Ay: Ocak 2014

  • Hadisin (Sünnetin) Dindeki Yeri ve Önemi: Hadis Usulü Online Oku


    Hadisin (Sünnetin) Dindeki Yeri ve Önemi:

     

    Hadisin, daha yaygın ifadesiyle sünnet’in
    dindeki yerini doğru olarak kavrayabilmek için –özetle de olsa- peygamberlik
    makamından söz etmek gereklidir.

    Nübüvvet makamına layık görülen peygamberler
    birer insandır. Ancak onlara vahy gelmektedir. Vahy, peygamberler ile diğer
    insanlar arasındaki ayırıcı özelliktir. Bir ayette bu gerçek, “De ki: Ben de
    sizin gibi ancak bir insanım. (Şu kadar ki) bana vahyolunuyor.”
    (Kehf:
    18/110) şeklinde ifade buyurulmuştur. Yani tüm çeşitleriyle vahy, peygamberlere
    ait bir özelliktir.

    Vahye mazhar bir peygamberin varlığına ihtiyaç
    ise, tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir.

    Peygamberlik makamının kendine has bir çok
    gereği bulunmaktadır. Bunların en belli başlılarından dört tanesini şöyle
    sıralamak mümkündür:


    1)

    Beşeriyet (Peygamberin insan olması)


    2)

    Vehbi isti’dat (Allah vergisi bir yetenek)


    3)

    İsmet ve günahsızlık


    4)

    Gaybi ilim.

    İnsanlara yönelik bir müessese olan
    peygamberliği üstlenecek olanın da bir insan olması gereği ortadadır. Nitekim
    böyle bir durumu yadırgayanlara cevaben Allah teala, peygamberlerine şöyle
    demesini emretmiştir:


    “De ki, eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan
    melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir meleği peygamber olarak
    gönderirdik.”
    (İsra: 17/95)

    Vahye mazhar bir insan olmak, peygamberleri
    diğer insanlarda pek görülmeyen bazı niteliklere sahip kılsa bile, onları asla
    insanlıktan çıkarıp bir başka hüviyete koymayacaktır. Onlar daima bir beşer
    olarak kalacaklardır.

    Peygamberler hasep, neseb, siret ve suretlerinde
    kolayca farkedilebilecek meziyyetlere sahiptirler. “Ben daha önce yıllarca
    aranızda bulundum. Hiç düşünmüyor musunuz?”
    (Yunus: 10/16) ayeti, öncelikle
    peygamberimizin sonra da bütün peygamberlerin temiz bir geçmişe ve dolayısıyla
    ağır ve üstün görevleri için gerekli yetenek ve meziyetlere ta baştan beri sahip
    bulunduklarıını göstermektedir.

    Kur’an-ı Kerim bütünüyle peygamberler hakkında
    geçerli olmak üzere ıstıfa’dan bahsetmektedir. “Allah, meleklerden,
    insanlardan peygamberler seçer.”
    (Hacc: 22/75) Istıfa bir şeyin halis ve
    temizini seçip almak demektir. Ayrıca peygamberlerin, şeytanın iğva ve
    iğfallerinden korunduğu da bildirilmektedir.[1]
    Ancak peygamberler hiçbir zaman melekler gibi günah işlemeye müsaid güç ve
    aletlerden mahrum da değillerdir. Fakat onlar daima hayra yönelmiş ve
    kötülüklerden uzak kalmışlardır. Bile bile günah işlemek onların tabiatına
    aykırıdır.

    Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere zenb kelimesinin
    izafe edilmesi, hatalarından istiğfar ettiklerinin ve tevbelerinin kabul
    edildiğinin bildirilmesi, onların günahkar olduklarını değil, aksine onların
    kulluktaki kemallerini gösterir. Dolayısıyla Allah Teala herhangi bir peygamberi
    hakkında mağfiretten bahsetmişse, bu ondan razı olduğunu müjdelemek içindir.
    Dini literatürde hins, ism ve cürm kelimeleri kasden işlenmiş günahlar için
    kullanılır. Zenb ise, herhangi yanlış bir iş için, kasdi olsun olmasın
    yanlışlıkla, sehven veya yanlış anlama sonucu yapılan hatalar için kullanılır.
    Şuna işaret edelim ki bu tür bir hata ümmet için günah sayılmasa da peygamber
    böylesi bir gafletten ötürü muaheze edilir.

    Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin
    peygamberlik öncesi hayatları hakkında dalalet, gaflet ve cehalet gibi
    değerlendirmeler görülmektedir.[2]
    Bunlardan maksat da günahkarlık, isyankarlık, yoldan sapmışlık değil,
    peygamberlikten sonraki hallerine göre bir değerlendirmedir. Yani nübüvet ve
    risaletin hidayetine karşılık, ondan öncesine dalalet denilmiş olmaktadır. Yoksa
    peygamberlerin sapıklıkla asla ilgileri yoktur.

    Bütün bunlara rağmen şuna da işaret edelim ki,
    “İsmet külfeti kaldırmaz” Yani peygamberin günahtan korunmuş olması (ismet) onu,
    taata zorlamadığı gibi günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ne var ki ismet,
    Allah’ın bir lütuf olup peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülüklerden alıkor.
    Fakat ilahi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irade mevcuttur.[3]
     

    Gaybi ve ğayri maddi ilim vasıtalarının ortak
    adı mükaleme-i ilahiyye’dir. Yani bu ilim, vicdan, his, akıl ve kıyas ile değil,
    doğrudan doğruya ğaybi sesle, rüyay-ı sadıka ve melek aracılığı ile Cenab-ı Hak
    katından öğrenilen bir ilimdir. Bunun şekilleri ayette şöyle belirtilmektedir:


    “Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya
    perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahyeder.
    Doğrusu O Yüce’dir, Hakim’dir.”

    (Şura: 42/51)

    Prensip olarak Allah’tan başka kimse gaybı
    bilemez.[4]
    “O, peygamberden başkasını gaybına muttali kılmaz.” (Cin: 72/26-27)[5]
    Allah Teala Hz. Peygamber’e; geçmiş peygamber ve milletlerin ibret alınacak
    haberleri, gelecekteki olaylar, ümmetinin geçireceği tecrübeler, kıyamet
    alametleri ve manzaraları; kabirlerin içindekilerden haberdar olma, başkalarının
    halini bilme, melekleri, cennet ve cehennemi müşahade gibi gayb alanlarında
    dilediği kadar bilgi vermiştir. “Hz. Peygamber’in gayba ait bilgileri sadece
    Kur’an’da bildirilen hususlardır.” diye bir tahsisin delili yoktur.

    Buraya kadar özetlediğimiz peygamberlik
    makamının gereklerinden de anlaşılacağı gibi peygamberler tam yetenek (külli
    istidat) ve genel bir kavrayış (umumi fehm) sahibidirler. Peygamber olmayanlar
    bundan mahrumdurlar. Peygamberlerin fıtratında mevcut olan bu kuvvet, peygamber
    oldukları zaman fiilen ortaya çıkar. Bu meleke-i nübüvvet’tir. Peygamberler bu
    meleke vasıtasıyla ilahi vahyin tercümanı olurlar.

    İslam bilginleri bu melekeyi anlatabilmek için
    değişik terimler kullanmışlardır. İlka’ fi’r-ru, Nebinin hikmet-i kalbiyyesi,
    tevfik-i ezeli, kuvve-i tebyin, meleke-i nübüvvet, peygamberane ictihad kuvveti,
    ilm-i ledünni… Bütün bunlar hep aynı mana ve maksad için kullanılmıştır.

    Hz. Peygamber’e peygamberliği dolayısıyla
    verilmiş olan melekenin ya da nübüvvet ilminin Kur’an-ı Kerim’de değişik kelime
    ve tabirlerle ifade buyurulduğu da görülmektedir. Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i
    sadr, tefhim, ta’lim ve irae gibi ilahi beyanlar buna işaret etmektedirler.

    Bütün bunlarla anlatılan gerçeğe, vahyin
    altında, beşeri aklın üstünde yer alan nebevi akıl veya meleke-i nübüvvet demek
    mümkündür. Hz. Peygamber işte bu meleke ile vahyin ve hikmetin inceliklerini
    kendi diliyle beyan etmekte ve hayatı ile şekillendirmektedir.

    Anlaşılmaktadır ki Peygamberin üç ilim vasıtası
    vardır:


    1)

    Vahy


    2)

    Meleke-i nübüvvet (veya nebevi Akıl)


    3)

    Beşeri Akıl

    Beşeri aklın en üst seviyesine sahip peygamber,
    vahy ile teması sonucu kendisinde hasıl olan nebevi akıl ya da meleke-i nübüvvet
    sayesinde, bu melekeden mahrum bulunanlardan daha doğru ve isabetli bir anlayış
    ve kavrayışla hakikatları açıklar. Bu sebeple de sünnet dini bir delil ve
    bağlayıcıdır.

    Netice olarak kitap, lafzı ve manasıyla
    vahiydir. Vahy-i metluvv’dür. Lafzı da manası da ilahidir. Sünnet ve hadisler
    ise, vahyin bir tür meal ve mefhumu niteliği ve Peygamber’in nübüvvet
    melekesinin neticesi olarak zımnen vahiydir. Vahy-i ğayr-i metluvv[6]

    Peygamber, risalet ve nübüvvet vecibesi
    haricindeki konularda beşeri aklını kullanır. Bu noktada hata ihtimali
    bulunmaktadır. Çünkü bu tür ictihad, vahy ve meleke-i nübüvvet üzerine müstenid
    değildir. Aksine tecrübeye dayanmaktadır.

    Zaten Peygamberin asıl görevi tebliğ ve
    beyan’dır. Maide: 5/67 ayeti ile Nahl: 16/44. ayetleri bu görevler ve yetkileri
    açıkca beyan etmektedir. Böyle olunca Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri yani
    sünneti, ayetleri tefsir eder, mücmelini açıklar, mutlak olarak bildirilmiş
    olanları belli kayıtlara bağlar, genel anlamlı lafızları özel manalara tahsis
    eder. “Kendisine ne indirildiğini anlatma” yetkisi, bütün bunları kapsar. Zaten
    bizzat Kur’an-ı kerim “Peygamber size ne getirdi ise, onu alın; size neyi
    yasak etti ise, ondan da kaçının.”
    (Haşr: 59/7) emrini vermiş, sünnetin
    dindeki yerini ve hukuki bağlayıcılığını duyurmuştur. Allah ve Rasulü’nün hüküm
    verdiği herhangi bir konuda hiçbir müslüman için seçim (muhayyerlik) yoktur.[7]
    “Kim, Rasulullah’a itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa: 4/80)
    “Peygamberin emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belanın gelmesinden
    sakınmalıdırlar.”
    (Nur: 24/63)

    Hz. Peygamberin sünnetine uymanın gereğini ve
    faydasını belirten hadisler de bulunmaktadır.


    “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabı, yolların en
    doğrusu Muhammed’in yoludur. İşlerin en zararlısı da uydurulanlardır.”[8]


    “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı
    sarıldığınız sürece yolunuzu sapıtmazsınız: Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün
    sünneti.”[9] 
       

    “Alemlere rahmet”, “büyük bir ahlak üzere”,
    “hidayet rehberi”, “son peygamber” ve “en mükemmel hayat modeli” olarak
    gönderilmiş olan Hz. Peygamber’in yaşayışı ve açıklamaları elbette uyulması
    gerekli, vazgeçilmez esaslar olacaktır. Zaten kendisi de vahy ile müeyyed,
    vahyin kontrolü altında ve hatadan korunmuştur.

    Halifeler ve sahabiler karşılaştıkları
    meseleleri önce Kur’an ayetleriyle halletmeye çalışıyorlardı. Orada bir çözüm
    bulamazlarsa sünnetle çözümlemeye çalışıyorlardı. Konuya dair bir bilgi sahibi
    değillerse, diğer sahabilerden sorup öğrenmeğe çalışıyorlardı.

    Sünnet’in, İslam Hukukunun Kur’an’dan sonraki
    ikinci kaynağı olduğu hususunda İslam hukukçuları görüş birliği içindedirler.
    İmam Şafii’nin şu sözleri hemen bütün İslam alimlerinin adına söylenmiş gibidir.

    “Rasulullah’dan geldiği sabit bir hadise
    muhalefet etmek gibi bir meseleden –inşallah- Allah bizi muaheze etmeyecektir.
    Hadise kasdi muhalefet hiçbir kimse için düşünülemez. Ancak insan, bir sünneti
    bilmez ve bilmediği sünnete aykırı düşen bir görüşe sahip olabilir. Bu, sünnete
    muhalefeti kasdettiği anlamına gelmez. Bazan da kişi (müctehid) ğafil davranır
    ve te’vilde hataya düşer.”

    Netice itibariyle sünnet, Allah’ın kitabının Hz.
    Peygamber tarafından yapılmış evrensel yorumudur. Hadisler de bu yorumun yazılı
    belgeleridir. Binaenaleyh sünnetsiz müslüman olmayacağı gibi sünnetsiz
    müslümanlık da olamaz.[10]
    Zira “ahadis-i nebeviyye “İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için”
    ayeti kerimesinin delaletiyle mean-i Kur’aniyye cümlesindendir.[11]

    Rasûlullah (s.a.s), Allah’tan aldığı vahyi
    yalnızca insanlara aktarmakla kalmamış, aynı zamanda onları açıklamış ve kendi
    hayatında da tatbik ederek müşahhas örnekler hâline getirmiştir. Bu nedenle O’na
    “yaşayan Kur’ân” da denilmiştir.

    İslâm bilginleri genellikle, dinî konularla
    ilgili hâdislerin, Allah tarafından Hz. Peygamber’e vahyedilmiş olduklarını
    kabul ederler; delil olarak da, “O (Peygamber), kendiliğinden konuşmaz; O’nun
    sözleri, kendisine gönderilmiş vahiyden başkası değildir.”
    (en-Necm: 53/3-4)
    âyetini ileri sürerler. Ayrıca, “Andolsun ki; Allah, mü’minlere büyük lütufta
    bulundu. Çünkü, daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, kendi
    aralarından, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi.”
    (Âli lmrân:
    3/164) âyetinde sözü edilen “hikmet” kelimesinin, “sünnet” anlamında olduğunu da
    belirtmişlerdir. Nitekim, Hz. Peygamber ve O’nun ashâbından nakledilen bazı
    haberler de, bu gerçeği ortaya koymaktadır. Rasûlullah’tan (s.a.s) şöyle rivayet
    edilmiştir: “Bana kitap (Kur’ân) ve bir de onunla birlikte, onun gibisi
    (sünnet) verildi.”[12]

    Hassan İbn Atiyye, aynı konuda şu açıklamayı yapmıştır: “Cibrîl (a.s.)
    Rasûlullah (s.a.s)’e Kur’ân’ı getirdiği ve öğrettiği gibi, sünneti de öylece
    getirir ve öğretirdi.”[13]

    Yukarıda zikredilen âyet ve haberlerden de
    anlaşılacağı gibi, Kur’ân ve hadîs (daha geniş ifadesiyle sünnet), Allah (c.c.)
    tarafından Rasûlullah (s.a.s.)’a gönderilmiş birer vahiy olmak bakımından
    aynıdırlar. Şu kadar var ki; Kur’ân, hadîsin aksine, anlam ve lâfız yönünden bir
    benzerinin meydana getirilmezliği (i’câz) ve Levh-i Mahfûz’da yazı ile tesbit
    edildiği için, ne Cibrîl (a.s.)’in ve ne de Hz. Peygamber’in, üzerinde hiçbir
    tasarrufları bulunmaması noktasında hadîsten ayrılır. Hadîs ise, lâfız olarak
    vahyedilmediği için, Kur’ân lâfzı gibi mu’ciz olmayıp, ifade ettiği anlama bağlı
    kalmak şartıyla sadece mânâ yönüyle nakledilmesi câizdir.

    Hz. Peygamber’den hadîs olarak nakledilen, fakat
    daha ziyade, O’nun (s.a.s) sade bir insan sıfatıyla, dinî hiçbir özelliği
    bulunmayan, günlük yaşayışıyla ilgili sözlerinin, yukarıda anlatılanların
    dışında kaldığını söylemek gerekir. O’nun (s.a.s.) bir insan sıfatıyla hata
    yapabileceğini açıklaması[14]
    bunu gösterir. Nitekim bazı ictihadlarında hataya düşmesi, bu konularda herhangi
    bir vahyin gelmediğini gösterir. Ancak bu hataların da, bazan vahiy yolu ile
    düzeltildiği unutulmamalıdır.

    Vahye dayalı bir fıkıh kaynağı olarak hadis,
    Kur’ân karşısındaki durumu ve getirdiği hükümler açısından şu şekillerde
    bulunur:


    1.

    Bazı hadisler, Kur’ân’ın getirdiği hükümleri teyid ve tekit eder. Ana-babaya
    itâatsizliği, yalancı şâhitliği, cana kıymayı yasaklayan hadisler böyledir.


    2.

    Bir kısım hadisler, Kur’ân’ın getirdiği hükümleri açıklar, onları tamamlayıcı
    bilgiler verir. Kur’ân’da namaz kılmak, haccetmek, zekât vermek… emredilmiş,
    fakat bunların nasıl olacağı belirtilmemiştir. Bu ibadetlerin nasıl yapılacağını
    hadislerden öğreniyoruz.


    3.

    Bazı hadisler de, Kur’ân’ın hiç temas etmediği konularda, hükümler koyar.
    Hadîsin başlı başına müstakil bir teşri’ (yasama) kaynağı olduğunu gösteren bu
    tür hadislere, ehlî merkeplerle yırtıcı kuşların etinin yenmesini haram kılan,
    diyetlerle ilgili birçok hükmü belirten hadisler… örnek olarak verilebilir.

    Buraya kadar anlatılanlar, hadîsin (sünnet)
    İslâm dinindeki önemli yerini gözler önüne sermektedir. Din açısından,
    Kur’ân’dan hemen sonra gelen bir hüküm kaynağı olarak hadislere gereken önemin
    verilerek Hz. Peygamber’in sünnetine uyulması, başta Allah (c.c.) olmak üzere,
    O’nun Rasülü Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından da çok kesin ifadelerle
    emredilmiştir. Bu konuda Kur’ân’da şu âyetlere yer verilmiştir:


    “Ey Peygamber de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız,
    bana uyunuz ki; Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın.”

    (Âli İmrân: 3/31)


    “Ey Peygamber de ki: Allah’a ve peygamber’e
    itâat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki Allah kâfirleri sevmez.”

    (Âlu İmran: 3/32)


    “Allah’a ve Peygamberlere itâat ediniz, umulur
    ki rahmet olunursunuz
    .” (Âli İmrân:
    3/132)


    “Peygamber size neyi getirmişse onu alın, neyi
    yasaklamışsa ondan sakının.”

    (el-Haşr: 59/7)

    Görüldüğü gibi bu âyetlerde, Rasûlullah
    (s.a.s)’e itâat, Allah’a (c.c.) itâat ile birlikte emredilmiş, hatta Peygamber
    (s.a.s)’e itâatin Allah’a (c.c.) itâat demek olduğu açıkça belirtilmiştir.

    Rasûlullah (s.a.s) da bir hadîsinde: “Şunu
    kesin olarak biliniz ki, bana Kur’ân ve onunla beraber onun bir benzeri (sünnet)
    daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak; ‘Şu Kur’an’a
    sarılın; O’nda neyi helâl görürseniz onu helâl, neyi koram görürseniz onu da
    haram kabul ediniz’ diyecek bazı kimseler gelmesi yakındır. Şüphesiz ki, Allah
    Rasûlünün haram kıldığı şey de Allah’ın haram kıldığı gibidir.”[15]

    buyurarak, sünnetini küçümseyip dinden ayırmak isteyenlere karşı müslümanları
    uyarmış ve dinin sünnetsiz düşünülemeyeceğini vurgulamıştır. Nitekim, Hz.
    Peygamber’in burada geleceğini ikaz ettiği kişi ve gruplar Hicri birinci ve
    ikinci asırlarda ve bir de 19-20. asırlarda müsteşriklerin etkisiyle, Hindistan[16]
    ve Mısır’da[17]
    ortaya çıkmış, fakat bunların hadis ve sünnete hiçbir etkisi olmamıştır.

    [18]



     




    [1]

    Hacc: 22/52.



    [2]

    Bk. Ed-Duha: 93/6-8; eş-Şuara. 26/20; Yusuf: 12/3.



    [3]

    Sabuni, Bidaye: 54.



    [4]

    Bk. Yunus: 10/20.



    [5]

    Bk. Al-i İmran: 3/179; el-Bakara: 2/225.



    [6]

    Bu konuda geniş bilgi için bk. Asr-ı Saadet, Tebliğat ve Talimat 1/50-260.
    İstanbul 1967.



    [7]

    Bk. El-Ahzab: 33/36.



    [8]

    İbn Mace, Mukaddime: 7.



    [9]

    Muvatta, Kader: 3.



    [10]

    Geniş bilgi için bk. Çakan, “Sünnetin Bütünlüğü” Hz. Peygamber ve Aile
    Hayatı: 113-125, İstanbul 1989.



    [11]

    İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Vakfı Yayınları: 37-43.



    [12]

    Ebû Dâvûd, Sünen: 2/505.



    [13]

    İbn Abdilberr, Câmiu’l Beyâni’l-ilm: 2/191.



    [14]

    Müslim, Fedâil: 139-141.



    [15]

    Ebû Davûd Sünnet: 5; İbni Mace, Mukaddime: 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned:
    4/131.



    [16]

    Ehl-i Kur’an Cemiyeti.



    [17]

    Tevfik Sıdkı, Mahmud Ebû Reyye.



    [18]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/287-288.

  • 2) Furu-i Hadis: Hadis Usulü Online Oku


    2) Furu-i Hadis:

     


    Tarifi:

    Hadisi nakletmek, lisan kaidelerine ve şer’i esaslara göre hadisin manalarından
    bahsetmektedir. Bu hususta yazılı Sıhah, Sünne, Mu’cem ve diğer cüzler var ki,
    bunlar da hadislerin nevilerini teşkil ederler.


    Mevzuu:

    Resul-i Ekrem’in zatıdır (Nübüvvet cihetinden)


    Gayesi:

    Hadis rivayetinde hatadan korunarak saadete ulaşmaktır.

    Her iki bölüm içinde başlı başına bir ilim imiş
    gibi özel konulara sahip bölümler de vardır. Mesela:


    1-

    Ravilerin rivayet ettikleri hadislerin makbul olup olmadıklarını anlamak için
    hangi mezhepden olduklarını, dayanaklarını, hadisi nereden ve ne suretle
    aldıklarını, ravilerin tarihleriyle yaşayışlarını bildiren “İlm-i Rical-i
    hadis.”


    2-

    Rivayet edilen hadislerin makbul olup olmadıklarını anlamak için ravilerin
    adaletlerini inceleyen durumlarını açıklayan, hadisleri cerh edilenlerin
    derecelerini ve i’timada şayan olup olmadıklarını incelemenin caiz olduğunu
    bildiren “Cerh u ta’dil ilmi”.


    3-

    Hadis metni, manası, ziyade ve noksaniyle bildirmenin caiz olup olmadığını
    anlatan ilim.


    4-

    Bir ravinin diğer raviden okumak, dinlemek, yazmak veya icazet yollarından
    hangisiyle hadisi aldığını bildiren ilim.


    5-

    Hadisin nasih, mensuh, zaman ve sebebi vürudunu bildiren ilim.


    6-

    Hadisin kuvvet ve zaafını ve ne dereceye kadar kendisiyle amel edilebileceğini
    bildiren ilmi gibi. Bütün bunlar usul-i hadise dahildir. Ayrıca bunlara “Mustalah-ı
    Hadis” de denir.

    [1]



     




    [1]

    Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7-8.

  • Hadis İle İlgili Terimler Hadis Usulü Online Oku


    Hadis İle İlgili Terimler

     


    1- Sahabi:

    (Sonundaki ya nisbiyye’dir. Sahaba şaz olarak Sahb’ın çoğuludur.) Müslüman
    olduğu halde Resul-i Ekrem ile bir miktar buluşan, Resul-i Ekrem’i gören veya
    Resul-i Ekrem’in gördüğü ve mü’min olarak ölen zata denir.


    2- Tabii:

    Resul-i Ekrem’i göremeyip. Ashabından bir kişiyi görebilen müslümana denir.


    3- Muhadrami:

    Resul-i Ekrem devrinde sağ olup da bu devirde veya daha sonra Müslüman olup da
    Resul-i Ekrem’i görmek nasib olmayana zata denir.


    4- Selef ve Halef:

    Hadis ilminde selef, yukarda geçen üç sınıfa; bunlardan sonra gelenlere de halef
    denir.


    5- Muhaddis:

    Hadisin usul ve furuunu ortaya koyan ve bilen zata denir.


    6- Hafız:

    Daha başka tarifleri varsa da, en meşhuru. 100 bin ve daha ziyade hadis
    ezberleyene denir.


    7- Hüccet:

    300 bin hadis ezberleyene denir.


    8- Hakim:

    Metin, sened, cerhu ta’dil ve tarihleriyle bütün hadisleri ezberleyene denir.
    Bu da olsa olsa, Buhari olabilir. Çünkü,
    “Buhari’nin bilmediği hadis, hadis değildir.” sözü, ulema arasında meşhurdur.

    [1]

     



     




    [1]

    Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 8.

  • 1) Usul-i Hadis: Hadis Usulü Online Oku


    1) Usul-i Hadis:

     


    Tarifi:

    Red ve kabule salahiyetli olmaları bakımından ravi ile hadise arız olan halleri
    bildiren bir ilimdir. Yani rivayetin şart, nevi ve hükümlerinden, ravilerin
    halleriyle kendilerinde aranacak şartlardan, rivayet edilen hadislerin nevileri
    ve bunlardan hüküm çıkarma keyfiyetinden, sened ve metne nazaran, sahih, hasen,
    zayıf vesaire gibi, ravilerin vasıflarını sened ve metinlerin hükümlerini
    bildiren bir ilimdir.


    Mevzuu:

    Hadis ve hadisi rivayet edenlerdir.


    Gayesi:

    Makbul hadisi merdudünden ayırıp makbuliyle amel etmektir.

    [1]



     




    [1]

    Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7.

  • Hadis İlmi Hadis Usulü Online Oku


    Hadis İlmi

     

    Usul ve Furu’ olmak üzere ikiye ayrılır. Usul-i
    Hadis’e “Dirayeti Hadis” Furu-i Hadis’e “Rivayet-i Hadis” de denir.[1]



     




    [1]

    Mevzu Hadisler, Aliyyu’Kari, İlim Yayınları: 7.

  • HADÎS, SÜNNET, ESER, HABER, RİVAYET Hadis Usulü Online Oku

    HADÎS, SÜNNET, ESER,
    HABER
    , RİVAYET

     

    HADÎS:

     

    Hz. Peygamber (s.a.s)’in sözleri, fiilleri,
    takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı
    ile ifade edilmiş şekli. Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır.

    Hadis kelimesi, “eski”nin zıddı “yeni” anlamına
    geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir. Bu kelimeden türeyen bazı
    fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder. Hadis kelimesi,
    Kur’ân’da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Sözgelimi, “Demek
    onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk
    edeceksin.”
    (el-Kehf: 18/6) âyetinde “söz” (Kur’ân); “Musa’nın haberi (hadîsu
    Mûsa) sana gelmedi mi?”
    (Tâhâ: 20/9) ayetinde “haber” anlamına gelmektedir.
    “Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)” fiili de “anlat, haber ver,
    tebliğ et” anlamında kullanılmıştır.

    Hadis kelimesi zamanla, Hz. Peygamber’den
    rivâyet edilen haberlerin genel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kelime,
    bizzat Rasûlullah (s.a.s) tarafından da, bu anlamda kullanılmıştır. Buhârî’de
    yeralan bir hadîse göre Ebû Hüreyre, “Yâ Rasûlallah, kıyâmet günü şefâatine nâil
    olacak en mutlu insan kimdir?” diye sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir:
    “Senin “hadîse” karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadis hakkında herkesten
    önce senin soru soracağını tahmin etmiştim. Kıyâmet günü şefâatime nâil olacak
    en mutlu insan, “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsedir.”[1]

    Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her
    türlü haberlere hadis, bunları anlatanlara da huddas denirdi.

    Hatta Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi için
    “Ahsenu’l-hadis: Sözlerin en güzeli”
    (Zümer: 39/23) ifadesini kullanmıştır.
    Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde Kur’an-ı Kerim’i “Sözlerin en güzeli
    Allah’ın kitabıdır.”[2]

    diye tanımlamıştır.

    Ancak dini literatürde hadis önce Hz.
    Peygamber’in sözü, daha sonra da O’nun söz söz, fiil ve takrirleri için
    kullanılmıştır. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiillerine de –mevkuf ve maktu’
    kayıtlarıyla da olsa- hadis denilmektedir.

    Bu manada hadis yerine haber kelimesini
    kullananlar; sahabe ve tabiun’a ait söz ve fiiller için eser terimini tahsis
    edenler de bulunmaktadır.

    Bugün en geniş çerçevesiyle hadis şöyle tarif
    edilmektedir:

    “Hadis, söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla
    ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e (veya sahabe ve tabiun’a) izafe edilen
    her şeydir.”[3]

    Hadîs, Araplar arasında İslamdan önce de
    kullanılan bir kelime olarak söz demektir. Tahdîs masdarından, haber vermek
    manasında bir isimdir.

    Istılah olarak, İslâm âlimleri Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın sözlerini ifâde için kullanmışlardır. Birçok hadîsçiler, hadîs
    deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın, münhasıran sözlerini kastetmiş
    iseler de, fukahâ ve usuliyyûn ile bazı hadîsçiler, zamanla, bu kelimeyi
    sünnet’le aynı manada kullanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a nisbet
    edilen söz, fiil, takrir vs. nevinden her şeye ıtlak etmişlerdir.

    Hâdis kelimesini bâzı âlimler, sonradan vukûa
    gelen “yeni” manasında da görmüşlerdir. Nitekim hâdis kelimesi aynı köktendir ve
    sonradan olan şey demektir. Mahlûkât hâdis’tir. Çünkü Allah tarafından zaman
    içinde yaratılmıştır. Bunun zıddı kadîm’dir. Öyle ise Allah’a ait olan Kur’ân
    kadîm’dir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a ait olan şey ise hadîs’tir.
    Âlimler, bu sebeple, Türkçemizde, Kur’an’ı kastederek ifade edeceğimiz Allah’ın
    sözü manasını Arapça olarak hadîsullah tabiriyle ifâde etmekten kaçınıp
    kelamullah tabirini kullanırlar.

    Hadîs kelimesi lügat manasında olmak üzere
    Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok ayetlerde kullanılır.


    “Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe)
    dalanları gördüğün zaman onlar Kur’ân’dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar
    kendilerinden yüz çevir.”
    (En’âm:
    6/68).

    Kezâ şu âyette de hadîs kelimesi lügat
    manasındadır:


    “Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer
    tekrar eden Kitab’ı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”

    (Zümer: 39/23).

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın da hadîs
    kelimesini, ıstılahî manada mükerrer seferler kullandığını görürüz. Daha önce
    Ebû Hüreyre’nin hayatını anlatılırken, onun hadîs öğrenme aşkını Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın da bilmekte olduğunu belirtmek için, Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)’nin:
    “Ey Allah’ın Resûlü, kıyamet günü, sizin şefaatinizden en ziyâde kim istifâde
    edecek?” sorusuna cevabı sırasında şöyle dediğini belirtmiştik:

    Buhârî’nin Sahîh’inde de yer alan bu rivayette
    hadîs kelimesi iki sefer kullanılmakta, bilhassa ikincisi tamamen ıstılahî mana
    taşımaktadır, meali şöyle:


    “Ey Ebû Hüreyre, bu haber (hadîs) hususunda
    senden önce bir başkasının soru sormayacağını tahmîn etmiştim, zira senin
    hadîs’e olan hırsını biliyordum.”

    Şurası muhakkak ki, Ümmet, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın sözlerine hadîs deme âdetini Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’dan sâdır olan bu ve benzeri kullanmalardan almış ve
    ıstılahlaştırmıştır.[4]



     




    [1]

    Buhârî, İlim: 33; İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi:
    2/287.



    [2]

    Buhari, Edeb: 70; İ’tisam: 2; Müslim, Cum’a: 43.



    [3]

    İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Vakfı Yayınları: 25.



    [4]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/491-492.

  • 9. Nâsih ve Mensûh İlmi: Hadis Usulü Online Oku


    9. Nâsih ve Mensûh İlmi:

     

    Biri diğerinin hükmünü ortadan kaldıran
    hadisleri konu edinen bir ilimdir. Bu sahanın en önemli kaynağı Hâzimî’nin “el-İ’tibâr”
    adlı eseridir.

    [1]



     




    [1]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289.

  • 8. Muhtelifu’l-Hadîs İlmi: Hadis Usulü Online Oku


    8. Muhtelifu’l-Hadîs İlmi:

     

    Bu ilim, gerçekte olmadığı halde dış görünüşü
    bakımından aralarında çelişki var gibi görünen hadisleri ele alır ve görünürdeki
    bu çelişkiyi giderir. Bu sahada İbn Kuteybe’nin yazdığı “Te’vilu Muhtelifi’l-Hadis”
    adlı eseri, hadis Müdafaası adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir.

    [1]



     




    [1]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289.

  • 7. İlelü’l-Hadîs İlmi (İlmu İlelü’l-Hadis): Hadis Usulü Online Oku


    7. İlelü’l-Hadîs İlmi (İlmu İlelü’l-Hadis):

     

    Herkesin farkedemediği, ancak hadis uzmanlarının
    tesbit edebildiği ve hadisin sıhhatine engel olan gizli kusurları araştıran bir
    ilimdir.[1]

    Dış görünüşü sahih olan bazı hadislerde herkesin
    anlayamayacağı gizli kusurlar bulunur. Bu kusurlara illet denir. İllet
    kelimesinin çoğulu ilel gelir. İlelü’l-Hadis hadislerin illetleri demektir.
    Hadislerin herkesin farkedemeyeceği gizli kusurlarını inceleyen İlme ise İlelü’l-Hadis
    İlmi denir.

    Hadislerin illeti dışarıdan farkedilemiyecek
    şekilde gizli olduğu için İlelü’l-Hadis konusu hadis ilimlerinin en karışık ve
    en zor olanı sayılmıştır. Buna rağmen İslam alimleri Hadis İlminin her kolunda
    olduğu gibi bu önemli bölümünde de kıymetli eserler vermişlerdir. Birkaç
    tanesini kaydediyoruz.


    a)

    Kitabu’l-İlel ve Ma’rifetü’r-Rical, Ahmed b. Hanbel


    b)

    Kitabu’l-İlel, et-Tirmizi.


    c)

    Kitabu’l-İleli’l-Hadis, İbn Ebi Hatim er-Razi.


    d)

    El-İlelü’l-Varide fi Ahadisi’n-Nebeviyye, ed-Darekutni (306-385 h./918-995m.)[2] 
     



     




    [1]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289.



    [2]

    Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis
    Usulü, 12. sınıf: 85-86.

  • 6. Garîbu’l-Hadis İlmi: Hadis Usulü Online Oku


    6. Garîbu’l-Hadis İlmi:

     

    Hadis metinlerinde geçen, az kullanıldığı veya
    Arapça’ya sonradan girdiği için anlaşılması zor olan kelimelerin açıklanması bu
    ilmin konusunu teşkil eder.[1]

    Hadis lafızlarında anlaşılmayan sözleri
    açıklayan ilme denir.Müşkilu’l-Hadis İlmi de denir. Hadislerin iyice
    anlaşılabilmesi için bu ilme kesin ihtiyaç vardır; çünkü bir hadisten hüküm
    çıkarma ancak onun iyice anlaşılabilmesi ile mümkündür. Hadis iyice anlaşılmazsa
    çıkarılan hüküm yanlış olur.

    Hz. Peygamber herkesin anlayabileceği fasih ve
    açık bir Arapça ile konuştuğu için hadislerde kapalılık ve anlaşılmayan bir
    taraf yoktur. Bu yüzden sahabe için onun sözlerini anlamamak diye bir şey
    sözkonusu olmamıştır. Bununla birlikte, sahabilerin çoğu Hz. Peygamber’in
    sözlerinde anlayamadıkları yerler olursa sorup öğrenmişlerdir.

    Hz. Peygamber’in ölümünden sonra yabancı
    milletlerden İslam’a girenlerin sayısı artınca Arap dilinin kendi ifade
    özellikleri içinde söylenmiş hadislerin herkesçe anlaşılmama durumu baş
    göstermiştir. Gerçekten de yeni müslüman olmuş milletlerin hadisleri Araplar
    kadar anlamasına imkan yoktur. Ayrıca hadislerin iyice anlaşılabilmesi belli bir
    İslami kültürü gerektirir. Yeni müslüman olmuş bir yabancıdan böyle bir kültür
    beklenemez. İşte hadislerin herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilmesi için
    onun yüksek ifadelerini, anlaşılmayan yerlerini izah etmek Garibu’l-Hadis
    İlminin doğuş sebebidir.

    Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmayan
    lafızlarını izah etmeyi konu olarak alan Garibu’l-Kur’an adlı bir ilim daha
    vardır. Garibu’l-Kur’an konusunda yazılan bazı eserlerin hadislerin garib
    lafızlarının izahını da içine aldığı görülür. Bu durum İslam Dini’nin iki ana
    kaynağına ait bilgilerin bir süre beraber olduklarını gösterir.
    Kitabu’l-Garibeyn isimli eserler bu şekilde Kur’an-ı Kerim ve hadislerin garib
    lafızlarını izah eden kaynaklardır. Yalnız hadisin garib lafızlarına ayrılmış
    önemli eserler ise şunlardır:


    a)

    Garîbu’l-Hadis, Ebû Ubeyd el-Kaasım b. Sellam (157-224h./773-838m.)


    b)

    Garîbu’l-Hadis, İbn Kuteybe


    c)

    el-Fâik fi Ğaribi’l-hadis, Zemahşerî.

    [2]


    d)

    en-Nihâye fi Ğaribi’l-hadis, İbnü’l-Esîri’l-Cezeri (544-606h./1149-1209m)

    [3]


     



     




    [1]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289.



    [2]

    Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis
    Usulü, 12. sınıf: 84-85.



    [3]

    İsmail lütfü Çakan, Akif Köten, Şamil İslam Ansiklopedisi: 2/289.