Ay: Ocak 2014

  • Umre Ve Sonrası Hz. Muhammedin Hayatı

    72.    UMRE VE SONRASI

     

    Hudeybiye
    anlaşmasından yaklaşık bir yıl geçmişti, Kureyş’in verdiği söze uygun olarak
    Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşlarının umre yapmak için Mescid-i Haraiû’i ziya­ret
    etme zamanı gelmişti. Ölen veya savaşlarda öldürülen­ler hariç içlerinde geçen
    yılki hacıların da bulunduğu top­lam ikibin hacı vardı. Hudeybiye’de bulunmayanlardan
    biri de Beni Devs’ten[1] Ebu
    Hureyre (r.) idi. Kabilesinden bir grupla Hayber’den sonra Medine’ye gelmiş ve
    Ehl-i Suffa’ya katılmıştı. Müslüman olduktan sonra adı Abdur-rahman’a çevrilmiş
    fakat yine de çoğunlukla «kedilerin babası» anlamına gelen Ebu Hureyre adıyla
    anılmıştı. Bu ad ona, Peygamber (s.a.v.) gibi kedileri çok sevdiği ve ya­nında
    sürekli bir kedi yavrusu bulundurduğu için veril­miştir. Daha sonra Peygamber
    (s.a.v.)’in gözdelerinden “bi­ri olmuştur. Bu hac sırasında da Peygamber
    (s.a,v.) onu kurban develerinin bakımı ile görevlendirmişti.

    Kureyşliler, hacıların
    haram bölgeye yaklaştıklarını duyunca etraftaki tepelere çekilerek tüm vadiyi
    boşalttı­lar. Kureyş liderleri Ebu Kubays tepesine toplandılar ve oradan
    Mescid’i gözlediler. Oradan geniş bir alanı görebi­liyorlardı. Şimdi uzun bir
    sıra halinde kuzey-batı geçidin­den hacıların şehrin hemen altındaki vadiye
    girdiklerini görüyorlardı. Bir süre sonra çok eskiden beri gelenek olan bir söz
    duymaya başladılar: (Lebbeyk Allahümme Lebbeyk Allahun, işte geldim,
    hizmetindeyim).

    Başları traşlı beyaz
    giysili hacı kalabalığına en önde Kesva’nn üstünde olan Peygamber (s.a.v.) ve
    yerde devesinin ipini tutan Abdullah îbn Rehava (r.) önderlik edi­yordu.
    Diğerlerinin de bir kısım develerde bir kısmı ise yayandı. En yakın yoldan
    doğruca Kâ’be’ye yöneldiler. Her­keste belden yukarısını örten bir kumaş
    parçası vardı. Mescid’e girildiğinde Peygamber (s.a.v.) üstündeki elbise­yi
    düzeltti. Omuzunu açıkta bırakarak kumaşı sağ kolu­nun altından geçirdi, iki
    ucu sol omuzundan çaprazlama geçirerek iki ucunu öne ve arkaya sarkıttı.
    Diğerleri de onun gibi yaptılar. Peygamber fs.a.v.) bineğinin üstünde Kâ’be’nin
    güney-doğu köşesine doğru ilerledi ve asası ile Hacer’ül-Esved’e dokundu. Daha
    sonra Kâ’be’yi yedi kez tavaf etti. Tavaftan sonra Safa tepesinin eteklerine
    gitti ve Safa ile Merve arasında yedi kez gidip geldi. Sa’y adı ve­rilen bu
    yürüyüş kurban develerinin yöneldiği Merve tepe­sinde son buluyordu. Peygamber
    (s.a.v.) orada bir deve kurban etti ve Hudeybiye’de de ayna görevi yerine
    getiren Hiras’a başını traş ettirdi. Umre farizası burada son bulu­yordu.

    Daha sonra putlarla
    dolu olmasına rağmen Kâ’be’ye girmek niyetiyle Mescid-i Haram’a doğru yöneldi.
    Fakat Kâ’be’nin kapılan kapalıydı ve anahtar da Abdu’d-Dar kabilesinden bir
    adamdaydı. Peygamber (s.a.vj anahtarı istemek üzere bir adam gönderdi, Fakat Kureyş
    liderleri, bunun anlaşmada yer almadığını ve Kâ’be’ye girmenin haccm
    farzlarından olmadığını söylediler. Bu nedenle Müs­lümanlardan hiç kimse o yıl
    Kâ’be’ye giremedi. Fakat gü­neş en yüksek noktasına ulaştığında Peygamber
    fs.a.v.) Bi­lâl (r.)*e Kâ’be’nin çatısına çıkıp ezan okumasını söyledi. Onun
    gür sesi tüm Mekke vadisini doldurdu ve ilk önce tekbir, daha sonra de kelime-i
    şehadet sesleri Mekke etra­fındaki tepelere kadar ulaştı: «Şehadet ederim ki
    Allah’­tan başka ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki Muharn-med Allah’ın
    Rasuîüdür.» Ebu Kubays tepesindeki Kureyş liderleri Bilâl’i açıkça
    görebiliyorlardı ve zenci bir köleyi Kâ’be’nin çatısında görünce çok
    sinirlendiler. Bunun yanısıra, bu durumun düşman için birçok yan etkilere neden
    olacak bir zafer olduğunun da farkındaydılar. Bu nedenle bir yıl önce kendi
    lehlerine görünen anlaşmayı imzaladık­larına pişman olmuşlardı.

    Hacılar boş şehirde üç
    gün geçirdiler. Peygamber (s. a.vVin. çadırı Mescid’e kurulmuştu. Geceleri
    gizlice Müs­lüman olan Mekke’liler tepelerden sessizce iniyor ve Müs­lümanların
    kampında sevinçli dakikalar yaşanıyordu. Ku-reyş’in Müslüman olmasına ses
    çıkarmadığı Abbas (r.), açıkça bu üç günün çoğunu Peygamber (s.a.v.J’le
    birlikte geçirmişti. İşte bu sırada karısının kardeşi Meymune’yi Peygamber
    Cs.a.v.)’e eş olarak teklif etmiş, o da kabul et­mişti. Meymune ve Ümmü’1-Fadl
    öz kardeştiler. Onların yaraşıra, Abbas’ın evinde, bu ikisinin üvey kardeşi ve
    Hamza’mn dul eşi Selma ile kızları Ümâre de kalıyordu. Ali tr.), kuzenlerinin
    yani Hamza (r.^ ‘nın kızının putperest­ler içinde bırakılmaması gerektiğini
    söyledi. Peygamber Cs.a.v.) ve Abbas (r.) da bu öneriyi kabul ettiler. Fatıma
    (r.) hacılar arasında olduğu için Ümare’nin de onunla birlikte, tahtına
    binmesine karar verildi.

    Üç günün sonunda Süheyl
    ve Huveytib, Ebu Kubays’tan indiler ve Sa’d îbn Übade (r.) ve bir grup Ensar
    ile birlikte oturan Peygamber ts.a.v.)’e: -Zamanın bitti, bizden uzaklasın»
    dediler. Peygamber (s.a.v.): «Bana evli­liğimi sizin aranıeda yapıp, size düğün
    yemeği sunmam için bir süre daha burada kalmamın ne gibi bir zararı ola­bilir?»
    cevabını verdi. Onlar: «Senin vereceğin ziyafete ih­tiyacımız yok» Bizden
    uzaklaş, Ey Muhammed, senden Al­lah adına ve aramızdaki anlaşma adına ülkemizi
    terketme-ni istiyoruz. Bu üçüncü geceydi ve geçti» dediler. Onların bu saygısız
    ve nezaketsizliğine Sa’d çok sinirlenmişti, fa­kat Peygamber (s.a.v.) onu
    teskin etti ve: «Ey Sa’d, bizi kampımızda ziyaret edenlere kötü söz söyleme!»
    dedi. Daha sonra karanlık çökmeden bütün Müslüman şehirden ayrılması için emir
    verdi. Fakat hizmetçisi Ebu Baîi’yi, Meymune’yi getirmek üzere Mekke’de
    bıraktı.    Meymune geldiğinde, haram
    bölgenin birkaç mil dışında Şerif deni­len yerde düğün yapıldı.

    Bu yeni bağ, düşmanla
    daha önceden tahmin edilme­yen bir ilişkiye neden oldu. Meymune, Ümmü’1-Fadl ve
    üvey kardeşleri Selma ve Esma hep bir annenin çocukla­rıydı. Fakat Meymune ve
    Ümmül-Fadl’ın babalan tara­fından da ‘Asma[2]
    adında bir üvey kardeşleri vardı. Mah-zum’lu Velid’in dul eşi olan ‘Asmâ’nın
    Velid’den Halid adında bir oğlu olmuştu. Halid şimdi hanımının yeğeni ol­ması
    nedeniyle Peygamber (s.a.v.)e akrabalık bağıyla bağ­lanmış oluyordu.

    Medine’ye döndükten
    kısa bir süre sonra bir gün Peygamber (s.a.v.) öğle uykusundan, ateşli bir
    tartışma se­siyle uyandı. Tartışanların seslerinden onların Ali Cr.), Zeyd (r.)
    ve Cafer (r.) olduklarını anladı. Tartıştıkça bir karara varmaktan daha da
    uzaklaşıyorlardı. Peygamber (s.a.v.) odasının kapısını açıp dışardan onlan
    çağırdı ve tartışma konusunun ne olduğunu sordu. Sorunun bir şeref sorunu
    olduğunu ve Medine’ye geldiğinden beri Ali (r.)’-nin evinde kalan Hamza’nın
    kızı ümare Cr.) üzerinde han­gisinin daha çok hakka sahip olduğunu
    tartıştıklarını söy­lediler. «Bana gelin» dedi Peygamber (s.a.v.), «aranızda
    hükmü ben vereceğim». Hepsi oturduktan sonra ilk önce Ali (r.)’ye dönerek bu
    konuda ne düşündüğünü sordu. Ali, «O benim amcamın kızı, onu Mekke’den ben
    getirdim, bu yüzden onun üzerinde en çok benim hakkım var» dedi. Peygamber
    (s.a.v.) daha sonra Cafer’e döndü. O da «O be­nim amcamın kızı ve annesinin kız
    kardeşi benim evimde» dedi. Cafer’in karısı Esma (r.), Ümarenin teyzesiydi.
    Zeyd ise sadece «O benim kardeşimin kızıdır» dedi. Çünkü Pey­gamber (s.a.v,)
    Medine’ye ilk geldiklerinde Hamza ile Zeyd’i kardeş yapmıştı. Hamza (r.) da
    kendi ile ilgili bütün işlere Zeyd (r.)’in bakmasını vasiyet etmişti. Üçü de bu
    şeref meselesinde kendisinin. haklı olduğunu düşüne­cek nedenlere sahipti. Bu
    nedenle Peygamber (s.a.v.) ka­rarını açıklamadan Önce hepsini de öven sözler
    söyledi. îşte o zaman Cafer’e: «Görünüşün ve karakterin bana ben­ziyor»[3]
    demişti. Hepsini övücü sözlerle memnun ettikten sonra Cafer’in lehine olan
    kararını açıkladı. «Onun üzerin­de ençok senin hakkın var» dedi. «Annenin kız
    kardeşi de bir annedir». Cafer hiçbir şey söylemedi, fakat ayağa kal­kıp
    Peygamber (s.a.v.)’in etrafında dansederek bir daire çizdi. Peygamber (s.a.v.):
    «Cafer, bu da ne?» diye sordu. O şu cevabı verdi: «Habeşistanlıların krallarına
    yaptıkları bir şeref gösterisi. Necaşi ne zaman birine sevineceği bir şey verse
    o adam ayağa kalkar ve onun etrafında dans eder.»

    Bundan kısa bir süre
    sonra Peygamber (s,a.v Ümare (r.) ile, kendi üvey oğlu Seleme (r.)’yi
    evlendirdi. Sele-me’nin babası Ebu Seleme, Hamza’nın kız kardeşi Berrenin oğlu
    olduğu için Seleme aynı zamanda Ümare’nin ku­zeni oluyordu. Bu evlilik
    sırasında Peygamber (s..a.v.): «Şimdi Seleme’ye borcumu ödedim mi?» demişti. Bu
    söz­leriyle Peygamber (s.a.v.) Seleme, annesi Ününü Seleme’yi kendisine verdiği
    için ona borçlu olduğunu ve karşılığın­da da ona bir gelin vererek bu borcunu
    ödediğini söylemek istiyordu.

    Kureyş’in ileri gelen
    birçok adamı Peygamber (s.a. v.)’in Mekke’ye girişine şahit olmuşlardı. Fakat
    Halid ve Amr ne Ebu Kubays’ta, ne de diğer tepelerde kamp kuran­lar arasında
    yoktu, ikisi de Peygamber (s.a.v.)’in şehre yaklaşmasından kısa bir süre önce
    şehirden ayrılmışlardı. Ayrılış kararları birbirinden bağımsızdı ve ayrüma
    neden­leri de birbirinden farklıydı. Fakat bir noktada aynı görü­şü
    paylaşıyorlardı: «Hudeybiye anlaşması Peygamber (s.a. v.) için moral bir zafer
    olmuştu ve onun Mekke’ye girme­si ona karşı dayanma gücünün artık yok olması
    anlamına geliyordu. Fakat Amr’ın İslâm’a düşmanca tutumunda bir değişiklik
    olmamıştı. Oysa Halid birkaç yıl öncesinden beri kararsızlık içindeydi. Dıştan
    bakıldığında bunu görmek olanaksızdı: Çünkü o Kureyşin Peygamber (s.a.v.)’e
    karşı yaptığı her savaşta yerini almıştı. Fakat daha sonraları, Uhud’dan ve
    Hendek’ten dönüşte savaşın anlamsız olduğu­nu ve sonunda nasılsa Muhammed’in
    (s.a.v) zafer kaza­nacağım düşündüğünü itiraf etmiştir. Peygamber (s.a.v.)
    Hudeybiye’ye giderken onun süvari birliğinin gözünden kaçıp gidince de Halid:
    «Bu adam gerçekten korunmuş» diye bağırdığım söylemiştir. Bu, onun İslâm’a
    karşı giriş­tiği son hereket olmuştu. Bundan sonra da Müslüman­lar Hayber’de
    zafer kazanmışlardı.

    Halid’i meşgul eden
    başka tür düşünceler de vardı: kendisine rağmen Peygamber (s.a.v.) için kişisel
    bir sevgi besliyordu, ölmeden önce kardeşi Velid’in kendisine bırak­tığı
    mektuptan da Peygamber (s.a.v.)’in kendisini sorduğu nu ve: «Eğer o güçlü
    enerjisi ile putperestlere karşı islâm’ı desteklerse kendisi için çok iyi olur,
    biz de onu diğerlerine tercih ederiz» dediğini öğrenmişti. Velid de: «Ey
    kardeşim, işte neleri kaybettiğini gör» diye eklemişti.

    Bunların yanısıra bir
    de ailesindeki bazı değişiklikler Halid’i etkilemişti. Uzun süreden beri
    Peygamber (s.a. v.)in taraftan olan Halid’in annesi ‘Asma (r.) kısa bir sü­re
    Önce Müslüman olmuştu. Şimdi ise teyzesi Meymune (r.) Peygamber’in eşi idi. Bu
    evlilikten kısa bir süre sonra Halid rüyasında kendisinin her tarafı kapalı ve
    kıraç bir ülkede olduğunu görmüştü. Daha sonra bu ülkeden çıkıp her tarafı
    yeşil ve verimli otlaklarla kaplı bir ülkeye git­mişti. Halid bunun bir rüya
    veya bir hayal olduğunu dü­şünüyordu. Bunu kendisine göre yorumlayarak
    Medine’ye gitmeye karar verdi. Fakat yanında bir arkadaşla birlikte gitmek
    istiyordu. Kendisi gibi düşünen başka kimse yok muydu acaba? Şimdi orada
    olmayan Amr’ın yanısıra onun en yakın arkadaşları îkrime ve Safvan’dı. Halid,
    ikisini de çağırdı, fakat Safvan: «Bütün Kureyşliler Muhammed’in peşinden
    gitseler bile ben onun peşinden gitmem» dedi. îkrime de buna benzer bir şey
    söylemişti. Halid, ikisinin de babalarını Bedir’de kaybettiklerini, Safvan’m
    bir de karde­şini kaybettiğini aklından çıkarmamıştı. Üzgün olarak yal­nız
    başına yola koyuldu. Fakat evinden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Abdu’d-Dar’dan
    Talha’nm oğlu Osman yıllar önce Ümmü Seleme’yi Mekke’den Medine’ye götüren adam
    ile karşılaştı. Osman, Halid’in îkrime ve Safvan’-dan daha yakın bir
    arkadaşıydı. Fakat daha önce geçirdi­ği iki deneyim Halid’i suskun kılmıştı.
    Bunun yanısıra Os­man’ın Uhud’da babasını, iki amcasını ve dört kardeşini
    kaybettiğini hatırlamıştı. Bir süre sessizce birlikte yol aldı­lar. Sonra Halid
    birden bire konuşmaya karar verdi ve araştıran gözlerle: «Bizim durumumuz
    deligindeki tilkinin durumundan daha parlak değil. Sadece bir kova su döksen
    dışarı çıkmak zorunda kalır.» dedi. Osman’ın kendisinin ae demek istediğini
    anladığını yüz ifadesinden anlayan Halid, nereye ve niçin gittiğini anlattı.
    Zaten uzun süre­den beri bu düşüncede olan Osman da onunla birlikte gel­meye
    karar verdi. O, ev en bazı ihtiyaçlarını almak için gittiğinde Halid onu
    beklemeyi memnuniyetle kabul etti. Ertesi sabah ikisi birlikte Medine’ye doğru
    yola çıktılar.

    Amr’a gelince, o islâm
    konusunda Ikrime ve Safvan’-la aynı fikirdeydi. Fakat durumun tehlikesini
    onlardan da­ha iyi anlıyordu. Bu nedenle kendisini bir lider gibi ka­bul eden
    Sehl ve diğer kabilelerden bir grup genci kendisi ile birlikte Habeşistan’a
    gitmeye ikna etti. Onlara eğer Mu-hammed Cs.a.v.) sonuçta zafer kazanırsa
    kendilerinin emin bir himaye altında olacaklarını, Kureyş kazanırsa tekrar
    Mekke’ye dönme olanaklarının varolduğunu söyledi. Mu-hammed (s.a.v.)’in
    yönetiminde olmaktansa Necaşİ’nin yö­netiminde oluruz» dedi, diğerleri de onu
    doğruladılar,

    Amr akıllı bir
    politikacı ve kolayca yılmayan azimli bir adamdı. Cafer (r.) ve arkadaşlarının
    güçlü etkisini yok sayarak yaptığı büyük hataya rağmen O, Müslümanların adını
    anmadan yıllarca Necaşi ile ilişkisini devam ettir­mişti. Şimdi Müslümanlar o
    ülkeyi terketmişler ve Medine’­ye gitmişlerdi. Amr, onların gitmesiyle Necaşi’nin
    yenidine duyduğu ilginin de yok olduğunu zannediyordu. Huzu­ra ilk çıktığında
    götürdüğü deri hediyeler memnuniyetle kabul edildi. Necaşi o denli memnun
    gözüküyordu ki Arar himaye istemeye karar verdi. Fakat bu izni isterken
    Mu-hamed (s.a.v.)’den küçümseyerek bahsetti. Ama bu kira­lın birden bire çok
    sinirlenmesine neden oldu. Amr çok şaşırmıştı: Necaşi’nin söylediklerinden,
    kendisi için bu ül­kede bir gelecek kurabilmesinin —deri hediyelerden çok
    Müslüman olmasına bağlı olduğu ortaya çıkıyordu. Bu hi­mayeyi İslâm’dan
    kurtulmak için istemişti. Fakat şimdi ye­ni dine karşı koyma gücü zayıflamaya
    başlıyordu. Muhammed (s.a.v.)’in Peygamberliğini kastederek «Ey kral, buna
    gerçekten şehadet ediyor musun?» dedi. Necaşi: Tanrı hu­zurunda buna şehadet
    ediyorum» dedi. «Ey Amr, benim söy­lediğimi yap ve onu izle. Tanrıya aneîolsun
    o hak. Musa’­nın Firavun ve taraftarlarına galip gelmesi gibi o da önü­ne
    gerilen tüm engellere galip gelecek.»[4].

    Tarih Amr’ın
    arkadaşlarının isimlerini ve ne yapmaya karar verdiklerini kaydetmemiş. Fakat
    Amr kendisini Ye­men sahillerine götüren bir bota bindi. Sahile vardığında bir
    deve ve birçok yiyecek alıp kuzeye doğru yola çıktı Mekke’den Medine’ye giden
    sahil yolundaki ilk konaklar­dan biri olan Hedde’ye vardığında. Halid ve
    Osman’la kar­şılaştı. Yolun geri kalan bölümünü birlikte aldılar.

    Üçü de Medine’de
    sevinçle karşılandılar. Halid, Pey­gamber Cs.a.v.) hakkında: «Selâmımı
    aldığında yüzü par-hyordu» dedi. îlk biat eden Halid oldu. «Allah’tan başka
    ilah olmadığına ve senin Allah’ın Rasulü olduğuna şeha­det ederim» dedi. «Seni
    hidayete ulaştıran Allah’a hamd-olsun» dedi Peygamber Cs.a.v.) «Her zaman
    sende, seni so­nuçta iyiden başka birşeye götürmeyecek olan bir akıl gö­rürdüm.»
    «Ey Allah’ın Rasulü» dedi Halid (r.), «Hakka engel olmak için yapılan
    savaşların hepsinde sana karşı savaştığımı gördün. Allah’a dua et de Allah
    bunları affet­sin.» Peygamber (s.a.v.): «İslam    kendisinden önce geçen herşeyi kesip atar»
    dedi. «Bu kadar çok olsa da mı?» dedi Halid. Hâlâ yüzünde üzüntü izlert
    taşıyordu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.): «Allahım, Halid’i senin yoluna koydu­ğu
    engelerin tümünden affet» diye dua etti[5]. Daha
    sonra Osman (r.) ve Amr (r.) da kelime-i şehadet getirdi. Amr daha sonraları, o
    anda Peygamber (s.a.v.)’e duyduğu say­gıdan başını kaldırıp onun yüzüne
    bakamadığını anlatırdı.

    Amr’ın kardeşi ve Ömer
    (r.)’in kuzeni olan Hişam Hendek savaşından kısa bir süre önce Mekke’den Medi­ne’ye
    kaçmıştı. Daha sonra ona Amr’ın oğlu olan yeğeni Abdullah da katılmıştı.
    Abdullah onaltı yaşında, bir genç­ti ve çok samimi bir Müslümandı, çoğu günü
    oruçlu geçi­rirdi. Sahabe arasında en bilgili kişilerden biri olmayı da
    başarmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona kendi sözlerini yazma izni vermişti.
    Abdullah ve Hişam hep Amr’ın Müslüman olması için dua ediyorlardı. Bu nedenle
    Medine’de[6]
    tekrar bir araya gelmeleri hem Amr, hem de onlar için büyük bir sevinç unsuru
    oldu.

    Bu aylarda sevince
    neden olan olaylardan ikisi de Ca­fer (r.) ve Ali (r.)’nin ağabeyi Akil (r.)
    ile Mut’im’in oğlu Cübeyr (r.)’in Müslüman olmasıydı. Bedir’de alınan-esir­leri
    fidye karşılığı geri almak üzere geldiğinde Cübeyr’in kalbine yerleşen inanç, artık
    bir kenara atılmayacak dere­ceye gelmişti. Akil, (r.) biat etmek için
    geldiğinde Pey­gamber (s.a.v.) ona: «Seni iki tür sevgi ile seviyorum, bi­ri
    bana akrabalık bağı olarak yakın olman, ikincisi ise sa­na amcam için
    beslediğim sevgi» dedi[7].

     

     



    [1] Bak   Bol   18.

     

    [2] Gerçi latin harfleriyle yazıldığında birbirinden
    ayrılması zor oba da Esma ve Asma isimleri birbirlerinden

    farklıdır. Bu­radaki,
    Asma olup ayn ve sad ile yazılır. Esma ise elif ve sin ile yazılır

     

    [3] I. S.  IV/1, 24.

     

    [4] W. 743 420

    [5] W    741-9

    [6] Bak. Böl. 35

    [7] I   S   IV/2, 30.

     

  • Ölümler Ve Bîr Doğum Va’dî Hz. Muhammedin Hayatı

    73.   ÖLÜMLER VE BÎR DOĞUM VA’DÎ

     

    Hicret’in sevinç dolu
    bu sekizinci yılının başlarında aynı zamanda bazı üzüntüler de yaşanıyordu.
    Peygamber (s.a.v.)’in ailesinde meydana gelen ölümlerden İlki kızı Zeyneb’in
    ölümüydü. Babası ölürken Zeyneb’in yanınday­dı, damadına ve torununa teselli
    dolu sözler söyledi. Daha sonra Şevde ve Ümmü (r.) ile birlikte Ümmü Eymen
    (r.)’e cesedi gömülmeye hazır hale getirmelerini söyledi. Ölüye gusül abdesti
    aldırdıktan sonra Peygamber (s.a.v.) içine giydiği bir elbiseyi çıkardı ve onlara
    cesedi bu kumaşa sar­malarını söyledi. Daha sonra cenaze namazını kıldırdı ve
    mezann başında dua etti.

    Peygamber (s.a.v.)’e
    çocuk doğuran tek karısı Hatice idi. Medine’liler, Peygamber (s.a.v.)’in
    Medine’de de bir çocuğunun doğmasını istiyorlardı. Şu anda yaşayan eşlen
    arasında sadece ikisinin Ümmü Seleme (r.) ve Ümmü Habibe kendisinden önceki
    kocalarından çocukları olmuştu. Her yeni evlilikte Medine’liler bir çocuk
    doğması ümidiyle sevince kapılıyorlar; fakat bir müddet sonra tüm sevinçleri
    yok oluyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ‘in Hati­ce’den sonra evlendiği hiç bir
    kadından çocuğu olmamıştı. Fakat kızının ölümünden kısa bir süre sonra, onun
    tekrar baba olacağı, ortaya çıktı. Kıptî cariyesi Mariye bir çocuk bekliyordu.
    Medine’liler, Peygamber (s.a.v.)’in onu çok sev­diğini bildikleri ve onu
    sevindirmek istedikleri için zaten

    Mariye’ye çok iyi
    davranıyorlardı. Bu. haberi duymalarıyla ona besledikleri sevgi ve ilgi iki
    katına çıktı.

    Umre’den döndükten
    yaklaşık üç ay sonra Peygam­ber (s.a.v.) Suriye sınırındaki kabilelere barışçıl
    amaçlar­la onbeş elçi gönderdi. Fakat onların dostça selâmlarına ok yağmuru ile
    cevap verildi. Dövüşmek zorunda kalan elçilerin biri hariç hepsi öldürüldü.

    Bir tek Ölümle
    sonuçlanan, fakat daha büyük politik öneme sahip olan bir olay daha meydana
    geldi. Peygam­ber (s.a,v.) daha önceden Dihye el-Kelbi’yi Kayser’e yaz­dığı ve
    cevap alamadığı mektupla birlikte Basra valisine göndermişti. Gassan’lı bir
    kabile başkam Basra’ya gönde­rilen ikinci elçinin yolunu kesmiş ve elçiyi
    öldürmüştü. Çoğunlukla Hristiyan olan Gassan’hlann Kayser’in elçi­sinden yardım
    isteme riskine rağmen bu tür bir hareket cezasız bırakılamazdı.

    Peygamber (s.a.v.), üç
    bin kişilik bir ve Zeyd (r.)’in kumandasında Gassanhlara gönderdi. Eğer Zeyd
    (r.) öldürülürse yerine Cafer (r.), o öldürülürse Ab­dullah îbn Revana tr.)
    geçecekti. Üçü de öldürülürse, ordu kumandanını kendi seçecekti. Daha sonra
    Peygamber (s. a.v.) Zeyd’e beyaz bir sancak verdi ve diğer arkadaşlarıy­la
    birlikte, orduyu Uhud’un kuzeyindeki iki tepe arasında­ki veda geçidine kadar
    yolcu etti.

    Abdullah’ın yanında
    velayeti altında olan yetim bir çocuk vardı, onu semerin arkasına bindirmişti.
    Yol boyun­ca çocuk, Abdullah’ın ordu geri döndüğünde Suriye sınır­lan içinde
    kalma isteğini ifade eden mısralar okuduğunu duydu. «Bu mısraları duyunca
    ağladım» dedi çocuk, «Be­nim ağladığımı görünce kamçısının ucu ile bana dokundu
    ve: «Zavallı arkadaşım, niye üzülüyorsun? Eğer Allah bana şehitlik nasib eder,
    ben de bu dünyadan, meşakkatlerin­den, dertlerinden, acılarından ve
    olaylarından kurtulur-sam, sen semerin üstünde rahat olarak geri döneceksin»
    dedi. Bundan sonra, geceleyin yapılan bir molada iki re­kat namaz kıldı ve
    arkasından uzun süre dua etti.   Daha sonra
    beni çağırdı. Ben: ‘Buradayım, emrindeyim’, O: ‘İnşallah bu şehadettir’ dedi»[1].

    Ordu Suriye sınırına
    geldiğinde, sadece tüm kuzey kabilelerinin değil, Kayser’in temsilcisinin de
    birleşip ken­dilerine karşı savaşacağını duydular. Hep birlikte ordunun yüz bin
    kişi kadar olduğu söyleniyordu. Tabii ki bunda abartma payı da vardı. Bununla
    birlikte Zeyd (r.) bir savaş konseyi toplamaya karar verdi. Adamların çoğu bu
    duru­mun hemen Peygamber (s.a.v.)’e bildirilmesi gerektiği ka-naatindeydüer.
    Peygamber (s.a.v.) ya onlara geri dönme emri verir ya da yardımcı kuvvet gönderirdi.
    Fakat Abdul­lah bu fikre karşı çıktı. Konuşmasını Uhud’dan dnce söy­lenen ve
    gelecekte bir çok savaştan önce söylenecek olan karşı konulamayacak bir cümle
    ile bitirdi: «Önümüzdeki iyi şeyden biri var; ya zafer ya şehitlik —Cennet
    bahçele­rindeki kardeşlerimize katılıp onlara arkadaşlık etmeli O halde haydi
    ileri!».

    Abdullah’ın bu sözleri
    etkili oldu ve ordu kuzeye doğ­ru ilerlemeye devam ettiler. Şimdi uzun ve derin
    yatağın­dan doğu sınırında yükselen tepelerle ayrılmış olan Ölü Deniz’in güney
    ucundan çok uzakta değillerdi. Birkaç sa­atlik yürüyüşten sonra düşmanı
    gördüler. Bizans kuvvet­leriyle birleşmiş olan Arap ordusunun gerçek sayısı ne
    olursa olsun Müslümanlar ilk bakışta onların kendilerin­den kat kat fazla
    olduğunu farkettiler. Sayıca bu kadar dengesiz bir savaş deneyimleri yoktu, ve
    hiçbiri şimdiye kadar imparatorluğun süvarilerinde gördükleri kadar zen­gin
    savaş aletleriyle karşılaşmamıştı. Bizans süvarileri or­tada, Arap kuvvetleri
    ise iki yanında yer alıyordu. Bedir’de Akankal tepelerinden, inen Kureyş
    ordusunun şimdi gör­dükleri orduyla karşılaştırıldığında çok az silah ve zırh
    vardı. Bunun yanısıra düşman ordusu onların gelişini bek­liyordu ve lejyonlar
    savaş konumunda onlan karşılamaya hazır bekliyorlardı.

    Arazinin eğimi kendi
    aleyhlerine olduğu için hemen karşı karşıya gelmekten kaçınan Zeyd (r.),
    güneye, Mute’ye doğru çekilme emri verdi. Orada arazi bakımından avantajlı
    olacaklardı ve savaş düzenine girme fırsatları olacaktı. Sayıca çok fazla
    olduklarının farkında olan düş­man ordusu, Müslüman ordusunu Mu’te’ye kadar
    İzledi. Düşman ordusu yaklaştığında onların beklediği gibi geri kaçmak yerine
    Zeyd saldırı emri verdi.

    O anda Peygamber
    (s.a.v.) için Medine ile Mu’te ara­sındaki uzaklık yok olmuştu. Peygamber
    (s.a.v.) beyaz sancağı ile Zeyd’in orduyu nasıl düşmana doğru ilerletti­ğini
    görüyordu. Onun yere düşene kadar birçok ölümcül yara aldığını, arkasından
    sancağı Cafer (r.)’ın alıp onun da şehit olana kadar savaştığını gördü. Daha
    sonra sancağı Abdullah aldı. Onun yönettiği saldırı düşmanın ölüm saç­ması ve
    kendisinin de şehadetiyle sonuçlandı; adamları dü­zensiz bir şekilde geri
    çekildiler Ensar’dan biri olan Sabit tbn Erkam (r.) sancağı aldı ve Müslümanlar
    tekrar düzene girdiler. Bunun üzerine Sabit sancağı Halid’e vermek is­tedi.
    Fakat Halid (r)., bu şerefe Sabit (r.) ‘in daha çok hak­kı olduğunu süyleyerek
    kabul etmedi. Sabit: «Al şunu, ben sadece sana vermek için onu yerden almıştım»
    dedi. Bu­nun üzerine Halid kumandayı aldı ve safları birbirine yak­laştırdı.
    Düşman o kadar düzenli yaklaşıyordu ki Müslü­manlara düzenli bir saldırı yapmak
    için arada belli bir me­safe bırakıyordu. Saldın karşı tarafın zaferiyle
    sonuçlan­dı, fakat bu basandan hiçbir şey elde edemediler. Müslü­manlardan ise,
    üç lider dışında sadece beş kişi şehit olmuş­tu. Bu nedenle bu bir bakıma Halid
    (r.) için bir zaferdi. Peygamber (s.a.v.) savaşta Zeyd (r.) Cafer (r.) ve Abdul­lah
    (r.)’m arka arkaya şehadetini anlattıktan sonra. «Da­ha sonra Allah’ın
    kılıçlarından biri sancağı aldı ve Allah onlar için yolu açtı» dedi. Yani
    Müslümanları güvene ka­vuşturan yolu açtı, demek istiyordu. Bu günden sonra Ha­lid’e
    «Alah’m kılıcı» adı verildi.

    Peygamber (s.a.v.)
    savaşı anlatırken gözlerinden yaş­lar bosamyordu. Namaz vakti geldiğinde namazı
    kıldırdı

    ve her zaman yaptığı
    gibi, topluluğa yüzünü dönmeden, Mesclis*ten ayrıldı. Akşam ve yatsı
    namazlarında da aynen böyle yaptı.

    O sırada Cafer’in
    evine gitmiş ve: «Ey Esma, bana Cafer’in çocuklarını getir» demişti. Yüzündeki
    ifadeden şüphelenen Esma çocukları getirdi. Peygamber (s.a.v.) on­ları öptü ve
    gözleri tekrar yaşlarla doldu. Esma: «Ey Al­lah’ın Rasulü, ey bana anamdan ve
    babamdan daha sev­gili olan, seni ağlatan ne? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından
    haber mi aldın?» dedi. «Evet» dedi Peygamber (s.a.v.), -bugün vuruldular». Esma
    acı dolu bir çığlık attı, onu du­yan diğer kadınlar yardıma geldiler. Peygamber
    (s.a.v.) evine döndü ve birkaç gün sürecince Cafer’in ailesine ye­mek
    hazırlanmasını emretti. «Acıları, onları, kendi ihtiyaç­larını karşılayamayacak
    kadar meşgul ediyor» dedi.

    Ümmü Eymen (r.), Üsame
    (r.) ve Zeyd (r.)’in ailesin­den diğerleri Peygamber (s.a.v.)’in evinde idiler.
    Onlara daha önceden Zeyd (r.)’in ölüm haberini vermişti. Eve dö­nerken Zeyd
    (r.î’in küçük kısmın sokakta ağladığını gör­dü. Çocuk, onu görünce koştu ve
    kollarına atıldı. Peygam­ber (s.a.v.) şimdi kendini tutamayarak ağlıyordu.
    Çocuğu göğsüne bastırdığında tüm vücudu hıçkırıklarla sarsılı­yordu. Sa’d îbn
    Ubade Cr.) o sırada oradan geçiyordu. Ken­di kendine teselli edecek birşeyier
    araştırarak «Ey Allah’­ın Rasulü, bu da ne?» diye mırıldandı. Peygamber
    (s.a.v.} «Bu maşukunu arzulamayı seven biri» cevabını verdi[2].

    O gece Peygamber
    (s.a.v.) rüyasında Cennet’i gördü. Zeyd (r.), Cafer (r.), Abdullah .) ve
    savaşta şehit olan­ların hepsi cennetteydiler. Cafer (r.)’i melekler gibi uçar­ken
    gördü. Şafakta mescide gitti. Ashab onun üzüntüsü­nün hafiflediğini
    farkettiler. Namazdan sonra her zaman yaptığı gibi topluluğa döndü. Daha sonra
    Esma’ya gitti ve rüyasını anlattı. Esma teselli olmuştu.

    Halid (r.) ve adamları
    Medine’ye döndüğünde Pey­gamber (s.a.v.) Mukavkıs’m kendisine hediye ettiği
    beyaz

    katırı —Düldül—
    istedi. Cafer (r.)’in en büyük oğlunu bu katıra bindirerek onları karşılamaya
    gitti. Medine’li ka­dın ve erkekler yollara dökülmüştü. Ordu yanlarından, ge­çerken
    onlara alaylı sözler söylediler ve kum attılar. «Ka­çaklar» diye bağırdılar.
    «Allah yolunda savaştan kaçtınız im?» «Hayır» dedi Peygamber ts.a.v.) onlar
    kaçak değil, fakat inşallah tekrar savaşa gitmek için geri dönenler»[3].

    Mu’te’deki geri
    çekilme, kuzeydeki Arap kabilelerine, yeni îslâm devletine karşı koyma cesareti
    verdi. Bundan bir ay sonra Beli ve Kuda’a kabilelerini güneye yütümek amacıyla
    Suriye sınırında toplandıkları haberi geldi. Fakat bu kez Kayser’in orduları
    yardıma gelmemiş görünü­yordu. Peygamber (s.a.v.1 Amr (r.)’ı üç yüz kişi üe birlikte
    gerektiğinde savaşmak, mümkün olduğunda da müt­tefik kazanmak üzere gönderdi.
    Amr (r.) ‘m kumandan ola­rak seçilmesinin nedeni, bu kabilelerden biriyle
    Amr’ın ak­rabalık bağının olmasıydı. Amr’ın annesi Belî kabilesin­den bir
    kadındı. Gece yolculuk yaparak ve gizli yerlerde kamplar kurarak çok dikkati
    çekmekten korundu ve on gün içinde Suriye sınırına ulaştı. O yıl kış erken
    gelmişti. Bu kadar kuzeyde yaşamaya alışık olmayan Mekke’li ve Medine’ lüer son
    kamplarını kurar kurmaz hemen yakacak aramaya başladılar. Fakat Amr, küçücük
    bir ateş yakma­yı bile yasakladı. Karşı gelenler şu sözlerle susturuldu: «Siz
    beni dinleyip itaat etmekle emrolundunuz, o halde öyle yapma.

    Düşmanın
    beklediklerinden daha fazla sayıda toplan­dığını farkedince, şimdilik yerel
    yardımların da gelmeye­ceğini ümit ettiği için, hemen Cuheyne’li bir adamı Pey­gamber
    (s.a.v.)’den yardımcı kuvvet istemesi için gönder­di. Ebu Ubeyde (r.) derhal
    ikiyüz kişilik ek kuvvetle gel­di. En yakın sahabelerden biri olduğu ve daha
    önceki bü­tün savaşlarda rol aldığı için Ebu Ubeyde (r.) kendisinin yetkili
    olmasını istiyordu. Fakat Amr Cr.) yeni gelenlerin sadece yardırnci kuvvet
    olduğunu ve kendisinin genel kamandan olması gerektiğini vurguladı. Peygamber
    Cs.a.v.) Ebu Ubeyde (r.)’ye iki kuvvet arasında tam bir birlik ol­masına ve
    aynlık olmamasına dikkat etmesini tenbih et­mişti. Bu yüzden Ebu Ubeyde (r.)
    isteğinden vazgeçti ve Amr’a: «Eğer sen bana itaat etmeyeceksen, Tanrıya
    andol-sun ben sana itaat edeceğim» dedi. Peygamber (s.a.v.) bu sözleri
    duyduğunda Ebu Ubeyde’ye rahmet diledi.

    Amr, besyüz kişilik
    ordusunu Suriye sınırından geçi­rip İlerlediğinde düşman dağıldı. Sadece kısa
    sûren karşı­lıklı bir ok yağmuru oldu. Geri kalanı, oturanların kaçtığı  kamp yerleriyle karşılaşmaktan ibaretti.
    Düşman ka­bileler orada olmadığı için, dost unsurlar kişiler ve gruplar ortaya
    çıktılar. Bu nedenle Amr (r.), Peygam­ber (s.a.v.)’e Suriye sınırında İslâm’ın
    etkisini tekrar kurduğunu belirten bir mektup gönderdi.

    Bu etki, artık Medine
    vahasının her tarafındaki kabi­lelere yayılıyordu. Nedenler sadece ruhsal
    değildi- Artık Peygamber tsa..v.) tehlikeli, hesaba gelmez bir düşman ve güçlü,
    güvenilir ve cömert bir müttefik olarak tanını­yordu. Onunla
    karşılaştırıldığında diğer müttefikler daha az çekici ve daha zararlı idi. Bazı
    durumlarda politik ve dinî dürtüler birbirinden ayrılamayacak denli bir bütün
    teşkil ediyorlardı. Fakat yavaş yavaş ilerleyen, yine de güçlü ve etkili olan,
    politikadan ve mü’minlerin İslâm me­sajını yaymak için yaptıkları açık
    girişimlerden bağımsız bir faktör vardı. Bu da yeni dini uygulayanları
    karakterize eden belirgin bir huzurdu. Allah’ın birliğini gösteren Kur’-an,
    aynı zamanda bir Rahmet ve Cennet kitabıydı. Rasu-lÜn ögretileriyle birlikte
    onun âyetlerinin okunması, mü’-minlerl kapasiteleri dahilinde bazı şartlan
    yerine getir­diklerinde kolayca ebedi saadete kavuşabileceklerinden emin
    kılıyordu. Ortaya çıkan huzur, bir iman kriteri idi. Peygamber (s.a.v.) şöyle
    diyordu: «Şartlar ne olursa olsun. İnanan için hepsi iyidir.»*.

     



    [1] W. 750.

     

    [2] I. S. III/l, 32.

    [3] W.   765.

     

  • Hayber’den Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

     

    71.   HAYBER’DEN SONRA

     

    Hayber’in fethinden
    sonra biri Ali (r.), diğeri Ebu Be­kir (r.) yönetimindeki nisbeten küçük iki
    ordu, Yemen’e giden yolu kapatan iki düşman Havazin kabilesi üzerine yürüdü.
    Hayber’den sonra düzenlenmiş küçük çapta top­lam altı seferden ikisi bı alardı.
    Diğer ikisi doğuda ve ku­zeydeki Gatafan kabileljri, geri kalan iki sefer de
    şimdi Peygamber’e ait olan Fedek Oyası’na yakın bir yerde yer­leşik olan Beni
    Mürre üzerine yapıldı. Fedek yahudileri Medine’den, bedevilere karşı yardım ve
    koruma istemiş­lerdi. Bu çapulcuların sayısı Medine’de tam tahmin edile­mediği
    için otuz kişilik bir grup gönderildi. Fakat düşman umulandan fazla idi ve otuz
    kişinin hemen hemen hepsi öldürüldü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)
    gecikmeksi­zin ikiyüz kişilik bir ordu gönderdi. Düşman çok adam kaybederek
    kaçmalr zorunda kaldı. Develerin ve koyunla­rın yanısıra birkaç da esir ele
    geçirildi. Onyedi yaşında olan Üsame (r.) de bu sefere katılmıştı. Hendek’te de
    or­duyla birlikteydi, fakat bu onun tam anlamıyla ilk seferi oluyordu. Çarpışma
    sıracında Mürre’li bir adam onun çok genç oluşuyla alay etti. Ona haddini
    bildirmeye kararlı olan Üsame, daha önceden hep birlikte savaş yerinde kal­ma
    emri verilmiş olmasına rağmen, adamı çölün içlerine kadar izledi. Sonunda onu
    yakalayıp yaraladı. Bunun üze­rine Mürre’li Lailahe iiallah (Allah’tan başka
    ilah yoktur) diye bağırdı. Fakat adam şehadet getirmesine rağmen Üsa­me onu
    öldürdü.

    Seferin lideri Galib
    İbn Abdullah[1] idi, çarpışma bittik­ten
    sonra liderin ilk sorusu «üsame nerede?» oldu, O ve bütün ordu Resulullah
    (s.a.v.) ‘m Zeyd’in oğlunu ne kadar çok sevdiğini biliyordu. Bu nedenle zafere
    rağmen ordu çok üzüntülüydü. Üsame (r.) hava karardıktan bir saat sonra geldi.
    Galib ona sert bir şekilde çıkıştı. «Benimle alay eden bir adamı kovalıyordum»
    dedi genç, «tam onu yaka­layıp yaraladığımda da La ilahe illallah dedi.» Galib:
    «Sen de bunun üzerine kılıcını kınına koydun değil mi?» dedi. -Hayır, dedi
    Üsame CrJ, ancak ona ölüm şerbetini içirdikten sonra koydum». Bunun üzerine
    bütün kamptakiler onu kötüleyen laflar söylediler. Üsame (r.) utanç içinde başı­nı
    elleri arasına aldı. Eve dönerken hiçbir’ şey yiyecek gü­cü de kendinde
    bulamadı. Mü’min bir adamın kâfiri tam öldüreceği sırada Müslüman olduğunu
    açıklaması ile ilgi­li meydana gelen birkaç olay nedeniyle nazil olan âyetleri
    yaşlılar iyi biliyorlardı. Bu olaylardan birinde silahlan ve zırhı ganimet
    olarak almak isteyen mü’min, «Sen bir mü’­min değilsin’» deyip karşısındakini
    öldürmüştü. Üsame (r.)’ nin durumunda dürtü ganimet değil şeref idi, fakat pren­sip
    aynıydı. Bu konuda inen   vahy şöyle
    diyordu:

    «Ey iman edenler,
    Allah yolunda adım attığınız (savaşa çıktı-ğmtz) zaman, iyice açtkhk kazandırın
    ve size (İslâm geleneğine göre) selâm verene, dünya hayatının geçiciliğine
    istekli çıkarak: ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin. Asıl çok ganimetler, Allah
    katındadır. Bundan önce siz de böyle İdiniz; Allah size lütufta bulun­du,
    öyleyse iyice açıkltk kazandırın. Şüphesiz Allah, yapmakta ol­duklarınızdan
    haberi olandır» (Nisa: 94),

    Medine’ye vanr-varmaz
    Üsame (r.) doğruca Peygam­ber (s.a.v.)’e gitti. Onu sevinçle kucakladıktan
    sonra Pey­gamber fs.a.vj: Sana seferi anlat» dedi. Bunun üzerine Üsame yola
    çıkışlarından başlayıp, û adamı öldürdüğü za­mana kadar tüm olanları anlattı.
    Tam o olayı anlattığı sirada Peygamber (s.a.v.): «Ey Üsöme, O Lailahe illallah
    de­diği halde öldürdün mü?» diye sordu.’ Üsame: «Ey Allah’ın Rasulü, o sadece
    öldürülmekten kurtulmak için böyle söy­ledi» diye cevap verdi. «Sen de» dedi
    Peygamber (s.a.v.), «Onun yalan mı, doğru mu söylediğini anlamak için kalbi­ni
    açtan!- Üsame: «Lailaheillallah diyen bir kimseyi daha öldürmeyeceğim» dedi.
    Daha sonraları: «O gün İslam’a gir­miş olmayı isterdim» derdi[2].
    Çünkü Resulullah (s.a.v.) dine girildiği anda tüm eski günahların
    affolunacağını söyle­mişti.

    Hayber’den döndükten
    sonra Peygamber (s.a.v.) do­kuz ay boyunca Medine’de kaldı. Güneye ve kuzeye
    yapı­lan küçük seferlere rağmen bu aylar barış ve zenginlik do­lu aylardı.
    Fakat Hicaz’ın bostanından elde edilen, bu zenginlik birçok sorunları da
    beraberinde getirmişti.

    Ömer, (r.) bir gün
    Peygamber (s.a.v.)’in evine geldi ve yaklaştığında Peygamberin (s.a.v.)
    huzurunda bağınl-mayacak kadar yüksek sesle bağıran kadın sesleri duydu. Bunun
    yanısıra kadınlar bir de Kureyş’liydi, yani Muha­cirlerdendi. Bu da Ömer’in
    onların Mekke’li kadınlara na­zaran daha serbest ve kendine güvenen Medine’li
    kadın­lardan kötü şeyler öğrendikleri konusundaki görüşünü doğruluyordu.
    Hepsinin de bildiği gibi Peygamber (s.a.v.) bir ricayı geri çevirmekten nefret
    ederdi. Bu nedenle Pey­gamber (s.a.v.)’den savaşta kendisine beşte bir olarak
    dü­şen çeşitli giysileri kendilerine vermesini istiyorlardı. Oda­nın bir
    köşesini Örten bir perde vardı. Ömer (r.)’İn içeri girme izni isteyen sesi
    duyulur duyulmaz ses tamamen ke­sildi ve kadınlar o kadar hızla perdenin
    arkasına saklandı­lar ki Ömer içeri girdiğinde Peygamber (s.a.v.) gülüyordu.
    Ömer (r.): «Ey Allah’ın Rasulü, Allah tüm hayatını gülme ile doldursun» dedi.
    Peygamber (s.a.v.h «Biraz Önce be­nimle birlikte olan kadınlar, senin sesini
    duyunca nasıl da şaşılacak derecede hızla perdenin arkasına gizlendiler» de­di.
    «Bu benim değil, senin hakkın,    benden
    değil senden korkup saygı duymalılar»’ dedi Ömer. Daha sonra kadın­lara hitap
    ederek: «Ey kendilerine düşman olanlar, benden korkuyorsunuz da, Allah’ın
    Rasulünden korkmuyor musu­nuz?» dedi. «Evet Öyle» dediler, «Çünkü sen Resulullah
    fs. a.vJ’tan daha sert ve kabasın.» Peygamber ts.a.v.): «Bu doğru ey Hattab’zn
    oğlu» dedi ve sonra şunları ekledi: «Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun
    ki, eğer Şeytan senin belirli bir yoldan gittiğini farketse, mutlaka o yol­dan
    başka bir yol seçer.»[3].

    Yeni kazanılan servet
    ve durumun çok rahatlaması Ümmü Eymen (r.)’i bile bir istekte bulunmaya teşvik
    etti. Uzun süreden beri kendinin olduğunu söyleyebileceği bir deveye ihtiyaç
    duyuyordu. Bu nedenle Peygamber (s.a.vJ ‘e gidip bir binek istedi. Peygamber
    (s.a.v.} ona ciddi ciddi baktı ve «Seni bir devenin yavrusuna bindireceğim»
    dedi. Onun yavru deveyi kastettiğini sanarak: «Ey Allah’ın Rasulü, bu bana
    uygun değil. Ben bunu istemem» dedi. Pey­gamber (s.a.v.) yine: «Seni bir
    devenin yavrusundan başka birşeye bindiremem» [4]dedi.
    Bu konuşma Ümmü Eymen (r.)’ İn Peygamber (sa..v.)’in yüzündeki gülümsemeden
    onun her devenin mutlaka başka bir devenin yavrusu olduğunu demek istediğini ve
    şaka yaptığını anlayana dek sürdü.

    Başka bir gün Ömer
    (rj, Peygamber (s.a.v.)’i elini yanağına koymuş bir şekilde üzüntülü dururken
    gördü. «Ey Ömer,» dedi Peygamber (s.a.v.) «Benden sahip olma­dığım şeyleri
    istiyorlar». Hayber’e giderken bu seferin za­ferle sonuçlanacağını ve Medine’ye
    zenginlikler getirece­ğini vadederek: «Bu sizin için iyi olmayacak» demişti. Bu
    söylediği diğerleri kadar kendi ev halkı için de geçerliydi. O zamana kadar
    Peygamber (s.a.v.) ve ailesi’ son derece sade bir hayat sürüyordu. Aişe, (r.)
    Hayber’den önce hiç­bir zaman doyuncaya kadar hurma yediğini hatırlamadı­ğını
    söylerdi. Bakmakla yükümlü oldukları fakir Muhacir­lerin sayısındaki sürekli
    artış, Peygamber  (s.a.v.)   hanımIarın sadece ihtiyaçları olan şeyleri
    istemelerine, bazan onu bile istememelerine neden oluyordu. Verilebilecek olan
    şeyler dağıtılıyor, verilemeyecek olanlar da satılıp para­sıyla birtakım
    ihtiyaçlar karşılanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v.) şimdi hanımlarına hediyeler
    verebiliyordu. Bu da birçok problem doğuruyor ve onların daha fazla istemesi­ne
    neden oluyordu. Çünkü eşitlik, birine verilen şeyin di­ğerine verilmesini
    gerektiriyordu.

    Aynı zamanda diğer
    yönlerden de onun hoşgörüsünü kötüye kulanıyorlardı. Birgün Ömer Cr.) bir sebep
    yüzün­den karısını azarladı, o da karşı cevap verdi. Ömer (r.) onu uyardığında
    ise karısı Peygamber (s.a.v.)’in hanımlari bile kocalarına karşı cevap
    verdiklerine göre kendisinin neden vermeyeceğini sordu. Kızlarını kastederek
    de: «On­lardan biri var ki o, sabahtan akşama kadar utanmak-sızm tüm
    kafasındakileri söylüyor» diye ekledi. Buna çok üzülen Ömer Cr.) doğruca
    Hafsa’ya gitti. Hafsa annesinin doğru olduğunu belirtti. Ömer, (r.) kızının
    kendine olan güvenini sarsmak için: «Sende ne Aişe’nin zerafeti, ne de
    Zeyneb’in güzelliği var» dedi. Bunun da bir etki uyandır­madığını görünce: «Siz
    Peygamber Cs.a.v.)’i kızdırdığınız­da, Allah’ın sizi kendi gazabından helak
    etmeyeceğinden bu kadar emin misiniz?»[5]
    sözlerini ekledi. Daha sonra ku­zeni Ümmü Seleme’ye gitti ve: «Tüm
    düşüncelerinizi Al­lah’ın Rasulüne söylediğiniz ve ona saygısızca cevap ver­diğiniz
    doğru mu?» diye sordu. Ümmü Seleme Cr.) «Allah aşkına sen Allah’ın Easulü İle
    hanımları arasına nasıl gi­rersin? Evet, Tanrı’ya andolsun, biz ona
    düşüncelerimizi söylüyoruz. Eğer bizim bu söylediklerimizi çekiyorsa bu kendi
    bileceği bir şeydir. Eğer bize böyle yapmayı yasaklar­sa biz ona, sana itaatimizden
    daha fazla itaat ederiz»[6] de­di.
    Ömer (r.) çok ileri gittiğini ve Ümmü Seleme (r.)’nin sitem etmekte haklı
    olduğunu anladı. Fakat Peygamber’in (s.a.v,) evinde birşeylerin iyi
    gitmediğinde şüphe yoktu.

    Son günlerdeki bu
    zenginlik beklenmedik bir olayla daha da arttı. Peygamber Cs.a.v.) ‘in
    Mukavkıs’a gönderdiği İslâm’a çağrı mektubuna Mukavkıs kaçamak bir cevap
    yazmıştı. Fakat cevapla birlikte Mısır kralı yüz ölçek al­tın, yirmi tane iyi
    kumaştan elbise, katır, dişi at ve iki kop-tik hristiyan cariye ile birlikte
    bir de yaşlı harem ağasın­dan oluşan zengin bir hediye göndermişti. Adlan
    Mariye ve Şirin olan kızlar kardeştiler ve ikisi de güzeldi. Fakat Mariye.daha
    da güzeldi, Peygamber Cs.a.v.) onun güzelli­ğine hayran oldu. Şirin’i Hassan
    îbn Sabit (r.)’e verip Ma-riye’yi, Mescide bitişik odası yapılmadan önce Safiye
    (r.)’-nin oturduğu eve yerleştirdi. Gece ve gündüz onu ziyaret ediyordu. Fakat
    Peygamber (s.a.v.)’in eşleri o kadar kıs­kançlık gösterdiler ki cariye çok
    mutsuz oldu. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) onu Yukarı Medine’de bir eve yerleş­tirdi.
    Aişe (r.) ve diğer eşler ilk başta memnun olmuşlardı, fakat bir süre sonra
    hiçbir şeyin değişmediğini farkettiler. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Mariye CJ’ye
    yaptığı ziyaretle­ri azaltmamıştı. Hatta yolun uzaklığı nedeniyle diğer eşle­rinden
    daha uzun süreler ayrı kalıyordu.

    Onların hepsi
    Peygamber’in (s.a.v.) hakkı olan şeyleri —İbrahim’den ve daha öncesinden beri
    kabul edilen hak­la, yaptığını biliyorlardı. Safiye fr.) hariç hepsi İbra­him
    ile cariyesi Hacer’in birleşmesinden meydana gelen soya mensup değiller miydi?
    Musa’ya indirilen Namus da bu hakkı destekliyordu. Kur’an ise açıkça bir
    efendinin, kö­lesini, eğer isterse, cariye olarak alabileceğini açıkça bildi­riyordu.
    Fakat Peygamber’in Cs.a.v.) eşleri onun çok du­yarlı olduğunu da biliyorlardı,
    şimdi ise onun tüm ev ya­şantısı eşlerinin gizlenmemiş reaksiyonlarıyla sürekli
    bölü­nüyordu, özellikle Hafsa (r.) o denli ileri gitti ki Peygam­ber fs.a.v.)
    sonunda bir daha Mariye’yi görmeyeceğine yemin etti. Bu kez Aişe de Hafsa’nın
    suç ortağı idi.

    Yeni nazil olan
    sûrenin adı, Peygamber (s.a.v.)’in Ma­riye’yi kendisine haram kıldığını belir*
    için Tanrım Suresi (Tahrim) idi:

    «Ey Peygamber,
    eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sci’ na helâl kıldıklarını niçin
    haram kılıyorsun?»

    Bu şekilde başlayan
    sure Peygamber’in yeminini çöz­dükten sonra isimlerini anmayarak Aişe ve
    Hafsa’dan bah­sediyordu:

    «Eğer sizler
    (Peygamberin iki eşi) Allah’a tevbe ederseniz (ne güzel), çünkü kalbleriniz
    eğrilik gösterdi. Yok eğer ona karşı birbi­rinize destekçi olmağa
    kalkışırsanız, artık Allah, onun mevlastdır, Cibril de ve mü’mirilerin salih
    olan(lar) da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.»

    Diğer bir âyet tüm
    eşlerine hitap ediyordu:

    «Belki onun Rabbi,
    eğer o sizi boşayacak olursa ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı
    Müslüman, mümin, gönülden, itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan (ya
    da Allah adına hicret edip seyahat eden) dut ve bakire eşler, verir.»

    Sûre tarihteki iki
    iyi, iki de kötü kadını anlatarak son bulur:

    Allah, küfretmekte
    olanlara, Nuh’un eşini ve Lut’un eşini ör­nek olarak verdi, ikisi de,
    kullarımızdan salih olan İki kulumuzun nikâhları altındaydı; ancak onlara
    ihanet ettiler. Bundan dolayı da, onlara (kocaları) kendilerine Allah’tan gelen
    hiçbir şeyle yarar sağ­lamadılar, ikisine de: «Ateşe diğer girenlerle birlikte
    girin» dene­di.»

    «Allah, iman etmekte
    olanlara da Firavunun karısını örnek olarak verdi. Hani demişti ki: «Rabbim,
    bana kendi katında, cen­nette bir ev yap, beni Firavun’dan ve onun
    yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.» Imran’ın
    kızt Mer­yem’i de. Ki o kendi ırzım korumuştu. Böylece biz de ona kendi
    ruhumuzdan üfledik. O da Rabbİnin kelimelerini ve kitaplarım tas­dik etti. O
    (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı».

    Peygamber (s.a.v.) bu
    sûreyi eşlerine okuduktan son­ra, üzerinde düşünmeleri için onlan yalnız
    bıraktı ve onların odalarından başka sahip olduğu tek oda olan üstü kapalı bir
    sundurmaya çekildi. Tüm Medine’ye onun eşle­rini boşadığı haberleri yayıldı. Bu
    haber o gece Ömer (a.) ‘-in kulağına da gitti. Şafakta her zaman olduğu gibi
    mes-cid’e gitti. Fakat namazdan sonra Ömer, tam Peygamber (s.a.v.)’e
    sesleneceği şurada o köşesine çekildi. Ömer Haf-sa’ya gitti ve onu gözyaşları
    içinde buldu. Ona: «Niçin ağ­lıyorsun?» dedi ve cevap vermesine fırsat
    bırakmadan «Sa­na bunun böyle olacağını söylememiş iniydim? Allah’ın Rasulü
    sizi boşadı mı?» diye sordu. «Bilmiyorum» dedi Haf-sa (r.), «Fakat o orada
    sundurmada duruyor.» Sundurma­nın girişi mescidin içindeydi. Ömer (r.) o tarafa
    doğru yö­neldi. Minberin etrafında bir grup adam toplanmış oturu­yordu.
    Bazıları ağlıyordu. Ömer bir süre onlarla birlikte oturdu. Fakat duyguları
    artık dayanamayacak hale gelince, kapısında Pepgamber (s.a.v.)’in siyah
    kölesinin bulunduğu sundurmaya giti. Çocuğa: «Ömer için içeri girme izni iste»
    dedi. Çocuk içeri girdi ve bir dakika sonra çıkıp: «Ona se­ni söyledik, fakat O
    hiç bir şey söylemedi» dedi. Ömer (r.) oturduğu yere geri döndü. Sonra tekrar
    gitti ve içeri girme izni istedi, fakat çocuk yine aynı cevabı verdi. Üçüncü
    kez de aynı şey oldu; fakat Ömer tam gitmek için geri dönmüştü ki çocuk,
    Peygamber’in ona izin verdiğini söyledi. Ömer, içeri girdi ve onu bir hasırın
    üstünde yatar buldu. Arkası­na uzandığı hasırın izleri çıkmıştı. Hurma lifi ile
    doldurul­muş deri bir yastığa dayanıyordu. Önüne bakıyordu. Ömer (r.) içeri
    girdiğinde ona bakmadı. «Ey Allah’ın Rasulü,» de di Ömer «eşlerini boşadm mı?»
    Peygamber (s.a.v.) gözle­rini kaldırdı ve Ömer’in gözlerine bakarak. -Hayır,
    boşa-madım» dedi. Ömer (r.) tüm yakın evlerden duyulabilecek şekilde Allahü
    Ekber dîye bağırdı. Ümmü Seleme daha sonraları şöyle anlatıyor: «Sürekli
    ağlıyordum. Birisi bana gelip: «Allah’ın Rasulü sizi boşadı mı?» diye
    sorduğunda, ‘vallahi bilmiyorum’ diyordum. Bu durum Ömer, Peygam­ber (s.a.v.)’e
    gidinceye kadar devam etti. Hepimiz odaları­mızda İken onun tekbirini duyduk ve
    Allah’ın Rasulü (s. a.v.)’nün Amir (r.)’in sorusuna -Hayır» cevabım verdiğini
    anladık» Gerçekte herkesin kafasında aynı soru vardı, fakat Ömer, kızı
    Resulullahla evli olduğu için bu durumla daha yakından ilgilenmişti.

    « Orada ayakta durdum
    vp Resulullah’ın ne durumda olduğunu anlamaya çalıştım» dedi Ömer, «Daha sonra:
    Biz Kureyş’liler, eskiden eşlerimiz üzerinde hakimdik, fa­kat Medine’ye
    geldiğimizde hanımların kocalarına ha­kim olduğu bir toplulukla karşılaştık
    dedim.» Ömer bu söz­lerinden sonra Resulullah (s.a.v.)’m önceden Hafsa (r.)’-ya
    uyarı amacıyla söylediği şeyleri anlattı. Peygamber (s, a.v.) yine gülümsedi.
    Bundan cesaret alan Ömer yere otur­du. Odanın çıplaklığına bir kez daha şaşırdı
    yerde bir ha­sır, üç tane de deri yastık vardı; başka hiçbir şey yoktu. Bu
    nedenle Peygamber (s.a.v.î’e biraz daha lüks yaşamı­nı önererek Yunan’hları ve
    tran’hları Örnek gösterdi. Fa­kat Resulullah (s.a.v.) onun sözünü keserek: «Ey
    Hattab’ın oğlu, şüphe mi duyuyorsun? İyi şeyler onlara bu dünya için
    verilmiştir» dedi.

    Henüz yeni bir aya
    girmişlerdi. Peygamber (s.a,v.) bu ay geçene kadar hanımlarından hiç birini
    görmek isteme diğini ilân etti. O ay geçince ilk önce Aişe (r.)’nin odasına
    gitti. Onu görünce çok şaşıran ve sevinen. Aişe: (r.) «Tam yirmidokuz gece»
    dedi. Peygamber (s.a.v.): «Nereden bili­yorsun?» diye sordu O da: «Günleri
    sayıyordum nasıl saydım bir bilsen!» dedi. Peygamber (s.a.v.): «Fakat bu ay
    yirmidokuz* çekiyordu» dedi. Aişe (r.), ay takvimine göre bir ayın bazen otuz
    yerine sadece yirmidokuz çektiğini unutmuştu. Peygamber (s.a.v.) daha sonra ona
    kendisine gelen yeni vahiyden ve ona önereceği iki seçenekten bah­setti. Ona bu
    meselede danışmak için babasını çağırmak isteyip istemediğini sordu. «Hayır»
    dedi Aişe tr.) «Sana karşı bana kimse yardım edemez. Ey Allah’ın Rasulü, ne
    olduğunu çabuk söyle.» Peygamber (s,a,v.) «Allah senin Önüne iki seçenek koydu»
    dedi ve şu âyeti okudu:

    «Ey Peygamber,
    eşlerine söyle: ‘Eğer siz dünya hayatını ve onun süstü çekiciliğini
    istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım (size boşanma bedelini vereyim) ve
    güzel bir salma tarztyla sizi salıve­reyim. Eğer siz Allah’ı ve Rasütü’nü ve
    akiret yurdunu istiyorsa­nız .arttk hiç şüphe yok Allah, içinizden güzellikte
    bulunanlar için büyük bir ecir (mükâfat) hazırlamıştır.» (Ahzab: 28-29.

    Aişe (r.): «Şüphesiz
    ben Allah’ı, Rasulü’nü ve ahiret yurdunu istiyorum» dedi. Peygamber (s.a.v.)’in
    bütün eş­leri de aynı şeyleri söylediler ve onu seçtiler.

     

     



    [1] Kinans kabilesinin Beni Leys kolundan.

    [2] W.  725

    [3] B.   LXII,
    6. 

    [4]  I. S   VIII. 163.

     

    [5] î. S. VIII, 
    131.

    [6] I. S. VIII, 137.

     

  • En Çok Sevdiğin Kim? Hz. Muhammedin Hayatı

     

    70.    «EN ÇOK SEVDİĞİN KİM?*

     

     haftalık ayrılıktan sonra muzaffer olarak
    dönen ordn Medine’ye ulaştığında Cafer ve arkadaşları çoktan Medine’ye
    gelmişlerdi. Cafer (r.), Habeşistan’a gittiğinde yirmi yedi yaşındaydı, şimdi
    ise kırkında bir adam olmuştu. Sürekli iletişim halinde olmalarına rağmen,
    Peygamber (s. a.v.l’i onüç yıldan beri görmemişti. Peygamber (s.a.v.) onu
    kucakladı ve alnından öptü. Daha sonra: «Cafer’in dönü­şüne mi, yoksa Hayber’in
    fethine mi daha çok sevinece­ğimi bilemiyorum» dedi. Cafer’in yanında zevcesi
    Esma ve Habeşistan’da doğan Abdullah, Muhamed ve ‘Avn adında­ki üç oğullan da
    vardı.

    Yanlarında evi henüz
    tamamlanan Ümmü Habibe (r.) de vardı. Onun Peygamber (s.a.v)’le evlenmesi
    üzerine bir düğün yemeği daha hazırlandı. Ümmü Habibe (r.) şimdi otuzbeş
    yaşındaydı. Aişe (r.) hariç, Peygamber (s.a.v.)’in diğer hanımları onu
    Mekke’den tanıyorlardı. Yanısıra o Zeyneb’in yengesi ve Habeşistan’daki hicret
    günlerinin ilk zamanlarından beri Ümmü Seleme (r.) ile Şevde (r.)’-nin yakın
    arkadaşı oluyordu. Onun gelişi bekleniyordu ve fazla heyecan yaratmadı.
    Peygamber (s.a.v.)’in hanımları­nı daha çok ilgilendiren bu mesele de
    Peygamber’in bek­lenmedik bir şekilde genç ve güzel Safiye ile evlenme-siydi.
    Medine’ye vardıklarında Peygamber (s.a.v.) onu ge­çici olarak konuksever Harise
    (r.)’nin evine yerleştirdi. Onun çok güzel olduğunu duyan Aişe (r.), yeni
    arkadaşlan hakkındaki fikrini sormak üzere Ümmü Seleme’ye git ti. Ümmü Seleme
    (r.î: «O gerçekten çok güzel bir kadın. Allah’ın Rasulü de onu çok seviyor»
    dedi. Aişe (r.), Hari-se’nin evine gitti ve yeni gelini ziyarete gelen
    kadınların arasına katıldı. Yüzü peçeliydi. Kendisini tanıtmadan biraz geri
    plânda oturdu. (Fakat yeni geline, Ümmü Seleme’-nin söylediklerinin doğru
    olduğunu görecek kadar yakındı) Daha sonra evine döndü; fakat Peygamber
    fs.a.v.) oraday­dı ve onu tanımıştı. Dışarı çıktığında arkasından gelip: «Ey
    Aişe, onu nasıl buldun?» diye sordu. Aişe: «O diğer yahu-di kadınlarına benzer
    bir yahudi» dedi. «öyle söyleme» de­di Peygamber (s.a.v.), çünkü O İslâm’a
    girdi ve İslâm’ını güzelleştirdi.»

    Bununla birlikte
    Safiye (r.) diğer Peygamber (s.a.v.) eşlerinin yanında babasının kişiliği
    yönünden inciniyordu. -Ey Huyay’m kızı!» deyimi gerçekte saygılı bir hitaptı,
    fa­kat ses tonundaki bir değişme ile kolayca alaya dönüşebi­lirdi-. Bu nedenle
    bir keresinde Safiye ağlayarak Peygam­ber (s.a.v.)’e geldi, çünkü diğer eşlerden,
    biri onu küçük düşürmeye çalıştı. Peygamber (s.a.v.): «Onlara de ki: Be­nim
    babam Harun, amcam ise Musa’dır» dedi.

    Eşler içinde Aişe
    (r.)’ye yaş bakımından en yakın olan Safiye (r.) idi, henüz yirmiiki yaşında
    olan Hafsa’dan bile daha yakın îlk önceleri bu Aişe (r.)’nin korkularım artır­dı.
    Fakat günler geçtikçe iki genç hanım birbirlerine sem­pati duymaya başladılar.
    Hafsa da bu arkadaş çemberinin içindeydi. Aişe (r.) sonraki yıllarda: «Biz iki
    gruptuk: bi­rinde ben, Hafsa, Safiye ve Şevde diğerinde ise Ümmü Se­leme ve
    diğerleri vardı» derdi.

    Aişe (r.) o zamanlar
    onaltı yaşındaydı ve yaşma göre bazı yönlerden olgun, diğer yönlerden değildi.
    Duygulan hemen yüzünden ve konuşmasından belli olurdu. Bir ke­resinde Peygamber
    (s.a.v.) ona: «Ey Aişe, bana kızgın ol­duğun zamanı da benden razı olduğun
    zamanı da biliyo­rum» dedi. Aişe (r.): «Ey bana annemden ve babamdan daha
    sevgili olan, bunu nasıl anlıyorsun?» diye sordu. Peygamber (s.a.v.) de şövIp
    dedi: «Benden hoşnut olduğun zaman yemin ettiğinde. «Muhammed’in Rabbine yemin
    ol­sun ki hayır» diyorsun. Kızgın olduğunda ise: «İbrahim’in Rabbine yemin
    olsun ki hayır» diyorsun»[1]. Bir
    başka sefer Peygamber ts.a.v.) beklediğinden daha geç geldiğinde: «Günün bu
    saatine kadar neredeydin?» diye sordu. O: «Kü­çüğüm, Ümmü Seleme’nin
    yanındaydım» dedi. «Ummü Seleme’nin sırası geçmemiş miydi?» diyen Aişe’ye
    Peygam­ber (s.a.v.) cevap vermeksizin gülümsedi. Aişe: «Ey Allah’ın Rasulü,
    söyle bana. Bir vadinin İki yamacı arasında olsan; birisinden otlanmış,
    diğerinden ise otlanmamış olsa sürü­lerini hangisinde otlatırsın?» diye sordu.
    Peygamber (s.a. v.î: «Otlanmamış olanda» dedi. Aişe (r.): «öyle ise ben senin
    diğer eşlerin gibi değilim. Onların hepsi, ben hariç, senden önce birisiyle
    evlenmiştir», dedi. Bunun üzerine Peygamber 
    (s.a.v.î   gülümsedi ve  hiçbir şey söylemedi[2].

    Aişe, (r.) Peygamber
    (s.a.v.)’in sadece kendisine ait ol­madığını biliyordu. O bir tek kadındı;
    Peygamber (s.a.v.} ise yirmi adama bedeldi. Vahiy onun hakkında: «Muhak­kak sen
    büyük bir ahlâk üzeresin» diyordu. Sanki O, ken­di içinde dış dünya ile
    karşılaştırılabilecek, bazı yönleriyle de onunla beraber, bir alem idi. Aişe
    (r.) birçok kere, uzak­tan da gelse onun bir gök gürlemesi duyduğunda yüzü­nün
    sarardığını farketmişti. Aynı şekilde kuvvetli bir rüz­gâr sesi, onda gözle
    görülebilecek değişikliklere neden olur­du. Bir keresinde, bardaktan
    boşamrcasma yağmur yağar­ken başım, omuzlarını ve göğsünü açıp, yeryüzünün gök­ten
    gelen rahmet nedeniyle yaşadığı sevinci kendi teniyle paylaşmak istemişti.

    Onun diğer insanlara
    benzememesi, Aişe (rj’nin kıs­kançlığını azaltan tek neden değildi. Fakat, O,
    kıskançlı­ğın, sevginin aksine sadece bu dünya için geçerli olduğu­nu
    biliyordu. Çünkü Cennet’ten bahsederken Kur’an söv-le diyordu: «Onların
    göğüslerindekinden (ne varsa tümünü) siytnp-çektik» (A’raf: 43, Hicr: 47),

    Aişe (r.) birguu
    Peygamber (s.a.v.)’e «Ey Allah’ın Ra-sulü, Cennette senin hanımların kimler
    olacak?» diye sor­du. «Sen onlardan birisin» cevabını alınca, bu sözleri Ömür
    boyu bir hazine gibi sakladı. Bir keresinde de Peygamber (s.a.v.) ona: «Cebrail
    burada ve sana selâm ediyor» demiş­ti. O da: «Selâm onun üzerine olsun,
    Allah’ın rahmeti ve bereketi de» cevabını vermişti[3]

    Aİşe (r.) kıskançlığı
    hakkında daha sonraki yıllarda şöyle derdi: «Peygamber’in eşleri arasında
    Hatice’yi kıs­kandığım kadar hiçbirini kıskanmadım. Çünkü, Allah ken­disini
    Hatice’ye cennetteki kıymetli taşlardan yapılmış bir sarayı müjdelemesini
    emrettiği için Peygamber (s.a.v.) sü­rekli onu anardı. Ne zaman bir koyun
    kurban etse, büyük bir bölümünü onun yakın arkadaşlarına gönderirdi. Çoğu kez
    ona: «Sanki dünyada Hatice’den başka kadın yokmuş gibi, derdim.»[4].

    Aişe (r.)’nin etki ve
    tepkileri aşırı derecede hızlıydı. Hayber’den hemen sonra veya bir süre önce
    Ebu’I-As’ın an­nesi Hale oğlunu, gelini Zeyneb’i ve küçük torunu Ünıa-me’yi
    görmeye Medine’ye gelmişti. Birgün Peygamber (s. a.v.) Aişe’nin odasında iken
    kapı çalındı ve bir kadın sesi girmek için izin istedi. Peygamber (s.a.v).
    sarardı ve titre­di. Bunun sebebini anlayan Aişe ona sitem etti. Çünkü onun
    Hale’nin sesinde Hatice’nin sesini duyduğunu anla­mıştı. Peygamber (s.a.v.)
    daha sonra bunu doğrulamış ve onun içen girme İzni isteyiş şeklinin de aynı
    ölen zevcesi gibi olduğunu söylemişt[5].

    Artık çok yaşlanan
    Şevde (r.), Peygamber (s.a.v.) ‘le birlikte geçireceği günü Aişe (r.)’ye
    vermişti. Çünkü Pey­gamber (s.a.v.)’in buna çok memnun olacağını   biliyordu

    Tüm topluluk ve diğer
    eşler de Peygamber s.a.v’in yaşa­yan, eşleri arasında en çok Aişe (r.) ‘yi
    sevdiğini biliyorlar­dı. Bu sadece bir tahminden ibaret değildi. Çünkü Saha­beden
    biri veya diğeri sık sık Peygamber (s.a.v.)’e: «Ey Al­lah’ın Rasulü, bu dünyada
    en çok kimi seviyorsun?» diye sorardı. Peygamber (s.a.v.) bu soruya her zaman
    aynı ce­vabı vermezdi. Çünkü onun sevgisi çok yönlüydü: Kızları, torunları, Ali
    (rJ, Ebu Bekir Cr.), Zeyd (r.), Üsame (r.). Fakat cevap hiçbir zaman diğer
    eşler olmaz, bazen İse Aişe (r.) olurdu. Bu nedenle Medine’de, birisi Peygamber
    (s.a.v.)’den birşey rica edeceği zaman veya Kur’an da emredildiği gibi dilekte
    bulunmak için hediye vermek iste­diği zaman. Peygamber (s.a.v.) Aişe (r.)’nin
    odasında ola­na kadar bu dileğinin geciktirilmesi adet haline gelmişti. Çünkü
    onlar, Peygamber (s.a.v.) ‘in onun yanında iken çok mutlu olduğunu ve bu
    nedenle ricaları kabule daha hazır olduğunu düşünüyorlardı. Fakat bu Peygamber
    (s.a.v.)’in ailesinde kötü duygulara neden oluyordu. Ümmü Seleme (r.) kendi ve
    diğer eşleri adına gidip Peygamber (s.a.v)’-den ona hediye vermek isteyenlerin
    özellikle bir günü beklemeyip ne zaman isterlerse hemen vermelerini belirten
    bir duyuru yapmasını istedi. Peygamber (s.a.v.) ona cevap vermedi. Ümmü Seleme
    (r.) isteğini ikinci kez yineledi. Fakat o yine sessiz kaldı. Üçüncü kez
    yinelediğinde: «Be­ni Aişe ile ilgili konularda üzme, çünkü Aişe( r.) hariç hiç
    bir hanımımın yatağında iken bana vahiy gelmiyor»[6] dedi.
    Ümraü Seleme (r.): «Seni üzdüğüm için Allah’a tevbe ediyorum» dedi. Fakat
    Peygamber (s.a.v.)’in diğer eş­leri burada durmaya niyetli değillerdi.
    Fatima’dan kendi adlarına gidip Peygamber (s.a.v.)’e: «Eşlerin senden, Ebu
    Bekir (r.)’in kızına karşı kendilerine eşit davranmam rica ediyorlar» demesini
    istediler. Fatıma (r.) istemeyerek bu­nu kabul etti, fakat birkaç gün bunu
    yerine getirmedi. Sonunda kuzeni, Cahş’m kızı Zeyneb geldi ve ısrar etti. Bunun
    üzerine babasına gitti ve kendisine söylenenleri ona iletti Peygamber (s.a.v.):
    «Benim küçük kızım, benim sev­diğimi sen sevmiyor musun?» dedi. Fatıma (r.)
    «evet* ceva­bım verince Aişe (r.)’yi kastederek: «O halde onu sev» dedi. Daha
    sonra: «Seni buraya gönderen Zeyneb’ti değil-mi?» diye sordu. «Zeyneb ve
    diğerleri» dedi Fatıma (rJ. Peygamber (s.a.v.): «Yemin ederim ki bunu
    düzenleyen Zeyneb» dedi. Faüma bunu kabul edince gülümsedi.

    Fatıma (r.), Peygamber
    (s.a.v.)’in eşlerinin yanına döndü ve olanları anlattı: «Ey Allah’ın Rasulü’nün
    kızı, bi­ze birşey kazandırmadın- dediler. Onu ikinci bir kez gön­dermeye
    zorladılar, fakat O kabul etmedi. Bunun üzerine Zeyneb (r.)’e: «Sen git»
    dediler, O da Peygamber (s.a.v)’e gitti. Peygamber (s,a.v.) sonunda Aişe
    (r.)’yle konuşması­nı söyledi. Aişe (rJ, Zeyneb’in cevap veremeyeceği fikirler
    öne sürerek onu susturdu. Peygamber (s.a.vJ eşlerine eşit ve adaletli davranmak
    ve diğerlerini de buna uymaya teş­vik etmek zorundaydı. Fakat O, başkalarının
    Peygamber (s.a.v.) eşlerine eşit davranmasını sağlamakla sorumiu değildi. Onun
    duygusallığı da zaten buna elvermezdi. O, sadece bir hediyeyi teşekkürle kabul
    etmek ve geri kalanı­nı bağışlayan kişiye bırakmakla görevliydi. Zeyneb (r ),
    gittiğinde Peygamber Cs.a.v.) Aişe (r.)’ye: «Sen, gerçekten Ebu Bekir’in
    kızısın»[7] dedi.

    Resulullah (s.a.v.)
    aynı şekilde, Ali (r.) ve Fatıma (r) ‘-dan olan torunlarına da büyük bir sevgi
    besliyordu. Onlar hftkkmda= «Bana ev halkım içinde en sevgili olanlar Hasan ve
    Hüseyin’dir» derdi. Üsame (r.)’yi de torunlarından bin sayardı. Çoğu kez
    Hasan’ı ve Üsame’yi ellerinden tutup «Allahım, ben onları seviyorum sen de sev»[8] diye
    dua ederdi.

     



    [1] I SVIII 47

    [2] I. S. VI»,  55.

    [3] I. S. VII, 55.

    [4] B. LX1II, 20.

     

    [5] Age,

    [6] B. LI. 8

    [7] B. LI, S; I. S. VIII, 

    [8] 123. 18)  I. S.
    IV/1, 43.

     

  • Hayber Hz. Muhammedin Hayatı

    69.    HAYBER

     

    Mekke ile yapılan
    anlaşma, kuzeydeki diğer tehlikeler­le ilgilenme fırsatı verdi. Bunlardan en
    büyüğü çoğu İs­lâm düşmanı olan yahudilerin yaşadığı Hayber şehri idi Büyücü
    Labîd’e büyük bir ihtimalle onlardan biri rüşvet vermişti. Fakat Beni Nadir ve
    onların Hayber’li akrabala­rına karşı bir girişimde bulunmak için bundan daha
    kesin deliller ve genel nedenler vardı. Onların Medine’yi işgal etmesi
    sözkonusu değildi. Bir iki kişi dışında onlardan kimse Hendek savaşma
    katılmamıştı. Fakat her seferinde Kureyş’e saldın teşvikini veren ve Gatafan’ı
    da Kureyş’le bir olmaya ikna eden onlardı. Gatafan’ın hâlâ Medine’ye düşman
    olmasına da onlar neden oluyorlardı. Hayber bu şekilde kaldığı sürece Medine
    tam bir barış yaşayamazdı.

    Bu yönde ergeç bir
    girişimde bulunulması gerektiği uzun süreden beri biliniyordu. Çünkü Peygamber
    (s.a.v.), bir süre Önce inen vahydeki yakın zaferin ganimetleri bol olan bir
    zafer Hayber’in fethi anlamına geldiğinden emindi. Fakat bu, Müslüman olduğunu
    söyleyen herkes ta­rafından paylaşılmamalıydı. Vahiy, Umre’ye katılmayan
    bedevilerin tamamen maddi kaygularla savaşlara katıldık­larını söylüyordu.
    Umrede ganimet ve çapul imkânı olma­dığı için katılmaya değer bulmamışlardı. Bu
    nedenle şüp­hesiz Arabistan’ın en zengin topluluklarından biri olan Hayber’in
    fethinde de rol almamaları gerekiyordu.

    Bu, nisbeten küçük bir
    kuvvetle yola çıkmak anlamına geliyordu. Gerçi küçük bir kuvvet olması,
    plânlarının son ana kadar gizli kalmasını sağlayabilirdi. Fakat yine de bu
    proje duyulduğunda ağızdan ağıza bir gerçek imiş gibi değil, bir efsane gibi
    yayıldı. Hayber’in aşılamaz gücü­nü herkes biliyordu. Kureyş ve diğer islâm
    düşmanları bu haberlerin doğru olmasını’ ümit ediyorlardı. Çünkü eğer bu
    doğruysa, Muhammed ts.a.v.) müthiş bir yenilgi yaşa­yacaktı. Fakat onun deli
    olmadığım bildikleri için bu haberlerin yalan olmasından korkuyorlardı.
    Hayber’lİler ise o denli kendilerinden emindiler ki bu haberlere inan­madılar.
    Muhammed <s.a.v.)’in Medine’den yola çıktığı haberi kendilerine ulaşıncaya
    kadar müttefiklerine yardım haberi göndermediler. Ancak bu haberler ulaştığında
    şef­leri Kinane, Gatafan’ı ziyaret etti ve yardımlarına karşılık o yılın hurma
    hasadının yarısını teklif etti. Gatafan’lılar bunu kabul ettiler ve dörtbin
    kişilik bir ordu gönderecek­lerine söz verdiler. Haybe- yahudileri hergün
    zırhlanın giyip toplam onbin kişi ol ,n ordularını hergün sıraya sok­mayı
    gelenek haline getirmişlerdi. Gatafan’m da yardı­mıyla ordu ondörtbin kişiye
    ulaşacakta. Medine’den gelen haberlere göre ise ordu sadece altıyüz kişi idi.

    Peygamber (s.a.v.)
    yola çıkmadan Önce Evs’li Ebu Ahs (r.) ona geldi ve bir sorunu olduğunu
    söyledi. Üzerine bi­neceği bir devesi vardı, fakat elbiseleri çok eskiydi ve ne
    yolculukta kendisi için, ne de ailesine bırakabileceği yiye­cek parası yoktu.
    Bu aşırı bir durum olmasına rağmen, ona benzer daha birçok kişi vardı. Fakat
    Umre’ye giderken çok şey harcanmıştı ve o güne dek kazanılan tüm ganimet ler de
    sayısı gün geçtikçe artan Muhacir Müslümanlara harcanarak tüketilmişti.
    Peygamber (s.a.v.) Ebu Abs (r.)’a tek şey olarak elinde kalan uzun ve yeni bir
    giysi verdi. Fa­kat birkaç gün sonra sefer sırasında onu daha kötü ve eski bir
    elbiseyle gördü. «Sana verdiğim elbise nerde?» di­ye sordu. «Onu sekiz dirheme
    sattım» dedi Ebu Abs (r.) «Daha sonra kendim için iki dirhemlik hurma aldım,
    iki dirhemim de aileme geçimleri için bıraktım. Geri kalan dört dirheme de bir
    elbise aldım.» Peygamber (s.a v.) küçüldü ve: «Ey Abs (r.) ‘m babası sen ve
    arkadaşların gerçek­ten fakirsiniz. Fakat nefsimi kudret elinde tutana yemin
    olsun ki, bir müddet daha yaşarsınız, bolluk içinde yaşa­yıp ailelerinizi de
    bolluk içinde yaşatacaksınız. Bir yığın dirhem ve köleye sahip olacaksınız ve
    bu sizin için iyi ol­mayacak”[1].

    Sefer sırasında
    Peygamber (s.a.v.) iki kamp yeri ara­sında orduyu durdurdu ve İbn el-Ekva (r.)
    adındaki güzel sesli bir Eslem’li adamı çağırdı. Devenden in ve bize deve
    şarkılarından bir şarkı söyle» dedi. Bedevi, onlar develeri üstünde giderken
    şarkı söyleyecekti. Unutul­mayan, kederli ve monoton olan eski melodileri
    söylüyor­lardı. Ibn el-Ekba’nin, Peygamber (s.a.v.)’in Hendek’te Öğ­rettiği
    beyti okumasıyla bu kederli hava daha da yoğun­laştı:

    «Rabbimiz, biz hiç bir
    zaman sana yönelmez, Zekât vermez ve namaz kılmazdık.»

    Ibn el-Ekva Cr.) bu
    beyitle başlayan ş’arkıyı tamamla­dığında Peygamber (s.a.v.) ona: «Allah sana
    rahmet etsin? dedi. Buna karşı çıkan Ömer: «Ey Allah’ın Rasulü, sen bu­nu
    kaçınılmaz kıldın. Keşke onunla daha fâzla beraber ola-biîseydik!» dedi.
    Hepsinin bildiği gibi, Ömer, onun yakın­da şehit olacağını kastediyordu. Çünkü
    onlar, Peygamber (s.a.v.) kime rahmet dilerse kısa bir süre sonra onun şe­hit
    olduğunu görmüşlerdi.

    îkibuçuk gün sonra,
    hedefe sadece bir akşamlık yollan kalmıştı. Hayber ile müttefikleri Gatafan
    arasında engel oluşturacak bir konumda yol almaları gerekiyordu. Bunu amaçlayan
    Peygamber (s.a.v.) bir rehber istedi ve gecele­yin surların önündeki açık
    düzlüğe ulaştılar. Gece çok ka­ranlıktı, çünkü hilal henüz yeni çıkmıştı. Ordu
    o denli ses­siz yaklaşmıştı ki şehirde hiç kimse durumun farkında bile-değildi.
    Sadece sabahleyin bir horoz sesi sessizliği bozdu. Müslümanların kampında o
    şafak vakti sabah ezanı sessiz­ce okundu. Namazdan sonra sessizlik içinde,
    sabah ışığıyla  ortaya çıkan ekin
    tarlaları, hurma bahçeleri ve kaleleriyle «Hicaz’ın bostanı»nı seyrettiler.
    Güneş yükseldi, toprak işçileri ellerinde çapaları, sepetleriyle çıkıp böyle
    sessiz bir orduyla karşılaşınca çok şaşırdılar. «Muhammed ve or­dusu!» diye
    bağırıp geriye, kalelere kaçtılar. Peygamber (s.a.v.) AUahu Ekber dedi ve zafer
    dolu bir sesle Haribet Hayber (Hayber harap oldu) sözlerini skledi. Daha sonra
    Allah’ın insanları cezalandıracağını haber veren bir âyet okudu:

    «Fakat (azab) onların
    sahasına indiği zaman uyarıhp-korkututanların sabahı ne kadar da kötü olur.»
    (Saffat:177).

    Ama «indiği zaman
    yerine «indirdiğimiz zaman» dedi.

    Yahudiler hemen bir
    savaş konsülü topladılar. İçlerin­den bir şefin uyarılarına rağmen kale
    burçlarındaki siper­lerine güvendiler. Yesrib kaleleriyle, dağ hisarları adını
    verdikleri kendi kaleleri arasında hiçbir karşılaştırma ya­pılamayacağını
    söylediler. Bu ayrı gruplarla savaşma ka­ran, onların en zayıf noktalan olan
    birlik yoksunluğuna dayanıyordu. Kur’an’da Yesrib yahudiîeri için söylenenler
    Hayber’liler için de geçerliydi:

    «Sen onları birlik
    sanırsın, oysa kalblerİ paramparçadır» (Uaşr: 14).

    Küçük, fakat birlik
    içindeki bir ordu ile karşılaşmak onlar için şanssızlıktı:

    «Hİç şüphesiz Allah,
    kendi yolunda, sanki birbirlerine kenet­lenmiş bir bina gibi saf bağlayarak
    çarpışanları sever» (Haşr: 4).

    Bu ordu, şu vaade
    uyarak nefisleri yücelenlerden olu­şuyordu:

    «Nice az bir topluluk,
    dçtha çok olan bir topluluğa Allah’ın iz­niyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle
    beraberdir» (Bakara: 249)

    İlk gün Peygamber
    (s.a.v.) en yakın kaleye saldırdı­ğında diğer kaleleri savunanlar    birlik olup saldıranlara karşı tek vücut
    halinde savaşmadılar. Fakat kendi duvar­ları arkasında kalıp, kendilerini
    güçlendirmekle meşgul ol­dular. Bu taktikler iki ordu arasındaki eşitsizliği
    azalta­cak nitelikteydi. Fakat yine de Müslümanların sabrı, ya­bancı bölgede
    birden fazla savaş yapıp, uzun süren bir iş­gal ile sınanıyordu. Hayberliler,
    Arabistan’da en iyi nişan­cılar olarak tanınırlardı. Şimdiye kadar Müslümanlar
    hiç bu kadar fazla kalkan kullanmaya ihtiyaç duymamışlardı.

    Kampın gerisinde ise
    kadınlar sürekli ok yaralarım tedavi ile meşgul oluyorlardı. Peygamber
    (s.a.v.)’in eşlerinden sı­ra ikinci defa yine Ummü Seleme’ye gelmişti.
    Yaralıları tedavi etmek ve safların gerisinde su ihtiyacını karşılamak üzore
    gelen kadınlar arasında Peygamber (s.a.vj’in halası Safiye (r.), Ümmü Eymen
    (r.), Nuseybe (r.) ve Enes’in annesi Ümmü Süleym (r.) de vardı.

    Günler geçti, fakat
    hiçbir şey elde edilemedi. Altıncı gece, Ömer (r.)’in gözcülükle görevli olduğu
    bir sırada kampta bir casus yakalandı. Bu casus hayatı karşılığın­da
    Müslümanlara kaleler hakkında bilgi verdi ve hangi kalenin en zayıf ve en çok
    silaha sahip olduğunu anlattı. îlk önce en az korunan fakat geçmişte diğer
    kalelere kar­şı kullanılan bir savaş aletine sahip bir kaleye saldırma­larım
    önerdi. Medine gibi Hayber’de de uzun süreden beri iç savaş yaşanmıştı. Ertesi
    gün Müslümanlar kaleyi ele geçirdiler. Kaya fırlatmaya yarayan bir mancınık ve
    as­kerlerin kaleye girmek için yakın dövüşe başladıklarında üstünde çatı
    vazifesi görecek olan bir siperden oluşan sa­vaş aletlerini diğer kalelere
    karşı kullanmak üzere çıkar­dılar. Bir bakıma bu aletler sayesinde, zayıf
    kaleler teker teker düştü. Karşılaştıkları en güçlü savunma Na’im adın­daki
    kalenin savunmasıydı. Burada garnizon büyük bir kuvvetle karşı koyuyordu ve o
    gün Müslümanlar tarafm-yan yapılan her saldın püskürtüldü. Peygamber (s.a.v.)
    «Yarın sancağı Allah’ın ve Rasulünün sevdiği birisine ve­receğim. Allah bize
    zaferi onun ellerinden verecek, o hiçbir zaman dövüşten kaçmayan biri- dedi.

    Peygamber (s.a.v.)
    daha önceki seferlerinde sancak nlarak nisbeten daha küçük bayraklar
    götürmüştü. Fakat Hayber’e, Aİşe (r.)’nin cübbesinden yapılmış büyük siyah bir
    sancak getirdi. Buna «kartal» adını vermişlerdi. Ertesi gün «Peygamber (s.a.v.)
    sancağı Ali(r.) ‘ye verdi. Daha sonra o ve diğer arkadaşları adına, onlara
    zafer vermesi için Allah’a dua etti. Zübeyr (r.) ve kırmızı sankU Ebu Dücane
    (r.)’nin büyük rol oynadığı bir günlük şiddetli bir çarpışmadan sonra Ali (r.)
    adamlarına son bir hamle yap­tırdı ve düşmanın kale kapılarının kontrolünü
    Müslüman­lara bırakarak kalenin içlerine doğru çekilmelerini sağla­dı. Kale ele
    geçirildi, fakat adamların çoğu arkadaki bir kanaldan diğer kalelere
    kaçmışlardı.

    «Beni Gafatan nerede?»
    sorusu Hayber’de devamlı so­rulan fakat cevap alınamayan bir soruydu. Onlar
    gerçek­ten söz verdikleri gibi dörtbin kişilik orduyla yola çıkmış­lardı. Fakat
    bir günlük yol gittikten sonra geceleyin ko­nakladıklarında yerden mi, gökten
    mi geldiğini anlayama­dıkları bir ses duydular.. Ses arka arkaya üç kez «Halkı­nız!
    Halkınız! Halkınız!» diye bağırdı. Bunun üzerine adamlar ailelerinin tehlikede
    olduğunu hayal ettiler ve aceleyle geri döndüler. Fakat geri döndüklerinde
    herşeyin yerinde olduğunu gördüler. Bir bakıma, düşmanın yenilme­sinde bir
    payları olamayacak kadar geç kaldıklarını düşün­dükleri için, ikinci kez yola
    çıkmayı göze alamadılar.

    Hayber’deki kalelerden
    en dayanıklısı Zübeyr hisarı denilen kaleydi. Kalenin girişinde sarp kayalıklar
    vardı, diğer tarafları ise dimdik uçurumdu. Diğer kalelerden ka­çan
    savaşçıların çoğu, bu kalenin kuvvetlerine katılmıştı. Peygamber (s.a.v.)
    kaleyi üç gün boyunca kuşatma altın­da tuttu. Üçüncü günün sonunda diğer
    kalelerden birin­den bir yahudi geldi ve Peygamber (s.a.v.)’e onların son­suza
    dek savunmalarını sağlayacak gizli bir kaynaklan olduğunu haber verdi. Kendini,
    ailesini ve mallarını ga­ranti altına “almak şartıyla bu sırrı ona
    söylemeyi teklif etti. Peygamber (s.a.v.) bu teklifi kabul etti. Adam ona kale
    duvarları altından geçen bir su   
    kaynağı olduğunu,

    Zübeyr
    kalesindekilerin bu kaynağa merdivenlerle inip su aldığını anlattı. Su hiç bir
    zaman kurumadığı için kalede-kiler hiç su depolama ihtiyacı duymuyorlar. Eğer
    su kay­nağı engellenirse birkaç gün içinde dövüşeni eyecek kadar susuz
    kalacaklardı. Peygamber (s.a.v.) bu plânı uyguladı ve şiddetli bir çarpışmadan
    sonra kaley aldı.

    Karşı koyabilecek
    güçte olan son kale Kamus idi. Bu kale, Beni Nadir’in en zengin ve en güçlü
    kollarından biri olan Kinane ailesine aitti. Bazıları uzun süreden beri
    Hay-ber’de yaşıyordu. Oysa ailenin çoğu Medine’den sürgün edildikten sonra
    Hayber’e yerleşmişti. Gatafan’ın yardımını özellikle bunlar bekliyorlardı. Onların
    sözlerinde durma­ması Kinane’lileri büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı.
    diğer kalelerden kaçıp Kamüs’u dolduran yahudilerin getir­diği kötü haberler
    moral çöküntülerini daha da artırıyor­du. Bununla birlikte ondört gün karşı
    koydular. Daha son­ra Kinane, Peygamber’ (s.a.v)’e görüşmek istediğini bildi­ren
    bir haber gönderdi, Kinane ailesinden bir kaç kişi ile birlikte kaleden çıktı.
    Görüşmeler sonunda, yahudilerin Hayber’i ve tüm mallarını Müslümanlara bırakıp
    gitmele­ri şartıyla ne onlardan, ne de ailelerinden kimsenin öldu-rülînemesine
    ve esir alınmamasına karar verildi. Peygam­ber (s.a.v.) son bir şart daha
    ekledi: eğer bir kişi bile mal larını götürmeye kalkarsa, hayatları tehlikede
    olacaktı. Kinane ve diğerleri buna razı oldular. Peygamber (s.a.v.) Ebu Bekir
    (r.), Ömer (rj, Ali (r.) ve Zübeyr’r.)’le birlikte on yahudiyi anlaşmaya şahit
    tuttu.

    Fakat kısa bir süre
    sonra hem Müslümanlar, hem de yahudüer, mallarının büyük bir kısmının gizlenmiş
    oldu­ğunu farkettiler. Medine’den getirdikleri ve Medine sokak­larında herkesi
    büyüleyen o meşhur Beni Nadir serveti neredeydi? Peygamber (s.a.v.) bunu
    Kinane’ye sordu. Ki­nane Hayber’e vardıklarından beri silah ve zırh almak için
    mallarını sattıklarını bu nedenle de servetlerinin azaldığı­nı söyledi. Yahudiler
    onun yalan söylediğini biliyorlardı. Bunun yanısıra, artık bir Peygamber
    (s.a.v.)’in huzurunda olduklarına inandıkları için çoğu endişeliydi. Ona tabi
    olmalarına gerek, olmadığını, çünkü onun kendilerine gönde­rilmediğini
    düşünüyorlardı. Fakat yine de onu kandırmak çok tehlikeli olabilirdi.
    Kinane’nin çok sevdiği adamlardan biri ona gidip hiçbir şey gizlememesi için
    yalvardı. Çünkü eğer gizlerse Peygamber (s.a.v.) bunu mutlaka haber alır­dı.
    Kinane sinirlenerek onu tersledi. Fakat bir gün bile geçmeden hazine
    bulunmuştu. Kinane ve ona yardım eden kuzeni ölüm cezasına çarptırıldılar.
    Aileleri de esir alındı.

    Kamûs’un düşmesinden
    sonra geri kalan iki kale de aynı şartlarla teslim oldular. Daha sonra Hayber
    yahudi-leri toplanıp bir danışma meclisi kurdular. Sonunda şöyle bir karara
    vardılar: Peygamber (s.a.v.)’e çiftçilikten ve bahçecilikten iyi anladıklarını
    öne sürerek her yıl hasadın yansını vergi olarak verip, Hayber’de kalmayı
    teklif ede­ceklerdi. Peygamber (s.a.v.) buna razı oldu. Fakat gele­cekte eğer isterse,
    onların gitmesi gerektiğini de ekledi. îş-te o zaman Müslümanların kuzeydoğuda
    zengin bir vaha olan Fedek’e bir sefer düzenledikleri söylentisi çıkta. Fedek
    yahudileri, Hayber’e uygulanan vergiyi duyunca, aynı şartlarla teslim olmak
    istedikleri haberini gönderdiler. Bu şekilde Fedek de, savaş yapmadan kazanılan
    diğer yerler gibi Peygamber  (s.a.v)’in
    özel mülkiyetine geçti.

    Bütün meseleler
    halledilip, zafer kazanan ordu istira­hata çekildiğinde, Sellam îbn Mişkem’in
    dul eşi bir kuzu haşladı ve her tarafını zehirledi. Peygamber (s.a.v)’in ço­ğunlukla
    kuzunun kolunu sevdiğini duyduğu için o bölge­yi özellikle zehirledi. Daha
    sonra kuzuyu kampa götürdü ve Peygamber (s.a.v.)’in önüne koydu. Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.) ona teşekkür etti ve beraberindeki ar­kadaşlarını yemeğe
    davet etti.

    Peygamber (s.a.v.)’İn
    hemen yanında, Müslümanlara ikinci Akabe’de liderlik yapan ve Mekke’ye doğru
    ilk na­maz kılan kişi olan Bera’nın oğlu Hazreç’li Bişr oturuyor­du. Peygamber
    (s.a.v.) kuzudan bir. lokma aldığında ağ-zmdakileri tükürdü ve «Ellerinizi
    çekin! Bu kol bana ze­hirli olduğunu söyledi» dedi. Kadına haber gönderdi ve
    kolu zehirleyip zehirlemediğini sordu. Kadın: 
    «Sana kim söyledi?» diye sordu. Peygamber (s.a.v.) «Kolun kendisi» dedi,
    «Bunu niçin yaptın?» Kadın: «Halkıma neler yaptı­ğını biliyorsun; baoamı,
    amcamı ve kocamı öldürdün. Ben de kendi kendime; eğer o bir kralsa ondan
    kurtulacağım, eğer bir Peygamber’se zehirli olduğunu, anlar dedim.» dedi.
    Bişr’in yüzü zaten sararmıştı. Çok geçmeden Öldü. Fakat Peygamber (s.a.v.) buna
    rağmen kadını bağışladı-.[2]

    Müslümanların eliyle
    kocasını ve babasını kaybeden tek kadın o değildi. Kinane’nin hazineyi
    saklaması üzerine alınan esirler arasında, Kinane’nin dul eşi ve Beni Kura-zalıları
    Peygamber Cs.a.vJ’le yaptıkları anlaşmayı bozma­ya ikna eden ve Hendek
    Savaşından sonra onlarla birlikte öldürülen Huyay’m kızı Safiye’de vardı.
    Safiye onyedi ya­şındaydı ve Kinane ile evleneli henüz bir iki ay olmuştu. Bu
    süre boyunca Safiye ile Kinanenîn evlilikleri mutlu geçme­mişti. Babası ve
    kocasının aksine Safiye çok dindar bir ka­dındı. Küçük yaşından beri halkının
    bir Peygamberin ge­leceğinden bahsettiğini duymuştu ve bu onun hayallerini
    doldurmuştu. Daha sonra halkı Mekke’de. Kureyşiı bir Arab’ın Peygamberlik
    iddiasında bulunduğundan bahset­mişlerdi. Sonra onun Küba’ya ulaştığı haberi
    gelmişti. Bu olay o daha on yaşında bir çocukken yedi yıl Önce olmuş­tu. O
    babasıyla amcasının bu adamın bir sahtekâr oldu­ğunu gözleriyle görmek için
    Küba’ya gittiklerini de hatır­lıyordu. Fakat herşeyden çok onların gece yarısı
    üzüntü ve nayal kırıklığı içinde geri dönüşleri belleğine işlenmiş ti.
    Söylediklerinden onların bu yeni gelen adamın Peygam­ber olduğuna inandıkları,
    fakat ona karşı çıkmaya niyet­lendikleri anlaşılıyordu. Onun küçük aklı buna
    hayret et­mişti[3].

    Evlendikten kısa bir
    süre sonra ve Peygamber (s.a.v.)’-ip Hayber önlerine gelmesinden bir süre önce
    bir rüya gör­müştü. Gökte asılı parlak bîr ay gördü, bunun altında Ma[4]ine
    şehrinin uzandığını biliyordu.    Daha
    sonra ay Hayfcer’e doğru ilerlemeye başladı ve kucağına düştü. Uyandımda
    Kinane’ye rüyasını anlattı, fakat o Safiye’nin yüzü ne bir tokat attı ve «Bu
    sadece senin Hicaz Kralı Muham med’i arzu   
    ettiğin anlama gelir» dedi.    Bir
    esir    olarak peygamber (s.a.v.)’e
    getirildiğinde yüzünde hâlâ darbenîr izi vardı. Peygamber  (s.a.v.) ona bunun neden olduğunu sordu, o da
    rüyasını anlattı. O sırada Beni Kelb’ten Dihye adında bir adam, Safiye’yi
    Hayber’den kendisine düşecek olan ganimet payı olarak istemiş,    Peygamber (s.a.v.)  de bunu kabul etmişti. Fakat Safiye’nin    rüyasını dinleyince Dihye’ye onun kuzenini
    alması için haber gönderdi. Daha sonra Safiye’ye dönüp onu serbest bırakacağım,
    bir yahu-di olarak kalıp halkına dönmek veya   
    Müslüman olarak Peygamber  
    (s.a.v.)’in eşi olmak arasında bir seçim yap­masını söyledi.   Safiye «Allah’ı ve   Rasulünü  
    seçiyorum» dedi. Medine’ye doğru yola çıkıldı ve Rasulullah’la Safiye
    (r.)  ilk konakta evlendiler.

    Sefer henüz
    bitmemişti. Çünkü geldikleri yoldan dön­mek yerine biraz batıya-dönüp
    Vadi’1-Kura yahudilerinin kalelerini de kuşattılar. Bu yahudiler Hayber’le
    anlaşmalı idiler, üç günün sonunda Hayber’deki şartların aynısını kabul edip
    teslim oldular.

    Kuzeye doğru
    yürünürken orduya şarkı söyleyen Es-lem’li tbn el-Ekva (r.) Hayber’de kaleye
    saldırırken öldü­rülmüştü. Nasılsa kendi kılıcı kendisine dönmüş ve ona ölümcül
    bir yara vermişti. Ensar’dan biri bu nedenle onun bir şehit sayılamayacağını
    iddia etti. «Bunu söyleyen ya­lan söylüyor» dedi Peygamber (s.a.v.) «Gerçekten
    O, bir yüzücünün suyu geçtiği gibi kolaylıkla Cennet bahçelerin­den geçti»[5].
    Şehitlikle ilgili başka bir tartışma da Vadİ’î-Kura’da çıktı. Peygamber
    (s.a.v.)’in zenci kölesi Kerkere, bir devenin semerini çözerken isabet eden bir
    okla öldürülmütü. Peygamber (s.a.v.) herkesin sorduğu bu soruya şu ce­vabı
    verdi: «Şimdi o, Hayber’de çaldığı ve şimdi alev ha­line gelen cübbenin altında
    cehennem ateşinde yanıyor.»[6]  Peygamber (s.a.v.) sürekli olarak, kendisiyle
    birlikte yaşama ayrıcalığına sahip olan Sahabeyi, bu ayrıcalığın bazı büyük
    sorumlulukları da beraberinde getirdiği konu­sunda uyarırdı. Çünkü Allah
    adildir ve onları, kötülüğe karşı koymanın çok zorlaştığı kötü çağlarda
    yaşayanlardan daha şiddetli cezalandıracaktır. Peygamber (s.a.v) şöyle derdi:
    «Siz öyle bir çağda yaşıyorsunuz ki, kanunun onda birine uymazsanız mahkum
    olursunuz. Fakat öyle bir çag gelecek ki o zairfan kanunun onda birine uyan
    kurtulacak[7]

     



    [1] W. 636.

     

    [2] B. U, 23

    [3] I.  I. 354-5

    [4] Dihyu (,ok güzel bir adamdı. Peygamber (s.a.v.) onun
    hak­kında -Gördüğüm adamlar içinde Cebrail’e eh çok benze-vı-n Dihye el-Kalbî-
    derdi.  I. S. IV, 184.

    [5] W.662.

    [6] I.  I.  765

    [7] Tir. XXXI, 79.

     

  • Hudeybîye’den Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

    68.    HUDEYBÎYE’DEN SONRA

     

    Beni Sakîf’li Ebu
    Beşir, ailesi Taif’ten göçüp Beni Züh-re’nin müttefikleri olarak Mekke’ye
    yerleşmiş olan genç bir adamdı. Ebu Beşir tr.) Müslüman olmuş ve ailesi de onu
    hapsetmişti. Fakat o yürüyerek Medine’ye kaçmayı başar­mış ve Peygamber
    (s.a.v.) Hudeybiye’den döndükten kjsa bir süre sonra Medine’ye ulaşmıştı. Onun
    arkasından, ka­çağın kendisine teslim edilmesini isteyen bir Kureyş’li elçi
    geldi. Peygamber ts.a.v.) Ebu Beşir fr.î’e de Ebu Cendel (r.)e söylediklerinin
    aynısını söyledi. Ve anlaşmaya uya­rak kendisini elçiye teslim etmek zorunda
    olduğunu be­lirtti. Ömer ve diğer Sahabe şimdi anlaşma maddelerine bi­raz razı
    olmuş görünüyorlardı. Bu nedenle Kureyş’in ada­mı ve yanındaki azatlı köle Ebu
    Beşir’i götürürken orada bulunan Ensar ve Muhacirler hep bir ağızdan: «îyi şans­lar
    Allah muhakkak sana bir çıkış yolu gösterecek» dedi­ler.

    Onların bu ümitleri
    beklediklerinden daha kısa bir sürede gerçekleşti. Ebu Beşir gençliğine rağmen
    çok güçlü bir adamd.’. ve ilk konakta elçinin kılıcını alıp onu öldür­meyi başardı.
    Bunun üzerine azatlı köle ismi Kevser doğruca Medine’ye kaçtı. Karşı
    konulmaksızın Mescid’e girdi ve kendini Resuhıllah’ın ayaklarına attı. O
    yaklaştı­ğında Peygamber (s.a.v.): «Bu adam çok korkunç bir şey görmüş» dedi.
    Kevser hemen, arkadaşının öldürüldüğünü ve kendisinin de ölümden kurtulduğunu
    anlattı. O sırada

    Ebu Beşir elinde
    kılıcıyla göründü. «Ey Allah’ın Peygam­beri» dedi, «sen görevini yaptın. Beni
    onlara gönderdin. Allah da beni serbest bıraktı.» Peygamber (s.a.v.) «Annesi­ne
    yazık!»[1] dedi.
    «Savaş için ne güzel bir meşale. Keşke onun yanında başkaları da olsaydı!»
    Kureyş onun için baş­ka elçiler gönderirse, bir önceki sefer olduğu gibi yine
    onu teslim etmek zorundaydı. Ancak böyle bir düşünce Ebu Beşir (r.)’in
    kafasından uzaktı. O öldürdüğü adamm silahlarının, zırhının ve devesinin
    ganimet olduğunu ve kanına uygun olarak beşe bölünüp paylaştırılması gerekti
    ğini düşünüyordu. «Eğer böyle yaparsam» dedi, Peygam­ber (s.a.v.): «Onlar beni
    yeminime uymamakla suçlarlar.» Daha sonra çok korkan Mekkeli azatlı köleye
    döndü ve «Arkadaşından alman mallar senin kontrolündedir. Bu adamı da, seni
    gönderen adamlara götür» dedi. Bunu du­yan Kevser sarardı ve «Ey ^Muhammed, ben
    hayatıma de­ğer veririm. Benim gücüm onun için yeterli değil ve ben iki kişinin
    yerini tutamam» dedi. Müslümanlar görevlerini yapmışlar fakat Mekke’nin
    temsilcisi mahkumu götürmek istememişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Ebu
    Beşir’e döndü ve: «Nereye İstersen git» dedi.

    Ebu Beşir: «Keşke onun
    yanında başkaları da olsaydı» sözleri kulaklarında çınlayarak Kızıl Deniz
    sahillerine doğru gitti. Bu sözlerdeki emir ve tavsiye niteliğini anla­yan tek
    kişi o değildi. Ömer (r.) de bunu anlamış ve Mek­ke’deki diğer Müslümanlar’a
    Peygamber (s.a.v.)’in bu söz­lerini ve Ebu Beşir’in nerede olduğu haberini
    ulaştırmıştı Onun nerede olduğunu Medine’ye gelen dost sahil kabile­lerin
    birinden haber almıştı. Süheyl’in oğlu Ebu Cendel tr.) yeni koruyucuları
    tarafından artık sıkı bir şekilde kontrol edilmiyordu. Bir de tüm Mekke’de
    Müslüman genç­lere edilen dikkat konusunda genel bir yumuşama görülü­yordu.
    Çünkü Muhammed (s.a.v.), onlar Medine’ye kaçarsa sözünde durup onları geri    göndereceğini göstermişti. Bu gevşemeden
    yararlanan Ebu Cendel ve diğer gençler bir yolunu bulup Ebu Beşir’in yanma
    kaçtılar. Bunların arasın­da Halid’in kardeşi Velid de vardı. Ebu Beşir onlarla
    bir­likte Mekke’den Suriye’ye giden kervan yolu üzerindeki stratejik bir
    noktaya kamp kurdu. Onlar Ebu Beşir tr.)’i lider olarak kabul ediyorlardı.
    Namazları o kıldırıyor, iba­detleri ve diğer dini konularda ona danışılıyordu.
    Çünkü onların çoğu yeni Müslüman olmuştu ve birşey bilmiyor­lardı. Kureyşlîler
    kuzeye giaen yolun tekrar güvenilir hale gelmesine seviniyorlardı. Fakat Ebu
    Beşir’in kampına yet­miş kadar genç adam katılmıştı ve bunlar kervanlar için
    tehdit oluşturuyordu. Kureyşliler birçok adam ve malları­nı kaybettikten sonra,
    Peygamber (s.a.v.)’e bu adamları toplumuna kabul etmesini rica eden bir mektup
    gönderdi­ler. Onîann geri döndürülmesini istemeyeceklerine de söz verdiler.
    Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Ebu Beşir’e ta­raftarlarıyla birlikte
    Medine’ye gelebileceğini haber veren bir mektup gönderdi. Fakat o sırada genç
    lider çok hastay­dı ve mektup ona ulaştığında ölümün eşiğindeydi. Mektu­bu
    okudu ve elleri arasında tutarak öldü. Arkadaşları onun cenaze namazım kıldılar
    ve onu gömdüler. Gömüldü­ğü yere de bir mescid yaptılar. Daha sonra Peygamber
    (s a.vJ’Ie buluşmak üzere Medine’ye gittiler[2].

    Kayalıklara
    ulaştıklarında Velid’in devesi tökezledi ve onu yere düşürdü. Velid düşünce
    parmağını keskin bir kayaya kestirdi. Parmağı alıp fırlatırken şöyle dedi:

    «Sen kanayan bir
    parmaktan başka nesin? Allah yolunda başka hiçbir yara almadın.»

    Fakat kesik parmak
    mikrop kaptı ve Ölümcül bir yara haline geldi. Bununla birlikte Velid (rj
    ölmeden önce ağabeyi Halid’e onu fslâm’a davet eden bir mektup yazmayî başardı.

    O sıralarda Mekke’den
    sadece bir tek kadın kaçıp Me­dine’ye sığınmıştı. O da Osman’ın üvey kardeşi,
    yani an­nesi Erva ile Bedir’den dönüşte öldürülen Ukbe’nin kızları olan Ümmü
    Gülsüm idi. Fakat artık mü’min kadın-lann kâfirlere döndürülm esini yasaklayan
    bir âyet inmiş­ti. Bu nedenle, iki öz erkek kardeşi Ümmü Gülsüm’ü geri
    götürmeye geldiklerinde Peygamber (s.a.v.) onu bırakma­dı. Kureyşliler de bunu
    fazla karşı çıkmadan kabul ettiler. Çünkü anlaşmada kadınlardan hiç
    bahsedilmiyordu. Daha sonra Zeyd (r.) Zübeyr (r.) ve Abd’ur-Rahman îbn Avf (r.)
    onunla evlenmek istediler. Peygamber (s.a.v.) ona Zeyd’le evlenmesini tavsiye
    etti. O da bu tavsiyeyi kabul etti.

    Anlaşma yapıldıktan
    bir ay sonra Aişe (rJ ve babası kısa bir süre sonra sevince neden olacak olan
    büyük bir üzüntü yaşadılar. Ümmü Ruman (r.) hastalandı ve öldü Onu Baki’
    mezarlığına gömdüler. Peygamber (s.a.v.) onun cenaze namazını kıldı ve mezarına
    indi. Onun ölüm habe­ri Mekke’ye ve oğlu Abdu’l-Kâ’be’ye de ulaştı. Bu üzüntü
    Abdu’l-Kâ’be’ye, uzun süreden beri düşündüğü birşeyi uy­gulama olanağı verdi.
    Annesinin ölümünden kısa bir süre sonra Medine’ye geldi ve Müslüman oldu. Biat
    ettiğinde Peygamber (s.a.v.)  ona
    Abdurrahman adını verdi.

    Abdurrahman, o dönemde
    Müslüman olan tek kişi de­ğildi. Haftalar ve aylar geçince Kur’an’m bu
    anlaşmayı ne­den apaçık bir zafer diye nitelediği açıklığa kavuşuyordu. Artık
    Mekke’ii ve Medine’Iiler barış içinde buluşup, ser­bestçe birbirleriyle
    konuşabiliyorlardı*. Anlaşmadan son raki iki yıl boyunca îslâm toplumu iki
    katma çıktı.

    Hacıların dönmesinden
    kısa bir süre sonra herkesi se­vindiren bir âyet nazil olmuştu:

    «Belki Allah, sizlerle
    onlardan kendilerine karşı düşmanlık bes­lemekte olduklarınız arasında bir
    sevgi bağı kılar.» (Mvmtahine: 7).

    Bu sözler, gün
    geçtikçe artan ihtidaları kastediyordu. Bazılarına göre de bu âyet Peygamber
    (s.a.v.) ‘le Kureyş li­derlerinden biri arasında gelişen yakın ilişkiyi
    kastediyordu.

    Hudeybiye’den birkaç
    ay önce Habeşistan’dan Pey-gamber’in kuzeni Ubeydullah İbn Cahş’m Ölüm haberi
    gel­mişti. O, îslâm’a girmeden önce hristiyandı ve Habeşis­tan’a hicret
    ettikten kısa bir süre sonra tekrar hristiyan-hğa dönmüştü. Bu, Müslümanlıkta
    karar kılan ve Ebu Süfyan’ın kızı olan karısı Ümmü Habibe’yi çok üzmüştü
    Kocasının ölümünden dört ay sonra Peygamber (s.a.v.) Necaşi’ye kendi adına Ümmü
    Habibe (rJ ile arasında nikâh kıymasını rica etti. Peygamber (s.a.vJ Ümmü
    Habibe (r ) -ye direkt olarak fikrini sormamıştı. Fakat Ümmü Habıbb (rJ
    rüyasında kendisine birisinin gelip «mü’minlerin an­nesi» diye hitap ettiğini
    görmüş ve bunun Peygamber t s a.v.)in eşi olacağına işaret ettiğini tahmin
    etmişti. Ertcii gün, rüyasını doğrulayan Necaşi’nin teklifini aldı. Bunun
    üzerine en yakın akrabası olan Halid îbn Said’i vekil ola­rak seçti. Necaşi’
    de, Cafer (r.)’in de içlerinde bulunduğu bir grup Sahabe huzurunda nikâhı kıydı.
    Daha sonra Ne caşi, sarayında ilk düğün yemeği verdi ve bütün Müslü­manları
    davet etti.

    Peygamber (s.a.v.)
    Cafer (rJ’e de artık gelip Medine’­de 3*aşayabüeceklerini bildiren bir mektup
    gönderdi. Cafer (rJ, hemen yol hazırlıklarına başladı. Necaşi onlara yol­culukta
    kullanmak üzere iki bot verdi. Ümmü Habibe’nın de onlarla birlikte gitmesine
    karar verildi. Medine’de de onun için bir ev yapılmaya başlanmıştı.

    Necaşi, o dönemde
    Peygamber’in mektup gönderdiği tek kral değildi. Hendek’te o büyük kayayı
    parçaladığın­da, ilk vuruşunda ortaya çıkan ışıkla Yemen kalelerini görmüştü.
    Üçüncü ve son vuruşunda çıkan ışıkla da Me-dain’deki Kisra’nm beyaz sarayını
    görmüştü. îslâm impa­ratorluğunun ileride*buralara dek yayılacağına işaret eden
    bu iki ışık arasında bir ilişki vardı. Çünkü Yemen o za­manlar îran
    kontrolündeydi. Peygamber (s.a.v.) îran kra İma kendi Peygamberliğini ilan eden
    ve îslâm’a çağıran bir mektup gönderdi. Belki bu mektubu yazarken büyuK
    ümitleri yoktu. Fakat yine de başka bir girişimde bulun­madan Önce ona seçme
    hakkı tanımak istemişti.

    Bu ûç ışıktan ikincisi
    ile Suriye kalelerini görmüş ve buradan da İslâm’ın, oralara ve daha da batıya
    yayılaca­ğını anlamıştı. Bu nedenle İran kiralına yazdığı mektuba benzer bir
    mektup da Roma İmparatoru Herakliyus’a yaz­dı. Bu mektubu Suriye yöneticisi
    aracılığıyla gönderdi. Bu­na benzer bir mektup da İskenderiye’ye, Mısır Kralı
    Mu-kavkıs’a gönderildi.

    O sırada Kisra başka
    kaynaklardan Medine’nin gün geçtikçe güçlenen Arap kralının Peygamber Cs.a.v.)
    oldu­ğunu iddia ettiğini duymuştu. Bu nedenle Yemen’deki va lisi Bâzân’ı,
    Muhammed Is.a.vJ’le ilgili ayrıntılı bilgi top laması için görevlendirdi.
    Bâzân, Medine’ye, etrafı gözle­meleri için iki elçi gönderdi. İki elçi İran’da
    yaygın olan bir geleneğe uyarak sakallarını traş edip bıyıklarını uzat­mışlardı.
    Onların görünüşü Peygamber (s.a.v.)’e garip gel­di ve: «Size böyle yapmanızı
    kim emrediyor?» dedi. Onlar da Kisra’yı kastederek «Rabbimiz» dediler.
    Peygamber (s.a.v.): «Benim Rabbim, sakalımı uzatmamı ve bıyığımı ki saltmamı
    emrediyor» dedi. Daha sonra onları, yarın gel­melerini söyleyerek gönderdi. O
    gece Cebrail geldi ve Pey­gamber (s.a.v.)’e İran’da ayaklanma olduğunu,
    Kisra’nm öldürülüp yerine oğlunun geçtiğini haber verdi. Elçiler geldiğinde bu
    haberi onlara ulaştırdı ve onlara bu haberi Yemen valisine ulaştırmalarını
    emretti. «Ona benim dini­min ve İmparatorluğumun Kisra krallığının ötesine
    ulaşa­cağım söyle, ona benden bunu ilet: islâm’a gir, sahip oldu­ğun şeylerde
    seni destekleyeyim ve seni Yemen halkına kral tayin edeyim.»

    Elçiler ne
    düşüneceklerini bilemeden San’a’ya döndü­ler ve mesajı Bâzân’a ulaştırdılar. O
    «Ne olduğunu göre­ceğiz. Eğer söyledikleri doğruysa o gerçekten Allah’ın gön­derdiği
    bir Peygamber» dedi. Fakat O, iran’da neler ol­duğunu anlamak üzere bir elçi
    göndermeye fırsat bulama­dan, yeni Şah olan Siroes’in bir adamı geldi. Yeni
    Şah’m onlardan bağlılık istediği haberini getirdi. Bâzân ona ce­vap vereceği
    yerde İslâm’a girdi. Yanındaki iki elçi-ve di­ğer iranlılar da
    Müslüman,oldular. Daha sonra Medine’ye haber gönderdi, Peygamber (s.a.v.) de
    ona Yemen’i yö­netme görevini verdi. Bu, Hendek’te gördüğü ilk ışığın va’dinin
    yerine geldiğini gösteriyordu.

    Peygamber (s.a.v.) ‘in
    mektubu Medain’e Kisra’nm ölü­münden sonra ulaştı. Bu nedenle mektubu ondan sonra
    gelen Şah okudu ve yırttı. Peygamber s.a.v.) bunu haber alınca «Ya Rabbi, aynı
    şekil de sen de onun krallığını parçala» dedi.

    Hacılar döndükten
    sonraki ilk haftalardan birinde Peygamber’in (s.a.v.) hayatına, şimdiye kadar
    hiç kullanıl­mayan bir silahla saldırıldı. Arabistan’daki yahudiler ara­sında
    her nesilde büyücülüğü bilen bir iki kişi olurdu. Bun­lardan biri olan ve bu
    ilmin kendisi ile birlikte ölmesini İstemeyerek kızlarına da öğreten Lebid
    adında bir yahudiy-di. Lebid, Peygamber (s.a.vj’e öldürücü bir büyü yapma­sı
    için büyük bir rüşvet almıştı. Bu amacını yerine getire­bilmesi için onun bir
    tutam saçına ihtiyacı vardı. Bunu da kızlarından biri, masum bir kişiyi
    kullanarak elde etti. Labîd saça on bir düğüm attı, kızları da her düğüme bir
    şey­ler üflediîer. Daha sonra bunu, üstünde polen tozu kılıfla­rı bulunan dişi
    bir hurma filizine bağladı ve derin bir ku­yuya attı. Büyü ancak düğümlerin
    açılmasıyla çözülebilir­di.

    Peygamber (s.a.v.)
    kısa bir süre sonra bîr şeylerin kö­tüye gittiğini anladı. Bir taraftan
    hafızası zayıflıyor, diğer taraftan yapmadığı şeyleri yapmış gibi hayal
    ediyordu. Yamsira çok zayıflamıştı ve’ yemek sunulduğunda kendi­sinde
    yiyebilecek gücü bulamıyordu. Kendini iyileştirmesi için Allah’a dua ediyor ve
    uykusunda biri başında, diğe­ri ayağında iki kişinin oturduğunu farkediyordu.
    Peygam­ber (s.a.v.), onlardan birinin diğerine onun hastalığının gerçek
    sebebini, anlattığını ve kuyunun adını verdiğini duydu1. Uyandığında Cebrail
    geldi ve rüyasını doğrula­yarak biri beş, biri altı âyetten oluşan iki sure
    getirdi. Peygamber (s.a.v.) Ali (r.)’yi bu sureleri okuması için kuyuya
    gönderdi. Her âyette düğümün biri çözüldü ve hepsi çözüldüğünde Peygamber
    Cs.a.v.) hem madden hem de manen iyileşmişti[3].

    Bu surelerden ilki
    şuydu:

    «De ki: Sabahın
    Rabbine sığınırım,

    Yarattığın şeylerin
    şerrinden,

    Karanlığı çöfetügü
    zaman gecenin şerrinden,

    Düğümlere üfleyen
    kadınların şerrinden,

    Ve kased ettiği zaman
    kasetçinin şerrinden.» (Felak Suresi}

    İkincisi ise şöyleydi:

    «De ki: insanların
    Rabbine sığınırım,

    insanların mâlikine,

    insanların (gerçek)
    ilahına.

    Sinsice kalblere
    vesvese »f kuşku düşürüp duran, vesveseci-nın şerrinden

    Ki o, insanların
    göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, ku­runtu fısıldar),

    Gerek cinlerden,
    gerekse İnsanlardan (olan her hannastan Al­lah’a sığınırım» (Nas Sûresi)[4]

    Bu sureler Kur’an’m en
    son sureleridir ve kötülükler­den sakınmak için sürekli okunur.

    Peygamber (s.a.v.) o
    kuyunun doldurulup yanında baş­ka bir kuyunun açılmasını emretti. Kendisine bir
    rüşvet karşılığında büyü yaptığını itiraf eden Labid’e haber gön­derdi, fakat
    pna karşı bir girişimde bulunmadı.

     

     



    [1]    ‘Bu adam o
    kadar ateşli ki, yakında annesi onun yasını tu­tacak» anlamına gelen bir deyim.

    [2] W. 624-9; B. LIV, I. I. 751-3

     

    [3] Beyzavi’nm Felak 
    suresi tefsiri.

    [4] (Nas). Bazı alimlere göre bu iki sure bu olay için
    inmemiş,

    fakat Peygamber’e daha
    önceden Mekke’de iken   (Hicretten

    önce)  indirilmiştir.

     

  • Kureyşin Yaşadığı İkilem Hz. Muhammedin Hayatı

    66.   KUREYŞİN YAŞADIĞI İKİLEM

     

    Peygamber (s.a.v.)
    Ramazanı ve onu takip eden ay’ı Medine’de geçirdi. O ayın sonlarına doğru bir
    gece rüya­sında, başı tıraşlı bir şekilde Kâ’be’ye girdiğini ve Kâ’be-nin
    anahtarını elinde tuttuğunu gördü. Ertesi gün rüya­sını Sahabeye anlattı ve
    onlan kendisi ile birlikte umre yapmaya davet etti. Bunun üzerine aceleyle yol
    hazırlık­larına girişildi. Kutsal mekânda kurban edilmek üzere yet­miş deve
    satın aldılar. Bu kurbanların etleri Mekke’deki fakirlere dağıtılacaktı.
    Peygamber (s.a.v.) hanımlarından birini yanında götürmeye karar verdi. Kura
    çektiklerinde ÜmmÜ Seleme çıktı Umre yapanlar-arasında, İkinci Akabe bdatında
    da bulunan iki Hazreçli kadm, Nuseybe ve Ümmü Meni’, vardı.

    Her adam avlanma
    amacıyla yanma birer kılıç aldı Fakat tam yola çıkmak üzere iken Ömer (r.) ve
    Sa’d îbn Ubade (r.) tamamen silahlanmayı önerdiler. Kureyş, ha­ram aya rağmen
    saldırabilir dediler. Fakat Peygamber (s. a.v.) bu öneriyi kabul atmedi ve:
    «Ben silah taşımayaca­ğım, hac yapmaktan başka bir şey için yola çıkmıyorum»
    dedi. ilk konaklarında, kurban edilecek develerin kendi­sine getirilmesini
    istedi. Bir tanesini seçip Mekke’ye dön­dürdü ve sağ böğrüne bir işaret koyarak
    deveyi nişanladı. Devenin boynuna da çelenk astı ve diğer develerinde aynı
    şekilde    nişanlanmasını emretti.    Daha sonra Huza’a’nın Ka’b kolundan bir
    adamı, Kureyş’in tepkisini öğrenmek üzere gönderdi.

    Peygamber (s.a.v.)’in
    başı açıktı ve iki parça dikişsiz Kumaştan yapılmış geleneksel hac kıyafetini
    (ihram) giy­mişti. İhramın bir parçası vücudun alt kısmını Örtmek üze­re ttele
    dolanmış, diğer parçası da omuzlarına örtülmüştü Peygamber (s.a.v.) iki rekât
    namaz kılarak hac için hazır­landı. Namazın arkasından hacıların söyledikleri
    Lebbeyk Lebbeyk kelimesini tekrarlamaya başladı. Bu «îşte sana geldim,
    emrindeyim Allah’ım» anlamına geliyordu. Çoğu kişi onun gibi yaptı. Fakat
    birkaç kişi biraz daha ileride ihrama girmeyi tercih etti. Çünkü ihrama girmek,
    avlan­ma ile ilgili bir takım yasakları da beraberinde getiriyor­du.

    Kureyşliler,
    Medine’den hacıların yola çıktığı haberini alınca, Peygamber (s.a.v.)’in
    önceden tahmin ettiği gibi, kuşkuya kapıldılar ve hemen Meclisi topladılar.
    Şimdiye kadar hiç böyle ciddi bir ikilem yaşamamışlardı. Eğer on­lar Mescid’in
    koruyucuları olarak, bine yakın Arap hacı­nın yolunu keserlerse, kendi
    büyüklüklerinin üzerinde ku­rulduğu kanunlara aykırı düşeceklerdi. Diğer
    taraftan eğer düşmanlarının Mekke’ye barış ve rahatlık içinde gir­mesine izin
    verirlerse, bu, Muhammed (s.a.vj için büyük bir moral zaferi olacaktı. Bu
    haberler tüm Arabistan’a ya­yılacak ve tüm ağızlarda tekrarlanacaktı. Aynı
    zamanda bu, bir önceki başarısız Medine seferlerinin üstüne tuz bi­ber
    olacaktı. Belki de en kötüsü, bu hacıların eski hac ge­leneğini devam
    ettirmeleri onların İbrahim dinine bağlı ol­duklarını ortaya koyarak daha çok
    kişinin sempatisini ka­zanmalarını sağlayacaktı. Herşey gözden geçirildiğinde,
    on­ları Mekke’ye sokmamaları gerektiği kararma vardılar. «Aramızda bir tek kişi
    canlı kaldığı sürece, Tantı’ya and-olsun, onlar giremeyecekler»  dediler.

    Hacılar, Usfan’a
    ulaştığında, önceden gönderilen kü­çük grup, Mekke’lüerin Halid’i ikiyüz atlı
    ile onların yak­laşmasını önlemek üzere gönderdikleri haberiyle geldi.
    Bunun  üzerine Peygamber   (s.a.v.)  
    kendilerini başka  bir yoldan
    götürecek bir röhber aradı. Eslem’li bir adam bu görevi üstlendi ve onlan
    sahile doğru yöneltti. Hudeybiye’-ye giden geçide ulaşıncaya kadar aşılması zor
    ve dar bir yoldan ilerlediler. Hudeybiye. Haram bölgenin hemen ke­narında,
    Mekke’nin aşağısında açık bir araziydi, Rehber­leri onları Halid’in gözünden
    kaçırmayı başarmıştı. Fakat yürürlerken o kadar çok toz kaldırmışlardı ki
    Halid, onla­rı farketti ve Kureyşilere onların yaklaştığı haberini ‘ ver­mek
    üzere Mekke’ye döndü.

    Peygamber (s.a.v.) Hac
    için en gözde devesi olan Kesva’yı seçmişti Deve geçidin sonuna geldiklerinde
    yere çök­tü. Bir çok kişinin Hail Hail sesleri kayalarda yankılandı. De­veyi
    yerden kaldırmak için böyle derlerdi. Fakat tüm ses­lere rağmen deve yerde
    çakılmış gibi duruyordu. «Kesva inatçı» dediler. Fakat Peygamber (s.a.v.) bunun
    şimdilik Hudeybiye’den öteye gitmemeleri gerektiğini gösteren bir işaret
    olduğunu biliyordu. «O inatçı değil,» dedi, «bu onun tabiatı değildir. Fakat
    fili engelleyen güç onu da engelledi» Kureyş’i kastederek şunları ekledi:
    «Bugün benden Allah’­ın hududlarma uygun her ne isterlerse onlara vereceğim.»
    dana sonra Kesva’ya birşeyler söyledi, deve hemen ayağa kalktı ve onu diğer
    hacılarla birlikte Hudeybiye’ye kadar götürdü. Peygamber (s.a.v.) orada kamp
    kurma emrini verdi. Fakat kamp kurdukları yerde hemen hemen hiç su yoktu.
    Sadece bir iki çukurda birikmiş su vardı ve adam­lar susuzluktan şikâyet
    ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.) kurban develerini gözeten Eslem’li Naciye’yi
    yanına çağır­dı ve O’ndan bulabildiği kadar suyu kovaya doldurup ken­disine
    getirmesini istedi. Naciye, suyu getirdiğinde Pey­gamber Cs.a.v.) abdest aldı
    ve; bir miktar suyu ağzına alıp tekrar kovanın içine boşalttı. Daha sonra
    sadağından bir ok aldı ve: «Bu suyu al ve o çukura boşalt; daha sonra bu okla
    karıştır» dedi. Naciye onun emrettiği gibi yaptı ve oku suya daldırır daldırmaz
    temiz ve taze bir su o kadar hızlı ve çok olarak fışkırdı ki, kendisini zor
    geri attı. Ha­cılar çukurun başında toplandılar, bütün hayvanlar ve insanlar
    kana kana içtiler.Hacıların arasında İbn Ubey dahil birkaç münafık vardı. İbn
    Ubey su içerken, kabilesinden bir adanı ona şöy­le dedi: «Ey Hubab’m babası,
    sana yazıklar olsun, kendi­nin nerede olduğunu hâlâ farketmeyecek misin? Bundan
    daha fazla ne bekliyorsun?» İbn Ubey-. «Daha önce bunun aynısını gördüm» dedi.
    Bunun üzerine adam onu tehdit edercesine konuştu. îbn Ubey de oğlu İle birlikte
    Peygam­ber (s.a.v.)’e gitti ve meseleyi anlatıp, kendisinin yanlış
    anlaşıldığını söylemek istedi. Fakat daha o konuşmaya başlamadan Peygamber
    Es.a.v.) ona-. «Bugün gördüğün şe­yin aynısını daha önce nerede gördün?» diye
    sordu. O: «Bu­na benzer hiç bir şey görmedim» cevabını verdi. Peygam­ber
    (s.a.v.) «Peki o zaman niçin o lâfları söyledin?” dedi. îbn Ubey:
    «Allah’tan beni bağışlamasını diliyorum» dedi. Oğlu «Ey Allah’ın Rasulü, onun
    için bağışlanma dile» de­di. Peygamber (s.a.v.) de onun için dua etti[1].

    Susuzluklarını
    giderdikten sonra, hacılar bedevi reis­lerinden birinin hediye ettiği bir deve
    ile bir koyun saye­sinde karınlarını doyurdular. Bu bedevi kabilesi, bir za­manlar
    Mescid’in koruyuculuğunu yapmış olan ve Eşlem, Ka’b, ve Müstahk boylarını
    içeren Beni Huza’a idi. Bun­ların hepsi şimdi Peygamber (s.a.v.)’e iyi
    davranıyorlardı. Çünkü Müslüman olmayanlar için bile bu ittifakta politik bir
    avantaj vardı. Bu İttifak sayesinde Kureyş’le anlaşmalı olan en büyük
    düşmanları Beni Bekr’e karşı denge sağla­mış oluyorlardı. Bu durum kısa bir
    süre sonra çok önemli olaylara patlak verecekti Fakat şimdilik Huza’a ve Beki*
    arasında savaş yoktu ve Kureyşliler, şüphelenmelerine rağ­men Huza’a’ya hoşgörü
    gösteriyorlardı. Huza’a’nm ileri gelenlerinden Budeyl İbn Verka’, hacıların
    Hudeybîye’de kamp kurdukları haberi geldiğinde Mekke’de idi. Daha sonra
    Peygamber’e (s.a.v.) gelmiş ve ona Kureyş’in tutumu hakkında bilgi vermişti.
    «Son adamları da ölünceye kadar sizinle Kâ’be arasındaki yolu kapalı   tutmaya yemin ediyorlar» dedi. Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.): «Biz bu­raya savaşmak için gelmedik; sadece Beyti tavaf
    etmek için geldik. Yolumuza çıkanla savaşırız, fakat ben onlara, isterlerse,
    tedbirlerini almaları ve yolu açmaları için süre tanıyorum» dedi.

    Budeyl ve yanındaki
    arkadaşları Mekke’ye döndüler. Kureyşliler onlan asık suratla karşıladılar.
    Onlar Muham-med (s.a.v.)’in neler söylediğini belirtmek istediklerinde, Ebu
    Cehü’in oğlu İkrime onları duymak istemediklerini söyledi. Bunun üzerine
    Sakîfli müttefiklerinden biri olan Urve onun annesi bir Mekke’liydi bu tutumun
    çok saçma olduğunu söyledi. Safvan da Dudeyl’e: «Gördükleri­ni ve duyduklarını
    bize anlat» dedi. Budeyl onlara hacıla­rın niyetlerinin barışçı olduğunu ve
    Peygamber’in fs.a.v.) kendilerlnin^gelişine kadar Kureyş’lilere hazırlanma süre­si
    verdiğini haber verdi. Daha sonra Urve: «Budeyl size hiç kimsenin
    reddedemeyeceği güzel bir teklif getirdi. Bu­nu kabul edin. îzin verin doğrudan
    Muhammed (s.a.v.)’e gidip bunu tasdikleteyim, onun yanma gider ve etrafında­kiler!
    gözlerim. Size haber getiren bir elçi olurum.*

    Kureyşliler onun
    teklifini kabul ettiler. Fakat daha Ön­ceden, tüm bedevi müttefiklerine kumanda
    eden Ehabiş diye tanınan bir adamı elçi olarak göndermişlerdi. Bu adam Kinane
    kabilesinin Beni’l-Hâris kolundan Huleys idi. Uhud’ da cesedlere yapılan
    İşkenceler nedeniyle Ebu Süfyan’i azarlayan da Huleys idi. Peygamber (s.a.v.)
    onun yaklaş­tığını görünce, ya onun davranışlarından ya da daha önce onun
    hakkında duyduklarından onun merhametli bir adam olduğunu ve kutsal şeylere çok
    önem verdiğini anladı. Bu nedenle nişanlanan kurban develerinin onu karşılamak
    üzere ileri sürülmesini emretti. Kurban nişanlan ve boyun-lanndaki süsleri ile
    yetmiş devenin geldiğini gören Huleys, bundan o kadar etkilendi ki, Peygamber
    (s.a.v.) ‘le konuşmaksız doğruca Kureyşlilere gitti ve hacıların niyetle­rinin
    tamamen barışçı olduğunu söyledi. Mekkeliler biraz ileri giderek onun sadece
    bir çöl adamı olduğunu ve bu meselenin aslını anlayamayacağını söylediler.    Bu büyük bir taktik hatasıydı. Bunu
    anladıklarında ise çok geç kal­mışlardı. Huleys. «Ey Kureyşliler,» dedi sertçe,
    «biz sizin­le müttefik olmadık ve bunun için anlaşma yapmadık. Al­lah’ın evine
    gelen birine nasıl engel olursunuz? Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki
    ya Muhammed’in ya­pacağı şeye izin verirsiniz, ya da ben bütün Ehabiş’leri geri
    çekerim» dedi. Onlar: «Ortak bir noktaya varıncaya kadar bizi bekle» dediler.

    O sırada Sakifli Urve
    hacıların kampına varmış ve Peygamberle konuşmaya başlamıştı. Sanki kendisiyle
    eşit konumdaymış gibi karşısına oturtmuştu ve ona hitap etti­ğinde onun sakalım
    tutuyordu. Fakat Muhacirlerden biri olan Muğire (r.) onların yanında ayakta
    duruyordu. Urve, Peygamber (s.a.v.)’in sakalını tutunca kılıcının yassı ucuy­la
    onun eline vurdu. Bir iki dakika sonra Urve yine Pey­gamber (s.a.v.)’in
    sakalını tutunca eline daha şiddetli bir darbe indirdi ve: «Henüz elin senin
    iken elini Allah’ın Ka-sulünûn sakalından çek» dedi. Urve, bundan sonra Pey­gamber
    (s.a.v.)’e fazla yakın olmaktan kaçındı. Fakat onunla konuştuktan sonra
    saatlerce kampta Kaldı. Kureyş-lilere onların elçisi ‘olduğu kadar casusu da
    olmaya söz vermişti. Bu nedenle kampta gördüğü herşeyi not etti. An­cak onu en
    çok, burada görmek için gelmediği ve hiç bir yerde rastlamadığı şeyleri görmek
    etkiledi. Mekke’ye dön­düğünde Kureyslilere şöyle dedi- «Ey insanlar, ben bir
    çok krala —Kisra’ya, Kayser’e ve Necaşi’ye elçi olarak gön­derildim. Hiçbir
    tebanm kralına .Muhammed (s.a.v.Vin as­habının ona gösterdiği saygı kadar saygı
    gösterdiğini gör­medim. O bir şey emretse, ağzından çıkar çıkmaz hemen yapıyorlar,
    o abdest alsa, abdest suyunu almak için yarış ediyorlar; o konuştuğunda hiç
    sesleri çıkmıyor, onun yü­züne dimdik bakmıyorlar, ona göstei dikleri saygıdan
    göz­lerini yere indiriyorlar. O size iyi bir teklif yaptı. O halde bu teklifi
    kabul edin.»[2].

    Urve daha kampta iken
    Peygamber (s.a.v.), Ka’b ka­bilesinden Hiras adındaki bir adamı deveye bindirip
    Ku-reyş’e elçi olarak göndermişti. Hirâs oraya vardığında İk-rime devesinin
    bacaklarını kesti. Fakat Huleys ve adamları araya girerek elçinin hayatını kurtardılar
    ve adamı Pey­gamber (s.a.v.)’e geri gönderdiler. Döndüğünde Hirâs: «E} Allah’ın
    Basulü, benden daha iyi himayesi olan bir adamı gönder» dedi. Peygamber
    (s.a.v.) Ömer (r.)’i çağırdı. Fa­kat Ömer Kureyşlilerin onun kendilerine ne
    denli düşman olduğunu bildiklerini ve kabilesi Beni Adiy’in kendisini ko­ruyacak
    kadar güçlü olmadığını söyledi, «Fakat» ded; Ömer, «Mekke’de benden daha güçlü,
    akraba yönünden zengin ve benden daha iyi bir himayeye sahip olan bir adam
    gösterebilirim «Osman İbn Affân (r.).» Bunun üze­rine Peygamber {s.a.v.}, Osman
    İbn Affan’ı (r.) Mekke-‘ ye gönderdi. Abduş-Şems’li akrabaları ve diğerleri ona
    iyi davrandılar. Hudeybiye’dekilerin hiçbirini Kabe’ye yaklaş­tırmayacaklarını
    söylemelerine rağmen, onu Kabe’de ta­vaf etmeye davet ettiler. Fakat Osman tr.)
    bunu reddetti. Kureyşliler, tbn Ubey’e de aynı imtiyazı teklif eden bir haber
    gönderdiler. Fakat îbn Ubey: «Allah’ın Rasulü tavaf etmedikçe Beyt’i tavaf
    etmem» cevabını verdi. Peygamber ts.a.v.) bunu duydu ve çok sevindi.

     



    [1]  W   589

     

    [2] B   LIV, 15, W.
    593 600.

  • Apaçık Bir Zafer Hz. Muhammedin Hayatı

     

    67.    «APAÇIK BİR ZAFER»

     

    Osman Cr.) Mekke’de
    iken Peygamber (s.a.v.Te va­hiy aldığı zamanlara benzer bir hal geldi.
    Sahabeden bi­rine emirler verdi, bunun üzerine Sahabe kampın tümünü şunları
    söyleyerek dolaştı: «Ruh, Allah’ın Rasulüne geldi ve bağlılık yemini almayı
    emretti. Allah adına biat etmek için. gidin»[1] O
    sırada Peygamber ts.a.v.) bahar nedeniyle yapraklan yeşermiş olan bir akasya
    ağacının altında yeri­ni aldı. Ashab teker teker gelip ona biat etti.
    Peygambere (s.a.v.) ilk ulaşan kişi, Cahş ailesiyle aynı kabileden olan yani
    Beni Esed Ibn Huzeyme’Ii Sinan oldu .Kampta yapılan çağrı ne üzerine biat
    edileceği konusunda bir bil­gi vermiyordu. Bu nedenle Sinan: «Sana, senin
    nefsinde olan şey üzerine biat ediyorum» dedi. Diğerleri de aynı şe­kilde biat
    ettiler. Daha sonra Peygamber (s.a.v.): «Osman’­ın yerine ben biat edeceğim»
    dedi ve sol elini damadının eli gibi kabul edip, sağ eli üstüne koyarak biat
    etti. Ora­da bulunanlardan sadece bir kişi çağrıya cevap vermedi. Bu da
    devesinin arkasına saklanan fakat, gözden kaçma­yan, münafıklardan Cedd îbn
    Kays idi.

    Kureyşliler Süheyl’i
    bir anlaşma imzalamak üzere gön­derdiler. Onunla birlikte aynı kabileden, olan
    Nikraz ve Huveytib de geldiler. Peygamber (s.a.v.) le tartıştılar. Sa­habe
    dışarıdan onların seslerinin yükselip alçalmasını din­leyerek, anlaşıp
    anlaşmadıklarını anlamaya çalışıyordu. Sonunda bir anlaşmaya vardılar. O zaman
    Peygamber (s. a.v.) Ali’ye «Bismillah er-Rahman er-Rahim (Rahman ve Rahim olan
    Allah’ın adıyla)» diye başlayarak anlaşma met­nini yazmasını söyledi. Fakat
    Süheyl karşı çıktı ve «Rah-man’ın ne olduğunu ben bilmiyorum; eğer yazacaksan
    Bismik Allahümme (Allahım, senin adınla) yaz» dedi. Sa­habeden bazıları:
    «Allah’a andolsun Bismillah er-Rahman er-Rahim’den başka birşey yazmayız» diye
    bağırdı. Fakat Peygamber (s.a.v.) onları duymazdan geldi ve: «Bismik Allahümme»
    yaz dedi Sonra yazdırmaya devam ederek: «Bunlar Allah’ın Rasulü Muhammed ile
    Amr’m oğlu Sü­heyl arasında imzalanan anlaşma maddeleridir» dedi. Fa­kat Süheyl
    yine karşı çıktı. «Eğer senin Allah’ın Rasulü olduğunu kabul etseydik, senin
    Kâ’be’ye girmeni engelle­mezdik ve seninle savaşmazdık. Bu nedenle Abdullah’ın
    oğlu Muhammed yaz» dedi. Ali (r.) «Allah’ın Rasulü* iba­resini henüz yazmıştı.
    Peygamber (s.a.v. ondan bu keli­meleri silmesini istedi. Fakat Ali (r.) bunu
    yapamayaca­ğım söyledi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) ona, ken­di
    parmaklarını bu kelimeler üstüne koymasını söyledi ve bu kelimeleri kendi
    eliyle sildi. Daha sonra onların ye­rine «Abdullah’ın oğlu» sözünü yazdırdı.

    Metin şöyle devam
    ediyordu: «Onlar on yıl boyunca sa­vaş yükünü kaldırdılar. Bu süre içinde
    insanlar güvenlikte olacak ve birbirlerine saldırmayacaklar. Şu şartla ki, veli­sinin
    izni olmadan Kureyş’ten Muhammed (s.a.v.)’e gelen kişiyi, Muhamed (s.a.v.) geri
    gönderecek; fakat Muham­med (s.a.v.)’le birlikte olanlardan biri Kureyş’e
    sığınırsa o geri gönderilmeyecek. İhanet ve kaçamak yapılmayacak Kim
    Muhammed’tn tarafına geçmek isterse geçebilir, kim de Kureyş’in tarafına geçmek
    isterse geçebilir.» O sırada kampta hacıları ziyaret etmek için gelmiş olan
    Huzaa’lı birkaç lider vardı. Bekr kabilerinin bir iki temsilcisi de Süheyl ile
    gelmişlerdi. Anlaşma metnine bu cümleler yazdı­rılınca Huzaa’lılar ayağa
    kalkıp: «Anlaşmasında biz Mu­hamed (s.a.v.).le birlikteyiz» dediler. Bunun
    üzerine Bekr’in adamları: «Biz de anlaşma ve taraflarında Kureyş ile
    beraberiz». Hemen sonra bu anlaşmayı iki kabilenin de reisleri imzaladı.
    Anlaşma şu cümlelerle bitiyordu: «Sen, Muhanımed, bu yıl bizden ayrılacaksın ve
    bizim varolma­mıza rağmen Mekke’ye girmeyeceksin. Fakat gelecek yıl biz
    Mekke’den çıkacağız ve sen arkadaşlarınla gireceksin. Orada üç gün
    kalacaksınız, yolcu silahlarından başka si­lah taşımayacaksınız ve kılıçlarınız
    kınında olacak.»[2]

    Peygamber (s.a.v.)’in
    vahye yakın bir rüya görüp ar­kadaşlarından biat alması, arkadaşlarını bu
    seferin başa­rılı olduğu düşüncesine götürdü. Fakat anlaşma maddeleri­ni
    duyduklarında ve haram bölgeye bu kadar yaklaştık­tan sonra bir şey elde
    edemeden geri döneceklerinin far­kına vardıklarında, buna dayanamayacaklarını
    hissettiler. Ama daha da kötüsü geliyordu: onlar ölüm sessizliği için­de
    otururken zincir sesleri duyuldu ve kampa ayakları zin­cirli genç bir adam
    girdi. Bu Süheyl’in küçük oğullarından biri olan Ebu Cendel idi. Babası onu
    Müslüman olduğu ve Medine’ye kaçmasından korktuğu için hapsetmişti. Ebu
    Cendel’in ağabeyi Abdullah hacılar arasındaydı ve kar­deşini karşılamak
    üzereydi. Fakat o sırada Süheyl mahpu­sun boynuna takılı- olan zinciri tuttu ve
    sertçe suratına vurdu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.)’e döndü ve: «Bu adam
    gelmeden önce anlaşma imzalanmıştı» dedi. Pey­gamber (s.a.v.): «Evet, doğru»
    dedi. Süheyl: «O halde onu bize iade et» dedi. O sırada Ebu Cendel sesinin
    çıktığı ka­dar: «Ey Müslümanlar,» diye bağırdı, «bana dinimden ötü­rü işkence
    yapacak olan putperestlere mi döndürülmeli-yim?» Peygamber (s.a.v.) Süheyl’i
    kenara çekti ve onu serbest bırakmasını rica etti. Fakat Süheyl bu öneriyi ka­bul
    etmedi. Yanındaki elçiler, Mikraz ve Huveytib, o zama­na kadar sessiz
    kalmışlardı. Fakat bu meselenin anlaşma­ya kötü bir başlangıç olacağını
    sezdiklerinden, olaya mü­dahale ettiler. -Ey Muhamed, senin yerine onun koruma­sını
    üzerimize alıyoruz» dediler. Bu, Ebu Cendel’in babasından. ayrılıp onların
    yanında yaşayabileceği anlamına geliyordu. Mikraz ve Huveytib sözlerinde
    durarak Ebu Cendel (rj’i yanlarına aldılar. Peygamber (s.a.v.). «Sabırlı ol,
    Ebu Cendel, Allah muhakkak sana ve seninle birlikte olanlara bir yol ve
    kurtuluş gösterecektir. Biz bu insan­larla bir anlaşma imzaladık ve onlara söz
    verdik. Onlar da bize söz verdiler. Şimdi sözümüzden dönemeyiz» dedi.

    îş bu noktaya gelince
    Ömer, ( kendisini tutamadı. Ayağa kalkarak Peygamber (s.a.v.) ‘e gitti ve: «Sen
    Allah in Peygamberi değil misin?» dedi. Peygamber (s.a.v. «Evet» dedi. Ömer: «O
    halde neden dinimizin şerefini bu kadar düşürüyoruz?» dedi. Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.) «Ben Allah’ın Rasulüyüm ve ona karşı gelemem. O bana zafer
    verecek» dedi. Ömer: «Fakat sen bize Kâ’be’ye gidip onu tavaf edeceğimizi
    söylememiş miydin?» diye ısrar et­ti, «Evet, Öyle» dedi Peygamber (s.a.v.)
    «Fakat ben size bu yıl gideceğimizi söylemiş miydim?» Ömer, böyle bir söz
    vermediğini söyledi. «Muhakkak Kâ’beye gideceksiniz» dedi. Peygamber (s.a.v.),
    «Ve onu tavaf edeceksiniz». Fa­kat Ömer (rJ, hâlâ inatçılıkta ısrar ediyordu.
    Duygulannı anlatmak üzere Ebu Bekir (r.)’e gitti. Ona da Peygamber (s.a.v.)’e
    sorduğu soruların aynılarını sordu. Fakat Ebu Bekir Peygamber (s.a.v.)’in
    cevaplarım duymamış olması­na rağmen her soruya aynı cevapları verdi. Ebu Bekir
    (r.) sonunda: «Git ve onun Özengisine yapış, çünkü o doğru söylüyor» dedi. Bu
    sözler, duygularını tamamen ortadan kaldırmamasına rağmen, Ömer’i etkiledi. Bu
    nedenle da­ha ileri gitmedi ve «Peygamber (s.a.v.) ona anlaşmayı im­zalamasını
    söylediğinde sessizce imzaladı. Peygamber (s.a.v.) Süheyl’in oğlu Abdullah’a da
    anlaşmayı imzalama­sını söyledi. Anlaşmada imzası olan diğer Müslümanlar Ali,
    Ebu Bekir, Abd er~Rahman Ibn Avf ve Mahmud îbn Mesleme idi.                                                                      

    Kampı kaplayan genel
    üzüntü biraz geçmiş gibiydi Fakat Süheyl ve yanındakiler Ebu Cendel (r.)’i de
    bera­berinde götürerek kampı terkettiklerinde adamların duy­guları tekrar
    kabardı. Peygamber (s.a.v J anlaşmayı imza

    Sayanlarla birlikte
    biraz ötede oturuyordu. Onların yanın­dan ayrılıp hacıların çoğunlukta olduğu
    yere doğru iler­ledi. «Kalkın ve kurbanlarınızı kesin» dedi, «ve başlarını­zı
    tıraş edin». Hiç kimse yerinden kımıldamadı. Peygam­ber Cs.a.v.) sözlerini
    ikinci ve üçüncü defa tekrarladı, fa­kat oradakilerde hiçbir hareket yoktu.
    Şaşkın bir halde ona bakıyorlardı. Bunu ona karşı geldikleri için yapmı­yorlardı.
    Fakat olaylar beklentilerinin tersine geliştiği ve şimdi de normalde doğru
    olmayan bir şey kendilerine emredildiği için çok şaşırmışlardı. Çünkü
    İbrahim’in gelene ğine göre kurbanlar haram bölgede kesilmeliydi. Aynı şey başı
    traş etmek için de geçerliydi. Yine de bu itaatsizlik Peygamber’i çok üzmüştü.
    Peygamber (s.a.v.) çadırına gir­di ve Ümmü Seleme’ye olanları anlattı. O: «Git
    ve hiçbir şey söylemeden kurbanını kes» dedi. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v.)
    nişanladığı devesini kurban etti. Kurbanı kestiği sırada adamların duyabileceği
    bir sesle: «Bismillah, Allahu Ekber» dedi. Bu sözleri duyunca hacılar hep
    birden ayağa kalktılar ve kurbanlarını kesmede yarış ettiler. Em­re uymak için
    birbirlerini itiştiriyorlardı. «Peygamber Cs. a.v.) Hiras’ı Osman’dan önce
    Mekke’ye elçi olarak gön­derdiği Huza’a’ adam başını traş etmesi için çağırdı­ğında
    arkadaşları hemen birbirlerinin başını traş etmeye başladılar. Ümmü Seleme (r.)
    daha sonraki yıllarda, «o denli hızlı traş ediyorlardı ki birbirlerini
    yaralamaların­dan korktum» derdi. Fakat bazıları sadece saçlarının ucu­nu
    kestiler. Çünkü traş yerine bunun da geçerli olduğunu biliyorlardı. O sırada
    Peygamber (s.a.v.) Hiras’la birlikte çadıra girdi. Bu görevi yerine getirdikten
    sonra başı traş-h bir halde çadırın önüne çıktı ve «Allah başlarını traş
    edenlere merhamet etsin!» dedi. Bunun üzerine saçlarını kesenler: «Ey Allah’ın
    Rasulü, saçlarını kesenlere de!» diye karşı çıktılar. Fakat Peygamber (s.a.v.)
    yine İlk söylediği­ni tekrarladı. Bunu protesto eden sesler yükseldi. Bir kez
    daha aynı şeyi tekrarlayıp, protesto sesleri yükseldikten sonra: «Ve saçlarım
    kesenlere de!» dedi. Daha sonraları ne­den sadece başlarını tıraş edenler için
    dua ettiği sorulduğunda: «Çünkü onlar hiç şüphe etmediler» cevabını verdi.

    Peygamber s.a.v
    çadırına dönüp yerden kesilmiş siyah saçlarını aldı ve yakındaki bir mimoza
    ağacına doğ­ru fırlattı. Bunun üzerine adamlar, saçlardan biraz alabil­mek için
    ağacın etrafına üşüştüler. Nuseybe Cr.) de erkeklerden geri kalmadı ve ağacın
    yanına yaklaşıp bir İki per­çem aldı. Bu saçları öldüğü güne kadar kıymetli bir
    hazi­ne gibi sakladı.

    Kampın zemini traş
    olan hacıların saçlarıyla kaplan­mıştı. Fakat kampta birden bire bir rüzgâr
    çıktı ve saçları kaldırıp Mekke’ye doğru uçurdu. Bunu, Allah’ın hac iba­detlerini
    kabul ettiğine bir işaret sayan hacılar çok sevin­diler, işte o zaman Peygamber
    (s.a.v.î’in neden kurbanla­rım kesmelerini söylediğini anladılar.

    Medine’ye doğru yola
    çıktıklarında Ömer(r.)’in vicda­nı kendini rahatsız etmeye başlamıştı.
    Peygamber’le ko­nuşmak isteyerek ona doğru yaklaştığında Peygamber (s a.v.)’in
    yüzündeki uzak ve soğuk ifadeyi gördüğünde sıkın­tısı daha da arttı. Ömer fr.) ileriye
    doğru hızla atını süre­rek «Ey Ömer, bırak da annen senin için matem tutsun»
    dedi. Daha sonraları Peygamber (s.a.vJ’e karşı çıktığı için kendisi hakkında
    bir vahiy inmesinden korktuğunu anlatırdı. Arkasından bir atlının yaklaşıp,
    kendisini Pey-gamber’in çağırdığını söyleyince korkusu daha da arttı. Fakat
    Peygamber’in yüzündeki sevinçli ifadeyi görür gör­mez korkulan kayboldu.
    Peygamber (s.a.v.h «Bana güne­şin altındaki herşeyden daha değerli olan bir
    sûre nazil oldu» dedi.

    Yeni gelen vahiy,
    henüz dönmekte oldukları bu seferin bir zafer olduğu konusundaki şüpheleri
    dağıtıyordu. Çünkü sûre:

    «Hiç şüphesiz, biz
    sana apaçtk bir fetih olarak (zafer yolunu tıkayan bütün engelleri ve kapılan)
    fethettik» (Fetih:7).

    Kelimeleriyle
    başlıyordu. Vahiy aynı zamanda ağacın altında Peygamber (s.a.v.)’e yapılan
    biattan da bahsedi­yordu:

    «Andolsun, Allah, sana
    o ağacın altında biat ederlerken mü­minlerden razı olmuştur. Kalbterinde olanı
    bilmiş ve böylece üzer­lerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara
    yakın bir fet­hi sevap (karşılığı) olarak vermiştir»» (Fetih) 18).

    Bu biati edenlere
    Allah’ın Rızası, yani Rıdvan[3]
    vadediliyordu. Bu nedenle bu sözleşmeye «biat ür-rıdvan» deni­lir. Başka âyette
    de güven duygusu ve huzurun yani Seki-ne’nin indirilişinden bahsediliyordu:

    «Mü’minlerin
    kalblerİne, imanlarına iman katıp-arttırsınlar di­ye, ‘güven duygusu ve huzur»
    indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır, Allah, bilendir, hüküm
    ve hikmet sahibidir. (Bütün bunlar) mümin erkekleri ve mü’min kadınları, içinde
    ebedi kabalar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların
    kötülüklerini örtüp, bağışlaması içindir. İşte bu. Allah katında büyük kurtuluş
    ve mutluluktur» (Fetih: 45).

    Seferi durduran
    Peygamber (s.a.v.)’in rüyasına da Kur’an’da şöyle değiniliyordu:

    «Andolsun, Allah
    Rasulü’nûn gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah diterse, mutlaka
    siz, Mescîd-i Harama, gü­ven içinde, saçlarınızı traş ettirmiş (kiminiz de)
    kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilmediğinizi
    bildi, böylece de bundan önce size yakın bir fetih (nasib) kıldı» (Fetih: 27).

     

     



    [1] W. 604

     

    [2] I    I.   747-8.

     

    [3] Bak. Böl. XXX

     

  • Îftîra Hz. Muhammedin Hayatı

    65.    ÎFTÎRA

     

    Medine’ye döndükten
    kısa bir süre sonra Aişe (r.) hastalandı. O zamana kadar, münafıkların O ve
    Safvan’la ilgili söyledikleri dedikodular tüm şehre yayılmıştı. Çok az kişi
    bunu ciddiye alıyordu. Bu olayı ciddiye alanlar arasın­da Muttalib kabilesinden
    kuzeni Misten de vardı. Fakat inansın, inanmasın ondan başka herkesin
    söylenenlerden haberi vardı. Bununla birlikte O Peygamber’de (s.a.v.) ken­disine
    karşı bazı değişiklikler olduğunu hissediyordu. O, kendisine diğer
    hastalıklarında gösterdiği sevgi ve şefkati göstermiyordu. Odaya gelir ve
    tedavi edenlere: «Bugün hepiniz nasılsınız?» der, onu da diğerleri araşma
    katardı. Buna çok üzülen, fakat gururu nedeniyle şikâyet edeme­yen Aişe (r.)
    annesinin evine gidip orada tedavi olmak için Peygamber (s.a.v.)’den izin
    istedi. Peygamber. «Nasıl is­tersen* dedi.    
        

    Neler olduğunu
    Aişe’nin kendi ağzından öğrenelim: «Neler söylendiğinden habersiz bir şekilde
    annemin evi­ne gittim ve yirmi gün içinde hastalığım geçti. Bir akşam Misteh’in
    annesi ile dışarı çıktık —Onun annesi, babamın annesi ile kardeşti—. Yanımda yürürken:
    «Misteh tökez­lesin» diye bağırdı. Ben: «Allah aşkına ne diyorsun?» de­dim-
    «Bedir’de savaşmış olan bir Muhacir hakkında böyle konuşmak kötü bir şeydir».
    O: «Ey Ebu Bekir’in kızı,» dedi, «nasıl olur da haberler sana ulaşmaz?» «Hangi
    haberler?» dedim. Bana iftiracıların neler   
    söylediklerini ve bunun nasıl halkın ağzında dolaştığını anlattı. «Bu
    nasıl olabilir?» dedim. Onun cevabı şu oldu: «Gerçekten olan bu!» Göz­yaşları
    içinde eve döndüm. Gözyaşlanmın ciğerimi çatlat­tığını hissedene dek ağladım.
    Anneme: «Allah seni affetsin!» dedim. «Herkes neler söylüyor da, sen bana bir
    tek keli­me bile söylemiyorsun.» Annem: «Kızım, bunu bu kadar ciddiye alma.
    Çünkü kendisini seven bir koca ile evlenen çok az güzel kadın vardır ki
    kumaları onun hakkında de­dikodu çıkarmasın ve diğerleri de böyle şeyler
    söylemesin» dedi. Bunun üzerine bütün gece uykusuz kaldım ve sürekli ağladım.»[1].

    Fakat gerçekte,
    Peygamber ts.a.vJ’in hanımları ara­sında ne kadar kıskançlık olursa olsun
    hanımların hepsi de dindardı ve hiçbiri bu iftiraya katılmadı. Aksine, hepsi
    Aişe’yi desteklediler ve hakkında iyi konuştular. Peygam­ber (s.a.v.)’in ev
    halkına yakın olanlardan en çok suçlu olanı Zeyneb’in kızkardeşi Hanme
    -Peygamber’in kuzeni-İdi. O kızkardeşinin daha da gözde olmasını sağlamak için
    Aışe (r.) hakkındaki iftirayı yayanlar arasındaydı. Genel­de herkes Zeyneb’in
    de buna yardımcı olduğunu düşü­nüyordu, fakat Aişe (rJ için, Zeyneb tr.)
    Peygamber (s. a,v.)’in en gözde hanımlarından biriydi. Zeyneb, kardeşi­nin
    kendi adına yaydığı kötü şeylerden daha sonra da çok muzdarip oldu. Misteh’in
    yanısıra iftiraya katılanlardan biri de şair Hasan Ibn Sabit idi. Geri,planda
    ise bu iftira­yı başlatan îbn Ubey ve diğer münafıklar yer alıyordu.

    Peygamber (s.a.v.) bu
    konuda bir vahiy gelmesini bek­liyordu. Fakat hiçbir şey gelmeyince,
    hanımlarını ve yakın olan diğerlerini sorguya çekti. Hemen hemen Aişe ile ay­nı
    yaşta olan Üsame, onu savundu ve: «Bu bir iftira. Biz onun hakkında iyilikten
    başka birşey bilmiyoruz» dedi Annesi Ümmü Eymen (r.) de onu savundu. Hz. Ali
    ise şöy­le dedi: «Allah seni sınırlamadı, ondan başka pekçok ka­dın var. Onun
    hizmetçisini sorguya çek, gerçeği ondan öğrenebilirsin.»  Bunun üzerine Peygamber   (s.a.v)  
    Bureyre’ye haber gönderdi ve: «Ey Bureyre, şimdiye kadar Aişe’-de, ondan
    şüphelenebileceğin hiçbir hareket gördün mü?» diye sordu. Bureyre bu soruyu
    şöyle cevapladı: «Seni Hak’­la gönderene yemin olsun ki, onun sadece iyiliğini
    biliyo­rum. Eğer aksi olsaydı Allah, Rasulüne bunu bildirirdi. Alfe’de hiçbir
    kusur bulamam. O daha küçük bir genç kız. Onda gördüğüm tek hata her seferinde
    uyardığım hal­de, ben hamur yoğurduktan sonra ona hamuru beklemesi­ni
    ögütlediğim halde, onun uyuyakalması ve küçük kuzusu­nun gelip hamuru
    yemesidir.»

    Peygamber (s.a.v.)
    Mescid’e gittiğinde minbere çıktı ve Allah’a hamdettikten sonra şöyle dedi: *Ey
    insanlar, ailem hakkında, doğru olmayan şeyleri söyleyerek beni in­citen
    insanlar için ne dersiniz? Allah’a yemin olsun ki ben ailemde ve onların
    konuştuğu kişilerde iyilikten başka bir şey görmedim. Onlar yanlarında ben
    olmaksızın evle­rimden hiçbirine girmezler.» Peygamber Cs.a.v.) konuşma­sını
    bitirir bitirmez, Useyd ayağa kalktı ve «Ey Allah’ın Basulü, eğer o dediklerin
    Evs’ten iseler biz onlara had­lerini bildiririz; eğer onlar Hazreç kabilesinden
    kardeşle­rimiz ise bize emir ver de başlarını keselim» dedi. O sö­zünü
    bitirmeden, Sa’d tbn Ubade (r.), ayağa kalkmıştı, çünkü iftirayı ilk
    başlatanlar ve Hassan bin Sabit (rj Hazrettendiler. «Allah aşkına, yalan
    söylüyorsun» dedi Sa’d. «Sen onları öldürmeyeceksin, öldürmezsin de. Onlar
    senin kabilenden olsaydı böyle konuşmazdın.» «Useyd: «Asıl yalan söyleyen
    sensin. Onları öldüreceğiz. Sen de münafıkların tarafını tutan bir münafıksın.»
    dedi. İki ka­bile de ayaklanmış, birbirine girmek üzereydi. Fakat Pey­gamber
    (s.a.v. J onlara sakin olmalarını söyledi ve min­berden inerek onları teskin
    edip evlerine gönderdi.

    Eğer Aişe (r.)
    Peygamber (s.a.v.) ‘in kendisini topluluk içinde minberden savunduğunu
    bilseydi, bu kadar üzül­mezdi. Fakat o zaman için bu konuda birşey bilmiyordu.
    O sadece Peygamber (s.a.v.)’in kendisi ile ilgili etrafın­dakilere sorular
    sorduğunu biliyordu. Aişe, bunun Peygam­ber (s.a,v.)’in kesin bir tutum ortaya
    koymaması anlamına geldiğini düşünüp üzülüyordu. Aişe (r.) ondan, kendi için­dekileri
    okumasını beklemiyordu, çünkü o Peygambere gayb haberlerinin Allah tarafından
    bildirildiğini biliyordu. O: «Ben sadece Allah’ın bana bildirdiklerini
    bilebilirim» derdi. O insanların düşüncelerini okumazdı. Fakat Aişe, (r.)
    kendisinin Peygamber’e karşı bağlılığının, suçlandığı şeyi yapmasını imkansız
    kılacak denli büyük olduğunu onun bilmesini bekliyordu.

    Her ne olursa olsun,
    sadece onun, Aişe (r.) ve Saf-van (r.)’ın masum olduğuna inanması yeterli
    değildi. Me­sele çok ciddiydi ve onların suçsuz olduğunu tüm topluma ispat
    edecek bir delile ihtiyaç yardı. Bu konuda en az yardım eden de Aişe idi. Artık
    onun bu süregelen sessizliği sona ermeliydi. Onun söyleyeceği hiçbir şey bu
    meseleyi çözmeye yetmezdi. Fakat Kur’an, nüzulü sırasında sorulan sorulara
    cevap vereceğini vadediyordu (Maide: 105). Bu kez Peygamber (s.a.v.) sadece
    vahiyle bir cevap gelsin di­ye birçok kişiye aynı sorulan sormuştu. Fakat belki
    de bu sorunun, meseleyle en yakından ilgili olan kişiye sorul­ması gerekiyordu.

    Aişe (r.): «Ben
    ailemle beraberdim» dedi «iki gece ve bir gün boyunca sürekli ağlamıştım. Onlar
    benimle birlik­te otururken Ensar’dan bir kadın bize katılmak için izin istedi.
    Ben girmesine izin verdim, o da oturdu ve benimle birlikte ağladı. Daha sonra
    Peygamber (s.a.v.) gelip otur­du. İnsanlar benim hakkımda konuşmaya
    başladığından beri hiç benimle oturmamıştı. Olaydan bu,yana bir ay geç­mişti,
    semadan da hiçbir haber gelmiyordu. Allah’tan baş­ka ilâh yoktur diye şehadet
    getirdikten sonra bana şöyle dedi: «Ey Aişe, bana seninle ilgili şunları
    şunları söyledi­ler. Eğer sen masumsan, Allah senin masum olduğunu açıklar.
    Eğer yasak olan şeyi yaptıysan Allah’tan bağışlan­ma dile ve tevbe et! Çünkü,
    kul eğer, hatasını itiraf edip tevbe ederse Allah ona merhamet eder.» O
    konuşmasını bitirdiğinde gözyaşlarını dinmişti. Babama, «Benim adıma Allah’ın
    Resulüne cevap ver» dedim. Babam: «Ne söyleye­ceğimi bilmiyorum» dedi. Anneme
    sorduğumda, o da aynı

    3eyi söyledi. Ben ise daha
    küçük genç bir kızdım ve Kur’-an’dan ezberim çok değildi. Bu nedenle şöyle
    dedim: «în-sanların benim hakkımda söylediklerini duyduğunu ve on­ların senin
    kalbinde yerleşip, senin de onlara inandığını biliyorum. Eğer size masum
    olduğumu söylesem ki Al­lah benim masum olduğumu biliyor bana inanmayacak­sınız.
    Fakat eğer Allah’ın masum olduğumu bildiği şeyi yaptığımı ikrar etsem bana
    inanırsınız.» Daha sonra Yakup ismini hatırlamak için zihnimi yokladım, fakat
    hatırlayamadim. Bu nedenle şöyle dedim: «Fakat ben Yusuf’un babasının dediği
    gibi diyeceğim:

    «Bundan sonra (bana
    düşen) güzel bir sabırdır. Sizin bu dü-züp-uydurduklanntza karşı (kendisinden)
    yardtm istenecek olan Allah’tır» (Yusuf: 18).

    Sonra yatağıma gittim
    ve Allah’ın benim suçsuz oldu­ğumu bildireceğini ümit ederek uzandım. Benim
    hakkım­da vahiy inmesini beklemiyordum. Çünkü adım Kur’an’da zikredilecek kadar
    değerli olmadığımı düşünüyordum. Fa-Kat Peygamber (s.a.v.)’in rüyasında benim
    suçsuz olduğu­ma işaret eden birşeyler görmesini bekliyordum.

    *O bizimle oturmaya
    devam etti ve bizler de yanında iken ona” vahiy geldi: Böyle zamanlarda
    kendisinde meyda­na gelen kasılma yine başlamıştı ve bir kış günü olmasına
    rağmen üstünden terler boşanıyordu. Bu baskıdan kurtul­duğunda memnun bir
    sesle: -Ey Aişe, Allah’a hamdet, çün­kü O senin masum olduğunu açıkladı» dedi.
    Annem de ba­na: «Kalk, ve Allah’ın Rasulüne git» dedi. Ben- «Hayır, Allah’a
    andolsun kalkıp ona gitmeyeceğim ve Allah’tan başka da lürnseye
    hamdetnıeyeceğim» dedim[2].

    înen âyetîer şunlardı-

    «Doğrusu, uydurulmuş
    bir yalanla (ifkîe) gelenler, sizin içi­nizden birlikte davranan bir
    topluluktur… O durumda siz onu (ı)

    tirayı) dillerinize
    aktardınız ve hakkında bilginiz olmayan şeyi ağızlarınızla söylediniz ve bunu
    da kolay sandınız; oysa O Aüah katında çok büyüktür. Onu işittiğiniz zaman: *Bu
    konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah’ım) sen yücesin, bu, büyük bir if~
    uradır» demeniz gerekmez miydi} Eğer iman edenlerden İseniz bu­nun gibisine bir
    daha dönmemeniz İçin Aüah size öğüt vermekte­dir.» (Nur:  11, 15-17).

    Yeni inen vahiy, zina
    sorununun aslını anlatıyor ve zi­na cezası ile birlikte şerefli kadınlara
    iftira atanların kır­baçlanması gerektiğini de bildiriyordu. îftirayı açıkça ya­yan
    ve’ suçlarını itiraf eden Misten, Hasan ve Hamne’ye bu ceza uygulandı. Fakat
    çok sinsi olan münafıklar gizli kal­mışlar ve bu meselede paylan olduğunu
    itiraf etmemişler­di. Bunun üzerine Peygamber Cs.aV.) meseleyi takip etmek­ten
    vazgeçti ve onların cezasını Allah’a bıraktı.

    Ebu Bekir (rJ, fakir
    olan Misteh’e bir miktar maaş bağlamıştı. Fakat onun suçlu olduğunu Öğrenince:
    «Allah*a yemin olsun ki, Aişe hakkında söylediklerinden ve başımı­za getirdiği
    belâdan sonra artık Misteh’e para verip yar­dım edemem» dedi. Fakat bunun
    üzerine şu âyet Tıazil oldu:

    «Sizden, faziletli ve
    varlıklı olanlar, yakınlara, yoksullara Vt Allah yolunda hicret edenlere
    vermekte eksiltme yapmasınlar, af-jetsinter ve hoşgörsünler. Allah’tn sizi
    bağışlamasını sevmez mi­siniz? Allah, bağışlayandır, esirgeyendir» (Nur: 2).

    Ebu Bekir (r.)
    «*Gerçekten Allah’ın beni bağışlaması­nı diliyorum» dedi. Sonra Misteh’e gidip,
    her zaman verdi­ği şeyleri verdi ve: «Allah’a yemin olsun ki onu hiçbir za­man
    terketmeyeceğim» dedi. (Peygamber (s.a.v.) de aynı şekilde belli bir zaman
    geçtikten sonra Hasan’a çok bü­yük cömertlik gösterdi. Mus’ab’m ölümü üzerine
    dul kalan kuzeni Hamne’yi de Talha ile evlendirdi. Hamne (r.)’-nin Talha  (r.)’dan iki oğlu oldu.

     

     



    [1] B   LII.  15

     

    [2] B   UI.   15

     

  • Kuşatmadan Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

     

    62.   KUŞATMADAN SONRA

     

    durumu kötüye
    gidiyordu. Kuşataadan çok az sonra bir gece Peygamber   (Ta v) 
    bunu. yanf ba.ana’oturdu? süne yatırdı, sonra dua etti: .Yarabbi   itaatla senin yolunda cahst: ve *” yapü
    Onun ruhununu aldığın gibi kabul ederek al»  
    Sa’d   sesin! duy,sun ey Allah’ın Rasulü,
    senin tebliğ dedi Peygamber (s.a.v.) evine  döndü enat sonra Cebraü geldi ve ona Sa’d’m
    öldüğü cesedin bu kadar hafif olmasına şaştılar. Çünkü Sa’d iri cüsseli bir
    adamdı Bunu Peygamber (s.a.v.) ‘e söylediklerinde,    O  
    .Melekleri sı gereken bir sınırla karşılaşıldığında söylenirdi. Mezar­lıktaki
    herkes aynı sözü tekrarladı ve tüm mezarlık Süb-han Aliah sesleriyle titredi.
    Daha sonra Peygamber (s.a.v.) zafer anlarında söylenen Ali ahu Ekber (Allah
    büyüktür) sözünü söyledi, diğerleri de bunu tekrarladılar. Daha son­raları o
    sırada yüzünün neden sarardığını sorduklarında Peygamber (s.a.v.); şöyle dedi:
    «Mezar arkadaşınızın üstü­ne kapandığında, O, bir sıkışma hissetti. Eğer bir
    kişi bile bu sıkışmadan kurtulabilseydi Sa’d da kurtulurdu. Daha sonra Allah
    ona selâmet dolu bir rahattık verdi.*[1].

    Bunu takip eden
    günlerden bir sabah, Peygamber (s. a.v.) Ümmü Seleme (r.J’nin odasında iken
    ona: «Ebu Lü-babe affedildi» dedi. «Ona bu müjdeyi vereyim mi?» diye sordu.
    Peygamber (s.a.v.): «Eğer istersen» dedi. Bunun üzerine Ümmü Seleme (r.)
    mescide açılan odasının kapı­sında durdu ve yakın bir direkte bağlı olan Ebu
    Lübabe (r.)’ye: «Ey Ebu Lübabe, müjdeler olsun, Allah sana mer­hamet etti» diye
    bağırdı. Mescid’deki adamlar onu çözmek için hemen etrafına toplandılar. Fakat
    o onları durdura­rak. «Allah’ın Resulü beni elleri ile çözene kadar olmaz»
    dedi. Peygamber (s.a.v.) namaza giderken onun yanında durdu ve bağlarını çözdü.

    Namazdan sonra Ebu
    Lübabe (r.), Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve yaptığına kefaret olarak bir bağış
    yapmak iste­diğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) onun mallarının üçte bi­rini’kabul
    etti. Onun serbest bırakılmasını haber veren \rahiy, diğer hata eden iyi
    adamları da kastederek:

    «Onların mallarından
    sadaka al, bununla onları temizlemiş, arındırmış olursun» (Tevbe: 103) diyordu.

    Hendek savaşından
    yaklaşık beş ay sonra Peygamber (s.a.v.), zengin bir Kureyş kervanının
    Suriye’den dönmek­te olduğu haberini aldı ve Zeyd’i kervanın yolunu kesmek
    üzere yüzyetmiş atlı ile gönderdi. Zeyd ve adamları çoğu

    Safvan’a ait olan
    gümüşler de dahil tüm ticarî eşyayı ele geçirdiler ve adamların çoğunu da esir
    aldılar. Kaçmayı başaran birkaç kişiden biri de Peygamber (s.a.v.)’in da­madı
    Ebu’I-As idi. Mekke’ye kaçarken yolu üstündeki Me­dine’nin yakınından
    geçiyordu. Tam oradan geçerken ka­rısı Zeyneb’i ve küçük kızları Ümame’yi görme
    arzusunu duydu. Gece karanlığında riski göze alarak şehre girdi ve Zeyneb’in
    nerede yaşadığını öğrenmeyi başardı. Kapıyı çaldığında Zeyneb onu içeri aldı.
    Güneşin doğmasına az bir vakit kalmıştı. Zeyneb. Bilâl’in ezanını duyunca,
    Ebu’l-As’ı, Ümame ile birlikte bırakıp Mescid’e gitti v& diğer kız
    kardeşleri ve Peygamber (s.a.v.)’in eşleri İle birlikte erkek­lerin arkasındaki
    ilk sırada yerini aldı. Peygamber (s.a.v.), başlangıç tekbirini aldı, adamlar
    da onun arkasından tek­rarladılar. O aradaki sessizlikte Zeyneb sesinin tüm gü­cüyle:
    «Ey insanlar, Rebi’nin oğlu Ebu’l-As benim koru­mam altındadır» diye bağırdı ve
    kendisi de tekbir getirip namaza durdu.

    Peygamber ts.a.v.)
    selâm verdikten sonra kalktı ve topluluğa doğru döndü: «Benim duyduğumu siz de
    duydu­nuz mu?» dedi. Mescid’de onun söylediklerini tasdikleyen bir mırıltı
    oldu. «Nefsimi kudret elinde tutana yemin ol­sun ki- dedi, «bunu duyana kadar,
    bu konuda bir bilgim yoktu. Bir Müslüman’ın başka birini himayesine alması,
    diğer bütün Müslümanları bağlar.- Daha sonra kızına git­ti: «Onu şerefle
    karşıla, fakat sana bir koca olarak gelme­sine izîn verme. Çünkü sen artık onun
    karısı değilsin» dedi. Zeyneb babasına Ebu’1-As’m, Kureyş’f.en birçok kişi­nin
    kendisini emin görerek emanet ettikleri mallara karşı­lık Suriye’den aldığı
    mallara elkonulmasmdan büyük bir üzüntü duyduğunu söyledi. Bunun üzerine
    Peygamber (s a.v.) sefere çıkan ve kendisine Ebu’l-As’ın malları düden­lere
    haber gönderdi: «Bildiğiniz gibi bu adam bizu aittir, siz de onun mallarını
    aldınız. Eğer onun mallarını ona iade edecek iyiliği gösterirseniz beni
    sevindirirsiniz. Fakat eğer geri vermezseniz, O Allah’ın size verdiği bir
    ganimettir ve onun tasarruf hakkı da si/indir… Onlar, mallan geri vereceklerini
    söylediler ve eski su kırbalarına, tahta parçaları­na varıncaya kadar herşeyi
    geri verdiler. Herşey eksiksiz ona iade edilmişti. Onun îslâm’a girmekte
    tereddüt ettiği­ni gören bir adam: «Neden îslâm’a girip bu malları ken­din
    almıyorsun? Bunlar putperestlerin mallandır» dedi. Fakat o şu cevabı verdi:
    «Bana duyulan güveni sarsarak islâm’a girmem kötü bir başlangıç olur». Malları
    Mekke’ye götürdü ve sahiplerine verdi. Daha sonra Medine’ye dön­dü ve biat
    ederek Müslüman oldu. Böylece Zeyneb kocası­na tekrar dönmüş oldu ve
    Peygamber’in (s.a.v.) ailesiyle birlikte tüm şehir sevinçle doldu.

     



    [1] W. 529.