Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

HZ. PEYGAMBER’İN Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR


Otuzuncu Bölüm: HZ. PEYGAMBER’İN Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR

30.1. KUREYŞ’İN RASÛLULLAH (A.S.)’A UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM

30.2. HZ. HAMZA (R.A.)’NIN İSLÂM’I KABUL ETMESİ

30.3. HZ. ÖMER (RA.)’NIN İSLÂM’I KABUL ETMESİ

30.3.1. Hz. Ömer (r.a.)’in Etkilendiği İlk Olay

30.3.2. Hz. Ömer (r.a.)’in Habeşistan’a Hicret’ten Etkilenmesi

30.3.3. Hz. Ömer (r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?

30.3.4. Hz. Ömer (r.a.)’in Kendi İfadesi

30.3.5. Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in Rivâyeti

30.3.6. Hz. Ömer (r.a.)’in İslâmı Kabul Etmesinin Tarihi

30.4. Şİ’B-İ EBÎ TÂLİB’DEKİ ESARET

30.4.1. Ay’ın İkiye Bölünmesi

30.4.2. Ebû Tâlib Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?

30.4.3. İlâhi Kudretin Bir Belirtisi

30.5. HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ TALİBİN VEFATI

30.6. KÂFİRLERİN ZULMÜ

30.7. EBÛ TALİB’İN VASİYETLERİ

30.8. EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)’I HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR

30.9. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. SEVDE (R.A.) İLE EVLENMESİ

30.10. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. AYŞE (R.A.) İLE İZDİVACI

30.10.1. Hz. Ayşe (r.a.) İle Nikâh’ın Tarihi

30.10.2. Hz. Ayşe (r.a.)’nin Nikâhı Üzerine İtirazlar

30.11. TAİF’E YOLCULUK

30.11.1. Tabilerin Rasûlullah (a.s.)’a Büyük Zulüm ve İşkence Yapmaları

30.11.2. Hz. Peygamber (a.s.)’in Acı Dolu Duası

30.11.3. Rasûlullah (a.s.)’in Merhameti

30.11.4. Hıristiyan Addâs’ın İslâmı Kabul Etmesi

30.11.5. Cinlerin Kur’an-ı Kerim’i Dinlemeleri

30.11.6. Dönüşte Rasûlullah (as)’ın Mekke’ye Girişi

Otuzuncu Bölüm: HZ. PEYGAMBER’İN
Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR

Müslümanların Habeşistan’a ikinci hicretinden sonra Mekke’de çok
az sayıda müslümanlar kalmışlardı. Bunlardan bazısı kadındı, İslâm düş­manları
bu sıralarda tam kudurmuş durumda idiler. Onlar bir kere müslü­manların
Habeşistan’a hicreti yüzünden öfkeliydiler. Bunun üstüne de Ha­beşistan’da
müslümanlara rahat ve huzur içinde yaşamalarına izin veril­mişti ve onları
getirmek için gönderdikleri heyet elleri boş dönmüştü. Öf­ke ve hırstan gözleri
dönmüş olan Kureyşliler Rasûlullah (a.s.)’ı gittikçe sıkıştırmaya ve rahatsız
etmeye başladılar.

30.1. KUREYŞ’İN RASÛLULLAH (A.S.)’A
UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM

Buhârî’de yer alan Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre kendisi (Hz.
Urve) Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a, müşriklerin Rasûlullah (a.s.)’a en
çirkin ve en sert davranışını ne zaman gördüğünü sorunca, şöyle dedi: “Bir gün
Hz. Peygamber (a.s.) Ka’be’nin avlusunda (başka bir rivayete gö­re Ka’be’nin
duvarlarının yanında) namaz kılıyordu. Birden bire Ukbe bin Ebi Mu’ayt gelip
boynuna bir kumaş parçası geçirip onu öldürmek içi sık­maya başladı. Fakat tam o
sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.) yetişip Ukbe’yi uza­ğa attı.” Hz. Abdullah bin Amr’ın
ifadesine göre, Hz. Ebu Bekr (a.s.) bu alçak ve deyyus ile boğuşurken şunları
söylüyordu: “Sen bir kişiyi, yal­nızca Rabbim Allah’tır dediği için mi öldürmek
istiyorsun?” İbn Cerir kendi tarih kitabında aynı olayı Ebû Seleme bin
Abdurrahman’a istinaden nakletmiştir. Ancak Nesâî ile İbni Hâtim bu vak’ayı, Hz.
Abdullah’ın ba­bası Hz. Amr bin el-As’a dayanarak az bir ifade farkıyla
nakletmişlerdir. Bu ifadeye göre; bu çirkin hareketi Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerine
bazı Kureyşliler topluca yapmışlardı; Hz. Ebu Bekr (r.a.) ise hem ağlıyor hem Hz.
Peygamber (a.s.)’i korurken yukarıda bahsedilen sözleri söylüyordu.

İmam Buhârî bu olayı kendi eserinde çeşitli yerlerde
nakletmiştir. Bu olayın râvileri bazı yerlerde Hz. Amr bin el-As, bazı yerde de
Hz. Abdul­lah bin Amr bin el-As’tır[1].
Bir yerde Hz. Amr bin el-As’ın şu rivâyeti vardır: “Ben hiçbir zaman Kureyş’in,
Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatına kastettiğini ve onu öldürmeyi plânladığını
görmedim, ama bir defası ha­riç, Kureyşliler Kâ’be’nin gölgesinde oturmuşlardı.
Rasûlullah (a.s.) ise Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Bu arada Kureyşliler
birbirini Rasûlullah (a.s.)’a saldırmak için sıkıştırtmaya başladılar. Nihayet
Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerinden kalktı ve çarşafını Rasûlullah (a.s.)’ın boynuna
geçi­rip çekmeye başladı, öyle ki, Rasûlullah (a.s.) dizleri üzerine düştü.
Bu­nun üzerine kâfirler arasında bir gürültü koptu. O sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.)
koşarak geldi ve Rasûlullah (a.s.)’ın kollarını arkadan tutarak o gad­dar
kişilere dedi ki: “Bu zâtı, sırf Rabbinin Allah olduğunu söylediği için mi
öldürmek istiyorsunuz?” Sonra adamlar oradan dağıldılar. Rasûlullah (a.s.)
namazını kıldıktan sonra kendisine tecâvüzde bulunanların yanından geçerken
şunları söyledi: “Canım elinde olan Rabbime yemin ederek söy­lüyorum, ben size
zebîh ile (kurban olmak için) gönderildim.” Ebû Cehil dedi ki, “Ey Muhammed, sen
hiçbir zaman aptal değildin.” Rasûlullah ‘a.s.) da, “fakat sen onlardansın” diye
karşılık verdi.” (Ebu Ya’lâ, İbni Hibbân, Taberânî ve Beyhakî de bu olayı Hz.
Amr bin el-As’ın rivâyetiyle nakletmişlerdir).

Sahih-i Buhârî’nin bir başka rivâyeti şöyledir: Müşrikler
Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in mübarek saç ve sakalından kılları çektiler. Hazreti
Ebû Bekr onu korumak için kalktı ve ağlayarak söylendi: “Bu adamı, sırf
Rab­binin Allah olduğunu söylediği için mi öldürmek istiyorsunuz?” Rasûlullah
(a.s) ise kendisine şöyle dedi: “Ey Ebû Bekr, canım elinde olan Rabbi­me yemin
ederek söylüyorum, ben bunlara zebîh ile gönderildim”. Bunun üzerine kalabalık
dağıldı.

İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî’nin İbni İshâk’a
dayanarak yazdıklarına göre Urve bin Zübeyr, Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a
şöyle bir soru sordu: “Kureyş’in Rasûlullah (a.s.)’a gösterdiği husûmetin en
şiddetli örneği hangisiydi?” Hz. Abdullah bin Amr dedi ki, ben günlerden bir gün
Kureyşlilerin bir toplantısına gittim. Onların reisleri Kâ’be’nin duvarlarının
gölgesinde idiler. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’tan bahsederken dediler ki,
“vallahi, bu adama çok tahammül ettik. Artık dayanamayaca­ğız. Bu adam bizim
aptal olduğumuzu söyledi, atalarımızda ayıp aradı. Dinimize lâf attı ve
toplumumuzu böldü. Hakikaten biz sabretmişiz.” On­lar aralarında bunları
konuşurken, Rasûlullah (a.s.) çıkâ geldi. Rasûlullah (a.s.) oraya gelince önce
Hacer-i Esved’i öptü ve daha sonra Kâ’be’yi tavaf ederken Kureyşlilerin yanından
geçti. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’a iğneleyici bir lâf attılar. Bunun Rasûlullah
(a.s.) tarafından hoş karşılanmadığını gör­düm. Rasûlullah (a.s.) ikinci defa
Kâ’be’yi tavaf ederken onlar yine lâf atınca, Rasûlullah (a.s.) durakladı ve
şöyle dedi: “Ey Kureyşliler, beni dinliyor musunuz, elinde canım olan Rabbime
yemin ederek söylüyorum, ben size kurban olarak gönderilmişimdir.” Abdullah bin
Amr diyor ki : Rasûlullah (a.s.)’ın bu sözleri Kureyşlilere soğuk duş etkisi
yaptı ve onlar dona kaldılar. Daha sonra, onlardan en çok konuşan biri ileriye
gelip Haz­reti Peygamber (a.s.)’i yatıştırma için epeyce dil döktü, hatta şunu
da söy­ledi: “Ey Ebu’l-Kasım, buralardan ses çıkarmadan geç. Sen daha önce
ap­tal değildin.” Rasûlullah (a.s.) oradan sessizce ayrıldı. Ertesi gün bunlar
yine orada toplandılar ve ben onlarla beraberdim. Onlar aralarında şöyle
dediler: “Hiç hatırlıyor musunuz, bu adam (Hz. Peygamber) sizinle ilgili olarak
ne kadar ileriye gitmiştir? Hatta dün bize neler demedi ki. Ama siz onu hiçbir
şey olmamış gibi bıraktınız.” Kureyşliler kendisine hücum etti­ler ve “bize
böyle böyle diyen sen misin?” Rasûlullah (a.s.) da “evet onları diyen benim”
dedi. Bu arada, o hayvanlardan birinin, Rasûlullah (a.s.)’ın çarşafını
yakasından tutarak sıktığım gördüm. Bu sırada Hz. Ebû Bekr (r.a.) duruma
müdahale etti ve Rasûlullah (a.s.) için siper oldu. Kendisi ağlıyordu ve
mırıldanıyordu: “Siz bu kişiyi, sadece Rabbim Allah’tır dedi­ği için mi boğmak
istiyorsunuz.” Bundan sonra adamlar oradan dağıldılar. İşte tanık olduğum
Kureyşlilerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yaptıkları en kötü muamele budur. (Müsned-i
Ahmed’de bu olay aynı şekilde geçiyor).

30.2. HZ. HAMZA (R.A.)’NIN İSLÂM’I
KABUL ETMESİ

İşte bu sıralarda, Hazreti Hamza (r.a.)’nın da İslâm dairesine
girmesi­ne sebep olan bir vak’a meydana geldi. Tarihçiler, Hz. Hamza’nın İslâm’ı
kabul ediş tarihi konusunda değişik ifade kullanmışlardır. İbni Hacer, “İsâb”de
Hz. Hamza’nın, Bi’set’in ikinci yılında müslüman olduğunu yaz­mıştır. İbn Abd
il-Berr önce 2. yıl yazmış daha sonra, Hz. Peygamber(a.s.) Dâr-ı Erkâm’a
girdikten sonra Bi’set’in 6. yılında müslüman olduğu­nun bildirildiğini
kaydetmiştir. Fakat İbni Sa’d, İbn-ul-Cevzi ve Utekî bu tarihin kesinlikle
Bi’setten sonra 6. yıl olduğunu açıklamışların İbn-ul-Kayyım da “Zâd’ul Me’âd”da
Hz. Hamza’nın İslam’ı kabul etme vak’asını müslümanların Habeşistan’a ikinci
hicretinden sonra kaydetmiştir. Aynı görüşü İbni Esir, “Tarih’ul-Kâmü”de
açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Hamza’nın müslüman olmasına yol açan olayın mahiyeti
de olayın Bi’set’ten sonra 2. yılda meydana gelmediğini göstermektedir. Böyle
bir olay ancak İslam ile Küfr arasındaki çekişmenin en çetin safhaya varmasından
sonra meydana gelebilirdi çünkü. Bi’set’in ikinci yılında, Ebû Cehl, Hazret
Peygamber (a.s.)’e küfretmek şöyle dursun, onunla göz göze gelmeye bile cesaret
ede­mezdi. Olay şöyledir:

İbni İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) bir gün Safâ
yakınların­dan geçiyordu. (Bazı diğer rivâyetlere göre Hacûn’dan geçiyordu). O
sıra­da Ebu Cehl, Hazreti Peygamber (a.s.)’e ana-avrat küfretmeye başladı ve hem
kendisi hem dini hakkında çok kötü lâflar etti. Fakat Rasûlullah (a.s.) onun
hezeyanlarına kulak asmadı. Bu haberi, Beni Teym’in bir reisi olan Abdullah bin
Cud’ân’ın serbest bıraktığı bir hizmetçisi (bazı rivayetlere göre Hz. Hamza’nın
kız kardeşi Hz. Safiyye veya iki kadın) Hz. Hamza (r.a.)’ya iletti. Hz. Hamza
(r.a.) Kureyş kabilesinin en soylu, cesur ve şere­fine düşkün bir zatı idi.
Rasûlullah (a.s.)’ın hem amcası, hem süt kardeşiy­di. Ayrıca, annesi de
Rasûlullah (a.s.)’ın annesi, Amine’nin amca kızıydı. Hz. Hamza yaşça da Hz.
Peygamber (a.s.)’den ancak 2-4 yaş büyüktü. Hz. Hamza (r.a.) Rasûlullah (a.s.)’ı
çok seviyor ve sayıyordu. Ava meraklıydı ve yay ve okla avdan dönerken,
kendisine Ebû Cehl’in küstahlığıyla ilgili haber ulaştı. Öfke içinde Harem’e
gidip Ebu Cehl’in başına öyle bir yay darbesi vurdu ki, başı yarıldı; sonra
şöyle dedi: “Sen ona küfrediyorsun ha! Al işte ben de onun dinine girdim ve o ne
diyorsa ben de onu diyo­rum. Cesaretin varsa aynı küfürleri bana da yap.” Bunun
üzerine Beni Mahzûm’un adamları galeyana geldiler ve kavga etmek istediler. Ama,
Ebû Cehl dedi ki, “Bırakın Ebû Umâre (Hz. Hamza)’yi, ben onun yeğeni­ne
hakikaten çok kötü küfürler ettim.” Taberânî ve İbni Ebî Hâtim’in rivâyetine
göre Hamza (r.a.) şöyle dedi: “Benim dinim de Muhammed’in dini­dir. Cesaretiniz
varsa beni durdurun bakalım.”

“El-Meğâzi” yazarı Yunus bin Bukeyr, İbn İshâk’a dayanarak bu
hikâyeyi daha etraflıca anlatmıştır. Buna göre, Hz. Hamza hiddet içinde namusu
için İslâmiyet’i kabul etmişti. Ama eve döndükten sonra kendi kendine dedi ki:
“Vallahi, ben Kureyş’in mümtâz reislerinden biriyim. Ben dinden dönen bir kişiye
tabi oldum ve atalarımın dinini terk ettim. Bu­nun yerine ölseydim daha iyi
olurdu.” Daha sonra Allah’a dua etti: “Ya Rab, eğer bu doğru yolsa kalbimi
bundan yana yap. Değilse, bundan kur­tulmam için bir yol göster.” Hz. Hamza
(r.a.) o gece Şeytan’ın vesvesesi yüzünden çok huzursuz kaldı, ta ki sabah oldu.
Sabah Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve “yeğenim, ben şu anda içinden
çıkılmayacak bir durumda­yım. Biliyorsun, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
bilmeyen benim gibi bir adam için bu çok büyük bir meseledir.” Rasûlullah (a.s.)
onun vesvese, şüphe ve tereddütlerini dinledikten sonra ona nasihatte bulundu;
Allah’tan korkmasını istedi ve müslüman olmasından dolayı kutladı. Nihayet
Allah, Hz. Hamza’nın kalbini imanla doldurdu. Ve nihayet, Hz. Hamza dedi ki,
“senin doğru olduğunu ilân ediyorum.” (Bu olayı Beyhakî de Yunus bin Bukeyr ve
İbni İshâk’a dayanarak nakletmiştir).

30.3. HZ. ÖMER (RA.)’NIN İSLÂM’I
KABUL ETMESİ

Kureyş henüz bu büyük darbenin etkisinden kurtulmamışken ikinci
bir büyük darbe daha yedi ve bir gün Hazreti Ömer bin Hattab (r.a.)’ın da
müslüman olduğunu duyunca deliye döndü. Hz. Ömer (r.a.), İslâmiyete muhalefet
eden cephenin en ağır toplarından biriydi ve iman edenlere zu­lüm etmekte önde
idi. Kureyşliler ona büyük saygı gösteriyorlardı. Ara­bistan’da revaçta olan
soylarla ve şecerelerle ilgili hesap tutmada uzman­dı. Kureyşliler onu bazı
diplomatik faaliyetleri için dışarıya gönderirlerdi. Kabileler arasında kavga ve
anlaşmazlıklarda arabuluculuk ve hakemlik görevlerini de yapardı ve verdiği
kararlara büyük önem verilirdi. Çok güçlü, cesur ve yiğitti. İyi bir biniciydi.
Büyük bir konuşma kabiliyetine sahipti ve usta bir hatipti. Kureyşliler, Hz.
Ömer (r.a.) gibi bir şahsiyetin kendi kamplarından çıkıp karşı kampa geçeceğini
akıllarının uçlarından bile geçirmemişlerdi. Fakat Allah’ın hikmeti böyle idi.
Hz. Ömer (r.a.)’in iç dünyası değişiyordu ve kendisinin İslam ordusunun bir
neferi olması için sahne hazırdı bile.

30.3.1. Hz. Ömer
(r.a.)’in Etkilendiği İlk Olay

Müsned-i Ahmed ile Taberânî’de Hz. Ömer’in etkilendiği ilk
olaydan söz edilmiştir. Bunu Hz. Ömer (r.a.) kendisi dile getirmiştir. O diyor
ki, “ben İslâmiyet’i henüz kabul etmemişken bir gün Rasûlullah (a.s.)’ı
rahat­sız etmek üzere evden çıktım. Ben oraya varınca Rasûlullah (a.s.) namaza
kalkmıştı ve Hakka sûresini okuyordu. Ben arkasına geçtim ve kendisini sessizce
dinlemeye çalıştım. Kur’an-ı Kerim’in sihri benim bütün vücudu­mu sarmıştı ve
kendi kendime diyordum ki bu adam mutlaka bir şairdir, nitekim Kureyşliler
kendisine bu lakabı takmışlardı. O sırada Rasûlullah’ın mübarek ağzından şu
kelimeler çıktı:

“Şüphesiz Kur’ân çok şerefli bir peygamberin sözüdür. O, bir
şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz.” (Ayet; 40-41)

O zaman dedim ki, kendisi mutlaka bir kâhindir. Tam o sırada
Rasûlullah (a.s.) şu ayetleri tilavet ediyordu:

“(O) bir kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz. O, alemlerin
Rabbi Allah tarafından indirilmiştir.” (Ayet; 42-43)

“Bu kelâmı dinledikten sonra İslam kalbime yerleşmeye başladı.”
(Bu olayı İbni Sencer, kendi müsnedinde nakletmiştir.)

30.3.2. Hz. Ömer
(r.a.)’in Habeşistan’a Hicret’ten Etkilenmesi

Hz. Ömer (r.a.)’in, İslâm’dan etkilendiği ikinci olay, İbni
Hişâm’ın “Siret’inde İbni İshâk’tan, Taberânî’nin tarihinde ve İbn Esîr’in “Üsdül-Ğabe”sinde
Hz. Leylâ binti Ebi Hasme (r.a.)’den naklolunmuştur. Hz. Leylâ, Hz. Ömer’in
yakın akrabalarındandı ve kocası Hz. Amir bin Rebi’at-ul-‘Anzi ile beraber
Habeşistan’a gitmişti. Hz. Leylâ’nın ifadesine gö­re, “ben hicret için
eşyalarımı topluyordum ve kocam Amir bin Rebî’a bir iş için dışarıya çıkmıştı.
Derken, henüz müslüman olmamış olan Hz. Ömer bize geldi. Biz onun elinden çok
çekmiştik. Fakat o sırada o, bir yerde durup bizi seyrediyordu. Sonra lafa
girdi, “Abdullah’ın annesi, gidi­yor musun?” “evet, sizler bizi çok rahatsız
ettiniz ve bize çok zulüm etti­niz. Biz artık Allah’ın topraklarından birine
gideceğiz. Umarız orada bu zorluklardan kurtuluruz” dedim. Bunun üzerine Hz.
Ömer “Allah sizinle beraber olsun” dedi. Sesi titriyordu ve yüzü ağlamaklıydı.
Bizim Mek­ke’den ayrıldığımızda belli ki çok üzülmüştü. Bundan sonra Amir
gereken eşyaları getirince kendisine dedim ki, “Abdullah’ın babası, keşke sen
Ömer’i görseydin. Bizim ayrılmamıza nasıl da üzülüyordu, zavallı. Az ön­ce
burada idi.” Amir, benim, onun müslüman olmaya meyilli olduğunu sezip
sezmediğimi sordu. Ben “evet” dedim. Amir dedi ki: “Biraz önce gördüğün adam,
Hattab’ın eşeği müslüman oluncaya kadar müslüman olamayacaktır.”

30.3.3. Hz. Ömer
(r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?

Hz. Ömer (r.a.)’in kafası karma karışıktı. Hak ile Batıl
arasında boca­lıyordu. Bu zihnî yükten kurtulmak ve her şeyi bitirmek için
Rasûlullah (a.s.)’ı öldürmeyi plânladı. İbni İshâk’ın ifadesine göre Hz. Ömer bu
niyet­le kılıç kuşanarak evden çıktı. Ama yolda bizzat Hz. Ömer’in kabilesinin
eşrafından olan ve gizlice müslümanlığı kabul etmiş olan Hz. Nu’aym bin Abdullah
en-Nahhâm ile karşılaştı. Kendisi, “hayır ola, ne tarafa?” diye sordu. Hz. Ömer
“Kureyş arasında ikilik yaratan, hepimizi enayi yerine koyan, dinimizi ayıplayan
ve mabutlarımızı kötüleyen o sabi (dinsiz)’yi öldüreceğim.” Nu’aym dedi ki,
“vallahi, senin nefsin seni aldatmıştır. Sen zannediyor musun ki, Muhammed
(a.s.)’i öldürdükten sonra Abd-i Menaf seni sağ bırakacaktır? Sen önce kendi
evine bak.” Hz. Ömer, “hangi eve?” diye sordu. Nu’aym dedi ki: “Senin enişten ve
amcazaden Sa’id bin Zeyd ve kardeşin Fâtıma ikisi de müslüman olmuşlardır. Ve
onlar Muhammed (a.s.)’e tabi olmuşlardır.” Hz. Ömer bunu duyar duymaz öfke
içinde kız kardeşinin evine gitti. Orada Hz. Habbâb bin Erett önünde bir kumaş
par­çası açıp oturuyordu. Kumaş parçasında Tâhâ Sûresi yazılıydı. Erett bun­dan
Hz. Fâtıma’ya okuyordu. Hz. Ömer (r.a.)’in gelişi belli olunca Hz. Habbâb evin
bir köşesinde saklandı ve Hz. Fâtıma ise Kur’an’ın yazılı ol­duğu kumaş
parçasını baldırının altına sakladı. Fakat Hz. Ömer o zamana kadar Hz. Erett’in
kıraatını duymuştu. İçeriye girdikten sonra, “biraz önce duyduğum ses neydi?”
diye sordu. Hz. Fâtıma ile Hz. Sa’id (r.a.) dediler ki öyle bir ses yoktu. Hz.
Ömer dedi ki: “hayır vardı”. Sonra şunları ekle­di: “Duyduğuma göre siz ikiniz
Muhammed (a.s.)’in dinine tâbi olmuşsu­nuz.” Bunu dedi ve eniştesini dövmeye
başladı. Hz. Fâtıma (r.a.) kocasını kurtarmak isteyince o da dayak yedi; öyle ki
başı yaralandı. Bu noktada karı koca dediler ki: “Evet biz müslüman olduk ve
Allah’ın Rasûlüne iman ettik. Artık sen ne istersen yap.” Hz. Ömer (r.a.) kız
kardeşinin başından kan aktığını görünce yaptığı hatadan pişman oldu ve az önce
okudukları Kur’ân parçasını getirmesini söyledi: “Bakayım, Muhammed (a.s.)’in
ge­tirdiği şey ne imiş” dedi. Hz. Ömer (r.a.) okuma yazma bilen bir kişiydi ve
Kur’an’ı okumak istiyordu. Fakat kız kardeşi dedi ki: “Senin bunu
kay­bedeceğinden endişe ediyoruz”. Hz. Ömer dedi ki: “Hiç endişelenme” ve
mâbudlarına yemin ederek bunu geri vereceğini söyledi. Kız kardeşi bu arada
ümitlenmişti, belki Ömer müslüman olur diye. Onun için kendisine dedi ki:
“Sevgili kardeşim, sen müşrik olduğun için temiz değilsin. Halbu­ki, bu kitaba
ancak temiz İnsanlar el sürebilir.” Bunu duyunca Hz. Ömer banyo yaptı ve Hz.
Fatma kendisine Kur’an-ı Kerim’in o parçasını verdi. Hz. Ömer, Tâhâ sûresinin
henüz ilk bölümünü okumuşken, “ne kadar gü­zel ve şahane bir belagattır bu”
dedi. Hz. Habbâb bin Erett, “ey Ömer, öy­le sanıyorum ki Rasûlullah (a.s.)’ın
duasının gerçekleşme ânı gelmiştir. Çünkü ben Rasûlullah (a.s.)’ın dün böyle dua
ettiğini duydum: “Ya Rabb, Ebu’l-Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) veya Ömer bin Hattab
vasıtasıyla îs-lâm’ı teyid et.” Onun için ey Ömer gel, Allah’a gel.” Hz. Ömer,
“Beni Mu­hammed (a.s.)’e götürün ki, müslüman olayım” dedi. Hz. Habbâb bin Erett
dedi ki, “kendisi Safa yakınlarında bir evde (Dâr-ı Erkam) bazı sahabeler­le
oturuyor.” Böylece Hz. Ömer, belinde kılıç asılı vaziyette Rasûlullah (a.s.) ve
arkadaşlarının bulunduğu eve itti ve kapıyı çaldı. Sahabelerden biri kalkıp
dışarıya göz attı. Baktı Hz. Ömer belinde kılıçla bekliyor. Çok korktu ve geriye
dönüp Rasûlullah (a.s.)’a haber verdi. Hazreti Hamza de­di ki: “Müsaade edin,
gelsin. Niyeti iyiyse biz de kendisine iyi muamele ederiz. Yok niyeti bozuksa,
onun kılıcıyla onun işini bitiririz.” Rasûlullah (a.s.) da dedi ki: “Gelsin”.
Verilen emre uyuldu ve Hz. Ömer içeriye alın­dı. Hz. Ömer içeriye girer girmez,
Hz. Peygamber (a.s.) onun çarşafının bir ucunu sımsıkı eline alarak sordu: “İbni
Hattab, seni buraya getiren ne­dir? Vallahi bana öyle geliyor ki Allah sana
büyük bir âfet göndermediği sürece sen vazgeçmeyeceksin.” Hz. Ömer dedi ki: “Ya
Rasûlullah, ben Allah ve Rasûlüne ve Rasûlün talimatına iman etmek için
huzurunuza gel­miş bulunuyorum.” Bunu duyunca Rasûlullah (a.s.) “Allahu Ekber”
diye seslendi. Bu tekbir sesiyle evdeki herkes Hz. Ömer’in müslüman olduğu­nu
anlamış oldu. Müslümanlar buna çok sevindiler. Hz. Hamza (r.a.)’dan sonra Hz.
Ömer’in de müslüman olması müslümanların gücüne güç kattı. İbni İshâk Medine’li
ravilerin Hz. Ömer’in İslâm’ı kabul etmesiyle ilgili ri­vayetlerinin bundan
ibaret olduğunu belirtiyor. Hâfız Ebû Ya’lâ bu rivâyeti Hz. Enes bin Mâlik’e
dayanarak nakletmiştir. Bezzâr ise bizzat Hz. Ömer’in ifadelerini kullanmıştır.

30.3.4. Hz. Ömer
(r.a.)’in Kendi İfadesi

Bezzâr, Taberânî, Beyhakî, İbni Asâkir, Ebû Nu’aym ve Dârekutnî;
Hz. Enes bin Mâlik, Ömer’in mevlası Eslem ve vs.’ye dayanarak bizzat Hz. Ömer’in
kendi ifadesiyle İslâmiyet’i kabul etmesinin hikâyesini kay­detmişlerdir. Bu
ifade, çok ufak tefek ayrıntıların dışında yukarıda naklet­tiğimiz İbni İshâk’ın
rivâyetinin aynısıdır. Yine de, Ebu Nu’aym ve İbni Asâkir’in Hz. Abdullah bin
Abbas’a dayanarak naklettikleri Hz. Ömer’in rivâyetinde şu ilave bilgiler
vardır: “Ben müslüman olduktan sonra Rasûlullah (a.s.)’a dedim ki, “ya
Rasûlullah ister ölelim ister kalalım, biz Hak üzerinde değil miyiz?” Rasûlullah
(a.s.) dedi ki, “canım elinde olan Rab­bime yemin ederim, siz ölseniz de,
kalsanız da, Hak üzerindesiniz.” Ben dedim ki, “o zaman, ya Rasûlullah (a.s.),
gizlenmemize ne gerek vardır? Biz hak üzerinde ve onlar batıl üzerinde iken
dinimizi niçin saklayalım?” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “Ey Ömer, sayımız çok
azdır ve bizim hangi şartlar altında yaşadığımızı görüyorsun.” Ben arz ettim:
“Sizi Hak ile be­raber peygamber olarak öndermiş olan Rabbime yemin ederim,
bundan sonra, daha önce küfrümle oturduğum hiçbir toplantıyı bırakmayacağım.
Artık oralarda İslâm’la oturacağım.” Daha sonra biz iki grup halinde ora­dan
çıktık. Bir grupta Hz. Hamza (r.a.) ve bir gurupta ben vardım. Bu şe­kilde
Mescid-i Haram’a girdik. Kureyşliler bizi böyle görünce beyinlerin­den vurulmuşa
döndüler. Çok üzüldükleri ortadaydı.” Bu olayı İbn Mâce ile Hâkim ve İbni Sa’d
biraz değişik şekilde aktarmışlardır. İbni Hişâm, Hz. Ömer’in şu ifadesini de
nakletmiştir: “İslâmiyeti kabul ettiğim gün dü­şündüm ki, Rasûlullah (a.s.)’ın
en ezeli düşmanını İslâm’a davet edeyim. Bunun üzerine doğru Ebu Cehl’e gittim
ve evinin kapısını çaldım. Ebu Cehl beni görünce her zamanki hoş tavrıyla, “Hoş
geldin yeğenim, hayır ola ne için geldin?” diye sordu. Ben de ona dedim ki, “ben
müslüman ol­dum, bunu sana haber vermeye geldim.” Ebu Cehl, “lânet olsun sana ve
senin getirdiğin şeye” dedi ve pat diye kapıyı kapattı.”

30.3.5. Hz.
Abdullah bin Ömer (r.a.)’in Rivâyeti

İbni İshâk, Nâfi’e dayanarak Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in
rivâyeti­ne nakletmiştir, ki bunun bazı değişik kısımları şöyledir: “Hz. Ömer
(r.a.) İslâmiyeti kabul ettikten sonra arkadaşlara sordu: “Kureyşten haberleri
en süratli şekilde yayan kişi kimdir?” Arkadaşlar Cemil bin Ma’mer bin Ha­bib
el-Cumahi’nin adını verdiler. Hz. Ömer bu zâtı aramaya çıktı. Ben (Hz. Abdullah)
de peşinde idim. Ben o sıralarda bir şeyi görüp anlayacak yaşta idim.[2]
Hz. Ömer, Cemil’i buldu ve ona dedi ki: “Ben müslüman oldum ve Muhammed’in
dinini kabul ettim.” Bunu duyar duymaz Cemil sessizce yerinden kalktı ve
bulunduğu yerden ayrıldı. Hz. Ömer onun pe­şinde idi, ben de onların peşinde. O
adam Mescid-i Haram’a vardıktan sonra, “ey Kureyşliler” diye bağırdı. Kureyşli
kabile reisleri o sırada Kâ’be’nin etrafında gruplar halinde oturuyorlardı.
Onlar, Cemil bin Ma’mer’in sesini duyunca dikkatlerini ona çevirdiler. O dedi
ki, “haberiniz olsun, Ömer dinden dönmüştür.” Hz. Ömer arkasından bağırdı:
“Hayır, bu adam yalan söylüyor, ben dinimden dönmedim. Ben sadece müslüman
ol­dum ve ilân ediyorum ki Allah’tan başka bir ilah yoktur ve Hz. Muham­med
(a.s.) O’nun kulu ve Rasûlüdür.” Bunun üzerine kavga çıktı. Kureyş­liler Hz.
Ömer’i dövüyordu, Hz. Ömer de gücü yettiği kadar onları hırpalı­yordu. Nihayet
güneş yükseldi ve Hz. Ömer yorulup oturdu. Adamlar onun etrafında oturuyor veya
ayakta duruyordu. Hz. Ömer de diyordu ki, ne isterseniz yapın. Bu arada
Kureyşlilerden ihtiyar ve muhterem bir zât öne çıktı ve kalabalıktan meselenin
ne olduğunu öğrenmek istedi. Kalaba­lık dedi ki, “Ömer dinden dönmüştür.” O zât
dedi ki, “Allah Allah ne oldu yani? Bu adam istediği dini seçmiştir. Onun işine
ne karışıyorsunuz, Beni Adiyy’in kendi adamını size teslim edeceğini mi
sanıyorsunuz? Bırakın onun peşini.” Bu sözler üzerine kalabalık dağıldı. Ben
babama bu adamın kim olduğunu sordum. “Oğlum, o As bin Vâil Sehmi (Amr İbn ul-As’ın
babası) idi” dedi babam.” Taberânî ile Bezzâr, Abdullah bin Ömer’in bu
rivâyetini özetleyerek nakletmişlerdir.

Buhârî’de yer alan Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in rivâyetindeki
bazı yeni bilgiler şunlardır: “Hz. Ömer (r.a.) evinde korku içinde otururken,
Cahiliyye döneminde bizim müttefikimiz olan As bin Vâil kendisine geldi ve niçin
böyle oturduğunu sordu. Hz. Ömer dedi ki, “senin adamların beni öldürmek
istiyorlar, zira ben müslüman olmuşumdur.” As bin Vâil Sehmi dedi ki, “ben sana
emân verdiğim için kimse sana el kaldıramaz.” As ken­dilerine ne istediklerini
sordu. Onlar dedi ki, “biz Ömer’in işini bitirmek istiyoruz. O dinden
dönmüştür.” As bin Vâil Sehmi onları sert bir dille uyardı ve dedi ki: “Kimse
Ömer’e el kaldıramaz.” Bunun üzerine herkes dağıldı.”

30.3.6. Hz. Ömer
(r.a.)’in İslâmı Kabul Etmesinin Tarihi

Hz. Ömer (r.a.) İslâmiyet’i, Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin
6. yılın­da kabul etmiştir. Nitekim, İmam Nevevî, “Tezhib’ul-Esmâ”da ve “el-Lugât”ta
ve Molla Ali Kâri “Erba’in-i Nevevî’nin Şerhi’nde bunu yazmış­lardır. Bazı
yazarlar, Hz. Ömer’in, Hz. Hamza’nın müslüman olmasından üç gün sonra, bazıları
da üç ay sonra İslâmiyet’i kabul ettiğini belirtmişler­dir. Fakat Ebû Nu’aym
İsfahani, Hz. Abdullah bin Abbas’ın bizzat Hz. Ömer’e İslâmiyet’i ne zaman kabul
ettiğini sorduğunu ve kendisinin Hz. Hamza’dan üç gün sonra müslüman olduğunu
anlattığını kaydetmiştir. İbni Sa’d, Eslem (r.a.)’e dayanarak Bi’setten sonra
Zilhicce 6 tarihini vermiştir. Fakat, bu olayın bundan daha önce geçmiş olması
ihtimali vardır. Süheylî, Hz. Ömer’in müslüman olduğu sırada Rasûlullah (a.s.)’ın
etrafın­da sadece 40 müslüman bulunduğunu yazmıştır. Vâhidi ise buna 10 kadı­nı
eklemiştir. Ancak Hâfız İbni Hacer, “Menâkıb-ı Ömer” adlı eserinde İbni Ebi
Hayseme’ye dayanarak Hz. Ömer’in şu sözlerini nakletmiştir: “Rasûlullah (a.s.)’ın
yanında 30 kişi vardı. Ben onlara katılarak 40 sayısını tamamladım.” Pek
mümkündür ki, Hz. Ömer ancak bu kişilerin müslüman olduğunu biliyordu. Zira
birçok müslüman din ve imanlarını gizli tutuyor­du.

30.4. Şİ’B-İ EBÎ TÂLİB’DEKİ ESARET

Bu sıralarda Kureyş’in öfke ve hiddeti dorukta idi. Zira onların
bütün oyunlarına, entrika, baskı, zulüm ve işkencelerine rağmen İslâmiyet
gün­den güne gelişiyordu. Bu durum sadece Mekke’ye mahsus değildi. Mek­ke’nin
dışındaki kabileler de İslâm camiasına giriyorlardı. Ayrıca müslü­manların adı
ve sanı Habeşistan’a kadar duyulmaya başlamıştı. Habeş Kralı Necâşî,
müslümanların hamisi olmuştu. Habeşistan’dan da bazı Hıristiyanlar heyet halinde
Mekke’ye gelip müslüman olmaya başlamışlardı. Bunun yanı sıra, Hz. Hamza (r.a.)
ile Hz. Ömer gibi yiğit ve namlı kabile reislerinin İslâmı kabul etmesi
müslümanları hayli cesaretlendirmişti. İbn Ebi Şeybe ile Taberânî, Hz. Abdullah
bin Mes’ûd’un şu sözlerini naklet­mişlerdir: “Vallahi, Hz. Ömer İslâmiyet’i
kabul edinceye kadar Beytul­lah’ın etrafında namaz kılamıyorduk.”

Bütün bu faktörler birleşerek Kureyşlileri o kadar çileden
çıkardı ki, onlar bir mahzer (vesika) hazırladılar. Bu mahzer, Hz. Muhammed
(a.s.)’in ailesinin ve diğer müslümanların boykot edilmesinin ilânıydı. Bu
mahzere imza koyanlar, Beni Hâşim ve Beni el-Muttalib Hz. Muhammed (a.s.)’i
kendilerine teslim etmedikçe bu iki aile ile her türlü ilişkilerini, ev­lilik
bağları, konuşma, alış veriş ve diğer sosyal ve ekonomik bağlarını keseceklerini
ilân ettiler. Kureyş’in bütün ailelerinin reisleri bu belgeyi tasdik ettiler ve
bunu Kâ’be’ye astılar. İbni Sa’d ile İbn Abd-il-Berr’in ifadesine göre bu olay 1
Muharrem, Bi’setten sonra 7. yılda[3]
cereyan et­mişti.

Mûsâ bin Ukbe, İmam Zührî’ye dayanarak “Meğâzi”de demiştir ki,
Ebu Tâlib Kureyşlilerin Hz. Muhammed (a.s.)’in canına kastettiklerini duyunca
Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’i topladı ve onların Hz. Muham­med (a.s.)’i
yanlarına alıp Şi’b-i Ebi Tâlib’te[4]
toplanmalarını onu bu son nefeslerine kadar korumalarını istedi. Ebu Tâlib’in bu
önerisini her iki aile de kabul etti ve ailelerde yer alan ister müslüman, ister
kâfir olsun herkes Şi’b-i Ebi Tâlib’e çekildiler. Kureyş’in, diğer kabile
reislerinin yukarıda bahsedilen mahzeri o zaman imzalayıp Kâ’be’ye astığı
rivayet ediliyor[5].

Bunun aksine İbni Sa’d, Vakıdi ile İbni İshâk’ın şu rivâyetini
naklet­miştir: Kureyşliler önce Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot
edil­mesine ilişkin belgeyi hazırladılar ve daha sonra iki aile Ebu Tâlib’in
di­rektifi üzerine Şi’b-i Ebi Tâlib’te mahsur kaldılar. Aynı ifadeyi, İbni Abd
il-Berr kendi siyer kitabında kullanmıştır. Ebû Leheb, bu kritik ânda
aile­sinden uzak kaldı ve gidip Kureyşli boykotçulara katıldı. Beni Abd-i
Menâfin geriye kalan iki ailesi Beni Abd-i Şems ile Beni Nevfel de kendi
soylarından uzak kaldılar ve düşmanlarına katıldılar.

İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak Beni Hâşim ile Beni
el-Mutta­lib’in mahsur kalmalarının müddetini 2-3 sene olarak göstermiştir.
Ancak, İbni Sa’d ile Mûsâ bin Ukbe bu müddetin kesinlikle üç olduğunu tesbit
et­miştir. Bütün bu süre içinde Kureyşlilerin muhasarası bütün acımasızlı­ğıyla
devam etti. Şi’b-i Ebi Tâlib’tekiler öylesine boykot ve tecrit edildiler ki,
onlara bütün ikmal yolları kesildi. Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre dışardan
tüccar ve satıcılar gelince Mekkeliler onların etrafını sarar ve bü­tün yiyecek,
içecek, giyecek türünden mallarını satın alırlardı, ki muhasa­ra altındakilere
bir şey kalmasın. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ebu Le­heb, Mekke’ye gelen
tüccarlardan muhasara altındakilerden mallarının normal fiyatının beş-altı
mislini isterdi. Fiyat bu kadar yüksek olunca ku­şatılmış kişiler istedikleri
mallan alamıyorlardı. Daha sonra da Ebu Leheb bütün bu mallan normal fiyatlara
alırdı. İbni Sa’d ile Beyhakî’nin rivâyeti­ne göre mahzur kalanların durumu
öylesine kötüleşmişti ki, aç çocukları­nın inilti sesleri Şi’b-i Ebi Tâlib’in
dışına kadar duyuluyordu. Mahsur kalanlar ancak Hac mevsiminde saklandıkları
yerden çıkabiliyorlardı ve ikinci hacca kadar aynı yerde bulunuyorlardı.

Muhasara süresince Hz. Hatice (r.a.)’nin yeğeni Hakim bin Hizam
ve Nadle bin Hâşim bin Abd-i Menâfin yeğeni (üvey kardeşi) Hişâm bin Amr ve
el-Amiri gizlice mahzur kalanlara yardım ederlerdi. İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a
dayanarak yazdığına göre, bir defasında Ebu Cehl, Hakim bin Hizâm’ın teyzesi
için erzak götürürken yakaladı ve kendisine şöyle dedi: “Sen Beni Hâşim için
yiyecek ve erzak götürüyorsun ha! Vallahi, ben seni Mekke’de herkesin önünde
rezil etmeden bırakmayacağım.” Bu sırada Be­ni Esed bin Abdul-Uzza bin
Kusayy’dan ve Hz. Hatice’nin yakın akrabası olan Ebul-Bahteri bin Hişâm oraya
geldi ve meselenin ne olduğunu sordu. Ebu Cehl dedi ki, “bu adam Beni Hâşim için
erzak götürüyordu.” Ebul-Bahteri dedi ki: “Bırak onu, o teyzesine erzak
götürüyor. Bu erzak da teyzesinindir. Sen Hatice (r.a.)’nin erzakını ona
götürmesine izin vermeyecek misin?” Ebu Cehl “hayır” diye cevap verdi. Bunun
üzerine ikisi arasında kavga çıktı ve Ebül-Bahteri, Ebu Cehl’i iyice hırpaladı.
Öyle ki, bir deve­nin çene kemiğiyle başını yardı. Bütün bu olayı Hz. Hamza
dikkatle izli­yordu. İki kâfir durumun farkına varınca, Beni Hişâm memnun
olmasın diye utanarak kavgalarına son verdiler. İbni Hişâm ayrıca, İbni İshâk’a
da­yanarak Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bir hikâyesini de nakletmiştir. Verilen
bilgiye göre Hişâm bin Amr da gizlice Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e yardım
ederdi. Hişâm erzakları bir deve üzerine koyup getirir ve gece Şi’b-i Ebi
Tâlib’in kenarına gelip bunu çukura yuvarlayıverirdi. Mahsur kalanlar erzakı
aşağıdan alırlardı ve deveyi serbest bırakırlardı. Kureyşliler onu da tehdit
ettiler, ama Ebu Süfyan onu bırakmalarını söyle­di ve bir kişinin akrabalarına
yardım etmesine mani olunmamasını istedi.

30.4.1. Ay’ın
İkiye Bölünmesi

Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesi olayı bütün
şid­detiyle devam ediyordu. Ama daha evvel belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)
davet işini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Boykot başlayalı iki yıl ol­muştu ki,
Ay’ın ikiye bölünme Mu’cizesi gibi muazzam bir olay meydana geldi. Mekkeli
kâfirler böyle bir Mu’cizeyi göz ardı edemezlerdi. Muhad­disler ile müfessirler
bu Mu’cizenin, Medine’ye hicretten beş yıl önce (ya­ni, Bi’setten sonra, 8.
yılda) Minâ’da meydana geldiğinde ittifak etmişler­dir. Kur’an-ı Kerim’de de bu
olay şöyle anlatılmıştır:

“Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu’cize görseler yüz
çevi­rip ‘bu devam edegelen kuvvetli bir sihirdir’ derler.” (Kamer; 1-2)

Bazı akılcı kimseler ayın bölünmesi vak’asına akılcı yaklaşım
getir­meye çalışmışlardır. Bunlar “inşakk-al kamer” kelimelerini, ayın
bölünmesinin uzak bir ihtimal olduğunu düşünerek “ay bölünecek” anlamına
al­mışlardır. Halbuki bu kelimeler “ay bölündü” anlamındadır ve “ay bölüne­cek”
anlamını çıkarmaya çalışırsak, bütün ayetin tercümesi muğlak ve an­laşılmaz hale
gelir. İlk ayette ayın bölünmesi vak’ası kıyametle eşdeğer tutulmuştur. Yani,
ayın bölünmesi kıyametin bir işareti olarak gösterilmiş­tir. Bunun ilerde
meydana gelecek bir vak’a olarak kabul ettiğimizde “ayın bölünmesi”nin,
kıyametin alameti veya işareti olacağı söylenemez. Bun­dan sonraki ayetin manası
tamamıyla kaybolur. Zira orada deniliyor ki, bu kâfirler o kadar inatçı ve
sapıktırlar ki, bunlar dünyanın en büyük Mu’cize­sini bile görseler buna sihir
diyeceklerdir. Bu olay uzak bir gelecekte vuku bulacak olsaydı, Mekkeli
kâfirlerin bu tutumundan böylece bahsedil­mesi anlamsız olurdu. Zaten ay
Mu’cizesi çok muteber hadislerle de sabit­tir.

Hadisler Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebu Dâvûd
Tayalisi, Abdurrezzak, İbni Cerir, Beyhakî, Taberânî, İbni Merdûye ve Ebu Nu’aym
İsfahani’de birçok güvenilir senetlerle, özellikle Hz. Abdul­lah bin Ömer, Hz.
Huzeyfe bin el-Yeman, Hz. Enes bin Mâlik ve Hz. Cu­beyr bin Mut’im tarafından
naklolunmuştur. Bunlardan üç zât, yani Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Huzeyfe ve
Hz. Cubeyr bin Mut’im bir Mu’cize­nin görgü tanıkları olduklarını
açıklamışlardır. Diğer iki râvi, yani Hz. Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin
Mâlik ise görgü tanığı olamazlar; zi­ra bu olay onların doğuşundan önce ya da
küçük yaşta iken cereyan etmiş­ti. Ama bunların ikisinin de mümtaz sahabeler
olduğu ve olayı büyükle­rinden duydukları şüphe götürmez.

Bütün rivayetler bir araya toplanınca ayın bölünmesi vak’asının
tafsi­latı şöyle ortaya çıkar: Hicret’ten beş sene evveldi. Kameri ayın 14.
gü­nüydü. Ay henüz çıkmıştı. Birden bire ikiye bölündü; bir parçası karşıdaki
tepenin bir tarafına, bir parçası da tepenin başka bir tarafına kaydı. Bu, bir
anlık bir durumdu. Daha sonra ayın iki parçası da birleşti. Rasûlullah (a.s.) o
sırada Minâ’da idi. Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki, “bakın ve buna
şahit olun.” Kâfirler dedi ki: “Muhammed bizi büyülemişti, onun için gözlerimiz
aldandı.” Diğer kimseler dedi ki, “Muhammed bizi büyüleyebilirdi, ama sizi ve
dışarıdakileri büyüleyemezdi, onlar gelsin, onla­rın da bu olayı görüp
görmediklerini araştıralım.” Dışardan gelenler de dediler ki, onlar da bu
manzarayı görmüşlerdi.

Bu olayın Mu’cize olup olmadığı ve işin aslının ne olduğuna daha
ayrıntılı bahsi bu kitabın ilk cildinde Hz. Peygamber (a.s.)’in Mu’cizeleri
bö­lümünde yaptığımız için, bu noktalara temas etmiyoruz.

30.4.2. Ebû Tâlib
Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?

Mekkeli serseri, gaddar ve inatçı kabile reisleri öfke içinde
olan diğer hemşehrilerinin durumundan istifade ederek şehrin iki kuvvetli ve
kudretli ailesi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in her bakımdan boykot
edilmesini temin etmişlerdi. Ama bu öfke ve hiddet geçici olduğu için boykotun
ile­lebet devam etmesi düşünülemezdi. Mekke’de bu iki aile ile münasebet ve
akrabalıkları bulunmayan fert veya aile hemen hemen yok gibiydi. Bu se­beple,
başından beri bazı kimseler yakınlarının ve akrabalarının bu şekilde tecrit
edilmelerini beğenmemişlerdi. Boykot ve tecrit uzadıkça bu hoşnut­suzluk da
arttı. Zira Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e mensup olanlar, özellikle
çoluk-çocuk aç ve susuz kalmaya başlamışlardı. Çocukların inil­tileri ve ağlama
sesleri çevrede duyuluyordu. Şi’b-i Ebi Tâlib’in dışında bulunan eş, dost ve
akrabalar çocukların bu inilti ve ağlamalarım duyduk­ça tedirgin oluyorlardı.
Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre üç yılın sonun­da Beni Hâşim ile evlilik ve
diğer ilişkilerde bulunan Beni Abd-i Menaf, Beni Kusayy ve diğer aileler
birbirine düştüler ve birbirini suçlamaya baş­ladılar. Bunlar diyorlardı ki;
kendileri yakınlarını ve arkadaşlarını boykot etmekle Arabistan’da süregelen
geleneklerini açıkça ihlal etmişlerdir ve insanlığa aykırı davranmışlardır.

Taberî ile İbni Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak ve
Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak, nihayet, Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bu boykota
ve insanlık dışı harekete son vermek için seferber olduğunu yazmışlardır. Hişâm
ilk önce Beni Mahzûm’un reisi Züheyr bin Ebi Ümeyye ile görüş­tü. Züheyr, Hz.
Ümmü Seleme’nin kardeşi ve Hazreti Peygamber (a.s.)’in teyzesi Atike binti
Abdulmuttalib’in oğluydu. Hişâm, Züheyr’e dedi ki: “Ey Züheyr, sen rahat yiyip,
içip şenlik içinde yaşarken yakınlarının açlık­tan ölmeleri, onlarla her türlü
alışverişin durdurulması ve onlarla bütün sosyal ve izdivaç ilişkilerinin
kesilmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor ve vicdan azabı çekmiyor musun? Ben
yemin ederim ki, aynı muamele Ebu’l-Hakem bin Hişâm’a (Ebû Cehl’e) yapılsa ve
onların en yakın akra­balarına bugün senin akrabalarına revâ görülen muameleyi
yapman emre­dilmiş olsaydı, o (Ebû Cehl) bunu asla kabul etmeyecekti.” Züheyr
dedi ki: “Ben tek başıma ne yapabilirin-.? Beni destekleyen olursa, inan ki,
ak­rabalarımızın tecrit edilmesiyle ilgili belgeyi yırtıp attırırım.” Hişâm dedi
ki: “Seni destekleyen ilk kişi benim.” Züheyr dedi ki: “Bir kişi daha bul.”

Bundan sonra Hişâm, Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin reisi Mut’im
bin Adiyy’e gitti ve dedi ki: “Ey Mut’im sen Abd-i Menâfin iki büyük aile­sinin
yok olmasını mı istiyorsun? Sen buna seyirci mi kalacaksın. Beni iyice dinle,
eğer bu konuda Kureyşlilerden yana çıkar ve Kureyşlilerin bu iki aileyi yok
etmelerine seyirci kalırsan, aynı muamele er geç sana da ya­pılacaktır. Mut’im
“ben tek başıma ne yapabilirim ki” dedi ve başkalarının da yanında olması
gerektiğini söyledi. Hişâm, “bir benim, bir de Züheyr bin Ümeyye.” Mut’im dedi
ki: “Bir arkadaş daha ara.”

Bundan sonra Hişâm, Beni Esed bin Abdül-Uzzâ’nın reisi
Ebul-Bahteri As bin Hâşim ile görüştü ve Mut’im’e söylediklerini ona da
tekrarladı. Ebul-Bahteri “bizimle hemfikir olan başka kimse var mıdır?” diye
sordu. Hişâm “bir benim, bir Züheyr bin Ebi Ümeyye ve bir de Mut’im bin Adiyy”.
Ebul-Bahteri dedi ki, “Artık bir kişiyi daha bul, ondan sonra bu iş tamamdır.”
Bunun üzerine Hişâm, Zeme’a bin el-Esved bin Muttalib ile görüştü. Zeme’a, Beni
Esed bin Abdül-Uzza’nın kabile reislerinden biriydi ve o da bu işe evet dedi.

Bundan sonra bu beş kişi gece vakti Mekke’nin yukarısında
Hacûn’da bir araya gelip boykot veya tecrit vesikasının yok edilmesi yolunda
gayret sarf etmek için and içtiler. Züheyr dedi ki, “Söze ben başlayacağım, ve
siz beni teyid edeceksiniz.” Ertesi sabah bu zevat Kureyşlilerin toplandıkları
yere gittiler. Züheyr, Kâ’be’yi 7 defa tavaf ettikten sonra Kureyşlilere
hita­ben dedi ki: “Ey Mekke ahalisi, bir yanda Beni Hâşim can çekişirken bize
doyasıya yemek, içmek ve giymek yakışıyor mu? Ne onlardan bir şey sa­tın
alınıyor ne de onlara bir şey satılıyor. Vallahi şu gaddarca ve merha­metsizce
yazılan mahzer yırtıp atılıncaya kadar yerime tekrar oturmayaca­ğım.” Ebu Cehl
bağırdı: “Sen yalan söylüyorsun. O mahzer yırtılmayacaktır.” Bu sırada Zeme’a
lafa karıştı ve Ebu Cehl’e dönerek, “Vallahi, en büyük yalancı sensin. İnan ki,
bu mahzer hazırlanırken de biz memnun değildik.” Sonra Ebul-Bahteri hemen
yerinden fırladı ve dedi ki: “Evet Zeme’a sen doğru söylüyorsun. Bu belgede
yazılanların hiçbirini beğen­memiştik ve onaylamamıştık.” Mut’im kalktı ve dedi
ki: “Siz ikiniz haklı­sınız ve sizden farklı görüş ileri süren yalancıdır. Biz
tanrı huzurunda bu vesikadan ve bunun içinde yazılanlardan beraat ediyoruz.”
Hişâm bin Amr da bunu teyid etti. Bunun üzerine Ebu Cehl dedi ki: “Bu bir
tertiptir. Siz bunu bir gece bir yerde hazırlamışsınızdır.”

30.4.3. İlâhi
Kudretin Bir Belirtisi

Öte yandan, İbni Sa’d ve İbni Hişâm ile Belâzuri’nin rivayet
ettiği gi­bi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesiyle ilgili
belgedeki bütün yazıların güve tarafından yenildiği ve sadece Allah’ın isminin
sağlam kaldığı Cenab-ı Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirildi (İb­ni
İshâk, Musa bin Ukbe ve Urve’nin ifadeleri bunun tam aksidir. Bunlar diyorlar
ki, belgede iki aileye boykot ve zulüm yapılmasıyla ilgili yazı ve maddeler
sağlam kalmış ve sadece Allah’ın isminin bulunduğu yer güve tarafından
yenilmişti. Fakat bu ifadeler pek inandırıcı değildir ve daha doğru ve inanılır
ifade yukarıdaki yazarlarınkidir). Rasûlullah (a.s.) bunu amcası Ebu Tâlib’e
bildirdi. Ebu Tâlib, “bunu Rabbin mi sana bildirmiş­tir?” diye sordu.
Rasûlullah, “evet” dedi. Bunun üzerine Ebu Tâlib mese­leyi kardeşlerine açtı.
Onlar Ebu Tâlib’in fikrini sordu. Ebu Tâlib şunları söyledi: “Vallahi, Muhammed
hiçbir zaman bana yalan veya yanlış bir şey söylememiştir.” Ebu Tâlib bundan
sonra ne yapılması gerektiğini öğ­renmek istedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu:
“Bana kalırsa, siz en iyi elbisele­rinizi giyip Kureyş’e gidin ve kendilerine
durumu izah edin.” Bu teklif üzerine ailenin büyükleri oradan Kureyşli büyük ve
akıllı simaların bulun­duğu Hicr’e gittiler. Kureyşliler, Beni Hâşim ve Beni
el-Muttalib’in reisle­rinin bu şekilde kendilerine doğru gelmekte olduğunu
görünce şaşırdılar ve ne söyleyeceklerini merakla beklediler.

Gerçi tarihçiler duruma bir açıklık getirmemişlerdir. Ama biraz
düşü­necek olursak; Ebu Tâlib ve arkadaşlarının, Züheyr ve arkadaşlarının
ha­remde Ebu Cehil ile tam kapıştıkları sırada yetiştiklerini tahmin edebiliriz.
Ebu Tâlib oraya vardıktan sonra dedi ki: “Biz bir sual ile geldik, umarız siz
bunun doğru cevabını vereceksiniz.” Kureyşliler “Ehlen ve sehlen, hoş geldiniz.
Bizde sizi memnun edecek pek çok şey var. Siz ne istiyorsu­nuz?” diye sordular.
Ebu Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)’den duyduklarını an­lattı ve şöyle dedi:
“Yeğenim bana bu haberi vermiştir ve vallahi, o hiçbir zaman yalan söylemez. Siz
o vesikayı getirin. Eğer yeğenimin söyledikle­ri doğruysa, bize uygulanan boykot
kaldırılsın ve bu vesikada ne yazılıysa geçersiz sayılsın. Fakat yeğenim yalan
çıkarsa ben onu size teslim ederim. Ondan sonra yapacağınızı siz bilirsiniz.
İster onu öldürün ister sağ bıra­kın.” Kureyşliler Ebu Tâlib’in iyi bir teklifte
bulunduğunu söylediler ve vesikanın getirilmesini emrettiler. Vesika geldi ve
herkes gördü ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e Rabbi tarafından verilen bilgi doğruydu.
Bunu gördük­ten sonra Kureyşliler dona kaldılar ve boyunları büküldü. Ebu Tâlib
şöyle dedi: “Gördüğünüz gibi zulüm, kötü muamele ve merhametsizlik gibi suç­ları
siz işlediniz. O halde, biz niçin daha mahpus kalalım?” Bu sözleri söyledikten
sonra Ebu Tâlib maiyyetindekilerle beraber Kâ’be’nin örtüleri­ne tutunarak
Allah’a dua etti: “Ya Rabbi, bize zulüm eden, bize merhamet­sizlik yapan, bizim
için haram ettiklerini kendileri için helal eden ve bizimle bütün
münasebetlerini kesenlere karşı bize yardım et.” Ebu Tâlib oradan arkadaşlarıyla
birlikte Şib-i Ebi Tâlib’e hareket etti. Onların gitme­sinden sonra
Kureyşlilerden pek çok kişi kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıktan dolayı
hayıflandılar. Bu tür görüş ileri surenler arasında Mut’im bin Adiyy, Adiyy bin
Kays, Zame’a bin Esved, Ebu’l-Bahteri bin Hâşim ve Züheyr bin Ümeyye önde
idiler. Sonra bunların hepsi silahlarıy­la birlikte Şi’b-i Ebi Tâlib’e gittiler
ve Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e artık evlerine dönebileceklerini
müjdelediler.

İbni Sa’d, Belazuri ve İbni Abd il-Berr’in ifadelerine göre
boykot Bi’set’ten sonra 10. yılda sona erdi.

30.5. HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ
TALİBİN VEFATI

Boykot ve muhasaranın bitiminden sonra Hz. Peygamber (a.s.)
henüz rahat bir nefes alamamıştı ki, ard arda gelen iki acı olay yüzünden yine
üzüntüye kapıldı. Bu acı olaylar, Rasûlullah’ın (a.s.) kötü gün dostu ve en
büyük destekçilerinden biri olan muhterem amcası Ebû Tâlib ile dünyanın en sâdık
ve vefakâr zevcelerinden ve Rasûlullah (a.s.)’ın hayat arkadaşı, can yoldaşı,
Hz. Hatice (r.a.)’nin öbür dünyaya göçmeleriydi. Bu her iki âfet de Şi’b-i Ebî
Tâlib’deki muhasaranın kalktığı Bi’set’ten sonra 10. yılda koptu.

Bazı tarihçiler, Hz. Hatice (r.a.)’nin, Ebû Tâlib’ten evvel
vefat ettiğini ifade etmişlerdir. (Meselâ; Vakıdî, Hz. Hatice’nin Ebû Tâlib’ten
35 gün sonra öbür dünyaya intikal ettiğini yazmıştır). Fakat muteber ve
güvenilir rivayetlere göre ilk vefat eden Ebu Tâlib’ti ve bundan kısa bir müddet
son­ra da Hz. Hatice (r.a.) vefat etti. Beyhakî ve İbni İshâk’ın rivayetlerine
gö­re her ikisi de Hicret’ten üç yıl önce aynı yılda vefat etti. Bu tarihçilerin
dayandıkları kaynak Muhammed bin İshâk’tır. İbni Abd il-Berr ise Ebu Tâlib’in,
Şi’b-i Ebi Tâlib’den çıkmalarından 6 ay sonra Hz. Hatice’nin de ondan üç gün
sonra Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu beyan etmiştir. İbni Sa’d diyor ki, Ebu
Tâlib 15 Şevval, bi’set’ten sonra 10. yılda 80 yaşında vefat etti, bundan bir ay
beş gün sonra da Hz. Hatice (r.a.) 65 yaşında ha­yata gözlerini yumdu. İbni
Esir, Ebu Tâlib’in Şevval veya Zilkade (10 Bi’set) de vefat ettiğini
bildirmiştir. Hz. Hatice’nin de 35 gün sonra öldü­ğünü kaydetmiştir. Hâfız
Ebu’l-Ferec İbn-Ul-Cevzi bu iki muhterem zâtın ölümü arasında sadece 5 günlük
fark olduğunu açıklamıştır. İbni Kuteybe ise ikisinin ölümü arasında sadece üç
günlük fark olduğuna işaret etmiştir. Kastallânî ise “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de
doğru olanın Hz. Hatice’nin Ramazan 10. Biset’te vefat etmiş olduğunu
bildirmiştir. Belazuri ise Ha­kim bin Hizâm’a dayanarak Hz. Hatice’nin vefat
tarihinin 10 Ramazan bi’set’ten sonra 10. yıl olduğunu göstermiştir.

30.6. KÂFİRLERİN ZULMÜ

Rasûlullah (a.s.) Bi’set’ten sonra 10. yılın “Âmul Hüzn” (Üzüntü
Yılı) olduğunu söylerdi. Bir taraftan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın başına bu
felâketler geldi ve bir taraftan Kureyşli kâfirler ve müşrikler, Ebû Tâlib gibi
kuvvetli ve heybetli destekçisinin ortadan kalkmasından sonra kimse­siz ve
çaresiz kaldığını görerek kendisine zulüm, tehdit ve işkencelerini arttırdıkça
arttırdılar. Beyhakî’nin Urve bin Zübeyr’e dayanarak naklettiği rivayete göre
Rasûlullah (a.s.) şunları buyurdu: “Kureyş, Ebu Tâlib’in ve­fatına kadar
korkakça davrandı.” Bu demektir ki bundan sonra Kureyşliler melanetlerini ve
menfur emellerini arttırdıkça arttırdılar. Hâkim, Urve bin Zübeyr’in aynı
rivâyetini aynı ifadelerle, Hz. Ayşe (r.a.) nin ağzından nak­letmiştir.

İbni İshâk, Kureyş’in gittikçe artan cür’et ve cesaretinin bir
örneğini Urve bin Zübeyr’e dayanarak nakletmiştir. Buna göre, bir defasında
Ku­reyş’in bir serserisi uluorta Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek başına
toprak attı. Hz. Peygamber (a.s.) aynı vaziyette eve vardı. Hz. Peygam­ber’in
kızlarından biri başını yıkıyor ve ağlıyordu. Hz. Peygamber de ken­disini
teselli ediyordu ve şunları söylüyordu: “Ağlama kızım, Allah, senin babanın
destekçisidir.”

İmam Buhârî, “Kitâb-üt Teharet, Kitâb’üs-Salât, Kitâb-ul Cizye,
kitâb’ul-Cihâd ve Kitab’ul Meğâzi”de çeşitli yerlerde Hz. Abdullah bin Mes’ûd’a
istinaden şu rivâyeti nakletmiştir: Rasûlullah bir gün Ka’be ya­kınlarında namaz
kılıyordu ve Kureyş’in adamları bir tarafta oturuyorlar­dı. Bunlardan biri
(Müslim’e göre Ebû Cehl) arkadaşlarına şöyle dedi: “Acaba sizlerden kim falanca
kişinin evinden, kesilmiş bir dişi devenin midesi, bağırsağı ve rahmini getirip
bu adamın (Hz. Muhammed) secdeye gittiği zaman sırtına atabilir?” Bunun üzerine
Kureyşlilerin en katı kalbli mel’unu, Ukbe bin Mu’ayt kalkıp gitti ve tarif
edilen pisliği getirip Rasûlullah (a.s.)’ın sırtına atıverdi. Rasûlullah (a.s.)
bu pisliğin ağırlığı yüzün­den secdeden başını kaldıramadı. Kureyşli mel’ûnlar
bu manzarayı görüp katıla katıla gülüyorlardı. Haber, Hz. Peygamber (a.s.)’in
evine ulaştırıldı. Hz. Fatma koşarak geldi ve aziz babasının sırtındaki ağır
şeyleri tek tek attı. Sonra Kureyşlilere dönerek kendilerini ağır bir şekilde
azarladı ve onlar için beddua etti. (Hâfız Bezzâr diyor ki, kâfirlerden hiçbiri
Fatma’ya bir şey söylemedi). Rasûlullah (a.s.) namazı kıldıktan sonra “ey
Allah’ım, Kureyş’in işini hallet” dedi. Bazı rivâyetlere göre üç defa.
Buhârî’nin rivâyetine göre Kureyşliler, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu sözlerini
dinledikten sonra Kureyşlilerin keyfinin kaçtığı ve hatta bazılarının çok
korktuğu ya­zılıdır. Başka bir rivayete göre Hazreti Peygamber (a.s.) Ebu Cehl,
Utbe bin Rebî’a, Şeybe bin Rebi’a, Velid bin Utbe bin Rebi’a, Ümeyye bin Ha­lef,
Ukbe bin Ebi Mu’ayt ve Umare bin Velid’in isimlerini anarak beddua etti. (Bu
hadisi, Buhârî ve Müslim’in yanı sıra, İmam Ahmed, Nesâî, Bezzâr, Taberânî ve
Ebû Dâvud Tayâlisi vb. da nakletmişlerdir. Tayâlisî’nin hadisinde Hz. Abdullah
bin Mes’ûd’un şu sözlerine de yer ve­rilmiştir: “Ben bundan önce hiçbir zaman
Hazreti Peygamber (a.s.)’in bu adamlar için beddua ettiğini görmemiştim.”)

Bu hadisi rivayet edenler bu olayın ne zaman meydana geldiğini
açıklamamışlardır. Fakat olayda geçen bir nokta, bunun zamanını tayin
et­mektedir. O nokta sudur: Hazreti Peygamber (a.s.) secdede iken sırtına pislik
atılınca evine haber yollandı ve bu haberi duyarak babasının sırtın­daki pisliği
atmak üzere olay yerine Hz. Fatma (r.a.) geldi. İbn Abd il-Berr’in kayıtlarına
göre Hz. Fatma, Rasûlullah (a.s.) 41 yaşında iken dün­yaya gelmişti. Zürkâni,
“Şerh,i Mevâhib’te bu tarihin doğru olduğunu be­yan etmiştir. Bu demektir ki,
olayın meydana geldiği sırada Hz. Fâtıma (r.a.) en az 9 yaşında idi. Zira bundan
daha küçük bir çocuğun dişi deve­nin midesini, bağırsağını ve rahmini kaldırıp
atması zordur. Tahminimize göre bu olay, Hz. Hatice (r.a.) ve Ebû Tâlib’in
vefâtından sonra meydana geldi.

30.7. EBÛ TALİB’İN VASİYETLERİ

Allâme Kastallânî “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Allâme Zürkâni, bu
eserin şerhinde Hişâm bin Muhammed bin es-Saib Kelbî’ye istinaden de­mişlerdir
ki, Ebu Tâlib ölüm döşeğinde iken Kureyşli kabile reisleri ken­disiyle görüşmeye
geldiler. Ebu Tâlib kendilerine Kureyş kabilesinin bü­yüklüğünden ve
faziletinden bahsettikten sonra şunları vasiyet etti: “Ba­kın, şu Kâ’be’ye
hürmete riayet edeceksiniz, zira Rabbinizi ancak bu şekil­de memnun
edebilirsiniz. Akraba ve yakınlarınıza merhametli davrana­caksınız. Birbirinizin
hakkını yemeyeceksiniz. Davet verenin davetini ka­bul edeceksiniz. Dilenci ve
dilek sahibinin ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Doğruyu söyleyecek ve
emanetinize sâdık kalacaksınız.” Daha sonra bu hususla ilgili olarak şunları
söyledi: “Ben sizin, Muhammed (a.s.)’e iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü
o Kureyş’te emin ve bütün Arabis­tan’da en sâdık (doğru sözlü, doğru hareketli)
kişi olarak tanınıyor. O, be­nim size tavsiye ettiğim bütün meziyetlerin
toplamıdır. O, öyle bir şey ge­tirmiştir ki, kalb onu kabul ediyor, ama dil,
insanların husûmeti sebebiyle reddediyor. Fakat Allah’a yemin ederim, benim
gözlerim, Arabistan’ın fa­kir fukaralarının etraftaki insanların ve diğer mazlum
kişilerin öne çıkıp onun davetini kabul edeceklerini, onun kelimesini tasdik
edeceklerini, onun davasını ileriye götüreceklerini, onun da onları yanına alıp
tehlike­lerle dolu denize atlayacaklarını ve Kureyş’in kabile reislerinin ve
eşrafı­nın da avuçlarını yalayacaklarını görüyor gibidir.”

İbni Sa’d’ın dediği gibi: “Ebû Tâlib vefat etmeden önce
evlâtlarına şu nasihatte bulundu: “Muhammed (a.s.)’in sözlerini dinlediğiniz ve
emirleri­ni yerine getirdiğiniz sürece huzur ve emniyette olacaksınız. Onun
için, O’na tabi olun ve O’na yardım edin. Bu şekilde daima doğru yolda
olacak­sınız.” Hazreti Peygamber (a.s.) dedi ki: “Amcacığım, siz onlara
nasihatte bulunuyorsunuz, ama kendiniz için bir şey söylemiyorsunuz.” Ebu Tâlib
dedi ki: “Ben ölüm anında korkarak ve dayanamayarak kararımdan cayan bir kişi
olarak bilinmek istemiyorum. Kureyşlilerin, benim sağlığım yerin­de iken bu şeyi
reddettiğimi, ancak ölüm anında korkarak bunu kabul etti­ğimi söylemelerini
istemiyorum.”

İbni Sa’d, İmam Muhammed bin Sirin’e dayanarak demiştir ki, Ebu
Tâlib son nefesini vermeden önce Rasûlullah (a.s.)’ı yanına çağırttı ve
kendisine şöyle dedi: “Evladım, ben öldükten sonra Beni Neccâr’ın yakın­ları
(dedenin ailesinin bulunduğu Medine’ye git. Zira, onlar kendi akraba­larını
korumakta herkesten ilerdedirler.”

Bu vasiyetler gösteriyor ki, Ebu Tâlib son derece zeki ve
basiretli bir zâttı. Uzak geleceği görebiliyordu. Ebu Tâlib’in özellikle
Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye gitmesiyle ilgili fikri çok isabetliydi ve bu
fikir Hic­ret’ten üç yıl önce ortaya atılmıştı. Halbuki bu sözlerin söylendiği
zaman kimse Medine’nin Hazreti Muhammed (a.s.)’i bağrına basacak ve
İslâmi­yet’in merkezi olacak bir kent olacağını tahmin etmemişti. Medine ve
aha­lisi Hazreti Peygamber (a.s.)’i ve müslümanları öylesine destekledi ve
öy­lesine güçlerine güç kattı ki, müslümanlar kısa bir zamanda bütün
Arabis­tan’a hâkim oldular. Aynı şekilde, Ebû Tâlib’in Kureyşli kabile
reislerine söylediği sözlerde tamamıyla doğru çıktı. Hazreti Peygamber
(a.s.)’den yana olan daha aşağı tabakadaki İnsanlar ve mazlum kişiler devlet ve
memleket işlerinin en üst mevkiinde yer alırken inatçı Kureyşli kabile reisleri
avuçlarını yaladılar. İbni Abd il-Berr, “İstiâb”da Hz. Ömer’in halife­lik
devrinin bir vak’asını nakletmiştir. Buna göre, bir gün aralarında Ku­reyş’in
Süheyl bin Amr ve Ebû Süfyan gibi reislerinin de bulunduğu bir heyet, Emir
ul-Müminin, Hz. Ömer ile görüşmeye geldi ve oturmak için Halife’nin işaretini
beklediler. Bu arada, Hz. Bilâl ve Hz. Suheyb gibi di­ğer kişiler içeriye
almıyordu. O sırada Ebu Süfyân arkadaşlarına şikâyet eder bir tavırla, “vallahi,
şu hale bak, ne günlere kaldık. Bizim gibi reisler dışarıda bekliyor ve bu
köleler ağırlanıyor” dedi. Bunun üzerine Süheyl bin Amr dedi ki: “Bu şikayeti
kendi kendinize yapacaksınız. Zira İslâmi davet verildiği zaman bu adamlar öne
çıkmış ve siz geri kalmıştınız.”

30.8. EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)’I
HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR

İbni Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de Hazreti Peygamber (a.s.)’e
müş­rik ve kâfirlerin revâ gördükleri kötü muamele gittikçe artınca bir gün Ebû
Leheb, Rasûlullah (a.s.)’a gelip şunları söyledi: “Ey Muhammed, sen ne yapmak
istiyorsan yapmaya devam et. Ebû Tâlib’in hayatında yaptığın işine devam et. Lât
ve Uzza’ya yemin ederek söylüyorum, ben yaşadıkça kimse sana elini kaldıramaz.”
Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) evinden çıkıp yolda yürürken İbn-ul Ğaytale[6]
kendisine küfredince Ebu Leheb evinden çıkıp bu adamı fena şekilde azarladı.
Bunu duyduktan sonra İbn­ül Ğaytale yaygarayı bastı ve arkadaşlarına: “Ey
Kureyşliler, beni dinle­yin. Ebu Utbe (Ebu Leheb) de atalarının dininden
dönmüştür.” Bu gürül­tüyü duyanlar Ebu Leheb’e geldiler ve işin alını öğrenmek
istediler. Ebu Leheb dedi ki: “Ben Abdül-Muttalib’in dinini terk etmedim. Fakat
şunu bi­lin ki, yeğenimi himaye edeceğim, zira artık onun hiçbir velisi
kalmamış­tır.” Kureyşli kabile reisleri, “vallahi, bu iyi bir şeydir, akrabalara
merha­met göstermek iyidir” diye cevap verdiler. Bundan sonra birkaç gün
Rasûlullah (a.s.) huzur ve emniyet içinde kaldı ve kimse kendisini rahatsız
et­medi. Nihayet, bir gün Ebu Cehl ile Ukbe bin Mu’ayt aralarında anlaşarak Ebu
Leheb’e geldiler ve dediler ki: “Yeğenine sorsana, onun dedesi ve se­nin baban
Abdulmuttalib, âhirette nereye gidecek?” Ebu Leheb bu soruyu Rasûlullah (a.s.)’a
yöneltti. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Kavmi nereye gider­se o da oraya
gidecektir.” Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)’ın bu cevabını ar­kadaşlarına iletti.
Onlar dediler ki: “Bundan bir şey anladın mı, bu demek­tir ki baban Cehennem’e
girecektir.” Ebu Leheb, gelip Hz. Nebi-yi Ke­rim’e sordu: “Ey Muhammed,
Abdulmuttalib Cehenneme mi gidecektir?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Evet,
Abdulmuttalib’in dinine bağlı olarak ölen diğer kimseler de Cehennem’e
gideceklerdir.” Bunu duyan Ebu Leheb hiddetlendi ve “Tanrı aşkına, ben her zaman
senin düşmanın olacağım. Sence Abdulmuttalib Cehennem’de yanacak ha?” dedi.
Böylece, birkaç gün Hakk’ın destekçisi olan bu Allah’sız ve Allah düşmanı özüne
dönmüş oldu.

30.9. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. SEVDE
(R.A.) İLE EVLENMESİ

Hz. Hatice (r.a.)’nin vefatından sonra ev işi önemli bir sorun
olarak ortaya çıkmıştı. Evde, Rasûlullah (a.s.)’ın yaşları küçük olan sadece iki
kı­zı kalmışlardı. Hz. Ümm-ü Gülsüm ile Hz. Fâtıma (r.a.); bunlara bakmak bir
mesele olmuştu. Rasûlullah (a.s.) tebliğ işleri için dışarıya gidince bu kızlar
yapayalnız kalıyorlardı. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.), Hz. Hati­ce’nin
vefatından birkaç gün sonra, yaşlı bir kadın olan çocuklara bakmak için uygun
olan Hz. Sevde binti Zeme’a ile nikâh kıydı[7].
Bu hatun Beni Amir bin Lueyy’den olup, eski kocası Sekrân bin Amr’dı. Sekrân,
Hz. Sevde’nin amcası oğlu ve Süheyl bin Amr’ın kardeşiydi. Bu karı-koca çok
önceden müslüman olmuşlardı ve Habeşistan’a yapılan ikinci hicrete
katıl­mışlardı. Musa bin Ukbe ve Ebul-Ma’şer’in ifadesine göre Hz. Sekrân
Ha­beşistan’da vefat etmişti. Fakat, Muhammed bin İshâk ile Vakıdî diyorlar ki,
Sekrân Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra vefat etti[8].
İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.) Hz.
Sevde’ye evlilik için mesaj gönderince kendisi şöyle dedi: “Hakkımda
ve­receğiniz her karar başımın üstündedir.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.),
ondan, nikâhlarını kıymak için bir kişi tayin etmesini istedi. Hz. Sevde nikâh
kıymak için Süheyl bin Amr’ın kardeşi olan ve çok eskiden müslümanlığı kabul
etmiş olan Hz. Hâtıb bin Amr bin Abd-i Şems’i tayin etti. Hâtıb da nikâhı kıydı.

Muhtelif rivayetler gösteriyor ki, Hz. Hatice (r.a.)’den sonra
Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci zevcesi bu hâtûndu ve Hz. Ayşe’den önce Hz.
Peygam­ber (a.s.)’in zevcesi oldu. İbni Abd il-Berr ise Katâde, Ebu Ubeyd ve
İmam Zührî’ye dayanarak aynı şeyi söylemiştir, İbni Sa’d da bunu teyit
et­miştir. İbni İshâk da Hz. Ali bin Hüseyin (İmam Zeyn ul-Abidin)’e daya­narak
Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci karısının Hz. Sevde binti
Zeme’a olduğunu kaydetmiştir.

30.10. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. AYŞE
(R.A.) İLE İZDİVACI

Fakat, İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî bunun
tam aksine, çok ayrıntılı bir rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayette şu bilgi­ler
verilmiştir: Hazreti Hatice (r.a.) öbür dünyaya intikal edince Hz. Os­man bin
Ma’zûn’un karısı Havle[9]
binti Hakis’üs-Sülemiyye, Rasûlullah (a.s.)’ın yanına geldi ve şöyle arz etti:
“Ya Rasûlullah, siz evlenecek misi­niz?” Rasûlullah (a.s.) “kiminle?” diye
sordu. “Bakire de olabilir, dul da” dedi Havle. Rasûlullah (a.s.), “bakire
kimdir?” diye sordu. Hz. Havle, “bütün İnsanlar arasında en çok sevdiğiniz kişi,
yani Hz. Ebu Bekr’in kızı, Hz. Ayşe.” Daha sonra, Rasûlullah (a.s.), “Pekiyi,
dul kimdir?” diye sor­du. Hz. Havle arz etti: “Size iman eden ve size tabi olan
Hz. Sevde binti Zeme’a.” Rasûlullah (a.s.) kendisinin her ikisine de gidip
konuşmasını is­tedi.

Hz. Havle ilk önce Hz. Ebû Bekr’in evine gitti ve zevcesi, Ümm-ü
Ruman (r.a.)’a “Allah size nasıl da hayır ve bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz.
Ümm-ü Ruman bunun ne demek olduğunu sorunca, Hz. Havle dedi ki: “Rasûlullah beni
Ayşe’yi istemek üzere size göndermiştir.” Ümm-ü Ruman dedi ki: “Ebu Bekr
gelsin”. Hz. Ebû Bekr gelince Havle, ona da “Allah size nasıl da hayır ve
bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz. Ebu Bekr “o da ne?” diye sordu. Hz. Havle, Hz.
Ayşe’yi Rasûlullah (a.s.)’ın izdivacına almak dileğinde olduğunu bildirdi. Hz.
Ebû Bekr, “Ayşe onun için caiz midir? O, onun yeğenidir?” dedi. Hz. Havle bunu
sormak için Rasûlullah (a.s.)’a gitti. Rasûlullah (a.s.) “Ona de ki, o benim din
kardeşimdir. Onun kızı benim için helâldir.” Hz. Havle bunu Hz. Ebu Bekr’e
iletti. Hz. Ebu Bekr, “biraz bekle” diyerek dışarıya çıktı. Ümm-ü Ruman, Hz.
Havle’ye dedi ki: “Mut’im bin Adiyy Ayşe’yi oğlu için istemişti ve Allah
biliyor, Ebu Bekr hiçbir zaman verdiği sözden dönmemiştir.” Öte yandan, Hz. Ebu
Bekr, Mut’im’in evine gitti. Mut’im’in karısı Hz. Ebu Bekr’e dedi ki: “Ey Ebu
Bekr, eğer biz oğlumuzu senin kızınla evlendirirsek, korkarız ki onu da dininden
döndüreceksin.” Hz. Ebu Bekr, Mut’im’in de aynı şekilde dü­şünüp düşünmediğini
sordu. Mut’im de aynı fikirde olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekr bu cevabı aldıktan
sonra evine döndü ve Mutim’e evlilikle ilgili verdiği vaad yüzünden girdiği
çıkmazdan Allah onu kurtardı. Hz. Ebu Bekr, Hz. Havle’ye dedi ki: “Rasûlullah
(a.s.)’ı evime getir.” O Rasûlullah (a.s.)’ı oraya getirdi. Hz. Ebu Bekr de
kızını onunla evlendirdi. O sırada Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi.

Bundan sonra Havle, Hz. Sevde binti Zeme’a’nın evine gitti ve
kendi­sine “Allah sana nasıl hayır ve bereket ihsan etmiştir?” dedi. Hz. Sevde
bunun ne demek olduğunu sordu. Havle dedi ki: “Rasûlullah (a.s.), evli­lik
teklifiyle beni sana göndermiştir.” Hz. Sevde dedi ki: “Bunu babama söyle”.
Babası çok ihtiyar bir adamdı. Hz. Havle onunla konuştu, ona ca­hiliyye usulüne
göre selâm verdi ve dedi ki: “Muhammed bin Abdullah (a.s.) beni Sevde’yi sizden
istemek üzere göndermiştir.” Babası dedi ki: “Bu teklif iyidir ve ikisi iyi bir
çift teşkil ederler. Fakat senin kız arkada­şın ne diyor?” Havle dedi ki: “O da
bu teklifi beğeniyor.” Babası Hz. Sev­de’yi yanına çağırıp fikrini öğrenmek
istedi ve o da evet dedi. Bunun üze­rine o Rasûlullah (a.s.)’ı çağırıp kızını
onunla evlendirdi. Daha sonra, Hz. Sevde’nin kardeşi Abd bin Zeme’a, hac
yaptıktan sonra eve gelince kız kardeşinin Rasûlullah (a.s.) ile evlendiğini
duyduktan sonra yaygara ko­pardı ve başına toprak attı ve saçlarını yoldu. Fakat
Abd bin Zeme’a, bir müddet sonra müslüman olunca bu çocuksu hareketinden hicap
duymaya başladı.

30.10.1. Hz. Ayşe
(r.a.) İle Nikâh’ın Tarihi

Yukarıdaki rivayet gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hz. Ayşe
ile, Hz. Sevde’den daha önce evlendi; ayrıca bu evlilik Şevval, H.Ö. 3. yılında
ol­duğu için Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi. Bu demektir ki, hicret sırasında Hz. Ayşe
9 ve Şevval H.S. 2 yılında baba evinden koca evine geldiği zaman 11 yaşında idi.
Halbuki, bütün rivayetlere göre Hz. Ayşe nikâhı sırasında 6 yaşında ve koca
evine geldiği zaman 9 yaşında idi. Bu tenakuzu ortadan kaldırmak için bazı ulemâ
şu açıklamada bulunmuşlardır: Hz. Ayşe (r.a.) hicretten 7 ay sonra koca evine
gitti. Hâfız İbni Hacer bu rivâyeti benimsemiştir. Ancak İmam Nevevî,
“Tehzib’ul-Esmâ ve’l-Lugât”da ve Hâfız İbni Kesir “el-Bidâye”de ve Allâme
Kastallânî, “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Hz. Ayşe’nin kesinlikle H.S. 2’de koca
evine gittiğini yazmışlardır. Hâfız Bedreddin Aynî, “Umdet’ul-Kâri”de Rasûlullah
(a.s.) Bedir savaşın­dan döndükten sonra Şevval H.S. 2’de Ayşe’nin onun yanına
gittiğini ifa­de etmiştir. Hem İmam Nevevî, hem Allâme Ayni, Hz. Ayşe’nin
hicret­ten 7 ay sonra koca evine gittiği rivâyetinin asılsız olduğunu ileri
sürmüş­lerdir. Bundan sonra aklımıza gelen bir soru da “madem ki, Hz. Ayşe H.S.
2’de koca evine gitmiştir, o zaman nikâh tarihi nedir?” şeklinde ortaya
çı­kıyor. Yani Ayşe’nin nikâh sırasında 6 yaşında ve zifaf sırasında 9 yaşında
olduğu yolundaki rivâyeti tarihî hakikatlere nasıl uydurmalıyız? Bunun cevabını
Buhârî’de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr’in naklettiği hadiste bu­labiliriz. Bu
hadiste Urve diyor ki, hicretten üç yıl önce Hz. Hatice (r.a.) vefat etti ve
Rasûlullah yaklaşık iki yıl bekledikten sonra Hz. Ayşe ile ev­lendi. O sırada
Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi, daha sonra 9 yaşında iken koca evine gitti. Bu hadisi
değerlendirdiğimizde hesabın denk geldiğini görü­rüz. Yani, Hz. Ayşe 6 yaşında
iken hicretten takriben 1 sene evvel nikâhı kıyıldı ve zifafı hicretten sonra 2
yılında oldu. Hz. Urve’nin bu rivâyeti “mürsel”dir, ancak Hâfız İbni Hacer diyor
ki, Urve bu tür rivayetleri Hz. Ayşe (r.a.)’den[10]
dinleyerek naklettiği için buna “muttasıl” denebilir.

30.10.2. Hz. Ayşe
(r.a.)’nin Nikâhı Üzerine İtirazlar

Burada Hz. Ayşe’nin nikâhından söz açılmışken, Rasûlullah
(a.s.)’ın bu evliliğine yapılan itirazlara cevap vermemiz sanırız daha uygun
ola­caktır. Bazıları şöyle der: 54-55 yaşında iken 9 yaşındaki bir çocukla
ev­lenmek ve Kur’an-ı Kerim açısından başka biriyle evlenmesine imkân
bı­rakmayacak şekilde, onu 18 yaşında dul bırakmak, bir zulüm değil midir?
Böylesine yaşı ilerlemiş bir kişinin bu kadar küçük bir kızla evlenmesi hâşâ
sübyancılık, seks düşkünlüğü veya şehvet düşkünlüğünün bir örneği değil midir?
Dokuz yaşındaki bir kız çocuğuna izdivaç ve ev işlerini yük­lemek günah değil
midir?

Maalesef, bu tür anlaşmazlıklar ve itirazlar, Rasûlullah
(a.s.)’ın Hz. Ayşe ile evliliğinin, normal bir erkek ile kadın arâsındaki
evliliğe benze­tilmesinden doğmaktadır. Halbuki, burada durum bambaşka idi. Bu
alelade bir izdivaç veya nikâh değildi. Hazreti Muhammed, Allah’ın peygam­beri
idi ve büyük bir görev ile dünyaya gönderilmişti. Hayatının gayesi, dünyada
geniş kapsamlı, kalıcı bir devrim yapmaktı. Hz. Ayşe olağanüstü meziyet ve
kabiliyetleri haiz bir hatundu. Onun bütün zihinsel gücü yeni bir devrimci
toplumun oluşturulmasında kullanılarak büyük basan kazanılabilirdi. Gerçekten de
Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.), ile birlikte öylesine bü­yük işler başardı ki,
diğer ezvâc-ı mütehherât bunları yapamazlardı. Hatta, şunu hiç çekinmeden
söyleyebilire ki; dünyada hiçbir peygamberin veya liderin zevcesi hiçbir zaman
Hz. Ayşe kadar uyumlu, enerjik, dinamik ve kararlı bir şekilde çalışamamış ve
eşine bu kadar yardımda bulunamamış­tır. Hz. Ayşe’nin çocukken bu Allah vergisi
meziyet ve kabiliyetlerini ga­yet tabii ki, Cenab-ı Hak’tan başka kimse
bilemezdi. Onun için Cenabı Al­lah, Hz. Peygamber (a.s.)’e refakat için ondan
başkasını seçmedi. Buhârî, “Bab-ı Tezvic-i Ayşe”de Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
dediği kaydedilmiştir: “Rüyamda sen bana iki defa gösterildin ve senin benim
zevcem olduğun buyuruldu.” Tirmizî, “Ebvâb-ul Menâkıb”da şöyle denilmiştir:
Cebrail, Rasûlullah (a.s.)’a Hz. Ayşe’nin resmini yeşil ipek kumaşı üzerinde
getirdi ve dedi ki: “bu kız dünyada ve âhirette refikanız olacaktır”. Demek ki
bu seçim Hz. Rasûlullah (a.s.)’ın değil, bizzat Cenab-ı Allah’ındı.

Bu hususta Hazreti Peygamber (a.s.)’e seks düşkünlüğü ve şehvet
düşkünlüğü gibi iftiralarda bulunanlar kendi vicdanlarına sorsunlar; ömrü­nün
baharında, yani 25 yaşında bir genç iken kendisinden 15 yaş büyük olan bir
kadınla evlenen, 50 yaşına kadar kendisine sadık kalan ve başka bir kadına
bakmayan bir kişi şehvet düşkünü müdür? Bu aynı kişi, ilk ka­rısından sonra yine
yaşlı bir hanımla evlenmiş ve dört-beş yıl buna kâni olmuştur. Seks düşkünlüğü
bu mudur? Şayet Hazreti Peygamber (a.s.) sekse ve kadınlara düşkün olsaydı,
kendi nefsi ve zevki için cemiyetin en genç ve en güzel kadınlarını kendisine eş
olarak seçebilirdi. Cemiyette kendisi o kadar seviliyor ve sayılıyordu ki, bu
gibi arzu ve isteklerde bulunduğu takdirde bütün aileler ve ana-babalar kendi
kızlarını onunla evlendirmekten memnuniyet duyarlardı. Bundan sonra da
Rasûlullah (a.s.) sadece biri hariç, hep dul ve daha önce evlenmiş ve boşanmış
kadınlarla evlenmiştir. Gerçek şu ki, bu gibi itiraz ve iftiralarda bulunanların
kendi kafa ve zihniyetleri pislik doludur ve onlar bu izdivaçlardan seks veya
şehvetin dışında başka bir amaç ve hedef çıkarmaya çalışmıyorlar. Rasûlullah
(a.s.)’ın zevceleri aslında onun Allah yolunda verdiği mücadele ve yeni bir
toplumun yaratılmasında kendisine yardımcı olan hayat arkadaş­larından başka bir
şey değillerdi.

Büyük yaş farkına ve “zulüm” ve “günah” yapıldığı gibi
itirazlara ge­lince, itiraz edenler sadece yaşlı bir insanın 9 yaşındaki bir kız
çocuğuyla evlendiğini ve onu 18 yaşında dul bıraktığını düşünürler. Onlar bu
genç kızın hayatının heba olduğunu, zira ikinci bir evliliğe imkân olmadığı için
hayatı boyunca dul kaldığını sanırlar. Halbuki, bu İnsanlar görüş açılarını
biraz genişletse, büyük bir ideal uğruna yüzlerce ve hatta binlerce insanın
hayatlarının feda olunduğunun bir tabiat kanunu olduğunu göreceklerdir. Hazreti
Peygamber (a.s.) Allah’ın emri üzerine zaman ve mekân sınırları­nın ötesinde ve
belli bir memleket ve millet için değil, bütün dünya ve in­sanlık için mükemmel
bir nizam tesis etmeye çalışıyordu ve bunda genç . bir kızın gençliği ve
güzelliği feda olunmuşsa bu çok büyük bir “zulüm” ve “günah” mıdır? Ayrıca bu
büyük ve meziyetli hatun sadece gençliğin­den ve güzelliğinden feragat ve
fedakârlık etmek zorunda kaldı; dünyanın diğer nimetlerinden mahrum kalmadı.
Diğer tarafta, onun olağanüstü zekâsına, kabiliyetine, sosyal ve siyasi
çalışmalarına bakın. Yeni İslâm toplumunun oluşumunda, o ne büyük katkılarda
bulunmuştur ve müslü­man erkek ve kadınlarla birlikte İslâmî nizamın binasını
nasıl sağlam te­mellere bina etmiştir? Edeb, ahlâk ve fazilet ile Kur’an ve
hadis ilminin yayılmasında en büyük hizmetlerde bulunmuştur? Hadis ilmini
incelemiş olan bir kişi diyebilir ki, din bilgisi ve fıkıh ile ilgili Hz.
Ayşe’nin çaba ve hizmetlerine Nübüvvet devrinin kadınları şöyle dursun, ne
muhteşem er­keklerinin bile varması mümkün değildir. Şayet, Hz. Ayşe, Rasûlullah
(a.s.)’ın nikâhlı refikası olmasaydı ve onun yanında yetişme imkânı bulma­saydı,
İslâm din bilgisi hazinesinin büyük bir bölümü daha sonraki devrin
müslümanlarına ulaşamazdı. Sadece Hz. Ayşe (r.a.)’den 2210 hadis riva­yet
olunmuştur. Hz. Ayşe hadisleri rivayet etmekle yetinmedi. Kendisi aynı zamanda
hatırı sayılır bir fâkihe, müfessire, müctehide ve müftiye idi. Hz. Ayşe
ittifakla müslüman kadınların en bilgili fakihesi kabul edilmiş­tir. En büyük
sahabeler ondan fıkıh meselelerini öğrenirlerdi. Hatta, Hz. Ömer ve Hz. Osman da
bazen Hz. Ayşe’nin fikrine müracaat ederlerdi. Hz. Ayşe, Medine’nin en güvenilir
ulemâ ve müftilerinden biri sayılır. Bunca toplumsal yararların yanında küçük
bir kişisel zararın ne önemi vardır? Ne gariptir ki, bu gibi itirazların çoğu
Hıristiyanlardan geliyor. O Hıristiyanlar ki, dinlerinde, insanların iyiliği ve
mutluluğu için din adamla­rı ve rahipler ile-rahibelerin mücerret hayat
yaşaması, izdivaçtan ve çoluk-çocuktan kaçınması en büyük ve mecburi
özelliklerden biri sayılıyor.

Burada Hz. Ayşe (r.a.)’nin dokuz yaşında zifaf gecesinde Hz.
Pey­gamber (a.s.) ile buluştuğuna itiraz edenlere de bir çift sözümüz vardır. Bu
itiraz edenler İslâmiyet’in bir fıtrat dini olduğunu unutuyorlar. Fıtrata göre
bir kız bu yaşta iyice gelişmiş ve bülûğa erişmişse, kocası ile ilişki kurması
caiz, meşru ve makuldur. Ancak tabiata ve tabiat kanunlarına ay­kırı olan bir
toplum ya da yasa, nikâh ve zifaf için belli bir yaş haddi ko­yabilir.
Gördüğümüz odur ki Batılı medeni ve modern dediğimiz toplum­larda meşru evlilik
ve kadın-erkek ilişkileri için yaş haddi, kısıtlama söz konusu olmuyor. Bu sözde
ileri toplumlarda meşru izdivaç için yaş haddi varken evlilik öncesi çocuk
yaşındaki erkek ve kız çocukları arasında cin­sel ilişki mubah görülüyor ve
bugün bu toplumlarda 9-10 yaşında çocuk­ların serbestçe cinsel ilişkide
bulundukları bir gerçektir. Ne tuhaftır ki, bu gayri meşru ve günah dolu
ilişkilerin sonunda evlenmemiş bir kız hamile kalınca bütün toplumun sempatisini
kazanıyor ve hatta doğan bebeğin ba­kımı için de özel çabalar gösteriliyor! Bu
durumlarda ne genç kızlar ne de erkekler hor görülüyor. Böylesine aşağılık,
kokuşmuş ve rezil ahlâk kural­larına sahip olanlar acaba ne yüzle İslâmın
izdivaç kanunlarına dil uzatı­yorlar. İslâm diyor ki, bedenen ve ruhen gelişmiş
ve bülûğ çağına erişmiş olan kız ve erkekler arasında evlilik caizdir, bunun
için bir yaş tahdidi yoktur. Yaş tahdidi koymak; meşru evliliği geciktirmek,
gayri meşrû cin­sel ilişkilere davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir.

30.11. TAİF’E YOLCULUK

Bu kısa ama gerekli bahisten sonra isterseniz biz gene asıl
mevzumuza dönelim.

Rasûlullah (a.s.) ailevi meselelerini hallettikten sonra,
Belazuri ve İb­ni Sa’d’ın rivâyetine göre Şevval 10. Bi’set’in sonunda Mekke’nin
50 mil doğusunda bulunan Taife hareket etti. Yolculuğun maksadı İslâmi daveti
Mekke’nin dışına taşımaktı. Zira Rasûlullah (a.s.) artık Mekkeli Ku­reyş’ten
ümidini kesmişti. Mekkeli kâfir ve müşrikler Rasûlullah (a.s.)’ı bıktırmışlardı
ve tebliğ işini tamamıyla tıkamışlardı. Rasûlullah (a.s.) isti­yordu ki,
Taifliler de İslâmiyet’in ne olduğunu bilsinler. Rasûlullah (a.s.) en azından
Taif in en güçlü kabilesi Beni Sakif i kendi lehine çevirerek onlara sığınmak ve
oradan İslâmi tebliğe devam etmek arzusundaydı. İb­ni Sa’d’ın Cubeyr bin Mut’im
bin Adiyy’e dayanarak naklettiği rivayete gö­re Hz. Peygamber (a.s.)’e bu
yolculuk sırasında Hz. Zeyd bin Hâris de re­fakat etmişti. İbni Kuteybe ile
Belazuri de aynı ifadede bulunuyorlar. Ama Musa bin Ukbe ile İbni İshâk
Rasûlullah (a.s.)’ın tek başına Taife gittiğini yazmışlardır. Hz. Peygamber bu
yolculuğu yürüyerek yaptı ve hiçbir binek havyanı kullanmadı. İbni Sa’d’in
ifadesine göre Hz. Peygam­ber (a.s.) Taifte 10 gün kaldı. Ancak Hâfız Sehâvi,
Hz. Peygamber’in 20 gün Taiflilere vaaz ve telkinde bulunduğunu kaydetmiştir.
Sehâvi, ayrıca Hz. Peygamber’in 10 gün Abdi Yâlil ile buluştuktan sonra orada
kaldığını açıklamıştır. İbni Kuteybe de Taifte kalış müddetini bir ay olarak
göster­miştir.

30.11.1.
Tabilerin Rasûlullah (a.s.)’a Büyük Zulüm ve İşkence Yapmaları

İbni İshâk ve Vakıdi vb.’nin ifadelerine göre Taifte kabile
reisliği Amr bin Ümeyr bin Avfın üç oğlu Abdi Yâlil, Mes’ud ve Habib’in
ellerin­de idi ve bunlardan birinin evinde Kureyşli bir kadın Safiyye binti
Ma’mer Cumahi vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlarla görüştü ve bunları İslâma davet
etti. Rasûlullah (a.s.) kendilerine şöyle dedi: “Ben size geldim ki, İslâmî
tebliğde bana yardımcı olasınız ve bana muhalefet etmekte olan, benim milletime
karşı beni destekleyesiniz.” Bunlardan biri dedi ki: “Eğer Allah seni Rasûl
yapmışsa ben Kâ’be’nin perdelerini yırtarım.” Diğeri şöyle de­di: “Yahu, Allah
senden başka bir Rasûl bulamadı mı?” Üçüncüsü dedi ki: “Ben seninle hiç
konuşmayacağım. Zira eğer sen gerçekten Allah’ın Rasûlüysen, benim cevabıma
muhtaç değilsin ve eğer sen Allah’ın adını anarak yalan söylüyorsan, sen cevap
verilmeye lâyık değilsin.” Peygam­ber (a.s.) bu hezeyanları dinledikten sonra
onlardan hiçbir hayır beklene­meyeceği kanısına vardı ve oradan ayrıldı.
Ayrılırken de şunları söyledi: “Bana nasıl muamele ettinizse ettiniz; sizden
rica ediyorum, aramızdakiler burada kalsın.” Rasûlullah (a.s.)’ın bunu demesinin
maksadı, Kureyşlilerin bunu duyup da cesaretlenmesine imkân vermemekti. Ne var
ki, bu Taifli reisler çok adi idiler ve tam aksini yaptılar. Bunlar Rasûlullah
(a.s.)’ın pe­şine sokak serserilerini, avare kişileri ve köleleri taktılar ki,
her gittiği yer­de aleyhinde propaganda yapsınlar. Bu mel’unlar bağıra bağıra
küfretme­ye, alaylı sözler söylemeye başladılar. Bu gürültü-patırtı sebebiyle
Rasûlullah (a.s.)’ın etrafında büyük bir kalabalık toplandı ve bu kalabalık
için­de Rasûlullah (a.s.), Utbe bin Rebî’a ile Şeybe bin Rebî’a’ya ait olan bir
ağaçlığın duvarına kadar sürüklendi.

İbn Sa’d’in Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre Hz.
Peygam­ber (a.s.) Taifte Beni Sakif in zengin ve reislerinden her birine gitti,
ama kimseden müsbet cevap alamadı. Hatta bu reisler ve soylular kendi
genç­lerinin Rasûlullah (a.s.) tarafından “saptırılacağından” korktular. Bu
sebeple Rasûlullah (a.s.)’a rest çektiler: “Ey Muhammed, sen şehrimizden git ve
açık arazide hangi arkadaşın varsa onunla buluş.” Bu alçaklar daha sonra sokak
serserilerini kışkırtıp Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in peşine taktılar.
Bu serseriler yine küfrettiler, gürültü yaptılar ve milleti et­rafında
topladılar. Musa bin Ukbe diyor ki, bu hayasızlar daha sonra elle­rine taş
alarak Rasûlullah (a.s.)’ın diz ve topuklarına nişan alarak atmaya başladılar.
Bu Allahsızlar, sokağın iki tarafında saf oluşturmuş, Rasûlullah (a.s.)’ı
taşlıyorlardı. Ta ki Rasûlullah (a.s.)’ın ayakkabıları akan kanla doldu.
Süleyman et-Teymî diyor ki, Rasûlullah (a.s.) taşlara hedef olduk­tan sonra acı
içinde kıvranırken, birkaç defa yıkıldı, ama bu gaddar kişiler her defasında onu
ayağa kaldırarak taşlamaya devam ettiler. Bu hayvan­lar, Rasûlullah (a.s.)’ın
yürümesine ve oradan ayrılmasına da imkân bırak­mamışlardı. Vâkıdî’nin
rivâyetine göre Hz. Zeyd, Rasûlullah (a.s.)’ı kur­tarmak için siper oldu ve o da
şiddetle taşlandı, öyle ki başı yarıldı.

30.11.2. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Acı Dolu Duası

Hz. Peygamber (a.s.) zar-zor Taif in dışına çıkmayı başardı.
Şehrin hududlarının dışına çıkınca Taifli serseriler de peşini bıraktılar. Hz.
Peygamber (a.s.) ağır yaralı idi ve acılar içinde kıvranıyordu. Bu vaziyette
Ukbe ve Şeybe’nin ağaçlığının duvarına yaslanarak bir üzüm ağacının al­tında
oturdu, içi kan ağlıyordu ve o an ellerini Rabbine açarak acı dolu bir dua etti.
Bu duanın sözleri Taberânî’nin “Kitâ’üd-Dua” ve “Mu’cem-i Kebir’inde, İbni
Hişâm’ın “Siyer’inde İbni İshâk’a dayanarak, Taberî’nin “Tarih”inde,
İbn-ul-Kayyım’ın “Zad-ul Meâd”ında ve Hâfız İbni Kesir’in “el-Bidâye”sinde yer
almıştır; ki şöyledir:

“Ya Rab! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi ve başkalarının
gözlerinde küçük düşürüldüğümü sana şekva ve şikâyet ediyorum. Ey Rahim ve
Rahmân! Sen bütün zayıfların Rabbisin ve benim de Rabbim sensin. Sen beni kime
teslim ediyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Ya da bana galip
gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Eğer sen ba­na dargın değilsen, bütün
eziyet ve işkenceler bana hiç gelir. Fakat senin mağfiretin bana nasip olursa
ben daha da ferahlayacağım. Ben, karanlıkta aydınlık yaratan ve dünya ile âhiret
işlerini düzelten Senin varlığının nu­runa sığınıyorum. Ya Rabbi. Senin gazabın
ve öfken bana gelmeden önce beni kurtar. Ben senin rızana tabiyim, tâ ki sen
benden razı olana kadar. Senden başka bir kuvvet ve kudret yoktur.”

30.11.3.
Rasûlullah (a.s.)’in Merhameti

Buhârî, “Bid-ul Halk, Zikr-ul Melâike”de, Müslim, “Meğâzi”de ve
Nesâî, “Bü’ûs”ta, Hz. Ayşe’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre Hz.
Ayşe, Rasûlullah (a.s.)’a sordu: “Siz Uhud savaşından sonra acı bir tecrübe
geçirdiniz mi?” Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) Taif te başına gelenleri
anlattı ve şöyle devam etti: “Ben acı ve üzüntü içinde bir tarafa yürüdüm. Henüz
ne yapacağıma karar vermemişken kendimi birden bire Kam-üs Se’âlib[11]
mevkiinde buldum. Yukarıya baktığımda bir bulutun beni gölgelediğini gördüm.
Daha sonra bu bulutun içinde Cebrail’i gör­düm. Cebrail bana şöyle seslendi:
‘Kavminizin size söylediklerini ve size verdiği cevabı Allah işitmiştir. Dağlara
hakim olan bu meleği Allah size göndermiştir. Ona istediğiniz emri
verebilirsiniz.’ Dağlara hâkim olan melek bana döndü ve selam verdi. Sonra şöyle
dedi: ‘Ben dağların mele­ğiyim. Rabbiniz beni size, istediğiniz emri vermeniz
için göndermiştir’ (Müslim’de yar alan rivâyetin sözleri böyledir. Taberânî’de
‘istediğiniz emri verebilirsiniz’ yazılıdır. Buhârî’de ise ‘Ey Muhammed, ne
yapmak is­terseniz, elinizdedir’ kaydedilmiştir), ‘isterseniz ben onları
(Kureyşlileri) Mekke’nin iki dağı (Ebu Kubeys ile Ku’aykı’ân) ile örtebilirim’[12].
Rasûlullah (a.s.) şu cevabı verdi: “Hayır, ben ümit ediyorum ki onların
so­yundan Allah, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet eden nesiller
çıkara­caktır.”

30.11.4.
Hıristiyan Addâs’ın İslâmı Kabul Etmesi

İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a dayanarak naklettiği rivayete göre
Hz. Peygamber (a.s.) yara ve bereler içinde Utbe ve Şeybe’nin çiftliğinin
du­varına yaslanarak bir üzüm ağacının altında otururken Kureyşli bu iki ka­bile
reisi gayrete geldiler ve hemşehrisine yapılan kötü muamele yüzün­den öfke ve
utanç duydular. Rivayete göre Taifli reislerin evlerinde kalan Beni Cumahlı
Kureyşli kadın da Rasûlullah (a.s.) ile görüştü ve Rasûlullah (a.s.) kendisine
şöyle dedi: “Gördün mü şu Taifli akrabaların, bana ne yaptılar?” ‘Utbe ile Şeybe
ise Hıristiyan olan köleleri Addâs’a dediler ki; “al şu üzüm salkımını tabağa
koy ve ağacın altında oturan adama götür.” Kö­le, tabağı Rasûlullah (a.s.)’a
götürdü ve üzümleri yemesini istedi. Rasûlullah (a.s.) besmele ile üzüm yemeye
başladı. Besmeleyi duyan Addâs, “vallahi bu memlekette bu sözleri söyleyen başka
kimse yoktur” dedi. Rasûlullah (a.s.) kendisine nereli olduğunu ve dininin ne
olduğunu sordu. Addâs “ben Hıristiyan’ım ve Ninova’lıyım” dedi. Rasûlullah
(a.s.) buyurdu: “Sen, sâlih insan Yunus bin Matta’nın hemşerisi misin?” Addâs,
“siz onu nereden tanıyorsunuz?” diye sordu[13].
Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O benim kardeşimdir. O da peygamberdi, ben de
peygamberim”. Bunu duyunca Addâs Hz. Peygamber (a.s.)’e eğilerek başını, elini
ve ayaklarını öptü. Sü­leyman et-Teymî, siyer kitabında şunları yazmıştır: Addâs
“sizin Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunuza şehâdet ediyorum” dedi. Rebi’a’nın
oğulları bu manzarayı görünce aralarında dediler ki: “Al işte, bu adam bizim
kölemizi de elimizden aldı.” Addâs efendilerine geri gelince onlar şöyle dedi:
“Ulan, sana ne oldu? O adamın başını, elini ve ayaklarını öpmeye başla­dın?”
Addâs şu cevabı verdi: “Efendiler, vallahi bütün yeryüzünde ondan daha iyi bir
insan yoktur. O, bana öyle bir şeyden haber verdi ki, bunu an­cak bir peygamber
yapabilir.” Onlar kendisine şöyle dediler: “Addâs, ken­di dininden dönme. Senin
dinin onun dininden dâha iyidir.”

30.11.5. Cinlerin
Kur’an-ı Kerim’i Dinlemeleri

Rasûlullah (a.s.) Taiften Mekke’ye dönüş sırasında birkaç gün
Nahle mevkiinde kaldı. Mekke’ye girip girmemekte tereddüt ediyordu. Biliyordu
ki, Taif’te başına gelen felâketin haberi orman yangını gibi Mekke’ye var­mıştı.
Kâfirlerin kendisine daha acımasızca ve alçakça davranacağından endişe ediyordu,
işte, bocalama döneminde bir gece namazda Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir
grubu yanından geçti. Cinler, Kur’an’ı dinleyip müslüman oldular. Sonra geri
dönüp kendi hemcinsleri arasında İslam di­nini tebliğ etmeye başladılar. Cenab-ı
Allah bunun haberini Rasûlullah (a.s.)’a verdi ve dedi ki: “İnsanlar davetinden
kaçabilirler ama, cinler sana tabi olmuşlardır ve İslam’ı hemcinsleri arasında
yayıyorlar”. (Bk. Ahkâf sûresinin 29-32, ayetleri)

Cinlerin gelişi ve Kur’an-ı Kerim’i dinlemeleriyle ilgili
rivayetleri nakleden Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Zübeyr, Hz. Abdullah bin
Abbas, Hz. Hasan Basri, Sa’id bin Cubeyr, Zirr bin Hubeyş, Mücâhid, Hz. İkrime
ve diğer pek çok râvi bu olayın Nahle’de cereyan ettiğinde ittifak etmişler­dir.
İbni İshâk ile Ebu Nu’aym İsfahani ve Vakıdi diyorlar ki bu vak’a, Rasûlullah
(a.s.) Taiften eli boş Mekke’ye dönerken vuku bulmuştu. Yolda gece Nahle’de
kalmıştı. Orada yatsı, sabah veya teheccüt namazı sırasında Rasûlullah (a.s.)
Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir grubu oradan geçti ve Kur’an-ı Kerim
dinlemeye başladı. Bununla beraber, bütün rivayetlerde cinlerin gözükmediği ve
Rasûlullah (a.s.)’ın onların gelişinden haberdar olmadığı, ancak daha sonra,
Cenab-ı Allah’ın, vahiyle bu olaydan kendisi­ni haberdar ettiği kaydedilmiştir.

Olayın asıl geçtiği yer ya Ez-Zeyme ya da Es-Seyl-ul Kebir’di.
Bu iki yer de Nahle vadisinde bulunuyordu ve her iki yerde de su ve yeşillik
var­dı. Taiften gelenler geceyi umumiyetle burada geçirirler.

Cinlerin, Rasûlullah (a.s.)’ın ağzından dinledikleri sûre,
Rahman suresiydi. Bezzâr, İbni Cerir, İbn ul-Münzir, Dâre-Kutni, İbni Merdûye ve
Hatib (Tarih’inde)’in Hz. Abdullah bin Ömer’den naklettikleri rivayete gö­re bir
defasında Rasûlullah (a.s.) Rahmân sûresini tilavet etti, ya da huzu­runda başka
birisi okudu. Daha sonra, Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki: “Sizden
cinlerin Rablerine verdikleri cevap kadar iyi bir cevap almı­yorum.” Cinlerin
Rablerine ne cevap verdikleri sorulduğunda Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ben
Allah’ın buyruğu olan ‘o halde, Rabbinizin hangi ni­metlerini inkâr
edebilirsiniz?’! okurken, cinler de ‘Biz Allah’ın hiçbir ni­metini inkâr
edemeyiz’ diyorlardı.” Benzeri bir rivayet Tirmizî, Hakim ve Hafız Ebu Bekr
Bezzar, Hz. Cabir bin Abdullah (r.a.)a atfen nakletmişler­dir. Bu rivayet
şöyledir: Rahman suresinin okunuşu sırasında herkes suskun iken, Hz. Peygamber
buyurdu: “Ben bu sûreyi, Kur’an dinlemek için toplanan cinlere o gece okumuştum.
Onlar bunun cevabını sizden daha iyi veriyorlardı. Ve ben Allah’ın buyruğu olan,
“ey cinler ve İnsanlar, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?”;
okuduğumda, cinler dedi ki: “Ya Rab, biz hiçbir nimetini inkâr etmiyoruz. Bütün
övgüler senin için­dir.”

30.11.6. Dönüşte
Rasûlullah (as)’ın Mekke’ye Girişi

İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye istinaden naklettiği rivayete göre
Rasûlullah (a.s.) Nahle’den Mekke’ye dönme niyetinde iken Hz. Zeyd bin Hârise,
kendisine şöyle dedi: “Siz oraya nasıl dönebilirsiniz? Zira Kureyş, sizi
Mekke’den çıkarmıştır.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ey Zeyd, Allah şimdi, içinde
bulunduğumuz şartlardan çıkmamız için mutlaka bir yol göstere­cektir. O kendi
dininin hâmisi ve yardımcısıdır ve kendi peygamberini ga­lip kılacaktır.” Bundan
sonraki olayları Vakıdi kısaltmıştır, ama İbni İshâk bunu etraflıca anlatmıştır.
İbni İshâk diyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hira dağı­na vardıktan sonra Ahnes bin
Şerik’in himayesine girmek için ona Abdul­lah bin Ureykıt[14]‘ı
gönderdi. Ahnes bin Şerik dedi ki: “Ben Kureyş’in müttefiklerinden biriyim ve
müttefik bir kişiyi himayem altına alamam”[15].
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.), İbni Ureykıt’ı, Süheyl bin Amr’ın yanına
yolladı. Süheyl dedi ki: “Ben Rasûlullah (a.s.)’a Beni Amir bin Lueyy Beni
Ka’b’a karşı eman veremem”. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) o adamı, Beni Abdi
Menafin bir kolu olan Beni Nevfel’in ileri ge­lenlerinden Mut’im bin Adiyy’e
gönderdi. Ureykıt ona gidip dedi ki: “Mu­hammed (a.s.) senden eman istiyor ki,
Rabbinin talimatını halka duyurabilsin.” Mut’im, Rasûlullah (a.s.)’a eman
vereceğini ve dolayısıyla onun Mekke’ye gelmesini söyledi. Böylece Rasûlullah
(a.s.) Mut’im’in evine gitti ve geceyi orada geçirdi. Sabah olunca Mut’im’in 6-7
oğlu, Rasûlullah (a.s.)’ı yanlarına alıp silahlarıyla birlikte Harem’e vardılar
ve Rasûlullah (a.s.)’tan Kâ’be’yi tavaf etmesini istediler. Tavaf sırasında bu
gençler, Rasûlullah (a.s.)’ı korumak için nöbet tuttular. Ebu Süfyan (Taberî’nin
rivâyetine göre, Ebu Cehl) kendilerine şöyle bir soru yöneltti: “Siz onu hima­ye
mi ediyorsunuz, yoksa onun dinine mi girdiniz?” Mut’im dedi ki: “Ha­yır biz onu
himaye edenlerdeniz”. Ebu Süfyan dedi ki: “Senin himayene halel gelmez. Sen kimi
himaye ettinse biz de onu himaye ettik.”

Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah
(a.s.) Bedir savaşında esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları
söylemişti: “Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest
bıra­kılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest
bırakırdım.” (Buhârî, Ebû Dâvûd, Müsned-i Ahmed).



 




[1]
Bu olayın
asıl râvîsinin Hz. Amr bin el-As olduğu, Hz. Abdullah’ın muhtemelen
babasın­dan duyarak naklettiği anlaşılıyor. Zira, Hz. Abdullah bin Amr H.
65’te vefat etti. Vefatı sırasında 72 yaşındaydı. Buna göre hesap
yaptığımızda kendisinin bu olayın görgü tanığı olmadığı, zira do­ğumunun
Hicret’ten sadece 7 yıl önce yani, Bi’set’ten sonra 6. yılda olduğu ortaya
çıkıyor.



[2]
İbn Sa’d,
Hz. Abdullah bin Ömer’in o sıralarda 6 yaşında olduğunu ifade ettiğini
belirt­miştir. Hâfız İbni Hacer ise, “Feth ul-Bârî”de, o zaman Hz.
Abdullah’ın 5 yaşında olduğunu kay­detmiştir.



[3]
İbn
Abd-il-Berr kendi “Siret’inde bu rivâyeti Mûsâ bin Ukbe’nin dışında Muhammed
bin Abdurrahman Ebul-Esved ve Ya’kub bin Hamîd bin Kâsib’e de dayanarak
nakletmiştir.



[4]
Şi’b, tepe
demektir. Şi’b-i Ebî Tâlib, Ebû Kubeys dağının tepelerinden biriydi. Ebû
Tâlib ve ailesi buraya sığınmışlardı. Günümüzde bunun adı Şi’b-i Ali’dir.
Buna ayrıca Sûk-ul Leyl de de­nilir.



[5]
İbn
Abd-il-Berr, Mûsâ bin Ukbe’ye dayanarak İmam Zührî’nin şu garip rivâyetini
naklet­miştir: Şi’b-i Ebî Tâlib’de Hâşim ve Muttalib aileleri mahsur
kaldıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habeşistan’a
hicret etmelerini istedi. Halbuki, bu ifade gerçeklere aykırıdır.



[6]
Bu şahsın
asıl ismi Hâris bin Kays bin Adiyy-üs-Sehmî idi. Kays bin Adiyy’nin karısı,
Benî Mürre’nin cadısı (kâhine) idi, adı Gaytale idi. Bu sebeple bütün
evlâtları “Ğayâtıle” olarak bi­liniyor.



[7]
İbni Sa’d,
Vâkıdiye dayanarak nikâhın Ramazan, Bi’set’ten sonra 10. yılda kıyıldığını
yazmıştır. Kastallânî ise Hz. Hatice’nin Ramazan’da vefat ettiğini, nikâhın
ise Şevval’da kıyıldığını yazmıştır.



[8]
Taberî ile
İbni Esîr’in ifadelerine göre bu zât daha sonra Mekke’den tekrar
Habeşistan’a gitti ve Hıristiyan olarak öldü. Ama Belazuri, İbni İshâk’a ve
Vakıdiye dayanarak onların ifadesinin doğru olduğunu belirtmiştir. Bizzat
İbni Esîr “Üsd-ul Ğabe”de Sekrân’ın öldüğü sırada müslüman olduğunu
kaydetmiştir. Hâfız İbni Hacer ise “İsâbe”de Sekrân’ın adıyla birlikte
“radıyallahü anh” yazmıştır.



[9]
İbni Hişâm
ve bazı diğer tarihçiler bu hatunun ismini “Huveyle” olarak yazmışlardır.



[10]
Bilindiği
üzere Hz. Urve bin Zübeyr, Hz. Ayşe’nin yeğeniydi. Bu bakımdan
-rivâyetle­rinde bundan bahsetsin ya da etmesin- balası hakkında
anlattıkları ondan duyduklarına dayanıyor­du.



[11]
Bu yere
“Karn-ul Menazil” de denilir. Bu Necdlilerin mîkâtıdır. Necdliler burada
ihram bağlarlar. Bu mevki, Mekke’ye bir günlük mesafededir.



[12]
Dağların
meleğinin Kureyşli kâfir ve müşrikleri dağlarla örtmek istemesinin sebebi,
Ta­if’te Rasûlullah (a.s.)’ın başına onlar yüzünden bu belaların gelmesiydi.
Mekkeli Kureyşliler böyle­sine şiddetli muhalefette bulunmasaydı Rasûlullah
(a.s.) da ecnebi yerlerde ve yabancı İnsanlar ara­sında bu hale
gelmeyecekti.



[13]
Süheyli’nin
Et-Teymi’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Rasûlullah (a.s.)’ın ağzındın Hz.
Yunus ile ilgili cümleyi işitince Addâs şöyle dedi: “Vallahi, ben Ninova’dan
ayrılırken orada Mat­ta’nın kim olduğunu bilen 10 kişi bile yoktu. Siz onu
nasıl tanıyabilirsiniz. Siz ümmisiniz ve kav­miniz de ümmidir.”



[14]
Bu şahıs
müşrikti, ama Rasûlullah ile Hz. Ebu Bekr onu güvenilir bir kişi olarak
tanırlar­dı. Nitekim Medine’ye hicret gibi tehlikeli bir yolculuk sırasında
kılavuz olarak onu yanına almıştı. Bu adam yol boyunca vefalı davrandı.
Halbuki, Kureyş’e yolculuğu hakkında muhbirlik yaparak iyi bir ödül
alabilirdi.



[15]
Bu şahıs
aslen Benî Sakif tendi, ama Mekke’de Benî Zührenin müttefikiydi. Şahsî
mezi­yet ve kabiliyetleri yüzünden Beni Zühre’nin ileri gelen reisleri
arasında sayılırdı.

İlgili Makaleler