Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

RASÛLULLAH’IN ATALARI



Yirmi Birinci Bölüm: RASÛLULLAH’IN ATALARI



21.1. HZ. İBRAHİM (A.S.)



21.1.1. Hz. İbrahim’in Dini Yayma Çalışmaları



21.1.2. Hz. İsmail (a.s.)’in Doğuşu



21.1.3. Hz. İsmail’in Mekke’ye Yerleşmesi



21.1.4. Hz. İbrahim (a.s.)’in Oğlunu Kurban Etme Olayı



21.1.5. Kim Kurban Edilecekti? Hz. İsmail mi, Yoksa Hz. İshâk mı?



21.1.6. Kâ’be’nin İnşası



21.1.6.1. Arabistan’da ve Dünya’da Kâ’be’nin Durumu



21.1.6.2. Cahiliyye Döneminde Kâ’be’nin Bereketleri



21.1.7. Hz. İsmail’in Peygamberliği ve Arabistan’da Bunun Etkileri



21.1.8. Hz. İsmail’den Sonra Kâbe’nin İdaresi



21.1.9. Hz. İsmail’in Evlâtları



21.2. HZ. PEYGAMBER’İN ŞECERESİ VE ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI



21.2.1. Kureyş



21.2.1.1. Kureyşlilerin Mekke’de Toplanarak Kâ’be’nin İdaresini Ele Almaları



21.2.1.2. Mekke’nin Yönetimi ve Hac İle İlgili Çalışmalar



21.2.1.3. Hâşim



21.2.1.4. Kureyşlilerin Ticaretle Uğraşması ve Refahları



21.2.1.5. Abdulmuttalib bin Hâşim



21.2.1.6. Abdulmuttalib ‘in Zemzem Çeşmesini Tekrar Açması



21.2.1.7. Abdullah bin Abdulmuttalib



21.2.1.8. Abdullah’ın Evliliği

 

Yirmi Birinci Bölüm: RASÛLULLAH’IN
ATALARI

21.1. HZ. İBRAHİM (A.S.)

Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in ailesinin, Hazreti İbrahim
(a.s.)’in, büyük oğlu İsmail (a.s.)’den başlayan ve Beni İsmail ya da İsmail
oğulları olarak bilinen soyundan geldiği tarihi kayıtlardan sabit olmuştur. Hz.
Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti, karakteri ve hayat hikâyesinin atalarının
durumuyla yakından ilgisi bulunduğu için Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in
yaşantıları, başlarından geçen olaylar ve evlâtlarıyla bıraktıkları eserler
hakkında bilgi sahibi olmak zorundayız. Zira bu bilgilere sahip olmadığı­mız
takdirde, ait oldukları kabilenin Irak’tan Hicaz’ın iç kısımlarına nasıl
geldiğini, Kâbe’nin temelinin nasıl ve ne amaçla atıldığını, Arabistan’ın
çeşitli kabile ve aşiretleri ile Hz. Peygamber (a.s.)’in ne gibi akrabalık ve
yakınlığı olduğunu ve bu sebeple ülkenin bilinmeyen veya meçhul değil, tanınan
bir şahsiyeti olduğunu öğrenemeyiz.

Yukarda belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim, Irak’ta dünyaya gelmiş
ve orada yetişip büyümüştü. Memleketi olan Ur, Irak’ta hüküm süren Nemrud
Hanedanının başşehriydi. Tarihçi ve araştırmacılar, Hz. İbra­him’in dünyaya
geliş tarihini M.Ö. 2100 olarak tesbit etmişlerdir. Tarihin bu döneminde Ur
büyük bir ticaret ve kültür merkezi olarak ün yapmıştı. Bu şehir aynı zamanda
Iraklıların şirk, dinsizlik, sapıklık, fuhuş ve ahlâksızlığının merkezi haline
de gelmişti. Hz. İbrahim şirke karşı Tevhid mücadelesine başlayınca sadece
hükümet ve iktidar değil, aynı zamanda bütün millet, ailesi ve hatta babası dahi
O’nun düşmanları haline geldiler. Nemrud ve diğer müşrikler önce baskı ve tehdit
ile Hz. İbrahim’i Hak yo­lundan caydırmak istediler; ama bu yolda başarı
kazanamayınca kendisini ateşle dolu bir çukura atmaya sözbirliğiyle karar
verdiler. Ne var ki Hz. İbrahim’in atıldığı çukurun ateşi Allah’ın emriyle söndü
ve kendisi hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in
ateşe atılması ve kurtulması ile ilgili kıssalar etraflıca anlatılmıştır. (Bk.
Enbiya; 68-69, Ankebut; 24 ve Sâffât; 97-98)

Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığına göre, Hz. İbrahim bu olaydan sonra
memleketini terk ederek o sıralarda, Ken’an ülkesi olarak bilinen Suriye ve
Filistin’e hicret etti. Hicret sırasında ümmetinden kendisine iman eden tek kişi
olan yeğeni Hz. Lût eşlik etti. Hz. Lût hicretten sonra peygamberlik makamına
getirildi. Hz. İbrahim’in ikinci yol arkadaşı, karısı Sare idi, ki son nefesine
kadar yanında kaldı ve yardımını esirgemedi. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şunları
ifade ediyor:

“(Kavmi): O’nun için bir bina yapın ve O’nu ateşe atın” dediler.
O’na bir tuzak kurmak istediler. Biz onları zelil ve alçak kıldık. “(İbra­him):
‘Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gös­terir’ dedi.” (Sâffât;
97-99)

“O’nu ve Lût’u kurtardık. Onları, içinde âlemlere bereketler
verdiği­miz yere[1]
ulaştırdık.” (Enbiya; 71)

 “Lût’a da hüküm ve ilim verdik.” (Enbiya; 74)

 “Lût da gönderilmiş peygamberlerdendir.” (Sâffât; 133)

Hazreti İbrahim’in Irak’tan Suriye’ye ve Filistin’e hicretinden
sonra ümmetinin ne gibi bir akıbete uğradığı bilinmiyor. Sadece Tevbe
sûresin­de, 70. ayette İbrahim’in kavminin de Allah’ın azabına uğramış olan
mil­letlerden biri olduğu belirtilmiştir.

Hz. İbrahim’in hicreti sırasında kendisine Hz. Lût’un yanı sıra
Hz. Sare’nin de refakat ettiğine dair kayıt Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça yer
alma­mıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ifadelerinden, hicret sırasında Hz.
İbrahim’in evli olduğu ve zevcesinin kendisine eşlik ettiği anlaşılıyor. Meselâ
Sâffât sûresinde Hz. İbrahim’in Allah’a şöyle dua ettiği kaydedil­miştir. “Ey
Rabbim, bana salihlerden bir evlâd ihsan buyur.” (âyet; 100). Böyle bir duayı
ancak evli bir kişi yapabilir. Ayrıca, Hz. İbrahim’in, bu duayı, hicrete
başlamak üzere olduğu sırada yaptığını da unutmamalıyız, İncil’de yer alan
tarihi kayıtlara göre de Hz. Sare, hicret sırasında Hz. İbrahim’in yanında idi.
Ne var ki bu konuda İncil’in bazı diğer kayıtlan çok tutarsızdır. Meselâ İncil’e
göre, Hz. Sare, Hz. Lût’un öz kardeşi ve Hz. İbrahim’in öz yeğeni olup, Hz.
İbrahim’in nikâhlı karısıydı. İncil ayrıca, hic­ret yolculuğunda Hz. İbrahim’in
babasının da kendilerinin yanında oldu­ğunu belirtiyor (Bk: Doğuş, Bölüm: 11,
27-32). Halbuki, sadece Kur’ân-ı Kerîm değil, Talmud da, Hz. İbrahim’e baskı ve
zulüm uygulayanlar ara­sında babasının yer aldığını açıklıyor. (Bk: Talmud’dan
Seçmeler, H. Po­lano, Londra, s. 30-42) Ayrıca, Allah’ın şeriatına göre, bir
peygamber şöy­le dursun, alelâde bir insan bile öz yeğeni ile evlenemez.

21.1.1. Hz.
İbrahim’in Dini Yayma Çalışmaları

Hz. İbrahim, Hz. Nuh’tan sonra Allah tarafından İslam dinini
bütün dünyaya yayma görevi verilen ikinci büyük peygamberdi. Hz. İbrahim ilk
önce Irak’tan Mısır’a ve Suriye’den Filistin’e kadar uzanan bölgede vaaz ve
telkin işini şahsen yürüttü. Binlerce kilometrelik yol kat etti. Dağ, bayır ve
çöl demeden her tarafa Allah’ın dinini yaymaya çalıştı ve bu çalışmala­rı
yıllarca sürdü. Daha sonra Hak dinini yaymak üzere birçok bölgelere ve ülkelere
halife ve temsilcilerini gönderdi. Nitekim, Ürdün’e yeğeni Lût’u, Suriye ve
Filistin’e küçük oğlu İshâk’ı, Arabistan’ın iç kısımlarına büyük oğlu İsmail’i
yolladı. Daha sonra, Mekke’de Ka’be denilen Allah’ın evini inşa etti, ki burası
yine Allah’ın emriyle dini yayma çalışmalarının merke­zi seçildi.

Hz. İbrahim’in soyunun iki ana kolu vardı. Biri, Hz. İsmail’in
evlâtla­rı, ki Arabistan’da kaldı. Kureyş ve Arabistan’ın diğer belli başlı
kabilele­ri, Hz. İsmail’in evlâtlarıydılar. Arabistan’ın diğer kabileleri de
aynı soy­dan gelmemesine rağmen, Hz. İsmail’in yaydığı dinden az çok
etkilendik­leri için O’nun evlâtlarından olduğunu söylemekte sakınca
görmüyorlardı.[2]
Diğerleri, Hz. İshâk’ın evlâtları, ki bunlar arasında Hz. Yakûb, Yu­suf, Musa,
Davûd, Süleyman ve Îsa (a.s.) gibi tanınmış peygamberler var­dı. Hz. Yakûb’un
künyesi İsrail olduğu için evlâtları İsrailoğulları olarak meşhur oldu. Hz.
Yakûb ve diğer peygamberlerin vaat ve tebliğleri saye­sinde onların dinini kabul
eden diğer milletler de zamanla hüviyetlerini hemen hemen kaybettiler. Bu
milletlerden bazıları ırkî özelliklerini koruyabildilerse de dinen İsrail
oğullarına tâbi oldular. İsrail oğulları madden ve manen çökünce Yahudilik ve
daha sonra Hıristiyanlık ortaya çıktı.

Hz. İbrahim (a.s.)’in asıl vazifesi dünyayı Allah’a itaat etmeye
çağır­maktı. Hz. İbrahim, insanların Allah’tan gelen hidâyet ve talimata göre
bi­reysel ve toplumsal yaşantılarını düzeltme görevini yerine getirmek üzere
dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim Allah’a tâbi ve irfanı yaymakla mükellef olmuştu.
Hz. İbrahim işte bu sıfatla ve bu vazife ile dünyanın lideri, ima­mı ve önderi
yapılmıştı. Bundan sonra liderlik ve imamlık, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb’dan
başlayan İbrahim soyunun İsrail oğulları olarak bilinen ko­luna verildi.
Peygamberler ve dinî önderler işte bu koldan doğdular ve doğru yolda olmaları
işte bu koldan beklendi. Bu nesle Allah tarafından verilen hidâyet nimeti sık
sık hatırlatıldı Aynı soydan olanlar Hz Süley­man (a.s.) devrinde Kudüs’ü merkez
olarak seçtiler. Bu sebeple, imamlık ve liderlik mevkiinde bulunduğu sürece
Kudüs, Allah tarafından gelen dâvet ve Allah’a inananların kıblesi durumunda
bulundu.

21.1.2. Hz.
İsmail (a.s.)’in Doğuşu

İbrahim oğullarının ikinci kolunda, yani İsrail oğullarında
ortaya çı­kan çeşitli ayıp ve kötülüklerden biri tarihi ve dînî kitapları tahrif
etmele­riydi. İsrail oğulları geçmişe ait bütün başarı ve faziletleri
kendilerine mal etmeye çalıştılar. Buna karşılık, tarih boyunca hangi
milletlerle rekabete girmiş veya ihtilâfa düşmüşlerse onları kötülemek ve
karalamak için olan­ca güçleriyle çalıştılar. İncillerde bunun çeşitli misalleri
vardır. Meselâ, İncillere göre Hz. Lût bir peygamber değildi ve kendisi Hz.
İbrahim (a.s.) tarafından vaaz ve telkin için Sodom’a gönderilmemişti. İncillere
göre am­ca ve yeğen arasında kavga çıkmış ve amca, yeğeninden başka bir ülkeye
gidip yerleşmesini istemişti. (Doğuş, Bölüm: 13,5-12). Bundan daha kötü örneği
de vardır. Meselâ, İncillerdeki kayıtlara göre, Lût kavmine Allah’ın azabı
inince Hz. Lût iki kızını oradan alıp Sodom’u terk etti ve Sodom ya­kınlarında
Hebron şehrinde bulunan amcası Hz. İbrahim’e gitmeyip bir mağaraya yerleşti. O
mağarada hâşâ iki kızı Hz. Lût’a içki içirerek kendi­siyle cinsel ilişkide
bulundular ve hamile kaldılar. Kızlardan biri Muâb’lıların atası olan Muâb’ı
doğururken diğeri Ammun oğullarının atası olan Bin Ammî’yi doğurdu. (Doğuş,
Bölüm 19, 30-38). İsrail oğulları işte bu şekilde Muâb’lılar ile Ammun
oğullarına karşı duydukları kin ve nefreti kustular, çünkü tarihte İsrail
oğulları ile bu kabileler arasında büyük dinî, siyasî ve askerî çekişmeler
olmuştur.

İsrail oğulları aynı muameleyi İsmail oğulları için de revâ
gördüler. İncil’deki kayıtlara göre Hz. İsmail’in annesi Hz. Hâcer, Hz. Sare
(r.a.)’nin hizmetçisiydi. Yine İncil’e göre, Hz. Hâcer’in evlatsız olduğunu
görünce kocası Hz. İbrahim’den hizmetçisine gidip kendisiyle cinsi münasebet
kurmak suretiyle çoluk, çocuk sahibi olmasını temin etmeye çalıştı. Hz. İbrahim
(a.s.) hâşâ dediğini yaptı ve böylece Hz. Hâcer’in batınından Hz. İsmail (a.s.)
doğdu. (Doğuş, Bölüm: 16, 1-4 ve 15-16). Halbuki, İncil’in Doğuş kitabının 12.
bölümünün 16. ayetinde, o dönemin Firavun’unun, Hz. İbrahim’e verdiği bol
miktarda mal mülk, servet, hayvan, uşak ve hizmetçiler arasında Hz. Hâcer’in[3]
de yer aldığı belirtilmiştir. Bu itibarla, Hz. Hâcer’in Hz. Sare (r.a.)’nin
hizmetçisi olduğu beyanatı bizzat İncil’e göre yanlıştır. Hz. Hâcer, Hz.
İbrahim’in cariyesi veya hizmetçisi olduğu için onunla temettü etmek (cinsi
münasebette bulunmak) hususunda Hz. Sare’nin iznine muhtaç değildi.

Yine İncil’in kayıtlarına göre Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim
ile Filis­tin’de kaldı ve kendisi 14 yaşında iken Hz. Sare’nin batnından Hz.
İshâk (a.s.) doğdu. (Doğuş, Bölüm: 18, ayet: 24-26, Bölüm: 21, ayet: 1-5). Daha
sonra İncil’de şu metne rastlıyoruz:

“Ve o çocuk (Hz. İshâk) büyüdü ve sütten kesildi. Izhak (İshâk)’ın
sütten kesildiği gün Abraham (Hz. İbrahim) büyük bir ziyafet verdi. Ve Saran
baktı ki, Mısırlı Hâcer’in İbrahim’den doğmuş olan oğlu kahkahalarla gülüyor.
Bunun üzerine İbrahim’den o hizmetçi (Hâcer) ve oğlunu oradan uzaklaştırmasını
istedi. Böylece hizmetçinin oğlu, onun oğlu İshâk ile mirasında ortak
olmayacaktı. İbrahim oğluyla ilgili bu sözlerden hoş­lanmadı. Ve Tanrı İbrahim’e
dedi ki, sen bu hizmetçi ve oğlu için canını sıkma ve Sarah’ın sana dediklerini
yap… Ondan sonra, İbrahim sabah kal­karak ekmek ve bir su tulumu alıp Hâcer’e
verdi, daha doğrusu omzuna yerleştirdi ve çocuğuyla beraber oraya vedâ etti.
Böylece, o oradan ayrıldı ve Hâcer bir-i Sebe’ çölünde dolaşmaya başladı.
Tulumdaki su bitince ço­cuğu bir çalının yanına bıraktı ve ondan bir ok
fırlatılışının mesafesinde gidip oturdu ve ‘hiç olmazsa oğlumun öldüğünü kendi
gözümle görmeye­lim’ diye dövünmeye başladı. Fakat Allah o çocuğun yalvarışını
dinledi ve Allah’ın meleği gökten Hâcer’e seslendi ‘ey Hâcer sana ne oldu? Sen
kork­ma; Allah çocuğun bulunduğu yerden onun sesini işitmiştir. Kalk ve çocuğunu
kaldır, zira Allah onu büyük bir ümmet yapacaktır.’ Daha sonra Allah onun
gözlerini açtı. O sırada O (Hâcer) orada bir kuyu gördü ve tu­lumunu oradan
suyla doldurdu ve oğluna bu suyu içirdi. Ve Allah O ço­cukla beraberdi. O
(çocuk) büyüdü ve çölde yaşamaya başladı ve iyi bir okçu oldu. O Faran vâdesinde
yaşıyordu ve annesi O’na Mısır’dan bir ge­lin buldu.” (Doğuş, Bölüm: 21, ayet:
8-21).

Görülüyor ki, bütün bu saçma sapan masalı İsrail oğulları, Hz.
İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)’in Arabistan, Mekke, Ka’be ve zemzem ile
bütün ilişkilerini koparmak amacıyla uydurmuşlardır. Çünkü, Hz. İbra­him’in
Arabistan’a yaptığı yolculuğu yok saymak, Hz. İsmail’in 14 yaşına kadar
Filistin’de kaldığını göstermek ve daha sonra Faran vadisinde O’nun yaşamış
olduğunu, su kuyusunun orada belirmiş bulunduğunu ve Mısırlı bir kadınla
evlenmiş olduğunu göstermek suretiyle Din-i İbrahimî’nin merkezinin Arabistan ve
Mekke olduğuna ilişkin İslâm tarihi’nin önemli bir bölümüne sünger çekmeye
çalışmışlardır. İncil’de Faran ile ilgili geçen kayıtlara göre bu vâdi
Filistin’in güneyinde, Araba vadisinin batısında, Si­na çölünün kuzeyinde ve
Mısır ile Akdeniz’in doğusunda idi. Anlaşılacağı gibi, bunun Mekke’yi çevreleyen
Faran dağlarıyla bir ilgisi yoktur. Ayrıca bu hikâyede Hz. Sare ve Hz. İbrahim
(a.s.)’in karakterinin kötü ve adi ola­rak gösterilmiş olması ve bu işe Cenab-ı
Allah’ın adının bile karıştırılmış bulunması, İsrail oğullarının ahlâkî değer ve
kavramlarının ne kadar dü­şük olduğunu göstermeye yeter. Bu hikâyede bir
peygamber (Hz. İbrahim)’in karısı ve başka bir peygamber (Hz. İshâk)’in annesi
kıskanç bir ka­dın ve kuma olarak gösterilmiştir. Bu kadın, kumasının oğlunun
gülmesi­ne ve neşelenmesine tahammül edemiyor ve kocasından O’nu ve annesini
kovmasını ve mirasından mahrum bırakmasını istiyor. Büyük ve tanınmış bir
peygamber olan kocası da acımasız bir baba gibi ortaya çıkıyor. Nite­kim, 15-16
yaşlarındaki çocuğunu annesiyle birlikte sadece ekmek ve su tulumuyla çöle
sürdüğü ve ölümleri veya yaşamaları hakkında herhangi bir haber almadığı
gösteriliyor… Allah-u Teâlâ da İsrail oğullarının atası olan Hz. İshâk uğruna,
annesinin kendi kumasına karşı duyduğu nefret ve oğluna karşı beslediği kine
mağlup olarak ileri sürdüğü isteklerinin Hz. İbrahim (a.s.) tarafından yerine
getirilmesini isteyen bir varlık olarak orta­ya konuyor. Yani, bir bakıma Allah
da Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Hz. Sare’nin hâşâ zulmüne ve oyununa âlet
oluyor. Bu asılsız iftiralarla dolu olan saçma sapan masala tarih adını vermek
tarihe hakarettir. Zira tarih ve gerçekler, ancak Kur’ân-ı Kerim ve Hadis’te
vardır. Kur’ân ve Hadislerin anlattıkları; 4 bin yıldan beri Araplar arasında
nesilden nesile intikal eden rivayetler ve diğer tarihi malzemeler tarafından
teyit ediliyor.

Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre, Hz. İbrahim (a.s.)
anayurdundan hicret ederken Allah’a şöyle bir istekte bulunmuştu: “Ey Rabbim,
Bana salihlerden bir evlât ihsan buyur dedi.” (Sâffât; 100). Hz. İbrahim’in bu
duası aradan uzun bir zaman geçtikten ve kendisi hayli yaşlandıktan sonra Allah
katında kabul olundu. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta, Hz. İbrahim’in şu
sözlerine yer verilmiştir: “Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk’ı bahşeden
Allah’a hamd ederim.” Hz. İsmail ile İshâk’ın doğumun­dan önce, Allah (cc.) Hz.
İbrahim’e gereken müjdeyi vermişti. Hz. İsmail’in doğumuyla ilgili müjde şöyle
idi: “Biz de O’nu halîm (uysal) bir evlât ile müjdeledik.” (Sâffât; 101). Aradan
birkaç yıl geçtikten sonra , hatta, Hz. İsmail delikanlılık çağına girdikten
sonra, Hz. İbrahim’e ikinci oğlu İshâk ile ilgili müjde verildi. “Onlar,
‘korkma’ dediler. Ve O’nu ilim sahibi bir evlât ile müjdelediler.” (Zâriyat;
28). Bu ikinci müjdeyi aldıktan sonra Hz. İbrahim şöyle dedi: “Bana ihtiyarlık
gelmişken, beni evlât ile mi müj­deliyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?”
(Hicr; 54). Müjdeyi al­dıktan sonra Hz. Sare (r.a.)nin durumu da şöyle oldu:
“Bunun üzerine zev­cesi, bir hayret içinde onlara dönüp elini yüzüne vurarak,
‘ben kısır bir ko­cakarıyım’ dedi.” (Zâriyat; 29). Bu ayetlere bakarak, Hz.
İbrahim 86 ya­şında iken Hz. İsmail’in doğduğu ve 100 yaşında iken Hz. İshâk’ın
doğdu­ğu yolunda İncil’in ifadesinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. (Doğuş,
Bö­lüm: 16, ayet-16 ve Bölüm: 21, ayet: 5).

21.1.3. Hz.
İsmail’in Mekke’ye Yerleşmesi

Yukarıdaki satırlardan, Hz. İsmail’in, Hz. İbrahim’in ilk evlâdı
olup babasının hayli ihtiyar olduğu bir sırada doğduğu anlaşılıyor. Normal bir
durumda, ihtiyarlığında doğmuş olan ve 14 yaşma kadar da tek evlât sıfa­tını
koruyan bir çocuğun babası kendisine ziyadesiyle düşkün olacak ve bir an bile
gözünden ırak tutmamaya gayret edecekti. Ancak Hz. İbrahim bir peygamberdi ve
Hakk’a daveti, her sevgi ve vazifesinden üstündü. Hz. İbrahim bu uğurda vatanını
terk etmiş, hicret ederek gurbette dolaşmış ve her yerde bütün güç ve
yeteneklerini harcamıştı. Hz. İbrahim (a.s.) sevgili çocuğunun doğmasından
sonra, dünyada son peygamberliğin merkezi ve Hak dinin karargâhı olması
kararlaştırılan Arap topraklarında Tevhid’e da­vetin merkezini kurma fikrini
gerçekleştirmeye çalıştı. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerine göre, Cenâb-ı Allah,
inşa edilmesi gereken dinî merkezin yeri­ni Hz. İbrahim’e önceden bildirmişti.
Nitekim, Hac suresinin 26. ayetinde şöyle buyurulmuştur: “İbrahim’e Beyt’in
yerini gösterdiğimizde Bana hiç­bir şeyi eş tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada
namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için iyice temizle.” Allah’ın bu emrine
uyan Hz. İbrahim (a.s.) henüz anne sütüyle beslenen küçük çocuğunu, olağanüstü
bir sabır ve tahammüle sahip olan annesiyle birlikte, ilerde tam Allah’ın evi
Kâ’be’nin inşa edileceği yere götürüp, görünürde sahipsiz ve kimsesiz
bı­rakıverdi.

Sahîh-i Buhârî’de bu olay Hz. Abdullah bin Abbas tarafından
rivâyet edilmiştir. Hz. İbn Abbas’ın bu rivâyetinde sık sık Hz. Peygamber
efendi­miz (a.s.)’in buyrukları geçiyor. Bunlardan, Hz. İbn Abbas’ın
anlattıkları­nın, Rasûlullah (a.s.)’dan duyduklarına ve öğrendiklerine dayandığı
anla­şılıyor. Rivâyet şöyledir: Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hâcer (a.s.)’i ve henüz
süt çocuğu olan Hz. İsmail’i yanına alarak bir ağacın dibine götürdü ve oraya
bıraktı. Hz. İsmail (a.s.)’in bulunduğu yerden zemzem suyu fışkırdı. Mek­ke o
sıralarda bir çöldü ve etrafında tek bir canlı yoktu. Herhangi bir su yeri de
yoktu. Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hâcer’in yanına içinde hurmalar bu­lunan bir deri
çantası ve bir su tulumu bıraktı. Hz. İbrahim onları oraya bıraktıktan sonra
ayrılırken Hz. Hâcer O’nun peşinden, “Ey İbrahim nere­ye gidiyorsun? Bizi bu
ıssız çöle niye bırakıyorsun?” diye birkaç defa ses­lendi. Fakat Hz. İbrahim
onlara dönüp bakmadı.[4]
Nihayet Hz. Hâcer kendisine şöyle dedi: “Bunu Allah mı emretmiştir?” Hz. İbrahim
ise sade­ce “evet” diye cevap verebildi. Bunun üzerine Hz. Hâcer “Öyleyse, Allah
bizi koruyacaktır” dedi ve çocuğuna döndü. Hz. İbrahim, dağın ardına ve karısı
ve oğlunu göremeyeceği yere gelince oradan Beytullah istikametine (yani daha
sonra inşa edeceği Allah’ın evinin bulunduğu yer) yürümeye başladı ve Allah’a
şunları söyledi.

“Ey Rabbimiz, Ben senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir
vadide evlâtlarımdan bir kısmını yerleştirdim. Ey Rabbimiz bu Beyt-i Ha­ram’da
dosdoğru namaz kılmaları içindir. İnsanlardan bir kısmının kalp­lerini onlara
meylettir. Şükretmeleri için, o belde halkını bazı meyvelerle rızıklandır.”
(İbrahim; 37)

Bu arada, Hz. İsmail (a.s.)’in annesi kendisine süt içirmeye ve
su tu­lumundan su vermeye devam etti. Ancak bir süre sonra su bitti, ikisi de
susadı. Çocuğunun susuzluktan kıvrandığını gören ana yüreği dayanamadı ve Hz.
Hâcer, çölün aşağı kısmına, bir insan veya su aramaya çıktı. Fakat etrafta
kimsecik yoktu. Sonra safa tepesinden vadinin ortasına geldi ve kollarını açarak
perişan bir kişi gibi koşmaya başladı. Daha sonra Merve tepesine çıkarak etrafa
bakındı, ama kimseyi göremedi. Hz. Hâcer, Safâ ile Merve arasında böylece 7 defa
koştu. Abdullah İbn Abbas bu sebeple Rasûlullah (a.s.)’ın hacıların Safâ ile
Merve arasında sa’y yaptıkları (koştukları)’ın belirttiğini ifade etmiştir.[5]
Hz. Hâcer “ey şahıs, sen kendi se­sini bana duyurdun, fakat sen benim feryadımı
dinleyebilir misin?” diye seslendi. Birden Zemzem denen yerde bir meleği gördü,
(İbrahim bin Nâfî ve İbn Cüreyc, Hz. Hâcer’in Hz. Cebrail’i gördüğünü
belirtirler). Bu melek topuğu veya koluyla yeri kazıyordu, ta ki su çıkıverdi.
Hz. Hâcer, tulu­munu bu su ile doldurdu. Bu arada su fışkırmaya devam etti. İbn
Abbas, Hz. Peygamber (a.s.)’in şunları söylediğini belirtir: “Allah-u Teâlâ,
İsmail’in anasına rahmet eylesin, eğer kendisi Zemzem’i olduğu gibi bıraksaydı
(yani, etrafını topraklarla çevirerek bir çeşme haline getirmeseydi) bu akan bir
çay olurdu.” Böylece, Hz. Hâcer su içti ve çocuğuna da su içirdi. Melek ona dedi
ki, “kendinizin mahv ve perişan olacağınızı sanmayın. Burada Allah’ın evi
vardır. Bunu bu çocuk ve babası inşa edeceklerdir. Ve Allah (cc.) bu evin
insanlarına zarar vermeyecektir.” Bu durum bir müd­det devam eti. Bundan sonra
Cürhüm kabilesinden[6]
bazı kimseler Küda’dan gelerek Mekke’nin aşağı kısmında konaklamak istediler. O
sırada üzerlerinde bir kuşun dolaştığını gördüler ve şaşkınlık içinde, “Allah
Al­lah, bu kuş mutlaka bir çeşme üzerinde uçuyor, halbuki buradan daha ön­ce de
geçmiştik ve hiçbir yerde su görmemiştik.” dediler. Daha sonra adamlarından
ikisini su olup olmadığının tesbiti için kuşun bulunduğu ye­re gönderdiler.
Onlar dönüp suyun bulunduğunu doğruladılar. Sonra hepsi oraya geldiler. Orada Hz.
İsmail’in annesini gördüler. Onlar ona yakın bir yere yerleşmelerine izin verip
vermeyeceğini sordular. Hz. İsmail’in anne­si kendilerine oraya yerleşme izni
verdi, ama suyun kendisine ait olması şartıyla. Onlar bu şartı kabul ettiler.
İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdular: “Cürhümlüler,
İsmail’in annesini hanı­mefendi, kibar ve uysal buldular. Zâten Hâcer de
insanların gelip yerleş­mesini arzu ediyordu.” Böylece, gelen Cürhümlüler oraya
yerleştiler. Da­ha sonra başka insan ve gruplar da gelerek buraya yerleşmeye
devam etti­ler. Hz. İsmail bunlar arasında yetişip büyüdü ve onlardan Arapça
öğrendi.[7]
Cürhümlüler bu çocuğu çok severlerdi ve onun kendi kabilelerinden bir kızla
evlenmesini isterlerdi.

21.1.4. Hz.
İbrahim (a.s.)’in Oğlunu Kurban Etme Olayı

Hz. İbrahim, sevgili oğlu ve karısını Mekke çölüne bıraktıktan
sonra onlarla bütün alâkasını kesmiş değildi. Aksine, arada sırada onlara gelip
bir süre beraber kalırdı. Onların iyi olup olmadıklarını da devamlı öğren­meye
çalışırdı. Hz. İbrahim karısı ve süt bebeğine bıraktığı yerin mamur ve meskûn
olmasını dilemişti ve Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Rabbim bunu huzurlu bir şehir
yap.” Bu duası çok kısa zamanda Allah’ın katında kabul olundu ve ailesinin
bulunduğu yer bir yerleşim merkezi oluverdi. Hz. İbrahim’in buraya yerleşmiş
olan Cürhümlüler arasında dinî tebliğ etmiş ol­ması pek mümkündür.

Bundan sonra ise, tarihte eşine rastlanmayan meşhur kurban
vak’ası vuku buldu. Yani, Hz. İbrahim (a.s.) Allah’ın işaretini alır almaz,
ihtiyarlı­ğının ilk ve tek evlâdını delikanlılık çağına erişirken kurban etmeye
hazır oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmıştır:

“Yakta ki çocuk O’nun yanında koşma çağına geldi, (İbrahim ona)
şöyle dedi: ‘Yavrum, rüyamda görüyorum ki seni boğazlıyorum. Bak sen buna ne
dersin?” (Oğlu cevaben) ‘Babacığım, sana emrolunanı yap. İn­şaallah beni
sabredenlerden bulursun’ dedi. Vaktaki, ikisi de kazaya (Allah’ın emrine) teslim
oldu, İbrahim O’nu yüzüstü yatırdı. Biz O’na, ‘Ey İbrahim’, diye nida ettik.
‘Rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki, biz, gü­zel amel işleyenleri böyle
mükâfatlandırırız.” Bu apaçık bir imtihandır. O’na büyük bir kurbanlık fidye
verdik.” (Sâffât; 102-107)

Bu olay Mekke[8]‘de
meydana gelmişti ve Hz. İbrahim’in, oğlunu Allah’a kurban etmek üzere götürdüğü
yer Mina idi; ki bugün müslümanlar her yıl kurban Bayramında (10 Zilhicce
tarihinde) burada kurban keser­ler.[9]
Ayrıca, bu olay, Hz. İsmail (a.s.) henüz 12-13 yaşında iken ve Hz. İshâk
doğmamışken meydana gelmiştir. Çünkü Sâffât sûresinde daha son­ra şöyle
deniliyor. “O’na salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk’ı müjdeledik.”

Yukarıdaki ayetlerde açıklanacak bazı noktalar vardır. Bunlar
şöyle sıralanabilir:

1) Hazreti İbrahim (a.s.) rüyasında kendi oğlunu boğazlamışken
değil boğazlamak üzere iken görmüştü. Fakat, bu rüyalardan, Allah (c.c.)’ın
kendisini sınava tabi tutmak istediğini ve oğlunu kurban etmesini istediği­ni
anlamıştı. Hz. İbrahim bunun üzerine yüreğine taş basarak kendi ciğer paresini
kurban etmeye karar vermişti.

2) Hz. İbrahim’in, oğluna rüyalar ile ilgili fikrini sormasının
amacı onun iznini almak değildir. Hz. İbrahim sadece Allah’ın kendisine daha
evvel müjdelediği evlâdın sâlih olup olmadığını tesbit etmek istiyordu.
Bilindiği gibi kendisi Allah’tan sâlih bir evlat istemiş ve Allah da öyle bir
vasıfta olan Hz. İsmail’i ihsan ettiğini bildirmişti. Eğer çocuk Allah’ın
rı­zası için canını fedâ etmeye hazır olsaydı, demek ki, Hz. İbrahim’in duası
tam olarak kabul edilmiş ve İsmail yalnız vücutça değil ahlâki ve manevî açıdan
da onun oğlu olarak yetişmişti.

3) Hz. İsmail’in, “babacığım, sana emrolunanı yap” demesi,
babasının rüyasında gördüklerini gerçekten Allah’ın emri ve vahyi olarak kabul
etti­ğini gösteriyor. Hz. İsmail’in bu fikri doğru olmasaydı, Hz. İbrahim
pekâ­lâ diyebilirdi ki bunlar birer rüya olup Allah’ın emri derecesinde
değildir.’ Ayrıca Cenâb-ı Allah da vahiy ile durumu açıklığa kavuşturabilirdi.
Bun­dan dolayıdır ki, peygamberlerin rüyaları da birer vahiy olarak kabul
edi­liyor.

4) Hz. İbrahim, oğlunu boğazlamak için sırtüstü değil yüzükoyun
ya­tırdı ki, çocuğun yüz ifadesini görüp baba sevgi ve şefkati ağır basmasın ve
son anda Allah’ın emrini yerine getirmekte bir kabahati olmasın.

5) Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail’i boğazlamasından önce Cenâb-ı
Allah’ın, “ey İbrahim,rüyana sadakat gösterdin” demesi, rüyada Hz. İbra­him’in,
oğlunu boğazlamış değil, boğazlamak üzere iken görmesi açısın­dan yerinde bir
söz idi. Bu nedenle, Hz. İbrahim’in rüyada gördüğü işi gerçekten yapması
üzerine, rüyasına sadık kaldığı ve kendisi için hazırla­nan imtihanı başarıyla
geçtiği ve bunun mükâfatının büyük olduğu açık­landı.

6) Ayetlerde geçen “büyük bir kurbanlık” kelimesi, Hz. İsmail
(a.s.) yerine kurban edilmek üzere Allah tarafından bir melekle beraber
gönde­rilen varlık için kullanılmış olabilir. Bu kelimenin daha geniş bir anlamı
da olabilir. Şöyle ki, Hz. İbrahim döneminde Hz. Muhammed (a.s.)’e ka­dar ve
daha sonra her yıl kurban bayramında bütün dünyada müslümanlar ve Mekke’de
hacılar tarafından kestikleri kurbanlar da “büyük kurban” sa­yılabilir.

21.1.5. Kim
Kurban Edilecekti? Hz. İsmail mi, Yoksa Hz. İshâk mı?

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, İsrail oğulları tarih boyunca
iftihar edilecek ve kendilerini yüceltecek ne kadar olay ve masal varsa hep
ken­dilerine mal etmeye çalışmışlardır. Diğer millet ve ümmetleri ise
kötüle­meye ve iftiralarla boğmaya çabalamışlardır. Bunları yaparken tarihi ve
dinî kitapları alabildiğince tahrif etmişler ve bazen başka milletlerin ifti­har
kaynağı olan bir olayı da kendi hesaplarına katmışlardır. Âdetleri üze­re,
Kurban vak’asını Hz. İsmail’e değil Hz. İshâk’a mal etmişlerdir. İncil bu
hususta şunları yazmaktadır.

“Allah, Abraham (İbrahim)’ı imtihan etti ve dedi ki, ‘ey
İbrahim, tek ve yegâne sevdiğin oğlun İshâk (İshâk) ‘ı yanına alarak Moriah
ülkesine git ve orada benim göstereceğim dağlardan birine onu kurban et.”
(Do­ğuş, Bölüm: 22,1-2).

Bu satırlarda dikkate değer iki nokta vardır. Birincisi, kurban
edile­cek evlâd’ın İshâk olduğu belirtilmiştir. İkincisi, bu çocuğun, Hz.
İbra­him’in tek evladı olduğu söylenmiştir. Halbuki, bizzat İncil’in bazı diğer
kayıtlarından bu sözlerin tamamıyla yanlış olduğu anlaşılıyor. Meselâ İncil’in
şu paragraflarına bakın:

“Ve İbrahim’in zevcesi Sarah (Sâre)’ın hiçbir çocuğu yoktu. Onun
Mısırlı bir hizmetçisi vardı, adı Hâcer idi. Sarah Abraham (İbrahim)’e dedi ki,
‘Bak Hüdavend beni evlâttan mahrum bırakmıştır. Onun için sen benim hizmetçimin
yanına git. Belki de böylece evimiz neş’e ile dolar.’ ‘Ve İbrahim, Sarah’ın
dediğini yaptı. Ve İbrahim, Ken’an ülkesinde 10 sene­den beri kalıyordu ve işte
bu sıralarda karısı Sare kendi hizmetçisini O’na verdi, ki O’nun karısı olsun.
Ve O, Hâcer’in yanına gitti ve O hamile kaldı.” (Doğuş, Bölüm: 16, 1-3).
“Allah’ın meleği O’na dedi ki, sen ha­milesin ve sen bir erkek çocuk dünyaya
getireceksin. Adını İsmail koy.” (Doğuş, 16-11)

“İbrahim ve Hâcer’den İsmail doğduğu zaman İbrahim 86 yaşında
idi.” (Doğuş, 16:16).

“Ve Hüdavend, İbrahim’e dedi ki, senin karın olan Sarah’dan da
sa­na bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını İshâk koyarsın… O, gelecek yıl aynı
tarihte Sarah’dan doğacaktır… O zaman İbrahim, oğlu İsmail’i ve evin diğer
erkeklerini yanına aldı ve aynı gün Allah’ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim
99 yaşında iken sünnet oldu. İsmail ise sünnet olduğu zaman 13 yaşında idi.”
(Doğuş, 17:15-25).

“Ve oğlu İshâk doğduğu zaman İbrahim 100 yaşında idi.” (Doğuş,
21:5).

Bu ifadeler ile İncil’in, içine düştüğü çelişki kendiliğinden
ortaya çı­kıyor. Şöyle ki, 14 yaşına kadar Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in tek evlâdı
sıfa­tını koruyordu. Eğer Allah, Hz. İbrahim’den tek evlâdının kurban
edilme­sini istemişse o İsmail olmalıdır. Yok eğer Allah, Hz. İshâk (a.s.)’ın
kur­ban edilmesini istemişse, o zaman O’nun Hz. İbrahim’in tek evlâdı oldu­ğunu
söylemek yanlış olur.

Bu hususla, İslâm kaynaklarında da derin ihtilâflar vardır.
Müfessir­lerin bir bölümünün sahabeler ve tâbîler’den naklettikleri hadislere
göre Kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshâk’tı. Bu grupta şu isimler yer
almaktadır.

Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Abbas bin
Abdulmuttalib, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebû Hureyre, Katâde, İkrime, Ha­san
Basrî, Sa’id bin Cübeyr, Mücâhid, Şa’bi, Mesrûk, Mekhûl, Zührî, Atâ, Mukâtil,
Süddî, Ka’b-i Ahbâr, Zeyd bin Eslem (r.a.) vs.

İkinci grupta yer alanlar ise kurban edilmesi emrolunan çocuğun
Hz. İsmail (a.s.) olduğunu savunuyorlar ki, bunlar şöyle sıralanabilirler: Hz.
Ebû Bekr, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebu
Hureyre, Hz. Muaviye, İkrime, Mücâhid, Yusuf bin Mehran, Hasan Basrî, Muhammed
bin Kâ’b el-Kurâzî, Şa’bi, Said bin el-Müseyyeb, Dahhâk, Muhammed bin Ali bin
Hüseyin (İmam Muhammed el-Bâkır), Rebi’ bin Enes ve İmam Ahmed bin Hanbel vs.

Bu iki listeyi birbiriyle karşılaştırınca bazı isimlerin
müşterek oldu­ğunu görürüz. Yani, aynı zât’ın değişik hadisler naklettiği
belirtilmiştir. Meselâ, İkrime’nin, Hz. Abdullah bin Abbas’tan naklettiği hadise
göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshâk’tı. Fakat Atâ bin Ebi Rebâh’ın
yine Hz. Abdullah bin Abbas’tan naklettiği hadis şöyledir: “Yahudiler, kurban
edilmesi istenen çocuğun İshâk olduğunu iddia ediyorlar. Ama Yahudiler yalan
söylemektedir”. Aynı şekilde Hz. Hasan Basrî’nin, Hz. İshâk’ın “zebîh” (Allah
yolunda kurban edilen) olduğuna inandığına dair bir hadis vardır. Fakat, Amr bin
Ubeyd’in ifadesine göre, Hz. Hasan Basrî, Hz. İsmail’in zebîh olduğu konusunda
hiç tereddüt etmiyordu.

Hadisler ve tefsirlerde bu konuda ortaya çıkan anlaşmazlık,
gayet do­ğal olarak ulema ve fakihin de iki ayrı gruba bölünmesine yol açmıştır.
Nitekim, İbn Cerir ile Kadı İyâz vs. reylerini kesinlikle Hz. İshâk lehinde
vermişlerdir. İbn Kesir gibi alimler ise kesinlikle Hz. İsmail’in zebîh
oldu­ğuna karar vermişlerdir. Fakat, Celâleddin Suyutî gibi âlimler de ortada
kalmış ve kesin bir tavır takınmaktan kaçınmışlardır. Fakat elimizdeki bü­tün
kaynakları bilimsel ve objektif şekilde değerlendirecek olursak “zebîh”in, Hz.
İsmail olduğuna karar verebiliriz. Bu hususta şu delilleri ileri sürebiliriz.

1. Sâffât suresinde, Hz. İbrahim’in, anayurdundan ayrılırken
Allah’tan kendisine sâlih bir evlât ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna
cevap olarak, Allah(c.c) kendisine halim (uysal ve mütevazi) bir evlât
bahşedi­leceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, Hz. İbrahim’in o ân içinde
bu­lunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim’in, duasını evlatsız olduğu bir
sırada yaptığını gösteriyor. Müjdelenen çocuğun da onun ilk erkek ço­cuğu olduğu
anlaşılıyor. Ayrıca sure’nin dili, üslûbu ve hâdisenin mahiye­ti aynı çocuğun
delikanlılık çağma geldiği zaman Hz. İbrahim’in O’nu Al­lah’ın arzusuna göre
kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böyle­ce, Hz. İbrahim’in ilk
evlâdının Hz.İsmail olduğu kesinlikle ortaya çıkı­yor. Buna ilâveten, Kur’ân-ı
Kerim’de Hz. İbrahim’in iki oğlundan bahse­dilirken isimleri de sıra ile
anılmıştır.

“Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk’ı bahşeden Allah’a
hamdede­rim”. (İbrahim; 39)

2. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İshâk’ın doğacağına dair verilen
müjdede kendisi için “ilim sahibi” (Zâriyat; 28) kelimesi kullanılmıştır. Hicr
sure­sinde de şöyle denilmiştir: “Biz seni âlim bir evlât ile müjdeliyoruz”

(Ayet; 53). Fakat Sâffât sûresinde müjdelenen çocuğun “halîm”
(uysal, mütevazı) olduğu beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk da ayrı ayrı
huy ve karaktere sahiptiler. Hz. İsmail’in karakterinin belirgin özelliğinin
“halim” olduğu anlaşıldıktan sonra, kurban edilmesi emrolunan çocuğun İsmail’den
başka birisinin olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zira. Hz. İbrahim
tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halîm olduğu Kur’ân-ı
Kerim’de belirtilmiştir. Ayrıca halîm olan ilk çocuk ancak delikanlılık çağma
yaklaştığı zaman âlim olan ikinci çocuk doğmuştu, ikinci çocuğun doğacağına dair
müjde de ancak kurban vak’asından sonra verildiğine göre ilk kurbanlık muhakkak
Hz. İsmail’di.

3. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İshâk’ın doğacağına ilişkin müjde
verilirken İshâk’ın da Yakûb adında bir çocuğa sahip olacağı belirtilmiştir:

“Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de O’na İshâk’ı,
O’nun ardından da Yakûb’u müjdeledik”. (Hûd; 71)

Şimdi, Hz. İbrahim, rüyasında ilerde olacak bir çocuğunu
boğazlar­ken görmüş olsaydı, Allah’ın onun gerçekten kurban edilmesini
istediğine ihtimal vermezdi. Zira, bu çocuk kurban edildiği takdirde onun Yakûb
adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı. Allame İbn Cerir bu delili
çürütmek maksadıyla diyor ki, belki de Hz. İbrahim rüyasını, Hz. İshâk, Yakûb
adında bir erkek çocuğuna sahip olduktan sonra görmüştür. Fakat bu çok uzak ve
gülünç bir tahmindir. Zira, Kur’ân-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun
“babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği” zaman kurban edilmeye götürüldüğünü
açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir ön yargı olmayan bir kişi bu cümleyi
okuyunca kurbanlık çocuğun ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu
düşünecektir. Çoluk-çocuk sahibi bir gençten söz edilirken böyle bir ifadenin
kullanılabileceği düşü­nülemez.

4. Kur’ân-ı Kerim’de kurban vaka’sının tümü anlatıldıktan
sonraki ayetlerde Hz. İbrahim’e “peygamber olacak İshâk adında salihlerden bir
evlâdın müjdelendiği” belirtilmiştir. Bu ayetlerden de kurbanlık çocuğun Hz.
İshâk olmadığı belli oluyor. Aksine, önce İsmail adında bir başka ço­cuğun
müjdelendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşma geldiği zaman O’nun kurban
edilmesi istendiği ifade edilmiştir. Hz. İbrahim bu imtihan­dan başarıyla
geçtikten sonra O’na İshâk adında başka bir çocuk müjde­lenmiş oldu. Olayların
bu zinciri ve sıralaması, kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığını, aksine bu
çocuğun İshâk’tan birkaç sene önce doğmuş olduğunu açık seçik bir şekilde ortaya
çıkarıyor. Allâme İbn Cerir bu açık delili şu tezle reddediyor. İlk önce
İshâk’ın doğacağı müjdelenmişti ve Allah’ın dileği üzerine ölmeye hazır olunca
O’na mükâfat olarak peygamber­lik verileceği bildirilmişti. Ne var ki, İbn
Cerir’in bu delili eskisinden daha da zayıftır. Çünkü gerçekten böyle bir şey
olsaydı, o zaman Cenab-ı Al­lah, “O’na salihlerden bir peygamber olmak üzere
İshâk’ı müjdeledik” ye­rine, “aynı çocuğun salihlerden bir peygamber olacağını
O’na müjdeledik” ifadesini kullanırdı.

5. Güvenilir rivâyet ve hadislere göre Hz. İsmail’in fidyesi
olarak kur­ban edilen mandanın boynuzu Ka’be’de Hz. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)
dö­nemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra, Haccâc bin Yusuf Ha­rem’de Hz.
Zübeyr’i kuşatıp Kâbe’yi yerle bir edince bu boynuz da ortadan kayboldu. İbn
Abbas ve Amir Şâ’bi bu boynuzu Kâbe’de gördüklerini be­lirtiyorlar. (Bk. İbn
Kesir). Bu gösteriyor ki, Kurban vak’ası Suriye’de değil, Mekke-yi Muazzama’da
vuku bulmuştu ve kurbanlık Hz. İsmail (a.s.)’di. Çünkü böyle olmasaydı, Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail tarafından in­şa edilen Kâbe’ye kurban vak’asının bir
hatırası olarak boynuz saklanmaz­dı.

6. Arap rivâyetlerine göre, Arap’lar yüzyıllar boyu Kurban
vak’asının Mina’da meydana geldiğine inana gelmişlerdi. Ve o zamandan başlayarak
Hz. Peygamber (a.s.) zamanına kadar, hacılar Mina’ya gidip Hz. İbrahim’in
geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha sonra Hz. Muhammed peygamberlik
payesine yükselince bu geleneği İslâmiyet’in hac farizasının bir parçası haline
getirdi. Bugün dahi müslüman hacılar 10 Zilhicce tari­hinde kurbanlıklarını
Mina’da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri kesinti­siz sürdürülen bu gelenek,
Hz. İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun İshâk değil, İsmail olduğunu inkâr
edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshâk’ın so­yundan oldukları bilinen Yahudiler ile
Hıristiyanlar arasında müslüman üm­meti gibi, bütün milletin belirli bir günde
kurban kesmesi veya bundan Hz. İbrahim’in kurban kesmesinin bir anısı olarak
sürdürülen bir gelenek yoktur.

Bunlar öylesine sağlam ve inkâr edilmez delillerdir ki, bunların
orta­da bulunmasına rağmen bizzat müslümanların bazı ileri gelenlerinin Hz.
İshâk’ı “zebîh” (kurbanlık) olarak neden kabul ettiklerine hayret edilebilir.
Yahudilerin böyle iftihar edilmesi gereken bir olayı, Hz. İsmail yerine ata­ları
olan Hz. İshâk’a mal etmeleri anlaşılır bir şeydir. Ama, müslümanların bir
grubunun bu haksızlığı kabullenmelerine ne demeli? Allâme İbn Kesîr bu sorunun
gayet tatminkâr cevabını meşhur tefsirinde vermiştir:

“Hakikati ancak Allahu Teâlâ bilir. Fakat dikkat edildiğinde Hz.
İshâk’ın zebîh (kurbanlık) olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin, Kâb-ı
Ahbâr tarafından nakledildiği ortaya çıkar. Bu zat, Hz. Ömer döne­minde
müslümanlığı kabul etmişti ve müslümanlara Yahudi ve nasarânın kitaplarından
pasajlar okurdu. Kâ’b-ı Ahbâr’ın okuduğu parçaları ilk önce sadece Hz. Ömer
dinlerdi, daha sonra bazı diğer kimseler de bunları dinle­meye başladılar.
Böylece, Ka’b’ın bazı doğru, yanlış ve uydurma hikâye ve masallarını da
müslümanlar dinler hale geldiler. Halbuki, bu ümmet’in Ka’b’ın bilgi
hazinelerine ihtiyacı yoktu.”

Bu konuya Muhammed bin Kâ’b Kurazî’nin bir hadisi de ışık
tutuyor. Muhammed bin Kâ’b Kurazî diyor ki, “bir defasında benim yanımda Hz.
Ömer bin Abdülaziz ve bazı diğer arkadaşları arasında ‘zebîh’in İsmail mi yoksa
İshâk mı olduğu tartışması çıktı. Toplantıda, daha önce Yahudi ama sonradan
dindar bir müslüman olan bir zât da vardı. O dedi ki, ‘ya Emir’ul Mü’minin,
vallahi billahi, zebîh, Hz. İsmail’di. Yahudiler bu gerçeği çok iyi biliyorlar,
fakat Araplara karşı kin ve kıskançlıkları olduğu için Hz. İshâk’ın zebîh
olduğunu iddia ediyorlar” (İbn Cerir).

Bu iki olayı bir araya getirip inceleyecek olursak, Hz.
İsmail’in kur­ban oluşuyla ilgili ortaya çıkan ihtilâfın, Yahudilerin sinsi ve
plânlı bir propagandasının neticesi olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar başından
beri ilmi konularda ihtiyatlı ve toleranslı davrandıkları için Yahudiler
tara­fından naklonunan rivâyetleri birer tarihi gerek olarak kabul ediverdiler
ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip reddetmediler.

21.1.6. Kâ’be’nin
İnşası

Daha önce zemzem suyu sayesinde Cürhüm kabilesinden bazı
kimse­lerin Hz. Hâcer ile İsmail’in yanına gelip yerleştiklerine ve Mekke’nin
ya­vaş yavaş hatırı sayılır bir şehir durumuna gelmeye başladığına işaret
et­miştik. Hz. Hâcer’in aslında iyi ve uysal bir insan olduğunu ve bu sebeple
gerek kendisinin gerekse de Hz. İsmail’in yeni yerleşenler tarafından çok
sevildiklerini de beyan etmiştik. Hz. İsmail Cürhümlüler arasında büyü­yüp genç
bir delikanlı olunca, Cürhümlüler O’nun yakışıklılığı ve güzel ahlâkı yüzünden
kendi kabilelerinden bir kızla evlenmesini içtenlikle arzu ediyorlardı. Sahih-i
Buhârî’de Hz. Abdullah bin Abbas’ın bir rivâyeti nak­ledilmiştir. Buna göre, Hz.
İsmail önce Cürhümlü bir kızla evlendi, ancak Hz. İbrahim bu gelinini beğenmedi.
Bunun üzerine Hz. İsmail başka bir kızla evlendi. Bu kızı Hz. İbrahim çok sevdi.
Bu kızdan 12 erkek çocuk doğdu. Aynı rivâyete göre, Hz. Hâcer, oğlunun ilk
evliliğinden sonra ve­fat etti.

 

021

Kâbe’nin Yerleşim Plânı

Bundan sonra, Hz. İbrahim (a.s.) otuz yıl önce ailesinden bir
kısmını getirip ıssız ve tenha çöle yerleştirmesinin altında yatan asıl amacı
gerçek­leştirmeye koyuldu. Yukarıda bahsettiğimiz Sahih-i Buhârî’de geçen İbn
Abbas’ın rivâyetinin geriye kalan bölümü şöyledir: “Bir gün Hz. İsmail zemzem
kenarında bir ağacın dibinde oturup oklar yaparken, birden bire Hz. İbrahim
yanına geldi. Hz. İsmail O’nu görünce ayağa kalktı ve baba ile oğul, her baba ve
oğlun buluşup kucaklaşmaları gibi kucaklaştılar. Da­ha sonra, Hz. İbrahim
Allah’ın kendisine bir iş yapma emri verdiğini söy­ledi. Hz. İsmail de Allah’ın
kendisine emrettiği işi yapmanın doğru olaca­ğını söyledi. Hz. İbrahim, “bu işte
bana yardım eder misin?” diye sordu. Hz. İsmail, “tabii” diye cevap verdi. Bunun
üzerine, Hz. İbrahim, vadinin çevresindeki topraklardan biraz yüksek olan bir
kısmına işaret ederek, “iş­te orada Cenab-ı Allah benim bir ev yapmamı
istemiştir” dedi. Dolayısıy­la, baba ile oğul Beytullah (Allah’ın evi)’ın
temellerini atlılar. Hz. İsmail taş ve kaya parçalarını getirir, Hz. İbrahim de
onları yerlerine göre yerleş­tirirdi. Beytullah’ın duvarları yükselince, Hz.
İbrahim (a.s.) bugün “Ma­kam-ı İbrahim” (İbrahim’in yeri) olarak bilinen taşı
getirdi ve onun üzeri­ne çıkarak yeniden tuğla ve taşları yerleştirmeye başladı.
Bu iş, duvarlar iyice yükselinceye kadar sürdü.

21.1.6.1.
Arabistan’da ve Dünya’da Kâ’be’nin Durumu

Ka’be, diğer mescit veya camiler gibi sadece bir ibadet yeri
değil­dir. Aksine ilk günden beri İslâm dininin merkezi olarak kullanılmaya
başlandı. İslâm dininin evrensel mesajı buradan bütün dünyaya yayılma­ya
başlandı. Tek Allah’ı tanıyan ve O’na iman edenler dünyanın dört bir bucağından
akın akın buraya gelip beraber ibadet eder, Allah’ın önünde eğilirlerdi ve daha
sonra İslâmiyet’in mesajını Tevhid ve Risâlet’i ait ol­dukları ülke ve bölgelere
dönerek yeni bir şevk ve heyecanla yaymaya ça­lışırlardı. İman sahiplerinin
Ka’be’de toplanma hareketine “hac” ismi ve­rildi.

Beytullah veya başka bir deyimle, Kâbe’nin inşasının nasıl
başladığı, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail’in hangi dua, temenni, dilek, istek
ve he­yecanla bunun temelini attıkları, duvarlarını yaptıkları, hac ananesinin
na­sıl başladığı, bunun anlamının ne olduğu Kur’ân-ı Kerim’de ayrıntılı bir
biçimde anlatılmıştır. Gelin onlara bir gözatalım:

“İnsanlar için tesis olunan ilk ev, Mekke’deki mübarek ve
âlemlere hidâyet sebebi olan (mabet)dir. Orada Allah’ın apaçık âyetleri ve
İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emin olur.” (Al-i İmrân; 196-197)

“Çevrelerinde insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına
rağmen (Mekke’yi) korkusuz (ve emin bir belde) yaptığımızı onlar görme­diler
mi?” (Ankebut; 67)

Yani, Arabistan’da yaklaşık 2000 yıl her tarafta huzursuzluk,
cinayet, katliam, kavga ve savaş devam ederken, tek huzur ve sükûn yeri Beyt’ul
Haram (Harem) idi. Her tarafta kan dökülürken ancak burası emin bir yer­di ve
burada kan akıtmak haramdı. Kâ’be’nin bu hürmeti o kadar yaygın ve etkileyici
idi ki, kan davasının bir gelenek ve iftihar kaynağı haline ‘ geldiği Arap
toplumunda, bir vahşi bedevi bile Beytullah’ın içinde babası­nın katilinin kılma
dokunmaya cesaret edemezdi.

“Bizim, Beyti sevab kazanılacak yer ve emniyet mahalli
eylediğimizi yâd et. İbrahim’in makamını namazgah yaptınız. İbrahim ve İsmail’e,
Bey­timi tavaf edenler, itikâf eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin diye
emrettik. İbrahim, ‘Ya Rabbi! Burayı emniyetli bir belde kıl. Ve halkın­dan,
Allah’a ve Ahiret’e iman edenleri dünyanın mahsulünden rızıklandır’ dediğinde
Allah, onlardan inkâr edenleri az bir şey faydalandıracağım. Sonra cehennem
azabına icbar ederim. Orası ne fena gidilecek yerdir’ buyurdu. İbrahim ile
İsmail, Beyt’in duvarlarını yükselttiklerinde, ‘ya Rabbi, bizden kabul buyur.
Sen işitir ve bilirsin’. ‘Ya Rabbi, biz sana tes­limiyetle sabit kıl.
Zürriyetimizden sana boyun eğen müslüman bir ümmet yarat. Bize menasikimizi
(ibadet edecek yerlerimizi) göster, bizi mağfiret el. Sen kullarına acır ve af
edersin. Ya Rabbi, O müslüman ümmete ken­dilerinden bir peygamber gönder ki,
onlara âyetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlardan
temizlesin. Sen aziz ve hakimsin’ di­ye dua ettiler”. (Bakara; 125-129)

“Ey Rabbimiz! Ben senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir
vadide evlâtlarımdan bir kısmını yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Bu, Beyt-i Haram’da
dosdoğru namaz kılmaları içindir. İnsanlardan bir kısmını kalplerini onlara
meylettir. Şükretmeleri için, o belde halkını bazı meyve­lerle rızıklandır”
(İbrahim; 37)

“Şunu hatırla ki, İbrahim, ‘ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl. Beni
ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut.” ‘Ey Rabbim, o putlar insanlar­dan
bir çoğunu yoldan çıkardılar. Artık bundan sonra kim bana tabi olursa o
bendendir. Ve bana âsî olan senin kudretin altındadır. Sen Gafursun, Rahimsin”.
(İbrahim; 35-36)

“İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimizde, ‘Bana hiçbir eş
tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için
iyice temizle. İnsanlara haccı ilân et. Sana yürüyerek, zayıf develere bi­nerek
ve uzak olan her yoldan gelsinler. Ta ki, kedilerine ait menfaatlere şâhid
olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlar üze­rine malûm
olan günlerde Allah’ın ismini zikretsinler. O kurbanlardan yeyin ve muhtaç olan
fakirleri doyurun”. (Hacc; 26-28)

21.1.6.2. Cahiliyye
Döneminde Kâ’be’nin Bereketleri

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ka’be alelâde bir ibadet yeri
değildi. Hicaz veya Arabistan’da bunun önemli bir dini ve içtimai hüviyeti
vardı. Ka’be, merkezi yeri ve kutsallığı açısından bütün ülkenin siyasi,
içtimai, iktisadi ve kültürel hayatında önemli bir mevkiye sahipti. Hac ve umre
için bütün ülkenin insanları buraya gelip toplanırlardı. Bu toplantı, kavga ve
savaşlar yüzünden tam bir anarşik manzara arzeden Arabistan’da geçici olarak da
olsa birlik ve beraberlik havası estirirdi. Ülkenin her köşesinden gelen
İnsanlar birbirini görür, tanışır, kaynaşırlardı. Çeşitli bölge ve kabi­lelere
ait İnsanlar arasında toplumsal ve sosyal ilişkiler kurulurdu. Hac mevsiminde
yapılan şiir müsabakası, Arap dil ve edebiyatının gelişmesine ve arınmasına
yardımcı olurdu. İnsanların bir araya gelmesi ve ticari alış­veriş için de
faydalı olurdu ve böylece bütün memleket bunun ekonomik yararlarını görürdü.
Haram aylar[10]
sayesinde Arabistan’da senenin üçte birinde huzur ve barış sağlanmış olurdu.
İşte bu aylarda Arap kafileleri, ti­caret ve diğer gayeler için ülkenin bir
ucundan öbür ucuna gidip gelebilir­lerdi. Kurbanlık hayvanlar, boyunlarında
taşıdıkları işaretler ile kafilelerin dolaşımını hayli kolaylaştırırlardı. Zira,
bu işaretleri görenler saygılarını belirtir ve kâfirlere dokunmaya cesaret
edemezlerdi.

21.1.7. Hz.
İsmail’in Peygamberliği ve Arabistan’da Bunun Etkileri

Galib ihtimal şu ki, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in, Allah’ın
evini inşa edip bunun dinin merkezi ve her sene haccın yapılacağı yer olduğunu
ilân etmelerinden hemen sonra Cenab-ı Allah, Hz. İsmail’i Arabistan’da İslâm
dinini yaymak üzere peygamberlik mevkiine getirdi.

Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulmuştur:

“Kitapta İsmail’i de an. O, va’dinde sâdık ve gönderilmiş bir
pey­gamberdi. Ehline namaz ve zekâtla emrederdi. Ve Rabbinin yanında makbul
idi.”  (Meryem; 54-55)

Gerçi tarihte Hz. İsmail’in hayatı ve peygamberlikle ilgili
çalışmaları hakkında etraflıca bilgi verilmemiştir. Fakat peygamberlik
vazifesini ba­şarıyla tamamladığı, Kâbe’nin bütün Arabistan’da merkezi bir yer
olarak ortaya çıkmasıyla belli oluyor. Umre ve hac için Arabistan’ın her
tarafın­dan İnsanlar buraya gelip toplanırlardı. Hac ile ilgili kaide ve
kurallar ca­hiliyye döneminde de ve İslâmiyet’in doğuşundan sonra da hemen hemen
aynı kaldı. Safa ile Merve arasındaki sa’y (koşu) ve 10 Zilhicce’de Mi­na’da
kurban kesme adeti ilk günkü gibi devam etti. Bunlar şüphesiz Hz. Hâcer’in sa’yi
ile Hz. İbrahim’in kurban kesmesini hatırlatan vecibelerdi. Umre ve hac için
dört ayın haram ilân edilmesi geleneği de Araplar ara­sında herhangi bir
aksaklığa uğramadan devam eden bir gelenekli. İbra­him’in dininin bazı diğer
şiarları da Araplar arasında geniş çapta benimse­nerek devam etti. Meselâ,
sünnet, cünüplükten sonra banyo, hayvanları kesmek, ölüleri gömmek, nikâh ve
boşanma (talak) ve ihdâd (dul kadının yas tutması) evlilik ilişkilerinde
oğulları ile anne ve kız kardeşlerin mah­rem sayılması, diyet ve kısas ile
kesâmet hakkındaki hükümler. Buna ilâveten, bazı Arap âlim ve düşünürleri abdest
alırlar ve namaz da kılarlar­dı. Meselâ Kuss bin Sâ’idet’ul İyâdî. Nitekim, Hz.
Ebû Zer Gıfarî de İslam dinini kabul etmesinden üç yıl önce namaz kılmaya
başlamıştı. Fakat bu namazın nasıl olduğu henüz bilinmiyor. Araplarda oruç tutma
geleneği de vardı. Ayrıca itikâf da ederlerdi. Nitekim, hadislerden birinde Hz.
Ömer (r.a.)’in cahiliyye döneminde bir gece itikafa niyet ettiği belirtilmiştir.
Bu­nun dışında, Araplar bazı fiillerin iyi ve hayırlı olduğuna inanırlardı.
Ör­neğin, misafir ve yolcuyu ağırlamak, fakir dilencilere sadaka vermek ve
yardım etmek, zor durumda olanlara merhamet etmek vs. Şayet Hz. İsmail (a.s.)’in
peygamberliği, vaaz ve telkinleri son derece başarılı olmasaydı, Arap’ların 2500
yıl cehâlet ve dalâlette yaşamalarına rağmen Hz. Muham­med Mustafa (a.s.)’nın
peygamberliğine kadar çeşitli dinî vecibe ve tali­matın, Arabistan’da tatbik
edilmeye devam etmesine imkân olamazdı. Her şeyden önemlisi, gerek Hz. İsmail’in
talimatı gerekse ona tabi olanların vaaz ve telkinleri sayesinde Hz. Peygamber
(a.s.) devrine kadar Araplar arasında Tevhid veya tek Allah’a yakın kavramlar
devam etti. Bu noktaya, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli yerlerde değinilmiştir:
(Meselâ, Bk. Zuhruf; 87-Ankebut; 61-63, Mü’minûn; 61-63, Yunus; 22-23 ve 31, ve
İsrâ; 67).

Ayrıca, Hz. İsmail’in peygamberliğinin tesirlerinden biri, Hz.
Pey­gamber (a.s.)’in dünyaya gelişine kadar Arabistan’da Hunefa olarak bili­nen
dini bir toplumun bulunmasıdır. Hunefa, çeşitli Arap kabilelerine
da­ğılmışlardı. Bunlar şirke karşı çıkıyor, Tevhid’e bağlılıklarını belirtiyor
ve Din-i İbrahim-i tatbik etmek istiyorlardı. Hunefa veya haniflerden bazı ileri
gelenler şunlardı:

En-Nâbığat’ul Ca’di: Bu zât, Amir bin Sa’sa’a kabilesindendi.
Cahiliyye’de arada sırada İbrahim’in dini ve “haniflik”ten bahsederdi. Oruç
tutar, tövbe ve istiğfar ederdi. Cahiliyye dönemine ait şiirlerinde Tevhid ve
ölümden sonraki hayat gibi konular işlenmiştir. Ayrıca suç ve ceza, cen­net ve
cehennem gibi kavramlara da rastlanıyor. Daha sonra İslâmiyet’i kabul etti. (Bk.
el-İsti’ab, C.I, s. 31).

Sırma bin Enes: Bu zât Adiyy bin Neccar kabilesindendi.
Cahiliyye’de dervişliğe özenmiş ve dünyadan elini, eteğini çekmişti.
Putperestliği terk etmişti. Cünüplükten sonra banyo yapar ve aybaşı olan kadınla
cinsi mü­nasebetten kaçınırdı. İçki ve uyuşturucu maddeleri sevmezdi. Önce
Hıristiyan olmak istedi ama sonradan vazgeçti. Kendi kendine bir mescit
yap­mıştı ve burada ibadet ederdi. Buraya cünüp olan veya aybaşı olan bir
ka­dını almazdı. İbrahim’in Rabbine ibadet ettiğini ve İbrahim’in dininden
ol­duğunu söylerdi. Şiirlerinden biri şöyledir:

“Hamd olsun, hiçbir ortağı olmayan benim Rabbim olan Allah’a
O’nu tanımayan bir şahıs kendi nefsine zulüm eder.”

Rasûlullah (a.s.) Medine’ye teşrif buyurduğu zaman Sırma bin
Enes hayli yaşlanmıştı. Ama Rasûlullah’ın geldiğini haber alır almaz O’nun
ya­nına gelip İslâmiyet’i kabul etti. (el-İsti’ab, C.I, s. 323, El-İsâbe, CII,
s. 179-İbn Hişâm, CII, s. 156).

Amr bin Abese: Bu zât, Beni Süleym’dendi. İbn Sâd’in belirttiği
gibi, Amr, İslâm’ın doğuşundan önce putperestliği terk etmişti. İmam Ahmed,
Amr’ın şu sözlerini nakletmiştir: “Cahiliyye döneminde insanların yanlış yolda
olduğunu biliyordum. Ayrıca, putların hiçbir mana taşımadıklarını da
anlıyordum”. Kendisinin şu sözleri de hadislerde yer almıştır: “Putlara tapmanın
yanlış olduğu sanki kalbime inen bir gerçekti. Bir defasında adamlardan biri
benim ne düşündüğümü duyunca Mekke’de de benim gibi düşünen bir adamın
bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Mekke’ye gel­dim. Benim aradığım zât
Rasûlullah (a.s.) idi. Kendisiyle görüştüm ve O’nun talimatını öğrendim, sonra
peygamberliğine iman ettim”. (El-İsti’ab, CU, s. 431).

Zeyd bin Amr bin Nüfeyl: Zeyd bin Amr’ın hikâyesi çok ibret
verici ve ilginçtir. Kendisi Hz. Ömer (r.a.)’in amca oğlu olup Hz. Said bin
Zeyd’in (Hz. Ömer’in eniştesi ve cennete gidecekleri müjdelenen 10 saha­beden
biri) babasıydı. Tevhid akidesine sıkı sıkıya bağlıydı, putperestlik­ten nefret
ederdi ve ölü hayvanların eti ile putlara kurban edilen hayvanla­rın etini haram
sayardı. Kız çocuklarının öldürülmesi ve diri diri gömülmesine şiddetle karşı
olup böyle bir vak’a olunca kızları kurtarmaya çalı­şırdı. Yahudilik ile
Hıristiyanlığı da, “bizim milletimizin şirki ile bunların şirki arasında
herhangi bir fark yoktur” diye reddetmişti. Hz. Ebu Bekr kızı Esma, O’nun
hakkındaki bir anısını şöyle dile getirmiştir: “Bir defasın­da Zeyd bin Amr’ın
Kâ’be’nin duvarına yaslanarak oturduğunu ve şöyle seslendiğini gördüm, ‘ey
Kureyşliler, Allah’a yemin ediyorum, Allah’tan başka biri için kurban edilen bir
hayvanın etini yemeyeceğim. Vallahi, benden başka İbrahim’in dini üzerinde olan
yoktur”. Kendisi şunları derdi: “Ey Allah, sana ibadet edilme yollarından
hangisinin en çok senin hoşuna gittiğini bilsem öyle sana ibadet eder,
tapardım”. Zeyd bin Amr daha son­ra elleri üzerinde secde ederdi.Din-i
İbrahim’in aslını bulmak için Suri­ye’ye seyahat etti, ama bunu orada ne
Yahudilerde ne de Hıristiyanlarda bulabildi. Sonra ellerini havaya açarak şöyle
dedi: “Ya Rab, Sen şâhidim ol, ben İbrahim’in dinine bağlıyım”. Ne yazık ki,
Lahm bölgesinde, Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvetinden beş yıl önce, bilinmeyen
bir ki­şi tarafından öldürüldü. Zeyd bin Amr’ın amcası ve üvey kardeşi Hattâb[11],
O’nun atalarının dininden dönmesi üzerine O’nu sürekli olarak rahatsız ediyordu;
hatta O’nu Mekke’yi terke mecbur etmişti. Ayrıca Ku­reyş’in zorbalarını, O’nu
şehre sokmamaları için peşine takmıştı. İslâm’ın doğuşundan sonra, bir defasında
Hz. Ömer ile Hz. Said bin Zeyd, Rasûlullah (a.s.)’ın, Zeyd bin Amr ile ilgili
fikrini sordular ve O’nun için mağfiret duası edip etmeyeceğini öğrenmek
istediler. Rasûlullah, “evet” dedi ve şöyle devam etti, “O kıyamet günü tek
başına bir ümmet olarak kalkacaktır” (El-İstiab, CU, s. 539- el-İsâbe, C.I, s.
552, İbn Hişâm, el, s. 239-240).

Ancak Arap’ların şirkinin mahiyetini anlamak için hac sırasında
hep bir ağızdan ettikleri şu dua (telbiye)’ya dikkat etmeliyiz:

“Ben hazırım, Benim Allah’ım ben hazırım, ben hazırım, Senin
orta­ğın olanlardan başka bir ortağın yoktur. Sen onun (ortağının) da ve diğer
bütün şeylerin de mâlikisin”.

Bu dua gösteriyor ki, Arap müşrikleri, çeşitli tanrı ve
tanrıçalara inanmalarına rağmen en büyük tanrı olarak Allah’ı da tanıyorlardı.
Onlara göre diğer tanrı ve mabudlar Allah’a tabi ve bağlıydılar. Cehâlet ve
dalâletin derinliklerine inmesine rağmen tanrılar ve Allah hakkında böyle bir
fikir taşımalarının ancak Hz. İsmail’in vaaz ve telkinlerinin bir sonucu olduğu
inkâr edilemez.

21.1.8. Hz.
İsmail’den Sonra Kâbe’nin İdaresi

Hz. İsmail yaşadığı sürece Kâbe’nin idaresi onun elinde kaldı.
Hz. İsmail’den sonra Beytullah’ın mütevellisi (idarecisi) oğlu Nâbit oldu. Ancak
Nâbit’in vefatından sonra, Cürhümlüler -ki Hz. Hâcer zamanından beri Mekke’ye
yerleşmişlerdi- Kâ’be’nin idaresini ele aldılar. Zira, İsmail’in ev­lâtları
sayıca Cürhümlülerden azdı ve maddi yönden de daha zayıftılar. Cürhümlüler ile
beraber Amaliklıları bir kolu olan Katura veya Kaytur ka­bilesi de bir süre
Mekke ve dolayısıyla Kâ’be’nin yönelimini elinde bulun­durdu. Mekke’nin yukarı
kısmına gelenlerden Cürhümlüler ve aşağı kıs­mına (Ecyâd’a) gelenlerden
Amalikalılar vergi veya harç alırlardı. Fakat Cürhümlüler bir süre sonra
Amalikalılarla savaşarak onları şehri terk etmeye mecbur ettiler. Bundan sonra
Cürhümlüler asırlar boyunca Mekke ve Kâ’be’nin rakibsiz hâkimi oldular.
(Mürûc’üz-Zeheb, Mes’udi, CU, s. 50, İbn Hişâm, C.I, s. 118). Fakat zamanla
onlar yozlaştılar. O kadar ki, Mekke’nin ve Kâ’be’nin hürmetini zedelemeye
başladılar. Kâ’be’ye sadaka veya hediye olarak verilen mal ve mülkü yemeye
başladılar. Ziyarete ve hacca gelenleri rahatsız ettiler. İşi o kadar çığırından
çıkardılar ki, zina için herhangi bir yer bulamayanlar gidip bu günahı Ka’be’de
işlerlerdi. Ni­tekim, ahlâkî bozukluğun devam ettiği bu dönemde İsâf adlı bir
şahıs Naile isimli bir kadınla Kâ’be’nin ortasında zina yaptı. Allahu Teâlâ her
ikisi­ni lânetledi ve onlara azab göndererek helâk etti. Bu vak’a bir müddet
Mekkeliler için ibret kaynağı olmaya devam etti. Ama ahlâkî değer ve öl­çüleri o
kadar bozulmuştu ki, bir süre sonra, bu iki günahkâr kişinin putla­rını
yaptılar, birini Safa’ya, öbürünü de Merve’ye yerleştirerek bunlara ibadet
etmeye başladılar. Kâ’be’nin idarecileri ahlâk yönünden işte böyle­sine
alçalmışlardı.

Cürhümlülerin cehalet, dalâlet ve sapıklığı had safhaya varınca
Beni Kinâ’dan Beni Bekr bin Abd Menâfi ve Beni Hüzâ’a’dan Gubşân’lılar on­lara
karşı savaş açtılar ve onları Mekke’den kovdular. Cürhüm’lüler gider­ken
Kâ’be’nin hazinesini zemzeme atarak izini yok ettiler. Hatta zemzem kuyusunu da
kapattılar. Daha sonra memleketleri olan Yemen’e gittiler. Cürhümlülerin
Mekke’den ayrılmalarından sonra Kâ’be’nin yönetimi Gubşânlıların eline geçti.
Gubşânlılar takriben 300-400 yıl Beytullah’ın mütevellileri veya idarecileri
olarak kaldılar ve bu süre içinde Allah’ın evi tam bir puthaneye dönüştü.
Kâbe’ye çok sayıda putların yerleştirilmesi iş­lemi şöyle başladı. Gubşânlıların
reisi Amr bin Luhayy serveti, cömertliği ve şan-ü şevketi yüzünden Huzaa
kabilesinin taçsız kralı haline gelmişti. Yaptığı her iş ve verdiği her emir
aynen uygulanırdı. Çıkardığı her bid’atı da aynı şekilde benimsetirdi. Amr bir
defasında Suriye’ye gitti. Oradaki Amalikalıların putlara taptığını gördü ve bu
işi çok beğendi. Amr oradan dönerek yanında Hubel adlı bir de put getirdi ve
bunu Kâbe’ye yerleştirdi. Zamanla Kâ’be’ye bazı diğer putlar ve heykeller de
kondu. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Meryem’in putları da yapılıp buraya
yerleştirildi. Hz. Meryem’in pulunun yerleştirilmesinin amacı herhalde
Hıristiyanların dik­katini de buraya celp etmekti. Sahih-i Buhârî’nin
kitabü’l-enbiya bölümün­de Hz. Abdullah bin Abbas’ın naklettiği hadise göre,
Ka’be’de Hz. İbrahim ve Hz. Meryem’in resim ve tabloları da vardı. Başka bir
hadise göre, bir resimde Hz. İsmail, Hz. İbrahim ile birlikte ve iki elinde iki
terazi ile gös­terilmişti. İbn İshâk diyor ki, bahire, sâibe, vesile ve ham gibi
bid’atler de Amr bin Luhayy tarafından icat edilmiş ve daha sonra Kur’ân-ı Kerim
(Maide, âyet; 103) tarafından yasaklanmıştı. Fakat İbrahim’in dinine tabi
olanlar arasında putperestliği başlatanın Amr olduğunu söylemek yanlış olur.
Putperestlik daha önce ve çok yaygın bir şekilde benimsenmiş du­rumda idi. İbn
İshâk’ın dediği gibi, çeşitli amaçlar için Mekke’ye gelenler memleketlerine
dönerken buradan birer taş parçası da götürür ve bulun­dukları yerde bunlara
tapmaya ve etraflarında dönmeye (tavaf etmeye) başlarlardı. (İbn, Hişâm, C.I, s.
79-80).

Kâbe’nin idaresi Kureyşlilerden Kusayy bin Kitab’ın,
Gubşânlıların kızıyla evlenmesi üzerine Beni Hüz’aa’dan Kureyş kabilesine geçti.
Bunun ayrıntılarını daha sonra vereceğiz.

21.1.9. Hz.
İsmail’in Evlâtları

Arap vakânüvisleri ile antropologları ve İncil, Hz. İsmail’in 12
oğlu olduğu konusunda ittifak ediyorlar. Fakat, Cürhümlüler Mekke’ye iyice hakim
olunca, İsmail’in evlâtlarından çok azı bu şehirde kaldı ve çoğu ül­kenin
çeşitli bölgelerine dağılıverdi. Hz. İsmail’in 12 oğlunun hangi isti­kametlere
gittiği veya onlardan hangi kabilelerin doğduğu bilinmiyor. Bu hususta tarihi
kaynaklarda herhangi bir kayda rastlanmıyor. Fakat, Arap kaynaklarından sabit
olan güvenilir ve doğru bir rivâyete göre Hz. İsmail’in büyük oğlu Nâbit’in
evlâtları arasında Adnan adlı bir şahıs vardı. Hz. İsmail ile Adnan arasında
geçen kuşakların adedi hakkında ihtilaf vardır ve Adnan’dan önceki şecere
maalesef muhafaza edilmemiştir. Urve bin Zübeyr (r.a.)’in ifadesine göre, Hz.
İsmail ile Adnan arasındaki aile bağını tam olarak bilen bir kişiye rastlanmadı.
İbn Mes’ud ile İbn Abbas ise, Ad­nan’dan önceki şecereyi bildiklerini iddia
edenlerin yalan söylemekte ol­duğunu belirtmişlerdir. Hz. Ömer şecereye
Adnan’dan başlamanın en doğ­ru yol olduğunu söylüyor. İbn Sa’d’ın “Tabakat”
isimli eserinde ve Belâzuri’nin “Ensâb’ul-Eşrâf” isimli kitabında bizzat Hazreti
Peygamber efendimizin (a.s.) şu sözlerine yer verilmiştir: “Ma’ad bin Adnan bin
Udev’den öteye aile bağlantısını gösterenler yalancıdır”. Fakat Adnan’ın
ötesindeki şecerenin bilinmeyişi, Adnan’ın, İsmail’in evlâtlarından olma­dığı
anlamına gelmemelidir. Çünkü, bütün Araplar, Adnan’ın İsmail oğul­larından
olduğu konusunda birleşiyorlardı. Bütün Arap’ların bu hususta it­tifak etmeleri
Adnan’ın, İsmail oğullarından olmasının inkâr edilmez bir gerçeğidir. Zira
Araplar aile bağlarına ve şecereye büyük önem verirdi ve bir kişinin aile bağını
nesilden nesile bilmeden ve bu hususta emin olma­dan ittifak etmeleri mümkün
değildi.

21.2. HZ. PEYGAMBER’İN ŞECERESİ VE
ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI

Adnan’dan sonraki şecere tam olarak muhafaza edilmiştir ve bu
ko­nuda Arap tarihçileri ve antropologları arasında herhangi bir ihtilâf
yok­tur. Biz burada ilk önce Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.)’in şeceresini vereceğiz.
Daha sonra hangi kuşakta hangi Arap kabilelerinin Hz. peygamber ile ak­raba
olduklarını araştıracağız. Hz. Peygamber’in şeceresi şöyledir.

Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.) bin Abdullah bin Abdulmuttalib
bin Hâşim bin Abdi Menaf bin Kusayy bin Kılâb bin Mürre bin Kâ’b bin Lueyy bin
Ğâlib bin Fihr bin Mâlik bin Nadr bin Kinâne bin Huzeyme bin Müdrike bin Elye’s[12]
bin Mudar bin Nizar bin Ma’ad bin Adnan.

Şu şeceredeki her kuşağın büyüğünden çıkan ve böylece Hz.
Pey­gamber ile akrabalıkları doğan kabilelerin adları şunlardır:

Adnan’dan, oğlu Akk’ın, Yemen’e gidip yerleşen evlâtları. Bunlar
Hz. Ebu Musa Eş’arî’nin ait olduğu kabilesiyle evlilik ilişkileri kurmuşlardı.

Ma’ad’dan, Kudâ’a ve lyâd kabileleri

Nizâr’dan, Enmar (Has’am ve Becile) kabilesi ve Rebia’nın bütün
ka­bileleri (ki bunlar arasında Beni Bekr bin Vâil, Tağlib ve Cedile yer
alı­yorlar), Abdul Kays, Aneze ve Nemir bin Kâsit kabileleri.

Mudâr’dan, Kays’ın bütün kabileleri (Süleym, Mazin, Fezâre, Abs,
Eşca’, Mürre, Zübyan, Gatafan, Ukayl, Kuşeyr, Cüşem, Sakif, Bâhile, Be­ni Sa’d
bin Bekr ve Beni Hevâzin’in tümü vs.) Hz. Peygamber’in dadısı Halime, Beni Sa’d
bin Bekr’e bağlıydı.

Elye’s’den, Beni Temim, Beni Dabbe, Müzeyne, Hüzâ’a, Eslem, Ukl
ve Teym kabileleri.

Müdrike’den, Hüzeyl kabilesi, Hz. Abdullah bin Mes’ud işte bu
kabi­leye mensuptu.

Huzeyme’den, Beni Esed, Kare, Beni el-Hûn’un tümü.

Kinâne’den, Beni Abd-i Menaf (ki bunlar arasında Beni Bekr ve
Beni Damre de yer alıyor), Beni Melkân veya Milkân ve Beni Hudâl vs. Beni Firaş
ile Beni Fukaym de Kinâne’nin evlâtlarındandı. Hz. Ebû Zer’in kabi­lesi Gıfar,
Beni Melkân’a mensuptu.

21.2.1. Kureyş

Ulema ve tarihçilerin bir grubu, En-Nadr bin Kinâne’nin
lakabının Kureyş olduğuna inanıyor. Ama bazı diğer ulema ve tetkikçiler,
Kureyş’in En-Nadr’ın torunu ve Mâlik bin Nadr’ın oğlu Fihr’in lakâbı olduğunu
belir­tiyorlar. Bu âlimlere göre ancak Fihr’in evlâtları Kureyş’li
sayılabilirler[13].

Şimdi Hz. Peygamber (a.s.)’in şeceresine tekrar dönelim ve bu
defa hangi kuşakta Kureyş’in hangi ailesiyle akrabalığı olduğuna bir göz
ata­lım:

Fihr’den, Beni Muharib ve Beni el-Hâris aileleri çıktı. Hz. Ebû
Ubey­de bin El-Cerrah, Beni Haris’in bir koluna mensuptu.

Ğâlib bin Fihr’den, Beni Teym’ul Edrem ailesi doğdu.

Lueyy bin Ğâlib’den, Beni Amir kabilesi başladı. Bu kabilenin
dalın­dan Hz. Fatma bint-i Zâide doğmuştu ki, Ümmü’l-Mü’minin Hz. Hatice
(r.a.)’nin annesiydi. Aynı kabilenin bir başka koluna Süheyl bin Amr bağ­lıydı.
Bu zât küfür ve dalâlet üzerinde iken Hudeybiye Antlaşmasının ha­zırlanma işini
yapmış ve oğlu Ebu Cendel’e zulüm ve işkence yapmıştı. Fakat Mekke’nin fethinden
sonra müslüman oldu ve Hz. Peygamber (a.s.)’in ölümünden sonra Mekke’de irtidâd
ve bid’at yayılmaya başlayınca buna şiddetle karşı koydu. Aynı ailenin bir başka
dalından Ümmü’l-Mü’minin Hz. Sevde (r.a.) doğmuştu.

Kâ’b[14]
bin Lueyy’den, Beni Adiyy, Beni Cuman ve Beni Şehm aile­leri başladı. Hz. Ömer,
Adiyy ailesine mensuptu. Hz. Osman bin Ma’zun, Beni Cumah’dandı ve Hz. Amr bin
As ise Beni Şehm ailesinin bir fer­diydi.

Mürre bin Ka’b’dan Beni Teym ve Beni Mahzûm aileleri başladı.
Hz. Ebu Bekr Sıddîk Beni Teym’dendi. Hz. Talha da aynı aileye mensuptu.
Ümmü’l-Mü’minin Hz. Ümmü Seleme ve ilk kocasının kabilesi Beni Mahzûm’du ve aynı
kabileden Ebu Cehl doğmuştu. Hz. Ömer’in annesi Hanteme binli Hişâm da aynı
sülâledendi ve bu akrabalık yüzünden Ebu Cehl, İbn Hişâm’ın dayısı olurdu.
Hazreti Peygamber (a.s.)’in vaaz ve tel­kinlerinin ilk yıllarında, evi bir
tebliğ merkezi olarak kullanılan Hz. Er­kam da Mahzûm’luydu. Aynı kabilenin bir
kolunda Hz. Halid bin Velid doğdu. Rasûlullah (a.s.)’ın öz babaannesi Fatma
bint-i Amr da Mahzûm sülalesine bağlıydı. Hz. Peygamber’in (a.s.) babası ve
amcaları Ebû Tâlib bu hâtûndan doğmuşlardı.

Kilâb bin Mürre’den Beni Zühre doğdu. Rasûlullah (a.s.)’ın
annesi Amine, Hz. Sa’d bin Ebi Vakkâs ve Hz. Abdurrahman bin Avf Beni Zühre’ye
bağlıydılar. Hz. Hamza’nın annesi Hâle binti Uheyb de aynı aileden gelip Hz.
Amine’nin amca kızıydı.

Kusayy bin Kılâb’dan Beni Abdü’1-Uzza, Beni Abdü’d-Dâr ve Beni
Abd bin Kusayy (veya Abd Kusayy) aileleri doğdu. Ümmü’l-Mü’minin Hz. Hatice, Hz.
Zübeyr bin el-Avvam, Varaka bin Nevfel ve Hz. Hakîm bin Hizam (Hz. Hatice’nin
yeğeni) hepsi Abdü’1-Uzza sülâlesinden geli­yorlardı. Hazreti Peygamber
(a.s.)’in anneannesi Berre, Abdü’d-dâr ailesi­ne bağlıydı ve aynı ailenin bir
kolundan Hz. Mus’ab bin Umeyr de geli­yordu.

Abdi Menaf bin Kusayy’dan Beni Abdul-Müttalib, Beni Abdi Şems ve
Beni Nevfel çıktılar. Ümeyye hanedanının hepsi Şems’in evlât­larıydılar. Aynı
kabilenin bir kolundan meşhur İslâm düşmanı Ukbe bin Ebi Muayt da doğmuştu.
Bunun ikinci kolundan Ümmi Cemil (Ebu Le­heb’in karısı Hammâlet’ul-Hatab) Ebu
Süfyân ve kızı Ümmü’l-mü’minin Hz. Ümmü Habibe geliyorlardı. Üçüncü kolundan Hz.
Osman bin Affan geliyordu. Dördüncü kola Mervan’ın babası Hakem bağlıydı. Abdi
Şems sülalesinin diğer meşhur İslam düşmanları Utbe ile Şeybe idiler. Utbe’nin
kızı Hind (Ebu Süfyan’ın karısı) ve oğlu Hz. Huzeyfe idiler. Beni Nev-fel’in
ileri gelen kişileri arasında Hz. Cübeyr bin Mut’im yer alıyordu. Be­ni Muttalib
ise, Hz. Peygamber (a.s.)’in doğuşundan önce de, kederde kı­vançta Beni
Hâşim’den yardımlarını esirgememiş bir aile idi. Hz. Muham­med (a.s.), peygamber
olunca da bu aile Beni Hâşim ile birlikle Rasûlullah’ı ve müslümanları korumak
ve desteklemek için elinden gelen çabayı harcadı. Muttalib’e yakışıklılığı
yüzünden “kamer” (ay parçası) denilirdi.

Hâşim bin Abdi Menaf tan Beni Hâşim’in tümü doğdu. Hâşim’in bir
karısı Beni Kudâ’a’dandı. Nadle bin Hâşim ve Şifâ binti Hâşim bunun ba­tınından
doğdular. Hâşim’in ikinci karısı Mâzin’den Halide binti Hâşim ve Da’ife binti
Hâşim dünyaya geldiler. Üçüncü karısı Hüzâ’adan Esed bin Hâşim dünyaya geldi.
Dördüncü karısı Hind binti Amr bin Sa’lebe Hazrecliydi ki Hayye adlı bir kız ve
Ebû Sayfi adlı bir erkek çocuk dünyaya gelirdi. Beşinci eşi Medine’nin Hazrec
kabilesine bağlı Beni Neccar ailesi­nin kızı olan Selmâ binti Amr idi.
Abdulmuttalib ile kız kardeşi Rukayye’nin anneleri işte bu hanımdı. Böylece,
Hazreti Peygamber efendimizin akrabalığı önceden Medinelilere kadar uzanmıştı.

Abdulmuttalib’den, Abdulmuttalib ailesinin hepsi meydana geldi.
Abdulmuttalib’in bir zevcesi Fatma binti Amr bin Âiz, Beni Mahzûm’dan geliyordu.
Bu hâtûndan Hz. Muhammed (a.s.)’in babası Abdullah, iki am­cası Ebu Tâlib ve
Zübeyr ile beş teyzesi Berre, Ümmül Hakim-ul Beyda, Âtike, Umeyme ve Ervâ
doğdular. Hz. Ebû Seleme ile Ebû Sebre, Berre’nin çocuklarıydılar. Ümmül Hakîm
ul-Beydâ, Hz. Osman (r.a.)’ın anne-annesiydi. Umeyme, Hz. Abdullah bin Cahş ve
Ümmül Mü’minin Hz. Zeyneb’in annesiydi. Âtike’nin oğulları ise Zübeyr bin Ebî
Ümeyye ve Abdullah bin Ebî Ümeyye idiler. Hz. Abdulmuttalib’in ikinci eşi Hâle
bint-i Uheyb, Beni Zühre’den geliyordu ve Hz. Peygamber (a.s.)’in annesi
Amine’nin amca kızıydı. Bu hatundan Hz. Peygamber (a.s.)’in üç amcası, Hz.
Hamza, Mukavvim ve Hacl doğdular. Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi Safiyye de
aynı hanımdan doğmuştu, ki oğlu Hz. Zübeyr bin el-Avvam’dı. Hz. Zübeyr’in babası
Avvam bin Huveylid, Hz. Hatice’nin kardeşiydi. Abdulmuttalib’in üçüncü eşi
Nüteyle bint-i Cenâb, Benî En-Nemr bin Kâsıt’tan geliyordu. Bu hatundan Hz.
Abbâs ve Dırar doğdular. Dördüncü eşi Semra binti Cündüb, Benî Bekr bin
Hcvâzin’e bağlıydı, ki kendisinden Hâris bin Abdulmuttalib doğdu. Bir başka
karısı Lübünâ bint-i Hâcire idi ki, Benî Hüzâ’a’ya bağlı idi ve ondan Ebû Leheb
doğdu.

Rasûlullah (a.s.)’ın bu şeceresi ve Arabistan’ın birçok
kabilesiyle ya­kın akrabalığını gösteren yukarıdaki tabloya baktığımızda şu
noktalar der­hal gözümüze çarpar.

Dünya’nın hiçbir peygamberi ve hiçbir din kurucusu veya
liderinin şeceresi ve geçmişi böylesine derinliğine araştırılıp muhafaza
edilmemiş­tir. Hz. Peygamber (a.s.)’in şeceresi ve ailesi hakkında son derece
dikkat ve titizlikle toplanan bunca geniş, muteber ve güvenilir bilgilerle, onun
özü, ırkı, ailesi, çevresi ve akrabaları bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkı­yor.
Yani Hz. Peygamber (a.s.) geçmişi en iyi bilinen ve didik didik edi­len tarihi
ve dini bir şahsiyet olarak ortaya çıkıyor.

İkincisi, Hazreti Peygamber (a.s.)’den başka bir dinî veya
dünyevi li­derin köklerinin kendi millet ve toplumunda bu kadar derinliğine
indiğine dair bu kadar etraflıca bilgi edinmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi,
Arap’lar için Hz. Muhammed (a.s.)’in adı, sanı ve sülâlesi bilinmeyen bir şey
değildi. Aksine, ülkenin bir ucundan öbür ucuna kadar yayılmış olan yüzlerce
kabile ve gruplar Hz. Peygamber (a.s.)’in hangi aileye mensup olduğunu ve bu
aile ile kendilerinin ne gibi akrabalıklarım olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Üçüncüsü, Mekke ve etrafında oturmakta olan, Kureyş kabilesine
bağlı ne kadar aile varsa onlarla Hz. Muhammed (a.s.)’in bir akrabalığı vardı.
Nitekim, Buhârî’den Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu sözlerine rastla­nıyor:

“Kureyş’in her ailesiyle Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle veya
böyle ak­rabalığı vardı.”

21.2.1.1.
Kureyşlilerin Mekke’de Toplanarak Kâ’be’nin İdaresini Ele Almaları

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Cürhüm kabilesi Mekke’ye hâkim
ol­duktan sonra İsmail oğulları Arabistan’ın çeşitli bölgelerine dağılmışlardı.
Aynı durum, Benî Hüzâ’a’nm bir kolu olan Ğubşânlıların Kâbe’nin idare­sini
ellerinde bulundurdukları sırada da devam etti. İsmail oğullarının diğer kolları
gibi, Kureyşliler de Beni Kinâne’nin yerleşim bölgelerine dağılmış durumda
idiler ve çok az bölümü Mekke’de oturuyordu. Tahminen M.S. 400’de[15]
Kusayy bin Kilâb bu duruma son verdi ve bundan böyle Ku­reyşliler gerek Mekke’ye
gerekse Beytullah’a hâkim oldular.

Bu olay şöyle özetlenebilir. Kusayy’ın babası Kilâb bin Mürre
öldük­ten sonra annesi Fatma binti Sa’d ki, Ezd’i Şenev’e kabilesine bağlıydı.
Benî Kudâa’nın bir ferdi olan Rabia bin Harâm ile evlenip Suriye’ye gitti ve
orada ikinci kocasından Rizâh bin Rabîa isminde bir erkek çocuk do­ğurdu. Kusayy
genç bir delikanlı olunca Beni Kudâ’a’nın bir ferdiyle kav­ga ettiği sırada o
şahıs kendisine şöyle bir lâf attı: “Sen bizde yetişip bize kafa tutuyorsun. Sen
burada ne arıyorsun, git kendi adamlarına”. Bunun üzerine Kusayy, annesine “ben
kimim?” diye sordu. Annesi de kendisinin Kitab’ın oğlu ve Kureyş kabilesinin bir
ferdi olduğunu söyledi. Ayrıca, Kureyşlilerin Beyt-ul Haram’ın yanında ve Mekke
şehrinin çevresinde oturduklarını açıkladı. Kusayy bunun üzerine kendi
adamlarına gitmeye karar verdi. Nitekim, hac mevsiminde Benî Kudâ’a’nın
kâfilesiyle birlikte Mekke’ye vardı ve oraya önceden yerleşmiş olan ve Kitab’ın
vefatına ka­dar genç yaşta olan öz kardeşi Zühre’ye misafir oldu. Zühre, o
sırada Mekke hâkimi ve Kâ’be’nin idaresinin Kusayy’a geçişiyle ilgili
rivayetler­de bazı ihtilâflar vardır. Bir rivayete Huleyl, ölümünden sonra
yerine Kusayy’ın geçeceğini vasiyet etmişti. Başka bir rivayete göre, Hulcyl’in
mü­tevellisi olan Hüleyl bin Hubşiyye Hüzal’ın kızı Hübba’yı kardeşi Kusayy için
istedi. Huleyl, Kusayy’ın asaleti ve etkileyici şahsiyetini görüp bu tek­lifi
memnuniyetle kabul etti. Bundan sonra, Mekke’nin hakimiyeti ve Kâ’be’nin
ölümünden sonra Kusayy herkesten çok kendisinin Mekke’nin hakimiyetine ve
Kâ’be’nin idaresine lâyık olduğunu iddia etti ve Beni Hüzâ’a ile Beni bekr bu
iddiasını kabul etmeyince Kusayy yardımına üvey kardeşi Rizâh ve Benî Kinâne ile
Kudâ’a’yı çağırdı. Kusayy ayrıca Mek­ke’nin etrafındaki Kureyşlileri de bir
bayrak altında toplayarak düşmanla­rıyla mücadele etti ve savaşarak Beni Hüzâ’a
ile Beni Bekr’i Mekke’den kovdu. Daha sonra taraflar, aralarında çıkan ihtilâf
ile ilgili karar vermek üzere Ya’mur bin Avfı (ki kendisi Beni Abd-i Menat bin
Kinane’dendi) hakem seçtiler. Ya’mur, Kusayy’ın ve ailesinin kesinlikle İsmail
oğulların­dan oldukları için Kâ’be’nin idaresini Hûzâ’a’lılardan daha çok hak
ettiklerine karar verdi ve herkes bu kararı kabul etti.

Kusayy, Hüzâ’a ile olan kavgasını hallettikten sonra Beni
El-Ğavs bin Mürr’ün işini bitirmeye çalıştı. Sûfe olarak bilinen Benî El-Ğavs,
Cürhüm ve Huzâ’alıların zamanından beri hac mevsiminde Arafat ve Mina’da sa­hip
oldukları bazı imtiyazlar yüzünden keyfi hareket ederlerdi. Hac fariza­sı edâ
edilirken her konuda öncelik bunlara tanınırdı ve bunların izin ver­mediği
yerlere diğer hacı adayları gidemiyorlardı. Kusayy, Beni El-Ğays bin Mürr’ün bu
keyfi hareket ve imtiyazlarını ortadan kaldırmak amacıyla hac sırasında
kendileriyle silahlı çarpışmaya girişti ve onları yenerek sa­hip oldukları
mevkiye son verdi. (Tafsilât için Bk: İbn Hişâm).

Böylece, Kusayy hem Mekke’nin hem de Kâ’be’nin yönetimini ele
geçirdikten sonra Kureyş olarak bilinen Fihr’in bütün evlâtlarını Arabis­tan’ın
muhtelif bölgelerinden getirterek Mekke’ye yerleştirdi. Kusayy bü­tün Mekke
şehrini Kureyşliler arasında taksim etti ve her mahallesine bi­rer aileyi iskân
etti[16].
Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler kendisine “Mücemmi”‘ (Toplayan kişi)
lakabını verdiler. Nitekim Huzâfe bin Gânim Adevî adlı bir şair’in bir beyti
şöyledir:

“Senin baban Toplayan (Mücemmi’) Kusayy idi Allah O’nun
vasıtasıyla Fihr’in kabilelerini topladı.”

21.2.1.2. Mekke’nin
Yönetimi ve Hac İle İlgili Çalışmalar

Kusayy’ın bu değerli hizmet ve çalışmaları sebebiyle bütün
Kureyş kabileleri kendisini reis ve lider olarak kabul ettiler. Kusayy her
konuda Kureyşliler ile Arap’ların lideri, imamı ve akıl hocası oldu. Genç bir
kıza etek giydirme merasimi yapıldığı zaman Kusayy’ın evi seçilirdi. Bir nikâh
kıyıldığı zaman Kusayy’ın evinden daha iyi bir yer yoktu. Önemli bir me­seleyi
konuşmak için yine Kusayy’ın evi bir karargâh olarak seçilirdi. Bir kabile ile
savaşa gidilmeden önce de bütün kabile ve aile reisleri yine Ku­sayy’ın evinde
toplanırlardı. Bu sebeple, Kusayy’ın evine “Dâr ün Nedve” denir ve bir kapısı
Kâ’be’ye açılırdı. Savaş sırasında Kusayy’ın evlâtlarından biri bayraktar
olurdu. Bayraktarın adı Arapçada “el-Livâ” idi. hac ile ilgili bütün vazifeler
ve çalışmaları yine Kusayy yapardı. Bu hizmetlerden biri, hacılara su içirmek,
diğeri de yemek yedirmekti. Ye­mek, içmek ile ilgili masrafların karşılanması
için bütün Kureyş aileleri para toplayıp Kusayy veya O’nun temsilcisine
verirlerdi. Hac devam ettiği sürece kendi yeme ve içme meselelerini halledemeyen
hacıların masrafla­rı bu paradan karşılanırdı. Kusayy ve evlâtları Kâ’be’nin
anahtarını da kendilerinde bulundururlardı. Kâ’be’nin kapısını açıp kapama
görevini on­lardan başkası yapamazdı.

Kusayy yaşadığı sürece Mekke’nin bütün yönetimini kendi elinde
bu­lundururdu. Ölüme yaklaştığı zaman, oğlu Abd-i Menâfin ününün bütün
Arabistan’a yayıldığını ve herkesin onun kişiliği ve kabiliyetinden sözet­meye
başladığını görünce Mekke’nin yönetimini ve Hac ile ilgili bütün hizmet ve
vazifeleri ikinci oğlu Abd-üd-Dâr’a devreni. Kusayy’ın vefatın­dan sonra bir
müddet Mekke ve Kâ’be’nin idaresiyle ilgili kararma saygı gösterildi, fakai daha
sonra evlâtları idareye ortak olmak için birbirine gir­diler. Kureyşlilerin çoğu
iki kampa bölündü. Bir kısmı Benî Abd-üd Dâr’ın diğer bir kısmı da Beni Abd-i
Menâfin yanında yer aldı.[17]Bir
ça­tışmanın çıkması an meselesi idi. Fakat son anda anlaşmaya varıldı ve
Kureyşliler bir iç savaştan kurtuldular. Varılan anlaşmaya göre Beni Abd-üd
Dâr’a üç görev verildi. Kâbe’nin anahtarını bulundurmak, savaşa bay­raktarlık
yapmak ve Abd-üd Dâr’ın evini toplantı ve müzakere yeri olarak kullanmak. Beni
Abd-i Menâfa ise hac mevsiminde hacıların yemek içmek gibi ihtiyaçlarını
karşılamak vazifesi verildi. Beni Abd-i Menaf ara­larında müzakere ve istişare
yaptıktan sonra kendilerine verilen her iki va­zifeyi Hâşim’e devrettiler.[18]

21.2.1.3. Hâşim

Hâşim’in asıl ismi Amr idi. Hâşim ise lakâbı idi. Bu lakabın
verilme­sinin sebebi şu idi: Mekke’de bir defasında şiddetli bir kuraklık ve
kıtlık başgösterdi. Hâşim, ailesi ve yakınlarının açlığını gidermek üzere
Suri­ye’den hububat getirtip ekmekler yaptırdı ve birçok deveyi kesip etli
ye­mek pişirtti. Bu yemeğe ekmek parça ve kırıntılarını karıştırarak adamlara
dağıttı. “Heşm” Arapçada kırmak ve ezmek anlamına gelir. Amr ekmekleri
parçalayıp kırıntılarını yemeğe karıştırdığı için kendisine “Hâşim” lakâbı
verildi. Hacılara yedirme, içirme görevi kendisine verildikten sonra Hâşim, Hac
mevsimi yaklaştığı zaman Kureyşlileri toplayarak şunları söylemeyi âdet
edinmişti. “Bu İnsanlar Allah’ın evini ziyarete gelmişler­dir. Bunlar Allah’ın
misafiridirler. En çok dikkat edilmesi ve ağırlanması gereken kişiler tabii ki
Allah’ın misafirleridir. Cenâb-ı Allah size bazı im­tiyazlar tanımış ve size
şerefli bir görev vermiştir. Allah sizi öyle koru­muştur ki, bir komşu bunu
yapamaz. Bu sebeple, çok uzak yerlerden, za­yıflamış ve halsiz olmuş dişi
develerin sırtında yorgun, perişan ve tozlarla dolu bir şekilde gelen O’nun
misafir ve ziyaretçilerini ağırlamak konusun­da hiçbir şey esirgemeyin. Bu
zavallı insanların elbiseleri kirlenmiş, saç­ları kirlenmiş ve erzakları
bitmiştir. Onun için onlara yemek verin, su içi­rin.” Bu çağrı üzerine Kureyş’in
bütün kabile ve ailelerinden para ve yiye­cek gönderilir ve bunlara en büyük
payı Hâşim katardı. Daha sonra, zem­zem kuyusu Cürhümlüler tarafından
kapatıldığı için Mekke’nin diğer ku­yularından su toplanır ve hacılara
dağıtılırdı. Yemekler pişirilir ve ekmek parçaları ete katılırdı. Ekmek süte de
karıştırılır ve lapa haline getirilirdi. Hacılara hurma ve bazı diğer yiyecekler
de verilirdi. Hacılar Mina’dan dö­nünceye kadar bu şekilde ağırlanırlardı. Bu
sebeplerden dolayı, Hâşim bü­tün Arap kabilelerinin sevgilisi haline geldi.

21.2.1.4.
Kureyşlilerin Ticaretle Uğraşması ve Refahları

Kureyş sûresinde, Allah’ın bir rahmeti ve inayeti olarak yaz ve
kış mevsiminde yapılan seyahat olarak belirtilen Kureyşlilerin ticaretini ilk
önce başlatan Hâşim’di. Arap’ların dünya ticaretine katılma fikri ilk önce
Hâşim’in kafasında doğmuştu. Hâşim üç kardeşi Abd-i Şems, Muttalib ve Nevfel’i
toplayarak Doğu ülkeleri ile Suriye ve Mısır arasında Arabistan üzerinden
yapılan ticarete katılma yollarını aradı. Hâşim ayrıca iç piyasa­nın
ihtiyaçlarına göre iç ticarete önem vermeye çalıştı ve uluslararası tica­ret
yolundan geçecek olan ticaret kafilelerinin Arap’ların ihtiyaç duyduk­ları
malları satma geleneğini de başlattı. Böylece Arabistan’ın iç kısımla­rından ve
Mekke’den birçok tüccar halkın ihtiyaç duyduğu malları da sat­maya başladılar. O
sıralarda İran’da işbaşında bulunan Sasanî hanedanı beynelmilel ticarete
tamamıyla hâkimdi. İranlıların ellerinde bulundur­dukları ana ticaret yolu Doğu
ülkelerinden başlayarak kuzey bölge ve Basra Körfezinden geçiyor ve Roma ve
Bizans İmparatorluklarına kadar uzanıyordu. Bu ticaret, özellikle Arabistan’ın
güneyinde Kızıldeniz kıyıla­rı boyunca zenginlik, refah ve saadet yollarını
açmıştı.

Arabistan’ın diğer ticari kafilelerine nisbetle Kureyşliler her
tarafta saygıyla karşılanıyor ve ilgi görüyorlardı. Bunun sebebi, Kâ’be’ye ve
hacı­lara hizmet etmeleriydi. Bilindiği gibi, Hac mevsiminde Kureyşliler
hacıların yeme, içme ve kalmaları için cömertçe hareket ediyor ve rahat
etme­leri için ellerinden gelen çabayı harcıyorlardı. Kâ’be’yi mütevellileri
olma­ları bakımından da ayrı bir saygı ve itibar kazanmışlardı. Bu bakımdan
Arabistan ahalisi kendilerine oldukça minnettar ve şükran borçluydular ve
ticaret kafileleri nereden geçerse geçsin kendilerine her türlü kolaylık
gös­termeye amade oluyorlardı. Arap tüccarları arasında sadece Kureyşliler
korkusuzca ve kaygısızca yolculuk edebiliyorlardı. Yolda kendilerine sal­dırı
yapılacağından veya soyulacaklarından korkmuyorlardı. Kureyşliler­den,
geçtikleri yollarda diğer kafilelere oranla çok az miktarda vergi veya gümrük
alınırdı. Hâşim bütün bu faktörleri göz önünde bulundurarak tica­ret işine el
atmaya karar verdi ve buna üç kardeşini de ortak yaptı. Hâşim plânını
gerçekleştirmek amacıyla adım adım ilerledi. Ticari konularda Hâşim Suriye’nin
Gassanlı hâkiminden, Abd-i Şems Habeş kralından, Muttalib Yemenli emirlerden ve
Nevfel Irak ve İran yöneticilerinden bir takım imtiyazlar elde etmeyi
başardılar.[19]
Bu şekilde, Kureyş’in ticareti kısa bir zamanda bir hayli gelişti ve dört
kardeşe “tüccarlar” lakâbı veril­di. Ayrıca, çevredeki kabile ve komşu ülkeler
ile kurdukları iyi ilişkiler sebebiyle de kendilerine “Eshâb-ul İylâf” ünvanı da
verildi. Bu deyimin lügat manası “sevgi yaratanlar”dır, ama ıstılah olarak
yollardan geçerken dostane münasebetler sayesinde ticaret kafilelerinin barış ve
huzur içinde geçmelerini temin etmişlerdi.

Ticaret yüzünden Kureyşliler Suriye, Mısır, İran, Irak, Yemen,
Habe­şistan ve diğer ülkelerle ticari, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler
kur­ma fırsatını buldular. Kureyşliler ve dolayısıyla Araplar, çeşitli ülkelerin
kültür ve medeniyetini kendi gözleriyle görme ve bilme imkânına sahip oldular.
Tabii ki bu temaslar sayesinde akıl, kültür ve zekâ ile tecrübe se­viyesi
bakımından Kureyşliler diğer bütün Arap’ları geçtiler. Servet ve re­fah
bakımından da üstün hale geldiler. Mekke de Arabistan’ın en mühim ticaret ve
kültür merkezi durumuna geldi. Kureyşlilerin beynelmilel mü­nasebetleri
sırasında kültür alanında elde ettikleri önemli bir kazanç da Irak’dan ilerde
Kur’ân-ı Kerim için kullanılacak Arapça yazısını öğrenme­leri oldu. Kureyşliler
arasında okuma yazma bilenlerin oranı diğer kabile­lere nisbetle daha fazlaydı.
Bu sebepten dolayıdır ki, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) “Kureyşliler,
halkın lideridirler” dedi. (Bk: Müsned-i Ah­med, Amr bin el As’ın hadisleri)
Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadise göre de Rasûlullah (a.s.) şöyle
buyurdular. “Arapların liderliği önce Himyerlilerde idi. Daha sonra, Allahu
Teâlâ bu liderliği onlardan alıp Kureyş’lilere verdi.”

Kureyşliler maddi kalkınma ve refahın en iyi dönemini yaşarken,
Ha­beşli vali Ebrehe Mekke’ye yürüdü. Eğer Ebrehe Mekke’yi fethedip Kâ’be’yi
yıkmaya muvaffak olsaydı yalnızca Kureyşlilerin iktidar ve ikbâli değil,
Beytullah’ın dinî nüfuzu ve hürmeti de ortadan kalkmış ola­caktı. Cahiliyye
dönemi Araplarının, Kâ’be’nin Allah’ın evi olduğuna dair inançları büsbütün yok
olacaktı. Habeşlilerin Mekke’ye kadar uzanmala­rından sonra Bizanslılar da
Kureyşliler ile Arap’ların ellerinde bulunan Mekke ile Suriye arasındaki ticaret
yolunu ele geçirmeye çalışacaklardı. Neticede, Kureyşliler Kusayy bin Kitab’tan
önceki zayıf, çaresiz ve peri­şan duruma düşeceklerdi. Fakat, Cenâb-ı Allah tam
zamanında binlerce küçük kuş tarafından küçük taşlar attırmak suretiyle
Ebrehe’nin 60 bin ki­şilik ordusunu imha etti ve bu ilahî azabtan kaçmaya
çalışan Habeşlilerin cesetleriyle Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar doldu.
Böylece, hem Araplarda Kâ’be’nin Allah’ın evi olduğuna dair inanç daha da
güçlendi, hem de Kureyşlilerin gücü ve itibarı bütün ülkede yükselmiş oldu. Bu
bü­yük ve ibret verici olaydan sonra bütün Arap’lar Kureyşlilerin Allah’ın
ko­ruması altında olduğuna inandılar. Bundan sonra Kureyşlilerin ticari
kafi­leleri daha bir serbesti içinde ülkede dolaşmaya ve zenginlik ile bolluk
içinde yaşamaya
başladılar.                                                                                                                                                                                 
                                                                                                              

21.2.1.5.
Abdulmuttalib bin Hâşim

Hâşim ticari yolculuklarda ilgili Suriye’ye giderken ekseriya
Medi­ne’de kalırdı. Medine’deki Hazrec kabilesinin bir kadınıyla daha önce
ev­lenmişti. Bu kadından iki çocuk doğdu; biri Hayye (kız) ve diğeri Ebû Sayfî
(erkek). İşte bu yolculuklarından biri sırasında Hâşim yine Medi­ne’de idi.
Orada yine Hazrec kabilesine bağlı Beni Neccar ailesinin genç ve güzel kızı
Selmâ binti Amr bin Zeyd’i, pazar yerinde yüksek bir yere oturup kendisi için
satılacak ve alınacak mallara işaret ederken gördü. Hâşim bu kızın gerek
büyüleyici güzelliği, gerekse asaleti ve zekâsına hayran kaldı ve onunla
evlenmek istedi. Ama, bu kızın evlenmek için bir şartı vardı, o da şu. Kendisi
evlendikten sonra tamamıyla özgür olacaktı ve kocasının huy ve alışkanlıklarını
beğenmediği takdirde ondan ayrıla­caktı. Hâşim bu şartı kabul etti. Düğün
Medine’de yapıldı ve aynı şehirde bu kızdan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
dedesi Abdulmuttalib yakla­şık M.S. 495’dc dünyaya geldi. Hâşim bu ticari
yolculuktan sağ döneme­di ve Gazze’ye vardığında hastalanarak öldü. Böylece
Abdulmuttalib gençlik çağına kadar Medine’de annesinin yanında kaldı. Hâşim
ölme­den önce kardeşi Muttalib’in Kâ’be’nin mütevellisi olacağını ve hacılara
yemek verme ve su içirme hizmeti yapacağını vasiyet etmişti. Ayrıca, Muttalib’i
kendi ailesinin ve emlâkinin vekili de tâyin etmişti. Bu tarihten itibaren Hâşim
ve Muttalib aileleri birbirlerine ayrılmayacak şekilde yak­laştılar. Buna karşı,
aralarında Ümeyye ailesinin de bulunduğu Abd-i Şems ile Nevfel aileleri
birbirleriyle ittifaka girdiler ve sonuna kadar böy­le kaldılar. Rasûlullah
(a.s.)’ın peygamberlik döneminde diğer Kureyşli kabilelerin Hz. Peygamber (a.s.)
ve bir avuç müslümana karşı sosyal boy­kot uygulamaya başladıkları zaman en çok
eziyeti Beni Hâşim ile Benî Muttalib çekmişlerdi. Beni Nevfel ile Beni Abd-i
Şems ise muhtelif kampta idiler.

Asıl adı Şeybe olan ve kendi meziyetleri yüzünden “Şeybetül
Hamd” olarak tanınan Abdulmuttalib Medine’de çocukluk çağını yaşarken bir
defasında Hassan bin Sabit’in babası olan Sâbit bin Münzir Mekke’ye gitti ve
daha önceden iyi arkadaş olduğu Muttalib ile görüştü. Görüşme sıra­sında
Muttalib’e, “sen yeğenini görürsen çok sevineceksin. Zira kendisi çok yakışıklı
ve etkileyici bir gençtir” dedi. Bunun üzerine Müttalib’de ye­ğenini görme
arzusu uyandı. Mekke’den Medine’ye gitti ve Abdulmuttalib’i deveye bindirip eve
getirdi. Kureyşliler bir delikanlıyı Muttalib ile görünce, “bu Abdulmuttalib
(Muttalib’in uşağı)dır” dediler. Muttalib adamlara kızdı, delikanlının,
kardeşinin oğlu olduğunu, adının Şeybe ol­duğunu ve bu itibarla “Abdulmuttalib”
diye çağrılmasını istedi. Ne var ki, “Abdulmuttalib” ismi o kadar yaygınlaştı
ki, asıl adı unutulmuş oldu. Bundan kısa bir süre Muttalib ticari yolculuğu
sırasında Yemen’e gitti ve orada öldü. Ölümünden sonra Abdulmuttalib halefi oldu
ve hacılara hac mevsiminde yemek verme ve su içirme görevine devam etti. İbn
Sa’d, Abdulmuttalib’i şöyle tarif ediyor: “Abdulmuttalib Kureyşlilerin en
yakışıklı­sı, en cüsselisi, en güçlü, en ciddisi, en kibarı, en cömertiydi ve
erkeklerin bütün ayıp ve kötülüklerinden uzaktı.” İbn Hişâm kendisi hakkında
şunla­rı yazıyor: “Abdulmuttalib kendi halkı arasında öylesine yüksek mevkiye ve
şerefe yükseldi ki atalarından kimse O’nun yerine erişemedi. Halkı O’nu seviyor
ve takdir ediyordu.” İbn Kesîr’in yazdıkları ise şunlardır: “Abdulmuttalib de
her sene Ramazan ayında Hira mağarasına gidip ibadet eder ve ay boyunca fakir
fukaraya yemek ve içecek dağıtırdı.”

Taberî, İbn Kesir ve Belâzuri’nin beyan ettiklerine göre
Abdulmuttalib’in amcası Nevfel, Hâşim’in bıraktığı mirasdan bir bölümünü
gaspetmişti. Abdulmuttalib bu yüzden Nevfel’i Kureyş kabilesinin büyükleri
nezdinde şikayet etmişti. Fakat büyükler amca ile yeğen arasındaki dava­ya
karışmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Abdulmuttalib derdini annesi­nin
akrabalarına anlattı ve Medine’den Beni Adiyy bin Neccâr’ı yardımına çağırdı. Bu
çağrıya uyan Abdulmuttalib’in dayısı Ebu Said bin Ades 80 kişiyle Mekke’ye geldi
ve zor kullanarak Nevfel’i yeğeninin hakkını geri vermeye mecbur etti. Bundan
sonra Benî Nevfel de Benî Hâşim’e küserek Beni Abd-i Şems ile birleşti ve Hz.
Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine kadar Beni Hâşim’in muhalifleriyle beraber
kaldı. Abdulmuttalib, Beni Nevfel’in muhalif kampa gittiğini gördükten sonra
Hüza’a’nın ileri gelen­leri ile temasa geçti ve onlarla bir dostluk ve işbirliği
anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Ka’be’de hazırlandı ve imzalandı ve taraflar
buna bağlı kal­mak için and içtiler, İbn Sa’d ile Belâzuri’nin ifadesi bundan
biraz değişik­tir. Bu yazarlara göre anlaşma Benî Hüzâ’a’nın isteği üzerine
hazırlanmıştı ve buna Beni Abdulmuttalib ve Benî Hâşim aileleri katılmıştı. Benî
Abd-i Şems ile Nevfel bu anlaşmanın kapsamına girmediler. Aynı yazarlara gö­re
anlaşma Dar-ün Nedve’de hazırlandı ve Kâ’be’ye asıldı. Abdulmuttalib bu
anlaşmaya göre evlâtlarından girdikleri taahhüde sadık kalmalarını iste­mişti.
Bu anlaşmanın etkisinden dolayıdır ki, Hudeybiye Anlaşması uya­rınca çeşitli
Arap kabilelerinin istedikleri tarafa katılmakta serbest olduk­ları belirlenince
Beni Hüzâ’a, Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.)’ın safını seçti.

21.2.1.6.
Abdulmuttalib ‘in Zemzem Çeşmesini Tekrar Açması

Zemzem çeşmesini tekrar akıtma şerefi de Abdulmuttalib’e aittir.
Bi­lindiği gibi, Cürhüm kabilesi zemzemi taş, toprakla doldurup kapatmıştı. Öyle
ki zemzemin izi bile kaybolmuştu. Muhammed bin İshâk’ın, Hazreti Ali’ye
dayanarak anlattığına göre Abdulmuttalib’e rüyasında zemzemin yeri gösterildi ve
Onun bu mukaddes kuyuyu tekrar açması istendi. O sı­ralarda Abdulmuttalib’in
sadece tek oğlu, Hâris vardı. Abdulmuttalib oğ­lunu yanına alarak kazma ve
kürekle gösterilen yeri kazmaya başladı. Ku­yudan su fışkırınca Abdulmuttalib
sevinç içinde çığlık attı. Çığlığı duyan Kureyşliler O’nun etrafında toplandılar
ve “ya Abdulmuttalib, bu bizim atamız Hz. İsmail’in çeşmesidir ve bundan biz de
seninle ortağız” dediler. Fakat O, “hayır bu çeşme sizin değildir. Bunun
beşareti (müjdesi) sadece bana verilmiştir ve bu benimdir” diye karşılık verdi.
Ancak Kureyşliler kolay kolay pes edecek değillerdi ve kavga etmeye başladılar.
Nihayet, kavga ile ilgili karar vermek üzere bir hâkeme başvurulmasında
anlaşıldı. Kureyşliler hakem olarak beni Sâ’d bin Hüzeym’e mensup olan
Kâhine’nin ismini teklif ettiler ve bu teklif Abdulmuttalib tarafından kabul
edildi. : Kâhine, Suriye’nin yukarı kesiminde oturuyordu. Taraflar,
yani Abdulmuttalib ve birkaç arkadaşıyla Kureyş kabilesinin bazı ileri gelenleri
ve özellikle Beni Ümeyye’nin bazı temsilcileri böylece Suriye’ye hareket
elti­ler. Yolda çorak bir yere gelindi. Burada Abdulmuttalib ve arkadaşlarının
içme suyu bitti ve susuzluktan öleceklerini sandılar. Yoldaşları olan
Ku­reyşlilerden su istediler. Fakat Kureyşliler, “burada hiçbir yerde su
yok­tur, eğer biz kendi suyumuzu size verirsek biz de sizin gibi susuzluktan
ölebiliriz” gerekçesiyle bu isteği reddettiler. Bundan sonra Abdulmuttalib
arkadaşlarına, “daha elimizi, ayağımızı kıpırdatabiliyoruz. Gelin hep bera­ber
birer çukur kazalım ve kim ölürse o kendi çukurunda gömülsün” diye tavsiyede
bulundu. Bunun üzerine bütün arkadaşlar kendileri için birer çu­kur kazdılar ve
ölümlerini beklemeye başladılar. Ancak kısa bir süre son­ra, Abdulmuttalib ölümü
böyle çaresizlik içinde beklemenin iyi bir davranış olmayacağını belirterek
arkadaşlarına, son bir gayretle etrafta su ara­malarını öğütledi. Bunun üzerine,
hepsi ayağa kalktılar. Abdulmuttalib de devesini kaldırdı, ama tam o sırada
devenin ayak bastığı yerden bir su çeşmesi beliriverdi. Abdulmuttalib hemen bir
çığlık attı, arkadaşları da yerlerinden fırladılar ve doyasıya su içtiler ve su
tulumlarını doldurdu­lar. Abdulmuttalib daha sonra diğer Kureyşlileri de yanına
çağırdı, ken­dilerine Allah’ın su ihsan ettiğini söyleyerek, su içmelerini ve
kovalarıyla tulumlarını doldurmalarını istedi. Kureyşliler, Abdulmuttalib’in bu
jes­tini çok beğendiler ve kendisine hitap ederek şöyle dediler. “Ey
Abdulmuttalib, davamızla ilgili olarak Cenab-ı Allah kararını senden yana
ver­miştir. Rabbimize yemin ederek söylüyoruz, artık zemzem konusunda se­ninle
kavga etmeyeceğiz. Bu uçsuz bucaksız çorak toprakta sana su ihsan eden Tanrı
sana zemzemi de vermiştir elbette. Artık Suriye’ye gitmeye gerek yok. Sen huzur
ve emniyet içinde zemzem kuyusunun başına döne­bilirsin. Bu suretle, hem
Abdulmuttalib hem Kureyşliler Mekke’ye dön­düler.

Abdulmuttalib’in hacılara su içirme vazifesine, zemzem suyunu
ik­ram etme işi de dahil oldu ve bunları kendisi sonuna kadar yerine getirdi.
Bundan sonra bu vazife Ebû Tâlib’e geçti. Ancak Ebû Tâlib eli açık bir in­sandı
ve maddi imkânlarının dışında hacılara su, şerbet ve süt vermeye başlayınca
birkaç defa kardeşi Abbas’tan borç almak zorunda kaldı ve bu borçları ödeyemez
duruma geldi. Nihayet, Hz. Abbas, borçlarını ödeye­mediği takdirde su içirme
vazifesinin kendisine verilmesini şart koştu. Ni­tekim, sonuç aynı oldu ve Hz.
Abbas hacılara su içirme görevini devraldı. Bu devir-teslim Cahiliyye’de
olmuştu. İslâmiyet’in doğuşundan sonra da devam etti.

21.2.1.7. Abdullah
bin Abdulmuttalib

Muhammed bin İshâk’ın anlattıklarına göre zemzemin kazılması
sı­rasında Abdulmuttalib, oğlu Hâris ile birlikte, Kureyşlilerin yanında sayı­ca
azınlıkta kalmıştı. O zaman Allah’tan kendisine yardım edecek 10 er­kek çocuk
ihsan etmesini istemişti. Abdulmuttalib bu çocuklardan bir ta­nesini Allah için
kurban edeceğine and içmişti. Cenâb-ı Allah duasını ka­bul etti ve ona 10 erkek
çocuk verdi. Bunlar bülûğ çağma gelince Abdulmuttalib kendilerini toplayarak
kendilerine adağından ve andından söz etti. Çocuklar babasının andını yerine
getirmesini istediler. Bundan sonra Abdulmuttalib çocuklarıyla birlikte fal
açmak amacıyla Kâ’be’deki Hubel heykeline gitti. Abdulmuttalib falına bakarken
10 oğlundan hangisini kurban etmesi gerektiğini öğrenmek istedi.[20]
Fal’da Abdulmuttalib’in en ya­kışıklı ve en sevdiği oğlu Abdullah’ın adı geçti.[21]
Abdulmuttalib hiç çe­kinmeden ve duraklamadan Abdullah’ın elinden tutarak kurban
etmek üzere İsâf ve Nâile’nin putlarına doğru yürüdü. Abdulmuttalib’in öbür
elinde de bıçak vardı. Kureyşliler bu vaziyeti görünce yerlerinden fırlaya­rak
Abdulmuttalib’e: “Ya kardeşim, ne yapıyorsun? Böyle şey olur mu? Kendi öz
evlâdını kurban ediyorsun. Böyle yaparsan, gün aşırı bir kişi evlâdını kurban
etmeye başlayacak, bunun haddi hesabı olmayacak. Gel, akıllı bir kişiye veya
falcıya gidelim, bu meselenin hallini ondan öğrene­lim” dediler. Abdulmuttalib
Kureyşlilerin bu yalvarmalarına kulak verdi ve istenen nitelikte akıllı bir kişi
aramaya razı oldu. Hep beraber, böyle vasıfları haiz ihtiyar bir kadının[22]
Hayber’de bulunduğunu öğrendiler ve oraya gittiler. Görüştükleri kadın bir
falcıydı. O’na durumu anlattılar. Fal­cı kadın, “sizde bir insanın diyeti
(bedeli) nedir?” diye sordu. Kureyş’liler ve Abdulmuttalib, “deve” diye cevap
verdiler. Kadın, “o halde gidin ve Abdullah mı yoksa 10 deve mi kurban edilsin
diye fala baktırın, eğer fal­da çocuğun kurban edilmesi gerektiği belli olursa
develerin sayısını iki misline çıkarın ve tekrar fala baktırın. Fal develer
lehinde çıkana kadar develerin sayısını arttırmaya devam edin. Bu demektir ki,
çocuğun değeri o develer kadardır” dedi. Falcı kadının tavsiyesi üzerine
Kureyşliler ve Abdulmuttalib Mekke’ye geldiler ve fala baktırmaya başladılar.
10, 20, 30’dan başlayarak 90 deveye kadar fal hep Abdullah için çıktı. Sıra 100
deveye gelince fal develer lehine çıktı.[23]
Kureyşliler, “Allah’ın rızası bel­li olmuştur. Artık oğlun Abdullah yerine
develeri kurban edebilirsin.” dediler. Fakat Abdulmuttalib tatmin olmadı ve üç
defa fal çıkartmak istedi­ğini söyledi. Nitekim öyle yapıldı. Üç defa zar atıldı
ve her defasında fal develer için çıktı. Nihayet Abdulmuttalib 100 deve kesti ve
herkese etleri­ni dağıttı.

Böylece, İbrahim sülâlesinden bir kişi daha, Mekke’ye ilk defa
gelip yerleştiklerinde yaptıkları kurbanı tekrarlamış oldu. Gerçi nitelik ve
an­lam bakımından bu iki kurban vak’ası birbirinden farklıdır. Fakat Allah’ın
kudreti ve hikmeti bambaşkadır. Önce bu sülâlenin kurban edilmesi emro­lunan bir
ferdi Arabistan’da İslam dinini yaymakla görevlendirilmişti ve daha sonra aynı
aileden kurban edilmesi istenen kişinin oğluna, yani Hz. Muhammed (a.s.)’e de
aynı dini bütün insanlara tanıtma ve yayma vazifesi verildi. İlk kurbanın
fidyesi bir manda idi, ikinci kurbanın fidyesi de 100 deve.

21.2.1.8. Abdullah’ın
Evliliği

Abdullah 25 yaşında iken babası onu, Zühre bin Kılâb kabilesinin
rei­si Hub bin Abd-i Menâfin kızı Âmine ile evlendirdi. Âmine kendi kabile­sinin
en iyi ve en temiz kızlarından biriydi. Evlendikten birkaç ay sonra Âmine hamile
iken Abdullah bir ticaret kafilesiyle Filistin’in Gazze şehri­ne gitti. Oradan
dönüşte Medine’ye gelince hastalandı. Arkadaşlarına Mekke’ye gitmelerini söyledi
ve kendisi babaannesinin yanında kaldı. Aradan bir ay geçtikten sonra öldü ve
Dar-ün Nâbigat-ul Câ’di’de gömül­dü. Abdullah’ın arkadaşları Mekke’ye gidip
Abdulmuttalib’e oğlunun has­talığını anlatınca, kendisi derhal büyük oğlu
Haris’i Medine’ye durumu öğrenmeye gönderdi. Ama o zamana kadar Abdullah vefat
etmişti.

Abdullah ve Abdulmuttalib hakkındaki bu bilgiler gerçeklere
uygun­dur ve hemen hemen bütün güvenilir kaynaklar tarafından doğrulanabilir.
Bazı zayıf kaynaklarda Abdullah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’in 28 aylık, ba­zısında
7 aylık ve yine bazılarında iki aylık iken vefat ettiği yazılmışsa da bunlara
güven olmaz. Doğru olan, Hz. Muhammed (a.s.)’in henüz doğma­mışken babasının
ölmüş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde bu gerçe­ğe işaret etmiştir:

“Ey Peygamber,
Biz seni öksüz iken bulmadık mı ve sana barınak vermedik mi?” (Duhâ; 6)



 




[1]
Bereketli
yerden Suriye ve Filistin toprakları kastedilmiştir. Aynı deyim Kur’an-ı
Ke­rim’in diğer bazı sûrelerinde de kullanılmıştır. (Bk: A’râf; 137, İsrâ;
1, ve Enbiya; 81).



[2]
Hz.
Peygamberin zuhuruna kadar geçen 2500 yıllık süre içinde İsmail oğulları,
çevrede­ki kabile ve milletlerle evlilik dahil çeşitli ilişkilere girdiler.



[3]
Hz. Hâcer,
Ümmül Arab veya Ümmül Arik adlı bölgede doğmuştu. Ümmül Arab, Mı­sır’ın
doğusunda Akdeniz kıyısından üç km. uzaklıktaki l-‘armâ veyâ Kuîne’ye yakın
bir yerdi ve Fi­ravunların zamanında burada bir kale de vardı. Bugün bu
bölgeye Tellul l’armâ denilir.



[4]
Hz.
İbrahim’in dönüp bakmamasının sebebi katı yüreklilik veya merhametsizlik
değildi. Kendisi her ne kadar büyük bir peygamber ise de yine bir insandı ve
O da her insan gibi ciğer pa­relerine bakmak isterdi muhakkak. Ancak tek
düşüncesi Allah’ın emrini eksiksiz yerine getirmekti. Ciğerinin bir parçası
olan süt çocuğunu ve karısını ıssız bir çöle bırakırken ne acılar çektiğini
anla­yabiliriz. O, bir yandan Allah’ın emri ve bir yandan baba şefkati ve
koca sevgisi arasında bocalı­yordu ve tam o sırada karısı ve çocuğunun
yalvarışlarına dayanamayarak onlara dönseydi pek mümkündür ki O’nun yüreği,
onları oraya bırakmaya dayanamazdı; ama böylece Allah’ın emrine de karşı
gelmiş olacaktı. Onun için, geri dönüp bakmamayı tercih etti.



[5]
Bu Safa ile
Merve arasındaki sa’y (koşu)’in tarihî bir delilidir. Kâ’be’nin Hz. İbrahim
tara­fından inşasından sonra aradan geçen binlerce yılda milyonlarca insan
bu tarihi olayı anmak üzere Safâ ile Merve arasında Hac sırasında sa’y
yapmışlardır. Bu tarihi olay başlı başına tarihi bir ger­çektir. İncil’in
beyan ettiği Faran çölüyle ilgili hikâye ise efkar-ı umumiye tarafından
kabul edilme­diği için Fârân’da sa’y veya koşu yapılmasının herhangi bir
kanıtı yoktur.



[6]
Bu, Yemen’de
bulunan Katılan! Araplara bağlı kabilelerden biridir.



[7]
Hz. İbrahim
(a.s.)’in ana dili Arapça değildi. Çünkü kendi Iraklıydı ve daha sonra
Ken’an bölgesine yerleşmişti. Hz. Hâcer’in dili de arapça değildi, zira o
Mısırlıydı



[8]
Kur’ân-ı
Kerîmde bu yerin ismi Bekke (Âl-i İImrân; 96) olarak da geçiyor. Ancak İbn
Hişâm’ın eserinde (C. I, s. 119) Mekke’nin eski adının Bekke olmadığı aksine
burası kutsal bir kent olduktan sonra bu isimle de çağırılmaya başladığı
belirtiliyor. İbn Hişâm’a göre Mekke’nin, Bekke adını almasının sebebi,
“zâlimlerin boynunu kıran” bir şehir hüviyetini kazanmasıdır. İbn Hişâm bu
yakıştırmayı açıklarken, cahiliyye döneminde bile zâlim ve gaddar kimselerin
Mekke’ye yan bakmaya cesaret edemediklerini ve burada bulunan zâlimlerin de
barınamadıklarını ifade ediyor.



[9]
Hz.
İbrahim’in oğlunu kurban etmek üzere Mekke’den Mina’ya götürmesinin sebebi
Mek­ke’nin kalabalık bir yerleşim merkezi haline gelmiş olmasıydı. Ayrıca
kentte Hz. İsmail’in annesi, Hz. Hâcer de vardı. Bu sebeple, Hz. İbrahim,
Mekke’ye biraz uzakta tenha bir yeri seçti.



[10]
Haram
aylar, umre farizasının yerine getirildiği Recep ve hac farizasının
yapıldığı Zil­ka’de, Zilhicce ve Muharrem’dir. Bu aylarda kavga ve savaşlara
ara verilirdi ve kan akıtılmazdı. Ayrıca umre ve hac için Mekke’ye yolculuk
edenlere kimse dokunmazdı.



[11]
Aslında
Zeydin annesi önce Nüfeyl bin Abdüluzza ile evliydi, ki bundan Hz. Ömer’in
babası Hattâb doğdu. Nüfeyl öldükten sonra, oğlu Amr kendi üvey annesi yani
Hattab’ın annesiyle evlendi. Bu evlilikten Zeyd doğdu. Böylece Zeyd,
Hattâb’ın hem yeğeni hem üvey kardeşi idi. ca­hiliyyede üvey anne ile
evlenmek bir âdetti. Kur’ân-ı Kerim bu âdeti yasakladı. (El-Eğânî, C. III,
s. 133).



[12]
Bazı
yazarlar bunu İlyas olarak yazmışlardır. Ancak Süheylî, bundan doğru
yazılışının Elye’s olduğunu belinin iştir. Belâzurî de bunu aynı şekilde
yazmıştır.



[13]
Kureyş
kelimesinin değişik manaları vardır. Biri, dağılıp toparlanmak demektir. Ama
bu manâya göre Kureyş ancak Kusayy bin Kilab’ın lâkabı olabilir. Zira O’nun
zamanında Kureyş’in bütün üyeleri Mekke’de toplanmışlardı. Kelimenin ikinci
manası geçim ve ticarettir. Bilindiği gibi Kureyşlilerin mesleği ticaretti.
Kelimenin üçüncü manâsı “teftiş”tir. Bu anlamda bu kelime ancak En-Nadr bin
Kinâne’ye uygun düşüyor. Zira rivâyetlere göre Nadr fakir ve muhtaçlara
yardım eder onların durumunu incelerdi. Kureyş’in bir başka anlamı da, her
şeyi yiyen bir deniz hayvanıdır. Bir deyime göre, Nadr bin Kinâne kabilesine
mensup Kureyş bin Bedr adlı bir şahıs kendi adamlarına katır ve erzak temin
ederdi. Kureyş bin Bedr bu işi kafilesiyle dolaşırken yapardı. O’nun için
bazı kimseler onu görünce, “Kureyş kafilesi geldi” derlerdi, bu çeşitli
anlam ve rivâyetlere rağmen “Ku­reyş’in genellikle Fihr’in evlâtlarının adı
olduğuna inanılıyor.



[14]
Kâ’b
Arabistan’ın çok heybetli ve nüfuzlu kabile reislerinden biriydi. Ebrehe’nin
Mek­ke’ye saldırmasından önce Arap’lar günlerin hesabını Kâ’b’ın ölüm
tarihine dayanarak çıkarırlardı. Kâ’b cuma günü halka güzel ahlâk konusunda
telkinlerde bulunurdu (Fethul Bâri, İbn Kesir, Belâzurî).



[15]
İbn
Kesir’in rivâyetine göre Kâ’b bin Lueyy (Kusayy’ın büyük babasının ölümü ile
Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberliği arasında 580 yıllık bir ara var. Bu
bakımdan Ğâlib bin Fihr, Hz. İsa (a.s.)’nın çağdaşı olabilir. İbn Kesir,
Süheyli ve diğer imamlara dayanarak, Ma’ad bin Adnan’ın Buhtün Nasr’ın
Kudüs’ü yerle bir etliği dönemde yaşadığım yazmıştır. Bilindiği gibi, bu
olay MÖ. 587’de meydana gelmişti. Belazuri, Ma’ad bin Adnan’ı Buht-un
Nasr’ın çağdaşı olarak belirtmiştir.



[16]
Kusayy,
Kâ’be’nin çevresinde ve iki tarafın dağlık bölgelerinde Beni Kâ’b bin
Lueyy’in muhtelif ailelerini yerleştirdi. Bunlar arasında şu kabileler yer
alıyordu: Benî Adiyy, Benî Cumah, Benî Şehm, Benî Teym, Benî Mahzûm, Benî
Zühre, Benî Abdül Uzza, Benî Abd ud Dâr, Benî El-Muttalib, Benî Hâşim, Benî
Abd-i Şems ve Benî Nevfel. Bunlara “Kureyş-el Bitâh”, yani Mek­ke’nin içinde
oturanlar, denilirdi.

Fihr’in evlâtları, yani Benî Muharib, Benî el-Hâris,
Benî Teym ul F.drem, Benî Âmir bin Lu­eyy ise ‘Kureyş uz Zevahir” (yani
Mekke’nin dışındaki Kureyş) olarak bilinirlerdi.



[17]
Benî Abd-i
Menaf tan yana olanlar arasında Benî Esed bin Abdül Uzza, Benî Zühre bin
Kilâb, Benî Teym bin Mürre ve Benî el-Hâris bin Fihr vardı. Bunların lideri
Abd-i Şems’di. Abd-üd Darın yanında yer alan Kureyşliler ise şunlardı: Benî
Mahzûm, Benî Şehm, Benî Cuman ve Benî Adiyy bunların lideri Amir bin
Hâşimdi. Benî Âmir bin Lueyy ile Benî Muharib bin Fihr bu kav­gada tarafsız
kaldılar.



[18]
Hz,
Peygamber (a.s.)’in Mekke’yi fethetmesine kadar bu görevler aynen bu şekilde
de­vam elli. Mekke Fethinden sonra Hz. Peygamber, Kâ’be’nin anahtarının
bulundurulması ile hacıla­ra su verilmesinin dışındaki bütün görevleri iptal
etli. Kâ’be’nin anahtarını bulundurma vazifesi bu­gün dahi Benî Abd-ud Darın
bir kolu olan Şeybe bin Osman’ın elinde bulunuyor. Su verme vazife­si ise
Abbas bin Abdulmuttalib’in eline geçtikten sonra uzun bir müddet Benî
Abbas’ta kaldı la ki ilk Abbasi halifesi bu vazifeden kendisi feragat edene
kadar.



[19]
Taberî’de
verilen bilgilere göre Hâşim, Bizanslılar ile Suriye ve Gassanî;
hâkimlerden, Abdi Şems, Habeş kralı Necâşiden, Nevfel, İranlı
imparatorlardan, Muttalib, Himyerli hâkim­lerden ticarî imtiyazlar ve
yolculuk sırasında emniyetlerinin teminat altına alınmalarına dair
tezkereler aldılar. İbn Sa’d’a göre, Hâşim Bizanslılar tarafından iyi
tanınırdı ve işleriyle ilgili olarak Angora (Ankara)’ya kadar gidip gelirdi.



[20]
İbn
Hişâm’ın bu hususu naklettiği hikâye çok ilginçtir. Kâ’be’de Hübel’in
heykeli Kâ’be’ye verilen adak ve hediyelerin muhafaza edildikleri bir
kuyunun başında bulunuyordu. Bura­da fala bakılması için 7 ok vardı. Her
okun üzerinde bazı yazılar bulunuyordu. Fal baktırmak isle­yen kişi heykelin
yanında bulunan falcıya gider, kendisine bir deve hediye eder ve hangi fala
bak­tırmak istediğini kendisine söylerdi. Falcı fala bakmadan önce Allah’a
şu şekilde dua ederdi: “Ya Rab, falan şahıs senden falan konuda kararını
vermeni istiyor. Sen onun hakkında en iyi olan kara­rını ver.” Abdulmuttalib
de bu şekilde fal çıkarttı.



[21]
Bazı
tarihçi ve yazarlar, Abdullah’ın Abdulmuttalib’in en küçük oğlu olduğunu
yazmış­lardır ki, yanlıştır. Süheyli’nin verdiği bilgiye göre Hz. Hamza ve
Hz. Abbas, Abdullah’dan çok da­ha küçüktüler. Hz. Hamza, Hz. Rasûlullah
(a.s.)’tan sadece 4 yıl büyüktü. Hz. Abbas ise sadece üç yaş büyüklü.
Hazreti Abbas, kendisi üç yaşında iken Hz. Peygamber (a.s.)’in doğduğunu
beyan et­miştir. Hz. Abbas’ın ifadesine göre, evin hanımları yeni doğan
bebeği (Hz. Peygamberi) yanına getirip yeğenini sevmesini istediler.
(Ravd-ul Cnuf).



[22]
Süheylî, bu
kadının isminin Kutbe olduğunu ve Medine yakınlarında Hicr köyünde
otur­duğunu belirtmiştir.



[23]
Demek ki
Arap örf ve adetlerine göre bir kişinin diyeti 10 deve idi. Bundan sonra ise
bir kişinin diyeti 100 deve olarak kabul edildi.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu