Ay: Ocak 2014

  • Uhud Savaşı Hz. Muhammedin Hayatı

    52.    Uhud
    Savaşı

     

    Güneş yükselmiş ve
    Kureyşhler saflarını düzene sok­muşlardı. Her iki tarafta yüzer atlı vardı. Sağ
    taraftakine Velid’in oğlu Halid, sol taraftakine Ebu Cehil’in oğlu îk-rime
    kumanda ediyordu. Ortadan Ebu Süfyan ilerleme em­rini verdi. Onun önünde
    Abdu’d-Dar’dan Talha, Kureyş san­cağını taşıyordu. Talha’nm iki kardeşi ve dört
    oğlu, ge­rektiğinde sancağı almak için onun yakınında yer alıyor­lardı. Talha
    ve kardeşleri kabileleri için o gün zafer ka­zanmaya kararlıydılar. Bedir’de
    onlardan iki kişi şerefsiz­ce kendilerinin esir alınmasına izin vermişlerdi.
    Ebu Süf­yan, Uhud’a giderken bunu Talha ve kardeşlerine hatır­latmayı ihmal etmemişti.
    Mus’ab, Peygamber’in Önünde, sancağı taşıdığı yerden kendi kabilesinin
    adamlarının da Kureyş sancağını taşıdıklarını gördü.

    İki düşman ordusu
    seslerini duyacak kadar birbirle­rine yaklaştıklarında, Ebu Süfyan ordunun
    hafifçe önü­ne çıktı. «Ey Evsliler ve Hazreçliler, alanı boşaltın ve ku­zenimi
    bana bırakın. O zaman biz de size dokunmayız. Çünkü biz size savaş ilân
    etmedik» dedi. Fakat ensar, ona yüksek sesle hakaret ederek cevap verdi. Daha
    sonra Mek­ke saflarından bir adam öne atıldı. Hanzala, öne çıkanın babası
    olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam: «Ey Evsliler, ben Ebu Amir’im» dedi. Ebu
    Amir bir zamanlar çok güç­lü olan nüfuzunun bir anda yok olduğuna inanamıyordu.
    Bu nedenle   Kureyşlilere, kabilesine
    kendisini   tanıtır tanımaz, bütün
    adamlarının kendi safına geçecekleri konu­sunda söz vermişti. Ensar ise, onu
    taşlayarak karşıladı.

    Mekke ordusu tekrar
    ilerleme düzenine girdi. Hind ta­rafından yönetilen kadınlar da deflere,
    zillere vurarak ve şarkı söyleyerek ilerliyorlardı:

    Ey Abdu’d-Dar sülalesi,
    ileri!

    Ey gerideki safların
    bekçileri, ileri!

    Her kılıç darbesiyle
    Ölüm saç!.

    Kadınlar, düşmana
    yeteri kadar yaklaştıklarını anla­yınca, davullarını döverek savaş zamanının
    geldiğini ilan ediyorlardı. Erkekler, kadınların, önüne geçti. Dana sonra Hind,
    önceki bir savaşta başka bir Hind tarafından oku­nan şarkıyı söylemeye başladı:

    İlerleyin, o zaman
    sizinle övünürüz,

    Ve yumuşak halılar
    sereriz. Fakat eğer geri dönüp kaçarsanız, sizi terkederiz.

    Sizi terkederiz ve
    sevmeyiz.

    iki ordu yeteri kadar
    birbirine yaklaşınca, Peygam­ber (s.a.v.)’in okçuları, Halid’in süvarilerini ok
    yağmuru­na tutmaya başladı. Kişneyen atların sesleri kadınların da­vul
    seslerini bastırdı. Mekke ordusunun orta kısmından Talha, ileri doğru çıktı ve
    teke tek çatışma önerdi. Ona karşı Ali (r.) çıktı. Biraz çatıştıktan sonra Ali
    onu yere düşürdü ve miğferinin üstünden kafatasını parçalayan bir darbe ile
    öldürdü. Peygamber (s.a.vj bir anda, «öldürü­lecek bölük başkanının» -rüyasında
    kendisine gösterilen koçun- Talha olduğunu anladı ve yüksek sesle Allahu Ek-ber
    dedi- Bu ses tüm orduda yankılandı. Fakat rüyada gör­düğü koç sadece bir tek
    kurbanı sembolize etmiyordu. Çünkü Talha’nm kardeşi sancağı almış ve Haraza
    tarafın­dan öldürülmüştü. Daha sonra Zühre’li Sa’d, Talha’nm di­ğer kardeşini,
    boynuna ok saplayarak öldürdü. Talha’nm dört oğlu da birbiri arkasına Ali (r.),
    Zübeyr (r.) ve Evs’li Asim îbn Sabit (r.) tarafından öldürüldüler. İkisini,
    ölmek üzere iken ordunun gerisine, anneleri Sulâfe’nm yanma taşıdılar. Ona,
    oğullarına bu öldürücü darbeleri kimin vurdugurm söylediklerinde, bir gün
    Asim’in kafatasmdan şa­rap içmeye and içti.

    Hiç bir Müslüman
    kadının oriu İİe birlikte gel­mesine izin verilmemişti. Fakat Kttcç’ü bir
    kadın. olan. Nuseybe (r.), asıl yerinin ordunun yanı olduğunu hissetti. Kocası
    Gaziyye ve iki oğlu ordudaydı, fakat git­mek istemesinin sebebi bu değildi.
    Diğer kadınların da orduda çocukları ve kocaları vardı ve onlar evde kalmaya
    razı olmuşlardı. Nuseybe, İkinci Akabede Peygamber (s.a.v.)’e biat etmek için
    Medine’den gelen yetmiş kadar adamın yanındaki iki kadından biriydi. Geride kal­mak
    onun mizacına aykırıydı. Bu nedenle sabah erken­den kalkmış, kırbasını su ile
    doldurup hiç olmazsa susuz­lara su vermek ve yaralıları tedavi etmek amacıyla
    yola koyulmuştu. Bununla birlikte yanma bir kılıç, bir yay, bir torba da ok
    almayı ihmal etmemişti. Ordunun geçtiği yol­ları izleyerek, savaş başladıktan
    kısa bir süre sonra, Uhud’-un eteklerine ulaşmakta zorluk çekmedi. Vardığında
    Pey­gamber (s.a.v.1, Ebu Bekir (r.) ve Ömer (r.) gibi yakın arkadaşlarından bir
    grupla birlikte biraz yüksek bir ara­zide konumlarını almışlardı. Enes’in
    annesi Üramü Süleyman de aynı şekilde düşünerek, su kabını doldurmuş ve
    Nuseybe’den kısa bir süre sonra oraya ulaşmıştı. Safların gerisindeki bu gruba
    iki yeni kişi daha katıldı. Vahanın batısındaki Sedevi kabilelerinden Muzeyne’H
    iki adam kı­sa bir süre önce müsluman olmuş ve Mekke’lilerin saldı­rısından
    habersiz bir şekilde Medine’ye gitmişlerdi. Şehri yan boş görünce, sebebini
    öğrenmişler ve hemen Uhud’a doğru yola çıkmışlardı. Uhud’a vardıklarında
    Peygamber (s.av.)’i selamladılar ve kılıçlarını çekerek safların ara­sında
    ilerlediler.

    Ebu Dücane (r.)
    kırmızı sarığıyla verdiği sözde dur­muştu. Zübeyr daha sonraları şöyle itiraf
    ediyordu «Al­lah’ın Rasulü kılıcı bana değil de Ebu Dücane’ye verince içimden
    kırılmış ve kendi kendime şöyle demiştim : Ben onun babasının kızkardeşi
    Safiye’nin oğluyum ve Kureyş-liyim. Ona gidip diğer adamdan Önce kılıcı
    istedim, fakat

    o kılıcı bana değil de
    ona verdi. Allah’a andolsun Ebu Dücane’nin ne yaptığını izleyeceğim! Ve onu
    izledim.» Zübeyr daha sonra Ebu Dücane’nin her önüne geleni, ken­disi bir
    biçici, kılıcı da bir tırpanmış gibi nasıl kolayca öldürdüğünü ve Peygamber
    (s.a.v.) ‘e verdiği sözü nasıl ye­rine getirdiğini anlattı. Sonunda kendisinin
    de: «Allah ve Basulü daha iyi bilir» demek zorunda kaldığını söyledi.

    Görünüşü çok
    etkileyici ve iri olan Hind, hâlâ erkek­lerin* arasında onları savaşmaya teşvik
    ediyordu. Bir ara onu erkek sanan Ebu Dücane (r.)’nin kılıcından zor kur­tuldu.
    Ebu Dücane’nin kılıcı tam kafasının üstünde iken, Hind haykırdı. Onu bir kadın
    olduğunu anlayan Ebu Dücane de yanındaki erkeğe döndü ve ona vurdu. Bunun
    üzerine Hind de, ordunun gerisinde köleler tarafından ko­runan kamptaki diğer
    kadınların yanına döndü. Hind ora­ya vardığında, Habeş’li Vahşi savaş alanına
    doğru ilerli­yordu. Alandaki diğer adamların aksine Vahşi, sadece bir adamla
    ilgileniyor ve onu izliyordu. Hanıza CrJ, olağanüs­tü güçlü görünüşü, becerikli
    savaşma tarzı ve üstündeki deve kuşu tüyüyle kendini uzaktan belli ediyordu.
    Vahşi. uzaktan onu farketti ve mızrak atabileceği uzaklıkta, gü­venli bir yere
    doğru ilerledi. Hamza (r.), Abd’ud-Dar’m son sancaktarlarından biriyle
    yüzyüzeydi. Bir kılıç darbe­siyle düşmanının zırhında delik açmıştı. Vahşi bu
    şansı kaçırmamak için acele etti ve mızrağını atacak şekilde ha­zırladı. Hamza
    (r.) düşmanını öldürmüş ve birkaç adım atmıştı ki can çekişerek yere
    yuvarlandı. Vahşi, onu, ha­reketsiz kalana kadar, bekledikten sonra mızrağım
    çekti ve bütün hızıyla kampa gitti. Kendi kendine şöyle diyor­du : «Yapmak
    istediğim şeyi yaptım. Onu sadece özgürlü­ğüm için öldürdüm».

    Hamza (r.)’nın şehid
    olması, Mekke ordusunun ver­diği kayıplarda bir değişikliğe neden olmadı.
    Öldürülen yedi sancaktarın kölelerinden biri olan başka bir Habeş’lı sancağı
    kendisi aldı, fakat bir müddet sonra hemen öldü­rüldü. Hamza Cr.) ‘nın devekuşu
    tüyü görünmemesine rağ­men Ebu Dücane Cr.), Zübeyr (rj ve Ensar’la
    muhacirlerden diğerleri, o günün parolası olan (Emit, Emit) (Öldür, öldür)
    sözlerinin canlı şekilleri gibi düşmana ölüm saçı­yorlardı. Onlara karşı kimse
    duramıyordu : Ali’nin beyaz sorgucu, Ebu Dücane’nin kırmızı sangı, Zübeyr’in
    parlak sarı sarığı ve Hubab’ın yeşil sarığı, gerilerdeki saflara güç veren
    zafer bayrakları gibiydi. Ebu Süfyan, ortada cesur­ca dövüşen Hanzala’nın
    darbesinden zor kurtuldu. Hanzala tam ona vuracakken, Leys’li bir adam
    Hanzala’yı mız-rağıyla yere düşürdü, ikinci bir mızrak darbesiyle de öl­dürdü.

    Mekke’liler kamplarına
    doğru kaçıştıkça savaş alanı Peygamber (s.a.v.) ‘in bulunduğu yerden
    uzaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) kendi adamlarının kazandığını anlama­sına
    rağmen, savaşın ayrıntılarını göremiyordu. Fakat bir an gözlerini, sanki
    kuşları seyrediyormuş gibi göklere çe­virdi. Bir müddet seyrettikten sonra
    yanındakilere : «Arka­daşınızı» -Hanzala (r.)’yı kastediyordu- «Melekler
    yıkıyor» dedi.[1] Daha sonraları, bir açıklama
    istercesine bu olayı Cemile’ye anlattı: «Gökle yer arasında, bulutlardan
    aldıkları suyu, gümüş kaplardan dökerek, meleklerin Hanzala’yı yı­kadıklarını
    gördüm»[2] Bunun
    üzerine Cemile, Peygamber (s.a.v.)’e gördüğü rüyayı ve kocasının nasıl savaşa
    geç kal­ma korkusuyla, her zaman aldığı gusül abdestini almadan yola
    koyulduğunu anlattı.

    Müslümanlar, düşman
    sallarının tümünün kırıldığı noktaya kadar ilerlediler. Düşman kampına giden
    yol açıl­mıştı. Ganimet almak isteyenler de kampa doğru ilerliyor­lardı.
    Seçilen elli okçu, Peygamber (s.a.v.)’in solunda bi­raz uzaktaydılar.
    Peygamberle okçular arasında, zemin ön­ce alçalıyor sonra da onları yerleştirdiği
    bölgede yükseli­yordu. Okçular, ilk saflardaki arkadaşlarının ganimet ka­zanmak
    için giriştikleri çabayı görebiliyorlardı. Bundan dolayı okçular da, savaş
    alanına gitmek istediler. Liderleri Peygamber’in ne olursa olsun yerlerinden
    ayrılmamaları gerektiğine dair emrini hatırlattı.  Fakat önlerinlemediler. Savaş bitti ve
    kâfirler kaçtı dediler. Yaklaşık kırk ta­nesi, Abdullah ve diğer on kişiyi
    orada bırakarak savaş alanına gittiler.

    O zamana delt Mekke
    ordusunun süvarileri hiçbir işe yaramamışlardı, iki ordu ortada öyle
    kaynaşmışlardı ki, bir atın ilerlemesi hem kendi adamlarını, hem de düşman
    askerlerini tehlikeye sokabilirdi. Yukarıdaki müslüman ok­çuların Önüne
    kendilerini atmaksızin da onların arkaeı-na geçmeleri mümkün değildi. Fakat
    Halid o anda karşı tarafta neler olduğunu farketti ve hemen bütün adamla­rını,
    okçuların bulunduğu yere doğru yöneltti. Abdullah ve adamları onları ilk önce
    oklarıyla durdurmaya çalıştı­lar. Daha sonra kılıç ve mızraklarıyla, ölünceye
    dek sa­vaştılar. Bu on müslüman okçudan hiçbiri hayatta kalma­dı. Tepenin
    arkasından dolaşan Halid, adamlarını Müslü­manların en yoğun olduğu bölgeye
    arkadan saldırttı. İklime de onun gibi yaptı. Mekke ordusunun süvarileri,
    korunma­sız mü’min saflarına çok kayıplar verdirdiler. Ali ve arka­daşları
    artık yüzlerini yeni düşmana çevirmişlerdi. Kaçan kâfirlerden bir kısmı da
    gelip mü’minlere arkadan saldı­rıyordu. Savaş naraları birden bire değişti ve
    Kureyşh-lerin «Ey Hubal, Ey Uzza» sesleri alanı doldurdu. Atlıların
    saldırısından kurtulan ve geride kalan müslüman] arın ço­ğu korkmuşlar ve
    sığınma umuduyla dağa doğru kaçmış­lardı. Peygamber (s.a.v.) onları geri
    çağırdı, fakat onlar Peygamber fs.a.v.)’in sesine karşı sağır, zihinleri de kaç­maktan
    başka her türlü düşünceye kapalıydı. Müslüman­ların çoğu savaş alanındaydı,
    fakat daha önceki cesaret­leri kırılmış ve sayıca düşmandan çok az kalmışlardı
    Adım ad:m Uhud’a, Peygamber Csa.vJ’in bulunduğu yere doğru geri çekilmek
    zorunda kaldılar.

    Peygamber (s.a.v.) ve
    içinde iki kadının da bulundu­ğu grup, düşmanın üstüne arka arkaya ok
    yağdırıyordu. Savaş aleyhlerine dönmeye başladığında ilk düşünceleri Peygamber
    (s.a.v.) ‘i korumak olan birçok müslüman da yanlarına gelip onlara katılmıştı.
    Onlara ilk katılanlar ara­sında Muzeyne’li iki adam, Vehb ve Haris de
    vardı  Küçük bir düşman grubu sollarından
    kendilerine doğru yaklaşı­yordu. «Bu gruba karşı kim çıkacak?» dedi Peygamber.
    Vehb tr.) hemen: «Ben, ey Allah’ın Rasulü» dedi ve onları öyle hızla ok
    yağmuruna tuttu ki, düşmanlar oku atan gru­bun büyük olduğunu düşünerek geri
    çekildiler. Bir başka grup atlı onlara yaklaşırken Peygamber (s.a.v.): «Bu
    bölüğe karşı kim gidecek?» dedi. Vehb yine: «Ben, ey Allah’ın Rasulü» dedi ve
    onlarla sanki kendisi bir adam değil de bir ordu imiş gibi savaştı. Düşman grubu
    yine geri çekildi. Düşman saflarının arasından bir grup yine onlara doğru
    yöneldi. Peygamber (s.a.v.) : «Peki bunlara karşı kim çıka­cak?» dedi. Vehb
    Cr.) : «Ben çıkacağım» deyince, Peygam­ber (s.a.v.) : -O halde kalk» dedi ve
    neşeli ol, çünkü Cen­net senindir-. Vehb düşman grubunun içine daldığında
    Peygamber (s.a.v.) ve arkadaşları onun cesaret ve yiğitli­ğini gözlemekten
    kendilerini alamadılar ve bir süre si­lah atmayı durdurdular. Vehb. düşmanı
    yarıp karşı ta­rafa geçmişti. Geri dönüp tekrar düşman grubunun orta-siına
    daldığında Peygamber (s.a.v.) : «Allah’ım, ona mer­hamet et!» dedi. Vehb
    düşmanlarla her taraftan yaralanıp şehid oluncaya kadar savaştı. Daha sonra onu
    buldukla­rında üzerinde yirmi mızrak yarası vardı. Kılıç darbelerin­den başka,
    bir tek mızrak darbesi bile onu Öldürmeye yete­cek kadar derindi. Onun bu
    şekilde döğüştüğünü görenler, onu hiçbir zaman unutmadılar. Ömer sonraki
    yıllarda şöy­le derdi: «ölümler arasında en çok Muzayne’li arkadaşımın Ölümü
    gibi ölmek isterdim»[3].
    Zühre’li Sa’d da on yıl sonra, hâlâ Peygamber’in Vehb’e verdiği Cennet
    müjdesini duyar gibi olduğunu söylerdi.

    Müslümanlar geriye
    çekildikçe kalabalık da, tepe­ye doğru yaklaşıyordu. îki tarafın savaş
    naralarının yanısıra tek tek savaşçıların kişisel çağrılarını da duymak
    mümkündü. Ok atarken, kılıç darbesi vururken ve teke tek karşılaşmaya davet
    ederken iki taraftan da «Al işte, ben falan falanım» diye sesler yükseliyordu.
    Ebu Dücane kendisini, büyük babası olan Karaşa’nın oğlu diye ta­nıtıyordu.
    Bazen de bağıran kişinin kim olduğu söz­lerinden anlaşılmıyordu. Ensar’dan
    birinin şöyle bağırdı­ğı duyuluyordu: «Al işte, ben Ensardan bir gencim.» Pey­gamber
    (s.a.v.) de o gün birkaç kez : «Ben îbn El-Avatik’-İm»[4], yani
    «Ben Atike’lerin oğluyum» diye bağırdı. Atike’-Ier derken bu adı taşıyan
    ninelerini”[5] kastediyordu. .O sıra­da
    karşı saflardan kimliğini açıkça söyleyen bir adam çık­tı ve: «Bana karşı kim
    çıkacak. Ben Atik’in oğluyum» de­di. Bu adam, Aişe’nin tek öz erkek kardeşi ve
    ailenin tek müslüman olmayan ferdi olan Ebu Bekir’in oğlu Abdu’l-Kâ’be idi. Ebu
    Bekir (r.), kılıcını ve mızrağını çekip iler­ledi, fakat Peygamber (s.a.v.),
    ondan önce davrandı. «Kı­lıcını kınına sok» dedi, «ve yerine dön, bize
    arkadaşlık et»[6]

    Bir grup atlı daha
    Müslümanların arkasından yaklaş­maya başladı ve geri çekilen Abdu’l-Kâ’be’nin
    önüne doğ­ru ilerlediler. Peygamber fs.a.v.) : «Bizim için kim kendini
    verecek?»[7] dedi.
    Ensardan beş kişi kılıçlarını çekip düş­mana saldırdılar ve şebid oluncaya
    kadar çarpıştılar, tç-lerinden sadece biri, o da ağır yaralı olarak, kurtuldu.
    Fakat onların yerini alacak yeni yardım gelmişti Ali fr.J, Zübeyr fr.), Talha
    (r.) ve Ebu Dücane (r.), ön saflardan ordu ile birlikte geri çekilmişlerdi.
    Onlar Peygamber (s.a.v.)’in yanma ulaşmadan önce, düşman tarafından atı­lan bir
    taşla Peygamber (s.a.v.)’in alt dudağı yırtılmış ve dişlerinden biri
    kırılmıştı. Birden bire yüzünü kan kapla­dı, fakat o elinden geldiğince acısını
    göstermeyerek Ali ve diğerlerini iyi olduğu konusunda teskin etti. Kan kaybım­dan
    zayıf düşüp bayılan Talha dışında hepsi düşmanın üs­tüne tekrar yöneldiler. Peygamber  fs.a.v.), Ebu Bekir’e,«Kuzenine bak» dedi.
    Fakat Talha hemen kendine geldi. Onun yerine ileriki saflara Sa’d’lı Zühre ve
    Hazreç’li Ha­ris îbn Simme katılmıştı. Bu yeni grupla desteklenen Ali ve
    arkadaşları düşmana öyle ölüm saçtılar ki, müşriklerin geri çekilmesiyle
    birlikte şehid olan beş Ensar’m cesedi de açığa çıktı. Peygamber (s.a.v.)
    onlara baktı ve dua etti. Fa­kat yatanların arasından biri ona doğru ilerlemek
    için ze­minde biraz süründü. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onu getirmek için
    iki adam gönderdi. Ayağını yastık gi­bi adamın başının altına koydu ve adam
    Ölünceye dek aya­ğını hareketsizce orada tuttu.

    Peygamber (s.a.v.)
    şöyle dedi: «Bilin ki, Cennet kılıç­ların gölgeleri altındadır»[8]. Daha
    sonraki yıllarda da o gü­nün ne kadar muhteşem ve hayır dolu bir gün olduğunu
    hatırlar ve şöyle derdi: «Keşke o dağın eteklerinde arka­daşlarımla birlikte öylece
    kalsaydım»[9].

    Müşrikler, yavaş yavaş
    kaybettiği alanları tekrar kazan­maya başlamıştı. Peygamber (s.a.v.)’in
    çevresindeki grubun okları bitmek üzereydi. Kısa bir süre sonra herkes kı­lıç
    ve mızraklarını çıkarıp yakın dövüş yapmak zorunda kalacaktı. Hem de bir
    Müslümana dört,kâfir düşüyordu. O sırada aniden yan tarafta bir ath belirdi ve
    Peygamber (s.a.v.)’in bulunduğu gruba doğru ilerledi. «Muhammet! (s.a.v.)
    nerede?» diye bağırdı. «O yaşadıkça ben yaşaya­mam!» Bu adam. zaten
    müslümanlara büyük kayıplar ver­dirmiş olan, Mekke’nin dışındaki Kureyşlilerden
    îbn Ka-mia idi. Gruba hızla bir göz atarak hedefini hemen far-ketti. Atını
    nıahmuzlayıp, hiç bir miğferin dayanamayaca­ğı güçlü bir kılıç darbesi indirdi.
    Fakat Talha hemen Pey­gamber (s.a.v.)’in yanındaydı ve kılıcı görür görmez ken­dini
    Peygamber (s.a.v.) ‘in önüne attı, hayatı boyunca kullanamayacağı bir elinin
    parmaklarını kaybederek baş­ka bir yara almaksızın darbeden kurtulmuştu. Darbe
    hemen Peygamber (s.a;v.)’in başının yanından geçmiş miğ­ferine çarpıp, iki
    demir parçasının Peygamberin yüzüne saplanmasına neden, olmuştu, omuzundan geçerken
    de iki kat zırhını parçalamıştı. Başının yan tarafına gelen bu dar­be ile
    Peygamber (s.a.v).’in yere düştüğünü gören kâfir atını mahmuzlayıp, geldiği
    hızla geri gitti. Fakat diğerle­ri yine de saldırıya karşı Peygamber (s.a.v.)’i
    çevrelediler. Mahzum’lu Şemmas[10] Peygamber
    (s.a.v.)’in önünde vuruluncaya kadar savaştı. Peygamber (s.a.v.) onun bu hare­ketini,
    yaşayan bir zırha benzettiğini söyledi. O vurulunca yerine başka bir adam
    geçti. Arkasından da kılıcını çekmiş bir halde Nusaybe bekliyordu.

    Bir ses -belki de İbn
    Kamia- «Muhammed Öldürüldü!” diye bağırdı. Bu ses tüm düşmanı kapladı ve
    hepsi Hubal ve Uzza’yı övüp yücelten sözler söylediler. Uhud bu söz­lerle
    çınlıyordu, kaçıp dağa sığınan müslümanlar pişman olmuş ve üzülmüşlerdi.
    Cesaretini kaybeden daha birçok Müslüman da elinden geldiğince hızla dağa doğru
    kaçı­yordu. Fakat istisnalar da vardı. Bunlardan biri de. Pey­gamber
    (s.a.v.)’in hizmetçisi olan ve kendi adını taşıyan Enes’in dayısı Nadr’m oğlu
    Enes’ti. Peygamber (s.a.v.)’in Bedir’de bir okla Öldürülen oğlunun Firdevs
    cennetinde olduğunu haber verdiği kadın Enes’in kızkardeşi, yani Nadr’m oğlu
    Nadr’m kızı idi. Enes, yaşama arzusunu yi­tirmiş ve kendilerinde ne savaşa
    devam etme ne de kaç­ma isteği kalmamış iki arkadaşım gördü. «Niye burada oturuyorsunuz?»
    diye bağırdı. Onlar: «Allah’ın Rasulü öl­dürülmüş» dediler. «Peki o öldükten
    sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve onun gibi Ölün» [11]dedi.
    Ve sava­şın en yoğun olduğu yere doğru ilerledi. Daha sonra Sa’d îbn Muaz, onun
    kendisini şöyle çağırdığını Peygamber (s.a.v.)’e söyledi; «Cennet! Uhud’un öbür
    tarafından Cen­net kokusu alıyorum.» «Ey Allah’ın Rasulü» dedi Sa’d «Ben onun
    savaştığı gibi savaşamazdım». Savaştan  
    sonra Enes (r.)’i seksenden fazla yara almış bir halde buldular,
    yaralardan tanınmayacak hale gelmişti. Onu kızkardeşi ancak parmaklarından
    tanıyabildi.[12].

    Müslümanların tekrar
    savaş meydanına dönmeye baş­ladığını gören Kureyş geri çekilmeye başlamıştı.
    Çünkü müşriklerin çoğu savaşın bittiğini düşünerek çabalarını azaltmışlardı.
    Henüz ölüler sayılmamıştı, fakat tahminen Bedir’dekilere tekabül edecek kadar
    Müsîümanı şehit et­mişlerdi. Yanısıra tüm bu karışıklıkların asıl nedeni olan
    adamı öldürmekle amaçlarına ulaşmışlar, yeni dini bastı­rıp, tekrar eski düzeni
    kurmuşlardı. «Yalal-Uzza, ya lal-Hubal!»

    Kureyş’in tümünde görülen
    bu yavaşlama. Peygamber s.a.v’i cansiperane koruyan yirmi adamın bulunduğu
    grubun çevresindeki atlılarda da görülmeye başladı. Mekke’liler bu adamları
    esir alamayacaklarını ve ölene dek savaşacak olan bu adamların kendilerinden de
    birkaç ki­şiyi öldüreceğini anlamışlardı. Asıl amaçlarını gerçekleş­tirdiklerine
    göre seçilecek en iyi yol onları bırakıp zafer kutlamalarına başlamaktı.

    Peygamber (s.a.v.),
    hemen hemen kendisine gelmişti Düşman çekilir çekilmez ayağa kalktı ve
    arkadaşlarına kendisini takip etmelerini söyleyerek, düşmanı gözleyebi­lecekleri
    ve sığınabilecekleri bir nehir yatağına doğru iler­ledi. Fakat Peygamber
    (s.a.v.), yüzüne saplanan metal par­çaları nedeniyle çok acı çekiyordu. Bu
    yüzden bir müddet durdular ve Ebu Ubeyde birbiri arkasına iki metal parça­sını
    dişleriyle Peygamber Cs.a.v.)’in yüzünden çıkardı, Fa­kat yara tekrar kanamaya
    başladı. Bunun üzerine Hazreç’li Malik ağzını yaranın üstüne koydu, kanı emdi
    ve yuttu. Malik, Medine’deyken: «Önümüzde iki iyi şeyden biri var» diyen ve
    hemen hemen ölüm durumunda olan Şemmas’tan sonra orada bulunanlar İçinde en.
    ağır yara­sı olan adamdı. Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Kim benim kanımın
    kendi kanına karıştığı bir adam görmek isterse

    Malik îbn Sinan’a baksın».
    Ebu Ubeyds de bu söze dahil­di. Çünkü metal parçalarını çıkarırken iki dişi
    kırılmış ve ağzı kanıyordu. Peygamber fs.a.v.) onlara; «Benim kanı­mın dokunduğu
    kişiye ateş ulaşamaz» dedi[13].

    Bu küçük grup nehir
    yatağına doğru ilerlerken, daha önceden Uhuda ağınan müslüman grup onlan
    karşılama­ya geldi. Ka’b îbn Malik herkesten önce yapısı ve görünü­şü Peygamber
    (s.a.v.)’e benzeyen, fakat yürüyüşü daha yavaş olan birini gördü. Daha sonra
    yaklaştıkça, Ka’b bak­tığı kişinin gözlerinde başkalarıyla karıştırılmayacak
    olan o parlaklığı görünce arkasmdakilere : «Ey müslümanlar, gözünüz aydm! Bu
    Allah’ın Rasulü» diye bağırdı. Peygam­ber (s.a.v.) ona sessiz olmasını söyledi.
    Bu haber ağızdan ağıza dolaştı. Adamlar aceleyle geliyor ve onun yaşadığı­nı
    gözleriyle görmek istiyorlardı. Sevinçleri o kadar bü­yüktü ki, sanki yenilgi
    bir anda zafere dönüşmüştü.

    Fakat Ka’b’ın sevinçle
    bağıran sesini yanındaki bir Kureyş süvarisi duymuştu. O, Umeyye’nin kardeşi
    Ubey yani Avd adlı atının üstünde iken Peygamber (s.a.v J ‘i öldüre­ceğine
    yemin eden adamdı. Kurbanının Ölüm haberini duy­muş ve cesedini gözleriyle
    görmek için araştırıyordu. Tam o sırada K’ab’m sesini duymuş ve vadi yatağına
    doğru iler­lemeye başlamıştı. Müslümanlar onu görünce, karşılamak için ona
    doğru döndüler. «Ey Muhammed,» dedi Ubey, «Eğer sen kaçarsan ben seni bulamaz
    mıyım?» Ashabdan bir grup Peygamber (s.a.v.)’in çevresini sardı, diğerleri de
    Ubey e saldırmak üzereydiler. O sırada Peygamber (s.d-.v.) onlara ellerini
    bırakmalarını söyledi. Daha sonra bu olay anla­tanlar, Peygamber {s.a.v.)’in
    kendilerini bir devenin ar­kasındaki sinekleri kovması gibi itip onlann
    arasından kurtulduğunu söylediler. Peygamber (s.a.v.), Haris îbn Simiue’nin
    elinden mızrağı aldı ve hepsinin önüne çıktı. Hiçbiri hareket etmeksizin onun
    bu cesaretine ve karar­lılığına baka kaldılar, içlerinden biri şöyle derdi:
    «Allah’ın Rasulü bir şeyi yaymaya niyet ederse, hiçbir güç onu, o

    işi yapmaktan
    alıkoyamazdı»[14] Ubey, kılıcı havada Pey­gamber
    (s.a.v.)’e yaklaştı Fakat o vurmadan Peygamber (s.a.v.) mızrağıyla Ubey’i
    vurdu. Ubey bir boğa gibi bağır­dı, neredeyse atından düşüyordu. Fakat
    dengesini tekrar sağladı ve arkasını dönüp yokuş aşağı Mekke kampına doğru
    hızla kaçmaya başladı. Kampta yeğeni Safvan ve ka­bilesinden başka adamlar
    toplanmış duruyorlardı. Ubey se­sini kontrol edemeyerek: «Muhammed beni vurdu»
    dedi. Adamlar onun yaraşma baktılar ve hafif olduğunu söyle­diler. Fakat o
    yarasının çok ağır ve öldürücü olduğuna bir kez inanmıştı. Gerçekten de onun bu
    inancı sonradan doğ­ru çıktı. «Bana, seni öldüreceğim» dedi, «eğer üstüme sille
    atsaydı, andolsun beni öldürürdü». Bu haber karşısında müşrikler Muhammed
    (s.a.v.) ölmemiş diye endişelenmeye başladılar. Fakat Ubey kendinde
    olmadığından dolayı bu miğferli adamı, başkalarıyla karıştırabilirdi.

    Peygamber (s.a.v.) ve
    arkadaşları nehir yatağına ulaş­tıklarında Ali (r.) kalkanı- .a bir kayanın
    kovuğundaki su­dan doldurarak Peygamî er (s.a.v.)’e getirdi. Su dur­gun olduğu
    için çok kokuyordu. Bu nedenle çok susa­masına rağmen Peygamber (s.a.v.) suyu
    içmedi, bir kıs­mıyla yüzünü yıkadı ,sonra hâlâ düzlüğe yakın oldukla­rından
    biraz daha yukarıya tırmanma emri verdi. Önündeki kayanın üstüne çıkıp
    tırmanmaya devam etmek istiyordu. Fakat o kadar güçsüzdü ki tüm çabasına rağmen
    çıkamadı. Bunun üzerine Talha, yaralarının ağır olmasına rağmen Peygamber
    (s.a.v.)’i sırtına aldı ve gerekli yük­sekliğe çıkardı. Peygamber (s.a.v.) o
    gün Talha’ya: «Yer­yüzünde yürüyen bir şehit görmek isteyen Ubeydullah’m oğlu
    Talha’ya baksın» dedi.[15]

    Geçici olarak
    konaklayabilecekleri bir yere vardıkla­rında güneş tepeye yükselmişti. Bu
    nedenle Öğle namazını kıldılar. Namazda imam olan Peygamber (s.a.v.), tüm na­mazı
    oturarak kıldırdı. Diğerleri de ona uyarak aynı şekilde kıldılar. Daha sonra
    kayalığın üstüne bir gözcü di­kip dinlenmek üzere uzandılar. Çoğu derin ve taze
    bir uy­kuya daldı.

     

     



    [1] I. I. 56G.

    [2] W. 274.

     

    [3] W. 275.

    [4] W.   280.

    [5] I   S. L/1,
    32-4   Bu kitapta Haşim  ve Lu’ayy’ın annesini  do kapsayan ondan fazla Atike ismi sayılmıştır.
    Atike’nin anla­mı «temiz» demek olan Tahire’nm anlamına yakındır.

    [6] W. 257.

    [7] I. I. 572:

    [8] B, LII, 22.

    [9] W. 255.

    [10] Bak. Böl. 27.

     

    [11] W. 280

    [12] B. LVI. 12.

    [13] W. 047.                                              

    [14] W. 251.

     

    [15] I. H. 571.

  • Întîkam Hz. Muhammedin Hayatı

    53.   Întîkam

     

    Kureyş ölüleri ve
    yaralüarıyla meşguldü. Kayıpları bü­yük değildi = üç bin kişiden sadece
    yirmî-iki kişi öldürül­müştü. Daha sonra düşman Ölülerine baktılar ve çoğunu
    tanımadıkları altmışbeş ölü saydılar. Sadece üçü muhacir­lerdendi :
    Haşimilerden Hamza, Abdu’d-Dar’dan Mus’ab ve Abdullah. İbn Çalış. Merkezden
    biraz uzakta ölecek kadar çok yara almış olan bîrka , kişi gözlerinden kaçtı.
    Bunla­rın arasında hâlâ yaşayat, fakat hareket edemeyen Şem-mas da vardı. Boş
    yere Muhammed ts.a.v.Vin cesedini ara­dılar. O sırada Vahşi savaş meydanına
    tekrar gelmiş ve Hamza’nm kanuni yarıp karaciğerini çıkarmıştı. Ciğeri Hind’e
    götürdü ve: «Babanın katilini Öldürmeme karşılık bana ne vereceksin?» dedi.
    Hind: «Ganimetlerden bana düşen payın tümünü» dedi. Vahşi ciğeri göstererek:
    «Bu Hamza’run ciğeri» dedL Hind ciğeri aldı, bir parça ısırdı ve çiğneyip
    yuttu. Yeminini yerine getirdiği için diğer kıs­mı attı. «Onun cesedini bana
    göster» dedi, Hind. Birlikte cesedin yanma gittiler. Hind, Hamza (rrVmn
    kulaklarım, burnunu ve yüzünün diğer kısımlarını kesti. Sonra onun, halhal,
    bilezik ve kolye türünden kıymetli eşyalarını çıka­rıp Vahşi’ye verdi. Diğer
    kadınları da, diğer ölülere böyle yapmaları için teşvik etti. Kadınların hepsi
    müslümanlann üstünden kestikleri eşyalardan kendilerine takılar yaptı­lar. Hind
    de bir kayanın üstüne oturup zafer şarkısı söy­ledi. Kureyş’ten bir İki kişi
    daha cesetleri keserek intikam hislerini doyuruyorlardı. Fakat onların bedevi
    müttefikleri buna çok şaşırmışlardı. Ebu Süfyan, elindeki mızrağı Hamza (r.)
    ‘nın ağzına batırarak: «Bunu tat, ey hain» diyor­du. Kinane kabilelerinden
    birinin reisi olan Huleys Ebu Süfyan’ı bu halde görünce, onun duyabileceği
    kadar yük­sek sesle: «Ey Kinane oğulları, kuzenin cesedine böyle davranan adam
    Kureyş’in lideri olabilir mi?» diye bağırdı. «Beni utandırma ve bundan kimseye
    bahsetme» dedi, Ebu Sufyan «bu sadece bir hataydı»[1].

    O sırada Ebu Amir,
    oğlu Hanzala’nın başına gelmiş­ti ve yaslı yaslı şöyle diyordu: «Ben seni bu
    adama karşı uyarmadnn mı?» -Muhammed (s.a.v.)’i kastediyordu- «Fa­kat sen
    babana karşı saygılı, soylu karakterli bir çocuktun. öldüğün zaman da
    arkadaşlarınla beraber öldün. Eğer Allah, şu yatan adama -Hamza’yı işaret
    ediyordu- «veya Muhammed (s.a.v.)’in taraftarlarına bir mükâfat verirse, seni
    de mükâfatlandırsın!»’. Daha sonra Hind ve diğer ka­dınlara döndü ve yüksek
    sesle: «Ey Kureyşliler, benim de sizin de düşmanınız olmasına rağmen Hanzala
    (r.) ‘nın ce­sedinin tahrip edilmesine izin vermeyin» dedi. Onlar da Ebu
    Amir’in isteğine saygı gösterdiler.

    Ubey’in doğru
    söylediği ve Peygamber (s.a.v.)’in şim­di dağlarda arkadaşlarıyla beraber
    olduğu açığa çıkmıştı. Fakat savaş bitmişti ve dağa saldırıya geçinenin hiçbir
    an­lamı yoktu. Bu nedenle kölelere yol için hazırlık, yapma­ları ve kampı
    kaldırmaları emredildi. Kendi ölülerini gö­müp, mûslüman cesetlerden
    istedikleri kadarını aldıktan sonra, bütün ganimetleri develerin üstüne
    yükleyip yola koyuldular. Yola çıkmadan kısa bir süre önce Ebu Süfyan atını
    dağa doğru sürdü. Peygamber (s.a.v.) ve arka­daşlarının bulunduğu yere
    yaklaşarak yüksek sesle bağır­dı: «Savaş dönüşümlü oldu, bugün diğer bir güne
    karşı­lıktı. Ey Hûbal, kendini göster! Dinini yücelt!». Peygamber (s.a.v.)
    Ömer’e gidip şöyle cevap vermesini söyledi: «Al­lah yücedir ve herşeye
    kadirdir. Biz sizinle eşit değiliz : Bi­zim ölülerimiz Cennette, sizinkilerse
    Cehennem’de». Ömer, Ebu Süfyan’m altında durduğu kaya yığınına gitti ve
    Peygamber ts.a.v.)’in söylediği sözlerle ona karşılık verdi. Bu­nun üzerine
    Ömer’in sesini tanıyan Ebu Süfyan: «Ey Ömer, ne olur söyle, Muhammed (s.a.v.)’i
    öldürdük mü?» dedi, Ömer: «Allah’a andolsun ki hayır, bilâkis şimdi O, senin
    söylediklerini dinliyor» dedi. Ebu Süfyan da: «Senin sö­zünün, îbn Kamia’nınkinden
    daha doğru olduğuna inanı­yorum» dedi ve gitmek üzere geri döndü. Fakat tekrar
    ar­kasını dönüp şunları ekledi: «ölülerinizin bazılarına za­rar verildi.
    Allah’a andolsun ben bundan hoşnut olmadım, ne izin verdim, ne de emir verdim.
    Gelecek yıl Bedir’de buluşmak üzere!» Bunları duyan Peygamber (s.a.v.) arka­daşlarından
    birini daha oraya gönderdi. Bu sahabede şöy­le bağırdı: «Bu, aramızda bağlayıcı
    bir randevu.[2]

    Ebu Süfyan, ordunun
    beklediği yere ilerledi. Oraya vardığında birlikte güneye doğru yola çıktılar.
    Ömer,* on­ların formasyonunu göremeyecek kadar uzaktaydı. Bu yüz­den Peygamber
    (s.a.v.), Zühre’ü Sa’d’ı aşağıya, onları göz­lemek üzere gönderdi. «Eğer
    develerine binmişler ve atla­rını yanlarında yediyorlarsa, Mekke’ye gidiyorlar»
    dedi, «Fakat eğer atlarına binip develerini yanlarında yediyor­larsa Medine’ye
    gidiyorlar. Nefsim elinde olana yemin ede­rim ki &ger niyetleri bu ise,
    onların önüne geçip, onlarla savaşacağım». Sa’d aşağıya Uhud’a geldiklerinden
    beri Peygamber’in atı Sekb’in bağlı olduğu yere gitti. Ata bi­nip Mekke’lileri
    açıkça görünceye dek o yöne doğru gitti, îyi haberi vermek için aceleyle geri
    döndü. Çünkü adam­lar develerine binmişlerdi. Halid’le birlikte atlıların ma­nevrasında
    rol alanlardan biri olan Amr[3]
    ileriki yıllarda şöyle derdi: «Biz, îbn Ubey’in ordunun üçte biriyle birlik­te
    Medine’ye döndüğünü ve bazı Hazreç’lilerle Evs’lilerin şehirde kaldıklarını
    biliyorduk. Gidenlerin geri gelip tek­rar saldırmaları muhtemeldi. Çoğumuz
    yaralıydık, hemen hemen atlarımızın hepsi de ok yarası almıştı. Bu nedenle
    kendi yolumuza devam ettik.»[4].

     



    [1] I. I. 582.

    [2] 1, I. 583.

     

    [3] Bakz. Blm: 27.

    [4] W. 299.

     

  • Uhud’a Yürüyüş Hz. Muhammedin Hayatı

    51.   Uhud’a
    Yürüyüş

     

    Ordu, Medine ile
    Uhud’un ortasındaki Şeyheyn’e uia-şıncaya kadar güneş batmaya başlamıştı, Bilâl
    ezan oku­du. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v.) orduyu .gözden ge­çirdi. O
    zaman, yaşları küçük olmasına rağmen savaşa ka­tılmak isteyen sekiz çocuğu
    farketti. Aralarında, sadece onüç yaşında olan Zeyd’in oğlu Üsame (r,) ve
    Ömer’in oğ­lu Abdullah (r.) da vard? Peygamber (s.a.v.) bu sekiz ço­cuğa
    Medine’ye geri dönmelerini emretti. Onlar karşı çık­tılar. Ensar’dan biri,
    Evs’in Harise kolundan olan onbeş yaşındaki Ebu Rafi’nin iyi bir ok atıcısı
    olduğuna dair Peygamber (s.a.v.)’i ikna etti. Bu yüzden Rafi’nin kalma­sına
    izin verildi. Fakat annesi Safi’nin kabilesinden biri ile evlenen Necd
    kabilesinden Samura kendisinin güreşte Rafi’den daha iyi olduğunu iddia etti.
    Peygamber (s.a.v.) de onların kendilerini göstermesine izin verdi. İki çocuk
    hemen birbirlerine girdiler ve Samura iddiasının doğru ol­duğunu ispatladı. Bu
    nedenle onun da kalmasına izin ve­rildi. Diğerleri evlerine geri gönderildi.

    Mekke’liler,
    müslümanlann üstlerine gelmesini ve böy­lece tüm güçleriyle ve süvari
    birlikleriyle onlara salduTna-yı istiyorlardı. Peygamber Cs.a.v,) bunun
    farkındaydı. Bu nedenle sayılarının az oluşunu dengeleyecek bir konum al­maya
    ve düşmanın ümitlerini boşa çıkarmaya karar ver­mişti. Fakat bunu başarabilmesi
    için bir rehbere ihtiyacı vardı. Bu nedenle bir soruşturma yaptı ve Beni Harise
    kabilesinin o bölgeyi iyi bilen  
    bir   adamını   rehber  
    olarak aldı.

    Medine’de o gece
    Hanzala (r.) ile Cemile (r.) evlen­diler. Cemile o gece rüyasında kocasını
    Cennet’in dışında beklerken gördü. Kapı açılıp kocası içeri girmiş ve kapı
    tekrar kapanmıştı. Cemile uyandığında: «Bu şehadet- do di. ikisi birlikte
    kalkıp güsul abdesti aldılar ve sahalı na­mazını kıldılar. Daha sonra Hanzala
    karısına veda etti Fakat karısı ona sarıldı ve bırakmadı. Bunun üzerine tek­rar
    yattılar. Daha sonra Hanzala kendisini karısının etki­sinden kurtarıp, güsul
    abdesti alacak kadar bile bekleme­den silahlarını aldı, zırhını giydi ve evden
    ayrıldı[1]

    Peygamber (s.a.v.)
    orduya güneş doğmadan Şeyheyn -den ayrılma emri verdi. Fakat fbn Ubey, gece
    boyunca ken­di taraftarlarıyla konuşmuştu. Ordu harekete hazır olun­ca, üçyüz
    münafıktan oluşan taraftarlarıyla birlikte İbn Ubey, Medine’ye döndü. Orduyla birlikte
    kalan oğlu Abdullah ise bundan çok utanmıştı. îbn Ubey ayrılmadan ön­ce
    Peygamber (s.a.v.) ‘le konuşmadı bile. Kendisine nereye gittiğini soran
    Ensardan bazılarına ise şu cevabı verdi «O bana karşı çıktı ve değersiz
    adamların sözüne uydu. Bu kötü seçilmiş noktada hayatlarımızı feda etmemiz için
    bir neden göremiyorum». Cabir’in babası Abdullah onların arkasından gitti ve
    şöyle bağırdı: «Allah aşkma, Peygam­berinizi ve halkınızı düşman karşısında
    terketmeyin» On­lar sadece şu cevabı verdiler: “Eğer savaşacağınızı bilsey­dik,
    sizi terketmezdik. Fakat çatışma olacağını tahmin et­miyoruz». Abdullah: «Ey
    Allah’ın düşmanları» dedi, -Al­lah, Peygamberini sizsiz de zafere
    ulaştıracaktır».

    Sayıca yedi-yüze inen
    ordu, düşmana doğru biraz iler­ledi. Daha sonra, hâlâ karanlıkta, sağa dönüp
    volkanik bir kaya yığınından geçerek Uhud eteklerine ulaştılar. Tek­rar dönüp
    kuzey-batıya doğru yöneldiler. Şafağın sönük ışıklarında Mekke kampını biraz
    sollarında, biraz da aşa­ğılarında görünceye dek ilerlediler. Daha sonra yine
    ıîer-

    leyip düşmanla Uhud
    dağı arasındaki yerlerini aldılar. Ne yapması gerektiğine karar veren Peygamber
    (s.a.v.) bi­neklerden inme ve konaklama emri verdi. Bilal ezan oku­du ve hepsi
    arkaları Uhud dağına dönük olarak sıralanıp sabah namazını kıldılar. Savaşın
    konumu da bu şekilde olacaktı. Çünkü düşman kendileriyle Mekke arasında yer
    alıyordu. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v.) onlara şöyle hitap etti: «Gerçekten
    bu gün siz karşılığı ve ecri bol olan bir gündesiniz. Ne yaptığının farkında
    olan ve nef­sini sabır, sebat, gayret ve istekle buna adayan kişi için büyük
    mükâfatlar vardır.»[2] Peygamber (s.a.v.),
    konuşma­sını bitirdiğinde henüz Medine’den yeni gelen Hanzala yu­nma geldi ve
    onu selamladı.

    Peygamber (s.a.v.), en
    iyi okçuları seçiyordu: bunla­rın arasında kendine en çok yakın olanlar Zeyd,
    Zühre ka­bilesinden kuzeni Sa’d ve Osman İbn Ma’zun’un oğlu Sa’ib idi.
    Okçuların, arasından elli kişiyi seçip, esas gücün sol tarafındaki tepeye
    yerleştirdi. Onların başına da Evs’li Ab­dullah İbn Cübeyr (r.) ‘i lider olarak
    görevlendirdi. Onlara bazı emirler verdi ve şöyle dedi: «Oklarınızla bizi
    onların atlılarından koruyun. Onların arkamızdan dolaşıp bize sal­dırmasına
    izin vermeyin. Savaş bizim lehimize de gitse aleyhimize de gitse yerinizden
    ayrılmayın.. Eğer düşmanı yendiğimizi görürseniz, bunda bizim de payımız olsun
    de­meyin, eğer öldürüldüğümüzü görürseniz, yardıma gelme­yin.»[3]

    Bir başka zırh giyerek
    eline bir kılıç aldı ve salladı. «Bu kılıcı hakkıyla birlikte kim alacak?» diye
    sordu. Ömer hemen almak üzere ilerledi, fakat Peygamber (s.a.v,) yü­zünü ondan
    çevirdi ve tekrar: «Bu kılıcı hakkıyla kim ala­cak?» diye sordu. Zübeyr almak
    istediğini söyledi, fakat Peygamber (s.a.v.) yine yüzünü çevirdi ve sorusunu
    üçün­cü kez tekrarladı. Hazreç’li bir adam olan Ebu Dücane: “Onun hakkı
    nedir, ey Allah’ın Rasulü?» dedi. Peygamber (s.a.v.) :  «Onun hakkı, düşmanla kılıcın ağzı eğilene
    dek savaşmandir» dedi. Ebu Dücane : «Onu hakkıyla birlikte alıyorum» dedi.
    Peygamber (s.a.v.) de kılıcı ona verdi Onun kırmızı sarığı Hazreç arasında ölüm
    sarığı olarak meşhurdu. Miğferinin üstüne bu sarığı taktığında, bunun düşman
    üzerine Ölüm saçmak anlamına geldiğini herkes biliyordu. Onun saflar arasında
    bu niyetle kılıcını salla­dığım görünce Peygamber (s.a.v.), «Bu, buradaki ve bu
    zamandaki durum hariç, Allah’ın yasakladığı ve sevme­diği bir durumdur» dedi

    [4]

     



    [1] U) W. 2/3.

    [2] W. 221.

    [3] I. I. 560.

    [4] I. I. 461.

     

  • Savaş Hazırlıkları Hz. Muhammedin Hayatı

    50   Savaş
    Hazırlıkları

     

    Mekke’liler Kızıl
    Deniz kervan yolunu kaybettiklerini üzüntüyle farkettiler. Tek seçenek olan
    diğer yolun ise bir dezavantajı vardı: Necd’den geçen yola kuyular çok uzak­tı.
    Fakat yaz aylan yakın olduğu için kervana su taşı­yan bir kaç deve ekleyerek
    yolu güvenilir hale sokmak mümkündü. Kureyşliîer Irak’a yüzbin dirhem değerinde
    gümüş eşya taşıyan zengin bir kervan göndermek istiyor­lardı. Kervan Safvan’ın
    yönetiminde yol alacaktı. Medine yahudilerinden bazıları bunu duymuş ve
    aralarında ko­nuşuyorlardı. O sırada Ensardan biri onların söyledikleri­ne
    kulak misafiri oldu ve duyduklarını hemen Peygam­ber (s.a.v.)’e haber verdi.
    Peygamber (s.a.v.), Zeyd (r.J’in kumandanlık yeteneği olduğunun, farkındaydı.
    Bu neden­le onu yüz atlının kumandasında kervanın yolunu kes­mek üzere, yol
    üzerindeki su kaynaklarından biri olan Kerede’ye gönderdi. Ordunun küçük olması
    Zeyd’in plânım uygulamasını kolaylaştırıyordu. Ani ve görünmeden ker­vana
    saldırdılar. Bu ani saldırıdan korkan Safvan ve adanı­lan kaçtılar. Zeyd ve
    adamları yükleriyle birlikte tüm de­veleri alarak zafer içinde Medine’ye
    döndüler. Birkaç da köle elde etmişlerdi.

    Kerede felâketi,
    Mekke’lilerin Bedir’den beri süren sa­vaş hazırlıklarının hızlandırılmasına
    neden oldu. Haram ay olan Recep’le birlikte, kış mevsimi ve M.S. 625 yılı geç­miş
    oldu. Bunu takip eden   ayda   Hafsa  
    ile   Peygamber (s.a.v.)
    evlendiler. Ramazan’m ve orucun gelişiyle birlik te müslümanlar büyük bir
    sevinç daha yaşadılar: Fatuna bir erkek çocuğu dünyaya getirmişti. Peygamber
    (s.a.v.), çocuğun kulağına ezan okudu ve ona «Güzel» anlamına gelen el-Hasan
    adını verdi. Dolunay çıktığında, yani ayın ortalarında Bedir’in yıldönümü
    yaşandı. O ayın sonunda Peygamber (s.a.v.) Mekke’deii Medine’ye gelen bir
    atlının getirdiği bir mektup aldı. Mektup amcası Ab-bas’tandı, Medine’ye doğru
    yola çıkan üç bin kişilik or­duyu haber veriyordu. Yediyüz zırhlı ve iki yüz
    atlıları var­dı. Eşya taşıyan ve kadınların çardaklarını taşıyan develer
    sayılmasa bile her askere bir deve düşüyordu.

    Mektup Medine’ye
    ulaştığında Kureyş ordusu yola çık­mıştı. Ebu Süfyan, kumandan olarak, yanma
    karısı Hind’i ve ikinci karısını da almıştı. Safvan da onun gibi iki ka­rısını
    getirdi; diğer liderler ise eşlerinden sadece birini ge­tirmişlerdi. MuVim’in
    oğlu Cübeyr Mekke’de kalmış, fakat tüm Habeşistan’ı, soydaşları gibi cirit
    atmakta usta olan kölesi Vahşi’yi göndermişti. Vahşi’nin attığı cirit hedefin­den
    çok seyrek şaşardı. Cübeyr ona şöyle demişti: «Eğer benimkine karşılık
    Muhammed’in amcası Hamza’yı Öldü-rürsen, seni serbest bırakacağım.» Hind bunu
    duymuştu. Ordu konakladığında, kampta ne zaman Vahşi’yi görse ona şöyle
    diyordu: «Ey karanlıkların babası, git onu sön­dür ve sonra zevkle seyret».
    Vahşl’ye, sahibinin ödülü­nün yanısıra kendisinin de ödül vereceğini söylemişti.

    Ensar ve
    Muhacirler’in, düşman gelmeden önce daha bir haftaları vardı. Bu süre içinde
    şehir duvarları dışında, va­hanın çeşitli yerlerinde yaşayanlar hayvanlarıyla
    birlikte şehrin içine yerleştirilmeliydi. Bu görev yerine getirildi ve şehir
    duvarları dışında ne bir at ne bir deve ne de bir ko­yun kalmadı. Bundan sonra
    yapılacak iş Mekke’lilerin planlarını öğrenmekti. Onların sahildeki batı yolunu
    takip ettikleri haberi geldi. Bu sırada içeriye doğru yöneldiler ve Medine’nin
    beş mil kadar batısında konakladılar. Da­ha sonra kuzey-batıya birkaç mil yol
    aldılar ve Medine’­ye kuzeyden bakan Uhud dağının eteklerindeki düzlüğe kamp
    kurdular.

    Peygamber (s.a.v.)’in
    gönderdiği haberciler ertesi sa­bah, düşman sayısının gerçekten mektuptaki gibi
    olduğu haberiyle geri döndüler. Kureyş’in yamsıra, Sakif kabile­sinden yüz
    adamla birlikte Kinane ve diğer müttefikle­rinden temsilciler vardı, Üçbinden
    fazla deve ve iki yüz at, tüm otlağı ve henüz hasat edilmeyen ekinleri yiyor­lardı.
    Kısa bir süre sonra oralarda yeşillikten eser kalma­yacaktı. Orduda hemen
    saldırma belirtileri görülmüyordu… Bununla birlikte o gece şehrin etrafına
    asker yerleştirildi. Biri Evs’li, diğeri Hazreç’lı olan iki Sa’d, yani îbn
    Mu’az (r.) ve îbn Ubade (r.), Peygamber (s.a.v.)’in kapısı dışın­da beklemek
    gerektiğine karar verdiler. Useyd ve bir grup askerle gece Peygamber
    (s.a.v.)’in kapısında nöbet tuttu­lar.

    Peygamber (s.a.v.),
    henüz silahlarını kuşanmamış ti. Fakat rüyasında, kendisini zırh giymiş bir
    halde bir ko­çun üstünde giderken gördü. Elinde bir kılıç vardı. Kılıca
    baktığında içinde bir diş; etrafında da kendisinin olduğu­nu bildiği bir grup
    büyük baş hayvanın kurban edildiğini gördü.

    Ertesi sabah rüyasını
    arkadaşlarına anlattı ve onu şöy­le yorumladı: «Zırh Medine’dir, kılıcın içindeki
    diş bana yöneltilecek olan bir darbeyi, kurban edilen hayvanlar da Ashabımdan
    Öldürülecek olanları temsil ediyor. Benim üze­rine bindiğim koç ise, inşaallah
    öldüreceğimiz, kâfirlerin bölük başkanım belirtiyor.»[1].

    Peygamber (s.a.v.)’in
    ilk düşüncesi şehrin dışına çık­mayıp’ içten bir savunma mekanizması kurmaktı.
    Bunun­la birlikte kendi görüşüne diğerlerinin de katılıp katılma­yacaklarını
    öğrenmek amacıyla meseleyi istişare etmek için arkadaşlarını topladı. îlk
    konuşan Îbn Ubey oldu. «Bizim şehrimiz, bize karşı hiçbir zaman saldırıya
    meydan bırak­mayan bakire bir şehirdir. Biz bu şehirden büyük kayıp­lar
    olmaksızın hiçbir düşmana saldırı için çıkmadık. Bu şehre saldıranlar   ise hep büyük kayıplarla karşılaştılar.

    O halde, ey Allah’ın
    Basulü, onları bırak, ne yaparlarsa yapsınlar. Orada kaldıkça, felâket onların
    olacaktır. Geri döndüklerinde ise amaçlarını yerine getirememiş olarak geri
    döneceklerdir».

    Ensar ve Muhacirlerin
    yaşlılarından büyük bir grup îbn Ubey’in görüşüne katıldılar. Bunun üzerine
    Peygam­ber (s.a.v.) : «Medine’de kaim, kadın ve çocukları kalele­re koyun»
    dedi. O böyle konuşunca gençlerden çoğunun şehrin dışına yürüme taraftarı
    olduğu açığa çıktı. Birisi: «Ey Allah’ın Rasulü,» dedi, «bizi düşmanın yarana
    götür. Onların, bizim korktuğumuzu ve zayıf olduğumuzu düşün­melerine izin
    verme». Bu sözler meclisin her tarafından takdir dolu mırıltılarla desteklendi.
    Çoğu aynı şeyleri tek­rarladı. Bazıları, eğer bu kez mahsullerinin böyle harap
    edilmesine izin verirlerse, bunun gelecekte Kureyşlileri ay­nı şeyi yapmaya
    teşvik etmekten başka bir işe yaramaya­cağı görüşünü savundular. Hamza ve Sa’d
    îbn Ubade gi­bi deneyimli kişiler de bu görüşü desteklemeye başlamıştı.
    İçlerinden biri: «Bedir’de üç yüz adamın vardı, Allah sa­na, onlara karşı zafer
    verdi. Şimdi ise daha çok adamımız var, hem de düşman ayağıyla kapımıza dek
    gelmiş. Yine Allah’a dua ediyor ve zafer vereceğini ümit ediyoruz» de­di[2] Daha
    sonra, yaşlı bir adam olan Evs’li Hayseme ayağa kalktı. Daha Önce de anlatılan
    savunmada kalmanın dez­avantajlarından bahsetti. Sonra kişisel bir konuyu
    açıkla­dı. Oğulu Sa’d (r.), Bedir’de şehit düşen birkaç müslümandan biriydi.
    «Geçen gece rüyamda» dedi, «Oğlumu gördüm. Görünüşü çok güzeldi. Cennet
    bahçeleri araasada ona her istediğinin verildiğini gözledim. Bize gel ve Cen­nette
    arkadaşımız el. Rabbimin bütün vaadlerinin hak ol­duğunu gördüm dedi. Ben
    yaşlıyım ve Rabbime kavuşmak istiyorum. Ey Allah’ın Rasulü, Allah’a dua et de
    bana şe­hitlik ve Cennette Sa’d’îa buluşmayı nasip etsin»[3].
    Peygam­ber (s.a.v.) : Hayseme için dua etti. Şüphesiz bunu içinden okudu, çünkü
    kaynaklarda duanın nasıl olduğu kaydedil­memiş. Daha sonra Ensar’dan biri daha,
    Hazreç’li Malik îbn Sinan (r.) ayağa kalktı. «Ey Allah’ın Rasulü,» dedi,
    «önümüzde iki iyi şeyden biri bizi bekliyor: Ya Allah bi­ze onlara karşı zafer
    verecek, ki biz bunu bekliyoruz; ya da Allah bizi şehitlik mertebesine
    ulaştıracak. Hangisi olursa olsun farketmez, çünkü iki sonuç da iyi.»[4]

    Konuşulanlardan ve
    onların desteklenmesinden genel kanının şehir dışına çıkmak olduğu anlaşıldı.
    Peygamber (s.a.v.) de şehir dışına çıkzp düşmana saldırmaya karar verdi, öğle
    vakti Cuma namazı için toplandılar. Okunan Hutbenin konusu cihad ve onun
    gerektirdiği çaba ile il­giliydi. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarına
    sa­vaş İçin hazırlanma emri verdi.

    Namazdan sonra
    Peygamber (s.a.v.)’in arkasında iki adam önemli kararlar almak için ona
    danışmak üzere bekliyorlardı. Bunlardan biri kendini İbrahim dininin tem­silcisi
    kabul eden Ebu Amir’in oğlu Hanzala idi. Babası­nın şimdi Uhud’da düşman
    kampları arasında olduğundan haberi yoktu. O gün, Hanzala’nm birkaç hafta
    öncesinden belirlenmiş olan düğün günüydü. O, îbn Ubey’in kızı, ku­zeni Cemile
    ile nişanlıydı. Savaşa gitmeye kararlı olma­sına rağmen, düğünü ertelemek
    istemiyordu. Peygamber (s.a.v.) ona düğününü yapmasını ve geceyi Medine’de ge­çirmesini
    söyledi. Güneş doğmadan önce çatışma başlaya­cağına göre, Hanzala (r.) ertesi
    sabah orduya yetişebilirdi. Ordunun hangi yollardan geçtiğini araştırarak
    onlara ulaş­ması mümkündü.

    Diğer adam, Hazreç
    kabilelerinden Beni Selime’li Ab­dullah îbn Amr (r.)’dı. O, üç yıl kadar önce,
    putperest olarak Hac yolculuğuna çıkıp Mina’da müslüman olan ve daha sonra
    ikinci Akabe’de Peygamber (s.a.v.) ‘e biat eden adamdı. Birkaç gece önce
    Abdullah, Hayseme’ninkine ben­zer bir rüya görmüştü. Rüyasında ona bir adam
    gelmiş­ti.  O, adamın Ensardan
    Mübeşşir   olduğunu   farketmiştı.

    Adam: «Birkaç gün
    İçinde bize geleceksin» demişti. Ab­dullah : «Neredesin?» deyince adam:
    «Cennette. Biz ora­da, istediğimiz hörşeye sahip oluruz» cevabım vermişti.
    Abdullah’ın: -Sen Bedir’de öldürülmemiş miydin?» soru­sunu ise şöyle
    cevaplamıştı: «Evet öldürüldüm, fakat ba­na tekrar hayat verildi.» Abdullah
    rüyasını Peygamber’e anlatınca Peygamber ona: «Ey Cabir’in babası, bu şeha-dettir»
    dedf. Abdullah da böyle tahmin ediyordu, fakat yine de bunu Peygamber
    (s.a.v.)’in ağzından duymak is­temişti. Daha sonra savaş hazırlıklarına
    başlamak ve ço­cuklarıyla vedalaşmak için evine döndü. Karısı yeni ölmüş­tü.
    Geride ise, yedi kız çocuğu ve onlara ağabeylik eden Cabir’i bırakmıştı. Babası
    eve geldiğinde Cabir çoktan mes-cidden dönmüş, silahlarını hazırlamaya
    koyulmuştu. Be-dir’de bulunmadığı için bu kez Peygember fs.a.v.J’le sa­vaşa
    gitmeyi, çok istiyordu. Fakat babasının düşüncesi fark­lıydı. «Oğlum,» dedi
    babası, «onları -kızlarım kastederek-yalnız bırakmamalıyız. Onlar küçük ve
    çaresizler. Onlar için korkuyorum. Fakat ben Allah’ın Rasulü ile birlikte,
    şehit olmak için gidiyorum, onları da sana emanet edi­yorum».

    Müslümanlar ikindi
    namazında tekrar bir araya gel­diler. O zamana kadar yukarı Medine’liler
    hazırlanıp mes­cide gelmişlerdi bile. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v.) Ebu
    Bekir ve Ömer’i kendi evine götürdü. Onlar Peygan[5] ber
    (s.a.v.)’in savaş için hazırlanmasına yardım ettiler. Adamlar dışarıda
    sıralanmış bekliyorlardı. Sa’d Ibn Muaz (r.) ve kabilesinden birkaç adam onlara
    kızarak : «Siz, Al­lah’ın Kasulü istemediği ve Ona Sema’dan haber gelme­diği
    halde onu savaşa zorladmız. Bırakın da karan o ver­sin.» dediler. Peygamber
    (s.a.v.) dışarı çıktığında, sangım miğferinin üstüne sarmış, zırhını giymiş ve
    kılıcını kuşan­mıştı. Adamlardan çoğu, onu görünce biraz önceki sözle­rine
    pişman oldular ve: «Ey Allah’ın Rasulü, bizim sana karşı çıkmamız sözkonusu
    değil, sana hangisi iyi görünüyorsa onu yap» dediler. Peygamber fs.a.v.) onlara
    şu ce­vabı verdi. «Bir peygamber silahlarını kuşandıktan son­ra, Allah
    düşmanlarıyla onun arasında hüküm verene ka­dar onları çıkarmaz. Bu nedenle
    size emrettiklerimi yapın ve Allah adına iît-leyin. Eğer sebat gösterirseniz
    zafer si­zindir»[6]. Daha sonra iki sopa
    istedi ve onlara üç sancak bağladı. Evsin sancağını Useyd’e, Hazreç’inkini
    Bedir ku-yuîanyla ilgili tavsiyeyi veren Hubab’a, Muhacirlerinkini de Mus’ab’a
    verdi. Yine, âmâ olan Abdullah İbn Ummü Mektum (r.)’u kendi yokluğunda
    namazları kıldırması için imam tayin etti. Sekb[7]
    adındaki atma bindi, yayım omu-zuna astı, eline de bir mızrak aldı. Başka kimse
    bineğine binmemişti. İki Sa’d (îbn Ubade ve îbn Muaz) Peygam­ber (s.a.v.)’in
    önünde gidiyordu. Her iki tarafta toplam binden fazla adam vardı-

     

     



    [1] W. 209

    [2] W. 210-11.

     

    [3] W, 212-13.

    [4] A.g.0.

    [5] W. 266.

    [6] W. 214

    [7] Ata, rahvan gittiği için Akan Su anlamına gelen bu
    isim ve­rilmi tir.

     

  • Düzensiz Saldırılar Hz. Muhammedin Hayatı

    49.  
    Düzensiz Saldırılar

     

    Bedir’in ve onu izleyen
    küçük seferlerin önemli bir so­nucu da, Cuheyne ve Kızıl Deniz’deki diğer komşu
    kabile­lerin Medine’yle müttefik olmasıydı. Bu, Mekke kervanla­rının Suriye’ye
    giden sahil yolunu kesmek demekti ve şu soruyu akla getiriyordu: Doğu, batı ve
    kuzeyden kervan yollarını kontrol altına alarak Kureyş’i zayıf bir konum­da
    bırakmak mümkün değil miydi? Bu gizli tehlike Ku-reyşlilerin gözünden kaçmıştı.
    Fakat Kureyşliler, Kuzey­doğudaki, Basra körfezinde Irak’a giden yol üzerindeki
    Sü­leym ve Gatafan kabileleriyle ittifaklarını güçlendirmişler; di. Bu
    kabileler Mekke ve Medine’nin doğusundaki Necd ovasında yaşıyorlardı. Mekke’den
    giden kervanlar yedinci konaklarını Süleym kabilesinin verimli topraklarında
    yapı­yorlardı. Kureyşliler özellikle bu kabileyi, Yesrib sınırla­rını yağmalama
    konusundaki hiçbir fırsatı kaçırmamaları için teşvik ediyorlardı.

    Bunu takip eden
    aylardan birinde, Peygamber (s.a.v.) vahanın doğusundan yapılacak olan üç
    saldırıya karşı uya­rı aldı. Bu saldırılardan ikisini Süleym, birini Gatafan ka­bilesi
    yapacaktı. Her seferinde onlar saldırıya fırsat bula­madan, onları kendi
    yerleşim bölgelerinde bastırdı ve onun geldiği haberini duyan kabile adamları
    kaçtılar. Fakat bu yürüyüşlerden biri özellikle başarılıy­dı. Gatafani
    kabilesinin Sa’lebe ve Muharip kollarına kar­şı yapılan yürüyüşte, Peygamber
    (s.a.v.)  Necd’İn kuzeyindeki
    kayalıklarda gizlenen bu bedevileri, Sa’lebe’den müs-lüman olmuş bir bedevinin
    rehberliğinde bastırmak istedi. Oradan kuzeye doğru Muharip kabilesinin
    yerleşim böl­gesine doğru ilerlerken yağmur başladı. Aralarında Pey­gamber
    (s.a.v.)’in de bulunduğu bir grup adam, sığınma­ya fırsat bulamadan ıslandılar.
    Peygamber (s.a.v.) adam­lardan biraz uzaklaştı, bir ağacın yanında soyunup giye­ceklerini
    ağaca astı ve kurumasını bekledi. Ağacın altında yatarken onu uyku bastırdı.
    Onların bu hareketleri gör­medikleri birçok kişi tarafından gözleniyordu.
    Peygamber (s.a.v.) uyandığında karşısında kılıcını çekmiş bir adam buldu. Adam,
    Peygamber (s.a.v.)’in haber aldığı saldırı­dan sorumlu olan Muharib’in şefi
    Du’sur idi. «Ey Muham-med» dedi, «Bugün seni bana karşı kim koruyacak?» Pey­gamber
    (s.a.v.) : «Allah» dedi. Bunun üzerine Cebrail, be­yazlar giymiş bir adam
    olarak göründü ve adamı göğsün­den geriye doğru itti. Kılıç Du’sur’un elinden
    düştü, Pey­gamber (s.a.v.) de kılıcı aldı. Cebrail, Du’sur’un önünden kayboldu.
    Du’sur bir melek gördüğünü anlamıştı. Peygam­ber (s.a.v.) : «Seni bana karşı
    kim koruyacak?» diye sor­du. Du’sur: «Hiç kimse» dedi ve şu sözlerle devam
    etti: «Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’irt Allah’­ın Rasulü
    olduğuna şehadet ederim». Peygamber (s.a.v.). adama kılıcını geri verdi.
    Birlikte müslümanlann kamp yerine gittiler ve Du*sur’a din konusunda bilgi
    verildi. Du’­sur daha sonra kabilesinin yanına döndü ve onlara İslam’ı tebliğ
    etmeye başladı.

    Ordu Necd’den dönene
    dek Ka’b İbn Eşref Mekke’den ayrılmış ve Medine’den çok uzakta olmayan Beni
    Nadir kabilesi arasındaki evine ulaşmıştı. Onun Kureyş’i öc alma­ğa teşvik eden
    şiirlerinin yanısıra, Peygamber (s.a.v.)’i ve arkadaşlarını aşağılayan şiirleri
    de vardı. Arabistan’da tu­tulan bir şan* insanların tümünün görüşünü temsil
    ediyor­du denebilir. Çünkü böyle bir şairin mısraları dilden di­le dolaşırdı.
    Şair eğer iyi ise İyilik kaynağı, kötü ise de kötülük kaynağı olurdu. Birgün
    Peygamber (s.a.v.) şöyle dua etti: *Yarabbi, beni Ka’b îbn Eşref ten
    kurtar.   Sen dilediğinden kurtarırsın. O
    hem kötülük yayıyor hem de kötü şiirler okuyor.» Ve yanındakilere: «Kim, bana
    bu ka­dar kötülük yapan îbn Eşrefe karşı çıkar?» îlk gönüllü, Evs’Ü Sa’d îbn
    Muaz (r.)’m kabilesinden Muhammed Îbn Mesleme (r.) idi. Peygamber (s.a.v.) ona
    Sa’d’a danışma­sını söyledi ve dört gönüllü daha bulundu. Bu beş gönül­lü,
    yalan söylemeden, hile yapmadan îbn Eşrefe yakiaşı-lamayacağını biliyorlardı.
    Aynı zamanda Peygamber (s.a.v)’in bunları yasakladığından da haberdardılar. Bu
    yüzden Peygember (s.a.v.) ‘e gittiler ve ona zihinlerini meş­gul eden bu konuyu
    açtılar. Peygamber (s.a.v.) onlara, amaçlanna ulaşmak için herşeyi söylemekte
    serbest olduk­larını, çünkü savaşta hile ve yalanın serbest olduğunu ve Ka’b’ın
    da kendilerine savaş açtığını söyledi.

    Ka’b’ı aldatarak
    evinden dışarı çıkardılar ve öldürdü­ler. Paniğe kapılan Nadir yahudileri
    Peygamber (s.a.v.)’e gittiler ve başkanlarından birinin sebepsiz yerö öldürül­düğünü
    söylediler. Peygamber (s-.a.v.) gelenlerin çoğunun Ka’b gibi îslam’a düşman
    olduklarını biliyordu. Bunu ha­yal kırıldığı içinde kabul etmek zorunda kaiöı.
    Fakat ya-hudilere, düşmanca düşüncelere hoşgörü gösterilse de, düş­manca
    etkinliklere hoşgörü gösterilemeyeceği bildirilme­liydi. «Eğer o da kendisi
    gibi düşünen diğerleri gibi dav­ransaydı, haince öîdürülmezdi. O bizi incitti
    ve aleyhimi­ze şiir yazdı; sizden hanginiz bunu yaparsa öldürülecek­tir.»[1]. Daha
    sonra Peygamber (s.a.v.) onları bağlılık an­laşmasından başka özel bir anlaşma
    yapmaya, davet etti. Onlar da kabul ettiler.

     

     



    [1] W. 192

     

  • Ölümler Ve Evlilikler Hz. Muhammedin Hayatı

     

    47-48.  
    Ölümler Ve Evlilikler

     

    Peygamber (s.a.v.Vin
    Bedir’den döndükten sonra yap­tığı ilk işlerden biri, kızı Fatuna İle birlikte,
    Rukıyye’nİn mezarını ziyaret etmek oldu. Bu, onların, Hatice’nin ölü­münden
    sonra yaşadıkları en büyük kayıptı. Fatıma, ab­lasının ölümünden çok
    etkilenmişti. Mezarın kenarında babasının yanma oturmuş, gözünden yaşlar
    boşanıyordu. Babası onu teskin etmeye çalıştı ve cübbesinin ucuyla göz­yaşlarını
    sildi. Peygamber Cs.a.v.) kısa bir süre önce ölü­nün arkasından ağıt tutmanın
    aleyhinde bazı şeyler söy­lemişti. Fakat söyledikleri yanlış anlaşılmıştı.
    Mezarlıktan geri döndüğünde Ömer (r.)’in. Rukiyye ve Bedir şehitle­rinin
    arkasından ağlayan kadınlara bağırdığım duydu. «Ömer, bırak ağlasınlar» dedi ve
    şunları ekledi: «Kalbten ve gözden gelen Allah’tan ve merhametindendir. Fakat
    el­den ve düden gelen şeytandandır»[1] El
    ile göğsü dövmeyi ve yüzlerini yutmayı, dil ile de bağırıp çağırarak ağıt yak­mayı
    kastediyordu.

    Fatıma, Peygamber
    (s.a.v.)’in en küçük kızıydı ve yir­mi yaşma gelmişti. Peygamber (s.a.v.)
    ailesi içinde, Ali (r.)’nin ona en uygun eş olduğundan bahsetmişti, fakat
    normal bir anlaşma yapılmamıştı. Ebu Bekir (r.) ve Ömer ir.) Fatıma (r.)’yı
    istemişler, fakat Peygamber (s.a.v.) on­ları, kızını bir başkasına vereceğini
    söyleyerek değil, Allah’tan bir emir gelmesini beklediğini öne sürerek geri
    çevirmîştL Bedir’den sonraki ilk haftalardan birinde, artık evlilik zamanının
    geldiğini düşünerek Ali’yi kızım resmen istemesi için teşvik etti. Ali ilk
    başta fakirliğini düşünerek tereddüt etti. Babasından hiç bir miras almamıştı.
    İslam, kafir bîr babaya mü’min bir evlâdın varis olmasını yasak­lıyordu. Fakat
    buna rağmen, Mescid’in yakınında küçük bir evi vardı. Peygamber (s.a.v.)’in
    isteklerini de bildiği için Fatuna’yı istemeye karar verdi. Resmi anlaşma yapıl­dıktan
    sonra Peygamber (s.a.vJ, düğün yemeği verilmesi üstünde durdu. Bir koç kurban
    edildi, Ensardan bazıları da un ve buğday hediye „ ettiler. Hem gelinin hem de
    da­madın kuzeni olan Ebu Seleme, düğünde en büyük yardım­ları yapan kişiydi.
    Çünkü O, Ali’nin babasına, kendisini Ebu Cehil V0 diğer düşmanlardan koruduğu
    için borçluy­du. Bu nedenle Ümmü Seleme, Aişe ile birlikte çiftin oturacakları evi
    düzenleyip hazırlamaya gitti. Nehir yatağından yumuşak itum getirilmişti. Evin
    toprak zemi­nine bu kumdan yaydılar. Gelin yatağı bir koyun derişiy­di, yorgan
    olarak da Yemen’den gelen çizgili soluk renkli bir kumaşı kullanacaklardı. Bir
    derinin içine hurma lifle-riyle doldurarak da yastık hazırladılar. Daha sonra,
    eusiî yemeğin yanısıra misafirlere verilmek üzere incir ve hur­ma hazırlayıp,
    su kabını su ile doldurdular. Genelde her­kes bu düğün ziyafetinin o zamanda
    Medine’de verilen en güzel ziyafet olduğu kanısında birleşiyordu.

    Peygamber (s.a.v.),
    artık misafirlerin çifti yalnız bı­rakmaları gerektiğini gösteren bir işaret
    olarak ayağa kalk­tı ve Ali’ye kendisi geri dönene dek karısına yaklaşmama­sını
    söyledi. Bütün misafirler gittikten hemen sonra gel­di. ÜmraÜ Eymen (r.) hâlâ
    orada yemekten sonraki dağı­nıklığı toplayıp odayı düzene sokmaya çalışıyordu.
    Pey­gamber (s.a.v.) ‘in hayatında sadece sözkonusu kişinin pay­laştığı birçok
    Özel olay vardır. Bu kişilerden biri de Ümmü Eymen*di. Peygamber (s.a.v.) içeri
    girmek için izin iste­diğinde, Ümmü Eymen kapıya geldi. Peygamber: «Karde­şim
    nerede?» diye sordu. Ümmü Eymen: «Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın
    Basulü» dedi, «Kızını onunla evlendirdiğin halde, o senin nasıl kardeşin olur?»
    Peygam­ber (s.a.v.) : «Gerçekten, kardeşimdir» dedi. Daha sonra Ümmü Eymen’den
    bir miktar du getirmesini istedi, o da getirdi. Sudan bir ağız dolusu alıp
    ağzını kapattı, daha sonra suyu tekrar kabın içine boşalttı. Ali geldiğinde onu
    önüne oturttu. Eline bir miktar su alıp Ali’nin omuzları­na, göğsüne ve
    kollarına serpti. Daha sonra Fatıma’yı ça­ğırdı. Fatıma (r.) babasına karşı
    duyduğu saygıdan el­bisesinin içinde hafif sekerek geldi. Peygamber (s.a.v.)
    ona da Ali’ye yaptığı gibi yaptı; onlara ve evlâtlarına dua et­ti.[2].

    Bedir’den sonraki yıl
    Ömer (r.)’in ailesi iki büyük ka­yıpla karşılaşmıştı. Bunlardan ilki kızı Hafsa
    (r.)’nın ko­cası Huneys’in ölümü idi. Huneys, Habeşistan’a ilk giden­ler
    arasındaydı; oradan döndükten sonra Hafsa ile evlen­mişti. Hafsa, dul
    kaldığında sadece on sekiz yaşındaydı; hem güzeldi, hem de iyi yetiştirilmişti.
    Babası gibi o da okuma-yazma bilirdi. Ömer (r.l, Rukiyye (r.)’nin ölümüy­le
    Osman (r.)’ın çok yalnız kaldığını görerek, Hafsa ir.)’yi ona teklif etti.
    Osmun düşüneceğini söyledi, fakat birkaç gün sonra gelip Ömer’e şu an için
    evlenmemesinin daha iyi olacağını söyledi. Ömer (r.) hem hayal kırıklığına uğ­ramış
    hem de Osman (r.)’ın red cevabına incinmişti. Fa­kat Ömer kızma iyi bir koca
    bulmaya kararlıydı, bu yüz­den gidip Ebu Bekir’e teklif etti. Ebu Bekir ona
    kaypak bir cevap verdi. Bu, Ömer’i Osman’ın açık red cevabından da­ha çok
    incitti. Oysa Ebu Bekir (r.)’in reddetmesi akla ya­kındı : çok sevdiği bir
    zevcesi vardı’ Osman (r.) ise be­kârdı. Ömer, Osman’ı razı edebilmeyi umuyordu.
    Bu ne­denle Peygamber (s.a.v.)’e bu konuyu açtı. Peygamber (s.a.v.) ona:
    -Üzülme» dedi, «Çünkü, Allah sana ondan daha iyi bir damat, ona da senden daha
    iyi bir kayınpe­der verecek». Ömer gülümseyerek, «Öyle olsun» dedi, çün­kü bir
    iki saniye düşününce, iki durumda da tercih edi­len iyi adamın Peygamber
    (s.a,v.) olduğunu anlamıştı. Peygamber Cs.a.v.), Hafsa’yla evlenerek iyi damat,
    Rukiyye (r.)’nin küçük kardeşi Ümmü Gülsüm (r.)’ü de Osman (r.)’a vererek iyi
    bir kayınpeder olacaktı Bundan sonra Ebu Bekir, Ömaı’e kendisine evlilik teklif
    edildiğinde ne­den öyle davrandığını açıkladı: Peygamber (s.a.v.) hiç kim­seye
    söylememesi şartıyla ona bu plânından bahsetmişti.

    Hz. Osman (rj’la Ummü
    Gülsüm’ün evlilikleri önce ol­du. Huneys’in ölümünden sonra, gerekli olan dört
    ay iddet bittiğinde ve Aişe ile Sevde’nin odalarının yanma bir oda daha
    yapıldığında, Peygamber (s.a.v.)’in evliliği de ger­çekleşti. Bu, hemen hemen
    Bedir Savaşından bir yıl son­ra meydana gelmişti. Hafsa’mn gelmesi evdeki uyumu
    boz­madı Bilâkis Aişe kendi yaşında bir arkadaşa sahip oldu­ğu için
    seviniyordu. Bu, iki genç hanım arasında ölene dek sürecek bir arkadaşlığın
    başlangıcıydı. Aişe’nin hemen he­men annesi yaşında olan Şevde ise annelik
    merhametini, kendisinden yirmi yaş küçük olan bu yeni gelenden de
    esirgemiyordu.

    Evliliğin
    gerçekleştiği sıralarda Ömer’in kayın birade­ri, yani Hafsa’mn dayısı Osman İbn
    Mazun öldü. O ve karısı Havle, Peygamber Cs.a.v.)’e çok yakındılar. Osman,
    Ashabın en çok zühd sahibi kişilerinden biriydi. İslam’ın vahyolunuşundan önce
    de o zühd ehliydi. Medine’ye hic­ret ettikten sonra ise Peygamber (s.a.v.)’den
    kendisini ha­dım ettirmek ve geri kalan ömrünü bir dilenci olarak ge­çirmek
    için izin istedi. Peygamber: «Ben sana iyi bir ör­nek değil miyim?» dedi. «Ben
    kadınlara yaklaşırım, et ye­rim, oruç tutarım ve iftar ederim. Kendisini veya
    diğer in­sanları hadım eden bizden değildir». Peygamber (s.a.v.) ds-man’ın,
    söylediklerini anlamadığını düşünerek başka bir fırsatta tekrar bu konuya
    değindi. «Ben senin için iyi bir örnek değil miyim?» dedi. Osman samimiyetle
    evet dedi ve sorunun ne olduğunu sordu. «Sen her gün oruç tutuyor­sun» dedi
    Peygamber ts.a.v.), «Her geceyi de namazla ge-çiriyorsun». Osman, birçok kez
    Peygamber ts.a.v.)’in gece namazının ve orucun faziletlerini saydığını bildiği
    için -Evet, elbette öyle yapıyorum»  
    dedi. Peygamber  (s.a.v.:

    «Öyle yapma,» dedi,
    «çünkü gözlerinin, bedeninin ve aile­nin senin üzerinde haklan vardır. Bu
    nedenle oruç tut, iftar da et; namaz kıl, aynı zamanda uyumaya da vakit ayır.»[3]

    Hanif dininin bir
    ifadesi olarak, vahiy sürekli, her ko­nuda Allah’a hamd ve şükretme konusunu
    vurguluyordu.

    «O, umulur ki
    şükredersiniz diye işitme, görme {duyularını) ve gönüller verdi». (Naht: 78).

    «Onda ‘sükun
    bulup-âurulmanız’ için, kendi nefislerinizden eş­ler yaratması ve aranızda bir
    sevgi ve merhamet kılması da, O’nun âye’tlerindendir. Hiç şüphe yok, bunda,
    düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten âyetler vardır». (Rum: 21).

    «De ki: Gördünüz mü,
    söyleyin; Allah kıyamet gününe kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce
    sürdürecek olsa, Allah’m dışın­da size aydınlık verecek İlah kimdir? Yine de
    dinlemeyecek misi­niz? De ki: Gördünüz mü söyleyin; Allah kıyamet gününe kadar
    gündüzü sizin üzerinizde kesil tisızce sürdürecek olsa, Allah’m dt~ şında size,
    içinde dinleneceğiniz geceyi getirecek ilah kimdir? Yİne de görmeyecek misiniz?
    Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için, içinde dinlenmeniz ve O’nun
    fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü varetti. Umulur ki
    şükredersiniz». (Kasas: 71-3).

    Osman tbn Mazun’un
    ölümünden hemen sonra, cena­ze gömülmeden önce, Peygamber (s.a.v.), Aişe ile
    birlikte Havle’yi ziyaret etti. Aişe (r.) daha sonraki yıllarda bu ola­yı şöyle
    anlatıyor: «Peygamber (s.a.v.), Osman’ı öptü. Gö­zünden Osman’ın yüzüne yaşlar
    damladığını gördüm». Osman’ın cenaze töreni sırasında Peygamber (s.a.v.) bir
    kadının şöyle dediğini işitti: «Mes’ud ol ey Sa’ib’in baba­sı, çünkü cennet
    senindir». Peygamber (s.a.v.) sertçe dön­dü ve: «Sana bunu bilme hakkını veren
    ne?» dedi. Ka­dın : «Ey Allah’ın Rasulü, O Ebu’s-Sa’ib’dir» diyerek karşı
    çıktı. Peygamber (s.a.v.) : «Allah’a anciolsun, biz onun haklanda iyilikten
    başka bir şey bilmiyoruz» dedi. Daha son ra, ük karşı çıkışının Osman’a kaı*şı
    değil, hakkı olmadı­ğı halde öyle konuşana karşı olduğunu belirtmek isterce­sine
    :   «O, 
    Allah’ı ve Rasulünü severdi» 
    demeniz yeterdi» dedi.[4].

    Ömer (r.), kayın
    biraderinin, şehit olarak değil de ya­tağında öldüğünü görünce, ona duyduğu
    saygıda bir azal­ma ve sarsılma olmuştu. Ömer daha sonraları bunu şöyle anlatıyor:
    «Osman İbn Ma’zun şehit olarak ölmeyip, yata­ğında ölünce gözümden düştü: «Bu
    dünyadan vazgeçmek­te hepimizden üstün olan, fakat şimdi yatağında ölen şu
    adamı bırakın, dedim». Ömer (r.), Ebu Bekir (r.) ve Pey­gamber (s.a.v.)
    yatağında ölene kadar da böyle düşünü­yordu. Fakat onların bu şekilde öldüğünü
    görünce kendi­sini anlayışsızlıkla suçladı. Kendi kendine şöyle dedi: «Ya­zıklar
    olsun sana, en iyilerimiz Öldü» -burada «yatağında öldü» demek istiyordu-
    Bundan sonra Osman İbn Ma’zun, Ömer’in kafasında eski saygınlığına kavuştu.[5]

    Mesciddeki üstü kapalı
    bölümün bir kısmı, barınacak yeri ve geçim kaynağı olmayan yeni gelenler için
    ayrıl­mıştı. Yararlanmaları için oraya yerleştirilen taş bir sıra nedeniyle
    onlara ehl-i Suffa denirdi. Mescid, Peygamber (s.a.v.)’in odalarının bir devamı
    gibi olduğu için, o ve ev halkı, kapılarının dibinde oturan ve gün geçtikçe
    birer ikişer artan bu fakirlere karşı sorumlu hissediyorlardı ken­dilerini.
    Bedir zaferi ile birlikte tüm Arabistan’daki kabi­leler ondan ve toplumundan
    bahsetmeye başlamışlardı, is­lam’ın mesajı gün geçtikçe daha fazla insanı
    çekiyordu Medine’ye. Bu nedenle Mescid’e bağlı odalarda oturanlar çok seyrek
    kendilerine düşen payı yiyebiliyorlardı. Peygam­ber (s.a.v.) şöyle derdi: «Bir
    kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği
    ise se­kiz kişiye yeter[6]».

    Peygamber (s.a.v.)
    genelde güzel ve hafif kokuları sev­diği gibi, kötü kokulara, özellikle de
    kendisinin veya baş­kasının nefesinin kötü kokmasına karşı duyarlıdır. Aişe
    (r.), onun eve girdiğinde yaptığı ilk işin yeşil hurma ağa­cından yapılma
    misvağını almak olduğunu söylerdi. Yol­culukta ise Abdullah îbn Mes’ud (r.)
    yanında Peygamber (s.a.v.) için yedek bir misvak bulundururdu. Ashab da
    Peygamber (s.a.v.)’in misvak kullanma ve yemekten son­ra ağız yıkama
    alışkanlığına uyarlardı.

    Açlık bile onun bu
    aşırı duyarlılığım etkilemezdi. Fa-‘kat bu duyarlılığı her zaman başkalarının
    da kendisiyle paylaşmasını beklemezdi. İslam’ın yasaklamadığı ve Pey­gamber
    (s.a.v.) ‘in kendisi yemediği halde arkadaşlarına ye­meleri için ısrar ettiği
    bazı yiyecekler vardı. Bunlardan biri Mekke’de bulunmayan, fakat Yesrib ve
    başka yerler­de çok rastlanan büyük kertenkelelerdi. Bazen O, başkala­rının
    yemesini yasaklamadan bir yemeği yemeyi redde­derdi. Bir keresinde, Ensar’dan
    biri ona hediye olarak tür­lü yemeği getirdi. Peygamber (s.a.v.) tam yemekten
    tada­cakken onda ağır bir sarmısak kokusunun olduğunu far-ketti, hemen elini
    çekti. Yanında olanlar da onun elini çek­tiğini görünce ellerini çektiler,
    Peygamber (s.a.v.) onlara: «Ne oldu?» diye sordu. «Sen elini çektin, bu yüzden
    biz de ellerimizi çektik» dediler. O: Allah’ın adıyla yemeye başlayın» dedi,
    «Sizin konuşmadığınız kişiyle ben çok ya­kın sohbette bulunmak zorundayım.[7]
    Oıilar bu yakın ki­şinin Cebrail olduğunu hemen anladılar. Yemek hazırlan­mış
    ve Önlerine getirilmişti; bu nedenle israf edilmeme­liydi. Bununla birlikte
    Peygamber (s.a.v.) genelde onları, soğan ve sarmısak yememeleri, özellikle
    Mescid’e gitmeden önce buna dikat etmeleri için uyarırdı[8]

    Fatıma (r.),
    evlenmeden önce bir bakıma ehl-i Suffa’-ya ev sahipliği yapıyordu.
    Fedakârlıklar, Peygamber (s.a.v.) ve ailesinin güncel yaşamının bir parçası
    olduğu halde Fatıma, şimdiye kadar eksikliğini hiç hissetmediği bir sorunla
    karşı karşıyaydı. O, hiç bir zaman kendisine yardım eden ellerin eksikliğini
    duymamıştı. Kardeşi Ümmü Gül-süm’ün yanısıra Ümmü Eymen de her an yardıma hazır­dı.
    Ümmü Süleym (r.) on yaşındaki oğlu Enes CrJ’i Pey­gamber Cs.a.v,)’e hizmetçi
    olarak vermişti. Enes yaşının ötesinde düşünce ve akıl sahibi bir çocuktu.
    Annesi Ummü Süleym ile ikinci kocası Ebu Talha da her an yardıma ha­zır bir
    şekilde beklerlerdi. İbn Mes’ud ise ev halkından bi­ri sayılabilecek kadar Peygamber
    (s.a.v.î’e yakındı. Abbas da kısa bir süre önce, Mekke’ye döndükten sonra kö­lesi
    Ebu Rafi’yi Peygamber (s.a.v.)’e hediye olarak gön­dermişti. Peygamber (s.a.v.)
    onu azat etmiş, fakat özgür­lüğüne kavuşması onu, Allah’ın Rasulüne hizmet
    etmek­ten alıkoymamıştı. Bir de uzun süreden beri onların hiz­metine koşan
    Osman İbn Ma’zun’un dul eşi Havle vardı. Fakat Fatuna’nın. yanında şimdi bu
    yardım eden ellerden hiçbiri yoktu. Aşın fakirliklerini gidermek için. Ali (r.)
    su çekiyor ve taşıyor, Fatrma ise buğday öğütüyordu. «El­lerim kabarıncaya
    kadar öğüttüm» dedi bir gün Ali’ye Ali de ona: «Ben de omuzlarım ağrıyıncaya
    kadar su çek­tim. Allah babana bir çok köle vermiş, git ve onlardan birini
    hizmet etmesi için iste» dedi. Fatıma hemen Pey­gamber Cs.a.v.)’in yanına
    gitti. Babası onu görünce- «Se­ni buraya getiren ne küçük kızım?» diye sordu.
    Fatıma, babasına duyduğu saygıdan evdeki niyetini söyleyemedi ve: «Seni
    selamlamak için geldim» dedi. Eli boş dönün­ce Ali Cr.) ona: «Ne yaptın?» diye
    sordu. «İstemeye utan­dım» dedi, Fatıma (r.). Bunun üzerine ikisi birlikte
    gidip Peygamber Cs.a.v.)’e isteklerini bildirdiler. Fakat Peygam­ber (sa..v.)
    onların hizmetçiye diğerlerinden daha az ih­tiyaçları olduğunu öne sürerek
    isteklerini geri çevirdi. «On-lan size verin de ehl-i Suffa’nm açlıktan
    kıvranmasını is­temem. Onları besleyecek kadar gelirim yoK. Sadece elim-dekini
    avucumdakini satarak onları besleyebiliyorum» dedi.

    Ali  (r.) 
    ile Fatıma  Cr.) biraz düş
    kırıklığı içinde ev­lerine döndüler. Fakat o gece, onlar yattıktan sonra kapıda
    içeri girmek için izin isteyen Peygamber (sa.v.)’in se­sini duydular. Ona hoş
    geldin diyerek yataktan kalktılar. Fakat Peygamber (s.a.v.) : «Olduğunuz yerde
    kalın» dedi ve yanlarına oturdu. «Size benden istediğinizden daha de­ğerli bir
    şey vereyim mi?» diye sordu. Onlar evet dedik­lerinde ise şunları söyledi:
    «Cebrail bana şöyle öğretti. Her namazdan sonra on defa Elhamdülillah (Hamd Al­lah’adır),
    on defa Sübhanallah (Allah teşbih edilendir) ve on defa Allahu Ekber (Allah
    büyüktür) deyin. Yattığınız zaman da herbirini otuz üçer defa tekrarlayın». Ali
    ileriki yıllarda şöyle derdi: «Allah’ın Rasulü bize bunları öğret­tikten sonra,
    bir kez bile onları okumayı ihmal etmedim»

    Ali (r.) ile Fatıma
    (r.)’nın evleri Mescid’den çok uzak değildi, fakat Peygamber (s.a,v.) kızının
    kendisine daha da yakın olmasını istiyordu. Evliliklerinden birkaç ay son­ra
    Peygamber (s.a.v.)’in uzaktan akrabası .olan Hazreç’li Harise Peygamber
    (s.a.v.) ‘e geldi ve şöyle dedi: «Ey Al­lah’ın Basulü, Fatıma’yı daha da
    yakınma getirmek iste­diğini duydum. Benim evim Neccaroğulları arasında sa­na
    en yakın evdir, şimdi onu sana veriyorum. Ben ve mal­larım, Allah ve Rasulü
    içindir. Benden birşeyler alırsan, almamandan daha çok sevinirim.» Peygamber
    (s.a.v.) ona dua etti ve hediyesini kabul etti. Kızı ve damadını kendi­sine
    komşu olarak getirdi.

    Hârise’nin cömertliği
    ile Medine’de gerek kendisine gerekse diğerlerine karşı gösterilen cömertliğe
    çok seviniyordu. Fakat o sırada meydana gelen bir olay düş kırıklığı yarattı.
    Peygamber (s.a.v.) Evs’li Ebu Lübabe’yi takdir ederdi. Bedir Savaşı sırasında,
    onu Medine’de ken­disini temsil etmesi için Revha’dan geri göndermişti. O yılın
    sonlarına doğru, Ebu Lübabe’nin velayetinde bulunan bir yetim Peygamber
    (s.a.v.)’e geldi. Velisinin, kendisine ait olan bir hurma ağacına sahip
    çıktığını söyledi. Ebu Lübabe’ye haber gönderdiler. Ebu Lübabe ağacın kendisi­nin
    olduğunu iddia etti, gerçekten de öyleydi. Peygamber (s.a.v.) meseleyi
    öğrenince Ebu Lübabe’nin lehine karar ver­di. Fakat uzun süreden beri ağaca
    sahip olduğuna kendisini alıştıran yetim çok üzülmüştü. Bunu gören Peygam­ber
    (s.a.v.) Ebu Lübabe’den ağacı kendisine hediye ola­rak vermesini istedi, fakat
    Ebu Lübabe kabul etmedi. Pey­gamber (s.a.v.) : «Ey Ebu Lübabe, o zaman ağacı bu
    yeti­me hediye et, Cennette karşılığını bulursun» dedi. Fakat olaylar Ebu
    Lübabe’nin duygularını etkilemişti, bu neden­le yine kabul etmedi. O sırada
    Ensardan biri, Sabit Ibn ed-Dehdahe (r.î, Peygamber’e: «Ey Allah’ın Rasulü, ben
    bu ağacı alıp bu yetime versem aynısını cennette bulacak mı­yım?» diye sordu.
    «Elbette bulacaksın» cevabını alınca he­men Ebu Lıibabe’den bir hurma bahçesi
    karşılığında o ağa­cı aldı. tbn ed-Dehdahe ağacı yetime verdi[9]
    Peygamber is.a.v.) onun adına çok sevinmiş, fakat Ebu Lübabe adına üzülmüştü.

     

     



    [1] I. S. VIII, SS4.

    [2] I. S. Vin, 12-15.

     

    [3] I. S. 111/1,289.

    [4] I. S. 11/1, 289-90.

    [5] Age.

    [6] M. XXXVI, 176.

    [7] I. S. 1/2, no.

     

    [8] B. XCVI, 24.

    [9] W. 505 246

     

  • Beni Kaynuka Hz. Muhammedin Hayatı

     

    46.   Beni
    Kaynuka

     

    Uzun süreden beri,
    yahudilerin, Peygamber (s.a.v.î’le yaptıkları anlaşmaya uymadıkları ve çoğunun
    müşrik put-^ perestlori, tek-tannya inanan müslümanlara tercih ettik­leri
    biliniyordu.. Vahy, bazı yahudilere güvenilebileceğini belirtmekle birlikte,
    topluluk olarak, müslümanlan onlara karşı uyarıyordu. Peygamber (s.a.v.} ve
    arkadaşları bu­nun farkında olmaları için âyetlerle uyanlıyorlardı:

    «Ey İman edenler,
    kendinizden olmayanı sırdaş edinmeyin. On-tar sise   kötülük ve zarar   vermekte  
    kusur  etmezler,   sîze  
    zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları)
    ağız-taundan dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha hu yüktür».
    (M’i imran: 118).

    Yahudilerin, yeni dini
    altetme ve Yesrib’i eski haline çevirme girişimlerinde tek ümitleri Peygamber
    fs.a.v.)’in kendi kabilesine dayanıyordu. Peygamber (s.a.v.)’in tüm hareketleri
    hemen Mekke’ye haber veriliyordu. Kureyşli-ler, yahudi yerleşim bölgelerinin
    uzagındaki Güney Medi­ne’ye -Peygamber (s.a.v.)’in mescidinin yarım günlük yol
    uzağına- saidınrlarsa, yahudfler geriden kureyş ordusunu takviye etme olanağına
    sahiptiler.

    «Size bir iyilik
    dokununca onları tasalandırır, size bir kötülük isabet edince ise onunla
    sevinirler», (Ali ttn120),

    Yahudiler bunu Bedir
    zaferine karşı tutumlarıyla gös­termişlerdi. Zafer haberleri geldiğinde
    Kaynuka, Kurayza ve Nadir kabileleri üzüntü ve hayal kırıklıklarını
    gizleye-mediler. Eşref oğlu Ka’b’ın durumu ise çok şaşırtıcıydı. Babası Tayy
    kabilesinden bir Arap olmasına rağmen Ka’b, annesi bir yahudi olduğu için
    kendini Nadir kabilesinin bir üyesi sayardı Hatta, zenginliği, güçlü kişliği ve
    şairliği nedeniyle kabilenin ileri gelenlerinden biri olmuştu. Zeyd ve
    Abdullah, Kureyş’İn ileri gelenlerinden bir çok kişinin savaşta öldüğü haberini
    getirince Ka’b kendini tutamaya-rak bağırdı: «Tanrıya andolsun, eğer Muhammed
    (s.a.v.) bu adamları öldürdüyse, yerin altı üstünden daha iyi». Ge­tirilen
    haberlerin gerçek olduğunu öğrenince, Peygamber (s.a.v.)’in dönmesini
    beklemeden hemen Mekke’ye doğru yola çıktı. Orada öldürülen Ebu Cehil, Utbe,
    Şeybe ve di­ğerleri için bir ağıt yazdı. Bunun yanısıra Mekke’lileri bü­yük bir
    ordu hazırlayıp Yesrib’e saldırarak öçlerini alma­ları için teşvik etti.

    Ka’b’ın
    etkinliklerinin haberleri Medine’ye ulaşmıştı. Fakat o an için Ka’b çok
    uzaklardaydı ve müslümanların, onun kabilesinden başka bîr yahudi kabilesiyle
    görülecek hesaplan vardı. Peygamber (s.a.v.) özellikle Beni Kaynu-ka’nın ihanet
    ve kötü etkinliklerine karşı uyanıktı. Çün­kü Abdullah Ibn Selam eskiden
    onların ileri gelenlerin­den biriydi ve onların taktiklerini iyi biliyordu. Bunun
    ya­nısıra Beni Kaynuka, münafıkların başı Hazreç’li îbn Ubeyy’in müttefiki idi.
    Onların varlığı şehirde, diğer ya­hudi kabilelerine nazaran daha çok
    hissediliyordu. Çünkü yerleşim merkezleri şehre çok yakındı, oysa Evs’in mütte­fikleri
    olan Beni Nadir ve Beni Kurayza şehrin dışında yer alıyorlardı.

    Kısa bir süre Önce
    Peygamber fs.a.v.), şu emri almıştı:

    «Eğer bir kavmin
    ihanet edeceğinden kesin olarak korkarsan, sen de açık ve adil bir tutumla
    (onlarla olan anlaşma mimini ve diplomatik ilişkiyi yüzlerine) at. Gerçekten
    Allah, ihanet edenleri , sevmez». (Enfal: 58).

    Fakat vahiy şu durumu
    da belartiyordu:

    «Eğer onlar bartşa
    eğitim gösterirlerse, sen de ona eğitltm. gös­ter ve Allah’a tevekkül et. Çünkü
    O, işitendir, bilendir». (btfaİ: 61).

    Bu yüzden Peygamber
    (s.a.v.) barışçı yollardan hal­ledilebilecek sorunlar karşısında geri dönülmez
    faaliyetle­re girişmek istemiyordu. Bunun bir göstergesi olarak Be-rtir’den
    hemen sonra, yahudilerin Medine’nin güneyinde­ki pazar yerlerine gitti.
    Bedir’deki mucize üzerinde düşün­meleri onları imana getirebilirdi. Bu yüzden
    Peyg”anıber ts.a.v.) onları, Kureyş’in üzerine inen Allah’ın azabını ken­di
    üzerlerine çekmemeleri için uyardı. Onlar ise şu cevabı verdiler: «Ey Muhammed,
    bu seferki başarın seni aldat­masın. Karşılaştığın kişiler savaş konusunda
    bilgisizdi, bu nedenle sen onların en iyilerini öldürebildin. Fakat, Tan­rıya
    andolsun, seninle biz savaşsak, o zaman asıl korkula­cak olanların biz
    olduğumuzu anlayacaksın». Peygamber Cs.a.v.) geri döndü ve onlardan ayrıldı. Onlar,
    bu seferlik zafer kazandıklarını zannettiler.

    Birkaç gün sonra aynı
    pazar yerinde, gerginliği doruk noktasına ulaştıran bir olay meydana geldi: Mal
    almak ve­ya satmak için çarşıya gelen bir müslüman kadına, bir yahudi kuyumcu
    fena halde hakaret etmişti. O sırada ora­da bulunan Ensardan biri hemen kadını
    savunmaya baş­ladı ve kavga sırasında hakaret eden adam öldürüldü. Bu­nun
    üzerine yahudiler hemen üzerine saldırıp müslümanı öldürdüler. Müslümanın
    ailesi öçlerinin alınmasını istedi ve tüm Ensan kendi tarafında topladı. Ikı
    taraftatı da kan dökülmüştü. Eğer yahudiler, Peygamber (s.a.v.) ‘in an­laşmaya
    uygun hareket etmesini isteselerdi, mesele kolay­ca halledilebilirdi. Fakat
    yahudiler, müslümanlara bir ders vermenin zamanı geldiğini düşünüyorlardı. Bu amaçla
    da­ha önceden müttefikleri olan Hazreç’li îbn Ubey ve Uba-de îbn Samit’e haber
    gönderdiler. Güçlerini toplayıp mûs-lümanlara saldırmayı plânlıyorlardı.
    Müslümanların dir’deki ordusunun iki katından fazla, yediyüz kişilik bir ordu
    kurabilecek güçleri vardı. Yanısıra, îbn Ubey ve Uba-de’nin adamlarına da
    güvenebilirlerdi. Artık Peygamber (s.a.vJ’e daha önceki tehditlerinin boş
    sözler olmadığını göstereceklerdi.

    Fakat gerçekte, bu
    tehditler onların kendi yenilgileri­ne sebep oldu. Birkaç saat içinde kendi
    ordularından da­ha büyük bir ordu tarafından tüm çevrelerinin sarılmış olduğunu
    görünce, çok şaşırdılar. Onlardan koşulsuz ola­rak teslim olmaları isteniyordu.

    Îbn Ubey, Ubade’ye
    danışmaya gitti; fakat Ubade Pey­gamber (s.a.v.)’le yapılan anlaşmadan önceki
    ittifak anlaş­malarının geçersiz olduğunu ve Kaynuka ile ilgili hiçbir
    sorumluluk kabul etmediğini söyledi. îbn Ubey’e gelince, onun tabiatı,
    yıllardan beri bu denli güçlü müttefiklerle olan bağlarını bir anda kesmeye
    müsait değildi. Fakat onun, yahudiler gibi, hemşehrilerinin Peygamber Cs.a.v.’e
    ne denli bağlı olduğunu görmemesi imkânsızdı. Peygam­ber (s.a.v.)’e bağlanan bu
    adamların kendisiyle daha ön­ceden varolan anlaşmalarını alteden başka bir
    anlaşmayla ona bağlandıklarını çoğu kez sınamıştı. îki yıl önce olsa,
    askerlerini toplayıp kolayca kuşatmayı kaldırabilirdi. Fa­kat şimdi Peygamber
    (s.a.v.)’in karşısında hiçbir şey ya­pamayacağını hissediyordu. Bu nedenle Beni
    Kaynuka ku­şatma altında ümitle bekliyor, fakat yardım gelmeksizin günler
    geçtikçe ümitleri hayal kırıklığına dönüşüyordu. İki haftalık karşı koymanın
    sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular.

    îbn Ubey kuşatmanın
    olduğu yere gelip, Peygamber (s.a.v.)’e yaklaştı ve: «Ey Muhammed,
    müttefiklerine iyi davran» dedi. Peygamber  
     onu reddetti. îbn   Ubey isteğini tekrarlayınca, yüzücü ondan
    çevirdi. Bunun üze­rine îbn Ubey Peygamber (s.a.v.)’in arkasından, zırhını
    boyun kısmından tutup çekti. Peygamber (s.a.v.)’İn yüzü hiddetten karardı ve:
    «Beni bırak» dedi. îbn Ubey: «Tan­rıya andolsun, onlara iyi davranmaya söz
    verinceye ka­dar yakanı bırakmayacağım. DÖrtyüz zırhsız ve üçyüz zırhlı adam
    onlar beni bütün siyah ve kırmızı adamlara

    kargı korudular.
    Onları bir anda kesip öldürecek misin?» dftdi «Sana onların hayatlarını
    bağışlıyorum» dedi, Pey­gamber [1]Fakat
    yeni gelen vahy, kendisiyle yapılan aafegmayı bozanlarla ilgili şöyle diyordu:

    «Savaşta ontart
    yakalarsan, öyle darmadağın et kt, onlarla ar-kotamdan gelecek olanlar (ı
    yıldır). Umulur ki ibret alırlar». (En* fat: 57).

    Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v.), Beni Kaynuka’lı-lann bütün değerli mallarını bırakıp sürgün
    edilmelerine karar verdi. Onları vadiden çıkarmakla da Ubade İbn Sa-mlt’i
    görevlendirdi. Kaynuka’lılar ilk önce kuzey-batıda, vadi el-Kura’daki yahudi
    akrabalarının yanına sığındılar, daha sonra onların yardımıyla Suriye sınırında
    bir yerle­şim merkezi kurdular.

    Yahudiler Medine’de
    metal işçiliği ve ticaretiyle uğ­raşıyorlardı. Bu nedenle, Peygamber (s.a.v.)
    ganimetlerin beşte birini kendisi ve devletin giderleri için aldıktan son­ra
    geriye kalan ganimetler, Ensar ve Muhacirlerin zengin savaş aletlerine sahip
    olmasını sağladı.

     



    [1] Siyan ve kırmızı, her ırktan İntan, yani tüm insanlar
    anla-mm» getir.

  • Yenilenlerin Geri Dönüşü Hz. Muhammedin Hayatı

     

    44.  
    Yenilenlerin Geri Dönüşü

     

    Kureyş Onlusu Mekke’ye
    küçük gruplar halinde dön­müştü. Mekke’ye ük varanlar arasında geride kardeşi
    Nev-fel’i esir bırakan Haşimî Ebu Süfyan vardı. Ebu Süfyan’ın yeni dine karşı
    gösterdiği düşmanlık onun kuzeni, aynı za­manda sütkardeşi olan Muhammed
    (s.a.v.) ve yeni din hflTrkın<if| hicveden şiirler yazmaya itmişti. Fakat
    Bedir deneyimi onu oldukça sarsmıştı. Mekke’ye döndüğünde ilk düşüncesi
    Kâ’be’yi ziyaret etmek oldu. O sırada amcası Ebu Leheb, Zemzem cadın denilen
    çadırın altında oturu­yordu. Yeğenini gören Ebu Leheb, neler olduğunu anlat­ması
    için onu yanma çağırdı. «Anlatılacak birşey yok-» de­di Ebu Süfyan. «Düşmanla
    karşılaştık, sonra arkamızı dö­nüp kaçtık. Onlar bizi kovaladılar ve
    istedikleri kadar esir aldılar. Arkadaşlarımdan hiçbirini suçlamıyorum. Çünkü
    biz sadece düşmanla karşı karşıya değildik. Gökle yer ara­sında, ayaklan yere
    değmeyen atlar üzerinde beyaz giysili adamlar da vardı».

    Ümmül-Fadl, çadırın
    bir köşesinde oturuyordu, yanın­da Abbas’ın kölelerinden biri olan Ebu Raf i1
    (r.) oturu­yor ve ok yapıyordu. Ümmü’1-Fadl fr.) gibi o da müslü-mandi; ikisi
    de birkaç kişi hariç, müslüman olduklarım herkesten gizliyorlardı. Fakat Ebu
    Rafi’ Peygamber (s.a.v.)’-in zafer haberini duyunca sevinçten kendini tutamadı
    ve «Gökle yer arasında beyaz giymiş adamlar» sözünü du­yunca heyecanla bağırdı:
    «Onlar meleklerdi». Ebu Leheb bunu duyar duymaz sinirle ayağa kalktı ve Ebu
    Rafi’nin yüzrüna bir darbe indirdi. Köle karşı koymaya çalıştı, fa­kat çok
    güçsüz ve zayıftı. Ebu Leheb onu yere düşürdü ve arka arkaya vurmaya başladı.
    Bunun üzerine Ümmü’1-Fadl yerden, çadıra destek olarak kullanılan tahta bir
    kazık al­dı ve tüm gücüyle Ebu Leheb’in kafasına indirdi. Kayını­nın kafa
    derisi yarılmış, etler dışarı çıkmış ve hiçbir za­man iyileşmeyecek olan bir
    yara açılmıştı. Ümmü’1-Fadl (r.) «Sahibi burada olmadığı ve onu koruyamadığı
    için ona böyle mi davranıyorsun?» diye bağırdı. Ebu Leheb’in kafa­sındaki yara
    mikrop kaptı ve birkaç hafta içinde tüm vü­cudu iltihaplı kabartılarla doldu.
    Sonunda bu hastalıktan öldü.

    Savaşla ilgili diğer
    haberler ulaştığında ve ölenlerin yakınları feryada başladığında Meclis’te bir
    karar alındı: ölenleri  yakınları
    kendilerini tutmalıydı. Onlara şöyle dendi: «Muhammed ve arkadaşları sizin
    böyle yaptığınızı duyarlarsa, daha da sevinirler». Esirlerin ailelerine ise, Me­dine’ye
    fidye teklifiyle gitme işini şimdilik ertelemeleri tav­siye edildi, önemli
    birçok adamın savaşta Ölmesiyle, Umey-ye’den Ebu Süfyan birçok kişinin gözünde
    Kureyş’in lideri olarak görünmeye başladı. Bu nedenle diğerlerine örnek olmak
    için biri öldürülen, diğeri de esir alınan iki oğlu Hanzala ile Amr hakkında
    şöyle konuştu: «Hem zengin­lik hem de kanundan iki taraflı kaybım için üzülecek
    mi­yim? Hanzala’yı öldürdüler, Amr için fidye mi vermeli­yim? Bırakın onlarla
    birlikte kalsın. Onu istedikleri kadar yanlarında tutsunlar».

    Ebu Süfyan’m kızgın
    karısı Hind ne Hanzala’n ne de Amr’m annesi değildi. Fakat savaşın başında
    babası Utbe, amcası Şeybe ve kardeşi Velid’i kaybetmişti. Mate­me son verdiği
    halde, Kureyş’in öcünü alacağı ikinci bir savaşla -öç alınması gerektiğini
    düşünüyordu- babasını ve amcasını öldüren Hamza’nuı (r.) ciğerini yemeğe and
    İçti.

    Ebu Süfyan’ın Mekke’ye
    sağ salim getirmeyi başardı­ğı zengin kervandan elde edilen tüm kârın,
    Medine’nin kar­şı koyamayacağı, güçlü bir ordu kurulması için harcanmasına
    karar verildi. Bu kez -yani ikinci kez savaştıkların­da- kadınları da,
    erkeklere moral vermek için yanlarına almaya karar verdiler. Aynı amaçla tüm
    Arınış tan’daki müttefiklerine, savaşta kendilerinin yanında yer almaları için,
    bu ortak düşmanın zararlarını anlatan elçûer gönder­diler

    “Yas tutmama
    konusunda Meclis’in aldığı karara tüm Kureyş’in saygı duymasına rağmen fidye
    konusunda alı­nan karara pek fazla uyulmadı. Hemen hemen her kabi­leden adamlar
    Medine’ye gidip, kendi akrabalarını veya müttefiklerini kurtarmak için fidye konusunu
    görüşmek üzere yola çıktılar. Ebu Süfyan sözünde durdu; fakat bir sonraki Hac
    mevsiminde, Medine’den gelen Evs’li yaşlı bir hacıyı rehin aldı vc Medine’ye,
    oğlu Amr’ı serbest bırak­madıkça adamı bırakmayacağı haberini gönderdi. Hacının
    ailesi bu değiş tokuşun gerçekleşmesi için Peygamber (s.a.v.)’i ikna ettiler.

     

  • Esirler Hz. Muhammedin Hayatı

     

    45.   Esirler

     

    Esirler, Medine’ye
    koruyuculanyla beraber, Peygam-ber’den birgün sonra ulaştılar. Şevde ziyaret
    için Afra’mn evine gittiğinde, kuzeni ve eski kocasının kardeşi, aynı za­manda
    kabilesinin lideri olan Süheyl’i elleri boynuna bağ­lı bir şekilde evin bir kör
    asinde oturur bulunca çok şaşır­dı. Bu görüntü onda, unutulmuş ve yerine
    yenileri geç­miş olan eski duyguları tekrar uyandırdı. «Eby Yezid,» di­ye
    bağırdı, «ne de çabuk teslim olmuşsun, şerefinle Öl­men gerekmez miydi?»
    Peygamber: «Şevde!» diye yüksek sesle bağırdı. Şevde onun varlığını
    farketmemişti. Pey­gamber (s.a.v.Vin sesindeki ton, onu utançla, İslam öncesi
    geçmişinden bugününe geri getirdi. Hâlâ Süheyl’in İslam’a girme ihtimali vardı.
    Allah’ın kanunlarına uygun yönetimin güçlendiği bir ortamda bulunmaları da onda
    ve diğer esirlerde belirli izler bırakacaktı. Fakat Peygamber (s.a.v.),
    müslümanlara kafalarını pagan (putperest) fikir­lerle değil, Islâmî
    düşüncelerle donatmalarını emrediyor­du. Tekrar, pişman olan Sevde’ye dönerek:
    «Onu Allah’a ve Rasulüne karşı mı kışkırtıyorsun?» dedi.

    Ebu Süfyan gibi,
    Süheyl’in Önemi de diğer liderlerin ölümüyle artmıştı. Onun etkisiyle birçok
    kararsız İslam’a girebilirdi, fakat Süheyl Medine’de çok kısa bir süre kal­dı.
    Çünkü Beni Amir hemen fidye üzerinde görüşmek üze­re bir adam göndermişti.
    Süheyl hemen Mekke’ye dönmus, gelen adam ise fidye üzerinde anlaşmak için
    Medine’ae kalmıştı.

    Her esir üç veya daha
    fazla Müslüman tarafından pay­laşılıyordu. Abbas’a sahip olan bir grup Ensar
    Peygamber (s.a.v.)’e geldiler ve: «Ey Allah’ın Rasulü, izin ver de
    kız-kardeşîmizin fidyesini biz Ödeyelim ve serbest bırakalım-‘ «Kızkardeş»
    derken, esirin büyükannesi Selma’yı kasdedı-yorlardı. Peygamber onlara: «Siz
    bir dirhem bile verme­yeceksiniz» dedi. Daha sonra amcasına döndü ve: «Ey Ah
    bas, kendinin ve iki yeğenin Akil ile Nevfel’in ve müttefi­kin Utbe’nin
    fidyelerini sen öde. Çünkü sen zengin bir adamsın», dedi. Abbas buna karşı
    çıktı ve: «Ben zaten müslüman olmuştum, fakat bu adamlar beni zorla getir­diler»
    dedi. Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi ‘Se­nin îslâmı kabul edip
    etmediğini ancak Allah bilir. Eğer söylediğin doğru ise, O, senin mükâfatını
    verecektir. Fa­kat dış görünüşte sen bize karşı olanlardaydın. O halde bize
    fidyeni Öde». Abbas, parası olmadığını söyleyince Pey­gamber (s.a.v.) ona şöyle
    dedi: «O zaman Ümmü’l-Fadİ’a bıraktığın para nereye gitti? İkiniz yalnızken
    ona: «Eğer öldürülürsem şu kadarını Abdullah’a, şu kadarını Fadl a, Kisam’a ve
    Ubeydullah’a ver! demiştin». İşte Peygamber (s.a.v.) bunu söyleyince iman
    gerçekten Abbas’m kalbine girdi. «Seni Hakla gönderene yemin olsun ki, bunu
    benden ve Ümmü’l-Fadl’dan başkası bilmiyordu. îşte şimdi senin Allah’ın Rasulü
    olduğunu anladım»[1] dedi ve kendisiyle
    birlikte iki yeğeni ve müttefikinin fidyesini ödemeyi ka­bul etti.

    Peygamber (s.a.v.)’in
    yanındaki esirlerden biri de da­madı Ebu’l-As idi. Ebu’1-As’m kardeşi Amr’ı,
    Zeyneb, fid­ye ödeyip Ebu’1-As’ı kurtarması için Medine’ye göndermiş­ti. Gönderdiği
    paraların yanında annesinin kendisine ev­lendiği gün hediye ettiği akik bir
    kolye de vardı. Peygam­ber (s.a.v.) kolyeyi görür-görmez, onun Hatice’nin
    kolyesi olduğunu farkederek sarardı. Çok duygulanan Peygamber (ö.a.v.), esirde
    hissesi olanlara şöyle dedi: «Eğer isterseniz, esiri fidyesini almadan karısına
    gönderin, bu size kalmış

    bir şey». Hepsi de
    bunu kabul ettiler ve Ebu’l-As Mekke’ye hem paralan hem de kolyeyi alarak
    döndü. Onun, Medi­ne’de iken müslüman olması ümit ediliyordu, fakat olma­dı. Mekke’ye
    dönerken Peygamber (s.a.v.) ona Zeyneb’i Medine’ye göndermesi gerektiğini
    söyledi. Ebu’l-As da bu­na üzülerek söz verdi. Vahiy, müslüman bir kadının, müş­rik
    bir erkekle evli kalamayacağını açıkça söylüyordu.

    Şimdi hayatta olmayan,
    Manzum kabilesinin Şefi Ve-lid’in en küçük oğlu olan Velid de Abdullah îbn
    Cahş’ın da hissesi vardı. Abdullah, 4000 dirhem fidyeden daha azı­na razı
    olmuyor ve Velid’in üvey kardeşi Halid de bu ka­dar fazla para ödemek
    istemiyordu. Fakat Velid’in Öz kar­deşi Hişam ona: «Tabi ödemek istemezsin, o
    senin anne­nin oğlu değil» deyince ödemeyi kabul etti. Bununla bir­likte
    Peygamber (s.a.v.) bu değiş tokuşa razı olmadı ve Abdullah’a, onlardan
    babalarının meşhur silahlarını ve zır­hını istemelerini söyledi. Halid bir kez
    daha karşı çıktı, fa­kat Hişam ondan baskın çıktı. Silahlan ve parayı Medine’­ye
    getirdiklerinde kardeşleriyle birlikte Mekke’ye doğru yo-ia çıktılar. Fakat ilk
    konaklardan birinde Velid onlardan kaçarak Medine’ye dündü, Peygamber
    (s.a.v.)’e gidip müslüman olduğunu açıkladı ve biat etti. Kardeşleri onu takip
    ettiler. Olanlan farkedince çok sinirlenen Halid: «Ne­den bunu, fidyeyi
    ödemeden ve babamızın hazineleri eli­mizden çıkmadan önce yapmadın? Eğer
    istediğin bu idiy­se, neden o zaman Muhammed (s.a.v.)’e tabi olmadın?» Velid,
    Kureyşülerin kendisi hakkında: «Fidyeyi ödememek için müslüman oldu» demelerini
    istemediğini söyledi. Da­ha sonra bazı mallannı almak üzere kardeşleriyle
    birlik­te Mekke’ye gitti. Onların kendisine bir şey yapacaklarını ümit
    etmiyordu. Fakat Mekke’ye varır varmaz onu da Ay­yaş ve Seleme’nin yanına
    hapsettiler. Ebu Cehil’in üvey kardeşleri olan bu iki adamı, Ebu Cehil’in oğlu
    İkrime, ba­bası öldüğü halde hapiste tutmaya devam ediyordu. Pey­gamber
    (s.a.v.) sık sık bu üç kişi ve Mekke’de zorla tutu­lan Hişam ve Sehm’in oradan
    kurtulmaları için dua eder­di.

    Mut’im’in oğlu Cübeyr,
    kuzenini ve müttefiklerinden ikisini kurtarmak için Medine’ye geldi. Peygamber
    (s.a.v.) onu çok iyi karşıladı; ona eğer Mut’im hayatta olsa ve esirleri, fidye
    ödeyip kurtarmak üzere gelseydi, onları fid­ye friranH»” Mut’im’e teslim
    edeceğini söyledi. Cübeyr, Me­dine’de gördüğü herşeyden etkilenmişti; bir akşam
    güneş batarken Mescid’in dışında durmuş ve namaz kılarken müslûmanlan
    dinlemişti. Peygamber (s.a.v.) Cennetten, Cehennemden ve Hesap gününden
    bahseden «et-Tur» sure­sini okuyordu. Sure şu sözlerle bitiyordu:

    «Arttk sen, Rabbinin
    hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, bizim, gözlerimizin önündesin. Ve her
    kalkışında da Rabbİnİ hamd \\t teşbih et Gecenin bîr bölümünde ve ytldtzlann
    batışının ardın­da da O’nu teşbih et». (Tûr; 48-9).

    Cübeyr: -işte bunları
    duyduğum zaman iman kalbim­de yer etti»[2] dedi.
    Fakat o daha fazla dinleyip etkilenmek­ten kendini alıkoydu. Çünkü çok sevdiği
    amcasının. Be-dir’de öldüğü aklından çıkmıyordu. Mut’im’in kardeşi Tu’-ayme de
    Hamza’nın öldürdüğü adamlardan biriydi ve Cü­beyr amcasınuı öcünü almaya
    kendini zorunlu hissediyor­du. Bu amacından dönmekten korktuğu için, fidyeler
    ko­nusunda anlaşmaya varır varmaz Mekke’ye döndü.

    Fidye vermek için gelenlerin
    çoğu en azından Peygam­ber (s.a.v.)’e karşı saygılıydılar. Fakat savaştan sonra
    öl­dürülen Umeyye’nin kardeşi ve yine o zaman öldürülen Utbe’nin yakın arkadaşı
    Cuınah kabilesinden Übey bun­lara» dişındaydı. Fidyesini ödediği oğlunu alıp
    geri döner­ken : «Ey Muhammed, Avd adında bir atı hergün her çeşit tahıl ile
    besliyorum. Onun üstünde iken, seni öldürece­ğim» dedi Peygamber (s.a.v.) şu
    cevabı verdi: «Hayır, in­şaattan ben seni öldüreceğim»[3]

    O sırada Mekke’de
    Übeyy’in iki yeğeni Safyan ve Umeyr büyük bir acı içinde Bedir’de kaybettikleri
    değerli ve bü­yük liderlerden bahsediyorlardı. Safvan, Umeyye’nin oğ­luydu ve
    babası öldüğü için Cumah’ın lideri olacağı bek­leniyordu. Kuzeni Umeyr,
    Bedir’de müslüman ordu hak­kında bilgi toplamak ve güçlerini tahmin etmek için
    göz­cü olarak giden adamdı. Safvan: «Tanrıya andolsun, on­lar gidince dünyada
    hiçbir iyilik kalmadı» dedi. Umeyr de bunu tasdikledi, fakat o Safvan’dan daha
    samimiydi. Umeyr’in oğlu da Medine’deki esirler arasındaydı. Fakat O fidye
    ödeyemeyecek kadar borçluydu. Zaten hayatından bezmişti, bu nedenle hayatını
    genel bir yarar uğruna fe­da etmeye karar verdi. «Eğer ödeyemediğim borçlarım
    ve bakmak zorunda olduğum bir ailem olmasaydı, gider Mu-hammed (s.a.v.)’i
    öldürürdüm.» dedi. Safvan: «Borcun be­nim üzerime olsun, senin ailen demek
    benim ailem de­mektir. Onlara ölünceye dek bakmaya söz veriyorum. Be­nim olan
    herşeyi istemelerine gerek kalmadan onlara ve­ririm». Bunun üzerine Umeyr
    kararını uygulamak istedi­ğini söyledi ve amaçlan gerçekleşinceye kadar bu
    konuş­tuklarını gizli tutacaklarına birbirlerine söz verdiler. Umeyr, kılıcını
    keskinleştirdi, keskin tarafına zehir sürdü ve oğlunu kurtarma amacıyla
    gittiğini söyleyerek Medine -ye doğru yola çıktı

    Aşağı Medine’ye
    vardığında, Peygamber (s.a.v.) Mes-cid’de oturuyordu. Umeyrl kılıcını kuşanmış
    bir şekilde gören Ömer (r.), onun içeri girmesine engel oldu. Fakat Peygamber
    (s.a.v.) ona Cumah’h adamın yaklaşmasına izin vermesini Söyledi. Bunun üzerine
    Ömer (r.), yanında bulunan Ensardan birkaç kişiye şöyle dedi:  «Onu Allah’-m Rasulüne götürün, siz de beraber
    oturun ve, gözünüzü bu adamdan ayırmayın, çünkü pek güvenilir bir adam de­ğil».
    Umeyr onlara iyi günler diledi -Cahiliye devrinde yay­gın olan bir selamlama
    şekli- Peygamber (s,a,v.) ona şöy­le dedi: «Allah bize bundan daha güzel bir
    selamlama şek­li öğretti, ey Umeyr. O selam’dır, Cennet ehlinin birbirini
    selamlama şeklidir»*. Daha sonra ona niçin geldiğini sordu.

    Umeyr oğlunu kurtarmak
    için geldiğini söyleyince Peygam­ber fs.a.v.) : «Peki bu kılıç ne oluycr?»
    dedi. Umeyr: -Al­lah kılıçların belasını versin» dedi, «Onların bize hiç fay­dası
    dokundu mu?» Peygamber «Gelişinin asıl sebebi ne?» diye tekrar sordu. Umeyr
    yine sebep olarak oğlunu öne sü­rünce, Peygamber (s.a.v.) onun Safvan’la
    Hicr’de konuş­tuklarını kelimesi kelimesine tekrarladı. En son olarak «Safvan
    senin borçlarını ve aileni üzerine aldı ki sen be­ni öldürebilesin. Fakat
    seninle onun arasına Allah girdi» dedi. Bunları duyan Umeyr: «Bunu sana kim
    söyledi?» di­ye bağırdı, «Bizim yanımızda bir üçüncü kişi yoktu». Pey­gamber
    Cs.a.v.) «Bana bunları Cebrail haber verdi» dedi. Umeyr: «Sen bize Gökten
    haberler getirdiğinde biz sana yalancı dedik. Fakat bana İslam’ı hidayet eden
    Allah’a hamdolsun. Ben. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Mu-hamed (s.a.v.)’in
    Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet ediyo­rum» dedi. Peygamber (s.a.v.} orada
    bulunanlara dönerek şöyle dedi: «Kardeşinize dinini öğretin ve ona Kur’an oku­yun;
    esir oğlunu da serbest bırakın.»[4]

    Umeyr (r.),
    diğerlerini de, özellikle Safvan’ı İslam’a da­vet etmek için Mekke’ye dönmek
    istiyordu. Peygamber (s.a.v.) ona gitme izni verdi ve onun sayesinde birçok ki­şi
    müslüman oldu. Fakat Safvan onun bir hain olduğunu düşünüyor ve bu yüzden
    onunla hiç konuşmuyordu. Bir­kaç ay sonra Umeyr, muhacir olarak Medine’ye
    döndü.

    Ebul-As, Mekke’ye
    döndüğünde karısı Zeyneb’e, onu Medine’ye göndereceğine dair babasına söz
    verdiğini söy­ledi. Küçük kızları Ümame’nin de annesiyle birlikte git­mesine
    karar verdiler. Oğullan Ali daha bebekken ölmüş­tü. Zeyneb de üçüncü bir çocuk
    bekliyordu. Tüm hazır­lıklar yapıldığında Ebu’l-As kardeşi Kinane’yi muhafız
    ola­rak karısının yanma gönderdi. Plânlarını gizli yapmışlardı. Fakat buna
    rağmen gündüz yola çıktılar. Bu da Mekke’de birçok lâfa neden oldu, sonunda
    Kureyş’ten bir grup on­ları takip etmeye ve Zeyneb’i evlilikle bağlı olduğu
    Abdu’ş-Şems kabilesine geri getirmeye karar verdiler. Fihr Kabilesinden. Habbar
    adındaki bir adam ilerledi ve mız­rağını sallayarak, tahtında Ümame ile
    birlikte oturan Zey-neb’in önüne geçti. O sırada diğerleri de yaklaşıp onları
    çevrelediler. Kinane atından indi ve yayını çekip ok sada­ğını yere indirdi.
    «Hele biriniz gelin, hemen okumla öl­dürürüm» dedi. Yayını gerince adamlar,
    geri çekildiler. Kı­sa bir sessizlikten sonra Abdu’ş-Şems’in lideri Ebu Süfyan
    ve bineklerinden inen birkaç kişi ona yaklaştılar. Ona si­lahlarını bırakıp,
    meseleyi sakince konuşmayı teklif etti­ler. Kinane razı oldu. Ebu Süfyan ona
    şövle dedi: «Başı­mıza gelen felâketi ve Muhammed (s.a.v.)’in bize yaptığı
    kötülükleri bildiğin halde kadını, insanların gözü önünde götürmen büyük bir
    hataydı. Bu bizim aşağılandığımızı gösterir bir işaret, adamlar bizim
    hakkımızda beceriksiz diye konuşacaklar. Hayatım üzerine yemin ederim ki, onu
    babasnıdan ayrı tutmak istemiyoruz, bunun bize bir fay­dası da yok. Fakat
    kadını Mekke’ye geri götür. Hakkımız­da konuşanların ağzı susuncaya ve bizim
    gidip onu getir­diğimiz halk arasında yayılıncaya kadar Mekke’de kalsın. Sonra
    onu gizlice al ve babasına götür». Kinane bu öne­riyi kabul fstti ve hep birlikte
    Mekke’ye döndüler. Döndük­ten kısa bir süre sonra Zeyneb, bir düşük yaptı.
    Büyük bir ihtimalle bunun nedeni Habbar’dan korkmasıydı. İyile­şince ve yeteri
    kadar zaman geçince Kinane onları, yani Zeyneb ile Ümame’yi gece karanlığında
    yola çıkardı ve Mekke’ye sekiz mil kadar uzaklıktaki Yecec ovasına kadar onlara
    eşlik etti. Orada, daha önceden plânladıkları gibi Zeyd’le buluştular. Zeyd,
    onları sağ sağlim Medine’ye ge­tirdi

     



    [1] Tab. 1344. 226

     

    [2] B. LII. 25.

    [3] W.   25I.

    [4] I.   S.  IV, 
    147;  I.  I. 472-3. 230

     

  • Bedîr Savaşı Hz. Muhammedin Hayatı

    43.   Bedîr
    Savaşı

     

    Peygamber (s.a,v.)
    orduyu düzene soktu ve elinde bir okla her askerin önünde durup hem onlara
    moral verdi, hem de sanan düzene soktu. Çok geride kalan Ensar’dan birine,
    elindeki okla göğsüne hafifçe vurarak: «Sıraya gir, Sevad» dedi. Sevad: «Ey
    Allah’ın Basulü, canımı yaktın. Allah seni hak ve adaletle gönderdi, o halde
    karşılığını ver» dedi. Peygamber (s.a.v.) kendi göğsünü açarak elin­deki oku
    uzattı ve «Al!» dedi, Sevad ise eğildi ve tam Pey­gamber (s.a.v.)’i vurduğu
    yerden öptü. «Niye böyle yap­tın?» diye sordu Peygamber (s.a,v.)’e. Sevad şu
    cevabı ver­di: «Ey Allah’ın Rasulü, gördüğün gibi düşmanla karşı karşıyayız;
    seninle geçirebileceğim son dakikalar olabile­cek şu anda, sana dokunmak,
    İstedim». Peygamber (s.a.v.) onun için dua etti.

    Kureyş ilerlemeye
    başlamıştı. Fakat dalga dalga yayıl­mış olan kum tepecikleri arasında
    olduklarından daha az görünüyorlardı. Buna rağmen Peygamber (s.a.v.) onların
    gerçek sayısını ve iki ordu arasındaki dengesizliği biliyor­du. Ebu Bekir’le
    birlikte gölgeliğine döndü ve Allah’a, va-dettigi yardımı göndermesi için dua
    etti.

    Hafifçe uyukladı ve
    uyandığında: «Neşelen ey Ebu Be­kir: Allah’ın yardımı geldi. İşte Cebrail,
    elinde bir atla geliyor, savaş için hazırlanmış» dedi.[1]

    Arap tarihinde birçok
    savaş, iki ordu karşı karşıya geldikten sonra tam çatışmaya başlanacağı anda
    son bulmuştu. Fakat Peygamber (s.a.v.) bu kez savaşın olacağın­dan emindi, işte
    bu karşılarında]» ordu ona vadedüen iki gruptan biri idi. Akrabalar da savaşın
    kaçınılmaz olduğu­nu anlamış gibi, iki ordunun da ölülerini yemek için kaya­lıklara
    tünemişlerdi. Kureyşin hareketlerinden saldırıya ha­zırlandıkları
    anlaşılıyordu. Çok yaklaşmışlar ve müslüman-ların yaptığı sarnıcın yakınına
    konaklamışlardı. İlk hare­ketlerinin sarnıcı ele geçirmek olacağı
    anlaşılıyordu.

    Mahdum kabilesinden
    Esved diğerlerinin Önüne geçti ve su içmek üzere ilerledi. Onun karşısına Hamza
    (r.) çıktı; ilk kılıç darbesiyle bacağını dizinin ortasından yaraladı, ikinci
    darbeyle de öldürdü. Onun arkasından, hâlâ Ebu Ce-hili’n olaylarına maruz kalan
    Utbe, safların önüne fırladı ve teke tek karşılaşmayı teklif etti. Ailenin
    şerefini yük­seltmek için kardeşi Şeybe ve oğlu Velid onun iki tarafın­da yer
    aldılar. Bu meydan okumayı ilk kabul eden, En-sar’dan Peygamber (s.a.v.)’e ilk
    biat eden altı kişiden biri olan Hazreç’li Neccar kabilesinden Avf (r.) oldu.
    Avf ile bir­likte kardeşi Muavviz de ileri çıktı. Medine’de Kesva, Hic­retin
    son konağını onların mahallesinde yapmıştı. Mey­dan okumaya karşı çıkan üçüncü
    kişi ise, îbn Ubey’i Pey­gamber (s.a.v.)’e nazik davranması için uyaran
    Abdullah îbn Revana Cr.) idi.

    «Kimsiniz?» diye sordu
    Kureyşliler. Adamlar cevap ve­rince Utbe: «Siz soylusunuz ve bizim
    dengimizsiniz. Fa­kat bizim sizinle işimiz yok. Bizim meydan, oku/uşumuz sadece
    kendi kabilemizden olanlara» dedi. Daha sonra Ku-reyş’in habercisi şöyle
    bağırdı: «Ey Muhammed, bizim kar­şımıza kendi kabilemizden uygun adamlar
    çıkar». Peygam­ber (s.a.v.) böyle bir şeye niyetlenmemişti, fakat Ensarm
    aceleciliği bu duruma sebep olmuştu. Bu nedenle Peygam­ber (s.a.v.) en fazla
    kendi ailesinin bu savaşa sebep oldu­ğunu düşünerek ailesinden üç kişiyi
    çağırdı. Meydan oku­yanlardan ikisi orta yaşlı, biri gençti. Peygamber (s.a.v )
    «Kalk ey Ubeyde! Kalk ey Ali! Kalk ey Hamza!» dedi. Ubey-de ordudaki en yaşlı
    ve en deneyimli adamdı; o da Abdu’l-Muttalib’in torunu oluyordu. Ubeyde, Utbe
    İle, Hamza Şeybe ile, Ali de Velid ile karşılaştı. Çarpışmalar uzun sür­medi:
    kısa bir sûre sonra Şeybe ve Velid yerde ölmüş bir hal­de yatıyorlardı. Hamza
    ve Ali (r.) ise yaralanmamışlardı bi­le. Fakat Ubeyde tam Utbe’yi yere
    düşürmüşken bacağına bir kılıç darbesi yedi. Bu üçlü bir mücadeleydi; üçe karşı
    üç. Bu nedenle Hamza ve Ali kılıçlarını Utbe’ye çevirdiler ve Hamza’nın kılıç
    darbesiyle Utbe öldü. Daha sonra ya­ralı kuzenlerni geriye taşıdılar. Ubeyde
    fr.) çok kan kaybet­mişti, kopan bacağının yarasından hâlâ kan fışkırıyordu.
    Fakat onun sadece bir tek düşüncesi vardı: «Ben bir şehit değil miyim, ey
    Allah’ın Rasulü?» dedi. Peygamber (s.a.v.) ona yaklaştı ve: «Elbette şehitsin»
    cevabını verdi.

    îki düşman arasındaki
    durgunluk Kureyş’in attığı bu okla bozuldu. Ok Ömer’in azatlılarından birine
    isabet etti, adam ağır yaralı bir şekilde yere yuvarlandı. İkinci ok da,
    sarnıcın başında su içmekte olan Hazreç’li genç Hârise’-nin boynuna saplandı.
    Peygamber s.a.v.) adamlarına mo­ral vererek şöyle dedi r «Muhammed Cs.a.v.) ‘in
    nefsini kud­ret elinde tutana yemin olsun ki, bugün mükâfat umarak çarpışan ve
    öldürülen, geriye üunmeyip hep ilerleyen kim varsa, Allah onları Cennete
    koyarak mükâfatlandıracak».[2]. Onun
    söylediklerini duyanlar, uzakta olup da duyamayan-lara ulaştırdılar. Hazreç
    kabilesinin Selime kolundan olan Umeyr (r.î elindeki bir avuç dolusu hurmayı
    yiyordu. «Al­lah! Allah!» diye bağırdı, «Benimle cennet arasında şu adamların
    beni öldürmesinden başka bir şey kalmadı mı’». Hemen elindeki hurmaları fırlattı
    ve emre hazır bir şe­kilde elini kılıcının üstüne koydu.

    Avf (r.), Peygamber
    Cs.a.v.)’in yanında ayakta duru­yordu ve kendisi ilk kabul eden olduğu halde
    düelloda ken­disinin kabul edilmemesi onu hayal kırıklığına uğratmış­tı: «Ey
    Allah’ın Rasülü, Allah’ın kuluyla alay ettirmesi­nin sebebi neydi?» Peygamber
    hemen şu cevabı verdi: «Sen zırhsız bir şekilde düşmanların ortasına
    dalacaksın». Bunun üzerine Avf, hemen giydiği zırhı üzerinden çıkar­dı. O
    sırada Peygamber  (s.a.v.)   yerden bir avuç çakıltaşı aldı, Kureyş’e
    doğru «O yüzler harap olsun!» diyerek fır­lattı. Bunun onlara felaket
    getireceğinin farkındaydı. Da­ha sonra saldırı emri verdi. Onlara söylediği savaş
    çağrı­sı. Ya Mansur Emit!»[3]
    sözleri ağızdan ağıza dolaşıyordu. Zırhsız olan Avf ve Umeyr ilk çarpışanlar
    arasındaydılar ve öldürülene kadar mücadele ettiler. Müslümanlardan ölenlerin
    sayısı, onların ölümü, Ubeyde ve Itureyş okla-rıyla ölen iki kişi ile beraber
    toplam beşi buluyordu. Müslümanlardan o gün dokuz kişi daha ölecekti. Bu dokuz
    ki­şinin arasında Peygamber (s.a.v.)’in çok genç olduğu için geri göndermek
    istediği Sa’d’ın kardeşi Umeyr (r.) de var­dı.

    «Onları siz
    öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü». (Enfal: 17).

    Bu sözler, hemen
    savaştan sonra indirilen âyetin bir bölümüydü. Fırlatılan çakıl taşlan ilahi
    yardımın tek ör­neği değildi. Kureyş’in karşı koyma gücünün en çetin ol­duğu
    bir anda mü’minlerden birinin kılıcı kırıldı. Cahş ailesinin akrabalarından,
    Ukkaşe adındaki bu adamın ilk düşüncesi gidip Peygamber (s.a.v.)’den başka bir
    silah is­temek oldu. Peygamber (s.a.v.) ağaçtan bir sopayı ona uza­tarak
    «Ukkaşe, bununla dövüş» dedi. Ukkaşe sopayı aldı, düşmana karşı salladığında
    sopa uzun, keskin bir kılıç ha­line geldi Ukkaşe, Bedir’de ve diğer savaşlarda
    bu kılıçla savaştı. Kılıca ilahî yardım anlamına gelen «el-Avn* adını verdiler.

    Mü’mİnler,
    savaşırlarken yalnız değildiler. Çünkü Al­lah. Peygamber (s.a.v.) ‘e yardım
    vadetmişti: «Şüphesiz ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediciyim»
    (En­fal: e).

    Allah, meleklere de şu
    mesajı vermişti:

    «Rabirin meleklere
    vahyetmişti ki: «Şüphesiz ben sizinleyim, iman edenlere sağlamlık (güç ve
    metanet) katın, küfre sapanların kalblerme amansız bir korku salacağım, öyleyse
    (ey müslümaritar), vurun boyunlarının üstüne, vurun onların bütün parmaklarına».
    (Enfaî: 12).

    Meleklerin inananlara
    yardımcı, kafirlere ise korku ve­rici olarak varolduğunu oradaki herkes
    hissediyordu. Fa­kat çok azı onları görüp, algılayabildi. Komşu Arap kabi­lelerinden
    iki adam, savaştan sonraki ganimetlerden çal­mayı ümit ederek bir tepede
    savaşın bitmesini bekliyorlar­dı. Üstlerinden bir bulut geçti, at
    kişnemeleriyle dolu bir bulut Adamlardan biri o anda düşüp Öldü. Yanındaki,adam
    daha sonra şöyle dedi: «Korkudan kalbi çatlamıştı».

    Sonunda Kureyşliler
    kaçmaya başladılar. Ebu Cehil kaçmaya çalışırken Avf in kardeşi Muaz onu yere
    düşür­dü. Ebu Cehil’in oğlu İkrime de Muaz’a hücum etti ve onu omuzundan
    yaraladı. Muaz sağlam koluyla savaşa devam etti, diğer kolu yanında sadece
    derisiyle bedenine bağlı bir şekilde sallanıyordu. Çok acımaya başlayınca Muaz
    eğildi, kesik elini ayağının altına koyarak kendini yukan doğru çekti, yaralı
    kolu koptu. Muaz düşmanını takibe devam etti. Ebu Cehil hâlâ yaşıyordu. Fakat
    Avf’m diğer kardeşi Muavviz onu yerde yatarken farketti ve kılıcıyla öldürdü.
    Daha sonra o da Avf ^ibi ilerledi ve öldürülene dek sa­vaştı.

    Kureyş’lilerin çoğu
    kaçmıştı. Elli kadar Kureyş’li ya sa­vaş sırasında ya da kaçarken yakalanıp
    öldürülmüş veya ağır yaralanmışta. Peygamber (s.a.v.) arkadaşlarına şöyle
    seslendi: «HaşimoğuUarmın ve diğerlerinin bizimle dövüş­mek istemeden zorla
    buraya getirildiklerini biliyorum» Ve eğer yakalanmışlarda, öldürülmemeleri
    gereken bir kaç isim saydı. Fakat ordunun çoğu zaten, esirlerini öldürmek
    yerine fidye almayı tercih etmişti.

    Müslümanlardan sayıca
    fazla olduğu için Kureyşİüe-rin geri dönüp tekrar savaşma ihtimalleri vardı. Bu
    yüzden Peygamber (s.a,v.)’i Ebu Bekir (r.)’le birlikte gölgeliğine çekilmeğe
    razı ettiler, Ensardan bazıları da gözcülüğe baş­ladılar. Sa’d tbn Muaz
    gölgeliğin önünde kılıcı havada bekliyordu. Arkadaşlarının esirlerle birlikte
    kendisine doğru ‘ geldiklerini görünce, yüzünde bunu tasdik etmez bir ifa- ı de
    belirdi. Bu ifadeyi farkeden Peygamber (s.a.v.) : «Ey Sa’d, onlann yaptıklarına
    galiba nefretle bakıyorsun» de­di. Sa’d bunun doğru olduğunu söyledi ve şunları
    ekledi: «Bu, Allah’ın putperestlere gösterdiği ilk yenilgi, bu adam­ları diri
    görmektense öldürülmelerini tercih ederdim». Ömer (r.) de Sa’d (r.) ile aynı
    fikirdeydi. Fakat Ebu Be­kir, esirlerin er geç müslüman olabilme ihtimalleri
    olduğu için, serbest bırakılması taraftarıydı. Peygamber (s.a.v.) de onun
    görüşüne katılıyordu. Günün geç saatlerinde Ömer, gölgeliğe girdiğinde
    Peygamber (s.a.v.) ve Ebu Bekir’i yeni gelen vahyin etkisiyle titrer bir
    durumda buldu. Gelen vahiy şöyleydi:

    «Hiçbir peygambere,
    yeryüzünde (küfredenlere karşı) kesin bîr zafer kazantncaya kadar esir alması
    yakışmaz. Siz dünyanın geçici yaratım istiyorsunuz. Oysa Allah (size) ahireti
    istemektedir. Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir». (Enfal: 67}

    Daha sonra gelen
    vahiy, esirlerin Öldürülmemesi fik­rinin Allah tarafından desteklendiğini
    belirtiyordu. Peygamber (s.a.v.)’e esirlerle ilgili bir mesaj da vardı:

    «Ey Peygamber,
    ellerinizdeki esirlere de ki: «Eğer Allah, sızın kalblerimzde bir hayır bilirse
    (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allak
    bağışlayandır, esirgeyendir», (hnfal: 70).

    Bununla birlikte
    yaşamasına izin verilemeyecek bir adam vardı: Ebu Cehil. Genelde herkes onun
    öldürüldüğü kanaatindeydi, Peygamber (s.a.v.) cesedinin arpnması için emirler
    verdi. Abdullah tbn Mes’ud (r.), İslâm’a diğer Mek-ke’lilerin hepsinden daha
    fazla nefret gösteren bu adamın cesedini bulmak için bir kez daha savaş alanına
    gitti, Ebu Cehil, önünde ayakta duran düşmanını farkedebilecek kadar yaşadı.
    Abdullah, Kâ’be’nin önünde ille defa sesli ola­rak Kur’an okuyan adamdı. Ebu
    Cehil, onu koruyan kim­sesi olmadığı, annesi köle Zühre’nin bir müttefiki olan
    bir köle olduğu için Kâ’be’nin önünde kılıçla yüzünden yara­lamıştı. Abdullah
    ayağını Ebu Cehil’in boynuna koydu Ebu Cphil: «Küçük çoban, yeteri kadar
    yükseldin demek» de­di. Daha sonra, savaşı hangi tarafın kazandığını sordu. Ab­dullah
    : «Allah ve Rasulü kazandı» dedi. Sonra başını ke­sip Peygamber (s.a.v.)’e götürdü.

    Ebu Cehil, savaş
    bittikten sonra öldürülen tek Kureyş-li lider değildi. Abdurrahman îbn Avf,
    ganimet olarak al­dığı zırhı taşırken, bineğini kaybettiği için kaçamayan şiş­man
    Umeyye’ye rastladı. Yanında elinden tuttuğu oğlu Ali de vardı. Umeyye bir
    zamanlar arkedaşı olan bu ada­ma : *Beni esir olarak al, çünkü ben birden fazla
    zırha de­ğerim» dedi. Abdurrahman bu teklifi kabul etti ve elindeki zırhı
    bırakarak onu ve oğlunu elinden tutup götürmeye başladı. Fakat o, esirlerini
    kampa doğru götürürken Bilâl Cr.) eski sahibi ve ona işkence eden adamı
    farketti. «Umeyye! Küfrün başı! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?» diye bağır­dı.
    Abdurrahman onların kendi esirleri olduğunu hatır­lattı. Fakat Bilâl yine
    bağırmaya devam etti: «O yaşadık­ça ben nasıl yaşarım!» Sinirlenen Abdurrahman:
    «Beni duymuyor musun ey kara kadının oğlu?» diye, bağırdı. Bu­nun üzerine
    Bilâl, müezzin olmasını sağlayan gür sesinin tüm gücüyle bağırdı: «Ey Allah’ın
    yardımcıları, küfrün ba­şı Umeyye! O yaşadıkça ben nasıl yaşarım?». Her taraftan
    adamlar koşuştu ve Abdurrahman’la iki esirinin çevresi­ni kuşattılar. Daha
    sonra bir kılıç çekildi ve Ali yere düş­tü, fakat ölmedi. Abdurrahman
    Umeyye’nin elini bıraktı ve «Kendin kaçabilirsen kaç, çünkü ben senin İçin
    hiçbir şey yapamam» dedi. Etrafını saran adamlar hemen iki esi­ri de
    öldürdüler. Abdurrahman sonraki yıllarda şöyle der­di: «Allah Bilâl’e merhamet
    etsin! Zırhlarımı kaybettim, Bilâl de beni iki esirimden etti.»[4]

    Peygamber (s.a.v.),
    savaşta Öldürülen, tüm müşriklerin cesetlerinin bir kuyuya toplanmasını
    emretti. Utbe’nin ce­sedi taşınıp kuyuya atılırken oğlu Ebu Huzeyfe (r.)’nin yü­zü
    sarardı ve üzüntüyle doldu. Peygamber (s.a.v.î bunu hissetti ve ona teselli
    dolu bir bakışla baktı. Ebu Huzeyfe şöyle dedi: «Ey Allah’ın Rasulü, babamla
    ilgili emrine ve oraya atılmasına karsı çakmıyorum. Fakat onu akıllı, hik­met
    sahibi ve düşünceli bir adam bilirdim. Bu niteilkle-rin onu İslam’a getirmesini
    ümit ediyordum. Fakat onun küfürde inatlaştığını ve o halde öldüğünü görünce
    üzül­düm». Sonrö Peygamber (s.a.v.) Ebu Huzeyfe (r.) için ha­yır dualar etti.

    Kamptaki barış ve
    sessizlik sinirli bir takım seslerle bozuldu. Geride Peygamber (s.a.v.)’i
    korumak için kalan­lar da ganimetten pay istiyorlardı. Düşmanı kovalayıp esir
    alanlar ve ganimetleri kendi ellerinde toplayanlar ise bun­ları vermek
    istemiyorlardı. Peygamber fs.a.v.)’in bu karı­şıklığı düzeltip eşit bir dağıtım
    yapmasına fırsat kalma­dan bu konuda bir vahy geldi:

    «Sana savaş
    ganimetlerini sorarlar. De ki: Ganimetler Allah’ta ve Rasulündür». (Enfaî: 1).

    Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.v,) ganimetlerin ve esir­lerin artık özel mülkiyette olmadığını
    söyledi ve hepsinin yanına getirilmesini istedi. Hiç karşı çıkılmaksızm düzen
    hemen sağlandı.

    En Önemli esirlerden
    biri, Şevde’nin kuzeni ve ilk ko­casının kardeşi olan, Amir kabilesinin şefi
    Süheyl idi. Pey­gamber fs.a.v.)’e daha yakın bağlarla bağlı olan esirler
    arasında amcası Abbas, damadı, yani kızı Zeyneb’in kocası Ebu’l-As, ve
    kuzenleri Nevfel ile Akil de vardı. Peygamber (s.a.v.) esirlere iyi davranılmasıyla
    ilgili genel bir emir vermişti. Fakat esirlerin bağlanması da gerekliydi, bu
    yüz­den esirlerin bağlanmasına izin verdi. Fakat Peygamber (s.a.v.) o gece,
    amcasının böyle bir konumda olduğunu dü­şünerek uy uyamadı. Ve bağlarının
    gevşetilmesi için emir verdi. Diğer esirler, akrabalarından daha az ilgi
    gördüler. Mus’ab (r.), Ensardan biri tarafından esir alınan kardeşi Ebu Aziz’e
    rastladı. Mus’ab esir alana: «Onu sıkı tut, çün­kü annesi çok zengindir, sana
    yüklü bir miktar fidye ve­rebilir» dedi. Ebu Aziz: «Ey kardeşim, beni
    başkalarına mı emanet ediyorsun?» deyince Mus’ab: «Şimdi senin ye­rine benim
    kardeşim O.» cevabını verdi. Bununla birlikte Ebu Aziz daha sonraki yıllarda,
    kendisini 4.000 dirhem fid­ye karşılığında serbest bırakıp Medine’ye götüren Ensar­dan
    gördüğü iyi muameleyi anlatırdı.

    Hâlâ sayıca çok fazla
    olan sekiz yüz kişilik Mekke or­dusunun, geri dönüp saldırmayacak kadar
    uzaklaştığı ke-sinleşince, Peygamber (s.a.v.3, Abdullah îbn Revana (r.)’yı
    zafer haberini vermek üzere Yukarı Medine’ye, Zeyd’i de Aşağı Medine’ye
    gönderdi. Kendisi ise orduyla birlikte Be-dir’de kaldı. O gece, kafirlerin
    cesedlerinin atıldığı kuyu­nun başında durdu ve -. «Ey kuyudakiler, ey
    Peygamber’in akrabaları, ona çok kötü bir akrabalık gösterdiniz. Beni başkaları
    kabul ederken, siz bana yalancı dediniz. Başka­ları zafer kazanmamda bana
    yardım ederken siz bana kar­şı savaş açtınız. Siz, Rabbtnizin size verdiği
    sözün hak ol­duğunu gördünüz mü? Ben, «Rabbimin bana verdiği sö­zün
    gerçekleştiğini-ve hak olduğunu gördüm,» dedi. As-habdan bazıları onun ölülerle
    konuştuğunu duydular ve endişe ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: «Siz benim
    söz­lerimi onlardan daha iyi duyamazsınız. Onların simden tek farkı bana cevap
    vermemeleri,» dedi[5]

    Ertesi sabah erkenden
    ordu ve esirlerle birlikte yola çıkıldı. Esirlerin en değerlileri, yani
    aileleri 4000 dirhem fidye ödeyebilecek olanlardan âtisi Abdu’d-Dar’dan Nadr
    ile Abdu’ş-Şems’ten Ukbe[6] idi.
    Fakat bu iki adam îslam’ın en azılı düşmanlarıydı ve eğer serbest
    bırakılırlarsa he­men eski kötü faaliyetlerine başlayacaklardı. Çünkü bu
    ahmakları, Bedir’de sayıca az olan müslümanlann zafer

    kazanması bile
    düşünceye sevketmezdi. Peygamber Cs.a.v )’-in gözü sürekli onların üstündeydi;
    fakat iki adamın da kalbinde bir değişiklik görünmüyordu. Yolculuk sırasında,
    onların yaşamasının Allah’ın isteğine aykırı olduğu düşün­cesi Peygamber’de
    belirdi. Konakladıkları bir yerde, Nadr’-m öldürülmesini emretti. Onun başını
    Hz. Ali kesti. Bir di­ğer konak yerinde de Ukbe, Evs’li bir adamın elinden ay­nı
    akıbete uğradı. Peygamber (s a.v.) Medine’ye yayan üç gün uzaktaki bir konak
    yerinde geri kalan esir ve gani­metleri paylaştırdı. Savaşta rol alan her adama
    eşit bir pay verdi.

    O zamana kadar Zeyd ve
    Abdullah îbn Revana (r.) Me­dine’ye varmıştı ve yahudilerlo münafıklar hariç
    herkes bayram sevinci yaşıyordu. Fakat Zeyd getirdiği iyi haber­lerin yamsıra,
    kötü haberler de alnrtşti: Rukiyye olmuştu, Osman ve Üsame onu gömmüşler ve
    henüz yeni donuyor­lardı. Zeyd, Afra’ya iki oğlunun da -Avf ve Muavviz- öl­dürüldüğü
    haberini verince, şehrin o bölgesindeki üzüntü daha da fazlalaştı. Şevde, iki
    evdeki matemi de teselli et mek için kendi eviyle ‘Afra’nın evi arasında mekik
    doku­yordu. Afra için üzüntünün yanında sevinç de vardı çün­kü oğulları
    kahramanca çarpışmışlar ve şereflice ölmüş­lerdi. Zeyd, Rubayyi’ye de sarnıçta
    su içerken boynundan okla vurulan oğlu Harise, tbn Surâka’nm da ölüm haberi­ni
    vermek zorundaydı. Birkaç gün sonra Peygamber (s a.v } Medine’ye gelir-gelmez,
    Rubayyi hemen ona gitti ve oğlu­nu sordu. Çünkü oğlu savaş başlamadan, îslam
    için bir ok bile atmaya fırsat bulamadan öldürülmüştü. «Ey Allah’­ın Rasulü,»
    dedi Rubayyi, «Bana Harıse’nin Cennet’te ol­duğunu söylemeyecek misin? Eğer
    cennette olduğunu söy­lersen bu kaybı sabırla karşılayayım, eğer cennette değil­se
    ağlayarak ona yas tutayım». Peygamber (s.a.v.) bu tür sorulara her zaman genel
    cevaplar verir O çoğu kez «Ameller niyetlere göredir»[7]
    deyip, amacım yerine getir­mese bile bir mü’minin, Allah için niyet ederse
    mükâfatını alacağını belirtmiştir. Fakat bu kez kadına özel bir ce­vap verdi:
    «Ey Harise’nin annesi, cennette birçok bahçe­ler vardır. Senin oğlun ise
    onların en yükseğinde, Firdevs1-tedir.»[8].

     



    [1] B. LXIV, 10. I. I. 444

    [2] I. I, 445.

     

    [3] Bu terim Arapça’da anlamlıdır, fakat Türkçe’ye
    çevrildiğin­de anlamını yitiriyor. Yaklaşık olarak: «Ey Allah’ın zafer verdikleri,
    öldürün!» anlamına gelir.

     

    [4] 11.1. 448-9.

    [5] I. I. 454

    [6] Bak. böl.

     

    [7] B. i. ı. 220

    [8] B. LVI. 11