ARAPÇADA HAL ARAPÇADA DURUM ZARFI
HÂL
Hâl; fiil işlenirken, fâilin, mef’ûlün veya her ikisinin durumunu gösteren mansûb ve nekre isimdir. Tekil ve illet harfi bulunmayan bir kelime olduğu takdirde hâl, üstün tenvinli olarak gelir.
Türkçe’deki durum zarfı karşılığıdır. Fiile sorulan “Nasıl” sorusuna cevap teşkil eder. Fiil yapılırken onu işleyenin durumu açıklanan hâl Türkçe’ye (…rek, ..rak) ekleriyle veya (…dığı halde), (..ken, …mış olduğu halde) kelimeleriyle tercüme edilir. Durumları açıklanan fâil ya da mef’ûlün bih’e de sâhibu’l-hâl veya zü’l-hâl denir. Sâhibu’l-hâl genellikle marife olur. Özel isimlerin ise harfi tarif almasa da marife olduğu açıktır:
جاَءَ خاَلِدٌ راَكِباً. |
Hâlit binerek (binmiş olarak) geldi. | |
جاَءَتْ عاَئِشَةُ راَكِبَةً. |
Aişe binerek (binmiş olarak) geldi. |
Burada راَكِباً ve راَكِبَةً kelimeleri fâil olan Hâlit ve Aişe’nin durumunu açıklamaktadır.
لَقِيَ خَالِدٌ مَحْموُداً راَكِبَيْنِ. |
Hâlit Mahmut’la ikisi de (ata) binmiş olarak karşılaştı. |
Burada راَكِبَيْنِ kelimesi hem fâil olan Hâlid’in hem de mef’ûl olan Mahmud’un durumunu açıklamaktadır ve tesniyenin mansûb hâli (olan yâ-nûn) ile gelmiştir.
رَكِبْتُ الْفَرَسَ مُسْرَجاً. |
Ata eğerlenmiş olarak bindim. |
إِشْتَرَيْتُ الْكِتاَبَ مُجَلَّداً. |
Kitabı ciltli olarak satın aldım. |
Burada مُسْرَجاً ve مُجَلَّداً kelimeleri mef’ûl olan atın binilirken ve kitabın satın aldığı zaman ki durumlarını açıklamaktadır.
Görüldüğü gibi isimlerin, sıfatların ve özellikle ism-i fâillerin mansûb haldeki yapıları, fiilin yapılma tarzını veya fiil işlendiği andaki durumlarını gösteren zarf olarak kullanılır.
*Hâl, sahibul hale müfred, tesniye, cem ve müzekkerlik, müenneslik bakımından uyar.
ماَتَ تاَئِباً لِرَبِّهِ. |
O Rabb’ine tevbe ederek öldü. |
ماَتاَ تاَئِبَيْنِ لِرَبِّهِماَ. |
O ikisi Rabb’lerine tevbe ederek öldü. |
ماَتُوا تاَئِبِينَ لِرَبِّهِمْ. |
Onlar Rabb’lerine tevbe ederek öldüler. |
إِنَّهاَ ذَهَبَتْ ماَشِيَةً إِلَى بَيْتِهِاَ. |
Gerçekten o (müe.) evine yürüyerek gitti. |
إِنَّهُماَ ذَهَبَتاَ ماَشِيَتَيْنِ إِلَى بَيْتِهِماَ. |
Gerçekten o ikisi evlerine yürüyerek gitti. |
إِنَّهُنَّ ذَهَبْنَ ماَشِياَتٍ إِلَى بَيْتِهِنَّ. |
Gerçekten onlar evlerine yürüyerek gittiler. |
|
*Hâl müfred (tek bir kelime) olarak geldiği gibi, cümle (isim cümlesi, fiil cümlesi) veya şibh-i cümle (harf-i cer ya da zarflı cümle parçası) olarak da gelebilir. O zaman hâl; mahallen mansûb olur.
a) Hâl Müfred İsim:
أَكَلَ السَّائِلُ الطَّعاَمَ حاَراًّ. |
Dilenci yemeği sıcak olarak yedi. |
لاَ تَأْكُلِ الطَّعاَمَ حاَراًّ. |
Yemeği sıcakken (sıcak olarak) yeme. |
شَرِبَ الْمَريِضُ الْحَليِبَ باَرِداً. |
Hasta sütü soğuk olarak içti. |
دَخَلَ الطِّفْلُ إِلَى الْغُرْفَةِ باَكِياً. |
Çocuk odaya ağlayarak girdi (müz). |
دَخَلَتِ الطِّفْلَةُ إِلَى الْغُرْفَةِ باَكِيَةً. |
Çocuk odaya ağlayarak girdi (müe) . |
نَزَلَ عَلِيٌّ فِي الْفُنْدُقِ مُتْعَباً. |
Ali otele yorgun olarak indi. |
نَزَلَ الصَّدِيقاَنِ فِي الْفُنْدُقِ مُتْعَبَيْنِ. |
İki arkadaş otele yorgun olarak indi. |
عاَدَتْ التِّلْمِيذاَتُ مَسْرُوراَتٍ. |
Kız öğrenciler sevinçli bir halde döndüler. |
جاَءَ الطُّلاًّبُ مُسْتَعِدِّينَ لِلْإِمْتِحاَنِ. |
Öğrenciler imtihan için hazırlıklı bir halde geldiler. |
نَجَحَ مَحْمُودٌ فاَهِماً دَرْسَهُ. |
Mahmud dersini anlayarak başardı. |
نَجَحَ الْمَحْمُودُونَ فاَهِمِينَ دُرُوسَهُمْ. |
Mahmud’lar derslerini anlayarak başardılar. |
جَلَسَ الْمُجْرِمُ مُعْتَذِراً عَنْ ذَنْبِهِ. |
Suçlu suçundan özür dileyerek oturdu. |
خُلِقَ الْإِنْساَنُ ضَعِيفاً. |
İnsan zayıf olarak yaratıldı (Nisâ, 27) |
b) Hâl İsim Cümlesi:
Hâl isim cümlesi ya da fiil cümlesi olarak geldiğinde, bu cümleyi asıl cümleye bağlayan vâvu’l-hâl (hâl vâvı) denen bir vâv ( ( وَ bulunur. Veya yalnız zamir veya hem vâv hem zamirden oluşan bir bağlayıcı bulunur.
حَضَرَ الضُّيُوفُ وَ الْمُضِيفُ غاَئِبٌ. Haber Mübtedâ Vâvü’l-hâl Fâil Fiil Hâl: İsim cümlesi |
|
Ev sahibi (misafir eden) yok olduğu hâlde misafirler geldi. |
|
فَرَّ الْجُنُودُ أَسْلِحَتُهُمْ مَتْرُوكَةٌ. Askerler silahları bırakılmış (terkedilmiş) halde kaçtılar[1]. |
|
ساَرَ الْجَيْشُ وَالْقاَئِدُ أَماَمَهُ. |
Ordu komutan önlerinde olduğu halde yürüdü. |
قاَتَلَ الضاَّبِطُ وَ هُوَ عَطْشاَنُ. |
Subay susamış olarak savaştı. |
عَرَفْتُهُ وَأَنَا صَغيِرٌ. |
Onu küçükken tanıdım. |
لاَ تَأْكُلُوا الْفاَكِهَةَ وَ هِيَ فِجَّةٌ. |
Meyveyi ham iken (ham olduğu halde) yemeyiniz. |
قَطَفْتُ الْوَرْدَةَ وَ هِيَ مُفَتِّحَةٌ. |
Gülü açılmış bir halde iken kopardım. |
وَصَلَ إِلَى الْغاَبَةِ وَ هُوَ مَسْرُورٌ. |
Sevinçli bir halde ormana geldi. |
دَخَلَ يُوسُفُ السِّجْنَ وَ هُوَ مَظْلُومٌ. |
Yusuf mazlum (suçsuz) bir halde hapishaneye girdi. |
كُنْتُ ناَئِماً وَ أَنْتَ قاَدِمٌ. |
Sen geldiğinde ben uyuyordum. |
مَرَّ عُمَرُ وَ هُوَ راَكِبٌ السَّياَّرَةَ. |
Ömer arabaya binmiş halde geçti. |
اِحْتَرَسْتُ مِنَ الشَّمْسِ وَ الْحَراَرَةُ شَدِيدَةٌ. |
Sıcak şiddetli halde iken güneşten korundum. |
لاَ آكُلُ الطَّعاَمَ وَ أَناَ شَبْعاَنُ. |
Tok olduğum halde yemek yemem. |
تَعَلَّمْ وَ أَنْتَ صَغِيرٌ. |
Küçük iken (küçük olduğun halde iken) öğren. |
فَلاَ تَجْعَلُوا للَّهَ أنْداَداً وَ أَنْتُمْ تَعْلَمُونَ. |
Bildiğiniz halde Allaha eşler (benzerler) kılmayın (Bakara 22) . |
c) Hâl Fiil Cümlesi:
1) Bazen olumlu mâzî hâl cümlesinin başında (وَ قَدْ) bulunur. Böylece fiilin oluşmasından daha önceki zamanda oluşan bir eylemi belirtir:
غاَبَ أَخُوكَ وَ قَدْ حَضَرَ جَمِيعُ الْأَصْدِقاَءِ. Bütün arkadaşlar geldiği halde kardeşin gelmedi. |
2) Olumlu muzâri ile başlayan hâl cümlesi genellikle önünde vâv-ı hâliye ve başka bir ön takı almaksızın sâhibu’l-hâle bağlanır.
سَمِعْتُ الْمُؤْمِنَ يَدْعُو رَبَّهُ. |
Mü’mini Rabbine dua ederken işittim. |
رَأَيْتُ الْوَلَدَ يَبْكِي. |
Çocuğu ağlarken gördüm. |
ذَهَبَ الْجاَنِي تَحْرُسُهُ الْجُنُودُ. |
Askerler onu koruduğu halde cani gitti. |
خَرَجَ فَرِيدٌ يَضْحَكُ مِنَ الْبَيْتِ. |
Ferid gülerek evden çıktı. |
فَجَاءَتْهُ إِحْداَهُماَ تَمْشِي عَلَى اسْتِحْياَءٍ. (Kızlardan) biri, utandığı halde yürüyerek ona geldi (Kasas 25) . |
3) Olumsuz mâzî ve muzâri ile başlayan hâl cümlesinin başında bazen vâv-ı hâliye bulunur, bazen bulunmaz:
ذَهَبَ الْعاَمِلُ إِلَى الْمَصْنَعِ لَماَّ يَأْكُلْ سَيْئاً. İşçi fabrikaya hiçbirşey yemeden gitti. |
قَطَفَ الْأَوْلاَدُ الْأَزْهاَرَ وَلَماَّ تَتَفَتَّحْ. Henüz açmamış olduğu halde çocuklar çiçekleri kopardı. |
إِسْتَيْقَظْناَ مِنَ النَّوْمِ وَ ماَ طَلَعَتِ الشَّمْسُ. |
Güneş doğmadığı halde (doğmadan) uykudan uyandık. |
كاَنَ خَالِدٌ يَبْكِي ماَ ضَرَبَهُ أَحَدٌ (=كاَنَ خَالِدٌ يَبْكِي وَ ماَ ضَرَبَهُ أَحَدٌ ) . |
Hâlid’i kimse dövmediği halde ağlıyordu. |
d) Hâl Şibh Cümle (Zarf Cümlesi ):
Şibh-i cümle olan hâl arada vâv-ı hâliye olmaksızın doğrudan bağlanır:
طَلَعَ الْبَدْرُ بَيْنَ السَّحاَبِ. |
Ay (dolunay) bulutların arasında doğdu. |
مَيَّزْتُ صَوْتَ صَدِيقِي خَلْفَ الْباَبِ. |
Dostumun sesini kapı arkasında olduğu halde tanıdım. |
شاَهَدْتُ الْخَطِيبَ فَوْقَ الْمِنْبَرِ. |
Minberin üstündeki hatibi gördüm. |
Hâl Şibh Cümle (Câr-mecrûr):
تَأَلَّمَ الطاَّئِرُ فِي الْقَفَصِ. |
Kuş kafeste acı duydu. |
قَرَأَتِ التِّلْمِيذَةُ الرِّساَلَةَ فِي فَرَحٍ. |
Öğrenci mektubu sevinç içinde okudu. |
بِعْتُ الثَّمَرَ عَلَى شَجَرِهِ. Meyveyi ağacının üzerinde olduğu halde (ağacının üzerinde iken) sattım. |
Hâl ile İlgili Diğer Özellikler:
* Genellikle hâl nekre, sahibu’l-hâl marife olarak gelir.
أَقْبَلَ الْمَظْلُومُ باَكِياً. |
Mazlum (zulme uğrayan) ağlayarak geldi. |
عاَدَ الْجَيْشُ ظاَفِراً. |
Ordu zafer kazanarak döndü. |
بِعْتُ الْقُطْنَ مَحْلُوجاً. |
Pamuğu atılmış olarak sattım. |
*Hâl birden fazla olabilir, hepsi de atıfsız olarak ana cümleye bağlanabilir:
جاَءَ اللاَّعِبُ هاَدِئاً ، مُبْتَسِماً ، لاَبِساً ثِياَبَ اللاَّعِبِ. |
|
Futbolcu sakin olarak gülümseyerek ve oyun elbiselerini giyerek geldi. |
|
يَقْفِزُ الْبَطَلُ لاَ خاَئِفاً وَ لاَ مُتَرَدِّداً. Kahraman ne korkarak ne de tereddütlü olarak sıçrıyor. |
|
ذَهَبَ مَحْمُودٌ باَكِياً ماَشِياً. |
Mahmut ağlayarak ve yürüyerek gitti. |
* Hâl fâilin ya da mef’ûlün durumunu belirttiği gibi muzafun ileyhin durumunu da belirtebilir:
أَ يُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتاً. |
Hiç biriniz kardeşinin etini ölü olduğu halde (ölü olarak) yemeyi sever mi? (Hucurât 12) |
* وَ (Vâvu’l-hâl) şart edatları olan إِنْ ve لَوْ in önlerinde geldiğinde cevap cümleleri bulunmazsa vâvu’l-hâl olur. (وَإِنْ) (وَلَوْ) ise vasıl edatı olup …se bile, ..sa bile, …ise de, ..dığı halde, ..mesine rağmen gibi manalara gelir[2].
صَلِّ وَ إِنْ عَجَزْتَ عَنِ الْقِياَمِ. |
Ayakta durmaktan aciz olsan bile namaz kıl. |
نَذْهَبُ وَلَوْ كاَنَ بَعِيداً. |
Uzak olsa bile gideriz. |
* Hâl, Sıfat ve Sıla cümlelerinin farkı:
Hâl, sıfat ve sıla cümleleri arasında mana bakımından büyük fark olmasa da gramer yönünden farklıdırlar.
Marife isimden sonra gelen cümleye hal cümlesi,
Nekre isimden sonra gelen cümleye sıfat cümlesi,
İsm-i mevsûlden sonra gelen cümleye sıla cümlesi denir.
حَضَرَ الرَّجُلُ أَراَهُ. |
Gördüğüm adam geldi. | |||||
حَضَرَ رَجُلٌ أَراَهُ. |
“ |
|||||
حَضَرَ الرَّجُلُ الَّذِي أَراَهُ. |
“ |
|||||
رَأَيْتُ الرَّجُلَ يَحْضُرُ. |
Gelen adamı (adamı gelirken) gördüm (Hâl Cümlesi) . | |||||
رَأَيْتُ رَجُلاً يَحْضُرُ |
Gelen (bir) adam gördüm (Sıfat Cümlesi) . | |||||
رَأَيْتُ الرَّجُلَ الَّذِي يَحْضُرُ |
Gelen adamı gördüm (Sıla Cümlesi) . | |||||
سَلَّمْتُ عَلَى الرَّجُلِ رَأَيْتُهُ |
Gördüğüm adama selâm verdim (Hâl Cümlesi) . | |||||
سَلَّمْتُ عَلَى رَجُلٍ رَأَيْتُهُ |
Gördüğüm adama selâm verdim (Sıfat Cümlesi) . | |||||
سَلَّمْتُ عَلَى الرَّجُلِ الَّذِي رَأَيْتُهُ |
Gördüğüm adama selâm verdim (Sıla Cümlesi) . | |||||
جاَءَ الرَّجُلُ ذاَهِباً إِلَى الْمَدْرَسَةِ |
Okula giden adam geldi[3]. | |||||
جاَءَ الرَّجُلُ الذاَّهِبُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ |
“ | |||||
جاَءَ الرَّجُلُ الَّذِي يَذْهَبُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ |
“ |
|||||
Genel Cümle Alıştırmaları:
1- كُلِ الْفاَكِهَةَ ناَضِجَةً – وَجَدْتُهُمْ يَعْبُدُونَ اللَّهَ – خَرَجَ عَلَى النَّبِيِّ كاَفِراً – صَلَّى الْمُسْلِمُونَ الظُّهْرَ جَماَعَةً.
2- كَيْفَ وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ فِي يَوْمِ الرِّحْلَةِ ؟ وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ مُبَكِّرِينَ فِي يَوْمِ الرِّحْلَةِ. أُنْظُر ، هَؤُلاَءِ الْمُشْرِفُونَ قَدْ وَصَلُوا. نَعَمْ لَقَدْ وَصَلُوا مُبَكِّرِينَ.
3- كَيْفَ أَسْرَعَ اللاَّعِباَنِ فِي يَوْمِ الْمُباَراَةِ ؟ أَسْرَعَ اللاَّعِباَنِ نَشِيطَيْنِ فِي يَوْمِ الْمُباَراَةِ. أُنْظُرْ ، هَذاَنِ اللاَّعِباَنِ قَدْ أَسْرَعاَ . نَعَمْ ، لَقَدْ أَسْرَعاَ نَشِيطَيْنِ.
4-كَيْفَ حَضَرَ التَّلاَمِيذُ فِي يَوْمِ الْاِمْتِحاَنِ ؟ حَضَرَ التَّلاَمِيذُ هاَدِئِينَ فِي يَوْمِ الْاِمْتِحاَنِ. أُنْظُرْ، هَؤُلاَءِ التَّلاَمِيذُ قَدْ حَضَرُوا. نَعَمْ ، لَقَدْ حَضَرُوا هاَدِئِينَ.
5- وَصَلَ الْمُشْرِفُ مُبَكِّراً – وَصَلَ الْمُشْرِفُونَ مُبَكِّرِينَ – جَرَى اللاَّعِبُ نَشِيطاً – جَرَى اللاَّعِبُونَ نَشِيطِينِ – وَصَلَتِ الْمُساَفِرَةُ مُتَأَخِّرَةً – وَصَلَتِ الْمُساَفِرَاتُ مُتَأَخِّرَاتٍ – صَلَّى الْمُسْلِمُ مُؤْمِناً – صَلَّى الْمُسْلِمُونَ مُؤْمِنِينَ .
6- تَكَلَّمَتِ الْأُسْتاَذَةُ صاَدِقَةً – تَكَلَّمَتِ الْأُسْتاَذَاتُ صاَدِقَاتٍ – عاَشَ الصَّدِيقُ مُخْلِصاً – عاَشَ الْأَصْدِقاَءُ مُخْلِصِينَ.
7- ذَهَبَتِ التِّلْمِيذاَتُ ماَشِياَتٍ إِلَى الْمَدْرَسَةِ – عاَدَ التَّلاَمِيذُ إِلَى مَناَزِلِهِمْ وَ هُمْ يُغَنُّونَ[4] – عاَدَ أَحْمَدُ إِلَى بَيْتِهِ سَعِيداً .
8- ذَهَباَ مَسْرُورَيْنِ إِلَى مَدْرَسَتِهِماَ- اِنْطَلَقَ حَزِيناً إِلَى عاَئِلَتِهِ -اِنْطَلَقْنَ حَزِيناَتٍ إِلَى قَرْيَتِهِنَّ – اِنْطَلَقُوا سُعَداَءَ إِلَى مَنْزِلِهِمْ – اِنْطَلَقُوا نَشِيطِينَ إِلَى مَنْزِلِهِمْ.
9- كَيْفَ تَجْلِساَنِ فِي الصَّفِّ ؟ تَجْلِساَنِ فِي الصَّفِّ مُتَجاَوِرَتَيْنِ – كَيْفَ عُدْنَ[5] إِلَى الْمَنْزِلِ؟ عُدْنَ إِلَى الْمَنْزِلِ مَسْرُوراَتٍ.
10- كَيْفَ وَدَّعْتَ واَلِدَكَ ؟ وَدَّعْتُ واَلِدِي حَزِيناً – كَيْفَ اِسْتَلَمَتاَ النَّتِيجَةَ ؟ اِسْتَلَمَتاَ النَّتِيجَةَ سَعِيدَتَيْنِ -كَيْفَ سِرْتَ فِي اللَّيْلِ ؟ سِرْتُ فِي اللَّيْلِ خاَئِفاً – كَيْفَ تَحَدَّثَ الرَّجُلُ؟ تَحَدَّثَ الرَّجُلُ غاَضِباً.
11- رَأَيْتُ أَخِي وَ عاَئِلَتَهُ فِي صاَلَةِ الْاِسْتِقْباَلِ يَنْتَظِرُونَ – شاَهَدْتُ لاَعِباَتِ الْفَرِيقِ يَلْعَبْنَ الْكُرَةَ .
12- وَصَلَتِ الصَّدِيقَتاَنِ مُبَكِّرَتَيْنِ -وَصَلَتِ التِّلْمِيذَتاَنِ مُبَكِّرَتَيْنِ – اِسْتَيْقَظَتِ الْخاَدِمَتاَنِ الْجَدِيدَتاَنِ مُتَأَخِّرَتَيْنِ -رَأَيْتُ التَّلاَمِيذَ جاَلِسِينَ .
13- ذَهَبَ التَّلاَمِيذُ إِلَى الْمَدْرَسَةِ مَمْلُوئيِنَ نَشاَطاً ، ثُمَّ عاَدُوا مِنْهاَ وَ قَدْ بَدَتْ عَلَيْهِمْ آثاَرُ التَّعَبِ
Tercüme:
1- Meyveyi olgun olarak ye. Onları Allah’a ibadet eder halde buldum. Peygamber’in karşısına kâfir olarak çıktı. Müslümanlar öğleni (öğle namazını) cemaat olarak kıldılar.
2- Yöneticiler gezi gününde nasıl geldiler (vardılar)? Yöneticiler gezi gününde erken geldiler. Bak, bu yöneticiler gelmişler. Evet, gerçekten erken gelmişler.
3- İki oyuncu maç günü nasıl koştu? İki oyuncu maç günü dinç bir halde koştu. Bak, bu iki oyuncu gerçekten hızlı koştu[6]. Evet, gerçekten dinç bir halde koştular.
4- İmtihan günü öğrenciler nasıl geldi? İmtihan günü öğrenciler sakin bir halde geldi. Bak, bak bu öğrenciler gelmiş. Evet gerçekten sakin olarak gelmişler.
5- Yönetici erken geldi. Yöneticiler erken geldi. Oyuncu hızlı koştu. Oyuncular hızlı koştular. (Bayan) Yolcu geç geldi. Yolcular geç geldiler. Müslüman mü’min olarak namaz kıldı. Müslümanlar mü’min olarak namaz kıldılar.
6- Hoca doğru konuştu. Hocalar doğru (olarak) konuştular. Arkadaş ihlâslı bir halde yaşadı. Arkadaşlar ihlâslı bir halde yaşadılar.
7- Kız öğrenciler okula yürüyerek gittiler. Öğrenciler evlerine şarkı söyleyerek döndüler. Ahmet eve mutlu bir şekilde döndü.
8- İkisi sevinçli bir halde okullarına gittiler. Üzüntülü bir halde ailesine gitti. (Bayanlar) Üzüntülü bir halde köylerine gittiler. Mutlu bir halde evlerine gittiler. Neşeli olarak evlerine gittiler (yürüdüler).
9- (İkiniz) sınıfta nasıl oturuyorsunuz? Sınıfta yan yana (komşu olarak)[7] oturuyorsunuz. (Bayanlar) eve nasıl döndüler? Sevinçli bir halde döndüler.
10- Babana nasıl veda ettin? Babama hazin bir şekilde veda ettim. (O iki bayan) neticeyi nasıl (teslim) aldılar? Mutlu bir şekilde teslim aldılar. Geceleyin nasıl yürüdün? Geceleyin korkarak yürüdüm. Adam nasıl konuştu? Adam kızgın konuştu.
11- Kardeşimi ve ailesini karşılama salonunda bekler halde buldum. Takımın (kız) oyuncularını top oynarlarken gördüm.
12- İki arkadaş erken vardılar. İki öğrenci erkenden geldiler. İki yeni (bayan) hizmetçi geç uyandılar. Öğrencileri otururken gördüm.
13- Öğrenciler okula canlılık dolu[8] bir halde gittiler sonra oradan üzerlerinde yorgunluk izleri görünür olduğu halde döndüler.
OKUMA PARÇALARI
1-كاَنَ الْوَلَدُ عاَئِداً مَعَ واَلِدِهِ مِنَ السُّوقِ فِي الظُّهْرِ بِالسَّياَّرَةِ وَ كاَنَ الْحَارُّ شَدِيداً. شاَهَدَ الْوَلَدُ رَجُلاً عَجُوزاً فِي الطَّرِيقِ يَحْمِلُ حَقِيبَةً كَبِيرَةً. طَلَبَ الْوَلَدُ مِنْ واَلِدِهِ أَنْ يأْخُذَ الرَّجُلَ إِلَى الْمَكاَنِ الَّذِي يُرِيدُهُ. كاَنَ الرَّجُلُ الْعَجُوزُ ذاَهِباً لِزِياَرَةِ وَلَدِهِ وَ قَدْ انْتَظَرَ الْحاَفِلَةَ طَوِيلاً. رَكِبَ الرَّجُلُ الْعَجُوزُ السَّياَّرَةَ، وَ عِنْدَماَ وَصَلَ إِلَى مَنْزِلِ وَلَدِهِ شَكَرَ الْوَلَدَ وَ واَلِدَهُ. كاَنَ الْوَلَدُ سَعِيداً لِأَنَّهُ ساَعَدَ ذَلِكَ الرَّجُلَ الْعَجُوزَ .
2- عِنْدَماَ أَصِلُ إِلَى الْمَرْعَى أَتْرُكُ أَغْناَمِي تَرْعَى وَ أَذْهَبُ إِلَى شَجَرَةٍ كَبِيرَةٍ ، أَجْلِسُ تَحْتَهاَ لِأَتَناَوَلَ طَعاَمِي ثُمَّ أَتَناَوَلُ مِزْماَرِي وَ أُغَنِّي بَعْضَ الْأَلْحاَنِ الْجَمِيلَةَ ثُمَّ أَناَمُ قَلِيلاً وَ أَسْتَيْقِظُ لِأَتَفَقَّدَ أَغْناَمِي وَ عِنْدَ الْعَصْرِ أَجْمَعُ أَغْناَمِي وَ أَعُودُ بِهاَ إِلَى الْقَرْيَةِ سَعِيداً.
Tercüme:
1-Çocuk sıcağın çok (şiddetli) olduğu bir öğle vakti (öğlende) babasıyla beraber arabayla çarşıdan dönüyordu. Çocuk yolda büyük bir çanta taşıyan yaşlı bir adam gördü[9]. Çocuk babasından adamı istediği yere götürmelerini istedi. Uzun (süre) otobüs beklemiş olan yaşlı adam oğlunu ziyaret için gidiyordu[10]. Yaşlı adam arabaya bindi ve oğlunun evine ulaştıkları zaman çocuğa ve babasına teşekkür etti. Çocuk o yaşlı adama yardım ettiği için mutluydu.
2- Otlağa vardığım zaman koyunlarımı otlar halde (otlamak üzere) salarım (bırakırım) ve büyük bir ağaca gider, yemeğimi yemek için altına otururum. Sonra kavalımı alır bazı güzel şarkılar söylerim[11]. Sonra biraz uyur, koyunlarımı araştırmak[12] için uyanırım. İkindi vakti koyunlarımı toplar mutlu bir şekilde onlarla köye dönerim.
HÂL İLE İLGİLİ AYETLER
1- اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّموَاتِ وَالأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ .
(3/ALİ-İMRAN, 191). Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru !
2- وَلاَ تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً .
(17/İSRÂ, 37). Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de boy bakımından dağlara ulaşabilirsin (ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin).
3- فَنَادَتْهُ الْمَلآئِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي الْمِحْرَابِ أَنَّ اللّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيَى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ .
(3/ÂL-İ İMRÂN, 39). Zekeriyyâ mâbedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana, kendisi tarafından gelen bir Kelime’yi tasdik edici, efendi, iffetli ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeler.
4- وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُنْ مِنَ الْغَافِلِينَ .
(7/A’RÂF, 205). Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma.
5- إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا .
(4/NİSÂ, 10). Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar; zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.
6- وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ .
(11/HÛD, 102). Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir). Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir!
7- وَمَا أُمِرُوا إِلاَّ لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلاَةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ .
(98/BEYYİNE, 5). Halbuki onlara ancak, dini yalnız O’na has kılarak ve hanifler olarak Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emrolunmuştu. Sağlam din de budur.
8- وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ .
(8/ENFÂL, 33). Halbuki sen onların içinde iken Allah, onlara azap edecek değildir. Ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edici değildir.
9- أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ .
(3/ÂL-İ İMRÂN, l42). Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?
10- وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلاَدِهِمْ شُرَكَآؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ وَلَوْ شَاءَ اللّهُ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ .
(6/EN’ÂM, 137). Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile başbaşa bırak!
11- فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلاًّ آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ .
(21/ENBİYA, 79). Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz, onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.
12- وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ أَأَنتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلَاءِ أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ .
(25/FURKÂN, 17). O gün Rabbin onları ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?