Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



Yirmi Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL
SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİ



23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE ÇEKİLMESİNİN SEBEBİ



23.4. DOĞRU RÜYALAR



23.5. VAHYİN İLK GELİŞİ



23.5.1. Bu Olay bize Ne Anlatıyor?



23.5.2. Olayın Tahlili



23.5.3. Hz. Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?



23.6. İLK VAHYİN KONUSU



23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN AÇIKLANMASI



23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ



23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLER



23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZ



23.11. İLK DÖRT MÜSLÜMAN



23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ. İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ
GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?



23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ



23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7 AYETİNİN İNÎŞÎ



23.14.1. Müddessir Sûresinde Verilen Talimat



23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ



23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK DÖNEMİ



23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASI



23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?

 

Yirmi Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED
(A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI

23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE
TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI

Kur’ân-ı Kerim’in bize anlattığına göre, nübüvvet payesine
yükseltil­meden önce peygamberlerin, akıl, zekâ ve bilgileri diğer insanlardan
fazla ve üstün değildi. Fakat durum bi’set (peygamberlik)ten sonra birden bire
değişiyor ve kendileri vahy sayesinde fevkalâde bir bilgi kaynağına sahip
oluyorlardı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e
şöyle hitap edilmiştir:

“Halbuki (daha önce) sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”
(Şûrâ; 52)

“Seni dalâlette bulup hidâyet etmedi mi?” (Duhâ; 7)

Kur’ân-ı Kerim ayrıca, peygamberlerin bi’set’ten önce diğer
insanların sahip bulundukları ilim ve marifet yollarıyla “iman bil gayb”
safhasından geçtiklerini, vahyin ise sadece daha evvel gördükleri ve kabul
ettikleri ha­kikatleri tasdik etmelerini sağlamak olduğunu açıklamaktadır. Vahy
yo­luyla peygamberlere bazı ebedi hakikatler gösterilmiş oluyordu, ki böyle­ce
dünyaya bunlar hakkında samimiyet ve itimadla bilgi ve talimat vere­bilsinler.
Bu husus, Hûd sûresinde defalarca anlatılmıştır. Meselâ, bir ye­rinde Nebi-yi
Kerim (a.s.) hakkında şunlar söylenmiştir:

“Rabbinden açık bir delil iterinde olup O’na Allah tarafından
şâhidi (vahiy) de bulunan, rehber ve rahmet olan, kendinden evvel gelen Musa’nın
Kitabında kendisini tasdik etmekte bulan kimse dünya hayatını is­teyen kimse
gibi midir?” (Ayet; 17)

“Ey kavmim, Benim Rabbim tarafından beyyine üzere olduğumu ve
bana kendi tarafından rahmet (vahiy) verdiğini görmüyor musunuz? Size onu
görecek göz verilmemişse istemediğiniz halde onu zorla mı kabul et­tireceğiz?”
(Ayet; 28)

Benzeri sözler aynı sûrenin 63. âyetinde Hz. Sâlih (a.s.)
tarafından, 88. âyetinde de Hz. Şuayb (a.s.) tarafından tekrarlanmıştır. Bu
ayetler gösteriyor ki, peygamberler vahy yoluyla Hakikat hakkında doğrudan
bil­gi edinmeden evvel kendilerine ihsan edilmiş olan tabii müşahede, mura­kabe
ve tefekkür kabiliyetlerini (ki yukarıdaki ayetlerde buna beyyine de­nilmiştir)
uygun bir şekilde kullanarak ebedi hakikate veya başka bir de­yişle “tevhid”e ve
“ma’âd”a varıyorlardı. Peygamberlerin bu buluşu vehbî değil kesbî oluyordu.
Cenab-ı Allah bundan sonra kendilerine vahy ilmi verirdi ki, bu kesbî değil
vehbî olurdu.

Bu tefekkür, aklıselim ve doğayı inceleme işlemi, filozofların
kıyas ve tahminlerinden tamamıyla değişiktir. Aksine, Kur’an-ı Kerim insanları
bunlara teşvik ediyor ve gözlerini açıp Allah’ın kudretini görmeyi ve bun­lardan
doğru ve isabetli neticeler çıkarmayı tavsiye ediyor. Bu suretle, ilâhi ayetleri
duyan ve okuyan tarafsız ve fanatik olmayan bir kişi gerçek bir Hak arayıcısı
haline geliyor ve en son muradına da eriyor.

Geçen bölümde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve yaşantısı
hakkında dile getirdiğimiz hususlardan, Hazreti Peygamber (a.s.)’in sürekli
şirkten kaçındığı ve Tevhid’e inandığı anlaşılıyor. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber
: (a.s.), aklı ermeye başladığından beri kendi milletinin cehâlet ve dalâleti i
ile batıl inançlarını kabul etmemiş, müşriklerin ibadetlerine katılmamış,
putlardan ve putperestlikten nefret etmiş ve putlara adanan kurbanlardan
çekinmiştir. Nübüvvetten önceki yıllarda Hz. Peygamber (a.s.)’in dini ,
inançları, kitabımızın ikinci cildinin ikinci bölümünde zikrettiğimiz
Hünefâ’nınkine benziyordu. Cahiliyye devrinde Cürhüm ve Hüzâ’a kabile­lerinin
İbrahim (a.s.)’in dininde yaptıkları tahriflerden hiçbirini Hz. Pey­gamber
(a.s.) nübüvvetinden önce kabul etmemişti. Ayrıca, Kureyşlilerin kendi
tahakkümleri sırasında yaptıkları tahrifleri de Hz. Muhammed (a.s.) hiçbir zaman
kabul etmemişti. Meselâ, Kureyşliler diğer Araplara karşı kendi üstünlük ve
faziletlerini belli etmek amacıyla kendilerine bir takım imtiyazlar
sağlamışlardı. İbn Sa’d ile İbn Hişâm’ın ifadelerine göre Ku­reyşliler hac
mevsiminde Arafat’a gidip bazı dini vecibeleri yerine getir­memeyi adet
edinmişlerdi. Onlar sadece Müzdelife’ye gidip dönerlerdi. Kendilerinin Ehl-i
Haram olduklarını ve diğer hacılar gibi Arafat’a gidip ibadet etmeleri
gerekmediğini iddia ederlerdi. Kureyşliler, bunları yapma­ları halinde kendileri
ve diğer hacılar arasında herhangi bir fark kalmaya­cağını, dolayısıyla
haysiyetlerinin düşeceğini ileri sürerlerdi. Halbuki, Arafat’a gitmek, orada
kalmak ve oradan Müzdelife ile Mina’ya dönmek gibi fiillerin Hacc’ın ve İbrahim
şeriatının ayrılmaz parçalan olduğunu iyi biliyorlardı. Zamanla, bu tür
imtiyazlar, Kureyşlilerle yakın dostluk ve iş­birliği içinde olan diğer
kabileler, meselâ Beni Kinâne, Huzâ’a ve Beni Amir bin Sâ’saa’ya tahsis edildi.
Ne var ki Rasûlullah (a.s.) peygamberlik payesine yükselmeden evvel dahi bu tür
adetleri birer bid’at addederek reddetmişti. İbn İshâk’ın Cübeyr bin Mut’im
tarafından naklettiği bir hadi­se göre, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’in diğer
bütün Araplar gibi hac mev­siminde Arafat’ta kaldığını görmüştü.

Kureyşlilerin kabul ettikleri bid’atlerden biri de Harem’in
dışından gelen hacılara uyguladıkları farklı muamele idi. Böyle bir kişi hac
veya umre için geldiği zaman dışardan ne yiyecekler getirebilir, ne de kendi
el­biseleriyle Ka’be’yi tavaf edebilirdi. Dışardan gelen hacıların Harem’de
pi­şirilen yemekleri yemeleri ve Harem’de hazırlanan elbiseleri ücret karşılı­ğı
alıp tavaf etmeleri şarttı. Elbise bulamayan hacıların çıplak tavaf etme­leri
istenirdi. Dışardan getirdiği bir elbise ile bir hacı hac yapmışsa bunu çıkarıp
atması gerekiyordu. Bu elbiseyi bundan sonra ne kendisi ne başka­ları
giyebilirdi. Arapların çoğu bu bid’at ve ayrıcalığı da ses çıkarmadan kabul
etmişlerdi ve dinin bir parçası olarak görüyorlardı. Neticede Arapla­rın
Kâ’be’yi çıplak tavaf etmeleri bir alışkanlık haline geldi. Hz. Peygam­ber
(a.s.) nübüvvetinden önce bu tür safsata, batıl inanç ve alışkanlıkları da
reddederdi.

23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN
DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİ

Muhaddisler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in düşünce, ilham ve
muraka­be devresine etraflıca eğilmişlerdir. Hz. Peygamber (a.s.)’e vahiylerin
baş­lamasıyla ilgili kayıtlar güvenilir kaynaklar tarafından nakledilerek hadis
kitaplarına geçirilmiştir. Bu kayıtlar, Hz. Ayşe (r.a.)’den naklen Hz. Urve bin
Zübeyr’e geçmiş ve ondan da İmam Zührî’ye dayandırılmıştır. Hz. Ayşe’nin hadisi
şöyledir.”Rasûlullah (a.s.)’a vahiyler ilk önce doğru (bazı ri­vayetlere göre,
iyi) rüyalar şeklinde gelmeye başladı. Rasûlullah (a.s.) her rüyayı, sanki gün
ışığında görüyormuş gibi görüyordu.[1]
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yalnızlığı sever bir kişi haline geldi[2]
ve bazen birkaç geceyi sürekli olarak Hira mağarasında ibadetle geçirirdi. (Hz.
Ayşe bura­da “ibadet” yerine “tehannüs” kelimesini kullanmıştır. İmam Zührî bunu
“taabbüd” (ibadet) olarak açıklamıştır. Bu, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi bildi­ği
bir ibadet şekliydi, zira o zamana kadar ibadetin nasıl yapılması gerek­tiği
kendisine anlatılmamıştı). Hz. Peygamber (a.s.) yiyecek ve içecekleri­ni yanında
götürür ve birkaç gün mağarada kaldıktan sonra eve Hz. Hati­ce’nin yanına
dönerdi. Hz. Hatice (r.a.) bundan sonra kendisine tekrar yi­yecek, içecek
verirdi.”

23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE
ÇEKİLMESİNİN SEBEBİ

Bu devrede Hz. Muhammed (a.s.)’in neden Mekke şehrinin
uzaklaşarak Hira mağarasına gidip tenha bir köşede ibadet ve murakabe yaptığı
“İnşirah” suresinde anlatılmıştır. Meselâ şu âyetlere bakın:

“Senden yükünü indirip attık. Öyle yük ki, sırtına ağır
gelmişti” (Ayet; 2-3)

Yukarıdaki ayette kullanılan Arapça “vizr” kelimesi ağır yük
anlamın­dadır. Ağır yükten de üzüntü, hüzün, ıstırap ve dert kastedilmiştir.
Bilin­diği gibi, Hz. Muhammed (a.s.) gibi hassas bir insan, halkının cehalet ve
dalâletinden son derece rahatsızdı ve üzüntüden kıvranıyordu. Gözünün önünde
putlara tapılıyor, sapık, batıl örf ve âdetlere uyuluyordu. Toplu­mun ahlâkı
sıfıra inmiş, her tarafa ahlâksızlık, safahat ve hayasızlık yayıl­mış, baskı,
zulüm ve fesat herkesi sarmıştı. Güçlüler güçsüzleri eziyor, fidan gibi gencecik
kız çocukları diri diri gömülüyor, kabileler kabilelere saldırıyor ve kan davası
bazen yüzyıllar süren kavga ve kanlı çatışmalara sebep oluyordu. Kimsenin canı,
malı ve namusu emniyet içinde değildi. Herkes kudret ve kuvvetin dilini
anlıyordu. Araplar ekonomik ve sosyal açıdan da perişan bir manzara arz
ediyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) bu durumu görüyor ve yüreği parçalanıyordu.
Durumu düzeltecek herhangi bir çare aklına gelmediği için üzüntüsü daha da
artıyordu. Hz. Muham­med (a.s.)’in sırtına binen yük ve belini büken ağırlık
işte bu idi. Cenab-ı Hak işte bu yükü kendisine hidayet yolunu göstermek
suretiyle ortadan kaldırmış oldu. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvet mevkiine
yükselince de in­san hayatının bütün mesele, dert ve bozukluğunu ortadan
kaldıracak yegâne şeyin Tevhid’e, âhirete ve risâlete (peygamberliğe) iman
olduğunu anladı. Bu anahtar her kapalı kapıyı açacak mahiyette idi. Cenab-ı
Allah’ın kendisine doğru yolu göstermesiyle zihnini meşgul eden büyük bir
meseleden kurtulmuş oldu. Bu hidayete eriştikten sonra, Peygamber (a.s.)
aradığını buluverdi. Arapları ve dünyanın diğer milletlerini içine düştük­leri
acı durumdan kurtaracak yolu bulmuş oldu.

23.4. DOĞRU RÜYALAR

Yukarıdaki hadiste Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifade ettiği gibi,
Rasûlullah (a.s.)’a vahiylerin ilk gelişi doğru ve gerçek rüyalar şeklinde oldu.
(Buhârî ve Müslim). Bu durum, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik payesine
yükselmesinden sonra da aynı şekilde devam etti. Nitekim, hadislerde bu tür
rüyalarda kendisine bazı talimat veya bilgilerin verildiği belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de de bu nevi rüyadan açıkça bahsedilmiştir (Fetih; 27). Ayrıca,
pek çok hadislerde Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) şöyle dedikleri
belirtilmiştir: “Allahu Teâlâ bunu benim içime doğdurmuştur”, “bunu kalbimde
hissettim”, “bana anlatılmıştır”, “bana emir verilmiştir”, veya “benim bunu
yapmam yasaklanmıştır” vs.

23.5. VAHYİN İLK GELİŞİ

Hz. Muhammed (a.s.) 40,5 yaşında iken[3] 
Ramazan ayında bir gün Hira mağarasında ibadet ettiği sırada kendisine birden
bire ilk açık ve bariz vahiy geldi ve bir melek kendisiyle yüz yüze gelip, “oku”
dedi[4].
Vahyin ilk gelişiyle ilgili hadis Buhârî’de Hz. Ayşe tarafından naklolun­muştur.
Hz. Ayşe bu hususta bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerini nakletmiştir:,”Ben
okumayı bilmem’ dedim. Bunun üzerine melek beni kucakla­yıp kuvvetlice sıktı,
öyle ki nerdeyse dayanma gücümü kaybedecektim. Sonra beni bıraktı ve tekrar
‘oku’ dedi. Ben tekrar, ‘okumayı bilmem’ de­dim. O beni tekrar kucaklayıp sıktı
ve ben dayanma gücümü kaybetmeye başladım. Sonra beni bıraktı ve dedi, ‘oku’.
Ben tekrar, ‘okuma yazmam yoktur’ dedim. Melek beni üçüncü defa kollan arasına
alıp kuvvetle sıktı. Ben tekrar dayanma gücümü yitirmeye başladım. Sonra beni
bıraktı ve dedi ki, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku….; ta ki “mâ lem-ya’lem”e
kadar vardı”.

Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) titreyerek
ve sar­sılmış bir şekilde eve geldi ve Hz. Hatice (r.a.)’nin yanına gidip, “beni
ört, beni ört” dedi. Korku ve dehşeti geçip Hz. Peygamber (a.s.) biraz
sakinleşince, “ya Hatice bana ne oldu?” diye sordu. Daha sonra başından geçen
hadiseyi kendisine anlattı ve “Ben canımdan korkuyorum”[5]
dedi. Hz. Hatice, “ne diyorsunuz? Hiç öyle bir şey olur mu? Kendinize gelin ve
gü­lümseyin. Allah sizi mahcup etmeyecektir.[6]
Siz akrabalarınıza iyi mua­mele yaparsınız. Doğruyu söylersiniz. (Bir Hadiste de
‘Siz başkalarının emanetlerini aynen iade edersiniz’ cümlesi yer almıştır).
Kimsesizlerin yü­künü taşırsınız, fakir ve muhtaçlara yardım edersiniz.
Misafirperversiniz ve her iyi ve hayırlı işe katılırsınız” dedi. Hz. Hatice daha
sonra Hz. Pey­gamber (a.s.)’i yanına alıp Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka,
Hz. Hati­ce’nin kuzeniydi. Cahiliyye döneminde putperestliği terk edip
Hıristiyan olmuştu ve Arapça ile İbranice İncilleri yazardı. Çok yaşlıydı ve
gözleri gör­müyordu. Hz. Hatice, “ağabey, bakın yeğeniniz size ne anlatacak”
dedi.[7]
(Ebu Nu’aym’ın rivâyetine göre Hz. Hatice bizzat Varaka’ya bütün olayı anlattı).
Varaka, Hz. Peygamber (a.s.)’e, “evlâdım, sen ne gördün?” dedi. Rasûlullah
(a.s.) başından geçenleri kendisine anlattı. Varaka, “Val­lahi, bu Tanrı’nın Hz.
Musa’ya gönderdiği namus’un aynısıdır (yani, öbür dünyadan vahiy getiren melek).

[8]
Keşke,
seni, senin milletinin sürgüne göndereceği zamana kadar yaşasaydım”. Rasûlullah
(a.s.) kendisine sordu, “bunlar beni sürgüne mi gönderecekler?” Varaka da,
“evet, senin ge­tirdiğin şeyi getirmiş olan bir kişiye düşmanlık yapılmadığı
hiçbir zaman görülmemiştir. Eğer senin zamanında yaşarsam (peygamberlik
döneminde yaşarsam) sana olanca gücümle yardım ederim” diye cevap verdi. Fakat
aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.

23.5.1. Bu Olay
bize Ne Anlatıyor?

Bu olup bitenler gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) meleğin
geldiği ana kadar kendisinin peygamberliğe getirileceğini tahmin etmiyordu. Hz.
Pey­gamber (a.s.), nübüvvete talip veya hevesli olmadığı gibi, böyle bir şeyin
başına geleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Meleğin vahiyle gel­mesi
kendisi için hiç beklemediği âni bir hadise idi. Böyle bir şeyden ha­bersiz olan
bir kişinin gayet tabii olarak göstereceği tepkiyi Hz. Peygam­ber (a.s.) de
gösterdi. Bundan dolayıdır ki, O İslam davasını halka duyur­maya başlayınca
Mekkelilerden kimse ortaya çıkıp da, “ben zaten tahmin etmiştim, bu kişinin
peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belli idi” demeye cesaret
edemedi.

Bu olay ayrıca, nübüvvetten evvel Hz. Muhammed (a.s.)’in
yaşantısı ve karakterinin ne kadar temiz olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi, Hz.
Hatice (r.a.) küçük ve tecrübesiz bir kadın değildi. O sırada yaşı 55’di ve 15
seneden beri Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi ve hayat arkadaşıydı. Bir kadın,
kocasının bütün iyi ve kötü taraflarını bilir. O’nun ayıp ve hünerle­rine iyice
vakıf olur. Bu olgun ve tecrübeli hatun, Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğine ve
karakterine o kadar güveniyordu ki, kendisi Hira mağarasından dehşet ve heyecan
içinde eve dönüp başından geçen olayı anlatır an­latmaz Allah’ın meleğinin O’na
geldiğine hemen inanıverdi.Aynı şekilde Varaka bin Nevfel de yaşlı, bilgili ve
tecrübeli bir Mekkeli idi. Varaka ço­cukluğundan beri Rasûlullah (a.s.)’ın ne
yaptığını, ne ettiğini biliyordu. O da, Hz. Peygamber (a.s.)’in anlattığı olaya
ters bir tepki göstermedi, hiçbir tereddüt ve şüphe de belirtmedi ve aksine,
söylediklerini tasdik etti ve aynı halet-i ruhiyeden Hz. Musa (a.s.)’nın da
geçtiğini anımsadı. Demek ki, Varaka bin Nevfel’in gözünde de kişilik ve
karakteri bakımından Hz. Pey­gamber (a. s.) öylesine yüksek bir yerde idi ki,
O’nun peygamber olmasına hiç şaşmadı.

23.5.2. Olayın
Tahlili

Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e ilk açık ve kesin vahyin
gelişiy­le ilgili olayı iyice anlayabilmemiz için kendisinin ilk defa ve âni
olarak böyle bir durumla karşı karşıya geldiğini göz önünde bulundurmalıyız.
Bundan evvel hiçbir zaman, hiçbir şekilde kendisinin peygamber olacağı­nı tahmin
dahi etmemişti, içinde herhangi bir peygamberlik hevesi de yok­tu. Bunun için ne
bir hazırlık yapmış, ne de böyle bir şey olacağını düşün­müştü. Bir meleğin
kendisine geleceğini de beklememişti. Bir köşeye çeki­lip ve özellikle Hira
mağarasına gidip yalnızlık içinde ibadet ve İ’tikâf edi­yordu. Fakat bir nebi
veya peygamber olacağını aklının ucundan bile ge­çirmemişti. Durum böyle iken
Hira mağarasında yalnız bulunduğu bir sıra­da kendisine melek gelince bu ilk
büyük ve olağanüstü deneyim yüzünden gayet doğal olarak büyük bir heyecan duydu.
Aslında böyle bir durumda, ne kadar soğukkanlı olursa olsun, bir kimsenin
heyecan ve şaşkınlığı bir tek yerden kaynaklanmıyordu, aksine çeşitli sebepleri
vardı. Hz. Peygam­ber (a.s.)’in kafası karmakarışıktı, aklına bin bir soru
geliyordu ve kendisi­ne ne olduğunu kestiremiyordu. Ben gerçekten peygamberlik
makamına mı getirildim? Çetin bir sınavdan mı geçiriliyorum? Ben bu ağır yükü
na­sıl kaldıracağım?[9]
Ben insanlara nasıl, size peygamber olarak tayin edil­dim, diyebilirim. İnsanlar
benim sözlerime inanacaklar mı? Bu beklenme­dik olaydan sonra kendi çevremdeki
insanlara ve milletime peygamber ol­duğumu söylediğim zaman beni alaya
almayacaklar mı? Bana gülmeye­cekler mi? Bana deli demeyecekler mi? Tek başıma
bu cahillerle nasıl başa çıkacağım? Onları cehalet ve dalâletlerinden nasıl
kurtaracağım? îşte Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi kendine sorduğu sorular
bunlardı.

Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.) Hira
mağarasın­dan eve döndüğünde, dehşet içinde idi ve titriyordu. Eve varır varmaz
da, “beni örtün, beni örtün” diye evdekileri uyardı. Bir süre sonra biraz
heyeca­nı yatışınca Seyyide Hz. Hatice (r.a.)’ye başından geçenleri anlattı ve
şöy­le dedi, “canımdan korkuyorum”.

Bunun üzerine Hz. Hatice de şu cevabı verdi: “Asla, vallahi,
Allah si­zi üzmeyecektir. Siz akrabalara yardım edersiniz. Doğruyu söylersiniz.
Çaresiz ve kimsesizlere yardım elinizi uzatırsınız. Fakir, fukaraya destek
olursunuz. Misafirleri ağırlarsınız. Ve bütün iyi ve hayırlı işleri
yaparsı­nız.”

Hz. Hatice (r.a.) daha sonra Rasûlullah (a.s.)’ı Varaka bin
Nevfel’e götürdü, çünkü kendisi bir kitap ehliydi ve geçmiş peygamberlerin
duru­munu az çok biliyordu. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in ba­şından
geçenleri dinledikten sonra hiç çekinmeden, “evet, bu Hz. Musa (a.s.)’ya gelen
namus (meleği)un aynısıdır” deyiverdi. Deyiverdi, zira ken­disi Hz. Muhammed
(a.s.)’i çocukluğundan gençliğine ve daha sonra 40 yaşına kadar görmüşle
karakterini bilme ve tanıma imkânı bulmuştu. Nevfel, Hz. Peygamber (a.s.)’in
öteden beri peygamberlik hevesinde ve hazırlığında olmadığını çok iyi biliyordu.
Bu iki hususu bilen Nevfel, me­leğe benzeyen bir kişinin Hz. Muhammed (a.s.)’e
gelip peygamberlere benzer bilgi ve talimatı kendisine ilettiğini duyunca O’nun
peygamberlik makamına getirildiğine şüphe etme ihtiyacını duymadı.

23.5.3. Hz.
Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?

Şayet Hz. Muhammed (a.s.) öteden beri peygamber olacağını
tasarla­mış olsaydı, kendisi gibi bir insanın nebi olması gerektiğine inansaydı
ve bana bir melek gelsin diye bir mağarada yalnız başına ibadet ve murakebede
bulunmuş olsaydı, gayet tabii ki, Hira mağarasındaki olay cereyan ettiği zaman
büyük bir sevinçle içinde yerinden fırlar, nara atar ve mağa­radan kurşun gibi
çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra kendisinin pey­gamber olduğunu ilân
ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum bam­başka idi ve kendisi hayli
heyecanlı ve sarsılmış bir durumda idi. Titreye­rek eve geldi ve yorgana sarılıp
sessizce yattı. Biraz sonra kendisine gelir gibi olunca hayat arkadaşına sırrını
açıkladı. Kendisine bir şeyler olduğu­nu, hayatının tehlikede olduğunu belirtti.
Peygamberliği öteden beri bek­leyen bir kişinin tepkisi böyle mi olmalıydı?
Tabii ki hayır.

Bir kadın kendi kocasına en yakın kişidir. Kocasının hayatı,
yaşantısı, huyları, zevkleri, karakteri ve duygularını en iyi bilen odur. Eğer,
Hz. Ha­tice (r.a.), kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve her zaman
kendisi­nin bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz. Peygamber (a.s.)’e
verdiği cevap herhalde çok farklı olacaktı. O, gayet doğal olarak diyebilirdi
ki, “kocacığım, neden korkuyorsun? Korkulacak ne var? istediğin bu değil miydi?
Sen peygamber olmak istemiyor muydun? işte muradına erdin. Sen bir yandan
peygamberlik tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye ve paralan toplayayım
ve böylece ikimiz de zengin oluruz”. Fakat biz ne görüyoruz? Hz. Hatice (r.a.)
on beş yıllık evlilik hayatında Hz. Muham­med (a.s.)’in ne gibi bir insan
olduğunu çok iyi anlamıştı. Aralarındaki sa­mimiyet ve sevgi Hz. Muhammed
(a.s.)’in doğru ve dürüst bir insan oldu­ğunu ortaya koymuştu. Kendisinin yalan
söylemeyeceği ve herhangi bir sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz. Hatice
(r.a.) O’na bir şeytanın gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Cenab-ı Allah’ın O’nu
bir azaba sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini, gördüklerinin doğru
olduğunu pek iyi biliyordu. Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerli idi.
Varaka ya­bancı bir kişi değildi. Aksine Rasûlullah (a.s.)’ın sülâlesinden bir
kişi olup, dayısıydı. Ayrıca ilim ve irfan sahibi bir Hıristiyan olarak
peygam­berliğin, kitabın ve vahyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hususta
ya­pılan asılsız ve çürük bir iddiayı reddedecek durumda idi. Yaşı hayli ileri
olduğu için tecrübe sahibi biriydi ve Hz. Muhammed (a.s.)’in bütün ömrü gözünün
önünden geçmişti. Varaka bin Nevfel de Hira Vakasını duyduk­tan sonra kendisine
gelenin, Hz. Musa (a.s.)’ya gelen melekten başkası ol­madığını tereddüt etmeden
söyledi. Zira, burada da durum Hz. Musa’nınki gibi idi. Hz. Muhammed (a.s.),
tıpkı, Hz. Musa (a.s.) gibi saf, temiz ve her şeyden habersiz iken peygamberlik
makamına getirilmişti. Peygamber­liğe hevesli olmak şöyle dursun, böyle bir
şeyin vuku bulacağını aklının bir köşesine bile getirmemişti. Bu apaçık durum,
Varaka bin Nevfel’in de, Hz. Muhammed (a.s.)’in, şeytanın bir oyununa
gelmediğine, doğru ve te­miz karakterinden dolayı herhangi bir ard niyeti ve
ihtirası olmadan Nihai Hakikat’ı bulduğuna inanmasına sebep olmuştu.

Gerçekçi ve doğruyu kabul eden bir kişi için, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in bu durumu hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Zaten bu yüzden bu du­rum
Kur’an-ı Kerim’de defalarca örnek olarak gösterilmiştir.[10]

“Halbuki (daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin”.
(Şura; 52)

23.6. İLK VAHYİN KONUSU

Rasûlullah (a.s.)’a gelen ilk vahy Alâk suresinin ilk beş
âyetinden müteşekkil olup şöyle idi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir
kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rabbin ki, ka­lem
ile (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”

Vahy’in inişiyle ilgili, bu ilk tecrübe idi ve Hz. Peygamber
(a.s.) bun­dan ilk kez geçiyordu. Bu ilâhi mesajda kendisinin ne kadar büyük bir
mevkiye getirildiği belirtilmemişti. İlerde kendisini ne gibi bir görev
bek­lediği açıklanmamıştı. Aksine, bu ilk ve belki de eksik bir tanışma idi.
Maksat Hz. Peygamber (a.s.)’i fazla heyecanlandırmamak, yıpratmamaktı. Bu ilk ve
ani şok geçtikten sonra kendisi zihnen vahyi kabul etmeye ve peygamberlik
görevini yürütmeye hazır olunca ayrıntılara girilecekti. Ni­tekim, böyle
yapıldı.

[11]

23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN
AÇIKLANMASI

Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’e gelen ilk vahyin her kelimesi son derece
önemli ve dikkate değerdir. Meselâ ilk ayeti ele alalım: “Yaratan Rabbi­nin adı
ile oku.”

Bilindiği gibi, Rasûlullah (a.s.)’a melek, “oku” deyince kendisi
“be­nim okuma yazmam yoktur” diye cevap vermişti. Bu konuşma gösteriyor ki, ilk
vahiy yazılı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’e gösterilmiş ve kendisi­nin bunları
okuması istenmişti. Zira, eğer melek, “oku” emriyle, söyledik­lerini Hz.
Muhammed (a.s.)’in aynen tekrar etmesini kastetmiş olsaydı, kendisinin, “benim
okuma yazmam yoktur” demesi gerekmeyecekti.

Ayette, “Yaratan Rabbinin adı ile oku” denilmiştir. Yani,
“Rabbinin adıyla” başka bir deyimle de, “bismillah ile” (Allah’ın adıyla)
okunması istenmiştir. Bu demek oluyor ki, Rasûlullah (a.s.) vahyden önce de
sadece Allahu Teâlâ’yı kendi Rabbi olarak tanıyordu. Bu sebeple, Rabbinin kim
olduğunun açıklanmasına gerek duyulmadı. Aksine, sadece kendi Rabbi­nin adıyla,
yani, O’nun tanıdığı ve bildiği Rabbinin adıyla okuması isten­di. “Yaratan”
kelimesi de dikkate şayandır. Çünkü, burada Allah’ın kimi yarattığı
belirtilmemiştir. Bu ayeti okuyan, zaten ayetten kâinatı ve için­deki her şeyi
yaratan Halik’in adıyla okunması istendiğini kolayca anlaya­bilir.

İkinci ayette, “O insanı bir kan pıhtısından yarattı”
denilmiştir. Görül­düğü gibi, ilk önce, kâinatı yaratandan bahsedilmiş, daha
sonra Yüce Al­lah’ın, bir kan pıhtısı halinden insanı koskoca bir mahluk olarak
yarattığı açıklanmıştır. Yaradılışın başlangıcı işte böyle olmuştur. “Alak”
donmuş kan veya kan pıhtısı anlamına gelen “alaka”nın çoğuludur. Bu gebeliğin
başındaki durumdur ki, bir insan o sıralarda bir kan pıhtısından başka bir şey
olmuyor. Bundan sonra cenin giderek kan ve et topluyor ve bir bebek şeklini
alıyor, ta ki doğarken her şeyiyle mükemmel ama küçük bir insan oluyor.

[12]

Üçüncü ve dördüncü ayetlerde, “Oku, Rabbin sonsuz kerem
sahibi­dir. O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti” denilmiştir. Yani, Cenab-ı
Allah’ın, insanı küçücük, değersiz ve önemsiz bir durumdan çıkarıp, ilim ve
irfan sahibi yapmış olması büyük bir kerem ve ihsanıdır. İlim ve irfan,
mahlukların en büyük sıfatıdır. Cenab-ı Allah insana sadece okumayı öğ­retmemiş,
onun elinin kalem tutmasını temin etmiş, ona yazmayı da öğret­miştir. Yazı ve
yazı sanatı, ilmin gelişmesi ve yayılmasına yardımcı ol­muş, insanların bilim ve
teknoloji alanında yeni ufuklara yol almasına katkıda bulunmuştur. Yazı ve yazma
sanatı, ayrıca zamanla baskı tekniği­ne dönüşerek ilim hazinelerinin nesilden
nesile geçmesine ve muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Cenab-ı Allah, insana
ilham yoluyla kalemi ve yazma sanatını öğretmemiş olsaydı, insanın bütün ilmi
çalışmaları ve faaliyetleri bir yerde donup kalacaktı ve bundan nesiller
istifade edemeye­cekti.

Beşinci ayet şöyledir: “İnsana bilmediğini öğretti”. Yani, insan
aslın­da yaratılış itibariyle habersiz ve bilgisizdi. İnsan ne kadar bilgi ve
ilim elde edebilmişse Allah’ın inayeti ve merhametiyle elde etmiştir. Fakat,
Al­lah çeşitli aşamalarda insanlara ilmin kapılarını açmış ve dünya, tabiat ve
kainat’ın bütün sırlarını bir bir onlara açıklamıştır. Aynı şey Bakara sûresinin
Ayet’ul Kürsi’sinde anlatılmıştır:

“İnsanlar, O’nun ilminden, O’nun istediğinden başkasını
kavraya­mazlar” (Ayet; 255)

İnsanların sadece kendi bilgi, ilim ve zekalarıyla elde
ettiklerini san­dıkları ilmi keşifler, aslında Allah’ın ihsanıdır. İnsanlar
bunları önceden bilmiyorlardı. Allah kendilerine bilgi ve kavrama yeteneği
vermediği tak­dirde, hiçbir şeyi bilemeyecek, öğrenemeyeceklerdi. Fakat Allah,
insana bu bilgi ve ilmi hakikatleri, hissedilmeyecek ve belli olmayacak şekilde
vermiştir.

Rasûlullah (a.s.)’a inen, bu ilk ayetlerdi. Hazreti Ayşe’nin
ifadesine göre bu öylesine çetin ve ağır bir tecrübe idi ki, Hz. Peygamber
(a.s.) bun­lardan fazlasına tahammül edemeyecekti. Bu sebeple, Cenab-ı Allah ilk
etapta ancak bu ayetleri kendisine indirdi. O sırada Hz. Peygamber (a.s.)’e
sadece, daha önceden bildiği ve tanıdığı Rabbinin kendisiyle doğrudan konuştuğu
ve vahiylerin gelmeye başladığı açıklandı. Bundan sonra “Müddessir” sûresinin
ilk ayetleri indi. Bunlarda Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet payesine yükseldiği
ve insanları Allah’a davet etme zamanının geldiği anlatıldı.

23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ

‘Alak sûresinin ilk beş ayetinden müteşekkil ilk vahyin iniş
tarihi ne­dir? Bu hususta muhaddis ve tarihçiler değişik ifadelerde
bulunmuşlardır. İbn Abdi’l-Berr ve Mes’udi’nin ifadelerine göre, Hz. Peygamber
(a.s.)’in bi’seti (peygamberliği) 41. Am’ul Fil’in 8 Rebiülevvel tarihine
rastlamıştır. İbn-ul Kayyım, “Zâd ul Me’âd” isimli eserinde pek çok sahabe ve
muhad­disin bu tarih üzerinde ittifak ettiklerini kaydetmiştir. Fakat bu tarihi
ka­bul edenler, Hz. Muhammed (a.s.)’e ilk vahyin inişinden 6 ay kadar önce doğru
rüyaların gösterilmeye başlandığı günden itibaren “bi’set”e eriştiği­ni sanarak
hesaplamışlardır. Vahy’in inişi hakkında ise en isabetli ifade Kur’an-ı
Kerim’dir, ki şöyledir: “Kur’ân’ın nazil olduğu (indirildiği) rama­zan ayı”
(Bakara; 185). Kur’ân-ı Kerim’in bu açık ifadesi diğer bütün tahminleri geçersiz
kılmaktadır. Yani ilk vahiy Hazreti Peygamber (a.s.)’e Rebiülevvel veya başka
aylarda değil, Ramazan’da inmiştir ve dolayısıyla kendisi 41. Am-ul Fil’de
peygamber olmuştur.

Kur’ân-ı Kerim’in Ramazan ayında indiği sabit olduktan sonra
sıra kesin tarihinin tesbitine gelmiştir. Bu konuda da çeşitli ve farklı
ifadeler . bulunmaktadır. Bazıları 7 Ramazan tarihini vermektedir. İbn Sa’d bir
yer­de 12 ve başka bir yerde İmam Muhammed el-Bâkır’a atfen 17 Ramazan tarihini
yazmıştır. Belazuri de, İmam Muhammed el-Bâkır’ı kaynak gös­termiştir. Ayrıca,
Hz. Ayşe (r.a.) de bu tarihi nakletmiştir. Taberî ve İbni Esir; Ebu Kılâbet’ul
Cermi’ye dayanarak 18 Ramazan ve bazıları 19 Ra­mazan tarihlerini vermişlerdir.
Vâsıla bin el-Eska’, Câbir bin Abdullah ve Ebu-el Cüld’ün rivâyetine göre bu
tarih 27 Ramazan’da Fakat Kur’an-ı Kerim’de “Biz Kur’an-ı Kadir gecesinde
indirdik” denilmiştir. Müslüman ulemanın çoğu, Ramazan’ın son 10 gecesinin
bölünmez gecelerinden her­hangi birinin kadir gecesi olduğunda, bazıları ise
bunun 27 Ramazan ol­duğunda karar kılmışlardır.

23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ
TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLER

Bu konuda nakledilen çeşitli muteber ve güvenilir hadisler
aşağıya alınmıştır.

Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
Kadir ge­cesi hakkında şunları buyurmuşlardır: “Bu gece 27 veya 29 Ramazan
tari­hine rastlar”. (Ebu Davûd Tayalisî). Hz. Ebu Hureyre’nin başka bir
hadisi­ne göre, Kadir gecesi, Ramazan’ın son gecesidir (Müsned-i Ahmed).

Hz. Ebû Zer (r.a.)’e bu hususla soru yöneltilince dedi ki, Hz.
Ömer, Hz. Huzeyfe (r.a.) ve Rasûlullah (a.s.)’ın diğer sahabeleri, “Kadir
gecesi­nin 27 Ramazan tarihinde olduğuna” şüphe etmezlerdi (İbn Ebi Şeybe).

Hz. Ubâde bin Sâmit (r.a.)’in ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
“Kadir gecesinin, Ramazan’ın son l0 gecelerinden şu bölünmez rakamlı geceler­den
biri olduğunu buyurmuşlardır: 21, 23, 25, 27 ve 29, veya son gece” (Müsned-i
Ahmed).

Hz. Abdullah bin Abbas’ın naklettiğine göre Rasûlullah (a.s.)
şöyle buyurmuşlardır: “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinde arayın. Ya­ni,
ayın sona ermesine 9 gün kala, 7 gün kala, 5 gün kala” (Buhârî). Ekseri ulema,
bunun, Ramazan ayının bölünmez rakamlı son geceleri olduğunu anlamışlardır.

Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in rivâyetine göre, Kadir gecesi şu
tarihlerde aran­malıdır: Ramazan ayının sona ermesine 9 gün, 7 gün, 5 gün, üç
gün kala veya son günü (Tirmizî, Nesaî).

Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir ifadesi şöyledir: “Rasûlullah (a.s.)
buyurdular ki, “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinin bölünmez rakamlı
gece­lerinde aramalısınız” (Buhârî, müslim, Ahmed ve Tirmizî). Hz. Ayşe ile Hz.
Abdullah bin Ömer’in bir başka hadisine göre Rasûlullah (a.s.) ömrü­nün sonuna
kadar Ramazan’ın son on gecesinde İ’tikâf ederdi.

Bu hususta Muaviye, İbn Ömer, İbn Abbas (r.a.) ve diğerlerinin
bazı hadisleri de dikkate değerdirler. İşte bütün bu hadislere dayanarak ulema
ve fakihlerin çoğu 27 Ramazan’ı Kadir gecesi olarak kabul etmişlerdir.

23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK
FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZ

Taberî’nin ifadesine göre Tevhid’in kabulü ve putların reddinden
son­ra İslam şeriatına farz olarak giren ilk şey namazdı. İbn Hişâm, Muham­med
bin İshâk’a atıf yaparak Hz. Ayşe’nin bir hadisini nakletmiştir. Buna göre Hz.
Peygamber (a.s.)’e ilk farz olunan şey namazdı. Bu, ilk başta iki­şer rek’at
şeklinde idi.’ İmam Ahmed, İbni Lehi’a’ya dayanarak Hz. Zeyd bin Harise’nin bir
hadisini kaydetmiştir. Buna göre, Rasûlullah (a.s.)’a İL: vahiy indikten sonra
Cebrail (a.s.) kendisine gelerek abdest almasını öğ­retti. İbn Mâce ile Taberânî
(el-Evsât)’de de, aynı hadis az bir değişiklikle naklolunmuştur. Durum, İbn
İshâk’ın şu açıklamasıyla vuzuha kavuşuyor: “Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin
yukarısında idi. Cebrail en güzel yüzü ve en güzel kokusuyla Rasûlullah (a.s.)’ın
önüne çıktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed (a.s.) Allah size selâm söylemiştir ve
cinler ile İnsanlar için sizi rasûl tayin ettiğini size iletmemi emretmiştir.
Onun için, siz onları Lâ ilâhe illallah sözüne davet edeceksiniz.” Daha sonra
ayağını yere vurdu. Oradan su fışkırmaya başladı. Cebrail o sudan abdest aldı,
ki Hz. Peygam­ber (a.s.) namaz kılabilmek için abdestin nasıl alındığını
öğrenebilsin. Sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in de kendisi gibi abdest almasını
söyledi. Daha sonra Cebrail, Rasûlullah (a.s.) ile beraber dört secdeli iki
rek’at na­maz kıldı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) oraya Hz. Hatice (r.a.)’yi
getir­di, O’na abdest aldırdı ve onunla birlikte iki rek’at namaz kıldı.” İbn
Hişâm, İbn Cerir ve İbn Kesir de bu hadiseyi aynen nakletmişlerdir.

İmam Ahmed, İbn Mâce, Taberânî (el-Evsat) ve diğerlerinin
ifadesi­ne göre, Hz. Usâme bin Zeyd (r.a.) babası Hz. Zeyd bin Harise’ye
dayanarak naklettiği hadiste Rasûlullah (a.s.)a vahyin gelmesinden sonra ilk
ola­yın, Cebrail (a.s.)’in kendisine abdest almayı öğretmesi olduğunu
açıkla­mıştır. Cebrail daha sonra namaza kalktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın da
kendi­siyle namaz kılmasını istedi. Rasûlullah (a.s.) daha sonra eve geldi ve
Hz. Hatice’ye hadiseyi anlattı. Hz. Hatice sevince boğuldu. Daha sonra Hz.
Peygamber (a.s.) kendisinin abdest almasını istedi ve onu yanına alıp Cebrail’in
öğrettiği gibi namaz kıldı. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetlerinin Hz. Peygamber
(a.s.)’e inişinden sonra yerine getirilen bu ilk farzdı. Galip ih­timal, bu
olayın, Hira mağarasında ilk vahy’in indiği günün gecesi meyda­na geldiği
yolundadır. Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice (r.a.) bir süre
gizli olarak namaz kılmaya devam ettiler.

23.11. İLK DÖRT MÜSLÜMAN

İlk müslümanın Hz. Hatice (r.a.) olduğu konusunda ittifak
edilmiştir. Bundan sonra ikinci müslümanın kim olduğu konusunda bazı ihtilaflar
vardır. Bu hususta Hz. Ali, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Zeyd bin Harise’nin adla­rı
geçmektedir. Fakat, Hz. Hatice’den sonra bu zevatın da İslam dinini ka­bul eden
ilk üç kişi olduğu kesindir.[13]

Hz. Ali’nin İslâmı kabul etmesiyle ilgili vak’a Hafız İbn Kesir
ve İbn İshâk’ın eserlerinde ayrıntılı biçimde yer almıştır. Bunu şöyle
özetleyebili­riz. Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’nin gizlice namaz kılmaya
başla­malarının ertesi günü Hz. Ali (r.a.) onları namaz kılarken gördü. Ne
yap­tıklarını sordu. Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Bu Allah’ın dinidir. Bunu
Allah kendisi için benimsemiş ve bununla beraber peygamberlerini göndermiştir. O
halde, seni Allah’ı tek olarak tanımaya ve Lât ile Uzza’yı red­detmeye davet
ediyorum”. O sıralarda yaşı sadece 10 olan Hz. Ali, “ben böyle bir şeyi ilk defa
duyuyorum. Benim bu hususla herhangi bir adım atmamdan önce babamın onayı
gerekmektedir.Önce onun fikrini alayım.” Rasûlullah (a.s.) o sırada sırrının
ortaya çıkmasını istemiyordu. Bu yüzden, “eğer bu dini kendi başına kabul
etmiyorsan bunu başkalarından gizli tut” diye öğütte bulundu. Hz. Ali o gece
beklemeyi uygun buldu. Ama Allah O’nun kalbinde İslam sevgisini doğurdu. Bu
suretle sabah Rasûlullah (a.s.)’a giderek, “dün beni neye davet etmiştiniz?”
diye sordu. Rasûlullah (a.s.) “senin Allah’ı tek ve ortaksız olarak kabul etmeni
ondan başka bir ilah olmadığını kabul etmeni, Lât ile Uzza’yı reddetmeni ve
Allah’a ortak koşulan diğer bütün varlıklardan bağını koparmanı istemiştim”
dedi. Hz. Ali bu nasihatı derhal kabul etti, ama babası Ebu Tâlib’ten korktuğu
için müslümanlığını bir müddet gizli tuttu. Bu süre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
ile birlikte namaz kılmaya devam etti.

İmam Ahmed, İbn Cerir Taberî ve İbn Abdi’l-Berr, Afif Kindi
(r.a.)’nin (Eş’as bin Kays’ın amca oğlu) bir rivâyetini nakletmiştir ki,
şöy­ledir: Abbas bin Abdulmuttalib benim eski dostumdu ve ekseriya Ye­men’e
gelip ıtır satın alır ve Hac mevsiminde satardı. Bir defasında Hac mevsiminde
O’nunla Mina’da buluştum. Aradan fazla bir zaman geçme­den çok yakışıklı ve
cazip bir erkek gelip abdest aldı ve namaza kalktı. Daha sonra bir kadın geldi
ve o da abdest alıp namaz kılmaya başladı. Da­ha sonra, henüz bülûğa ermemiş bir
erkek çocuk geldi ve abdest alarak ilk erkeğin yanında durarak namaz kılmaya
başladı. Ben sordum: “Ey Abbas bunlar ne yapıyorlar? Bunlar hangi dine
bağlıdırlar? Vallahi, ben böyle bir şey daha önce görmedim.” Abbas dedi ki: “Bu,
benim kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib’tir. Allah’ın
kendisini rasûl olarak tayin ettiğini iddia etmektedir. (Başka bir rivayete
göre, o İran ile Bizans’ın hazinelerini talan edeceğini iddia etmektedir). Küçük
çocuk ise benim yeğenim, Ali bin Ebi Tâlib’tir. Bu çocuk da onların dinini kabul
edip onlarla beraber hareket etmektedir. Kadın ise Muhammed (a.s.)’in
zevcesidir. O da kocasının dinini kabul etmiş ve ona itaat etmeye başla­mıştır.”
Daha sonra Afif Kindi, müslümanlığı kabul ettikten sonra devam­lı şöyle diyerek
hayıflanırdı: “Keşke dördüncü müslüman ben olsaydım.”

İbn Hişâm ile İbn Cerir’in ifadelerine göre, daha sonra bir
defasında Ebu Tâlib de oğlu Ali’nin namaz kıldığını gördü. “Oğlum, bu nedir?”
diye sorunca, Hz. Ali (r.a.) kendisine şu cevabı verdi: “Babacığım, ben Allah’a
ve O’nun Rasulüne (Hz. Muhammed (a.s.)’e iman etmiş bulunuyorum. Ben onların
doğru olduğunu kabul ettim ve şimdi de onlarla beraber na­maz kılıyorum. Ebu
Tâlib de, “O senin iyiliğinden başka bir şey istemez yavrum. Sen O’na bağlı kal”
diye nasihatte bulundu. İbn Kesir ise Ebu Tâlib’in şöyle dediğini nakletmiştir:
“Amcazadenin yanında kal ve O’na yar­dımcı ol.”

Hz. Ebû Bekr’in İslamiyet’i kabul etmesi hadisesini Zürkâni
“Şerh-i Mevâhib’te şöyle anlatmıştır. Hz. Ebu Bekr, Hz. Hatice’nin yeğeni Hakim
bin Hizam ile beraber otururken yanına Hâkim’in hizmetçisi gelerek şun­ları
anlattı: “Teyzeniz bugün diyordu ki, kocası Hz. Musa gibi Allah tara­fından
gönderilen bir nebi’dir”. Bu sözleri dinler dinlemez, Hz. Ebu Bekr doğru
Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve hizmetçinin dediğinin doğru ol­duğunu
öğrenir öğrenmez hiç tereddüt etmeden müslüman oldu. İbn İshâk’ın, Abdullah bin
Husayn el-Temimi’ye dayanarak anlattığı rivâyete göre, Rasûlullah (a.s.) şöyle
buyurdular: “Ben her kime İslam diniyle ilgili daveti verdimse biraz tereddüt
etti ve düşünceye daldı. Fakat Ebû Bekr te­reddüt etmeden müslüman oldu.
Kendisine İslam davetini verir vermez, hiç düşünmeden ve tasalanmadan
İslamiyet’i kabul ediverdi.”

Hz. Zeyd bin Harise’nin müslüman oluşuyla ilgili tafsilât tarih
veya siyerlerde mevcut değildir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, kendisi 15
seneden beri Rasûlullah’ın hizmetinde idi ve ailenin bir ferdi haline gel­mişti.
Her gün ve her zaman evde olduğu için Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’yi
namaz kılarken görmüş bulunması ve daha sonra da müslü­manlığı kabul etmiş
olması kuvvetle muhtemeldir.

Bu olaylar gösteriyor ki, Hazreti Peygamber (a.s.)’den ilk
etapta İslamiyet’le ilgili çalışmalarını gizli tutması Cenab-ı Allah tarafından
istenmiş olmasına rağmen kendisi ve Hz. Hatice’nin yakın akrabaları kendilerinin
ne yaptıklarını ve ecdadlarının dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmış
olduklarım öğrenmişlerdi. Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik iddiasında
bulunduğu, peygamberliğini ve yaymaya başladığı yeni dini sadece aile efradı
değil, bazı yakın akraba ve arkadaşlarının da kabul ederek O’nun gibi ibadet
etmeye başladıklarını görüyorlardı. Fakat, bu çalışmalarla ilgili bilgi ilk önce
düşmanlarına değil dostlarına ve onun hakkında iyi düşü­nenlere, onu seven ve
sayanlara intikal ettiği için onlar da meselenin fazla dal budak salmasını
islemediler ve Hakk’a davetin bir müddet sır olarak kalmasını sağladılar. Çünkü
böyle olsaydı, İslâmiyet’e muhalefet ve düş­manlık zamanından önce başlamış
olacaktı.

23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ.
İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?

İbn Cerir, tarih kitabında, İbn Sa’d “Tabakatta, Kastallanî
“Mevâhib’ul Ledünniye”de ve Zürkanî, “Şerh-i Mevâhib”de İmam Şabi’nin şu
sözlerini nakletmişlerdir. Peygamberliğinin ilk üç yılında Hz. Muhammed
(a.s.)’in eğitilmesi için Hz. İsrafil (a.s.) görevlendirilmişti.

Hz. İsrafil vahiy getirmiyordu. Zira vahiy getirme vazifesi Hz.
Cebrail’e aitti. İsrafil, Hz. Peygamber (a.s.)’i başka türlü eğitiyor ve doğru
yolu gös­teriyordu.[14]
İmam Ahmed bin Hanbel, Yakûb bin Süfyân el-Hâfız ve Beyhaki de İmam Şa’bi’nin bu
rivâyetini nakletmişlerdir ve onun devrine kadar gösterdikleri kaynak ve isnat
da doğrudur. Ne var ki, İmam Şa’bi’ye bu rivâyetin nasıl ulaştığı iyi
bilinmiyor. Zira kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’e kadar olan kaynaklar zincirini
göstermemiştir ve bu hususta güve­nilir ve inanılır senet de ortaya koymamıştır.
İbn Sa’d ile İbn Cerir ise, Vakıdi”nin bu rivâyeti kabul etmediğini ve Hz.
Peygamber (a.s.)’in yanın­da Cebrail’den başka bir meleğin bulunduğunu
kesinlikle reddettiğini be­lirtmişlerdir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu öyle bir meseledir ki, bu
hususta farklı ifadeleri olduğu gibi kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Olay
ne tamamıyla kabul ne tamamıyla reddedilebilir. Olay reddedilemez, çünkü İmam
Şa’bi tanınmış ve güvenilir bir muhaddistir ve naklettiği rivayet de bir çırpıda
reddedilecek mahiyette değildir, Fakat aynı zamanda olay inkâr edilmez bir
gerçek gibi de kabul edilemez. Zira, anlatılan hadisin kaynakları hayli kuvvetli
cinsten değildir ve bu bakımdan bunun kabulü şart değildir. Bu olay ihtimal
dahilindedir de. Zira, peygamberlik makamı­na getirildikten hemen sonra Hz.
Muhammed (a.s.)’in söz ve hareketlerin­deki önemli değişikliğin, bilgi
hazinesindeki büyük ve ani artışın, hadis ve siyerleri dolduran hikmetli
sözlerinin ve insan hayatının hemen hemen her alanını ilgilendiren dahiyane
nasihatlerinin ilâhi ve insanüstü bir kaynağı olması kuvvetle muhtemeldir. Bu
akıl, zekâ ve hikmetin İncileri mutlaka gaipten gelmişti ve bunların Hz.
Muhammed (a.s.)’e ulaştırılması için Ce­nab-ı Allah’ın İsrafil’i görevlendirmiş
olması imkânsız değildi.

23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ

İlk vahy’in gelişinden sonra uzun bir müddet Hz. Cebrail ikinci
bir vahiy getirmedi. Bu ara uzadıkça Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
üzüntü ve ıstırabı anmaya başladı. Bu devre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
kendisinden öyle geçiyordu ki, bazen Sebir (Mekke yakınlarındaki bir te­pe)
dağına ve bazen Hira tepesine giderek oradan kendisini atmak istiyor­du.
Günlerden bir gün yine kendisinden geçmiş bir durumda bir dağın te­pesine
tırmanmayı düşünürken gökten bir ses geldiğini fark etti ve olduğu yerde durdu.
Başını yukarıya kaldırıp bakınca Cebrail’in gök ile yer arasında bir makama
oturduğunu gördü. Cebrail o sırada kendisine şöyle de­di: “Ya Muhammed, sen
muhakkak Allah’ın rasûlüsün ve ben de Cebra­il’im”. İbn Sa’d bu olayı Hz.
Abdullah bin Abbas’a dayanarak kendi tefsi­rinde ve Abdurrezzak, İmam Zühri’ye
dayanarak “el-Müsannif’ adlı ese­rinde nakletmişlerdir. Buhârî ile Müslim ve
Müsned-i Ahmed’de de. bunun ayrıntıları vardır.

İmam Zührî’nin rivâyeti şöyledir: “Oldukça uzun bir müddet Hz.
Pey­gamber (a.s.)’e herhangi bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde Rasûlullah
(a.s.) öylesine üzüntülü ve ıstıraplıydı ki, bazen dağların tepesine çıkarak
kendisini aşağıya atıp intihar etmeyi aklına getirirdi. Fakat Hz. Peygam­ber (a.
s.) ne zaman bir dağın tepesine çıksa, hemen Cebrail (a.s.) görünür, kendisinin
Allah’ın rasûlü olduğunu hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi bir nebze de
olsa dinmiş olurdu” (İbn Cerir).

İmam Zührî bundan sonra Hz. Câbir bin Abdullah’ın şu hadisini
nak­letmiştir: “Rasûlullah, vahiylerin arasının kesildiği devreden bahsederken
şunları buyurmuşlardı: “Bir gün yoldan geçiyordum. Birden bire gökten bir ses
geldiğini duydum. Başımı kaldırıp yukarıya baktım. Hira mağara­sında bana gelen
meleğin gök ile yer arasındaki boşlukta bir makama oturduğunu gördüm. Bu
vaziyeti görünce dehşet ve korkuya kapıldım ve eve gidip ‘beni örtün, beni
örtün’ dedim. Evdekiler dediğimi yaptılar ve beni bir örtüye sardılar. O sırada,
Cenab-ı Allah bana “Yâ Eyyühel müddessir” sözleriyle başlayan ayetleri nazil
etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı gelmeye başladı.” (Buhârî, Müslim,
Müsned-i Ahmed, İbn Cerir).

23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7
AYETİNİN İNÎŞÎ

Velhâsıl, ilk vahiyden sonraki ara sona erdi ve vahiyler tekrar
gelme­ye başladı. Gelen ikinci vahiy Müddessir sûresinin ilk 7 ayetinden
müte­şekkildi. Bu ayetlerde Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik makamına
getirildiği açıklanarak bu makam ve mevkiin gereği olarak kendisinin ya­pacağı
vazifelerden bazıları anlatılmıştı. Burada şu noktaya işaret etmekte fayda
vardır ki, Alak sûresinin ilk beş ayeti sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Allah
tarafından vahiylerin gelmeye başladığını ve kendisinin Al­lah’ın Rasûlü olarak
seçildiğini ortaya koyuyorlardı. Müddessir sûresiyle ise Hz. Muhammed (a.s.)’in
bir peygamber olarak ne gibi işler yapması gerektiği belirtilmişti. Bu sûrede
Hz. Peygamber (a.s.)’in insanlara Allah’ın mesajını iletmesi ve onları İslâm’a
davet etmesi de istenmişti. Bazı hadislerde Müddessir’in ayetlerinin, Kur’an-ı
Kerim’in ilk ayetleri olduğu bile söylenmiştir. Nitekim, Buhârî, Müslim, Tirmizî
ve Müsned-i Ah­med’de bu hususta Hz. Cabir bin Abdullah Ensarî’nin naklettiği
sarih ve bariz hadis vardır. Fakat müslüman ümmet, hemen hemen ittifakla, Alâk
sûresinin ilk beş ayetini Hz. Muhammed’e inen ilk vahiy olarak kabul et­miş
durumdadır. Bundan sonra İbn Esir, Müddessir sûresinin inişine ka­dar vahiylerin
arasının kesildiğini beyan etmiştir. Daha sonra vahylerin muntazaman gelmeye
devam ettiğini kaydetmiştir. Bizzat Hz. Câbir bin Abdullah Ensari’nin İmam Zührî
tarafından nakledilen hadisine göre, Müddessir’in ilk 7 ayetinin inişinden önce
Rasûlullah (a.s.), Hira’da kendisine gelen meleği yerle gök arasında bir makamda
otururken görmüştü. Bu hadisi biz yukarıda nakletmiş bulunuyoruz.

23.14.1.
Müddessir Sûresinde Verilen Talimat

Şimdi Müddessir sûresinin söz konusu ayetlerini tek tek
inceleyelim ve bu ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e ne gibi talimatın verildiğini
göre­lim: “Ey bürünüp sarınan (Habibim)” (ayet; 1)

Burada, Hz. Peygamber (a.s.)’e neden “Ya Rasûl” veya “Ya Nebi”
de­ğil de “Yâ Müddessir” (elbisesine sarınan) olarak hitap edilmiştir? Bu
hi­tabet şeklini anlamamız için Hz. Peygamber (a.s.)’in o zamanki durumunu
gözümüzde canlandırmalıyız. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.) üzüntü içinde
yolunu katederken birden bire bir ses duymuş, başını sesin geldiği istikamete
doğru çevirince Cebrail’in dehşet verici görüntüsüyle karşılaş­mıştı. Hz.
Peygamber (a.s) bu görüntü ve olaydan sonra hayli sarsılmış bir vaziyette eve
gitmiş ve kendisinin örtülmesini istemiştir. Bunun üzerine bir örtüye
sarılmıştı. İşte bu sebeplen dolayıdır ki, Cenab-ı Allah kendisi­ne “ey bürünüp
sarınan” olarak hitap etmiştir. Bu, aslında hitap etmenin gayet nazik ve sevgi
dolu şeklidir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, “ey sev­gili kulum ve rasûlüm, sen
neden korkuyor ve kendini örtüye sarıyorsun? Şimdi, sarınma ve örtünme zamanı
değildir. Sana büyük ve onurlu bir gö­rev verilmiştir ve bunu yerine getirmek
için bütün gücünle ortaya çıkmalı ve sesini duyurmalısın.”

“Kalk ,kâfirleri inzâr et”   (Ayet;
2)                                                                                      
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

Bu, Hz. Nûh (a.s.)’un da peygamberlik payesine yükseldikten
sonra kendisine verilen emrin hemen hemen aynısıdır. Hz. Nuh’a şöyle
denil­mişti: “Gerçekten biz Nuh’u, kavmini kendilerine elem verici azab
gel­mezden evvel, korkut diye kavmine gönderdik.” Yukarıdaki ayette de Cenab-ı
Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’e diyor ki, “ey örtünen habibim, kalk ve etrafındaki
cehâlet ve dalâlet manzarasına bir bak. Bu İnsanlar büyük bir gaflet
içindedirler, onları uyandırmak ve uyarmak senin görevindir. Eğer onlar
gafletlerinde ısrar ederlerse kendilerini korkunç bir azab bekle­mektedir.
Onları böyle bir akıbete uğramaları konusunda uyar ve ikaz et. Onlar sahipsiz
bir dünyada yaşamıyorlar ve bu sebeple keyfî ve başı boş hareket edemezler.
Yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.”

“Rabbini yücelt.”  (Ayet;
3)                                                                                                                                                                                                                                                    
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

Bu, bir nebinin dünyada yapması gereken ilk ve en büyük
vazifesidir. Bir peygamber ilk önce, insanlara “tevhid”i öğretmelidir. Cahil
insanların Allah’a ortak koştukları her türlü tanrı, tanrıça ve putları
reddetmeli ve bu­nu olanca gücüyle dünyaya duyurmalıdır. Bu dünyada ve kâinatta
en bü­yük ve en yüce olan varlık sadece ve sadece Allah’tır. Bu sebepten
dolayı­dır ki, İslâm’da “Allah-u Ekber” (Allah Büyüktür) deyimine büyük
ehem­miyet verilmiştir. Bilindiği gibi ezan’ın ilk sözleri budur. Namazda da
müslümanlar ilk önce Allah’ın yüceliğinden söz ederler sonra diğer duala­rını
yaparlar. “Allah büyüktür” deyimi namazda defalarca tekrarlanır. Bir müslüman
bir hayvanı keserken de ilk önce, “Bismillah, Allahu Ekber” der. Tekbir
getirmek, yani “Allah-u Ekber” demek bugün dünyada müslü­manların en büyük şiârı
olup hemen hemen “en önemli sloganları” haline gelmiştir. Zaten müslüman ümmetin
kurucusu Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) o büyük işe “Allah-u Ekber” diyerek
başlamıştı.

Burada çok ince bir noktaya daha işaret etmek isteriz. Bu
ayetlerin inişi gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.)’ın ilk kez risâlet
(peygamberlik) gibi büyük ve azametli bir vazifeyi yerine getirmesi istenmişti.
Şurası da unu­tulmamalıdır ki, ikamet ettiği şehir ve içinde bulunduğu toplum
şirkin merkeziydi. Mekkeliler ve Kureyşliler sadece diğer Arap’lar gibi kâfir ve
müşrik değillerdi, onların başka bir özelliği de vardı. Onlar Arapların dini
lideri durumunda idiler. Mekke ve Ka’be müşrik Arapların kutsal bir uğ­rak
yeriydi ve bunların koruyucusu Kureyşlilerdi. İşte böyle bir karanlık ortamda ve
dinsizlikle putperestliğin tam merkezinde Hz. Muhammed (a.s.)’in Hak dininin
bayrağını açması istenmişti. O’na müşrikler arasında tevhid ve risâlet’in
mesajını yayması emrolunmuştu. Bu sebeplen dolayı­dır ki önce “müşrikleri inzâr
et” denildi ve hemen ardından “Rabbini yü­celt” diye emrolundu. Bu sözler, Hz.
Peygamber (a.s.)’in, Hak yolunda karşılaşabileceği her türlü engelleri ezip
geçmesi için kendisine cesaret verme amacını ve anlamını da taşıyordu. Cenab-ı
Allah Hz. Peygamber (a.s.)’e demek istiyordu ki, “karşılaştığın güçlük ne kadar
büyük olursa ol­sun telaşlanma ve tasalanma. Çünkü en büyük Allahu Teâlâ’dır ve
O her zorluğu kolaylaştırabilir.” Aslına bakılırsa, Cenab-ı Allah’ın Hz.
Peygam­ber (a.s.)’e verdiği en büyük teminattı bu. Her kim olursa olsun,
Allah’ın kudreti ve kuvvetine gönülden inandığı takdirde her türlü muhalefete ve
engele karşı koymaktan çekinmez.

“Elbiseni  temizle”. (Ayet;
4)                                                                                                                                   
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

Bunlar çok özlü ve anlamlı sözlerdir. Anlamları çok geniştir.
Bunla­rın bir anlamı “üstünü başını temiz tut. Zira elbise ile vücut etle tırnak
gi­bidirler ve her ikisinin temiz olması gerekir. Temiz ruh temiz vücudu da
gerektirmektedir. Temiz bir ruh pis bir vücut ve kıyafette rahat edemez.”
Rasûlullah (a.s.)’ın İslam davetini tebliğe başladığı toplumun sadece akide ve
ahlâkı bozuk değildi, temizlik anlayışı da yok denecek kadar azdı. Araplar
pislik içinde yaşıyor, temizliğin ne olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Peygamber
(a.s.)’in onlara temizlik ve tahâret dersi vermesi gerekiyordu. Bu temizlik hem
maddi hem manevî açıdan olacaktı. Bu itibarla, günlük hayatında da Hz. Muhammed
(a.s.)’in temizliğin en iyi örneklerini verme­si istendi. Gerçek şu ki, Hz.
Peygamber (a.s.), vücut ve elbise temizliği konusunda öylesine ayrıntılı öğreti
ve öğütlerde bulunmuş ve kendi dav­ranışlarıyla öyle güzel örnekler vermiştir
ki, sadece cahiliyye dönemi Arapları bunlardan ders almakla kalmadı, çağımızın
insanları da bu hu­susta pek çok şey öğrendiler. Temizlik, İslâmiyet’le öylesine
özdeşleşmiş­tir ki, müslüman uluslarda var olan “tahâret” (temizlik) gibi,
temizliğin her türlüsünü ihtiva eden geniş anlamlı bir kelime bugün dünyanın
başka bir dilinde yoktur. Buna mukabil, İslâm’ın temelini oluşturan hadis ve
fı­kıh kitaplarında yer alan ilk emir ve öğretiler temizlikle ilgili olup,
“Kitab’ut-Tahâret” ismi alımda toplanmışlardır. Bu bölümlerde pislik ve
te­mizlik arasındaki farkların yanı sıra, temiz olma ve temiz kalmanın çeşitli
yolları da ayrıntılı biçimde dile getirilmişlerdir.

Yukarıdaki ayetin bir anlamı da, “elbiseni temiz tut” olabilir.
Ruh­banlık ile ilgili kavramlar dindarlık ve Allah’a yakınlık hakkındaki
inanç­ları saptırmıştı. Rahipler ve ruhban sınıfı, bir insanın kılık kıyafetine
boş verme fikrini yaygınlaştırmışlardı. Onlara göre kimin elbisesi ne kadar pis
ise o şahıs o kadar dindar ve Allah’a yakın bir kuldu. Eğer bir kişinin
elbi­sesine dikkat ettiği veya temiz bir kıyafette bulunduğu görülüyorsa, derhal
onun dünya sevgisine kapıldığına hüküm veriliyordu, halbuki, insan tabia­tı
pislik ve kirliliğe karşıdır. Medeniyet ve sosyal kaynaşmaya inanan bir kişi
ancak temiz bir insana yaklaşabilir. Pasaklı ve pis İnsanlar, medeni ve kültürlü
kişileri tiksindirir. Bu sebeple, insanları Allah’a davet eden bir ki­şinin de
kılık kıyafeti bakımından tertemiz olması istendi, ki böylece mil­let ona
saygıyla baksın ve ona yaklaşırken herhangi bir şekilde tiksinti duymasın.

Bu ayetin üçüncü anlamı şudur: “Elbiseni ahlâki ayıplardan temiz
tut”. Yani Hz. Peygamber (a.s.)’in elbisesi, temiz olmakla beraber göste­rişli
ve nefret uyandırıcı olmamalıydı. Toplumun inanç ve geleneklerine ters
düşmemeliydi. Zenginlik ve bolluğun simgesi olmamalıydı. Aksine sade ve ahlâk
kurallarına uygun ve hayaları örtücü olmalıydı. Aslına bakı­lırsa elbise ve
kıyafet bir kişinin şahsiyetinin aynasıdır. Biz bir kişiyle ilk önce tanışırken
onun kılık kıyafetine dikkat ederiz. Üstü başı temiz ve kı­yafeti düzgün ise
onun görgülü ve kültürlü bir insan olduğuna karar veri­riz. Bazı kimseler ilk
bakışta bir kişinin elbisesine göre şahsiyetini tesbit etmiş olurlar. Nitekim
ağa ve paşaların kıyafeti başka, ruhbanların kıyafe­ti başka, gösterişli ve
kibirli kişilerin elbisesi başka, fakir ve berduşların elbisesi başka, yine
kabadayı ve avare insanların elbisesi başka olur. Ga­yet tabii ki bir peygamber
ve Allah’a davet eden kişinin elbisesi de değişik olmalıdır. Bu kişinin tabiatı
ve ruh temizliği kıyafetine de yansımalıdır.

Bu ayetin bir diğer anlamı da şudur: “Elini eteğini kötü
şeylerden uzak tut.” Yani, kötülüklerden uzak dur, eteğine leke sürülmesin.
Arapça­da eteğin temiz tutulması, kötülüklerden ve ahlâkî bozukluklardan uzak
kalmak anlamına gelir. Bir kişinin eteğinin temiz olduğu söylendiği za­man, onun
güzel ahlâklı olduğu anlaşılır. Nitekim, İbn Abbas, İbrahim Neha’î, İmam Şa’bî,
Atâ, Mücahid, Katade, Sa’id bin Cübeyr, Hasan Basrî ve diğer tanınmış muhaddis
ve müfessirler söz konusu ayetteki sözleri bu anlamda almışlardır. Bu zevata
göre, Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’den ahlâkını temiz tutmasını ve her
türlü kötülüklerden kaçınmasını istediğini belirtmişlerdir.

“Günah’tan  sakın.” (Ayet;
5)                                                                                           
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

Bu ayette “günah” olarak tercüme ettiğimiz kelimenin sözlük
anlamı “pislik”tir. Bu pislik hem vücutça hem kafaca olabilir. Ama ağırlık
manevî pisliğe verilmiştir. Yani, akide, inanç, düşünce, ahlâk, davranış ve
fel­sefedeki kötülük ve saplantılar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki, “Ey
Mu­hammed, (a.s.) etrafında toplumun işlediği ne kadar kötülük ve günahlar varsa
onlardan sakın. Bu pisliklerden eteğini temiz tut. Böylece, kimse, senin de
başkaları gibi bataklığa düştüğünü iddia etmesin.”

“iyiliği, çoğu isteyerek yapma.” (Ayet;
6)                                                                                                                                                                          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                          

Bu kelimeler o kadar geniş anlamlıdır ki, bunları bir cümleye
sığdır­mak mümkün değildir. Bunların bir anlamı şudur. “Kime iyilik yapıyor­san,
tasasız ve düşüncesiz yap. Bir ard niyetle hareket etme veya bir çıkar düşünme.
Senin ihsan, bağış, cömertlik ve iyiliğin, sadece ve sadece Allah için
olmalıdır. Bir kişiye ihsanda bulunuyorsan, bunun karşılığını bekleme ve
herhangi bir dünyevi çıkar elde etmeyi düşünme, iyiliğin ve ihsanın karşılıksız
olmalıdır. Başka bir deyimle iyiliği Allah rızası için yap.” Bu sözlerin başka
bir manası şöyle izah edilebilir: “Nübüvvet sayesinde sana verilen görev ve
sorumluluk şüphesiz çok büyüktür. Fakat bunu insanlara fazla büyüterek gösterme.
Bunlardan nefsine menfaat temin etmeye çalış­ma.” Bir üçüncü manası da şudur.
“Gerçi sen çok büyük bir görev yapı­yorsun. Fakat bunu gözünde fazla büyütme. Bu
görev yüzünden gururlan­ma ve boyundan büyük işler yapmaya kalkışma, gereksiz ve
yersiz talep­lerde bulunma. Ayrıca, yerine getirmekte olduğun peygamberlik
vazifesi­ni, Rabbine bir iyilik yapıyorum diye kabul etme. Yaptığın iş büyüktür
ama buna dayanarak Allah’a olur olmaz şeyler için talepte bulunma.”

“Rabbinin (rızası) için (eza ve cefaya) sabret.” (Ayet;
7)                                                                           
                                                                                                                                                        

Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’e deniliyor ki, “sana verilen görev
çok bü­yük ve ağırdır, ayrıca çok da tehlikelidir. Bu vazifeyi ifa ederken bin
bir zorluk ve muhalefetle karşı karşıya gelebilirsin. Senin kavmin sana düş­man
olacaktır. Halta bütün Arabistan sana karşı birleşecektir. Fakat, sakın
muhalefet rüzgârları senin azmini ve cesaretini kırmasın. Vazifeni kararlı ve
azimli bir şekilde ifâ etmelisin. Seni yolundan caydırmak için her türlü
silahlar denenecektir. Seni korkutacaklar, kandırmak isteyecekler, para, pul ve
mevki vaadedecekler ve sana eziyet edecekler. Hak, yolu da kâh dostluk ve sevgi,
kâh kin, nefret ve tertiple karşılaşacaksın. Ama ne olursa olsun, sabredeceksin
ve tutumunda zerre kadar değişiklik yapmayacak­sın.”

İşte, Cenabı Allah’ın, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya, “haydi
İslam’ı tebliğ etmeye başla” dediği zaman O’na verdiği diğer mühim talimat
bunlardan ibaretti. Bu küçük ama anlamlı cümleleri gözden geçiren bir ki­şi, bir
peygamberin tebliğine başladığı sırada bundan daha güzel ve hik­metli sözlerin
söylenemeyeceğini anlamış olacaktır. Bu ufacık cümlelerde Hz. Muhammed (a.s.)’in
ne iş yapacağı, bu işin mahiyetinin ne olduğu, ne amaçlar taşıdığı ve hangi
düşünce ve felsefe ile yapılacağı ve ayrıca, bu iş yapılırken ne gibi zorluk ve
güçlüklerle karşılaşacağı tek tek anlatılmıştır. Allah’ın dinine ve Kur’an’ına
iman etmemiş olan kişilerin, vahyin Allah tarafından gelmediğini ve vahy olarak
belirtilen kelimelerin aslında Hz. Peygamber (a.s.)’in haşa sara nöbetine
tutulduğu sırada ağzından çıkan sözler olduğunu iddia ettiklerini çok iyi
biliyoruz. Ama biz bu, ard niyetli kişileri, gözlerini açıp yukarıda zikrolunan
ayetleri incelemeye davet edi­yoruz. Bu kişiler kendileri karar versinler.
Bunlar sara nöbetine tutulan bir kişinin sözleri midir, yoksa Hakim ve Habir
olan Yüce Allah’ın sevgili peygamberine nübüvvet makamına getirdiği sırada
verdiği hikmetli kelâmı mıdır?

23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ

Daha önce Hz. Cabir bin Abdullah’a dayanarak, vahyin arasının
ke­sildiği ve Müddessir sûresinin Hz. Peygamber (a.s.)’e inmesinden sonra
vahiylerin mütemadiyen gelmeye başladığına işaret ettik. Fakat ilk za­manlarda
Hz. Peygamber (a.s.) vahiyleri kabul etmekte bazı güçlükler çe­kerdi. Bazen
vahiy gelirken, bunu unutmamak endişesiyle ezberlemeye çalışır, bazen da vahiy
devam ederken bazı kelime ve cümlelerin anlamını sormaya başlardı. Vahiylerin ve
peygamberliğin bu ilk devresinde, Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri nasıl kabul
etmesi ve kullanması gerektiği konusunda eğitilmesi gerekiyordu.

Nitekim, Tâhâ sûresinde şöyle buyurulmuştur: “Hak Melik olan
Al­lah yücedir. Sana vahyi tamamlanmazdan evvel Kur’an’ı okumada acele cime,
‘Rabbim, ilmimi artır’ de”. (Ayet; 114) Burada kullanılan kelime ve ifadeye
dikkat edildiği takdirde, “Hak melik olan Allah yücedir” cümle­siyle konuşmanın
bittiği ve bundan sonra meleğin Hz. Muhammed (a.s.)’in yanından ayrılırken
kendisini ikaz ettiği anlaşılıyor. Öyle anlaşılı­yor ki, vahiy sırasında melek,
gördüğü bir şey ile ilgili olarak Hz. Muhammed (a.s.)’i gizlice ikaz etmeye
çalışmış. Allah’ın kelâmı sona erdik­ten sonra da Hz. Peygamber (a.s.)’i açıkça
uyarmıştır. Bu ikaz ve uyarı na­sıldı ve ne ile ilgiliydi? Bunu ayetle
kullanılan kelimelerden anlayabiliyo­ruz. Galip ihtimal şu ki, vahiy geldikten
sonra Hz. Peygamber (a.s.) bunu ezberlemeye ve tekrarlamaya çalışmış ve bunu
yaparken de dikkati dağıl­mıştı. Bunun sonucu olarak vahyin aktarılması biraz
aksamış, Hz. Pey­gamber (a.s.) vahyin bazı bölümlerine ve kelimelerine dikkat
edememiş, bu durumu gören melek Allah’a haber vermiş ve Allah da kendisine bu
hususta gereken eğitimin sağlanmasını istemiştir.

Kıyâme sûresinin inişi sırasında aynı durumla karşılaşılmıştı.
Bu se­bepten dolayıdır ki, sûrede, bahsedilen konudan ayrılarak Hz. Muham­med
(a.s.)’in ikaz edilmesine lüzum görüldü. Meselâ şu satırlara bakın: “Onu acele
(kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreş­tirme). Onun
toplanması ve onu okutmak bize aittir” (Ayet; 16-17).[15]
A’lâ sûresinde de Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri ezberlemek için
telaş­lanmasına gerek olmadığı ve icabında bunların kendisine tekrarlanacağı
belirtildi.[16]

, Vahiylere alıştıktan ve bu konuda bir hayli tecrübe sahibi
olduktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in eski heyecanı ve endişesi geçti ve daha
sonraki vahiyler sırasında kendisine herhangi bir ikazda bulunulmadı.

23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK
DÖNEMİ

Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamberlik makamına
getir­dikten ve Hak dinini yaymaya başlamasına emir verdikten sonra Hz.
Pey­gamber (a.s.) tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Aksine bu
hususta temkinli, ihtiyatlı ve akıllı davrandı. Hak dinine davetini ilk önce
mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı ve bu gizli çalışmalar üç sene devam
etti. Hz. Muhammed (a.s.), peygamberliğinin ilk üç yılında İslâm dinini ruhları
temiz,, kalpleri temiz, doğru, dürüst ve tevhide yatkın kişiler arasında yaymaya
çalıştı. Bu temiz ve salih kişiler delil, burhan, telkin ve karşılıklı fikir
alış verişi sayesinde kısa süre içinde İslâm camiasına girdi­ler. İslâmiyet’i
kabul edenlerden de dinlerini ve ibadetlerini bir süre gizli tutmaları
isteniyordu. Zaten Allahu Teâlâ da o zamana kadar dinin alenen açıklanmasını ve
tebliğinin yapılmasını istemiş değildi.

Gizli tebliğ sırasında Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve nüfuzu çok
yararlı oldu.[17]
Taberî ve İbn Hişâm’a göre, Hz. Ebu Bekr son derece nazik, mütevazı, kibar, hoş
sohbet, uysal ve temiz bir kişi olduğu için pek çok kişinin müslüman olmasını
temin etmişti. Arabistan’da Hz. Ebu Bekr ka­dar iyi şecere uzmanı başka kimse
yoktu. Herkesin hangi soydan, hangi kabileden geldiğini biliyordu. Özellikle
Kureyşlilerden hemen hemen hepsinin geçmişini ve karakterini çok iyi biliyordu.
Zengin bir aileye mensup olduğu için iş ve ticarette herkes O’nun sözünü
dinlerdi. Mesleği olan ticaret ve dürüst alışverişi sayesinde sayısız dostlar
kazanmıştı. Tica­retle ve işleriyle ilgili olarak pek çok kişi O’nun yanına
gelirdi. Hz. Ebu Bekr bunlardan en çok güvendiği kimselere İslam’ı tanıtırdı.
Neticede çok sayıda tüccar ve iş adamı müslüman oldu. Müslüman olan diğer
Araplar da kendi yakın çevrelerinde İslâmiyeti yaymaya çalışırlardı.
Müslümanla­rın sayısı gittikçe artıyordu, ama Allah’tan açık tebliğ emri henüz
gelme­mişti. Bu sebeple, müslümanların hepsi Mekke’nin tenha köşelerinde,
dağlarda ve vadilerde namaz kılar ve dinin diğer vecibelerini yerine
geti­rirlerdi.

23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE
TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASI

Aradan 2.5 yıl geçmemişti ki, müslümanlar ile Mekkeli müşrikler
arasında büyük ve tehlikeli bir çatışma çıkma ihtimali belirdi. İbn İshâk’ın
rivâyetine göre müslümanlar bir gün Mekke’nin bir tepesinde namaz kılı­yorlardı,
o sırada müşrikler bu durumu çok yadırgadılar ve müslümanları azarlamaya,
onlarla alay etmeye başladılar. Münakaşa kavgaya dönüştü ve az kalsın silahlı
çatışma meydana gelecekti. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Mekkelilerden birine bir
deve kemiğini attı ve başını yardı. İbn Cerir ile İbn Hişâm bu olayı daha kısa
olarak nakletmişlerdir. Ancak Hafız Ümevi, “Meğazi” isimli eserinde bundan
etraflıca bahsetmiştir. Anlattıklarına gö­re, başı deve kemiğiyle yarılan kişi
Beni Teym’e mensup olan Abdullah bin Hatal’dı. Bu olay fazla büyümeden
yatıştırıldı. Bundan hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.) müslümanların toplanıp
ibadet etmeleri için Safa yakınlarında bulunan Hz. Erkam bin Ebi Erkam’ın evini
merkez olarak seçti. Müslümanlar burada hem namaz kılabiliyordu, hem
müslümanlığı kabul edenler gizli gizli buraya gelip bir süre kalıyorlardı. İslâm
tarihinde bu ev “Dar-ı Erkam” olarak meşhur olmuştur. Üç yıllık gizli tebliğ
devri sona erdikten sonra da bu mübarek ev uzun bir müddet müslümanların
toplanma yeri olarak kaldı. Hz. Muhammed (a.s.) burada ikamet ederdi.
Müslümanlar gelip kendisiyle çeşitli mevzularda fikir alış verişinde
bulu­nurlardı. Şi’b-i Ebi Tâlib de müslümanların mahsur kalmalarına kadar (ki bu
olaydan sonra bahsedeceğiz) Dâr-ı Erkam dini faaliyet ve tebliğin mer­kezi
olarak kaldı.

23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ
SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?

İslam dininin alenen tebliği bölümüne geçmeden önce üç yıllık
gizli tebliğ sırasında ne gibi çalışmaların yapıldığını görmek sanırız daha iyi
olacaktır. Bu dönemde müslümanların topyekün sayısı ne kadardı? Ku­reyş’in hangi
şahsiyetleri ve kabileleri müslüman olmuşlardı? Ayrıca Ku­reyşlilerin dışında
kaç kişi Hz. Peygamber (a.s.)’in davetine evet demişti? Bunlar arasında kaç
yabancı, köle, hizmetçi ve cariye vardı? Biz aşağıda İslâmiyet’in ilk üç yıllık
döneminde müslüman olanların tam listesini veri­yoruz. Bu liste çok zor ve titiz
bir çalışmanın sonunda hazırlanmıştır, çün­kü böyle bir liste herhangi bir
eserde bir arada bulunmuyor:

Beni Hakim’den :

1. Cafer bin Ebi Tâlib

2. Hz. Cafer’in karısı, Esma binti Umeys Has’amiyye.

3. Safiyye binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi
ve Hz. Zübeyr’in annesi).

4. Ervâ binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi).

Beni el-Muttalib’den:

5. Ubeyde bin el-Hâris bin Muttalib.

Beni Abdi Şems bin Abdi Menaf’tan:

6. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî’a

7. Ebu Huzeyfe’nin karısı, Süheyle binti Süheyl bin Amr

Beni Ümeyye’den:

8. Osman bin Affân

9. Hz. Osman’ın annesi, Ervâ binti Kureyz 10. Hâlid bin Sa’id
bin el-As bin Ümeyye

11. Hz. Halid’in karısı, Ümeyye binti Halef el-Hüza’iyye (Bazı
kaynaklar, adını Umeyne olarak vermişlerdir.).

12. Ümm-ü Habibe bint Ebi Süfyan (Daha önce Ubeydullah bin Cahş
ile nikâhlı iken daha sonra Ümm-ul Müminin oldu).

Beni Ümeyye’nin Haleflerinden:

13. Abdullah bin Cahş bin Riab.

14. Ebu Ahmet bin Cahş

15. Ubeydullah bin Cahş.[18]

Beni Teym’den:

16. Esma binti Ebi Bekr

17. Ümm-ü Ruman (Hz. Ebu Bekr’in zevcesi ve Hz. Ayşe ile
Abdurrahman’ın annesi)

18. Talha bin Ubeydullah

19. Hz. Talha’nın annesi, Sa’be bint el-Hadremi.

20. Haris bin Halid

Beni Teym’in Haleflerinden, Beni Esed bin Abdul-Uzza’dan:

21. Suheyb bin Sinan er-Rumi.

22. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice’nin yeğeni ve Hz. Peygamber
(a.s.)’in teyze oğlu).

23. Halid bin Hizam (Hakim bin Hizam’ın kardeşi ve Hz.
Hatice’nin yeğeni)

24. Esved bin Nevfel

25. Amr bin Ümeyye

Beni Abdul-Uzza bin Kusayy ‘dan :

26.Yezid bin Zeme’a bin el-Esved.

Beni Zühre’den:

27 Abdurrahman bin Avf.

28. Hz. Abdurrahman’ın annesi, Şifâ binti Avf.

29. Sa’d bin Ebi Vakkas (Ebi Vakkas’ın asıl adı Melik bin Ubeyd
idi)

30. Umeyr bin Ebi Vakkas (kardeşi)

31. Amir bin Ebi Vakkas (kardeşi)

32. Muttalib bin Ezher (Abdurrahman bin Avfın amca oğlu)

33. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın karısı, Remle binti Ebi Avf
Sehmiyye

34. Tüleyb bin Ezher

35. Abdullah bin Şihâb

Beni Zühre’nin Haleflerinden:

36. Abdullah bin Mes’ud (Hüzeyl kabilesine mensub olup Mekke’de
Beni Zühre’nin müttefiki olarak kalırdı).

37. Utbe bin Mes’ud (Abdullah bin Mes’ud’un kardeşi)

38. Mikdad bin Amr el-Kindi (Esved bin Abd-i Yeğûs Zührî’nin
evlâtlığı ve müttefiki).

39. Habbâb bin el-Erett

40. Şurahbil bin Hasene el-Kindi.

41. Câbir bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)

42. Cünade bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)

Beni Adiyy’den:

43. Said bin Zeyd bin Amr bin Nufeyl (Hz. Ömer’in eniştesi ve
amcazadesi)

44. Hz. Said’in karısı, Fatma binti el-Hattab (Hz. Ömer’in kız
kardeşi)

45. Zeyd bin el-Hattab (Hz. Ömer’in ağabeyi)

46. Amir bin Rebia el-Anzi (Beni Adiyy’in müttefiki ve Hattab’ın
evlatlığı)

47. Hz. Amir’in karısı, Leyla binti Ebi Hasme.

48. Ma’mer bin Abdullah bin Nadle

49. Nuaym bin Abdullah el-Lahhâm

50. Adiyy bin Nadle

51. Urve bin Ebi Üsase (Amr bin El-As’ın üvey kardeşi)

52. Mes’ud bin Süveyd bin Harise bin Nadle.

Beni Adiyy’in Haleflerinden:

53. Vakıd bin Abdullah (bu da Hattab’ın evlatlığı idi)

54. Halid bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî

55. İyâs bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî

56. Amir bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî

57. Akil bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî.

Beni Abdüddâr’dan:

58. Mus’ab bin Umeyr

59. Ebu’r-Rûm bin Umeyr (Mus’ab’ın kardeşi)

60. Firaş bin en-Nadr

61. Cehm bin Kays

Beni Cumha’dan:

62. Osman bin Mazun

63. Kudâme bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)

64. Abdullah bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)

65. Saib bin Osman bin Mazun

66. Ma’mer bin el-Hâris bin Ma’mer

67. Hâtıb bin el-Hâris.

68. Hz. Hatib’in zevcesi, Fatma binti Mücellil el-Amiriyye

69. Ma’mer’in kardeşi Hattâb bin el-Hâris.

70. Ma’mer bin el-Hâris’in zevcesi, Fukeyle binti Yesâr

71. Süfyân bin Ma’mer.

72. Nübeyhe bin Osman

Beni Sehm’den:

73. Abdullah bin Huzâfe

74. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer’in damadı, Ümmül Mü’mi­nin, Hz.
Hafsa’nın ilk kocası).

75. Hişâm bin El-As bin Vail

76. Haris bin Kays.

77. Hz. Haris’in oğlu Beşir bin Haris

78. Hz. Haris’in ikinci oğlu, ma’mer bin Haris

79. Kays bin Huzâfe (Abdullah bin Huzâfe’nin kardeşi)

80. Ebu Kays bin el-Haris

81. Abdullah bin el-Hâris

82. Saib bin el-Haris

83. Haccâc bin el-Haris

84. Beşir bin el-Haris

85. Sa’id bin el-Haris

Beni Sehm’in müttefiklerinden:

86. Umeyr bin Riâb

87. Mahmiyye bin el-Cez’ (Hz. Abbas’ın eşi Ümmü’l-Fadl’ın üvey
kardeşiydi)

Beni Mahzûm’dan:

88. Ebu Seleme Abdullah bin Abdul Esed (Hz. Peygamber (a.s.)’in
teyze oğlu ve süt kardeşi)

89. Hz. Ebu Seleme’nin zevcesi, Ümm-ü seleme (bu hatun ve
kocası, Ebu Cehl’in yakın akrabasıydılar)

90. Erkam bin Ebi el-Erkam (sahibi olduğu Dar-ı Erkam’dan daha
evvel bahsettik)

91. Ayyaş bin Ebi Rebia (Ebu Cehl’in üvey kardeşi, Hz. Halid bin
Velid’in amca oğlu)

92. Hz. Ayyâş’ın zevcesi, Esma binti Selâme Temimiyye

93. Velid bin Velid bin Muğire

94. Hişâm bin Ebi Huzeyfe

95. Seleme bin Hişâm

96. Hâşim bin Ebi Huzeyfe

97. Habbar bin Süfyan

98. Habbar’ın kardeşi, Abdullah bin Süfyan

Beni Mahzûm’un müttefiklerinden :

99. Yasir (Ammar bin Yasir’in babası)

100. Ammâr bin Yasir

101. Ammar’ın kardeşi, Abdullah bin Yasir

Beni Amir bin Luveyy’den :

102. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi,
Beze binti Abdulmuttalib’in oğlu).

103. Ebu Sebre’nin karısı, Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr
(Ebu Cende’in kız kardeşi)

104. Abdullah bin Süheyl bin Amr

105. Hatıb bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

106. Selit bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

107. Sekran bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi, Ümmül Müminin
Hz. Sevde binti Zema’anın ilk kocası)

108. Sekran’ın karısı, Sevde binti Zema’a (Sekran’ın ölümünden
sonra Ümmü-l Mü’minin, yani Hz. Peygamber(a.s.)’in zevcesi oldu).

109. Selit bin Amr’ın karısı, Yakaze binti Alkame (“Isâbe”de
Ümm-ü Yakaze olarak kaydedilmiştir).

110. Mâlik bin Zema’a (Hz. Sevde’nin kardeşi)

111. İbn Umm-i Mektûm

Beni Fihr bin Mâlik’den:

112. Ebu Ubeyde bin el-Cerrâh

113. Süheyl bin Beyda

114. Said bin Kays

115. Amr bin el-Hâris bin Züheyr

116. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr (Hz. Abdurrahman bin Avfın
teyze oğlu)

117. Hâris bin Said

Beni Abd Kusayy’dan:

118. Tuleyb bin Umeyr (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi, Ervâ
binti Abdulmuttalib’in oğlu)

Bunlar, Kureyş kabilesinin büyük ailelerinin meşhur ve soylu
kişile­riydi. Bunların dışında bazı yabancı, köle ve hizmetçiler vardı ki İslam
di­nini üç yıllık gizli tebliğ sırasında kabul etmişlerdi. Bunların isimleri
şöy­le sıralanabilir.

119. Ümm-ü Eymen Bereke binti Sa’lebe, ki çocukluğundan beri Hz.
Muhammed (a.s.)’e bakma şerefine nail olmuştu.

120. Zinnire Rûmiye (Amr bin el-Müemmil’in serbest bıraktığı
hizmetçisi)

121. Bilâl bin Rebah (Ümeyye bin Halefin kölesi)

122. Bilâl’in annesi Hamâme

123. Ebu Fukeyhe Yesâr ul-Cehmi (Safvân bin Umeyye’nin serbest
bıraktığı köle)

124. Lebibe (Müemmil bin Habib’in hizmetçisi)

125. Ümm-ü Ubeyş (Beni Teym bin Mürre veya Beni Zühre’nin
hizmetçisi)

126. Amir bin Füheyre (Tufeyl bin Abdullah’ın kölesi)

127. Sümeyye (Hz. Ammâr bin Yâsir’in annesi ve Ebû Huzeyfe bin
Muğire Mahzûmî’nin hizmetçisi).

Bunun dışında, İslamiyet’in ilk devresinde Mekke’de müslüman
olan­lar şunlardı:

128. Mihcen bin el-Edra’ el-Eslemi

129. Mes’ûd bin Rebi’a bin Amr (Beni el-Hûn bin Huzeyne’nin
kabilesi olan Kare’ye mensuptu).

Böylece, ilk
dört müslüman ve bu 129 zât ile birlikte müslümanların toplam sayısı 133’e
yükselmişti. İslâmiyet’in açık ve alenen tebliği başla­madan önce iman sahibi
olan işte bu mübârek zâtlardı.
[19]
Bunlar doğru, dürüst sağduyu sahibi insanlardı ve sadece kendi akıl, fikir ve
düşünceleri ile, delil ve burhanları görerek, tevhidi kabul etmiş, Hz. Muhammed
(a.s.)’i Allah’ın resulü olarak tanımış, Kur’ân-ı Kerim’i Allah’ın kitabı ve
hidâyetin kaynağı olarak görmüş ve Ahireti hayatın hakikati olarak kabul
etmişlerdi. Bu samimi fedakâr ve çıkar ummayan kimseler İslam camiası­na
girdikten sonra Cenab-ı Allah, İslâm’ın alenen tebliğ edilmesine emir verdi.



 




[1]
Beyhakî’nin
rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu haleti ruhiyesi, asıl vahy’in
geli­şinden 6 ay evvel başladı.



[2]
Bu demektir
ki, yukarıdaki durumdan sonra Rasûlullah (a.s.) gittikçe yalnızlığı sever
bir kişi haline gelmişti. Zira Rasûlullah (a.s.)’ın daha önce de yalnızlığı
sevdiği biliniyor. Nitekim İbn Hişâm ile Taberî’nin rivâyetlerine göre, İbni
İshak ile Abdullah bin Zübeyr’in Ubeyd bin Umeyr el-Leysî’ye dayanarak
anlattıkları hadiste Hz. Peygamber (a.s.)’in senenin bir ayını Hira
mağarasında geçirdiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) yanına birkaç
günlük yiyecek ve içecek alırdı ve ora­daki murakabesi bittikten sonra
Kâ’be’yi tavaf ederdi (7 defa) ve evden tekrar yiyecek içecek alıp mağaraya
giderdi. Bu İ’tikâf ve ibadet devresinde Hz. Peygamber (a.s.) fakir fukaraya
fazlasıyla sa­daka dağıtırdı. Ancak bu rivayetlerde, Hz. Muhammed (a.s.)’in
bu ibadetlere ne zaman başladığı kesin olarak belirtilmiyor. Ancak bu işin
birkaç sene devam ettiği tahmin ediliyor.



[3]
Hz.
Muhammed’in genellikle 40 yaşında peygamber olduğu söyleniyor. Fakat, dikkat
edilirse kendisi Rebiülevvel, 1 nci Âm-ul Filde doğmuştu. Kendisine
peygamberlik Ramazan, 40. Am-ul Filde verildiğine göre, yaşı o sırada tam
40.5 tu.



[4]
Abdullah bin
Zübeyr ile İbn İshâk’ın Ubeyd bin Umeyr-ul Leysî’ye dayanarak verdiği
bilgiye göre Rasûlullah (a.s.) Cebrail’in kendisine ipek kumaşında yazılı
bazı şeyler gösterdiğini, bunlar arasında Alâk suresinin ilk âyetlerinin
bulunduğunu belirtmişti. Yine aynı rivâyete göre Cebrail, Hz. Muhammed
(a.s.)’e “oku” dedi. O okuma bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Hz.
Pey­gamber (a.s.)’i öyle sıktı ki canının çıkacağım sandı. Sonra kendisini
bıraktı ve “oku” dedi ve “İk­ramdan” “mâ’lem-ya’lem”e kadar okuttu. Hz.
peygamber daha sonra rüyasından kalkınca bu yazı­nın kalbine işlendiğini
sandı. (Taberî, İbn Hişâm ve Süheylî). İbn Kesir bu rivâyetten bahsederken
bunun, uykudan uyandıktan sonra gözü açıkken kendisinin geçirdiği tecrübenin
bir başlangıcı ol­duğunu belirtmiştir, ki bu hususu Hz. Ayşe kendi hadisinde
beyan etmiştir.



[5]
Bu korku ve
dehşetin çeşitli sebepleri olduğu ulemâ tarafından belirtilmiştir. Bunların
sa­yısı 12’ye kadar varıyor. Ama bizce doğru olan sebep, sadece Rasûlullah
(a.s.)’ın peygamberlik gi­bi yüce bir makam ve icaplarını düşünerek bu hâle
gelmiş olmasıdır. Rasûlullah (a.s.)’ı sürekli kay­gılandıran şey bu ağır
yükü nasıl kaldırabileceğiydi. Bu düşünce ve kaygı gösteriyor ki, Hz.
Pey­gamber (a.s.) çok önceden peygamberliği tasarlamıyordu, ya da Arap’lar
ve diğer insanlara yeni bir din vermeyi ve onlara dinî yönden önderlik
yapmayı düşünmüyordu.



[6]
Bir hadise
göre “Allah sizi üzmeyecektir.”



[7]
Hz.
Peygamber, Varaka bin Nevfel’in yeğeni olarak gösterilmiştir, zira Varakanın
üçün­cü göbeğinde Abdul Uzza ve Hz. Peygamber (a.s.)’in dördüncü göbeğinde
Abd Menaf birbirinin kardeşiydiler.



[8]
Hz. İsa
yerine Hz. Musa (a.s.)’dan söz etmenin sebebi belki de Hz. İsa’nın peygamber
ola­cağına dair henüz bebekken verilen müjde olabilir. Hz. Musa’ya
peygamberlik ise Hz. Muhammed (a.s.) gibi beklenmedik bir şekilde ihsan
olunmuştu.



[9]
Eşsiz bir
şahsiyete sahip olmasına rağmen, Hz. Peygamber (a.s.)’de zerre kadar kendini
beğenmişlik yoktu. Bu sebeple de, Cenâb-ı Allah’ın dünyadaki milyonlarca
insan arasından kendi­sini peygamberlik gibi yüce makama seçtiğine bir türlü
inanamıyordu.



[10]
Meselâ şu
âyetler: “De ki, Eğer Allah istemiş olsaydı size Kur’ân’ı tilâvet ve tebliğ
et­mezdim…” (Yunus; 16).



[11]
Bu aradan
sonra Müddessir sûresinin ilk 7 ayeti vahiy olarak geldi. Bu ayetlerde ilk
defa Hz. Peygamber (a.s.)in nebi olduğu ve dinî yayması gerekliği
belirtildi.



[12]
Burada şunu
belirtmekte fayda vardır ki, Rasûlullah (a.s.) hayatında Hz. Cebrail
(a.s.)’i sadece iki defa mücessem veya gerçek şeklinde görmüştür. Yoksa,
Cebrail her zaman kendisine bir insan kılığında ve görünümünde gelmiştir.
(Bk: Buhârî’de Hz. Ayşe’nin hadisine, Et-Tevhid kitabı). Müslim’de de
Kitab’ul İman’da Hz. Peygamber (a.s.)’in sözleri nakledilmiştir. Bu hâdise
göre, Ceb­rail ilk defa göğün doğu ucundan kendisine geldi. (Buna en-Necm
sûresinde “ufuk-u a’lâ” ve Tek­vir suresinde “ufuk-u mübîn” denilmiştir).
Cebrail önce gökte belirdi ve yavaş yavaş Hz. Muham­med (a.s.)’e yaklaştı.
Öyle ki, havada muallak olarak durdu. Daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)’e
eğildi ve kendisine iki yay mesafesi kadar yaklaştı. Hz. Ayşe’nin ifadesine
göre Cebrail kendi asıl şeklinde idi ve varlığıyla bütün ufku doldurmuştu.
(Buhârî). Bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesine göre kendisi Cebrail’i asıl
şekli ve sureliyle o zaman gördü. Cebrailin azametli varlığıyla gök ile yer
arasındaki boşluk dolmuştu. (Müslim). Hz. Peygamber, Cebrail’i ikinci defa
Sidret-ul Münteha da gördü. Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Abdullah bin
Mesud’un hadisine göre Rasûlullah şöyle buyurdular: “Ben Cebrail’i Sidret-ul
Münteha’nın yakınlarında gördüm. Onun 600 kolu vardı.” (Tefhim-ul Kur’ân, C.
V, Necm suresinin açıklaması).



[13]
Tarih ve
siyerlerde ilk müslüman olarak bu dört kişinin adı geçmektedir. Fakat o
sıralarda bulunan Hz. Peygamber’in bazı kızlarının anne ve babalarıyla
birlikte İslâm dinini kabul etmedikle­rini düşünmek biraz zordur. Hz.
Zeyneb, Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet makamına eriştiği zaman 10 yaşında
idi. Hz. Ümm-ü Külsum ve Hz. Rukayye de o kadar yetişmişlerdi ki,
İslamiyet’e davetin, açıkça başlamasından önce Ebû Leheb’in oğullarıyla
evlendirilmişlerdi. Fakat Hz. Fatma bi’set’ten bir sene sonra doğmuş ve
gözünü İslâm devrinde açmıştı. Bu sebeple, bizce Rasûlullah’ın ilk üç kızı
da ilk müslümanlar arasında sayılmalıdırlar. Hz. Fatma ise doğuştan müslüman
sayılabilir.



[14]
Pek
mümkündür ki bu olay rüyada ve ilham şeklinde cereyan etmiştir.



[15]
Burada ele
aldığımız Kıyâme sûresinin sözü geçen âyetlerini bir tahmin şeklinde
okuyu­culara sunmadık. Aksine bu hususta muteber ve güvenilir hadisler
vardır. Müsned-i Ahmed, Buhâri, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Taberânî
ve Beyhâkî v.d. gibi tanınmış eserlerde Hz. Abdullah bin Abbas tarafından
rivâyet olunan hadise göre vahiyler Hz. Peygamber (a.s.)’e geldi­ğinde
kendisi herhangi bir kelime veya cümleyi unutmamak için Cebrail ile beraber
onları tekrar ederdi. Aynı şeyi İmam Şa’bî, İbn Zeyd, Dahhâk, Hasan Basrî,
Katâde ve Mücâhid gibi müfessirler de anlatmışlardır.



[16]
Hâkim’in
Hz. Sâ’d bin Ebi Vakkas’a ve İbn Merdûye’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a
daya­narak rivayet ettikleri hadise göre, Rasûlullah (a.s.) bazı kelimeleri
unutmak korkusuyla Kur’ân-ı yüksek sesle tekrarlardı. Mücâhid ve Kelbî’ye
göre, Cebrail vahiy getirdikten sonra henüz ayrılma­dan Hz. Peygamber (a.s.)
vahy’in ilk bölümlerini tekrarlamaya başlardı. Bu sebeple, Hz. Peygam­ber
(a.s.)’in vahiy sırasında sakin olması ve Kur’ân’ı dikkatle dinlemesi
islendi. Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu konuda hiç
endişelenmemesini istedi ve unuttuğu bir şey olursa onu kendi­sine
hatırlatacağını söyledi.



[17]
Asıl adı
Abdullah bin Osman’dır. Hz. Ebû Bekr, künyesiyle meşhur oldu, Zamehşeri’ye
göre kendisi her iyi işle önde olduğu için kendisine Ebû Bekr adı
verilmişti.



[18]
Bu şahıs
karısı Umm-u Habibe ile Habeşistan’a hicret ettikten sonra Hıristiyanlığı
kabul etti ve orada öldü.



[19]

“El-İstiab”da İbn Abdil-Berr ve “Usd-ul Ğâbe”de İbni Esîr şöyle demişlerdir.
“Rivâyet olunur ki, Hz. Abbas’ın zevcesi Ümm-ul Fadl, Hz. Hatice’nin
ardından müslüman olan ikinci ka­dındı.” Bu rivayet doğruysa, ilk devre
müslümanlarının sayısı 134’e çıkıyor. Bu hatunun asıl ismi Lübabe bint
el-Hâris’ti. Kendisi Ümm-ul Müminin Hz. Meymûne’nin kız kardeşi, Hz. Hâlid
bin Velid’in halası ve Hz. Câfer bin Ebî Tâlib’in karısı Esma binti Umeys’in
üvey kardeşiydi. Biz bu hatunu listemize almadık, zira “rivâyet olunur”
deyimi durumu şüpheli kılıyor.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu