayza’ya da ken­di
    kabilesine yaptığını yapacaktı. Ondan korkmalannm asıl sebebi de karşı kovulmaz
    bir ruh gücünün olmasıydı. Hu­yay, eğer birşeyi isterse tüm karşı koyanlan
    bastırır ve amacına ulaşıncaya dek ne kendisine, ne de karşısındaki­lere rahat
    vermezdi. Şimdi Beni Kurayza’nın şefi Ka’b îbn Efted’e -Peygamber (s.a.v.)’le
    anlaşma yapan lider- gitmiş ve kim olduğunu söyleyip kapısıut çalıyordu. Ka’b,
    ilk ön­ce kapıyı açmayı reddetti. «Bırak da içeri gireyim!» dedi

    Huyay. Onun ne
    istediğini çok iyi bilen Ka’b: «Sen bırak! Ben Muhammed’le bir anlaşma yaptım
    ve onu bozmaya­cağım» dedi. Huyay: «İçeri gireyim de konuşalım» dedi. «Hayır»
    dedi Ka’b. Fakat Huyay onu, yemeğini kendisi ile paylaşmak istemediği için
    kendisini içeri almamakla suç­ladı Bu Ka’b’ı o kadar sinirlendirdi ki kapıyı
    açtı. Huyay şöyle dedi: «Ey Ka’b, sana her zaman sürecek olan bir za­fer ve
    köpüren deniz gibi bir güç getirdim. Sana liderle­riyle birlikte Kureyş, Kinane
    ve Gatafan’ı, bin kişisi atlı ve on bin kişilik bir ordu getirdim. Onlar bana,
    Muham-med Cs.a.v.) ve taraftarlarının kökünü kazıyıncaya kadar rahat
    etmeyeceklerine dair ant verdiler. Bu defa Muham-med Cs.a.v.) kaçamayacak».
    Ka’b: «Tanrıya andolsun ki, sen bana her zaman utanç getirdin, içinde şimşek ve
    gök gürültüsünden başka birşey olmayan yağmursuz bir bu­lut. Yazıklar olsun
    sana ey Huyay. Beni olduğum gibi bı­rak.» dedi. Huyay ondaki bu yumuşamayı
    farketti ve gü­zel konuşmasıyla eğer yeni din ortadan kalkarsa ne ka­dar
    avantajları olacağını anlatmaya başladı. Sonunda Al­lah adına şöyle bir yemin
    etti: «Eğer Kureyş ve Gatafan Muhammed (s.a.v.)’i öldürmeden yurtlarına
    dönerlerse, ben de seninle birlikte kalende oturup, kaderimi bekleye­ceğim.» Bu
    Ka’b’ı, İslam’ın yaşamasının mümkün olmaya­cağı konusunda ikna etti. Daha sonra
    Peygamber (s.a.v.)’-le halkı arasında yapılan anlaşmayı bozacağını söyledi.
    Huyay, anlaşma metnini görmek istedi; okuduktan sonra metnin yazılı olduğu
    kâğıdı ikiye yırttı. Ka’b da kabile-sindekilere neler olduğunu haber vermeye
    gitti. Onlar. «Eğer sen Öldürülürsen, Huyay’m da seninle birlikte öldü­rülmesinin
    ne gibi bir avantajı olabilir» dediler. İlk anda kararma karşı çıkan çok oldu.
    Suriye’den Peygamber (s.a.vJ’in gelişini karşılamak üzere gelen yaşlı yahudi
    İbn el-Heyyeban, Beni Kurayza’hlann arasındaydı. O Peygam­ber s.a.v.)’İ tarif
    etmiş ve gelmesinin yakın olduğunu ha­ber vermişti. Çok azının yahudi olmayan
    bir Peygamber (s.a.v.) ‘e ilgi duymaya yatkın olmasına rağmen, çoğu Mu­hammed   (s.a.vJ’in tarif edilen kişi olduğunu
    hissediyordu. Yine aralarında, yahudi olsun olmasın bir Peygamber (s.a.v.)’e
    karşı çıkmanın ne kadar önemli olduğunu kav­rayabilecek yeteneğe sahip olmayan
    çok az kişi vardı. Ço­ğunluğa gelince, onlar politik bir anlaşmayı bozmaya kar­şıydılar.
    Fakat birkaç münafığın, Huyay’ın söylediklerini doğrulayan haberler
    getirmesinden ve kendilerinden bir­kaç kişinin de gidip Kureyş ordusunu kendi
    gözleriyle gör­mesinden sonra genel görüş Kureyş ve müttefikleri tara­fına
    doğru kaymaya başladı. Gerçekten de hendeğin öte­sindeki ovanın göz
    alabildiğine atlar ve adamlarla dolu olduğunu görmek insanı ürkütüyordu.

    O sırada Halid ve
    îkrime geçilip geçilemeyeceğini an­lamak, üzere belirli bir uzaklıktan hendeği
    inceliyorlardı. Ümitsizlik içinde: «Nasıl bir tuzak bu!» dediler. «Araplar
    hiçbir zaman böyle bir yol denememişlerdir. Aralarında mutlaka bir îran’li
    var». Ümitlerinin aksine hendek çok iyi kazılmıştı. Sadece diğerlerine göre
    biraz dar olan küçük bir alan kalmıştı. Orası da sıkı bir şekilde korunuyordu.
    Orayı geçmek İçin giriştikleri bir iki çaba başarısızlıkla sonuç­landı. Atları
    hiç hendek görmemişti, bu nedenle hendeğe yaklaşınca, ürküyorlardı. Belki onlan
    ahştırabilirierdi, fa-kat şimdilik savaş sadece karşılıklı ok atışları şeklinde
    de­vam ediyordu.

    Beni Kurayza’nın
    anlaşmayı bozması haberi gizli kal­madı. Münafıklardan çoğu hangi tarafı tutaç
    akların a ka­rar veremedikleri için iki tarafın sırlarını birbirlerine açık
    lıyorlardı. Ömer (r.) Ashabtan yahudilerin ihanetini ha­ber alan ilk kişi oldu.
    Bunu duyar duymaz hemen Ebu Be­kir (r,)le birlikte çadırında oturan Peygamber
    (s.a.v.)’in ya­nma gitti «Ey Allah’ın Rasulü» dedi, -Beni Kurayza’nın bi­zimle
    olan anlaşmasını bozduğunu ve bize karşı savaş açtı­ğını duydum». Peygamber
    Cs.a.v.)’in üzgün olduğu farkedili-yordu. Zübeyr’i meselenin aslını öğrenmek
    üzere gönder­di Daha sonra Ensar’m kendilerini dışlanmış hissetmeme­si için Zvb
    ve Hazreçli iki Sa’d’ı, Useyd’le birlikte çağırdı. Onlara haberleri verdikten
    sonra şöyle dedi; «Gidin ve işin aslını öğrenin. Eğer duyduklarımız yanlışsa
    bunu açıkça söyleyin. Eğer doğru ise bunu bana imalı bir şekilde söyleyin ki
    anlayabileyim». Onlar Zübeyr’den hemen son­ra Kurayza kalelerine ulaştılar ve
    g, “ekten de yahudile.. rin anlaşmayı bozmuş olduğunu gördüler. Yahudileri
    çok geç olmadan hatalarını tamire ve anlaşmaya bağlılığa ça­ğırdılar. Fakat
    onların cevabı şu oldu: «Allah’ın Rasulü de kim? Muhammed’le aramızda ne bir
    antlaşma ne de bir karar birliği var». Üzüntü içinde onlara Beni Nadir ve Be­ni
    Kaynuka yahudilerinin başına gelenleri hatırlattılar. Ka’b ve diğerleri o anda,
    onları dinleyemeyecek denli Ku-reyş in zaferinden emindiler. Elçiler
    konuşmalarının boşu­na olduğunu anlayınca Peygamber (s.a.v.)’in yanına dön­düler.
    Ona: «Adal ve Kare» dediler. Bunlar Hubeyb ve ar­kadaşlarını HudayFa teslim
    eden iki kabilenin isimleri idi. Peygamber (s.a.v.) onların ne demek istediğini
    anladı ve = «Allahu Ekber, ey müslümanlar, cesur olun»  dedi.

    Artık hendeğin
    yanındaki mevzilerden askerlerin bir kısmını çekip şehrin içinde bir mevzi
    kurmak gerekiyordu. Daha sonra Huyay’ın, Kureyş ve Gatafan’ı biner kişilik bi­rer
    ordu kurup bir gece vakti şehrin kuzeyindeki Kuray­za kalelerine saldırmaya,
    oradan da şehrin içerlerine ge­çip, müslümanların kadın ve çocuklarını
    kaçırmaya teşvik ettiği haberi geldi. Çeşitli sebepler yüzünden kararlaştırı­lan
    gece hep tehir edildi ve proje hiçbir zaman uygulana­madı. Fakat Peygamber
    (s.a.v.), bunu haber alır almaz Zeyci’i yüz kişilik atlı bir grupla şehrin
    sokaklarında dolaşmak ve gece boyunca sesli tekbir getirmekle görevlen­dirdi.
    Böylece düşman şehirde büyük bir ordunun olduğu­nu zannedecekti.

    Hendeğin kenarında
    kurulan kampta atlara ihtiyaç yoktu, fakat çok sayıda adama ihtiyaç vardı. Yüz
    kişinin eksilmesiyle, hendekte kalanların herbiri artık daha uzun saatler
    gözcülük ediyordu. Günler geçiyor ve akınlar da­ha da sıklaşıyordu. Halid ve
    îkrime süvari birlikleriyle hen­dekte beliren bir anlık yorgunluk ve ihmalden
    dahi yarar­lanmak istiyorlardı. Fakat sadece bir kez hendeği aşma­yı
    başarabildiler. İkrime, birden bire hendeğin en dar kismuıdaki korumanın
    zayıfladığım gördü ve üç kişi ile bir­likte atını karşı tarafa sürdü. Fakat
    dördüncü adam hen­deği atlar atlamaz Ali tr.) ve adamları hendeğin dar olan
    bölgesini korumaya geldiler ve hendek bir kez daha acıla­maz hale geldi.
    Böylece dört Kureyşli’nin de yolu kesilmiş oldu. İçlerinden biri, Amr, teke tek
    karşılaşma yapmak İs­tediğini bağırarak belirtti Ona karşı Ali (r.) çıktığında.
    onu kabul etmedi ve: «Senin gibi birini öldürmekten hoş­lanmam. Senin baban
    yakın bir arkadaşımdı. Geri dön, sen daha çocuksun» ûedi. Fakat Ali (r.) ısrar
    etti. Amr bine­ğinden indi ve iki adam birbirlerine yaklaştılar. Etrafları­nı
    bir toz bulutu kapladı. Karşılaşmanın ne şekilde geliş­tiğini diğerleri
    göremiyordu. Bir müddet sonra Ali (r.)’nin tekbir getiren sesini duydular ve
    Amr’ın ya öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu anladılar. O sırada îkrime ve ar­kadaşları
    bir anlık dalgınlıktan yararlanıp hendeği geç­mek için atlarını sürdüler. Fakat
    Mahzum’lu Nevfel hen­deği atlayamadı ve atıyla birlikte hendeğe yuvarlandı. Etraftakiler
    onu taşlamaya koyuldular. Fakat O: «Ey Arap­lar, ölüm bundan daha İyi» diye
    bağırdı. Bunun üzerine yanma indiler ve onu Öldürdüler.

    Her ne kadar başansız
    da olsa hendeğin aşılması, bu­nun mümkün olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine
    Ku-reyş ordusu ertesi gün henüz güneş yükselmeden hende­ğin çeşitli noktalarına
    bir dizi saldın düzenledi. Peygam­ber (s.a.v.î, mü’minlere cesaret verdi ve
    sabrederlerse, uzun süre beklemenin verdiği yorgunluğa rağmen vadedilen za
    ferin kendilerinin olacağını müjdeledi. Kamp yerinin seçi­mi isabetli olmuştu.
    Çünkü Sel’ dağının Ötesine doğru uza­nan yüzeyde kendilerine yakın olan kısım,
    uzak olan kı­sımdan daha yüksekti. Gün boyunca düşman onlara ulaş­mak için
    tekrar tekrar akın etti, fakat hiçbir şey ele geçi-remediler. Fiili savaş çok
    sınırlıydı. îki taraftan da zayiat yoktu. Fakat Sa’d îbn Mu’az (bir ok kolundan
    yara lamış ve derin bir yarık açmıştı. Küreye ve Gatafan ordu­larının da
    atlarının çoğu yaralanmıştı

    Öğle namazı vakti
    geldi, fakat bir tek asker bile hendeğin, yanından, ayrılmamalıydı. Namaz vakti
    geçmek üze­re iken Peygamber (s.a.v.)’in yakınmdakiler ona şöyle de­diler : «Ey
    Allah’ın Rasulü, biz namaz kılmadık». Bu bili­nen bir durumdu, fakat onları çok
    etkilemişti. Çünkü İs­lam’ın ilk günlerinden beri hiç böyle bir durum ortaya
    çık­mamıştı. Allah’ın Rasulünün de onlara katılması onları biraz teselli etti.
    Peygamber (s.a.v.) : «Ben de kılmadım de­mişti, ikindi namazı vakti geldi ve
    güneşin batmasıyla va­kit geçti. Fakat güneş battıktan sonra bile düşman
    atakları devam ediyordu. Karanlık tamamen bastırınca artık iki düşman ordusu
    kamp yerlerine döndüler. Düşman ordu­ları gözden kaybolur Kaybolmaz Peygamber
    (s.a.v.), Useyd ve bir grup askeri hendeğin kenarında bırakıp hendekten
    ayrıldı. Hendekte kalan bu grup dışındakilerin başına ge­çip vakti geçmiş olan
    dört namazı da arka arkaya kıldır­dı. O akşam geç saatlerde Halid, hendeği
    korunmasız bul­ma umuduyla küçük bir atlı grubuyla tekrar ortaya çıktı. Fakat
    Useyd ve adamları ok atışlarıyla onları geride tut­mayı başardılar.

    Vahiy, o zorlu günleri
    şöyle nitelendiriyor «Hani onlar, sîze hem üstünüzden, hem alt tarafınızdan gel­mişlerdi;
    gözler de kaymış, yürekler hançereye gehp dayanmıştı le siz Allah hakında da
    (birtakım) zanlarda bulunuyordunuz, işte ora­da, imsn etmekte olanlar,
    denemeden geçirilmiş re şiddetli bir sarsıntıya 
    uğratılmışlardı» (Ahzab :  
    10-11).

    Herkes böyle kaç gün
    daha dayanabileceklerini düşü­nüyordu. Yiyecekleri tükenmeye yüz tutmuş ve
    geceler de çok soğuk geçmeye başlamıştı. Açlık, soğuk ve uykusuz­luktan imanı
    zayıf alanlar da münafıklara katılacak hale gelmişlerdi. Münafıklar sürekli
    olarak, böyle güçlü bir düş­mana sadece bir hendekle karşı koyulamayacağını,
    şehir duvarları gerisine çekilmeleri gerektiğini söylüyorlardı. Fa­kat bu
    zorluklarla gerçek mü’minlerin imanı güçleniyor­du. Onlar, tüm kabileler
    kendilerine karşı birleştiklerinde şöyle dedikleri için Allah onları Kur’an’da
    övmüştü

    «Müminler (düşman)
    birliklerini gördükleri zaman ise (kor­kuya kapılmadan) dediler ki: Bu Allah’ın
    ve Rasulunün bize va-detttği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir.»

    Vahiy şunları da
    ekliyordu :

    «Ve (Bu), yalnızca onların
    imanlarını ve teslimiyetlerini ar­tırmış oldu.» (Ahzab: 22).

    Onlar, Peygamber
    (s.a.v.)’e bir-iki yıl önce vahyolunan bir âyetin gerçekleştiğini belirterek
    böyle diyorlardı:

    «Yoksa sizden önce
    gelip geçenlerin hali, başınıza gelmeden Cennete gireceğinizi mi sandtntz?
    Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine
    sarsıldılar ki, öyle ki Pey­gamber, beraberindeki mü’minlere: «Allah’ın yardımı
    ne zaman?» diyordu. Dikkat edin, kuşkusuz Allah’ın yardımı pek yakındır.» (Bakara:
    214).

    Peygamber fs.a.v.)
    adamlarının dayanma-gücünün so­nuna geldiğini biliyordu. Fakat O, düşmanın da
    gün geç tikçe aynı zorlukları yaşayacağının farkındaydı. Bu ne­denle Gatafan
    kabilelerinden iki kola, eğer savaş alanını terkederlerse Medine’deki hurma hasadının
    üçte birini on­lara vereceğini bildiren bir haber gönderdi. Onlar: «Hur­maların
    yarısını ver» diye haber gönderdiler. Fakat Pey­gamber (s.a.v.) üçte bir
    teklifinden geri dönmedi. Gata-fanlilar da bunu kabul ettiler. Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.) Osman (r.)’i Gatafan kabileleriyle barış anlaşması imzalamak
    üzere gönderdi. Daha sonra biri Evs’in, biri Haz-rec’in lideri olan iki Sa’d’i
    çadırına çağırdı ve onlara plâ­nından bahsetti. Onlar: «Ey Allah’ın Rasulü, bu
    senin-fik­rin mi yoksa bunu sana Allah mı emretti? Yoksa bu se­nin bizim
    adımıza yaptığın bir şey mi?» diye sordular. Pey­gamber; «Bunu sizin adınıza
    yapıyorum. Allah’a andol-sun, eğer Arapların size saldırdığım, her tarafınızı
    kuşat­tığını ve bununla onların gücünü kırabileceğimi bilmeseydim bunu
    yapmazdım» dedi. Fakat yaralanan Sa’d tbn Mu-az ona şöyle dedi: «Ey Allah’ın
    Rasulü, bizler bu adam­larla birlikte Allah’ın yanında başka ilahlara
    tapıyorduk. Allah’a gerçekten ibadet etmiyor ve onu tanımıyorduk. O zaman bile
    onlar, misafir oldukları zaman ve satın aldık­ları hariç bir tek hurmamızı
    yiyemezlerdi. Şimdi ise Allah bize İslam’ı bahşetti, bizi hidayete ulaştırdı.
    Bizi seninle ve İslam’la güçlendirdi. Böyle olduğu halde onlara malla­rımızı mı
    verelim? Tanrıya andolsun, Allah bizimle onla­rın arasını buluncaya kadar
    onlara kılıçtan başka birşey vermeyiz». Peygamber (s.a.v.) ; «Senin dediğin
    gibi olsun» dedi. Bunun üzerine Sa’d deri parçasını ve kalemi Osman’­dan aldı.
    Yazılanlara şaşırarak: «Bırakın ne yapacaklarsa yapsınlar!» dedi[1].

    Şimdi geçersiz hale
    gelen bu anlaşma Fezare ve Mür-re kabilelerinin liderleriyle yapılmıştı.
    Kureyş’in Gatafan’h üçüncü müttefiki ise, Ebu Süfyan ve Süheyl’in müslüman-ları
    Bedir’deki ikinci karşılaşmadan vazgeçirmesine karşı­lık rüşvet teklif
    ettikleri Nuaym’ın kabilesi Aşça’ idi. Me­dine’de kaldığı sürece gördükleri onu
    çok etkilemişti. Şim­di ise karışık duygular içinde bu kez de Mekke’lilerin ya­nında
    yer almak üzere kabilesi ile birlikte savaş alanına gelmişti. Yeni dinin
    takipçileıine duyduğu saygı, kendile­rinin üç katı bir orduya bu kadar
    dayandıklarını gördü­ğünde daha da arttı. Bir müddet sonra kendisinin: «Allah
    İslam’ı kalbime düşürdü» diye nitelediği zaman geldi. O gece -iki Gatafan
    kabilesiyle Peygamber’in yaptığı anlaş­manın feshedildiği gece- şehre gîtti.
    Oradan da ordunun kamp kurduğu yere gitti ve Peygamber (s.a.v.)’i görmek
    istediğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) : «Seni buraya geti­ren ne, ey Nuaym?»
    diye sordu. O: «Buraya, senin sözüne inandığımı açıklamaya ve gerçeği
    getirdiğine şehadet et­meye geldim. Ey Allah’ın Rasulü, bana ne emredersen
    emret. Senin emrettiklerinin hepsini yapmaya hazırım. Halkım ve diğerleri benim
    müslüman olduğumu bilmiyorlar» dedi. Peygamber s.a.v.) : «Tüm gücünle onlan
    birbi­rine düşürmeye çalış» dedi. Nuaym yalan söylemek için izin istedi. Bunun
    üzerine Peygamber (s.a.v,) : «Onları biz­den uzaklaştırmak için ne söylersen
    söyle. Çünkü savaş hiledir[2] dedi.

    Nuaym tekrar şehre
    döndü ve Beni Kurayza yerleşim bölgesine gitti. Yahudiler onu eski bir arkadaş
    olarak mi­safir ettiler, onun için yemek ve içki hazırladılar. O: «Ben bunun
    için gelmedim» dedi «Sizin güvenliğinizden duydu­ğum korkuyu ve buna karşı
    alınması gereken tedbirler ko­nusunda tavsiyemi haber vermek üzere geldim».
    Daha sonra, Gatafan ve Kureyş’in eğer müslümanlan yok ede­cek bir zafer
    kazanamazlarsa yahudileri Muhammed (s.a.v)’in insafına bırakıp kaçacaklarım
    anlatmaya koyul­du. Bu nedenle yahudiler de, Kureyşliler önemli adamla­rından
    birkaçını, onları bırakıp kaçmayacaklarına dair re­hin verinceye kadar Kureyş için
    bir ok bile atmamalıydılar. Onun temas ettiği konularda aynı korkuları besleyen
    yahudiler tavsiyesini hemen kabul ettiler. Bunun üzerine onun söylediklerini
    aynen yapmaya karar verdiler. Ne Kureyşlilere, ne de Gatafanhlara bu fikrin
    Nuaym’dan çıktı­ğını haber vermemeye de söz verdiler.

    Daha sonra Nuaym, bir
    zamanlar arkadaşı olan Ebu Süfyan’a gitti. Ona ve yanındaki diğer Kureyş
    liderlerine, eğer haber aldıkları kişinin kim olduğunu söylememeye yemin
    ederlerse onlara verilecek önemli bir haberi oldu­ğunu söyledi. Oradakiler
    yemin edince şöyle dedi  «Yahu­diler,
    Muhammed (s.av.)’le yaptıkları anlaşmaya tekrar döndüler ve ona şöyle haber
    gönderdiler: «Yaptığımıza piş­man olduk. Eğer Kureyş ve Gatafan liderlerinden
    bir kıs mmı rehin alıp öldürmek üzere sana versek, bu seni mem­nun eder mi?
    Sonra da geri kalanlara karşı senin yanın­da savaşırız? «Muhammed Cs.a.v.) de
    buna razı oldu. Eğer yahudiler sizden adamlarınızdan bir kısmını rehin ister
    lerse, vermeyin». Nuaym daha sonra kendi kabilesine ve diğer Gatafan
    kabilelerine gidip Kureyşlilere söyledikleri­nin aynısını tekrarladı.

    İstişare ettikten
    sonra iki ordunun liderleri şimdilik Huyay’a birşey söylememeye ve Nuaym’m
    söylediğinin doğ­ru olup olmadığını denemeye karar verdiler. îkrime’yi bir
    mesajla Beni Kurayza’ya gönderdiler. Mesaj şuydu: «Artık Muhammed’i tamamen
    ortadan kaldırmak üzere yarın sa­vaşmaya hazır olun». Onlar şu cevabı verdiler:
    «Yarın Cu­martesi, siz ileri gelenlerinizden birkaç kişiyi bize rehin olarak
    vermedikçe, Muhammed’e karşı hiçbir şekilde sa­vaşmayız. Çünkü biz, eğer savaş
    kötü giderse sizin bizi burada yalnız bırakıp memleketinize kaçacağınızdan kor­kuyoruz.
    Ona tek başımıza karşı koyamayız». Bu mesaj Kureyş ve Gatafan kabilelerine
    ulaştığında: «Tanrıya andolsun Nuaym’ın söyledikleri doğru» dediler. Beni Kurayza’lılara
    bir tek adam bile vermeyeceklerini ve ertesi gün savaşmaları gerektiğini
    bildiren bir haber gönderdiler. Be­ni Kurayza’lıların cevabı ise, rehineler
    kendilerine teslim edilmedikçe bir tek ok bile atmayacaklarını bildirmek ol­du.

    O zaman Ebu Süfyan,
    Huyay’a gitti ve : «Bize vadetti-ğin yardım nerede? Onlar bizi aldattılar,
    şimdi de bizi ele vermeye çalışıyorlar» -dedi. Huyay i «Tevrat’a andolsun ki,
    hayır» dedi. «Bugün cumartesi, biz cumartesi yasağına kar­şı gelmeyiz. Fakat
    onlar pazar günü, Muhammed ve ar­kadaşlarına karşı ateş gibi saldırırlar». İşte
    o zaman Ebu Süfyan, yahudilerin rehinelerle ilgili fikrini Huyay’a söy­ledi.
    Huyay’ın yüzündeki ifade birden bire değişmişti. Bu­nun, onun suçluluğuna
    delalet ettiğini anlayan Ebu Süf­yan: «Lâfa andolsun ki, bu senin ihanetinden
    başka bir şey değil, senin ve onların. Çünkü ben seni de halkının ihanetine
    katılmış sayıyorum.» dedi. «Hayır» diye karşı çıktı Huyay, «Sina dağında
    Musa’ya indirilen Tevrat’a an­dolsun ki, ben hain değilim». Fakat Ebu Süfyan
    ikna ol­mamıştı. Hayatını kaybetmekten korkan Huyay, kampı terketti ve
    Kurayza’lıların yerleşim bölgesine gitti.

    Kureyşliler ve Necd
    kabilesinin ilişkilerine gelince, Nuaym’ın bir şey yapmasına gerek kalmamıştı.
    Yaklaşık olarak İki hafta geçmiş ve hiçbir şey elde edilememişti. îki ordunun
    da yiyecek stoklan tükeniyordu. Bu sırada ya aç­lıktan, ya aldığı yaralardan
    veya her ikisinden gün geç­tikçe daha çok sayıda at ölüyordu. Birkaç da deve
    Ölmüş­tü. Kureyş, Gatafan ve diğer bedevi kabilelerinin en iyi ihtimalle
    isteksizce ittifaka .devam ettiklerini anlamakta gecikmedi. Onlar bu kampanyaya
    yeni dine düşmanlıkla­rından çok, ganimet elde etmek için katılmışlardı. Fakat
    geçen süre içinde ganimet elde etme ümitleri yok oldu, tki ordu arasındaki
    birbirine duyulan güvensizlik gittikçe ar­tıyordu. Zaten bu sefer başından beri
    hata ve başarısızlık doluydu.

    Üç günden beri
    Peygamber (s.a.v.) her namazın arka­sından şu duayı tekrarlıyordu: «Attahim, Ey
    kitabı indiren ve Seri’ul Hısâb (çabuk hesap görücü) olan! Düşmanları bizden
    uzaklaştır. Onların korkup kaçmasını sağla.»[3].
    Her-şey hallolduktan sonra da şu âyet nazil olmuştu:

    iman edenler, Allah’ın
    sizin üzerinizdeki nimetini hatır-tayın. Hani size ordular yönelip-gelmişti.
    böylece biz de onların üzerine, bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular
    göndermiştik.» (Ahzab : 9).

    Günlerce hava
    olağanüstü soğuk ve nemli olmaya de­vam etmişti. Şimdi İse doğudan gelen sert
    bir rüzgâr, her­kesin sığmaklara çekilmeye zorlayan bir yağmur getirmiş­ti.
    Gece olunca ovayı fırtına kapladı. Rüzgâr fırtına ve bo­raya dönüşmüştü. İki
    düşman kampında da bir tek sağ­lam çadır bile kalmamıştı. Tüm çadırlar
    yakılmış, kamp ateşleri sönmüş, insanlar yerde birbirlerine sarılmış ısın­maya
    çalışıyorlardı.

    Müslümanların kampı rüzgârdan
    biraz korunuyordu; çadırlarından hiçbiri yıkılmamıştı. Fakat fırtınanın etkisi
    y-

    le insanlar büyük bir
    üzüntüye ve daha önce hiç düşün­medikleri kadar büyük bir zayıflığa kapıldılar.
    Peygamber (s.a.v.), gece geç saatlere kadar dua etti. Daha sonra ken­di
    çadırına yakın olan adamların arasına gitti. Bunlardan biri olan Yemân’m oğlu
    Huzeyfe (r.) sonraki yıllarda Pey­gamber (s.a.v.)’in nasıl yanlarına gelip
    şöyle dediğini an­lattı : «Hanginiz düşmanın yanma gidip, onların durumu
    hakkında bilgi edindikten sonra geri dönecek? Kim bu söy­lediklerimi yaparsa
    onun Cennette arkadaşım olması için Allah’a dua edeceğim». Fakat oradakilerden
    hiç cevap gel­medi. Huzeyfe: «Hepimiz o kadar cesaretimizi kaybetmiş, o kadar
    acıkmış ve üşümüştük ki hiç birimizin ayağa kal­kacak hali yoktu» dedi. Hiç
    kimsenin gönüllü olarak bu görevi almak istemediği açığa çıkınca. Peygamber
    (s.a.v.), Huzeyfe’yi çağırdı. Huzeyfe (r.) de diğerlerinden ayrılıp hemen ayağa
    kalktı. Huzeyfe: «İsmim onun ağzından çı­kar çıkmaz ayağa kalkmaktan başka bir
    şey yapamadım» dedi. Peygamber ts.a.v.) : «Sen git» dedi, «düşmanın ara­sına
    gir ve ne durumda olduklarını gözle. Bize geri döne­ne kadar başka birşey
    yapma». Huzeyfe şöyle anlattı: «Bu­nun üzerine gittim. Rüzgâr ve Allah’ın
    orduları onları pe­rişan ederken düşmanın araşma girdim». Huzeyfe (r.î, ye­re
    çömelmiş KureyşÜlor arasından nasıl geçip liderlerinin oturduğu yere ulaştığını
    anlattı. Geceyi soğuktan uyuşmuş bir şekilde geçirdiler. Şafakla birlikte
    rüzgâr hızını azalt­maya başladığında Ebu Süfyan yüksek sesle bağırdı: »Ey
    Kureyşliler, atlarımız ve develerimiz ölüyor. Beni Kuray-zalılar bize ihanet
    etti ve bizi ele vermek üzere oldukları­nı haber aldık. Şimdi de gördüğünüz
    gibi rüzgâr bizi mah­vediyor. Artık bu yeri terkedelim, ben gidiyorum». Bu söz­leri
    söyledikten sonra devesinin yanına gitti ve devesine bindi. O kadar ani bir
    kararla deveye binmişti ki devesi­nin kösteğini çözmeyi unutmuştu. Bunu ancak
    deveyi üç ayağı üzerinde kalkmaya zorladığı an farketti. O sırada İkrime ona
    şöyle dedi: «Sen bu insanların başı v© lide­risin. Bizden o kadar çabuk
    ayrılıp, adamlarını geride mi bırakacaksın?» Bunun üzerine utanan Ebu Süfyan,
    çoğu kamp yerini terkedinceye kadar bekledi. Daha sonra geri kalanları iki yüz
    atlı ile birlikte Halid ve Amr’ın getirme­sine karar vererek kendisi de yola
    çıktı. Ordunun yola ha­zırlanmasını beklerlerken Halid şöyle dedi: «Şimdi her
    akıllı adam Muhammed yalan söylemediğini an­ladı». Fakat Ebu Süfyan  sözünü keserek: «Herkes­ten çok senin, böyle
    demeye hakkın yok» dedi. Halid «Ni­çin?» diye sordu. Ebu Süfyan : «Çünkü
    Muhammed (s.a.v.), senin babanın şerefini iki paralık etti, kabilenin şefi Ebu
    Cehil’i de öldürttü» dedi.

    Huzeyfe , geri dönüş
    emrini duyar duymaz hemen Gatafan kabilelerinin kampına doğru yola çıktı. Fakat
    kamp yerini boş buldu. Çünkü soğuk onların da dayan­ma gücünü kırmış ve geri
    dönmelerine neden olmuştu. Bu­nun üzerine Huzeyfe, Peygamber (s.a.v.)’in yanma
    dön­dü. O sırada Peygamber (s.a.v.), soğuğa karşı, hanımların­dan birine ait
    olan örtüye bürünmüş bir halde namaz kı­lıyordu. Huzeyfe: «Beni gördüğünde»
    dedi, «Beni yanma doğru çekti ve ayak dibine oturttu. Örtünün bir ucunu da bana
    uzattı». Daha sonra benimle birlikte örtünün için­de oturdu, secde yaptı ve
    tekrar oturdu. Namazı bitirip selam verdikten sonra ona haberleri ulaştırdım.»[4]

    Bilâl sabah ezanını
    okudu: namazı kıldıklarında, sa­bahın ilk ışıklarıyla birlikte hendeğin
    ötesindeki ovanın bomboş olduğunu gördüler. Peygamber (s.a.v.) herkesin evine
    dönebileceğini söyledi’. Bunun üzerine çoğu hızla şeh­re doğru yola koyuldular.
    Daha sonra düşmanın araları­na casus sokmasından veya Beni Kurayza’lılarin
    hendeğin korunmasız olduğunu Kureyşlilere haber verip, onların da geri
    gelmesinden korkarak Cabir ve Ömer’in oğlu Abdullah (r.)’i ayrılan
    arkadaşlarını geri çağırmak üzere gönderdi, ikisi de onların arkalarından
    gitti. Güçlerinin yettiği kadar yüksek sesle bağırdılar, fakat hiç kimse se­se
    başını çevirmedi. Cabir, Beni Harise’yi yol boyunca iz­ledi, evlerinin önüne
    geldiklerinde yine bağırdı, fakat kimse ona cevap vermedi. -İkisi de”
    sonunda Peygamber (s.a.v.)’in yanma döndüklerinde ona başaramadıklarını haber
    verdiler. Bunu duyan Peygamber s.a.v.) güldü ve onu korumak üzere yanında kalan
    arkadaşlarıyla birlikte şehre doğru yola koyuldu.

     

    61.   BENÎ KURAYZA

     

    Dinlenmek için sadece
    birkaç saatleri vardı. Çünkü öğle namazından hemen sonra Cebrail, Peygamber
    (s.a.v.)’e gelmişti. Çok güzel giyinmişti. Sarığı gümüş ve altın işle­meliydi.
    Gümüş ve altın İşlemeli bir örtü de onu getiren katırın semerine örtülmüştü, «Ey
    Allah’ın Rasulü, teslim mi oluyorsun?» dedi. «Melekler teslim olmadılar.
    Düşmanı kovalamaktan şimdi döndüm. Ey Muhammed Cs.a.v.), ger­çekten yüce Allah
    sana Beni Kurayza’ya karşı çıkmanı em­rediyor. Ben şimdiden onların yanına
    gidiyorum. Belki on­ları korkutabilirim.[5].

    Peygamber (s.a.v.),
    Beni Kurayza yerleşim bölgesine ulaşana kadar kimsenin ikindi namazı
    kılmamasını em­retti. Sancak Ali (rJ’ye verilmişti. Hendekte, Kureys. ve
    müttefiklerine karşı çıkan aynı üçbin kişi güneş daha bat­madan tüm Kurayza kalelerini
    kuşatmıştı.

    Kuşatma yirmibeş gece
    sürdü. Yirmi beş günün sonun­da yahudiler, Peygamber (s.a.v.)’e Ebu Lübabe ile
    görüş­mek istedikleri haberini gönderdiler. Beni Nadir gibi on­lar da uzun
    süreden beri Evs’in müttefiki idiler. Ebu Luba-be de bu ittifakı sağlayan
    önemli liderlerden biriydi. Pey­gamber (s.a.v.) ona, Beni Kurayzalılara
    gitmesini emretti. Ebu Lübabe oraya vardığında ağlayan çocuk ve kadınlar­la
    karşılaştı. Bu, onun hain düşmana karşı duyduğu kini yumuşattı. Adamlar,
    Muhammed fs.a.v.)’e teslim olup ol­mamaları konusundaki fikrini sorunca O:
    «Evet» dedi. Ay­nı zamanda elini boğazına dokundurarak, teslimiyetten ölümü
    kasdettiğini ima etti. Bu jest teslimiyet fikrine ay­kırıydı ve kuşatmanın daha
    da uzamasına sebep olabilir­di. Daha Önce Peygamber (s.a.v.) bir hurma ağacını
    ve­layeti altındaki bir yetime vermesini teklif etmiş, kendisi de bunu
    reddetmişti. Zaten bu hareketinden dolayı büyük bir suçluluk duyuyordu. Bu
    jesti yaptıktan hemen sonra duyduğu suçluluk daha da arttı[6].
    «Daha ayaklarımı yerin­den oynatmamıştım ki, Allah’ın Rasulüne ihanet ettiğimin
    farkına vardım» dedi. Ebu Lübabe’nin yüzünün rengi de­ğişti ve şu âyeti okudu:
    «Biz Allah’a ait (kullar) iz ve şüp­hesiz O’na dönücüleriz.» (Bakara: 156i.
    Ka’b: «Sana ne oldu?» diye sordu. Ebu Lübabe: «Allah’a ve Rasulüne iha­net
    ettim» dedi. Üst kattan aşağı indiğinde sakalını tuttu, gözyaşlarıyla
    sırılsıklam olmuştu. Geldiği kapıdan çıkıp, kendisinden haber bekleyen diğer
    Evs’Iilerle karşılaşmaya dayanamayacağını hissetti. Bu nedenle kalenin arka
    kapı­sından çıkıp şehre doğru yola koyuldu. Doğruca Mescid’e gitti. Kendisini
    Mescid’in direklerinden birine bağlayıp şöy­le dedi: «Allah yaptığım şeyi
    affedinceye kadar burada bağlı kalacağım».

    Peygamber (s.a.v.)
    onun gelip haber getirmesini bek­liyordu. Neler olduğunu duyunca şöyle dedi:
    «Eğer bana gelseydi, onu affetmesi için Allah’a dua ederdim. Fakat onun bu
    yaptığını gördükten sonra, Allah ona merhamet edinceye kadar onu bırakamam»[7].

    Ebu Lübabe, on ya da
    onbeş gün o direkte bağlı kaldı. Her namazdan önce veya gerektiğinde kızı gelip
    onu çö­züyor ve namazını bitirdikten sonra tekrar aynı yere bağ­lıyordu. Bu
    durumdan duyduğu üzüntü, kuşatmanın hâlâ sürdiğü gecelerden birinde gördüğü bîr
    rüya ile biraz ha­fifledi. Rüyasında kendisini yapışkan çamurdan bir batak­ça)lığa
    gömülmüş görüyordu. Neredeyse bataklığın saldığı pis kokudan, ölmek üzere iken
    akan bir pınar görüyor ve pınarda yıkanıyor. Etrafındaki. koku da güzelleşiyor.
    E bu Lübahe (rJ uyandığında Ebu Bekir’e gidip bu rüyanın ne anlama gelebileceğini
    sordu. Ebu Bekir, (r.) ona, vücu­dunun ruhunu temsil ettiğini, ilk önce ruhunu
    baskı altı­na alan kötü bir olay yaşayacağını, fakat bundan sonra kurtulacağını
    söyledi. Ebu Lübabe direkte bağlı olduğu sürece bu kurtuluşun ümidiyle yaşadı.

    Benî Kurayza’ya
    gelince, Ka’b onlara, nasıl olsa hep­si Muhamed’in (s.a.v.) Peygamber olduğuna
    inandığına göre onun dinine girip mallarını ve hayatlarını kurtarmayı teklif
    etti. Fakat onlar ölümün bundan daha iyi olduğunu ve Tevrat’tan ve Musa’nın
    kanunlarından (namus) başka bir şey istemediklerini söylediler. Bunun üzerine
    Ka’b onlara başka çözüm yollan Önerdi, fakat hepsi kabul edilmeyecek
    nitelikteydi. Kuşatmanın başından beri Beni Kurayzahların kalelerinde kalmakta
    olan Beni Hedl’den Kurayza’nın er­kek kardeşi Hedl’in soyundan gelenler üç genç
    adam Ka’b’m öne sürdüğü ilk teklife taraftardılar. Gençliklerin­de, kendi
    aralarında yaşamaya gelen Suriye’li yahudi İbn el-Heyeban’ı tanımışlardı. Şimdi
    onun beklenen Pey­gamber (s.a.v.)’le ilgili söylediklerini tekrarlıyorlardı
    «Onun vakti geldi. Ey yahudiler, ona ilk ulaşan sizler olun. Çünkü O kendisine
    karşı çıkanları Öldürmek ve kadm ve çocuklarını esir almak üzere gönderilecek.
    Bu durumun sizi ondan uzaklaştırmasına izin vermeyin.» Fakat gençlere verilen
    tek cevap: »Biz.Tevrat’tan vazgeçme­yiz.» oldu. Bunun üzerine üç genç o gece
    Kurayza kale lerinden kaçıp, Müslüman kampına sığındılar. Müslüman olmak
    istediklerini söyleyip Peygamber’e (s.a.v.) biat et­tiler. Beni Kurayzalılardan
    ise sadece iki kişi onların yo­lundan gitti. Bunlardan biri, Amr îbn Su’da’,
    zaten başın­dan beri Peygamber (s.a.v.) ‘le yapılan anlaşmayı bozmaya karşıydı
    ve resmen kendisinin buna karşı olduğunu açık­lamıştı. Şimdi ise eğer Müslüman
    olmayacaklarsa, Pey­gamber  (s.a.v.)’e
    haraç veya vergi ödeyebilecekleri fikrini ortaya attı. «Ama, onun bu teklifi
    kabul edip etmeye­ceğini bilmiyorum.» dedi. Buna karşılık yahudiler, Arap­lara
    haraç ödemektense ölmeyi yeğleyeceklerini söylediler. Bunun üzerine kaleden
    yalnız başına ayrıldı; kuşatma çemberini Müslüman olarak geçti ve o geceyi
    Medine’deki Mescid’de geçirdi. Fakat o geceden sonra bir daha onu gö­ren
    olmadı. Bugüne kadar onun nereye gittiği ve nerede öl­düğü Öğrenilememiştir.
    -Peygamber (s.a.v.) onun hakkın­da: «O, inancı nedeniyle Allah’ın koruduğu bir
    adamdır» derdi. Müslüman olan diğer adam ise Rifâ’a îbn Semey’al’di. O gece
    yahudi kalelerinden kaçmış, askerlerin arasından gizlice geçip, Hazreç’in Beni
    en-Neccar kolundan bir adamla evlenen Peygamber (s.a.vj’in teyzesi Selma binti
    Kays’m yanına sığınmıştı. Rifâ’a onun evinde Müs­lüman olmuştur.

    Ertesi gün, Ebu
    Lübabe’nin uyarısına rağmen Benî Kurayza’lılar kalelerinin kapılarını açtılar
    ve Peygamber (s.a.v.)’in adaletine teslim oldular. Adamlar elleri arkala­rına
    bağlı bir şekilde kendileri için kampın bir tarafında ayrılan yere doğru
    gittiler. Diğer bir tarafa da kadınları ve çocukları topladılar. Peygamber
    (s.a.v.) kadın ve çocuk­ları koruma görevini. Beni Kaynuka’nın eski lideri olan
    Abdullah Ibn Selâm’a verdi. Silahlar, giyecekler ve ev eş­yaları kalelerden
    getirilip bir yere yığıldı. Şarap ve maya­lanmış hurma suyu kavanozları teker
    teker açıldı ve bo­şaltıldı.        
    .   

    Evs kabileleri
    Peygamber (s.a.v.)’e bu eski müttefikle­rine de, Hazreç’in müttefiki olan
    Kaynuka’hlara gösterdiği yumuşaklığı göstermesini rica eden bir haber
    gönderdiler. Peygamber (s.a.v.). «Ey Evsliler, eğer onlar hakkındaki kararı
    sizden birine bırakırsam bu sizi tatmin eder mi[8]»
    dedi. Onlar da bu fikri kabul ettiler. Bunun üzerine Pey­gamber (s.av.) onları
    yaraları henüz iyileşmemiş olan ve Mescid’de bir çadırda tedavi gören liderleri
    Sa’d Ibn Mu-hz (r.)’a gönderdi. Peygamber (s.a.v.), onu daha sık ziyaret
    odübümek için mescide yerleştirmişti. Rudeyfe adında­ki Eşlem’1 i bir kadın da
    Sa’d’ın yarasını    tedavi ediyordu.

    Kabilesinden birkaç
    adam Sa’d’in yanına gittiler. Onu bir katıra bindirip kampa gittiler. Yolda
    ona: «Müttefiklerimi­ze iyi davran, çünkü Allah’ın Rasulü seni onlara müsama­halı
    davranman için kararı sana bıraktı.» Fakat Sa’d çok adaletli bir adamdı; Ömer
    gibi o da Bedir esirlerini öldür­me taraftarıydı ve onların bu görüşü vahiy
    tarafından des­teklenmişti. Bedir’de fidye karşılığı serbest bırakılanların
    çoğu Uhud’da ve Hendek’te geri gelip onlara karşı savaş­mışlardı. Bu son
    savaşta ise istilaya gelenlerin asıl gücü, sürgün edilen Beni Nadir’in
    yardımlarından kaynaklanı­yordu. Eğer onlar sürgüne gönderilmek yerine
    öldürülmüş olsalardı, Kureyş ordusu yarıya iner ve Beni Kurayza’Iılar da
    anlaşmaya sadık kalırlardı. Bundan başka Sa’d (r.) kriz anında Beni Kureyza’ya
    gönderilen elçilerden biriydi ve onların Müslümanların yenileceğine
    inandıklarında na­sıl ihanet ettiklerini gözleri ile görmüştü. Eğer onlar hak­kında
    sert bir karar alırsa bütün Evs’liler onu suçlayacak­tı. Fakat Sa’d (r.) bu tür
    düşüncelere zaten Önem vermez­di. Yakında öleceğini hissettiği bu seferki
    kararında ise bu tür kaygılar ondan tamamen uzaktı. Kabilesinden adam­ların
    sözlerine kısaca şu karşılığı verdi: «Artık Sa’d’m, Al­lah katında, hiçbir
    suçlunun suçuna önem vermeme zama­nı gelmiştir.»

    Sa’d, güçlü yapılı,
    yakışıklı ve heybetli bir adamdı. O kampa geldiğinde Peygamber (s.a.vJ:
    «Başkanınıza saygı için ayağa kalkın» dedi. Onlar da ayağa kalktılar ve şöyle
    dediler: «Ey Amr’ın babası, Allah’ın Rasulü seni mütte­fiklerimiz hakkında
    karar vermek üzere görevlendirdi.-Sa’d (r.): «Peki, benim kararımın onlar
    üzerindeki son hü­küm olacağına Allah’a yemin edip, O’na ahit verir misi­niz?»
    dedi. «Evet» dediler. Sa’d Peygamber (s.a.v.)’e doğru bir göz atıp, adını
    anmaksızın: «Bu, buradaki herkes için mi geçerli?» dedi. Peygamber  «Evet- dedi. «O hal­de» dedi Sa’d, «ben
    erkeklerin Öldürülmesi, mallarm dağı­tılması, kadın Ve çocukların esir
    alınmasına hüküm veriyorum»[9] Peygamber
    (s.a.v.) ona: -Sen, yedi kat yüksek se­mada Allah’ın verdiği hükmün, aynısını
    verdin» dedi.

    Kadınlar ve çocuklar
    şehre götürülüp yerleştirildiler. Erkekler ise kampta kaldılar ve geceyi Tevrat
    okuyup bir­birlerine sabır ve dayanıklılık tavsiye ederek geçirdiler.
    Sabahleyin Peygamber Is.a.v.) pazar yerinde dar, fakat uzun ve derin hendekler
    açılmasını emretti. Toplam yedi-yuz kişi olan adamlar bazı kaynaklara göre
    yediyüzden fazla, bazılarına göre ise daha az küçük gruplar halinde
    gönderildiler. Her grup kendi mezarı olacak olan’ çukurun başına dfzildi. Daha
    sonra Ali ve Zübeyr gibi Ashabın genç­leri hepsini birer kılıç darbesi ile
    öldürdüler.

    Huyay pazar yerine
    doğru gönderildiğinde Peygam­ber (s.a.v.)’e döndü ve ona şöyle dedi: *Sana
    karşı geldi­ğim için Kendimi suçlamıyorum. Allah’ı terkeden, aynı şekilde
    terkedilecektir.» Daha sonra yahudilere dönerek: «Allah’ın emri yanlış olmaz,
    bu Allah’ın kitabında Israil-oğullanna gönderdiği bir karar, bir hüküm ve
    katliamdır» dedi. Çukurların yanına oturdu ve başı kesildi.

    Son Öldürülenin başı
    bir meşale ile kesildi. Daha sonra Zabir İbn Bata adındaki yaşlı yahudi,
    hakkında karar ve­rilemediği için kadın ve çocukların olduğu eve yerleştirildi.
    Ertesi sabah erkeklerin öldürüldüğü haberini alan kadın­lar, tüm şehri ağıt
    sesleri ile ayağa kaldırdılar. Fakat yaşlı Zabır onları teskin etti ve şöyle
    dedi: «Sessiz olun! Siz dün­ya kuruldu kurulalı îsraüoğullanndan esir alman ilk
    ka-dinlar mısınız? Eğer erkekleriniz iyi olsaydı, sizi bu du­rumdan
    kurtarırlardı. Siz kendinizi yahudi dinine verin, çünkü bu din üzere ölüp,
    ahirette bu din üzere tekrar di-rilmeliyiz.»

    Zabir en azılı İslâm
    düşmanlarından biriydi ve çoğu kişiyi Peygamber (s.a.vJ’e karşı gelmeye o
    teşvik etmişti. Fakat iç savaşlar sırasında, Sabit İbn Kays adındaki Haz-reç’li
    bir adamın hayatını kurtarmıştı. Sabit bu borcunu ödeme amacıyla Peygamber
    Cs.a.v.)’den Zabir’in yaşama­sına izin vermesini rica etti. Peygamber (s.a.v.);
    «O se­nin» dedi. Fakat Sabit, Zabir’e bu durumu anlatınca O «Kansız ve çocuksuz
    yaşlı bir adam hayatta ne yapar?» dedi. Bunun üzerine Sabit tekrar Peygamber
    (s.a.v.) ‘e git­ti. O da ona Zabir’in karısını ve çocuklarını verdi. Fakat
    Zabir bu kez de: «Hicaz’da hiç bir varlığı olmayan bir aile neyle geçinir?»
    dedi. Sabit yine Peygamber (s.a.v.)’e gitti. Peygamber (s.a.v.) de ona Zabir’in
    zırh ve silahlan dışın­daki bütün mallarını verdi. Fakat tüm arkadaşlarının Öl­dürülmüş
    olması Zabir’i meşgul eden bir düşünce haline geldi. Sabit’e: «Senden olan
    hakkıma dayanarak, Allah adı­na, senden beni de arkadaşlarımın yanına
    göndermeni is­tiyorum. Onlar gittikten sonra benim için hayatın bir an­lamı
    yok» dedi, İlk önceleri Sabit bunu kabul etmedi, fa­kat onun çok ciddi olduğunu
    görünce onu da infaz yeri­ne götürdü ve Zübeyr (r.) onun başını kesti. Karısı,
    ço­cukları serbest bırakıldı ve malları Sabit’in velayeti altın­da onlara iade
    edildi.

    Diğer kadın ve
    çocuklar ise, mallarla birlikte kuşat­mada görev alan askerlere dağıtıldı. Bu
    esirlerin çoğunu Hayber’deki soydaşları Beni Nadir, fidye verip kurtardılar.
    Peygamber (s.a.v.)’e hisse olarak Reyhane adında, Na-dir’li Zeyd’in kızı olan
    ve Kurayza’lı biri ile evlenmiş olan bir yahudi kadm düştü. Reyhane çok güzel
    bir kadındı ve beş yıl sonra ölene dek Peygamber (s.a.v.)’in cariyesi ola­rak
    kaldı. Peygamber {s.a.v.) ilk önceleri onu, Rifa’a’nm sığındığı teyzesi
    Selma’nm yanma yerleştirdi. Reyhane ilk önceleri İslâm’a karşıydı, fakat Rifa’a
    ve Beni Hedl’den Müslüman olan üç genç ona İslam’ı anlattılar. Bundan kı­sa bir
    süre sonra üç gençten biri olan Se’lebe Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve
    Reyhane’nin Müslüman olduğu haberini verdi. Bunun üzerine Peygamber
    (s.a.v.)  çok sevindi. Peygamber (s.a.v.)
    ona gitti ve onu serbest bırakıp evlenme teklif etti. Fakat Reyhane (r.): «Ey
    Allah’ın Rasulü, beni kendi himayende bırak; bu benim için de, senin için de
    daha kolay»  dedi.

     

     



    [1] I. I. 676.

    [2] I. I. 681, W. 480-1.

     

    [3] I. S, H/l, 53; W. 487.

    [4] I. I, 683-4, W. 488-90.

     

    [5] I. I. 684

    [6] Bkz. Bölüm: 48

    [7] W. 5ğ7.

     

    [8] I. I. 136

    [9] Sad’ın karan tamamen onların ihanet suçuna
    dayanıyordu. Fakat bu karar, yahudi kanunlarında varolan, ihanetle suçlanmasa
    bile kuşatılan bir şehir halkının öldürülmesi kanunu­na uyuyo/du -Rabbimz Alah,
    size onu verdiğinde, oradaki Kıtım erkeklori kılıçtan, geçirin: fakat
    kadınları, küçükleri, hayvanları ve âhirdeki bütün herşeyi kendinize alın.»
    (Eski ^hit, Bes’r.ci Kitap: 20:12).

     

  • Münafıklar Hz. Muhammedin Hayatı

     

    63.    MÜNAFIKLAR

     

    Zeyd (r.)’ın doğudaki
    kervan yolunda yaptığı başarı­lı baskın, Kureyşlilerin düşüncelerini bir kez
    daha, daha çok tercih ettikleri batı yoluna çevirdi. Bu kez Kızıl Deniz
    sahillerindeki müttefikleri olan Ruza’a kabilesinin Beni Müstalik kolunu
    Medine’ye bir sefer düzenlemek üzere ayaklandırdılar. Kureyşliler bu kabileye
    sahildeki diğer kabilelerin, de katılacağını ümit ederek, bata yolunun tek­rar
    kendileri için güvenli hale geleceğini düşünüyorlardı. Fakat Huza’a’nın diğer
    kolları Peygamber’e (s.a.v.) karşı Mekke’lüerin umduğundan daha az düşmanlık
    besliyorlar­dı. Kısa bir süre sonra bu haberler Peygamber (s.a.vj’e ulaştı.
    Böylece Peygamber (s.a.vj’e bitmeyen ve gıin geç­tikçe artan gücünü batı kervan
    yolunda da gösterebileceği bir fırsat çıkıyordu. Haber aldıktan sekiz gun
    sonra, Beni Müstalik henüz yola çıkmadan Peygamber (s.a.v.} onla­rın yerleşim
    bölgesine yakın ve sulak bir yere kamp kur­muştu. Oradan hızlı bir manevra ile
    çadırda yaşayan bu kabilenin obasını kuşattı. Adamlar fazla karşı koymadan
    teslim oldular. Müslümanlardan sadece bir kişi, düşman­dan İse on civarında
    kişi öldürülmüştü. Yaklaşık ikiyüz aile esir alındı. Ganimette ikibin deve
    beşbin koyun ve ke­çi vardı.

    Ordu, orada birkaç gün
    kamp kurdu, fakat beklenme-dik bir olay daha fazla kalmalarını engelledi.
    Sahilde kom­şu olan Gıfar ve Cuheyne kabilelerinden iki adam kuyulardan birinin
    başında hangi tulumbanın kime ait olduğu konusunda tartışmaya başladılar.
    Tartışma bir sûre son­ra kavgaya dönüştü. Ömer (r.)’in atını yedeğinde götür­mesi
    İçin işe aldığı Gıfar’h: «Ey Kureyş,» diye yardım *s-tedi. Cuheyne kabilesinden
    olan adam ise geleneksel müt­tefikleri olan Hazreçlileri yardıma çağırdı.
    Kızgın olan Muhacirler ve Ensar da hemen sahneye çıktı. Kılıçlar çe­kilmişti.
    Eğer Ashab’dan bazıları iki tarafın arasına gir­meseydi kan dökülebilirdi.
    Burada mesele sona ermiş ol­malıydı. Fakat bu sefer de genelde olduğundan çok
    müna­fık sefere katılmıştı. Bunun sebeplerinden biri de bölgenin tanıdık ve
    sulak bir bölge olması ve kolayca ganimet ei-de edilebileceği ümidi idi.
    Aslında kendi eski bakış açıla­rını değiştirmemişlerdi. Hâlâ Medine’den yapılan
    seferle­ri, dışarıdan biraz destekle Kureyş yapılan Hazreç ve Evs seferleri
    olarak görmekte ısrar ediyorlardı. Bu neden­le onlara göre kamp Kayleoğullarına
    aitti: Kureyşli sığın­tılar ise her yerde olduğu gibi orada da himaye altınday­dılar,
    îbn Ubey bu kafa yapısıyla etrafında bir grup ya­kın arkadaşı ile otururken
    kavga seslerini duymuştu, iç­lerinden biri meselenin ne olduğunu anlamak için
    gitti. Döndüğünde Ömer’in adamının suçlu olduğunu, çünkü ilk darbeyi onun
    vurduğunu söyledi. —Gerçekten de öyleydi. Bu sözler, Hendek’te çekilen
    sıkıntılarını’ hâlâ yanmakta olan korlarının birden bire alevlenmesine yol
    açtı. Mu-hammed (s.a.v.) ve diğer Muhacirler tüm Arabistan’ı on­ların aleyhine
    çevirene dek, beş yıl boyunca gerilim sü­rekli olarak artmıştı. Bunun yanı sıra
    toplumda Önemli bir rol oynayan zengin ve komşu yahudi kabilelerinin de kö­kü
    kazınmıştı-, ikisi sürgün edilmiş, biri ise katledilmişti. Vadideki iç savaşa
    bir çözüm bulunması gerçekten gerek­liydi. Fakat îbn Ubey, kendisi kral seçilse
    idi, buna mut­laka bir çözüm bulacağından emin olduğunu söylüyordu. Şimdi de bu
    zavallı sığıntılar, efendilerinin kuyuya ulaş­masını engelleyecek kadar
    küstahlık edebiliyorlardı. «Bu kadar ileri gittiler ha!» dedi îbn Ubey. «Başa
    geçip, bizi geride bırakmaya ve kendi ülkemizde bizi bastırmaya çalışıyorlar.
    Bu Kureyşli Paspallarla bizim halimizi şu söz ne iyi ifade ediyor: ‘Besle
    kargayı oysun gözünü.1 Tanrıya ftndolsun Medine’ye döndüğümüzde güçlü olan
    zayıf ola­nı sürüp çıkaracak». Halkanın yanında oturan Hazreç’li Zeyd adında
    bir çocuk doğruca Peygamber (s.a.v.)’e gitti ve İbn Ubey’in söylediklerini
    haber verdi. Peygamber’ (s. a./.)’in birden bire rengi değişti. O sırada
    yanında olan Ömer, bu haini hemen öldürmeyi teklif etti. Fakat Peygam­ber
    (s.a.v.); «Ey Ömer, insanlar, Muhamnıed (s.a.v.) arka­daşını öldürdü demezler
    mi?» dedi. O sırada Ensar’dan bi­ri gidip İbn Ubey’e çocuğun haber verdiklerini
    gerçekten söyleyip söylemediğini sormuştu. îbn Ubey doğruca Pey­gamber
    (s.a.v.)’e geldi ve böyle birşey söylemediğine ye­min etti. Sorun çıkmasını
    engellemek isteyen ve onun ya­nında olan birkaç Hazreç’li de onun
    söylediklerini doğru-ladilar. Peygamber (s.a.v.) sanki mesele kapanmış gibi
    davrandı. Fakat sorundan uzaklaşmanın en iyi yolu insan­ların kafalarını başka
    bir şeyle meşgul etmekti. Bunun üze­rine Peygamber Cs.a.v.) hemen yola
    çıkılmasını emretti. Daha Önce hiç bu vakitte yola çıkmamıştı: Hemen he­men
    öğle vaktiydi, namaz vakitlerinde kısa molalar vere­rek Öğleden sonra ve tüm
    gece, ertesi günün sıcaklığı bas-tırıncaya dek yolculuk ettiler. Kamp kurulması
    emredildi-ğinde adamlar o kadar yorulmuşlardı ki, hemen uykuya daldılar.
    Yolculuk sırasında Peygamber (s.a.v.), Müslü­manlar için İbn Ubey’in yerine
    Hazreç’in en ileri geleni olan Sa’d İbn Ubade (r.)’ye gizlice, kendisinin
    Zeyd’in doğ­ru söylediğine inandığını belirtti. «Ey Allah’ta Rasulü» de­di
    Sa’d, «Sen eğer istersen onu ortadan kaldırabilirsin. Çünkü o alçak ve zayıf,
    sen ise yüce ve güçlüsün.» Bunun­la birlikte Sa’d ondan îbn Ubey’e iyi
    davranmasını rica etti. Peygamber (s.a.v.) de bu konuyu bir daha gündeme
    getirmemeye karar vermişti. Fakat Sa’d’la konuştuktan kı­sa bir süre sonra
    artık mesele onun kontrolünden çıkmış­tı. Çünkü hemen sonra Münafikûn Sûresi
    adını alacak olan bir vahiy geldi. Sûre’nin bir âyetinde Zeyd’den isim olarak
    bahsetmese de onun    söylediklerini
    sayıp, bunları söyleyenin doğru olduğu çınlatılıyordu. Peygamber (s,a.v,>
    Medine’ye varıncaya kadar bu sureyi Müslümanlara oku­madı. Fakat Zeyd’in yanına
    yaklaşıp kulağına eğilerek: «Senin kulağın doğru duydu ve Allah senin
    söyledikleri­ni tasdik etti» dedi.

    O sırada îbn Ubey’in
    oğlu Abdullah, bu sözleri baba­sının söylediğini bildiği için büyük bir üzüntü
    içindeydi. Ona Ömer’in babasını öldürmek için Peygamber’den izin istediğini de
    söylemişlerdi. Abdullah kararın hemen verilip öldürme emrinin hemen
    uygulanmasından korkarak Pey­gamber (s.a.v.)’e gitti ve şöyle dedi. «Ey
    Allah’ın Rasulü. bana Abdullah îbn Ubey’i öldürmeye karar verdiğini söy­lediler.
    Eğer bunu mutlaka yapacaksan, bana emret, gidip kafasını getireyim. Bütün
    Hazreç, babasına benden daha çok bağlılık ve acıma gösteren kimse olmadığını
    bilir. Öl­dürme görevini başkasına verirsen, nefsimin babamın ka­tilinin
    aramızda dolaşmasına dayanamayacağından korku­yorum. Buna dayanamayıj onu
    öldürebilirim. Böylece de bir kâfirin yerine bir mümini Öldürmüş olurum ve Ce­hennem
    ateşine atılırım.» Fakat Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: «Hayr, bırakın
    ona iyi davranalım, o bi­zimle olduğu müddetçe arkadaşımız olarak kalsın.»[1].

     

     



    [1] I. I. 726-8.

  • Benî Kurayza Hz. Muhammedin Hayatı

    61.   BENÎ KURAYZA

     

    Dinlenmek için sadece
    birkaç saatleri vardı. Çünkü öğle namazından hemen sonra Cebrail, Peygamber
    (s.a.v.)’e gelmişti. Çok güzel giyinmişti. Sarığı gümüş ve altın işle­meliydi.
    Gümüş ve altın İşlemeli bir örtü de onu getiren katırın semerine örtülmüştü, «Ey
    Allah’ın Rasulü, teslim mi oluyorsun?» dedi. «Melekler teslim olmadılar.
    Düşmanı kovalamaktan şimdi döndüm. Ey Muhammed Cs.a.v.), ger­çekten yüce Allah
    sana Beni Kurayza’ya karşı çıkmanı em­rediyor. Ben şimdiden onların yanına
    gidiyorum. Belki on­ları korkutabilirim.[1].

    Peygamber (s.a.v.),
    Beni Kurayza yerleşim bölgesine ulaşana kadar kimsenin ikindi namazı
    kılmamasını em­retti. Sancak Ali (rJ’ye verilmişti. Hendekte, Kureys. ve
    müttefiklerine karşı çıkan aynı üçbin kişi güneş daha bat­madan tüm Kurayza kalelerini
    kuşatmıştı.

    Kuşatma yirmibeş gece
    sürdü. Yirmi beş günün sonun­da yahudiler, Peygamber (s.a.v.)’e Ebu Lübabe ile
    görüş­mek istedikleri haberini gönderdiler. Beni Nadir gibi on­lar da uzun
    süreden beri Evs’in müttefiki idiler. Ebu Luba-be de bu ittifakı sağlayan
    önemli liderlerden biriydi. Pey­gamber (s.a.v.) ona, Beni Kurayzalılara
    gitmesini emretti. Ebu Lübabe oraya vardığında ağlayan çocuk ve kadınlar­la
    karşılaştı. Bu, onun hain düşmana karşı duyduğu kini yumuşattı. Adamlar,
    Muhammed fs.a.v.)’e teslim olup ol­mamaları konusundaki fikrini sorunca O:
    «Evet» dedi. Ay­nı zamanda elini boğazına dokundurarak, teslimiyetten ölümü
    kasdettiğini ima etti. Bu jest teslimiyet fikrine ay­kırıydı ve kuşatmanın daha
    da uzamasına sebep olabilir­di. Daha Önce Peygamber (s.a.v.) bir hurma ağacını
    ve­layeti altındaki bir yetime vermesini teklif etmiş, kendisi de bunu
    reddetmişti. Zaten bu hareketinden dolayı büyük bir suçluluk duyuyordu. Bu
    jesti yaptıktan hemen sonra duyduğu suçluluk daha da arttı[2].
    «Daha ayaklarımı yerin­den oynatmamıştım ki, Allah’ın Rasulüne ihanet ettiğimin
    farkına vardım» dedi. Ebu Lübabe’nin yüzünün rengi de­ğişti ve şu âyeti okudu:
    «Biz Allah’a ait (kullar) iz ve şüp­hesiz O’na dönücüleriz.» (Bakara: 156i.
    Ka’b: «Sana ne oldu?» diye sordu. Ebu Lübabe: «Allah’a ve Rasulüne iha­net
    ettim» dedi. Üst kattan aşağı indiğinde sakalını tuttu, gözyaşlarıyla
    sırılsıklam olmuştu. Geldiği kapıdan çıkıp, kendisinden haber bekleyen diğer
    Evs’Iilerle karşılaşmaya dayanamayacağını hissetti. Bu nedenle kalenin arka
    kapı­sından çıkıp şehre doğru yola koyuldu. Doğruca Mescid’e gitti. Kendisini
    Mescid’in direklerinden birine bağlayıp şöy­le dedi: «Allah yaptığım şeyi
    affedinceye kadar burada bağlı kalacağım».

    Peygamber (s.a.v.)
    onun gelip haber getirmesini bek­liyordu. Neler olduğunu duyunca şöyle dedi:
    «Eğer bana gelseydi, onu affetmesi için Allah’a dua ederdim. Fakat onun bu
    yaptığını gördükten sonra, Allah ona merhamet edinceye kadar onu bırakamam»[3].

    Ebu Lübabe, on ya da
    onbeş gün o direkte bağlı kaldı. Her namazdan önce veya gerektiğinde kızı gelip
    onu çö­züyor ve namazını bitirdikten sonra tekrar aynı yere bağ­lıyordu. Bu
    durumdan duyduğu üzüntü, kuşatmanın hâlâ sürdiğü gecelerden birinde gördüğü bîr
    rüya ile biraz ha­fifledi. Rüyasında kendisini yapışkan çamurdan bir batak­ça)lığa
    gömülmüş görüyordu. Neredeyse bataklığın saldığı pis kokudan, ölmek üzere iken
    akan bir pınar görüyor ve pınarda yıkanıyor. Etrafındaki. koku da güzelleşiyor.
    E bu Lübahe (rJ uyandığında Ebu Bekir’e gidip bu rüyanın ne anlama gelebileceğini
    sordu. Ebu Bekir, (r.) ona, vücu­dunun ruhunu temsil ettiğini, ilk önce ruhunu
    baskı altı­na alan kötü bir olay yaşayacağını, fakat bundan sonra kurtulacağını
    söyledi. Ebu Lübabe direkte bağlı olduğu sürece bu kurtuluşun ümidiyle yaşadı.

    Benî Kurayza’ya
    gelince, Ka’b onlara, nasıl olsa hep­si Muhamed’in (s.a.v.) Peygamber olduğuna
    inandığına göre onun dinine girip mallarını ve hayatlarını kurtarmayı teklif
    etti. Fakat onlar ölümün bundan daha iyi olduğunu ve Tevrat’tan ve Musa’nın
    kanunlarından (namus) başka bir şey istemediklerini söylediler. Bunun üzerine
    Ka’b onlara başka çözüm yollan Önerdi, fakat hepsi kabul edilmeyecek
    nitelikteydi. Kuşatmanın başından beri Beni Kurayzahların kalelerinde kalmakta
    olan Beni Hedl’den Kurayza’nın er­kek kardeşi Hedl’in soyundan gelenler üç genç
    adam Ka’b’m öne sürdüğü ilk teklife taraftardılar. Gençliklerin­de, kendi
    aralarında yaşamaya gelen Suriye’li yahudi İbn el-Heyeban’ı tanımışlardı. Şimdi
    onun beklenen Pey­gamber (s.a.v.)’le ilgili söylediklerini tekrarlıyorlardı
    «Onun vakti geldi. Ey yahudiler, ona ilk ulaşan sizler olun. Çünkü O kendisine
    karşı çıkanları Öldürmek ve kadm ve çocuklarını esir almak üzere gönderilecek.
    Bu durumun sizi ondan uzaklaştırmasına izin vermeyin.» Fakat gençlere verilen
    tek cevap: »Biz.Tevrat’tan vazgeçme­yiz.» oldu. Bunun üzerine üç genç o gece
    Kurayza kale lerinden kaçıp, Müslüman kampına sığındılar. Müslüman olmak
    istediklerini söyleyip Peygamber’e (s.a.v.) biat et­tiler. Beni Kurayzalılardan
    ise sadece iki kişi onların yo­lundan gitti. Bunlardan biri, Amr îbn Su’da’,
    zaten başın­dan beri Peygamber (s.a.v.) ‘le yapılan anlaşmayı bozmaya karşıydı
    ve resmen kendisinin buna karşı olduğunu açık­lamıştı. Şimdi ise eğer Müslüman
    olmayacaklarsa, Pey­gamber  (s.a.v.)’e
    haraç veya vergi ödeyebilecekleri fikrini ortaya attı. «Ama, onun bu teklifi
    kabul edip etmeye­ceğini bilmiyorum.» dedi. Buna karşılık yahudiler, Arap­lara
    haraç ödemektense ölmeyi yeğleyeceklerini söylediler. Bunun üzerine kaleden
    yalnız başına ayrıldı; kuşatma çemberini Müslüman olarak geçti ve o geceyi
    Medine’deki Mescid’de geçirdi. Fakat o geceden sonra bir daha onu gö­ren
    olmadı. Bugüne kadar onun nereye gittiği ve nerede öl­düğü Öğrenilememiştir.
    -Peygamber (s.a.v.) onun hakkın­da: «O, inancı nedeniyle Allah’ın koruduğu bir
    adamdır» derdi. Müslüman olan diğer adam ise Rifâ’a îbn Semey’al’di. O gece
    yahudi kalelerinden kaçmış, askerlerin arasından gizlice geçip, Hazreç’in Beni
    en-Neccar kolundan bir adamla evlenen Peygamber (s.a.vj’in teyzesi Selma binti
    Kays’m yanına sığınmıştı. Rifâ’a onun evinde Müs­lüman olmuştur.

    Ertesi gün, Ebu
    Lübabe’nin uyarısına rağmen Benî Kurayza’lılar kalelerinin kapılarını açtılar
    ve Peygamber (s.a.v.)’in adaletine teslim oldular. Adamlar elleri arkala­rına
    bağlı bir şekilde kendileri için kampın bir tarafında ayrılan yere doğru
    gittiler. Diğer bir tarafa da kadınları ve çocukları topladılar. Peygamber
    (s.a.v.) kadın ve çocuk­ları koruma görevini. Beni Kaynuka’nın eski lideri olan
    Abdullah Ibn Selâm’a verdi. Silahlar, giyecekler ve ev eş­yaları kalelerden
    getirilip bir yere yığıldı. Şarap ve maya­lanmış hurma suyu kavanozları teker
    teker açıldı ve bo­şaltıldı.        
    .   

    Evs kabileleri
    Peygamber (s.a.v.)’e bu eski müttefikle­rine de, Hazreç’in müttefiki olan
    Kaynuka’hlara gösterdiği yumuşaklığı göstermesini rica eden bir haber
    gönderdiler. Peygamber (s.a.v.). «Ey Evsliler, eğer onlar hakkındaki kararı
    sizden birine bırakırsam bu sizi tatmin eder mi[4]»
    dedi. Onlar da bu fikri kabul ettiler. Bunun üzerine Pey­gamber (s.av.) onları
    yaraları henüz iyileşmemiş olan ve Mescid’de bir çadırda tedavi gören liderleri
    Sa’d Ibn Mu-hz (r.)’a gönderdi. Peygamber (s.a.v.), onu daha sık ziyaret
    odübümek için mescide yerleştirmişti. Rudeyfe adında­ki Eşlem’1 i bir kadın da
    Sa’d’ın yarasını    tedavi ediyordu.

    Kabilesinden birkaç
    adam Sa’d’in yanına gittiler. Onu bir katıra bindirip kampa gittiler. Yolda
    ona: «Müttefiklerimi­ze iyi davran, çünkü Allah’ın Rasulü seni onlara müsama­halı
    davranman için kararı sana bıraktı.» Fakat Sa’d çok adaletli bir adamdı; Ömer
    gibi o da Bedir esirlerini öldür­me taraftarıydı ve onların bu görüşü vahiy
    tarafından des­teklenmişti. Bedir’de fidye karşılığı serbest bırakılanların
    çoğu Uhud’da ve Hendek’te geri gelip onlara karşı savaş­mışlardı. Bu son
    savaşta ise istilaya gelenlerin asıl gücü, sürgün edilen Beni Nadir’in
    yardımlarından kaynaklanı­yordu. Eğer onlar sürgüne gönderilmek yerine
    öldürülmüş olsalardı, Kureyş ordusu yarıya iner ve Beni Kurayza’Iılar da
    anlaşmaya sadık kalırlardı. Bundan başka Sa’d (r.) kriz anında Beni Kureyza’ya
    gönderilen elçilerden biriydi ve onların Müslümanların yenileceğine
    inandıklarında na­sıl ihanet ettiklerini gözleri ile görmüştü. Eğer onlar hak­kında
    sert bir karar alırsa bütün Evs’liler onu suçlayacak­tı. Fakat Sa’d (r.) bu tür
    düşüncelere zaten Önem vermez­di. Yakında öleceğini hissettiği bu seferki
    kararında ise bu tür kaygılar ondan tamamen uzaktı. Kabilesinden adam­ların
    sözlerine kısaca şu karşılığı verdi: «Artık Sa’d’m, Al­lah katında, hiçbir
    suçlunun suçuna önem vermeme zama­nı gelmiştir.»

    Sa’d, güçlü yapılı,
    yakışıklı ve heybetli bir adamdı. O kampa geldiğinde Peygamber (s.a.vJ:
    «Başkanınıza saygı için ayağa kalkın» dedi. Onlar da ayağa kalktılar ve şöyle
    dediler: «Ey Amr’ın babası, Allah’ın Rasulü seni mütte­fiklerimiz hakkında
    karar vermek üzere görevlendirdi.-Sa’d (r.): «Peki, benim kararımın onlar
    üzerindeki son hü­küm olacağına Allah’a yemin edip, O’na ahit verir misi­niz?»
    dedi. «Evet» dediler. Sa’d Peygamber (s.a.v.)’e doğru bir göz atıp, adını
    anmaksızın: «Bu, buradaki herkes için mi geçerli?» dedi. Peygamber  «Evet- dedi. «O hal­de» dedi Sa’d, «ben
    erkeklerin Öldürülmesi, mallarm dağı­tılması, kadın Ve çocukların esir
    alınmasına hüküm veriyorum»[5] Peygamber
    (s.a.v.) ona: -Sen, yedi kat yüksek se­mada Allah’ın verdiği hükmün, aynısını
    verdin» dedi.

    Kadınlar ve çocuklar
    şehre götürülüp yerleştirildiler. Erkekler ise kampta kaldılar ve geceyi Tevrat
    okuyup bir­birlerine sabır ve dayanıklılık tavsiye ederek geçirdiler.
    Sabahleyin Peygamber Is.a.v.) pazar yerinde dar, fakat uzun ve derin hendekler
    açılmasını emretti. Toplam yedi-yuz kişi olan adamlar bazı kaynaklara göre
    yediyüzden fazla, bazılarına göre ise daha az küçük gruplar halinde
    gönderildiler. Her grup kendi mezarı olacak olan’ çukurun başına dfzildi. Daha
    sonra Ali ve Zübeyr gibi Ashabın genç­leri hepsini birer kılıç darbesi ile
    öldürdüler.

    Huyay pazar yerine
    doğru gönderildiğinde Peygam­ber (s.a.v.)’e döndü ve ona şöyle dedi: *Sana
    karşı geldi­ğim için Kendimi suçlamıyorum. Allah’ı terkeden, aynı şekilde
    terkedilecektir.» Daha sonra yahudilere dönerek: «Allah’ın emri yanlış olmaz,
    bu Allah’ın kitabında Israil-oğullanna gönderdiği bir karar, bir hüküm ve
    katliamdır» dedi. Çukurların yanına oturdu ve başı kesildi.

    Son Öldürülenin başı
    bir meşale ile kesildi. Daha sonra Zabir İbn Bata adındaki yaşlı yahudi,
    hakkında karar ve­rilemediği için kadın ve çocukların olduğu eve yerleştirildi.
    Ertesi sabah erkeklerin öldürüldüğü haberini alan kadın­lar, tüm şehri ağıt
    sesleri ile ayağa kaldırdılar. Fakat yaşlı Zabır onları teskin etti ve şöyle
    dedi: «Sessiz olun! Siz dün­ya kuruldu kurulalı îsraüoğullanndan esir alman ilk
    ka-dinlar mısınız? Eğer erkekleriniz iyi olsaydı, sizi bu du­rumdan
    kurtarırlardı. Siz kendinizi yahudi dinine verin, çünkü bu din üzere ölüp,
    ahirette bu din üzere tekrar di-rilmeliyiz.»

    Zabir en azılı İslâm
    düşmanlarından biriydi ve çoğu kişiyi Peygamber (s.a.vJ’e karşı gelmeye o
    teşvik etmişti. Fakat iç savaşlar sırasında, Sabit İbn Kays adındaki Haz-reç’li
    bir adamın hayatını kurtarmıştı. Sabit bu borcunu ödeme amacıyla Peygamber
    Cs.a.v.)’den Zabir’in yaşama­sına izin vermesini rica etti. Peygamber (s.a.v.);
    «O se­nin» dedi. Fakat Sabit, Zabir’e bu durumu anlatınca O «Kansız ve çocuksuz
    yaşlı bir adam hayatta ne yapar?» dedi. Bunun üzerine Sabit tekrar Peygamber
    (s.a.v.) ‘e git­ti. O da ona Zabir’in karısını ve çocuklarını verdi. Fakat
    Zabir bu kez de: «Hicaz’da hiç bir varlığı olmayan bir aile neyle geçinir?»
    dedi. Sabit yine Peygamber (s.a.v.)’e gitti. Peygamber (s.a.v.) de ona Zabir’in
    zırh ve silahlan dışın­daki bütün mallarını verdi. Fakat tüm arkadaşlarının Öl­dürülmüş
    olması Zabir’i meşgul eden bir düşünce haline geldi. Sabit’e: «Senden olan
    hakkıma dayanarak, Allah adı­na, senden beni de arkadaşlarımın yanına
    göndermeni is­tiyorum. Onlar gittikten sonra benim için hayatın bir an­lamı
    yok» dedi, İlk önceleri Sabit bunu kabul etmedi, fa­kat onun çok ciddi olduğunu
    görünce onu da infaz yeri­ne götürdü ve Zübeyr (r.) onun başını kesti. Karısı,
    ço­cukları serbest bırakıldı ve malları Sabit’in velayeti altın­da onlara iade
    edildi.

    Diğer kadın ve
    çocuklar ise, mallarla birlikte kuşat­mada görev alan askerlere dağıtıldı. Bu
    esirlerin çoğunu Hayber’deki soydaşları Beni Nadir, fidye verip kurtardılar.
    Peygamber (s.a.v.)’e hisse olarak Reyhane adında, Na-dir’li Zeyd’in kızı olan
    ve Kurayza’lı biri ile evlenmiş olan bir yahudi kadm düştü. Reyhane çok güzel
    bir kadındı ve beş yıl sonra ölene dek Peygamber (s.a.v.)’in cariyesi ola­rak
    kaldı. Peygamber {s.a.v.) ilk önceleri onu, Rifa’a’nm sığındığı teyzesi
    Selma’nm yanma yerleştirdi. Reyhane ilk önceleri İslâm’a karşıydı, fakat Rifa’a
    ve Beni Hedl’den Müslüman olan üç genç ona İslam’ı anlattılar. Bundan kı­sa bir
    süre sonra üç gençten biri olan Se’lebe Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve
    Reyhane’nin Müslüman olduğu haberini verdi. Bunun üzerine Peygamber
    (s.a.v.)  çok sevindi. Peygamber (s.a.v.)
    ona gitti ve onu serbest bırakıp evlenme teklif etti. Fakat Reyhane (r.): «Ey
    Allah’ın Rasulü, beni kendi himayende bırak; bu benim için de, senin için de
    daha kolay»  dedi.

     

     



    [1] I. I. 684

    [2] Bkz. Bölüm: 48

    [3] W. 5ğ7.

     

    [4] I. I. 136

    [5] Sad’ın karan tamamen onların ihanet suçuna
    dayanıyordu. Fakat bu karar, yahudi kanunlarında varolan, ihanetle suçlanmasa
    bile kuşatılan bir şehir halkının öldürülmesi kanunu­na uyuyo/du -Rabbimz Alah,
    size onu verdiğinde, oradaki Kıtım erkeklori kılıçtan, geçirin: fakat
    kadınları, küçükleri, hayvanları ve âhirdeki bütün herşeyi kendinize alın.»
    (Eski ^hit, Bes’r.ci Kitap: 20:12).

     

  • Hendek Hz. Muhammedin Hayatı

    59.   
    HENDEK

     

     Hayber’e yerleşen Beni Nadir yahudileri
    kaybettikleri topraklan tekrar kazanmaya kararlıydılar. Ümitleri, Ku-reyş’in
    Peygamber (s.a.v.) üzerine düzenleyeceği son ve büyük saldırıda yoğunlaşıyordu,
    islam’ın beşinci yılının sonlarına doğru -MS. 627’nın başları- bu hazırlıklar,
    Hu-yay ve Hayber’deki diğer birkaç yahudi liderinin Mekke’yi ziyaret etmesiyle
    karara bağlandı. Ebu Süfyan’a: «Muham­medi, ortadan kaldırmada seninle
    birlikteyiz» dediler. Ebu Süfyan da: «Bizden sevgili olanlar, Muhammed’e karşı
    bi­ze yardım edenlerdir» cevabını verdi. Bunun üzerine Saf-van, Ebu Süfyan ve
    diğer Kureyş liderleri yahudileri Kâ’-be’nin içine soktular ve orada amaçlarına
    ulaşıncaya ka­dar birbirlerini terketmeyeceklerine dair Allah adına and
    içtiler. Kureyşliler bu fırsattan yararlanarak, yahudilere yeni dinin kurucusu
    ile aralarında çatışma konusu olan inançlarıyla ilgili sorular sordular. Ebu
    Süfyan: «Ey ya-hudiler,» dedi, «Siz ilk kutsal kitabın geldiği topluluksunuz ve
    sizin bilginiz var. Bizim Muhammed’e karşı konumu­muzun ne olduğunu bize
    söyleyin Bizim dinimiz mi daha iyi, yoksa onunki mi? «Yahudiler şu cevabı
    verdiler: «Si­zin dininiz onunkinden daha iyidir ve siz gerçeğe daha
    yakınsınız».

    Bu noktada anlaşan
    taraflar plan hazırlamaya koyul­dular. Yahudiler, Medine’den hoşlanmayan tüm
    Necd ka­bilelerini ayaklandırma görevini üzerlerine almışlardı. Onlan
    ayaklanmaya razı edemezlerse, rüşvetle bu işi halle­deceklerdi. Beni Esed
    onlara yardım etmeye hazırdı. Beni Gatafan’a gelince, onlara katılmalarına
    karşılık kabileye Hayber*in hurma hasadının yansı verilecekti. Beni Gatafan’dan
    Fezare, Mûrre ve Aşça kollarının anlaşmaya da­hil olmasıyla ordu yaklaşık
    ikibin askere ulaştı. Yahudi­ler Beni Süleym’den de yediyüz kişinin kendilerine
    katıl­masını başardı. Bu sayı daha da fazla olabilirdi; fakat Ma­una kuyusu
    yakınındaki katliamdan sonra küçük, ancak sürekli artan bir grup müslüman
    olmuştu. Süleym’in gü­ney komşusu Beni Amir ise, Peygamber (s.a.v.)’Ie yaptığı
    anlaşmaya sadık kaldı.

    Kureyş ve müttefikleri
    toplam dörtbin kişiyi buluyor­du. Güneyden gelecek olan birkaç grup destekle
    birlikte Mekke’den, Medine’ye giden sahil yolunu takib edecekler­di Uhud’ta da
    aynı yolu izlemişlerdi. Daha az birlik teş­kil eden ikinci bir ordu. da
    Medine’nin doğusundan, yani Kecd ovasından yaklaşacaktı, iki ordunun toplam
    olarak, Kureyş’in Uhud’daki gücünün üç katı olacağı tahmin edi­liyordu. Orada
    müslümanlar üç bin kişilik bir orduya ye­nilmişlerdi. Şimdi ise onbin kişi
    karşısında ne yapabilir­lerdi? Bunun yamsıra Kureyş bu kez ikiyüz atlı yerine
    üç-yûz atlı almıştı ve Gatafan’in da aynı büyüklükte bir grup­la onlan
    desteklemesi bekleniyordu.

    Plânlarına uygun
    olarak Mekke’den yola çıktılar. Aynı anda, büyük bir İhtimalle Abbas’m
    düzenlediği bir Huzaa’lı grup atlarıyla, Peygamber Cs.a.v.) ‘e saldınyı haber
    vermek ve ordunun gücü konusunda bilgi vermek üzere Medine’­ye doğru yola çıktılar.
    Bu grup Medine’ye ancak dört gün­de varabildi. Yani Peygamber’e hazırlanmak
    için sadece bir hafta kalmışta. Peygamber (s,a.v.) bu haberi alınca he­men tüm
    Medine’ye alarm verdi ve arkadaşlarına, eğer sabreder, emirlere uyar ve
    Allah’tan korkarlarsa zaferin kendilerinin olacağı konusunda müjdeleyîci sözler
    söyledi. Daha sonra, Uhud’ta yaptığı gibi onları istişare meclisine çağırdı. En
    İyi savunmanın nasıl olacağı konusunda çeşitli fikirler öne sürüldü. En sonunda
    Selman (r.) ayağa kalkti ve şöyle dedi: «Ey Allah’ın Rasulü, biz İran’dayken at­lıların
    saldırısından korktuğumuzda etrafımıza hendek ka­zardık. Şimdi de etrafımıza
    hendek kazalım.» Herkes Uhud’-daki stratejiyi tekrarlamak istemediği için
    Selman’ın önerisini kabul etti.

    Zaman kısaydı ve savunmada
    bir boşluk bırakmamak için çabanın doruk noktasına kadar harcanması
    “gereki­yordu. Fakat hendeğin sürekli olması gerekmiyordu. Şeh­rin
    sınırında, birçok yerde savunmayı sağlayacak kaleye benzer evler vardı.
    Kuzey-batıda ise kale vazifesi gören fa­kat aralarının birleştirilmesi gereken,
    büyük kaya .yığın­ları vardı. Bunlardan en yakını Sel’ dağı olarak bilinen yı­ğındı
    ve hendeğin içinde kalması gerekiyordu. Çünkü bu dağın Önündeki düzlük kamp
    yapmaya uygun bir yerdi. Hendek bu kamp yerini, bir kaya yığınından başlayıp
    şeh­rin güney duvarındaki bir noktaya kadar uzayarak kuzey­den çevreleyecekti.
    Bu kazacak olan en uzun hendekti ve en Önemlisi de buydu.

    Stratejiyi ortaya
    koymanın yamsıra Selman, hendeğin hangi genişlik ve derinlikte olması
    gerektiğini de biliyor­du. Beni Kurayza’da çalıştığı için onların, hendeğin ka­zılması
    için gerekli olan tüm araçlara da sahip olduklarını biliyordu. Bu ortak düşman
    karşısında Beni Kurayza’lılar bunları ödünç vermekten kaçınmadılar. Çünkü
    Peygamber (s.a.v.)’i sevmemelerine rağmen, hepsi onunla yaptıkları antlaşmanın
    politik bir anlaşma olduğu ve bu anlaşmayı bozmamaları gerektiği kanısmdaydılar.
    Bu nedenle yahudiler kazma, kürek ve çapalarını ödünç verdiler. Bunun yanısıra,
    sıkı hurma liflerinden örülmüş sağlam hurma se­petlerini de kazılan toprağı
    taşımak üzere verdiler.

    Peygamber (s.a.v.)
    topluluğun her grubunu belirli bir hendekten sorumlu olmak üzere görevlendirdi.
    Kendisi de onlarla birlikte çalıştı. Her şafak vakti namazdan sonra yoîa
    çıkıyorlar ve alacakaranlıkta evlerine dönüyorlardı. İlk günlerden birinde
    sabahleyin hendek kazmaya gider­ken Peygamber (s.a.v.) onlara Mescid’i inşa
    ederken oku­dukları bir beyti hatırlattı:

    «Allahım, ahiret
    saadetinden başka saadet yoktur.

    Muhacirleri ve Ensan
    bağışla!»

    Hep birlikte bu beyti
    tekrarladılar. Bazen de şöyle der­lerdi:

    «Ahiret yurdundan
    başka gerçek hayat yoktur.

    Allahım, Ensar ve
    Muhacirine merhamet et!»

    Birbirlerine sürekli
    zamanın kısa olduğunu hatırlatı­yorlardı. Düşman her an gelebilirdi. Kim biraz
    gevşeklik gösterirse, hemen aralarında alay konusu oluyordu. Diğer taraftan
    Selman büyük bir saygı ve övünç kaynağı idi. O sadece güçlü ve sağlam vücutlu
    değil, aynı zamanda yıl­lardan beri Beni Kurayzalılar arasında yaşadığı için
    kazman ve taşımacılıkta da becerikliydi. Kendi aralarında: «O, on kişinin işini
    yapıyor» dediler ve dostça bir tartış­maya giriştiler. Birçok yerden göç ettiği
    için Muhacirler: «Selman bizimdir- diye iddia ettiler. Ensar: «O bizden bi­ri,
    bizim onda daha çok hakkımız var» diye karşı çıktı. Fakat Peygamber (s.a.v.) :
    «Selman bizden, yani Ehl-i Beyt’-ten biri» (Peygamberin ailesi) dedi.

    Düşmana karşı silah olarak
    kullanılabilecek olan taşar hendek boyunca Medine’nin çevresine yığıldı.
    Kazıdan çıkan toprak sepetlere doldurulup, baş üzerinde uzağa ta­şınıyor ve
    dönüşte aynı sepetlere taş doldurulup hendeğin yanına yığılıyordu. En iyi
    taşlar Sel dağının eteklerinde bulunuyordu. Adamların hepsi bellerine kadar
    çıplaktı. Se­pet bulamayanlar üstlerinden çıkardıkları elbiseleri, taş ve
    topraklan taşımakta çuval olarak kullanıyorlardı. Hendek kazmaya gittikleri ilk
    sabah onları bir grup genç takip et­ti, hepsi de bu çabada görev almak
    istiyorlardı. En küçü’c olanlar hemen geri gönderildi, fakat Peygamber (s.a.v.)
    düşman görünür görünmez, kampı terketmeleri şartıyla, di­ğerlerinin kazma
    taşımada yardım etmelerine izin verdi. Uhud’tan geri gönderilen Usame CrJ,
    Ömer’in oğlu Abdul­lah (r.) ve arkadaşları artık onbeş yaşlarındaydılar. Ve
    sadece kazmada değil, savaşta da diğer mü’minlerle bir­likte görev yapacaklardı.
    Bunlardan biri olan Evs’in Ha­rise kolundan Bera’ sonraki yıllarda hendek
    kenarında kırmızı cüfabesi, tozlu göğsü ve omuzlarına değen uzun saç­larıyla
    Peygamber (s.a.v.)’in ne kadar güzel olduğunu an­latmıştır. «Ondan daha
    güzelini görmedim» demişti. Onun ve genelde tüm manzaranın ne kadar güzel
    olduğunu far-keden sadece Bera’ değildi, özellikle Peygamber (s.a.v.),
    çevresine baktığında, çevresindekilerin basitliğini ve ne kadar doğal
    olduklarını -insanın fıtratına ne kadar yakın olduklarını- görüp seviniyordu.
    Bu sevinçle, sonradan her­kesin katıldığı bir şarkı okumaya başladı: «Hayber’in
    bu güzelliği bir güzellik değil, Yarab, bu daha saf, daha temiz bir şey*[1]. O,
    bir Muhacirlerle, bir Ensar*la birlikte çalışıyordu-bazan kazma, bazan kürek,
    bazan da sepet kullanıyordu. Fakat o nerede olursa olsun, olağan üstü bir
    zorlukla kar­şılaşıldığında ona haber vermeleri gerektiğini herkes bili­yordu,
    îşin çok sıkı ve zor olmasına rağmen eğlenceli da­kikalar geçiriyorlardı.
    Mescidde yaşayan Ehl-i Suffa’dan biri olan Beni Demre’li bir müslümanm
    görünüşte acına­cak bir hali vardı. Bunun üstüne bir de ailesi ona «küçük
    böcek» anlamına gelen Cü’eyl adını vermişlerdi. Peygam­ber s.a.v.) kısa bir
    süre önce onun adını, hayat ve ruh) sağlık anlamlarına gelen ‘Amr olarak değiştirmişti.
    Hen-dek’te onun halini gören bir muhacir şu mısraları söyl» inekten kendini
    alamadı:

    «Onun adını Cü’eyl’den
    Amr’a değiştirdi, îşte o gün bu zavallı adama yardım etti». Muhacir bu beyti
    Amr’a okudu. Onu duyan diğerleri de beyti şarkj haline getirip gülüşerek
    okudular. Peygam­ber   (s.a.v.)   her 
    seferinde  vurguyla  söylediği  
    «Amr»   ve «yardım»  kelimeleri dışında bu şarkıya katılmadı,   Dsha sonra onları şu şarkıyı okumaya teşvik
    etti:

    «Rabbim, biz hiçbir
    zaman sana yönelmez. Zekât vermez ve namaz kılmazdık. O halde üzerimize huzur
    indir,

    Bu karşılaşmada
    ayaklarımızı sabit kıl.

    Bu düşmanlar bizi
    bastırmak istiyor ve ifsad etmeye

    çalışıyorlar,

    Fakat biz onlara karşı
    koyuyoruz.»[2].

    tik yardım çağrısı,
    hiçbir aletin çıkarmaya güç yetire-mediği bir kaya ile karşılaşan, Cabir
    (r.)’den geldi. Pey­gamber (s.a.v.) biraz su istedi ve suyun içine tükürdü. Dua
    ettikten sonra suyu kayanın üstüne döktü. Adamlar, kaya­yı sanki kum yığını
    imiş gibi kürekle alıp attılar[3].
    Diğer bir gün de Muhacirlerin yardıma ihtiyacı oldu. Rastladığı kayayı yerinden
    çıkarmak için bir hayli uğraşan, fakat kı­mıldatmayı başaramayan Ömer (r.),
    Peygamber (s.a.v.)’e gitti. Peygamber (s.a.v.) kazmayı onun elinden aldı ve ka­yaya
    bir darbe indirdi. Bu darbe ile birlikte kayanın üs­tünden şimşek gibi bir ışık
    çıktı, tüm şehri geçip güneye doğru kayboldu. Peygamber (s.a.v.), ikinci kez
    vurduğun­da kuzeye, Uhud’a doğru bir ışık çıktı. Kayayı parçalayan üçüncü
    vuruşla da doğuya bir ışık fışkırdı. Selman (r.) bu üç ışığı da görmüş ve bir
    şeye delalet ettiğini düşüne­rek Peygamber fs.a.v.)’e sormuştu. Peygamber
    (s.a.v.) ona şu cevabı vermişti: -Onları gördün mü, Selman? İlk ışık­la Yemen
    kalelerini gördüm ikinci ışıkla Suriye kalelerini gördüm, üçüncü ışıkla da
    Kisra’nm[4]
    Medain’deki beyaz sa­rayını gördüm. îlk ışıkla Allah bana Yemen yollarını açtı,
    ikincisiyle Batı’da Suriye’ye üçüncüsüyle de doğuya yol aç­tı.[5]

    Hendekte kazma işiyle
    uğraşanların çoğunun yeteri kadar yiyeceği yoktu ve ağır çalışma koşulları da
    açlığı artırıyordu. Cabir, hendekte kendisinden yardım istediği gün Peygamber
    (s.a.v.)’in aşırı derecede zayıf olduğunu farketmişti. akşam eve geldiğinde
    karısından yemek ha­zırlayıp ha’   
    .ayamayacağmı sordu. Karısı: «Bu kuzudan

    ve bir ölçek arpadan
    başka şeyimiz yok» dedi. Bunun üze­rine Cabir (r.), kuzuyu kurban etti. Ertesi
    gün karısı ku­zuyu haşladı, arpayı öğüttü ve ekmek yaptı. O gün hava
    çalışılmayacak kadar karardığında Cabir, hendekten ay­rılmak üzere olan
    Peygamber (s.a.v.) ‘in yanma gitti ve ku­zu eti ve arpa ekmeği yemeye davet
    etti. Cabir şöyle dedi: -Peygamber Cs.a.v.) avuç içini benim avuç içime koydu
    ve parmaklarını kenetledi. Ben, onun yalnız gelmesini is­tiyordum. Fakat o
    bağırarak şöyle dedi: «Allah’ın Rasulü, ile birlikte Cabir’in evine gidin.
    İcabet edin, çünkü Cabir sizi davet ediyor». Cabir, bir felâket zamanında
    okunan şu âyeti okudu-:

    «Biz Allah’a ait
    (kullar)iz ve şüphesiz O’no dönücüleriz.» (Ba­kara: 156).

    Daha sonra uyarmak
    azere karısının yanına gitti. Ka­rısı : «O mu davet etti, yoksa sen mi?» diye
    sordu. Cabir: «O davet etti» dedi. Karısı: «O halde bırak gelsinler, çün­kü O
    daha iyi bilir,» dedi. Yemek, Peygamber (s.a.v.)’in önüne kondu. Peygamber dua
    etti, besmele çekti ve yeme­ye başladı. Onunla birlikte on kişi daha
    oturuyordu. Hep­si de doyana dek yedikten sonra kalkıp evlerine gittiler ve
    yerlerini diğer on kişiye bıraktılar. Hendekte çalışan tüm İşçilerin karnı
    doyuncaya dek bu devam etti. Herkes doy­duktan sonra bile hâlâ biraz et ve
    ekmek vardı[6].

    Bir başka gün
    Peygamber (s.a.v.), elinde bir şeyle kamp yerine gelen bir kız gördü ve onu
    yanına çağırdı. Kız, Abdullah îbn Revaha (r.)’nm yeğeniydi. O günü ken­disine
    şöyle anlatıyor: «Allah’ın Rasulüne, amcam ve ba­bam için hurma getirdiğimi
    söylediğim zaman onları ken­disine vermemi emretti. Ben do hurmaları onun eline
    bo­şalttım, fakat hurma avuçlarını dolduracak, kadar çok de­ğildi. Peygamber
    (s.a.v.î, bir bez parçası istedi. Yayılan bez parçasının üstüne hurmaları
    saçtı, örtünün her tarafı hurma olmuştu. Daha sonra yanindakilerden, hendek kaz
    makta olanları yemeğe davet etmelerini istedi. İşçiler gel­diler ve yemeye
    başladılar. Hurmalar artıyordu, onlar ka-nnlarım doyurup kalktığında hurma örtünün
    kenarların­dan taşıyordu.»[7].

     



    [1] W. 446.

    [2] W. 448   49; I.
    S. 11/1,51.

    [3] I. I, 67..

    [4] Iran Kralı.

    [5] W. 450.

    [6] I.   I.  672;  
    W.,452. ‘

    [7] I. I. 672

     

  • Savaş Ve Barış Hz. Muhammedin Hayatı

     

    58.    Savaş
    Ve Barış

     

    M.S. 626 yılının ilk
    aylarında Fatıma bir erkek ço­cuğu daha dünyaya getirdi. Peygamber (s.a.v.}
    el-Hasan ismini çok seviyordu. Bu nedenle Faüma’nın ikinci çocu­ğuna «küçük
    Hasan» yani «küçük güzel adam» anlamına gelen Hüseyin adını verdi. O sıralarda
    «fakirlerin annesi» diye tanınan yeni zevcesi Zeyneb hastalandı ve vefat et­ti.
    Vefat ettiğinde, Peygamber (s.a.v.)’le henüz sekiz ay­lık evli idi. Peygamber
    (s.a.v.) onun cenaze namazını kıl­dırdı ve onu Baki mezarlığında kızı
    Rukiye’nin mezarının yakınına gömdü. Bunu takip eden ay Peygamber (s.a.v.) -in
    kuzeni Ebu Seleme (r.) Uhud’da aldığı -önce çabuk iyi­leşen, fakat sonradan
    tekrar açılan- yara nedeniyle oldu. Peygamber fs.a.vJ, öldüğü sırada onun
    yanındaydı ve o son nefesini verirken dua ediyordu. Öldükten sonra gol­lerini
    de Peygamber (s.a.v.) kapattı.

    Ebu Seleme (r.) ve
    Ümmü Seleme (r.) birbirine çok bağlı bir çiftti. Ümmü Seleme kocasına,
    ikisinden biri öl­düğünde evlenmemek üzere anlaşma yapmalarını teklif etti.
    Fakat Ebu Seleme, eğer kendisi önce ölürse, karısının mutlaka evlenmesi gerektiğini
    söyledi ve şöyle dua etti  «Allah’ım, Ümmü
    Seleme’ye benden sonra, benden daha iyi ve ona acı ve elem çektirmeyecek bir
    koca ver». Ebu Seleme’nin Ölümünden dört ay sonra Peygamber fs.a.v.) Ümmü
    Seleme’ye evlenme teklif etti. Ümmü Seleme ken­disinin Peygamber (s.a.v.)’e
    uygun bir eş olmadığını öne sürdü. «Ben yaşlı bir kadınım» dedi «ve yetimlerin
    annesiyîm. Bunların yanısıra bir de benim kıskançlık huyum var. Ey Allah’ın
    Rasulü, senin birden fazla eşin var.» dedi. Peygamber ts.a.v.) şöyle cevap
    verdi: «Yaş konusunu ele alırsak ben senden yaşlıyım. Kıskançlığa gelince,
    Allah’a bu huyu senden alması için dua ederim. Çocuklarına ise Allah ve Rasulü
    göz kulak olacaktır». Böylece evlendiler ve Ümmü Seleme, sağlığında Zeyneb’in
    olan odaya yer­leşti.

    Ümmü Seleme (r.), yaşı
    ile ilgili söylediklerine rağ­men henüz yirmidokuz yaşında genç bir kadındı.
    Ebu Se­leme ile Habeşistan’a hicret ettiğinde sadece onsekiz ya­şındaydı.
    Kıskançlığına gelince, Ümmü Seleme bu evlilikle imtihan edileceğinden haklı
    olarak korkuyordu. Bu korku­yu taşıyan sadece o değildi. Aişe, Hafsa ve
    Zeyneb’i zorluk çekmeden kabul etmişti. Fakat belki de kendi yaşı ilerle­diği
    için -ondört yaşındaydı- bu kez durum farklıydı. Aişe, Ümmü Seleme’yi sık sık
    görürdü, Fatıma’nın düğün ha­zırlıklarını birlikte yapmışlardı. Fakat Aişe
    hiçbir zaman ona muhtemel bir rakip gözüyle bakmamıştı. Fakat şim­di, Medine’de
    herkes Peygamberin yeni evliliğinden ve ge­linin güzelliğinden konuşuyordu.
    Aişe bunları duyduğun­da sıkılmıştı. «Onun güzelliği ile ilgili şeyler bana
    anlatı­lınca çok üzülmüştüm» dedi. «Onu yakından görebilmek için gittim ve onun
    anlatmlandan kat kat daha güzel oldu­ğunu gördüm. Bunu Hafsa’ya da anlattım.
    Hafsa: «Hayır, sen kıskandığın için böyle söylüyorsun o anlattıkları gibi
    değil» dedi. Daha sonra kendi gözüyle karar vermek için Ümmü Seleme’nin yanma
    gitti. Döndüğünde bana: «Onu kendi gözlerimle gördüm. Senin söylediğin kadar
    güzel de­ğil, ama yine de güzel sayılır» dedi. Bunun üzerine tek­rar onu
    görmeye gittim. Gerçekten de Hafsa’nın dediği gi­biydi. Fakat ben yine de
    kıskanıyordum»[1].

    Ebu Süfyan’ın Uhud’dan
    sonra teklif ettiği ve Pey­gamber (s.a.v.)’in de kabul ettiği Bedir’de
    yapılacak olan ikinci çarpışmanın zamanı yaklaşıyordu. Fakat o yıl kurak bir
    yıldı ve Ebu Süfyan, yolculukta atların ve develerin yi­yebileceği yeşillikler
    olmadığının farkındaydı. Savaş bo­yunca gerekli olan yemi Mekke’den taşımaları
    gerekiyor­du. Fakat Mekke’deki stokları da bitmek üzereydi. Ebu Süf­yan kendi
    teklifinden geri dönme şerefsizliğini göstermek istemiyordu. Muhammed
    Cs.a.v.)’in bu anlaşmayı bozma­sını bekliyordu. Fakat Yesrib’den savaşa
    hazırlanıldığı ha­berleri geliyordu. Kararını değiştirmesi için ona bazı şey­ler
    öne sürülebilir miydi? Ebu Süfyan, Süheyl ve diğer bir­kaç Kureyş liderine
    danıştı. Birlikte bir plân yaptılar. Ga-tafan kabilesinin 3eni Aşça’ kolunun
    liderlerinden olan Nuaym, Süheyl’in arkadaşıydı ve o sırada Mekke’de idi. Ona
    güvenebileceklerini düşündüler. O, Kureyş’ten olma­dığı için tarafsız ve
    objektif bir gözlemci ve tavsiyeci gibi görülebilirdi. Eğer müslümanları
    Bedir’deki karşılaşmadan vazgeçirmeyi başarırsa ona yirmi deve vereceklerini
    va-dettiler. Nuaym bu teklifi kabul etti ve vahaya doğru yola çıktı. Orada Ebu
    Süfyan’m Bedir’deki karşılaşma için çok büyük bir ordu kurduğu haberini yaydı.
    Her toplulukla ayrı ayn konuştu. Ensara, Muhacirlere, yahudilere ve mü­nafıklara
    tehlikenin geldiğini söyledi ve alarm haberini şöyle bir tavsiyeyle bağladı:
    «Burada kaim, onlara karşı çıkmayın. Hiçbirinizin sağ olarak geri
    dönebileceğinizi zannetmem». Yahudiler ve münafıklar Mekke’lilerin ordu
    hazırlamasına sevindiler ve bu haberlerin Medine’de da­ha da yayılmasını
    sağladılar. Nuaym, müslümanlar üzerin­de de etkili olmuştu. Çoğu Bedir’e
    gitmenin akıl kârı ol­madığını düşünüyordu. Müslümanların bu tutumunu Pey­gamber
    Cs.a.v.) de haber aldı ve kendisiyle birlikte kim­senin gelmeyeceğinden endişe
    etmeye başladı. Fakat Ebu Bekir ve Ömer, her ne olursa olsun Kureyş’e verdiği
    söz­den dönmemesi için onu uyardılar. «Allah dinini destekler» dediler, «Ve
    Allah Rasulüne güç verir». Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) : «Tek başıma bile
    olsam gideceğim” dedi.

    Bu bir iki kelime
    Nuaym’ın develerinden olmasına ve tam başaracağım sandığı anda tüm çabalarının
    boşa gitmeşine neden oldu. Fakat kendisine rağmen görevinin, yan­lış olduğunu
    farketmişti: Medine’de kendi deneyimlerinin ve etkisinin ötesinde birşeylerin
    yürürlükte olduğunu an­lamış ve İslam’ın ilk tohumları kalbine yerleşmişti. Pey­gamber
    (s.a.v.) önceden kararlaştırdığı şekilde çok sayı­da deve ve sürücüsü ile on da
    atlı adamı yanına alarak yola çıktı. Çoğu Bedir Panayırı’nda satmak üzere yanla­rına
    ticari eşya almışlardı.

    O sırada Ebu Süfyan
    Kureyşlilere şöyle diyordu: «Bir-iki günü yolda geçirelim, sonra geri dönelim.
    Eğer Muhammed (s.a.v.) ortaya çıkmazsa, bizim yola çıktığımızı ve tek­rar geri
    döndüğümüzü duyacaktır. O sözünde durmamış ve sözünden dönme suçu ona ait
    olacaktır». Fakat Ebu Süf-yan’ın ümitlerinin tersine Peygamber (s.a.v.) ve
    arkadaş­ları gelmişler ve Bedir panayırında sekiz gün kalmışlardı. Panayıra
    katılan Araplar ise Kureyş’in sözünden döndüğü ve Peygamber (s.a.v.)’in sözünde
    durduğu haberini tüm Arabistan’a yaymışlardı. Müslümanların moral zaferinin
    arttığı ve kendilerinin Arapların gözünden düştüğü habe­ri Mekke’ye ulaştığında
    Safvan ve diğerleri, Bedir’de ikin­ci bjr karşılaşma için söz verdiği için Ebu
    Süfyan’ı azar­ladılar. Fakat bu başarısızlık onların bu yeni dini ve ta­raftarlarını
    ortadan kaldırmak için plânladıkları büyük savaş hazırlıklarını engellemedi.

    Bedir’den döndükten
    sonra Medine’de bir ay boyunca barış dolu bir ortam yaşandı. Fakat bir ay kadar
    bir süre sonra bazı Gatafan kabilelerinin Yesrib’e saldırı hazırlık­larına
    giriştiği haberi ulaştı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) hemen dörtyüz kişilik
    bir ordu kurup Necd üze­rine yürüdü. Ama onlar oraya ulaştıklarında düşman çok­tan
    kaçmıştı. Bu sefer sırasında Peygamber (s.a.v.)’e «Kor­ku namazı»nı nasıl
    kılacağını anlatan bir vahiy geldi. Bu âyetlerde savaş sırasında ordunun nasıl
    namaz kılacağı, düşmandan korku anında neler yapılacağı, nasıl bir grup namaz
    kılarken, diğer bir grubun gözcülük edeceği anla­tılıyordu. (Nisa: 101-102).

    Bu grupla birlikte
    yolculuk edenlerden biri de Abdul­lah’ın oğlu Cabir idi. Daha sonraki yıllarda,
    konak yerlerinden birinde meydana gelen bir olayı şöyle anlattı: «Biz Peygamber
    (s.a.v.)’in yanındayken ashabdan biri elinde yakaladığı bir kuşla geldi. O
    sırada yavru kuşun annesi kendisini o adamın ellerine attı. İnsanların yüzü
    şaşkın­lıkla dolmuştu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Bu kuşa mı
    hayret ediyorsunuz? Onun yavrusunu aldınız, o da merhametinden kendisini sizin
    ellerinize yav­rusunun yanına attı. Allah’a yemin ederim ki Rabbiniz si­ze
    karşı bu kuşun yavrusuna gösterdiği merhametten da­ha fazla merhamet eder»3.
    Daha sonra adama yavru kuşu aldığı yere koymasını emretti».

    Peygamber (s.a.v.),
    bir keresinde de şöyle demiştir: -Allah’ın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini
    insanlar, cinler, sığırlar ve diğer hayvanlara indirmiştir. Bu şekil­de, bu
    yaratıklar birbirlerine karşı merhamet beslerler ve vahşi yaratıklar, yavrusuna
    karşı merhametli olmaya yö­nelir. Geri kalan doksandokuz merhameti de. Allah
    kendi­sine ayırmıştır. Bununla Hesap Günü kullarına merhamet eder»[2]

    Cabir (r.) Medine’ye
    dönerken Peygamber (s.a.v.)’le birlikte birkaç kişinin geriden takip ettiği ve
    diğer grup­ların çok önlerde yol aldığı haberini de vermiştir. Cabir’in devesi
    yaşlı ve zayıf olduğu için çoğunluğu oluşturan ilk gruba ayak uyduramamış ve
    geri kalmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona rastlayınca neden bu kadar geride
    kaldığını sordu. O; «Ey Allah’ın Rasulü,» dedi, «bu deve bundan hızlı
    gidemiyor». Peygamber (s.a.v.): «Deveni çöktür» dedi, kendi devesini de
    çöktürdü. Cabir (r.) bundan sonrasını şöyle anlatıyor: «Şu sopayı bana ver
    dedi, ben de verdim. Peygamber (s.a.v.) elindeki sopayla bir iki kez ona vurdu.
    Daha sonra deveme binmemi istedi ve yolumuza devam ettik. Rasulünü Hak’la
    gönderene yemin olsun ki benim de­vem onunkini geçti.»

    «Yol boyunca
    Rasulullah (s.a.v.)’la sohbet ettik. O ba­na: «Deveni bana satar mısın?» dedi.
    Ben «Onu sana hibe ederim» dedim. O: «Hayır, onu bana sat dedi.» Cabir onun
    sesinin tonundan pazarlık yapmak istediğini anladı. «Ona bir fiyat vermesini
    söyledim» dedi Cabir, Bana: «Ona bir dirhem veririm» dedi. Ben «Bu çok az»
    dedim. O: «Peki iki dirhem olsun» dedi. Fakat ben yine «Hayır» dedim. O da
    fiyatı kırk dirheme yani bir Dirim (guncel altına ulaşın­caya kadar yükseltti.
    Bu fiyata razı oldum. Bana. «Sen hiç evlendin mi, Cabir?» diye sordu. Ben de
    evlendiğimi söy­ledim. O: «Daha önceden evlenmiş biriyle mi yoksa bir ba­kireyle
    mi?» diye sordu. Ben: «Daha önce evlenmiş biriyle» deyince: «Neden bir kızla
    evlenmedin? Sen onunla oynar­dın, o da seninle oynardı» dedi. «Ey Allah’ın
    Rasulü» de­dim, «ba*bam Uhud’da öldü, geride kalan yedi kız kardeşi­mi bana
    emanet etti. Bu nedenle onlara bakacak, saçlarını tarayacak ve onlara annelik
    edecek bir kadınla evlendim Bana iyi bir seçim yaptığımı söyledi. Daha sonra
    bana, Medine’den üç mil uzaktaki Şirar’a ulaştıklarında develeri orada kurban
    edeceğinden, günü orada geçireceğimizden ve karımın bizim eve dönüş haberimizi
    aldığında minder­lerin tozunu silkmeye girişeceğinden bahsetti. «Bizim hiç
    minderimiz yok» dedim. O: «Olacak, eve döndüğünde ya­pılması gerekenleri yap»
    dedi.»

    «Döndüğümüz günden
    sonraki ilk sabah devemi al­dım ve Peygamber (s.a.v.)’in kapısı önüne
    çöktürdüm. Peygamber (s.a.v.) bana deveyi oraya bırakıp, mescid’de iki rekat
    namaz kılmamı söyledi. Ben de onun dediğini yaptım. Daha sonra Hz. Bilâl’e bana
    bir birim (ounce) altın vermesini emretti. Bilâl (r.), terazisinin tarttığından
    biraz daha fazlasını verdi. Altını aldım ve gitmek üzere geri dön­düm. Fakat
    Peygamber (s.a.v.) beni geri çağırdı. «Deve­ni al» dedi, «O senindir, onun için
    sana ödenen para da senindir.»[3].

    Bu aylardan birinde
    Farisî Selman, danışmak ve yar­dım dilemek üzere Peygamber (s.a.v.)’e geldi.
    Beni Ku-rayza Yahudilerinden olan sahibi onu Medine’nin güne­yindeki arazisinde
    o kadar sıkı çalışmaya zorluyordu ki, Selman’ın Müslüman cemaatle yakm bir
    ilişkiye girmesi mümkün olmuyordu. O, ne Uhud’da, ne Bedir’de, ne de son dört
    yılda Peygamber (s.a.vj ‘in çeşitli aralıklarla yap­tığı seferlerin hiç birinde
    bulunamamıştı. Bu durumun­dan kurtulmasına bir çare yok muydu? Sahibine,
    özgürlü­ğüne kavuşmasının kendisine kaça mal olacağını sormuş­tu. Fakat
    sahibinin Öne sürdüğü fiyat çok yüksekti, özgür -lügüne kavuşabilmesi için, ona
    kırk birim tounce) altın ver­mesi ve üçyüz hurma ağacı dikmesi gerekiyordu.
    Peygam­ber ts.a.v.) ona, sahibiyle, altınları ve hurma ağaçlarını vereceğini,
    buna karşılık kendisinin özgür olacağım belir­ten bir anlaşma metni yazmalarını
    söyledi. Daha sonra ar­kadaşlarını çağırdı ve onlardan hurma ağaçlarının
    dikimin­de Selman’a yardım etmelerini istedi. Biri otuz, biri yirmi hurma
    fidanı verdi. Derken fidanların sayısı üçyüze ta­mamlandı. Peygamber (s.a.v.) :
    «Selman, git ve çukurları aç. Daha sonra beni çağır, ağaçları elimle ben
    dikeceğim» dedi. Ashab da Selman’a araziyi hazırlamada yardım etti­ler. Üçyüz
    hurmanın hepsini Peygamber (s.a.v.) kendi eliy­le dikti. Ağaçların hepsi kök
    saldı ve gelişti.

    Fiyatın geri kalanını
    ödemek üzere, Peygamber (s.a.v.) kendisine maden ocaklarından biri tarafından
    verilen kuş yumurtası büyüklüğündeki altın parçasını Selman’a verdi. Selman
    bunun özgürlüğünü satın almaya yetmeyeceğini düşünerek: «Bu, benim ödemem
    gerekenin ne kadarını karşılar acaba? dedi. Peygamber (s.a.v.} altını ondan al­dı
    ve ağzına koyup dilinin etrafında çevirdi. Sonra Sel­man’a uzattı ve; «Bunu al,
    fiyatın tümünü bununla öde» dedi. Selman, kırk birim (ounce) altına denk gelen
    bu altını verdi ve özgürlüğüne kavuştu.[4]

    Medine’de bir ay daha
    barış yaşandı. Bir aydan son­ra Peyagamber (s.a.v.) bin kişilik bir orduyla,
    Suriye sını­rındaki Dumat el-Candal vadisine doğru beşyüz millik bir sefer
    yaptı. Çoğu Beni Kelb kabilesinden olan çapulcula­rın buralarda karışıklıklar
    çıkardığı haberi gelmişti. Çapul­cular birçok kez Medine’ye gitmekte olan
    kervanlardan un ve yağ stoklarına el koymuşlardı. Onların Kureys’le bir
    anlaşmaya girmiş olma ihtimali de vardı. Eğer Kureyş bir gün İslâm’ı tamamen
    ortadan kaldırmak için saldırıya geçerse, bunlar da kuzeyden onlara destek
    olabilirlerdi. Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları sürekli böyle bir güne
    hazırlanıyorlardı. Her ne kadar bu seferin sonuçları ça­pulcuları bastırıp
    onların sürülerini ve mallarını ganimet olarak almak gibi görünüyorsa da, bu
    yürüyüş, kuzeydeki kabilelerin Arabistan’da gelişen bu yeni gücü
    farketmele-rini de sağlamıştı. Eskiden uzun yıllar süren iç savaşlar Medine’yi
    dış saldırıya açık hale getiriyordu. Fakat içeri­deki b\ı uyuşmazlık yerini
    büyük ve şaşırtıcı bir hızla ya­yılan bir ahenk ve uyuşmaya bırakmıştı. Bu
    ahengi daha korkulacak hale getiren de Medine’lilerin en kesin savun­ma
    aracının saldın olduğunu anlamaları ve buna göre davranmalarıydı.

    Dışarıdan görünan
    buydu. Fakat yakından topluluğu gözleyenler bu gücün göründüğünden de büyük
    olduğunu görebiliyorlardı. Çünkü bu güç, bir mucize olan bir birliğe
    dayanıyordu. Vahy’de şöyle deniyordu:

    «Sen,
    yeryüzündekiîerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzakşttramazdın.
    Ama, Allah onların aralarını uzlaştırdı.» (Etfal: 63).

    Bu birliğin
    gerçekleşmesini sağlayan en büyük etken de Peygamber (s.a.v.) ‘in varlığıydı.
    Onun varlığının cazibe­si Allah tarafından o denli arttırılmıştı ki iyi niyetli
    hiçbir kimse ona karşı koyamazdı. «Ben size, oğlunuzdan, baba­nızdan ve diğer
    insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş olamazsınız*. Fakat cümle,
    Peygamber (s.a.v.)’in iste­ğini belirtmekten çok, zaten var olan ve: «Anam,
    babam sana feda olsun» deyimiyle ifade edilen sevginin tasdiklenmesiydi.

    Barış zamanları
    Peygamber (s.a.v.) için dinlenme za­manlan değildi. O, günün üçte birinin
    ibadet, üçte birinin İş ve üçte birinin de aileyle ilgilenerejt geçirilmesinin
    ide­al olduğunu söylemişti. Son olarak belirtilen zamanın içine yemek ve uyku
    da dahildi. İbadete gelince çoğunluk­la geceleri yapılıyordu. Akşam ve sabah
    namazlarının yanısıra, bu namazlardan sonra nafile namazlarda kılıyorlar­dı.
    Aynı zamanda Kur’an’da uzun uzun Kur’an okunulma­sı söyleniyor, Peygamber
    (s.a.v.) de Ashaba birçok dualar öğretiyordu. Uzun gece namazları vahyin ilk
    indiği gün­lerden itibaren, âdet olmuştu. Fakat bu âyetlerin indiği top­luluk,
    seçilmiş bir topluluktu. Medine’de de seçilmiş bir mü’minler topluluğu vardı.
    Ancak son yıllarda İslâm’ın hızla yayılmasıyla bu seçilmiş topluluk azınlık
    haline gel­mişti. Uzun süre namaz kılma zorunluluğunu azaltmak için bir âyette
    gruba:

    «Seninle birlikte
    olanlar» diye değiniliyordu: «Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden
    biraz eksiğinde, yarısında ve üçte barinde (namaz için) kalktığını bilmektedir;
    seninle birlikte anardan bir topluluğun da (böyle yaptığım bitmektedir). Geceyi
    ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bil­di böylece
    de tevbenizi (O’na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur’-an’dan kolay geleni
    okuyun (Müzemmİt: 20).

    Bununla birlikte Asbab
    gecenin çoğunda namaz kıl­maya devam ettiler. Peygamber fs.a.v.) gecenin en
    hayırlı bölümünün son üçte biri olduğunu söylemişti: *Her gece gecenin son üçte
    biri gelmeden Rabbimiz -Teala- en alt se­maya tecelli eder ve şöyle der «Beni
    çağıran kim, ki ona

    M. I 16

    cevap vereyim?»[5]. Bu
    sıralarda mü’minleri tanımlayan şu âyetler de nazil oldu.

    «Onların yanları (gece
    namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve ümitle dua
    ederler ve kendilerine fi* zıh olarak verdiklerimizden İnjak ederler. Artık
    hiçbir nefis, yap­makta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler
    ay­dınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığım bilmez». (Sec­de:
    16-17).

    Günün eşit parçalarım
    oluşturması gereken ibadet, çalışma ve aileyle ilgilenme vakitleri ancak
    yaklaşık ola rak eşitlenebiliyordu. Aileyle ilgilenmeye gelince, Peygam­ber
    (s.a.v.) ‘in kendi evi yoktu ve her akşam sırası gelen eşinin evine gider ve
    orası onun yirmidört saatlik evi olurdu.Gün boyunca kızları veya halası Safiye
    onu ziyaret eder veya O, onları ziyaret ederdi. Fatıma çoğunlukla iki oğlunu
    ona göstermek için getirirdi. Hasan yaklaşık ola­rak birb’uçuk. yaşında,
    Hüseyin ise sekiz aylıktı ve henüz yürümeye başlıyordu. Peygamber (s.a.v.)
    çoğunlukla an­nesi Zeyneb’in yanından ayrılmayan torunu Ümame’yi de severdi.
    Birkaç kez P*eygamber (s.a.v.) onu mescide getir­mişti. Namaz sırasında ayakta
    durduğu zamanlar omuzun-da taşımış, rükû ve secde sırasında yanına oturtmuştu.
    Ayağa kalktığında, tekrar omuzuna bindirmiş ve namazı bu şekilde kıldırmıştı[6].
    Peygamber (s.a.v.)’in çok sevdiği çocuklardan biri de Zeyd ve Ümmü Eymen’in
    oğulları Üsame idi. Peygamber (s.a.v.) onu hem kendisine değer ver­diği, hem de
    anne ve babasına sevdiği için seviyordu. Üsame, evin bir torunu olarak
    çoğunlukla evin İçinde veya kapısının önünde vakit geçirirdi.

    Çoğu öğleden sonraları
    Peygamber (s.a.v.) Mekke’de olduğu gibi Ebu Bekir’i ziyaret ederdi. Çoğu zaman
    aile meseleleri ve iş konuşmaları birbirinin aynı oluyordu. Çünkû
    .’pey”gamber (s.a.v.) devlet meselelerini kayınpederi Ebu Be*-, oğlu Zeyd
    ve damatları Ali ve Osman’a sormayı tercih ederdi. Fakat iş sanki Peygamber
    (s.a.v.)’in tüm za­manını alacak kadar fazla idi. Çünkü tüm Medine’de, bir
    problemi çözmede, bir anlaşmazlığı ortadan kaldırmada hiçbir söz onunkisi kadar
    etkili değildi. Hatta, ihtiyaçları olduğunda kendisine inanmayan bazıları da
    ondan yardım istiyordu. Yahudilerle müslümanlar arasında da sık sık an­laşmazlıklar
    meydana geliyordu. Çoğunlukla da zulme uğ­rayan davacı oluyordu, örneğin,
    Ensardan biri, yahudinin birinin ettiği yemini duyduğunda onu pataklamış ti.
    Müslü­man : «Sen Peygamber (s.a.v.) aramızda iken nasıl ‘Musa’yı bütün
    âlemlerin üstüne seçkin kılana andolsun1 dersin?» demişti. Yahudi Peygamber’e
    şikâyet etmiş, o da sinirlene­rek müslümanı azarlamıştı. Kur’an’da Musa
    hakkında şöy­le deniyordu: CAllah) : «Ey Musa, dedi. Sana verdiğim ri-saletimle
    ve seninle konuşmamla seni insanlar üzerinde seçkin kıldım!» (A’raf: 144).
    «Gerçek şu ki, Allah, Adem’i, Nuh’u, ibrahim ailesini ve îmran ailesini alemler
    üzerine seçti.* (Âl-i Îmran: 33). Adamın asıl düşüncesini anlayan Peygamber
    (s.a.v.) : «Benim Musa’dan daha iyi olduğumu söyleme»[7], diye
    ekledi. Başka bir yanlışlığa dikkati çeke­rek de: «Hiçbiriniz benim Yunustan
    daha iyi olduğumu söylemesin»[8]
    demiştir. Vahiy zaten onlara îslâm akidesini tanımlarken şöyle diyordu: «Onun
    peygamberleri arasın­da hiçbirini (diğerinden) ayirdetmeyiz». (Bakara: 285).

    Hem içteki ahengi
    sağlamak, hem de Arabistan’daki ve daha ötelerdeki uluslarla ilişkileri düzene
    sokmak gibi top­lumun genel ihtiyaçlarının yanısıra Peygamber (s.a.v.)
    mü’minlerin tamamen kişisel olan sorunlarını çözmede de onlara yardım etmek
    durumundaydı. Bu kişisel sorunlar bazen Selman’mki gibi tamamen maddî, bazen de
    Temim kabilesinden Hanzala’nınki gibi ruhsal oluyordu. Hanzala ilk Önce
    durumunu Ebu Bekir’e açmış, fakat Ebu Bekir bu soruna daha yetkili birinin,
    yani Peygamber (s.a,v.)’in çö­züm getirebileceğini hissetmişti. Adamın yüzü.
    acıyla do­luydu. Peygamber Cs.a.v.) sorunun ne olduğunu sorduğun­da : «Ey
    Allah’ın Rasulü, Hanzala iki yüzlü bir adam» de­di. Peygamber Cs.a.v.), bununla
    neyi kasdettiğini sorduğun­da şöyle dedi: «Ey Allah’ın Rasulü, biz senin
    yanında iken sen bize cennet ve cehennemi anlatıyorsun. Biz de onları görür
    gibi oluyoruz. Fakat senden ayrıldığımız zaman ha­nımlarımız, çocuklarımız ve
    mallarımız bizi kendilerine çekiyor ve biz senin söylediklerini unutuyoruz».
    Peygamber (s.a.v.)’in cevabı, bu ideallere ulaşmak için gösterilen ça­banın,
    günlük hayatın normal akışını durdurmaksızm sür­mesi gerektiğini vurguluyordu:
    «Nefsimi kudret elinde tu­tana andolsun ki,» dedi, «eğer siz sürekli benim
    yanımda iken veya Allah’ı hatırladığınız zaman içinde bulunduğu­nuz hal üzere
    olsaydınız, şüphesiz melekler sizinle musa-hafa ederler ve sizi evlerinizde
    ziyaret ederlerdi.»[9].

    Peygamber Cs.a.v.)’e
    yüklenen bu tür sorunlar kaçı­nılmazdı. Fakat onun başka yönlerden korunması
    gereki­yordu, îşte bu koruma, onun ayrıcalıklı konumunu vur­gulayan beklenmedik
    bir olayla ilgili olarak ortaya çıktı. Peygamber (s.a.v.), birgün Zeyd (r.)’e
    bir şey sormak için evine gitmişti. Kapıyı Zeyneb (r.) açtı ve kapının önünde
    durarak Zeyd’in evde olmadığını söyledi, fakat yine de içe­ri girmesi için onu
    davet etti. Bir anlık bakışma, iki kuzen arasında sürekli varolan sevginin
    ikisi tarafından da far-kına varılmasına yol açtı. Peygamber (s.a.v.) Zeyneb
    Cr.)*in kendisini sevdiğini, kendisinin de Zeyneb (r.)’i sevdiğini ve bunu
    Zeyneb’in de bildiğini biliyordu. Fakat bunun ne anlamı olabilirdi? Duygularının
    şiddetine şaşjrarak Pey­gamber (s.a.v.), onun teklifini reddetti. Zeyneb onun
    uzak­laşırken şöyle dua ettiğini duydu: «Hamd Allah Teala’-yadır! Hamd
    insanların kalbini düzenleyen ve idare eden Allah’adır!» Zeyd (r.) eve
    döndüğünde Zeyneb ona Pey. gamber 
    (s.a.v.)’İn ziyaretini ve giderken  
    okuduğu duayı anlattı. Zeyd, hemen Peygamber (s.a.v.)’e gitti ve şöyle
    de­di : «Evime geldiğini duydum. Bana annemden ve babam­dan daha yakın olduğun
    halde neden içeri girmedin? Yok­sa Zeyneb mi hoşuna gitti? Eğer öyle ise onu
    boşayayım.» Peygamber (s.a.v.) ısrar ederek: «Karını tut ve Allah’tan kork.»
    dedi. O bir keresinde: «Mubah olan şeyler içinde Allah’ın en sevmediği şey
    boşanmadır»[10] demişti. Zeyd, er­tesi
    gün tekrar aynı teklifle geldiğinde Peygamber (s.a.v.) ona yine aynı şeyi
    söylemişti. Fakat Zeyd’le Zeyneb’in ev­liliği mutlu bir evlilik değildi ve Zeyd
    artık buna dayana­mıyordu. Bu nedenle karısı ile anlaştı ve Zeyneb (r.)’i boşa­dı.
    Yine de bu boşanma Zeyneb’i Peygamber (s.a.v.) için uygun bir eş kılmıyordu.
    Çünkü Kur’an «kendi sulblerin-den çıkan» oğullarının hanımlarıyla evlenmeyi
    yasaklıyor­du. Ve biyolojik olarak kendinin olan bir çocukla, evlât edinilen
    bir çocuğu ayrı tutmama uzun zamandan beri de­vam eden bir gelenekti. Peygamber
    fs.a.v.} ‘in durumu da evlenmeye müsait değildi. Çünkü İslam’ın müsaade ettiği
    sayıda -en fazla dört- eşi vardı.

    Bu olaydan sonra bir
    kaç ay geçti. Peygamber (s.a.v.) hanımlarından biri ile konuşurken vahy geldi.
    Peygamber (s,a.v.) kendisine geldiğinde ilk sözü şunlar oldu: «Kim gidip
    Zeyneb’e müjde verecek ve Allah’ın onu gökte be­nimle evlendirdiğini haber
    verecek?» Uzun sûreden beri kendisini aileden sayan Safiye’nin hizmetçisi Selma
    ora­daydı. Bu sözleri duyunca hemen Zeyneb’in evine gitti. Zeyneb bu sevinçli
    haberi duyunca Allah’a hamd etti ve hemen Ka’be’ye doğru secdeye kapandı. Daha
    sonra bi­lekliklerini, bileziklerini ve gümüş kolyelerini toplayıp Sel-ma’ya
    verdi. Zeyneb (r.), artık genç değildi, hemen hemen kırk ya­şına gelmişti.
    Fakat yine de dikkat çekici güzelliğini ko­ruyordu. Bunun yanısıra O zahid bir
    kadındı. Uzun gece namazları kılar, nafile oruç tutar ve cömertçe fakirlere
    dağıtırdı. Dericilikten anladığı için ayakkabı ve çeşitli eşyalar yapar ve
    bunlardan kazandığa parayı sadaka olarak harcardı. Bu kez onun için bir düğün
    merasimine gerek yoktu. Çünkü inen vahiy nikâhın akdedildiğini belirtiyor­du;
    «Biz onu seninle evlendirmiş olduk.» (Azhab: 37). Ya­pılması gereken şey,
    sadece gelini damadın evine götür­mekti ve bu da geciktirilmeden yapıldı.

    Âyetler, gelecekte
    artık evlâd edinilenlerin, kendi ba­balarının adıyla anılmaları gerektiğini de
    vurguluyordu. O günden itibaren, otuzbeş yıldan beri Zeyd İbn Muhammed diye
    anılan Zeyd, Zeyd îbn Harise diye anılmaya baş­landı. Fakat bu onun evlâd
    edinilmesi olayını yürürlük­ten kaldırmıyordu. Biri elli, diğeri altmışına
    yaklaşmış olan evlât edinen ve edinilen arasındaki samimiyet ve sevgi de bundan
    bir zarar görmüyordu. Bu sadece, aralarında kan bağı olmadığını hatırlatmadan
    ibaretti. Bu anlamda âyet­ler şöyle devam ediyordu:

    «Muhammed sizin
    erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir, ancak O, Allah’ın Rasulü ve
    peygamberlerin sonuncusudur.» (Ah-zab: 40).

    Diğer âyetler de,
    Peygamber (s.a.v.) ve onu Lakıp eden­ler arasındaki büyük ayırımı vurguluyordu.
    Onlar, Pey­gamber (s.a.v.) ‘e birbirlerine hitap ettikleri gibi hitap ede­mezlerdi.
    Allah’ın ona dörtten fazla hanımla evlenme izni vermesi sadece ona mahsustu,
    toplumun geri kalanı bu izne dahil değildi. Bunun yamsıra onun eşlerine
    «mü’minlerin anneleri» adı verilmiş ve onlara öyle yüksek bir statü ve­rilmişti
    ki. Peygamber (s.a.v.)’den sonra onların başkala­rıyla evlenmesi yasaklanmıştı.
    Mü’minlerden biri onlara birşey sormak istediği zaman; bir perde arkasından sor­malıydı.
    Ayette şu da belirtiliyordu:

    «Ey İman edenler,
    peygamberin evlerine yemek için izin ve­rilmeden ve vaktine de bakmakstztn
    girmeyin; ancak çağmltrsantz artık girin; yemeği yediğinizde de dağıhverin. Söz
    ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. Gerçekte bu, Peygamber’e eziyet vermekte
    ve o da sizden   utanmaktadır;   oysa Allah, hak(kt açtklamakjtan utanmaz»
    (Ahzab: 53).

    Ashab, Peygamber
    (s.a.v.)’i çok sevdiği ve mümkün ol­duğu kadar uzun süre onun yanında kalmak
    istediği için, onlara bu tür engeller konulması gerekliydi. Onunla bir­likte
    olanlar, ondan ayrılmak istemezlerdi. Onlar kaldık­larında -ise kimse onları
    suçlamazdı. Çünkü Peygamber Cs.a.v.) biriyle konuştuğu zaman ona öyle dikkat
    eder ve ilgisini onda öyle yoğunlastırır ki, karşısındaki, diğerlerine
    verilmeyen bazı ayrıcalıklarının kendisine verildiğini zan­nedebilirdi. O,
    birinin elini tutsa, hiçbir zaman ilk bırakan o oimazdı. Fakat Peygamber
    fs.a.v.)’i korumakla birlikte vahiy, literatüre yeni bir unsur ilâve ediyordu.
    Bu şekilde arkadaşları ona besledikleri sevgiyi, onun yanında olma­dıkları
    zamanlarda da ifade edebileceklerdi.

    «Hiç şüphesiz, Allah
    ve melekleri Peygambere salat etmek­tedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat
    edin ve tam bir tes­limiyette ona selâm verin.» (Ahzab: 56).

    Bundan kısa bir süre
    sonra Peygamber şunu da haber verdi: *Bana bir melek geldi ve şöyle dedi: «Sana
    bir ke­re salat eden kimse yoktur ki Allah ona on kez salat et­mesin»[11].

     

     

     

     



    [1] IS V III, G6.

     

    [2] W.M   XLIX. 4

     

    [3] I.  I.  6644.

    [4] I. I. 141-2.

     

    [5] B.  XIX.

    [6] I. S,  VIII. 26.

    [7] BLXV. (Alraf Suresi)

    [8] R I3CS?. (Saffat Suresi)

     

    [9] M. XLIX, 2

    [10] A, D. XIII, 3

     

    [11] D. XX, 58.

     

  • Benî Nadir Hz. Muhammedin Hayatı

     

    57.    Benî
    Nadir

     

    Yahudi kabilelerinden
    Beni Nadir, uzun süreden beri Beni Amir’in müttefiki idi. Bu nedenle Peygamber
    (s.a.v.) onlardan kan diyetini ödemede kendisine yardım etmele­rini istemeye
    karar verdi. Ebu Bekir, Ömer ve diğer ileri gelen arkadaşlarıyla onlara gitti
    ve meseleyi açıkladı. Ya­hudiler onun isteğini yerine getireceklerini
    söylediler ve ondan yemek hazırlanıncaya kadar kalmasını rica ettiler.
    Peygamber (s.a.v.) onların ricalarını kabul etti. O sırada, içlerinden
    görünüşte misafir için verilecek yemek hakkında emirler vermek üzere liderleri
    Huyay’m da bulunduğu bir grup onlardan ayrıldı. Onlar kalenin önünde oturmuş
    bek­lerken diğerlerinin’ göremeyeceği şekilde Cebrail geldi ve hemen
    Peygamber’e Medine’ye dönmesi gerektiğini haber verdi. Bunun üzerine Peygamber
    (s.a.v.) ayağa kalktı ve bir tek kelime bile söylemeden topluluğu terketti.
    Herkes onun kısa bir süre sonra geri döneceğini zannediyordu. Geri dönmeyince
    Ebu Bekir diğer arkadaşlarına onun ar­kasından gitmeyi önerdi. Hep birlikte
    yahudilerden ayrılıp. Peygamber (s.a.v.)’in evine gittiler. Peygamber (s.a.v.)
    on­lara olanları • anlattı ve Muhammed îbn Mesleme (r.) ‘yi Beni Nadir’e ne
    söyleyeceğini ^İdirerek gönderdi. Muham-med îbn Mesleme (r.) bütün hızıyla,
    kabilenin olduğu ye­re gitti. Onu gören bazı liderler karşıfemaya çıktılar. On­lara
    şöyle dedi: «Allah’ın Rasulü beni size gönderdi ve şunları söyledi: «Beni
    öldürmeyi amaçlayarak, aramızdaki

    anlaşmayı bozdunuz».
    Peygamber (s.a.v.)’in ona anlattığı şekliyle onlara suikastın tüm ayrıntılarını
    anlattı ve me­sajının püf noktasına gelerek şöyle bağladı: «Peygamber: ‘Size
    ülkemi terketmenîz için on gün veriyorum. On gün­den sonra hâlâ burada
    olanlarınızın başı kesilecek’ dedi». Onlar: «Ey Mesleme’nin oğlu, bir Evs’linin
    bize böyle bir haber getirebileceğini ummazdık» dediler. îbn Mesleme: «Gönüller
    değişti» cevabını verdi.

    Çoğu hemen ayrılmak
    için hazırlıklara başlamışlardı. Fakat îbn Ubey onları kalmaya teşvik eden ve
    yardım ede­ceğini bildiren bir haber gönderdi. Puyay da komşuları Beni Kurayza
    ve Bedevi müttefiklerinin böyle bir durum­da kendilerini yalnız
    bırakmayacaklarını söyleyerek yahu-dileri kalmaya ikna etti. Tüm bu müttefiklere
    yardım ha­beri gönderdi. Peygamber Cs.a.vJ’e de kardeşini haberci gönderdi:
    «Biz evlerimizi ve mallarımızı bırakıp gitmeye­ceğiz. O halde ne yapacaksan
    yap» dedi. Peygamber Cs.a.v.) «Allahu Ekber» (Allah Büyüktür) dedi ve bu tekbir
    tüm arkadaşlarının ağzmda tekrarlandı. Arkadaşlarına: «Ya­hudiler savaş ilân
    ediyor» dedi. Bir ordu hazırlayarak şeh­rin güneyindeki Nadir yerleşim
    bölgesine doğru ilerledi­ler. Sancağı Ali taşıyordu, ikindi namazım, korunma
    böl­gelerinin dışında olduğu için yahudiler tarafından terk edi­len geniş bir
    bahçede kıldılar. Namazdan sonra Peygam­ber  
    (s.a.v.)   askerlerini kalelere
    doğru ilerletti.

    Surlar okçular ve
    sapancılar tarafından korunuyordu. Bu askerlerin yanında okları bittiğinde ve
    sur duvarları saldırıya uğradığında kullanılmak üzere taşlar da vardı. İki ordu
    da hava kararıncaya kadar karşılıklı ok atışları yaptılar. Yahudiler
    karşısmdakilerin saldırı hızı karşısında şaşkınlığa dönmüşlerdi. Fakat ertesi
    gün nasıl olsa Beni Kurayza’nın ve îbn Ubey’in yardımları ulaşır diye düşü­nüyorlardı.
    Birkaç gün sonra da müttefiklerin Gatafan ka­bilesi imdada yetişirdi. O sırada
    müslümanlarm ordusu, Medine’den çeşitli sebepler yüzünden Peygamber ile
    birlik-Le yola çıkamayan müslümanlarm da orduya katılmasıyla gittikçe
    büyüyordu. Yatsı namazı vaktine kadar ordu, duşmanı her taraftan sarabilecek
    derecede çoğalmıştı. Pey­gamber (s.a.v.) onlarla birlikte namaz kıldı ve Ali’yi
    or­dunun başında bırakarak on kişi ile birlikte Medine’ye döndü. Ordu sabah
    namazına kadar Allah’ı yücelten şiir­ler okudu. Peygamber (s.a.vJ sabah
    namazında onlara ka­tıldı.

    Günler geçiyor ve Beni
    Nadir beklediği yardımlar İçin ümidini yitiriyordu. Beni Kurayza, Peygamber
    (sa.v.)’le yaptığı anlaşmayı bozmak istememiş, Beni Gatafan sessiz kalmış İbn
    Ubey de her zaman olduğu gibi bir şey yapa­mayacağını anlamıştı. Çok ümitli
    olan Beni Nadir’in ümit­leri gittikçe kayboluyor ve aralarındaki anlaşmazlıklar
    ar­tıyordu. Kabile uzun zamandan beri süren anlaşmazlıklar ve düşmanlıklarla
    parçalanmıştı. Şimdi ise dış dünyadan tamamen kopmuş bir vaziyette hiçbir
    yardım alamıyordu. On güne yakın bir süre sonra Peygamber’in sur duvarla­rının
    yakınındaki bir iki hurma ağacını kesmesiyle bu ümitsizliği ve çaresizliği daha
    fazla hissetmeye başladılar. Peygamber (s.a.v.), bu toprakların kendinin
    olacağını bil­diği için bu ağaçlan kurban olarak kestirmişti Ağaçların
    kesilmesi İlahi bir emirle (Haşr: 5), ona bildirilmişti. Bu emrin yerine
    getirilmesiyle düşmanın karşı koyma gücü tamamen yok oldu. Onlar için hurma
    ağaçlarının özel bir konumu vardı, çünkü bu ağaçlar geçim kaynaklarının bü­yük
    bir bölümünü oluşturuyordu. Şimdi topraklarından ayrılmaya zorlansalar bile o
    yerleri hâlâ kendilerinin ola­rak düşüneceklerdi. Çünkü gelecekte onu tekrar
    kazanma ümitleri vardı. Kureyş, vadiden İslam’ın izlerini silmek üze­re söz
    vermişti. Fakat eğer hurma ağaçları kesilirse, onları yenilemek yıllar alırdı.
    Sadece bir kaç tanesini kesmişler­di, fakat bu tahrip nereye kadar varacaktı?
    Huyay Pey­gamber (s.a.v.)’e topraklarını bırakıp gideceklerine dair haber
    gönderdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) daha önce bütün mallarım götürebileceklerine
    dair verdiği sözde artık du­ramayacağını söyledi. «Topraklarınızı bırakın»
    dedi, «silah­larınız ve zırhlarınız dışında develerinizin taşıyabileceği
    miktarda mal götürebilirsiniz».

    Huyay ilk önce bu
    teklifi reddetti, fakat kabiledeki di­ğer adamlar onu kabul etmeye zorladılar.
    îki hafta önce bıraktıkları hazırlıklara tekrar başladılar. Evlerinin kapı­larına
    ve lentolanna varıncaya kadar bütün eşyalarını de­velere yüklediler. Hazırlandıklarında
    Suriye yolu üzerinden kuzeye doğru yola çıktılar. O zamana kadar bu ölçüde zen­gin
    ve büyük bir kervan daha görülmemişti. Medine’nin kalabalık çarşısından
    geçerken develer tek sıra halinde yol aldılar. Her deve, yüklerinin zenginliği
    ve süslerinin çok­luğuyla ayrı bir şaşkınlık unsuru oluyordu. Develerin üs­tündeki
    tahtların perdeleri, içindeki çeşitli renklerde ipek­ler giymiş, altın, elmas,
    yakut gibi değerli taşlarla süslen­miş kadınları gizlemek için örtülmüştü. Beni
    Nadir’in zen­gin olduğu bilinirdi, fakat o zamana kadar kendilerinden başka çok
    az kişi onların bu zenginliğini görebilmişti. Yol­culuklarına davul ve çalgı
    sesleri eşliğinde devam ettiler. Böylece, şimdi topraklarını terkediyor durumda
    olsalar da, başka yerlerde daha güzel toprakları olduğunu ve oralara
    gittiklerini göstermek istiyorlardı. Yahudilerin çoğu Hay-ber’de durdu ve
    önceden sahip oldukları topraklara yer­leşti. Diğer bir grup da kuzeye gitti ve
    Eriha’ya veya Su­riye’nin güneyine yerleşti. Vahyin bildirdiğine göre yahu-dilerin
    topraklan, fakir ve muhtaçlara verilmek üzere Pey­gamber Cs.a.v.) ‘e ait
    olacaktı. Bu topraklar, özellikle «Yurt­larından ve mallarından sürülüp
    çıkarılmış» (Haşr: 8) olan muhacirler içindi. Fakirlikleri nedeniyle Ensar’dan
    sa­dece iki kişiye toprak verildi. Fakat Peygamber Cs.a.v.) top­rakların çoğunu
    Muhacirlere vererek onları bağımsız kıl­dı ve Ensann üzerindeki bakım yükünü
    kaldırdı.

     

  • İntikam Kurbanları Hz. Muhammedin Hayatı

    56.   İntikam
    Kurbanları

     

    Dört aydan fazla süre
    boyunca barışı bozan hiçbir olay meydana gelmedi. Fakat bu sürenin sonunda Beni
    Esed Ibn Huzeyme’nin Medine’ye sefer düzenlediği haberi ulaştı. Müslüman olan
    Cahş ailesini- ve daha Önceden Mekke’de yaşayan Esed’lileri saymazsak bu geniş
    ve güçlü Necd ka­bilesi hâlâ. Kureyşlüerin yakın bir müttefikiydi. Kureyşli-ler
    şimdi de onları, Uhud’da zayıf düşen Müslümanlardan yararlanmaya teşvik
    ediyordu. Bu nedenle onlara ve tüm Arabistan’a Uhud’un müslümanlan
    zayıflatmadığı, bilâkis güçlendirdiği gösterilmeliydi. Bunun üzerine Peygamber
    (s.a.v.), Beni Esed Ibn Huzeyme’lilerin kampına habersiz olarak, kuzeni Ebu
    Seleme komutasında yüzelli silahlı adam gönderdi. Bu küçük ordu îbn Huzeyme’lilerin
    kampına ses­sizce yaklaştı ve çok az kan dökerek onların kaçmasını sağladı.
    Müslümanlar ise Medine’ye, onbir gün sonra, bü­yük bir deve sürüsü ve üç çoban
    ile birlikte döndüler. Bu saldırı amacını yerine getirmişti, yani islam’ın
    bitmeyen gücü tüm Arabistan’a gösterilmişti.

    O sıralarda daha
    güneyden bir saldırının yapılacağı haberi Medine’ye geldi. Fakat bu kez
    Peygamber (s.a.v.) mucize göstererek İslam karşısındaki düşmanlığın, Hudayl
    kabilesinin Linyani kolunun başkanında toplandığını bil­dirmişti. Eğer bu adam
    ortadan kaldırılırsa o taraftan ge­lecek saldın artık pek Önemli olmazdı. Bunun
    üzerine Pey­gamber (s.a.v.), Hazreçll Abdullah Ibn Uneys’i, bu lideri
    öldürmekle görevlendirdi. «Ey Allah’ın Rasulü» dedi Abdul­lah, «bana o adamı
    tarif et ki, gördüğümde tanıyabileyim». Peygamber (s.a.v.) : «Onu gördüğünde, o
    sana şeytanı ha­tırlatacak. Onun aradığın adam olduğunu şöyle anlaya­caksın;
    onu gördüğünde titreyeceksin» dedi. Abdullah, Pey­gamber (s.a.v.)’in
    söylediklerini aynen yaşadı ve onu öl­dürüp sağsalim geri döndü.

    Medine’ye karşı
    planlanan saldırıların hepsi şimdilik rafa kaldırılmıştı. Fakat öldürülen
    başkanların öcünü al­mak için Hudayl kabilesinden bir grup adam, komşu köy­lere
    İslam’ı anlatmak için giden altı müslümana saldırdı­lar. Olay, Mekke’nin
    yakınında Raci’ denilen sulak bir yer­de meydana geldi. Peygamber (s.a.v.) ‘in
    adamlarından üçü dövüşerek şehit edildi, diğer üçü de esir alındı. Esir alı­nan
    üç kişiden biri kaçmak isteyince hemen öldürüldü. Çatışmada ölenlerden biri de
    Uhud’da Kureyş’in, sancak­tarlarından ikisini Öldüren Evs kabilesinden Asun
    idi. öl­dürülen adamların annesi, Asım’m kafatasmdan şarap iç­meye yemin
    etmişti. Hudayl’lı adamlar da onun kafatasım bu kadına satmayı plânlıyorlardı.
    Fakat bir arı kovanı yü­zünden gece olana dek Asım’m cesedine yaklaşamadılar.
    Gece olunca da bir fırtına Asım’m cesedini sürükleyip gö­türmüştü. Bu nedenle
    Kureyşli anne hiçbir zaman yemi­nini yerine getiremedi. Esir alman Evs’li
    Hubeyb ile Haz-reç’îi Zeyd, Bedir’deki ölülerinin öcünü almak için her fır­satı
    kollayan Kureyşlilere satıldı. Hubeyb, Beni Nevfel’in müttefiklerinden birine
    satıldı ve Bedir’de öldürülen ba­basının öcünü alması için kabilenin bir
    üyesine verildi. Safvan da aynı amaçla Zeyd’i aldı ve iki adam Haram ay­lar
    geçinceye kadar hapiste kaldılar.

    Safer ayının hilâli
    görünür görünmez esirleri haram bölgeden çıkarıp Tan’im’e götürdüler. İki adam
    birbirle­rini hapsedildiklerinden beri ilk defa görüyorlardı. Orada
    birbirlerine sabır tavsiye ettiler. Daha sonra Beni Nevfel ve beraberindekiler
    Hubeyb’i biraz İleriye götürdüler. Hu­beyb kendisini kazığa bağlayacaklarını
    anlayınca onlar­dan namaz kılmak için izin istedi, daha sonra İki rek’atası

    namaz kıldı. Onun,
    öldürülmeden önce namaz kılma ge­leneğini kuran ilk kişi olduğu söylenir. Daha
    sonra onu kazığa bağladılar ve «İslam’dan dönersen seni serbest bı­rakacağız»
    dediler. O şu cevabı verdi: «İslam’dan döndü­ğümde yeryüzündeki herşeyi elde
    edeceğimi bilsem yine de İslam’dan dönmem.» «Kendin evinde olup, Muîıammed
    (s.a.v.) ‘in senin yerinde olmasını İstemez miydin?» dediler. «Kendim evde
    oturmak için Muhammed (s.a.vj’in ayağına bir diken parçası bile batmasını
    istemem» diye cevap ver­di. «Dön ey Hubeyb,» dediler, «çünkü dininden dönmez­sen
    seni öldüreceğiz.» «Allah için ölmem hiç de önemli değil» dedi. Daha sonra
    şunları ekledi: «Benim yüzümü kutsal yerden çevirmenize gelince,» -yüzünü
    Mekke’den başka tarafa çevirmişlerdi- «Allah şöyle buyuruyor: «Her nereye
    dönerseniz Allah’ın yüzü kıblesi orasıdır» (Baka­ra : 115). «Allah’ım, burada
    benim selamımı senin Rasu-lüne götürecek kimse yok, o halde selamımı ona Sen
    ulaş­tır» dedi. O sırada Peygamber (s.a.v.), Medine’de Zeyd ve diğer
    arkadaşlarıyla birlikte oturuyordu. Bir an Peygam­ber (s.a.v.), vahiy aldığı
    zamanlarda girdiği hale girdi. Onun «Ve Aleyhi es-Selam ve Rahmetullah
    (Allah’ın se­lamı ve Rahmeti onun üzerine olsun)» dediğini duydular. Peygamber
    (s.a.v.) daha sonra «Cebrail bana Hubeyb’den selamını getirdi» dedi[1].

    Kureyşlilerin yanında
    babalan Bedir’de öldürülen kırk genç vardı. Gençlerden her birine mızrak verip:
    «Bu, senin Ly-banı öldürendir» dediler. Gençler HubeybS^nuzrakladı-lar, fakat
    öldüremediler. Bunun üzerine büyüklerden biri elini çocuğun elinin üstüne koyup
    öldürücü bir darbe in­dirdi. Bir diğeri daha aynı şeyi yaptı. Fakat buna rağmen
    Hubeyb bir saat daha yaşadı ve sürekli şu iki cümleyi tekrarladı: «Allah’tan
    başka ilah yoktur, Muhammed O’nun Rasulüdür».

    Esir edilen arkadaşı
    Zeyd de aym şekilde öldürüldü. Öldürülmeden önce O da iki rekat namaz kıldı ve
    sorulan

    sorulara aynı cevaplan
    verdi. Zühre’nin müttefiklerinden olan. ve o gün herkesle birlikte Tan’im’e
    giden Ahnas İbn Şerik şöyle demekten kendini alıkoyamadı: «Hiçbir baba
    evlâdını, Muhammed’in taraftarlarının Muhammed’i sev­diği kadar sevemez».

    Bedir Savaşı’nm başında,
    Utbe ile teke tek karşılaş­ması sonucunda ölen Ubeyde geride kendisinden çok
    genç olan bir dul bırakmıştı. Bedevi kabilesi Amir’den Huzey-me’nin kızı olan
    Zeyneb çok cömert bir kadındı; islam’dan öncede «fakirlerin annesi» diye
    anılırdı. Dul kaldıktan bir yıl sonra hâlâ evlenmemişti. Peygamber (s.a.v.),
    ona ev­lenme teklif ettiğinde memnuniyetle kabul etti. Mescide bitişik odalara
    bir oda daha eklendi. Büyük bir ihtimalle bu yeni bağ nedeniyle Zeyneb’in
    kabilesinin yaşlı lideri Ebu Bera, Peygamber (s.a.v.)’i ziyaret etti. İslam ona
    tek­lif edildiğinde yaşlı adam buna karşı olmadığım söyledi. Bununla birlikte
    tamamen kabul ettiğini de açıklamadı. Sadece kendi kabilesine İslam’ı öğretecek
    müslümanlarm gelmesini istedi. Peygamber (s.a.v.) ona, diğer kabilelerin
    müslümanlara saldıra bileceğini söyledi. Beni Amir, Hava-ziıı kabilesinin bir
    koluydu ve yerleşim bölgesi, müslüman­lara saldırmaları muhtemel olan Süleym ve
    diğer Gata-fan kabilelerine yakındı. Fakat Ebu Bera, Beni Amir’in şefi olarak
    kendisinin koruyacağı hiç kimseye saldırılamaya-cağına dair söz verdi. Bunun
    üzerine Peygamber (s.a.v.) hem bilgileri, hem de takvaları nedeniyle İslam’ı
    temsil eden. kırk müslüman seçti. Onların başına da Hazreçli Mun-zir îbn Amr’ı
    getirdi. Seçilenlerden biri de Peygamber fs.a,v.) ve Ebu Bekir’le birlikte
    hicret eden Ebu Bekir’in azatlı kölesi Amir îbn Fuheyre idi.

    Medine’de, Ebu
    Bera’nın liderliğinin tartışmalı olduğu bilinmiyordu. Onun yerine geçmek
    isteyen yeğeni, Peygam-ber’den bir mektup götüren, bu nedenle herkesten önce
    oraya varan bir müslümanı öldürdü. Kabilenin diğer adam­larım da geri kalan
    müslümanları öldürmeleri için teşvik etti. Fakat tüm kabile Ebu Bera’nın
    koruması altında o’^n kimseyi öldüremeyeceklerini   söyleyince sinirlenen yeğin.

    kısa bir süre önce
    Medine’ye kötülük yapmayı düşünen iki Süleym kabilesine haber verdi. Süleym
    kabilesi hemen bir grup atlı gönderdi ve Ma’una kuyusu    yakınında hiçbir şeyden habersiz konaklayan
    müslümanların hepsini şehit ettiler. Sadece develeri otlatmaya giden iki kişi
    sağ kaldı. Bu iki kişiden biri Uhud’da büyük bir cesaretle savaşan Haris tbn
    es-Simme idi. Diğeri ise Kinane kabilesinin Dem-reh kolundan Amr idi. Uzaktan
    kamplarının çevresini sa­ran atlıları  
    görünce   çok şaşırdılar.   Yaklaştıklarında ise kampın bir savaş
    alanına   döndüğünü ve   arkadaşlarının hepsinin öldürüldüğünü
    gördüler. Süleym’li adamlar ölü­lerin başında derin bir tartışmaya dalmışlardı.
    Bu yüzden yeni gelenleri farketmediler. Amr gidip Medine’ye haber verme
    taraftarıydı. Haris ise söyle dedi: «Munzir’in öldü­rüldüğü yerde ben savaş
    alanına arkamı dönüp gidemem». Daha sonra kendini düşmanların arasına attı ve
    Amr’la birlikte esir alınıncaya kadar çarpıştı ve iki düşman öldür­dü.
    Düşmanların ikisini de öldürmek istememeleri garip­ti. Çünkü Haris iki
    adamlarını Öldürmüştü. Haris’e kendi­sine ne yapılmasını istediğini sordular. O
    da Munzir’in ce­sedi başında gidip eline silahlar verilmesini ve orada sa­vaşmak
    istediğini söyledi. Onun isteğini yerine getirdiler. Haris kendisi öldürülmeden
    önce iki adam daha öldürdü. Amr’ı İse serbest bıraktılar ve kendilerine ölü
    arkadaşla­rının isimlerini saymasını istediler. Amr, onlarla birlikte her
    cesedin basma gitti ve soyuyla birlikte hepsinin ismini söyledi. Ona burada
    olması gereken fakat cesedi burada olmayan bir arkadaşının olup olmadığını
    sordular. «Amir Ibn Fuheyre adındaki Ebu Bekir’in azatlısını göremiyorum-.
    dedi. Ona «Bu adamın sizin aranızdaki konumu nasıldı?» diye sordular. «O en
    iyilerimizden biriydi» dedi, Amr, «Pey-gamber’e ilk tabi olanlar arasındaydı».
    Soruyu soran : «Sa­na, ona ne olduğunu söyleyeyim mi?»  dedi. Daha sonra Amir’i Öldüren Cebbar’ı
    çağırdılar. Cebbar, mızrağım na­sıl arkasından gelip Amir’in iki kürek kemiği
    arasına sap­ladığını anlattı. Mızrağın ucu Amir’in göğsünden çıkmış­tı. Amir’in
    ölmeden önce son sözü: «Vallahi, zafere ulaştim» olmuştu. Cebbar: «Bu ne anlama
    gelebilir?» diye şa­şırmıştı, çünkü aynı sözü kendisinin söylemeye daha çok
    hakkı vardı. Daha sonra Cebbar şaşkınlıkla mızrağı Amir’-in sırtından
    çıkarmıştı. Fakat şaşkınlığı, görünmeyen el­lerin Amir’in cesedini gözden
    kaybolana dek yukarı kal­dırdıklarını görünce daha da artmıştı. Cebbar’a
    -zafer»in Cennet olduğu anlatılınca müslüman oldu. Peygamber (s.a.v.) bu olayı
    duyunca, meleklerin Amir’i Cennet’in en yüksek derecelerinden biri olan
    «llliyyun»a (Muttaffıfin: ıa-19) götürdüklerini söyledi[2]

    Süleym’liler
    kabilelerine döndüler ve bu olayı tekrar tekrar herkese anlattılar. Bu onların
    İslam’a dönmeleri­nin başlangıcıydı. Serbest bıraktıkları Amr’a bu katliama
    Beni Amir’in sebep olduğunu söylediler. Bunun üzerine Amr, Medine’ye dönerken
    Beni Amir’den rastladığı iki ki­şiyi öldürülen arkadaşlarına karşılık öldürdü.
    Fakat ger­çekte iki adam da masumdu. Çünkü onlar Ebu Bera’ya bağlıydılar ve
    onun müslümanlan korumasına taraftardı­lar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.),
    öldürülenlerin aile­lerine kan diyeti verilmesine karar verdi.

     



    [1] W. 360

     

    [2] W. 349

     

  • Uhud’dan Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

    55.  
    Uhud’dan Sonra

     

    Şebre vardıklarında
    güneş batıyordu. Mescid’e vanr. varmaz akşam namazını kıldılar. Daha sonra
    Peygamber (s.a.v.) dinlenmek için yattı ve derin bir uykuya daldı. O kadar
    derin uyuyordu ki Bilal (r.)’in okuduğu yatsı eza­nını duymadı. Bu yüzden
    namazı daha sonra evde tek ba­şına kıldı. Ensar’ın iki Sa’d’ı 4bn Ubade ve îbn
    Muaz- ge­ceyi Mescidin kapısında geçirdiler. Daha sonra bu nöbe­ti başkaları
    devraldı. Çünkü hâlâ Kureyşlilerin geri gelip saldırma ihtimali vardı. Ertesi
    sabah Peygamber (s.a.v), sabah namazından sonra Bilal’e oradakilere ve
    uzaktaki-lere düşmanın arkasından gidileceğini duyurmasını söyle­di. «Fakat
    hiçbiri bize katılmayacak, sadece dün bizimle birlikte savaşanlar gelecek»
    dedi.

    Elçiler çeşitli
    kabilelere vardıklarında Ashab’m çoğu­nu yaralarını sararken veya eşlerine
    sardırırken bul­dular. Çünkü Uhud’a katılanlardan çok azı yara almamış­tı, çoğu
    ise flgır yaralıydı. Fakat Peygamber (s.a.v.) ‘in ça­ğırışını duyar duymaz
    hepsi yaralarını ellerinden geldi­ğince kapatıp tekrar yola çıkmak için
    hazırlandılar. Uhud’a katılanlardan sadece Malik (r,) ve Şemmas (r.) bu seferki
    yürüyüşe katılamiyordu. Çünkü Malik aldığı yaraların et­kisiyle zayıf düşmüş,
    halsiz bir şekilde ailesinin yanında yatıyordu, Şemmas’ın ise Medine’de hiç
    akrabası yoktu. Bu yüzden onu Aişe kendi odasına taşımıştı. Fakat Ümmu Seleme
    kabilesinden olan bu adama bakmanın kendi sorumluluğunda olmasını istedi ve ona
    bakmayı üstlendi. Hemen hemen Ölmek üzere olduğu için, Peygamber (s.a.v.)
    Şemmas’ı Medine’ye gömmemelerini, Uhud’a arkadaşları­nın yanma gömmelerini
    söyledi.

    Başına nişan alınan
    darbenin omuzuna gelmesi nede­niyle sağ omuzunu oynatamamasına rağmen Peygamber
    (s.a.v.), ilk hazırlananlar arasındaydı. Talha (r.), yola çık­ma zamanını
    öğrenmek için Mescide geldiğinde onu ka­pının önünde at sırtında görünce çok
    şaşırdı. Peygamber (s.a.v.) miğferinin önünü indirmişti, gözlerinden başka ye­ri
    görünmüyordu. Bunun üzerine Talha, sakat olmasına rağmen hazırlanmak üzere
    hemen eve koştu.

    Beni Selime’den yola
    çıkanlar arasında, çoğu on’dan i’azla kılıç veya ok yarası almış olan kırk
    yaralı vardı. Kararlaştırdıkları yerde Peygamber (s.a.v.)’le buluşunca sı­raya
    girdiler. Peygamber (s.a.v.) onların kalelerinin beden­lerinden daha güçlü
    olduğunu görünce çok sevindi ve şöy­le dua etti: «Allah’ım, Beni Selime’ye
    merhamet et!» Bü­tün kabileler arasında, Uhud’a katılmayan fakat bu kez onlara
    katılan bir tek kişi vardı. Bu Cabir (r.l ‘di. O sabah Peygamber (s.a.v.)’in,
    çağrısını duymuş ve ona giderek: «Ey Allah’ın Rasulü, savaşta bulunmayı çok
    istiyorum. Fa­kat babam beni yedi küçük kız kardeşimin başında bı­raktı. Ben
    ümit ettiğim halde şehadette Allah onu bana tercih, etti. Ey Allah’ın Rasulü,
    hiç olmazsa bu kez seninle gelmeme izin ver* dedi. Peygamber (s.a.v.) de ona
    diğer­leriyle birlikte gitme izni verdi.

    Medine’den sekiz
    kilometre ötede konakladılar. O sı­rada düşman da kendilerinden fazla uzakta
    olmayan Rev-ha’da konaklamıştı. Bunu duyan Peygamber (s.a.v.) adam­larına
    mümkün olduğu kadar geniş alana yayılmalarını ve kendileri için odun
    toplamalarını emretti. Her adam ken­disi için bir ateş yakacakta. Güneş batana
    dek beşyüz öbek odun topladılar. Gece olduğunda herkes kendi ateşini yak­tı.
    Çok sayıdaki ateş öbekleri uzaktan sanki büyük bir or­du konaklamış izlenimi
    veriyordu. Hâlâ putperest olma­sına rağmen müslümanlara dost olan Huzaa’h bir
    adam Etm Sûfyanfa gidip, gerçek olmadığı halde, Uhud’a katıl­mayanlar ve
    müttefikleri de dahil bütün Medine’lilerin sa­vaş meydanına geldiklerini haber
    verdi. «Tanrıya andolsun, siz anların atlarının başını görür görmez
    kaçmalıydınız» dedi. Kureyşlîlerden bazdan Medine’ye saldırmak istiyor­du»
    fakat şimdi hepsi en hızlı şekilde Mekke’ye dönme ka­rarı almışlardı. Bununla
    birlikte Ebu Süfyan, erzak al­mak için Medine’ye giden bir gruptan Peygamber
    (s.a.v.)’e mesaj göndermeyi İhmal etmedi. «Muhammed (s.a.v.)’e de ki: «’Biz
    .ona ve arkadaşlarına karşı çıkıp, geri kalanların hepsinin kökünü kurutuncaya
    kadar onlarla savaşacağız.’ Geri döndüğünde Ukaz panayırına uğra, deveni kuru
    üzüm­le yükleyeyim» dedi. Adamlar, mesajı Peygamber Cs.a.v.)’e ulaştırdığında,
    o kısa bir süre önce inen âyetle cevap ver­di:

    «Allah bize yeter, o
    ne güzel vekildir.» (Âl-i tmran: 123).

    Peygamber Cs.a.v.) ve
    arkadaşları Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerini orada her akşam ateş yakarak
    ge­çirdiler. O üç gün boyunca tüm müslümanlar dinlendiler ve bayram sevinci
    yaşadılar. Bir önceki yaz hasat çok ve. rimli geçmişti. Sa’d îbn Ubade (r.)
    otuz deve yükü hur­ma, diğerleri de kurban edilmek üzere hayvanlar getir­mişlerdi.
    Perşembe günü toparlanıp Medine’ye döndüler.

    Uhud savaşından
    döndükten sonra Îbn Ubey’in oğlu Abdullah, savaştan sonraki ilk geceyi,
    çarpışma sırasında aldığı bir yarayı dağlamakla geçirdi. Bu sırada babası ona
    savaşa katılmasının aptallık olduğunu söylüyordu. «Tanrı­ya andolsun, sonuç tam
    benim tahmin ettiğim gibi oldu» dedi. Oğlu: «Allah’ın Rasulü ve müslümanlar
    için yaptığım şey hayırlıydı» dedi. Fakat Îbn Ubey tartışmaya açık de­ğildi.
    «Eğer öldürülenler bizle geri dönmüş olsalardı, öl-dürülmezlerdi» diye iddia
    etti. Oğlu, diğer müslümanlarla birlikte savaşta iken o Medine’de boş
    durmamıştı. Yahu­diler ise daha önce göstermedikleri derecede şiddeti bir
    kesinlikle şöyle diyorlardı: «Muhammed (s.a.v.) sadece krallık peşinde koşuyor.
    Hiçbir peygamber böyle bir sonla karşılaşmamıştır. Hem kendisine hem de
    arkadaşlarına bü­yük darbeler vurulmuş».

    Yahudilerin ve
    münafıkların söylediklerinin çoğu, Uhud’a yakın bir yerde ateşler yakarak
    yapılan gösteri­den sonra şehre dönen. Ömer (r.)’in kulağına gitmişti. Ömer,
    bunları duyunca hemen Peygamber (s.a.v.)’e gitti ve bundan soiumlu olan
    kişileri öldürmek için ondan izin istedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) buna izin
    vermedi. «Al­lah, dinini yüceltecek ve Peygamber (s.a.v)’ine güç vere­cek»
    dedi. «Ey Hattab’m oğlu, gerçekten Kureyş bize bir daha aynı günü yaşatamayacak
    ve gidip Köşe’yi selâmlaya­bileceğiz»[1]
    -Mekke’ye girip Hacer’ül-Esved’i Öpeceklerin; kastediyordu-.

    Ömer’in ellerinin
    bağlı olmasına rağmen Ibn Ubey, ce­zasız kalmadı. O, Mescidde cuma namazları
    için kendine şerefli bir konum, edinmişti. Onun Medine’deki konumunu herkes
    bildiği için buna kimse karşı çıkmıyordu. Peygam­ber (s.a.v.), minbere hutbe ve
    vaaz için çıktığında Ibn Ube> kalkar ve şöyle derdi: «Ey insanlar, bu
    Allah’ın Rasulüdür. Dilerim Allah onun sayesinde bize merhamet eder. O hal­de
    ona yardım edin, onu onurlandırın, onu dinleyin ve ona itaat edin*. Daha sonra
    tekrar otururdu. Fakat Uhud dönüşünden sonraki ilk.Cuma namazında Ibn Ubey her
    za­manki gibi aynı, şeyleri söylemek için ayağa kalktığında, etrafında bulunan
    Ensardan müslümanlar onu iki tara­fından tuttular ve: «Ey Allah’ın düşmanı,
    otur. Bu yap­tıklarından sonra senin konuşmaya hakkın yok» dediler Bunun
    üzerine Ibn Ubey, kalabalığın arasından zorlukla sıyrıldı ve cemaati terketti.
    Mescidin kapısında ona rastla­yan Ensardan biri ona: «Dön ve Allah’ın
    Rasulünden ba­ğışlanma dile» dedi. Fakat o şu cevabı verdi  «Tanrıya an. dolsun, benden bağışlanma
    dilememi isteyen kişiyi ben istemiyorum».

    Uhud’u izleyen
    günlerde Peygamber (s.a.v.) savaşla il­gili birçok yem vahiyler aldı. Bu
    âyetlerden iki kabilenir.

    de büyük bir bölümünün
    savaş başladığı anda alanı ter-ketmeyi düşündükleri, fakat Allah’ın onlara güç
    ve karar­lılık verdiği açığa çıkıyordu. Bu iki kabileden biri, düşma­nı takip
    etmeye gittiklerinde hemen hazır oluşlarıyla Pey­gamber (s.a.v.)’i sevindiren
    Hazreç’li Beni Selime kabilesi idi. Beni Selime \q Evs’li Beni Harise
    kabileleri bu âyet­leri (Âl-îmran : 122) duyunca, âyette kastedilen kişile­rin
    kendileri olduklarını itiraf ettiler. Fakat o anki zayıf­lıkları için
    üzülmüyorlardı, çünkü Allah onlara kendi ka­zanacakları güçten daha fazla güç
    ve kararlılık vermişti. Ayetler savaş sırasında birden paniğe kapılıp dağa
    kaçan­lardan ve özellikle şehit olmak istedikleri için Peygam­ber (s.a.v.) ‘i
    savaşa teşvik edenlerden bahsediyordu.

    «Yoksa siz Allah,
    İçinizden cihad edenleri belirtip -aytrdetme-den ve sabredenleri de belirtip’
    ayırdetmeden cennete gireceğinizi mt sandtntz? Andolsun, siz onunla
    karşılaşmadan önce Ölümü te­menni ediyordunuz, işte siz -bakıp dururken- onu
    gördünüz de.» (Ahi lmran: 142-143).

    Fakat vahiy, savaş
    alanında emirlere uymayan kişi­lerin cezalanın orada ödedikleri ve
    affedildiklerini de be­lirtiyordu, ödedikleri cezanın veya keff arf etin bir
    kısmı .Pey­gamber (s.a.v.)’in ölüm haberini duyduklarında çektikleri acı ve
    üzüntüdür (Âl-i lmran.- 152-155). Eski medeniyetle­rin harabe ve tarihlerine
    bakarak, Arabistan’ın gelenek­lerinin de bir gün yok olacağı ve zaferin islam’ın
    olacağı da anlaşılıyordu.

    «Gerçek şu ki, sizden
    Önce nice sünnetler (kanun özelliğini ka­zanmış olaylar) gelip geçmiştir.
    Bundan dolayı yeryüzünde gezip dolaşın da yalan sayanların uğradıkları sonuç
    nasıl oldu bir görün. Bu (Kur’an), İnsanlar için ‘dolambaçsız bir açıklama
    (beyan)’ sakı­nanlar için de bir hidayet ve öğüttür. Gevşemeyin, üzülmeyin,
    eğer inanmtşlarsantz en üstün olan sizlersiniz.» (Âl-i lmran: 137-139).

    Bir de gelecekle
    ilgili bir olaya değiniliyordu: 280

    Muhamtned, yalnızca
    bir peygamberdir. Ondan önce nice pey­gamberler gelip geçmiştir. Şimdi ölürse
    ya da öldürülürse, sîz to­puklarınız üzerinde gerisin geriye mı döneceksiniz?
    iki topuğu üze­rinde gerisin geri dönen kimse, Allah’a kesinlikle zarar
    veremez. Mlah şûkredenleri pek yakında ödullendırecektir» f AH ttnran: 144).

     

     



    [1] W. 317.

     

  • Şehitlerin Gömülmesi Hz. Muhammedin Hayatı

     

    54.  
    Şehitlerin Gömülmesi

     

    Peygamber (s.a.vj,
    arkadaşlarına düzlüğe inmelerini emretti. Haris İbn Simme tr.), önden, Hamza
    (r.)’mn ce­sedini bulmak üzere savaş alanına gönderilmişti. Fakat Haris,
    gördüğü manzara karşısında çok şaşırmış ve Pey-gamber’e ne diyeceğini
    bilemediği için geri dönmekte ge­cikmişti. Bunun üzerine Ali’yi onun arkasından
    gönder­diler. Ali, Haris’i parçalanmış cesedin başında beklerken buldu.
    Birlikte geri döndüler. Peygamber, kâfirlerin ne yap­tığım duyunca «Şimdiye
    kadar hiç böyle sinirlenmemiş-tim; gelecek sefer eğer Allah bana Kureyşlilere
    karşı za­fer verirse, onlardan otuz cesede aynı şeyi yapacağım» de­di.1. Fakat
    bundan kısa bir süre sonra şu âyetler indi:

    «Eğer ceza
    verecekseniz, size ceza verilenin misliyle ceza verir ve eğer sabrederseniz,
    andolsun bu, sabredenler için daha hayırlı­dır* (Nahl: 126).

    Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.), biraz önce ettiği yeminden geri dönmekle kalmayıp,
    cesetlere zarar veriJ-mtatai de yasakladı. Yanısıra, savaş sırasında, insanın
    en tanrısal bölümü olan yüzüne dikkat- edilmesini istedi. «Bir darbe
    indireceğiniz zaman, bunun yüze gelmemesine dik­ti)
    1.1. 584. 278

    kat edin. Çünkü Allah,
    Adem’i kendi suretinde yaratmış­tır»1.

    Abdullah îbn Cahş da
    Hamza’nın biraz ötesinde öl­dürülmüş ve cesedi tahrip edilmişti. Peygamber
    (s.a.v.) başka ölüleri aramak için yüzünü onlardan çevirdiğinde değişik bir
    manzarayla karşılaştı. Kendi akrabalarından olan Abdullah ve Hamza’nın biraz
    ötesinde Hanzala’nın cesedi vardı, Kureyş’in ne kadınları ne de erkekleri ona
    dokunmamışlardı. Hanzala (r.) orada sanki meleklerin kendisini yatırdığı
    şekilde uzanıyordu. Saçları, öğlenin ku­ru toprağı üzerindeki suyla ıslanmıştı.
    Yanından geçen herkes Allah’a şükrediyordu. Çünkü onun güzelliği şehit
    arkadaşlarının Cennette şimdiki durumunu gösterir bir işa­retti.

    Biraz ötede Haysenıe
    (r.) ve Îbn ed-Dehdehe (r.)’nin cesetleri vardı. Heyseme, rüyasında şehit
    oğlunu gören; Sa­bit îbn ed-Dehdehe de, yetim çocuğa hurma ağacını he­diye eden
    adamdı. Peygamber (s.a.v.) Sabit’i gördüğünde; «Meyve yüklü alçak dallı hurma
    ağaçlan! İbn ed-Dehde-henin Cennette ne çok ağacı var!»3 diye buyurdu.

    Evs’lilerden bir grup
    kendi ölülerini ararken, daha bir gün önce müslüman olmamakla suçladıkları Usayrim
    adın­da bir adamın cesedini buldular. Ona ne zaman İslam’­dan bahsetseler, O:
    «Sizin söylediklerinizin doğru olduğu­nu bilsem, hiç tereddüt etmem» derdi.
    Fakat şimdi savaş alanında çok ağır yaralı bir şekilde yatıyordu, henüz
    ölme-mişti. «Seni buraya getiren ne?» dediler, «Halkını koru­mak mı yoksa
    îslâmı korumak mı?» «İslam için geldim» dedi, «Birden bire Allah’a ve Rasulüne
    inandım ve Müs­lüman oldum. Ondan sonra da kılıcımı alıp bu sabah er­kenden
    Allah’ın Rasulü ile beraber olmak için buraya gel­dim. Beni yere düşüren bir
    darbe yiyenceye kadar da sa­vaştım». Daha fazla konuşamadı. Evs’li grup onun
    başın­da ölünceye dek beklediler. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) ‘eUsayrim’den
    bahsettiler. O da Usayrim’in Cennetliklerden olduğunu söyledi. Sonraki yıllarda
    Usayrim, beş vakit na­mazdan birini bile kılmadan Cennete giren adam olarak
    tanınırdı.

    Şehidler arasında bir
    de yabancıya rastladılar. İlk baş­ta yabancı olduğunu sanmışlardı, fakat
    içlerinden biri onun Salebe kavminin Yahudi alimlerinden Muhayrîk olduğu­nu
    anladı. Daha sonradan öğrendiklerine göre Muhayrik o sabah erkenden halkını
    toplamış ve Peygamber (s.a.v.) ‘e verdikleri sözü tutarak, putperestlere karşı
    onun yanında olmaları gerektiğini söylemişti. Onlar, bunun Sebbat anla­mına
    geldiğini söyleyince O: «Sebbat’a inanmayın» demiş ü. Daha sonra, öldürülürse
    Muhammed (s.a.v.)’in kendisi­nin varisi olduğunu duyurmuştu: «Eğer bugün
    öldürülür-sem, tüm mallarım, onları Allah’ın gösterdiği şekilde harcayacak olan
    Muhammed (s.a.v.)’indir.» Daha sonra kı­lıcını ve diğer silahlarını alıp Uhud’a
    doğru yola çıkmış ve orada öldürülünceye kadar savaşmıştı. Bundan sonra
    Medine’ye dağıtılan sadakaların çoğu, Peygamber (s.a.v.) ‘e, Muhayrîk’ten miras
    kalan hurma bahçelerinden kaynak­lanıyordu. Peygamber (s.a.v.), Muhayrik için:
    «Yahudi­lerin en iyisi» demişti.

    Mekke’lilerin evlerine
    döndükleri anlaşılır anlaşılmaz Medine’Iiler rahat bir nefes aldılar ve
    kadınlar öğleden be­ri kulaklarına gelen söylentilerin doğru olup olmadığını
    anlayıp ölülerini görmek üzere şehrin dışına çıkmaya baş­ladılar. İlk gelen
    kadınlar arasında Aişe, Ümmü Eymen ve Safiye vardı. Peygamber (s.a.v.),
    Safiyeyi görünce çok üzüldü ve Zübeyr’e: «Annene yardım et ve Hamza’nin me­zarının
    hemen kazılmasını sağla. Git anneni götür, kar­deşine olanları görmesin» dedi.
    Bunun ürerine Zübeyr, Sa-fiye’ye gitti ve: «Anne, Allah’ın Basulü sana geri
    dönme­ni emrediyor» dedi. Fakat Safiye zaten haberleri önceden öğrenmişti.
    «Niçin gidecekmişim?» dedi, «Kardeşimin ba­şına gelenleri duydum. Fakat bu
    Allah içindi. Allah’tan ge­lene razıyım, tnşaallah sabredeceğime söz
    veriyorum». Zü­beyr, Peygamber (s.a.v.)’e döndü, O da Safiye’nin gelmesine izin
    verdi. Bunun üzerine Safiye kardeşinin cesedinin yanına geldi ve şu âyeti
    okudu: «Biz Allah’a ait (kullar) iz ve şüphesiz O’na dönücüleriz». Bunu duyunca
    hepsi Bedir’den sonra indirilen âyetleri hatırladılar ve rahatladı­lar .

    «Ey iman edenler,
    sabırla ve namazla yardım dileyin. Ger­çekten Allah, sabredenlerle beraberdir.
    Ve sakın Allah yolunda Öldürülenlere «ölüler» demeyin; tersine onlar
    diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz. Andolsun, biz sizi bir parça
    korku, aç­lık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle
    imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet
    ettiğinde, derler ki: Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.
    Rabbinden (olan bir salat) bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete
    erenler de bunlardır».

    (Bakara: 153-157).

    Safiye daha sonra
    kızkardeşi Umeyme’nin oğlu Ab­dullah îbn Cahş (r.)’ın cesedi başında dua etti.
    Fatıma (r.) da ona katıldı. İki kadın birlikte ağladılar. Peygamber (s.a.v.) de
    onlarla birlikte ağlayarak rahatladı. Daha son­ra Fatıma babasının, yaralarını
    sardı. Kuzenleri Hamne’ye kocası Mus’ab’m, erkek kardeşi Abdullah’ın ve
    amcasının ölüm haberini vererek üzüldüler. Savaşın ilerlediği bir an­da
    Peygamber (s.a.v.), hâlâ sancağ* elinde taşıyan Mus’-ab’ı görmüş ve ona
    seslenmişti. Fakat adam : «Ben Mus’ab değilim» diye cevap vermiş. Peygamber
    (s.a.v.) de, onun Mus’ab’m yerine sancağı taşıyan bir melek olduğunu an­lamıştı.
    Peygamber (s.a.v.) genç adamın cenazesi başında durdu ve şu âyeti okudu:

    «Mü’minlerden Öyle
    erkek-adamlar vardır ki, üzerinde Allah ile yaptıkları ahide sadakat
    gösterdiler; böylece onlardan kimi adağını gerçekleştirdi (şehid olup sözünü
    yerine getirdi), kimi de beklemektedir. Onlar hiç bir değiştirme ile
    (sözlerini) değiştirme-diler» (Ahzab; 23).

    Peygamber Cs.a.vJ,
    bütün ölülerin Hamza’nın cenaze­sinin yanına getirilmesini ve mezarların
    kazılmasını emretti. Hamza bir örtüye sarılmıştı, Peygamber (s.a.v.) onun için
    cenaze namazı kıldı. Bunun ardısıra diğer cenazeler için de toplam yetmişiki
    cenaze namazı kıldı. Bir mezar ka­zılır kazılmaz iki veya üç cenaze bir mezara
    gömülüyor­du. Hamza ve yeğeni Abdullah aynı mezara yan yana gö­müldüler.
    Peygamber (s.a.v.) gömülme işlemi boyunca her mezarın başında bulundu.
    «Cemuh’un oğlu Amr ile Amr’m oğlu Abdullah’ı bulun» dedi, «Onlar bu dünyada
    birbirin­den ayrılmaz iki dosttu, ikisini aynı mezara gömün». Fa­kat Amr’m
    zevcesi ve Abdullah’ın -Cabir’in babası- karde­şi olan Hind ikisinin
    cenazesini, oğlu Hallâd’mki ile be­raber getirmişti. Hind onları Medine’ye
    götürmeye çabala­mış, fakat düzlüğün sonunda ona, bunun Allah’ın emriyle olduğu
    söylendi. Bu nedenle Hind cenazeleri tekrar savaş alanına geri götürmek zorunda
    kalmıştı. Bu üç cesed aynı mezara gömüldü. Peygamber (s.a.v.} gömülme işlemi bi­tene
    dek mezarın başında durdu ve : «Ey Hind, Amr, oğ­lun Hallâd ve kardeşin
    Abdullah, hepsi beraber Cennet-teler». Bunun üzerine Hind: «Ey Allah’ın Rasulü,
    beni de onların yanma yerleştirmesi için Allah’a dua et- dedi.

    ölülerin çoğunun
    aksine, Muzeyne’li adamın o anda orada hiç akrabası yoktu. Çünkü yeğeni de
    ölünceye ka­dar orada savaşmıştı. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) onun başına gitti
    ve: «Benim senden razı olduğum gibi, Allah da senden razı olsun»[1] dedi.
    Muzeyne’linin vücudunu giy­diği yeşil çizgili örtüyle kapattılar. Mezara
    koyduklarında Peygamber (s.a.v.), onun yüzünü kapatmak için örtüyü yu­karı
    çekti. Fakat bu kez de ayaklan açıkta kaldı. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.v.),
    yanmdakilerden çevreden bi­raz ot toplayıp adamın ayaklarını örtmelerini
    istedi. Diğer cenazeler için de aynı şey sözkonusuydu. Yani toprak atıl­madan
    önce ölünün yüz ve ayakları başka birşeyle örtülmeliydi.

    Son mezar da
    kapatıldığında Peygamber (a.n.v.) atım istedi ve bindi. Şafakta geldikleri
    yoldan geri döndüler, Medine’nin girişindeki kayalıklara geldiklerinde,
    çevresin­dekilere saf oluşturmalarını söyledi. Erkekler Mekke’ye dö­nük iki saf
    oluşturdular. Ondört kadın da onların arka­sına dizildi. Daha sonra Allah’a dua
    edip şükür ve hamd-lerini sundular «Allah’ım, senden selamını, rahmetini, be­reketini
    ve affını diliyorum, Allah’ım, senden ne sona eren, ne de solan ebedî saadeti
    istiyorum. Allah’ım, senden kor­kulacak günde eminlik, yokluk gününde çokluk
    istiyo­rum.»[2].

     

     



    [1] W. 277.

    [2] W. 315.