Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

CİHAN ÖNDERİ



Dördüncü Bölüm: CİHAN ÖNDERİ



4.1. HZ. PEYGAMBER BÜTÜN DÜNYANIN ORTAK MİRASIDIR



4.2. CİHAN ÖNDERİNİN EN BÜYÜK BAŞARISI



4.2.1. Peygamber Efendimiz’in Güzel Ahlâka Dair Sözleri

 

rdüncü Bölüm: CİHAN ÖNDERİ

4.1. HZ. PEYGAMBER BÜTÜN DÜNYANIN
ORTAK MİRASIDIR

Biz müslümanlar, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya “Server-i Alem”
(Cihan Önderi, Dünya Lideri) deriz. Bunun sade ve basit anlamı, “Dünya­nın
Lideri” (Serdar-ı Alem)dir. Hintçe’de bu deyim için “Jagal Guru” ve İngilizce’de
“Leader of the World” ifadesi kullanılabilir. Görünürde bu bü­yük bir lâkabtır.
Fakat, bu lâkabın verildiği şahsiyetin bıraktığı eserler o kadar büyüktür ki,
kendisine “Server-i Alem” demek bir mübalağa değil, tamamıyla hakikattir.

Bir kere, bir kişiye “Cihan Önderi” lâkabını vermenin birinci
şartı, onun belli bir millet veya ırk ya da sınıf için değil, tüm dünya
insanlarının refahı ve mutluluğu için çalışmış, bazı olumlu sonuçlar almış
olmasıdır. Bir vatanperver ve milliyetçi lideri yürekten takdir etmiş, onun için
medhiyeler düzmüş olabilirsiniz. Onun kendi halkı ve milleti için yaptıklarım
övmüş olabilirsiniz. Fakat onunla aynı vatan veya aynı millete bağlı
değil­seniz, o sizin lideriniz olamaz. Bir kişinin sevgisi, iyiliği ve
başarıları sa­dece meselâ, Çin’e veya İspanya’ya aitse, bir Hintli’nin onu lider
olarak ta­nıması için ortada ne sebep olabilir ki? Aksine, eğer o kişi kendi
milletini başkalarından üstün görüyor, başka toplumları alt edip kendi toplumunu
yüceltmek istiyorsa bütün milletler ona muhalefet eder, ona nefretle ba­karlar.
Bütün milletlerin insanlarının, bir kişiyi kendi liderleri olarak tanı­maları, o
kişinin ancak bütün milletlere aynı gözle bakması, bütün insan­lara eşit muamele
yapması, hepsinin mutluluğu ve refahı için çalışması ve bir milleti başka bir
millete tercih etmemesiyle mümkündür.

Dünyanın liderliği ve önderliğini kazanmanın başka bir şartı,
bütün insanlara doğru yolu gösteren kaide ve kurallar getirmektir. Bu kaide ve
kurallar, bütün dünyada insanların belli başlı meselelerine birer çözüm
ge­tirmelidir. Zaten liderin anlamı başkalarına önderlik etmektir. Ve lidere
ancak kurtuluş, refah ve saadet için ihtiyaç duyulur. Demek ki dünyanın
li­derliği, ancak bütün insanlara refah ve saadet yolunu gösterene verilebilir.

Dünya liderliğinin üçüncü önemli şartı, liderliğin belli bir
zaman için olmamasıdır. Aksine, talimatı ve mesajı her zaman ve mekâna uygun,
her şarta müsait, her ortam ve her çağ için aynı öneme sahip ve her zaman için
geçerli olmalıdır. Bir liderin talimatı bazı zamanlar için geçerli ve uy­gun,
bazı zamanlar için geçersiz ve faydasız olursa, o gerçek bir lider de­ğildir ve
ona “Cihan Önderi” lâkabı verilemez.

Dördüncü şart, bir liderin sadece usûl ve talimat getirmesi
yetmez. O bu usûllere ve kaidelere kendisi uymalı ve talimatının tatbik edilir
olduğu­nu kendi hareket ve fiilleriyle ispatlamalıdır. Böyle bir lider,
getirdiği tali­mata dayalı bir cemaat veya cemiyetin kurulup rahat
yaşayabileceğini göstermelidir. Sadece fikir, usûl ve kaideler ortaya koyan bir
kişi ancak düşünür veya filozof sayılabilir, lider değil. Lider olabilmek için
bir kişi­nin talimatını düşünceden eylem haline dönüştürebilmesi gerekir.

Şimdi geliniz, bu dört şartın, “Server-i Alem” dediğimiz mübarek
Zat’la bulunup bulunmadığını görelim:

İlk şartı ele alalım. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın hayatına
bir göz atacak olursanız, daha ilk bakışta kendisinin bir yurtsever veya
milliyetçi olmadığını, bütün insanlığın sevgisini taşıdığını ve evrensel bir
düşünce ve inanca sahip olduğunu anlarsınız. O’nun gözünde bütün İnsanlar aynı
ve eşittir. Şu veya bu aile, sınıf, cemiyet, millet, ırk veya ülkeye özel bir
ilgi veya bağı yoktur. Zengin, fakir, küçük sınıf, büyük sınıf, siyah, beyaz,
Arap, Arap olmayan, Doğulu, Batılı, Sümer veya Aryalar diye fark gözet­mez, zira
O bütün insanların tek bir soy ve kaynaktan geldiğine inanır. Hayatının hiçbir
döneminde, belli bir insan sınıfını tercih ettiği veya on­lardan yana olduğunu
gösteren tek bir söz söylememiş, tek bir harekette bulunmamıştır. Bu sebepten
dolayıdır ki, kendisi sağ iken bile, yakın çev­resinde Arapların yanı sıra,
Habeşli, İranlı, Mısırlı, İsrailli ve Bizanslıların da çok sayıda bulunduğunu
görürüz. Kendisinden sonra ise dünyanın her bölgesinin insanları tıpkı kendi
milleti gibi O’nu lider olarak tanımışlardır. Bu cihanşümul insan kardeşliği
felsefesine bakınız ki, bugün benim gibi Pakistanlı bir Müslüman asırlarca evvel
Arabistan’da doğan bir peygam­berden takdir ve övgüyle bahsediyor.

Şimdi ikinci ve üçüncü şartlan birlikte ele alalım. Hz. Muhammed
(a.s.) zamanını, belirli veya birkaç millet ve memleketin geçici ve mahalli
meseleleriyle uğraşmakla geçirmemiştir. Tersine, bütün enerjisi ve gücü,
dünyanın tüm diğer ufak tefek sorunlarının kendiliğinden çözümlenebile­ceği
büyük bir soruna el atmıştır. Bu büyük sorun nedir? Bu büyük sorun şudur:

“Kâinat düzeni neye bağlıysa, insanın hayat nizamı da o usûle
bağlı­dır. Zira, insan bu kainat’ın parçasıdır ve parça (cüz)nın bütün (kül)e
aykı­rı davranması zaten düzensizlik ve kötülüğün başlıca sebebidir.”

Siz eğer bu sözleri anlamak istiyorsanız, o zaman bir an için
gözleri­nizi zaman ve mekân sınırlarından öteye çevirmelisiniz. Şimdi yeryüzüne
öyle bir şekilde göz atınız ki; dünyanın varoluşundan bugüne dek ve bun­dan
sonraki sınırsız zaman sürecinde yaşamış ve yaşayacak olan bütün, ama bütün
İnsanlar gözünüzün önünde olsunlar. Sonra, insanın hayatında şimdiye kadar
meydana gelmiş olan ve bundan sonra meydana gelebile­cek bütün dengesizlik,
düzensizlik ve bozukluğun allında ne bulunduğunu araştırmalısınız. Bu nokta
üzerinde durdukça ve konuyu derinliğine ince­ledikçe şu sonuca varırsınız.
“Bütün kötülük ve düzensizliğin alımda insa­nın Allah’a başkaldırması
yatmaktadır.”

Çünkü, Allah’a başkaldırmış olan bir kişi mutlaka şu iki
hareketten bi­rini yapmaktadır. Ya kendini bağımsız, muhtar ve sorumsuz sanarak
key­fine göre hareket eder, ki bu onu zâlim, serkeş ve gaddar yapar. Ya da,
Allah’ın dışında başka ilâh ve putlara tapmaya başlar. Bu cehâlet ve
bilgi­sizlik ise dünyada kötülüğün birçok şekilde ortaya çıkmasına sebep olur.
Her iki durumda da sonuç vahim olur. Bu da, tabiata karşı gelmek ve tabii . olan
her şeyi altüst etmekten ileri geliyor. Gözümüzün gördüğü kâinat as­lında
Allah’ın saltanatıdır. Yer, gök, ay, rüzgâr, su, ışık hepsi Allah’ın
ta­sarrufundadır. İnsan bu saltanatla doğuştan tebaa durumundadır. Şimdi bu
saltanatın belli bazı kaide ve kuralları vardır. Bunun bir parçası olan insan
kalkıp bu kaide ve kuralları bozmaya, keyfine göre hareket etmeye başlar­sa,
sonuç iyi olmaz. İnsanın, kendisi üzerinde bir hâkimin bulunmadığını zannetmesi,
O büyük varlığa her hareketinin hesabını vermekle mükellef olmadığını sanması,
gerçeklere ters düşmekten ibarettir. Böylece kendi başına buyruk kesilip
sağa-sola saldırıp, hayat kanunlarını bozmaya çalış­ması, vahim sonuçlar
doğurur. Aynı şekilde, insanın Allah’tan başka bir insan, hükümdar, lider veya
kuvvet ve iktidar sahibi birine tapması, ona sevgi veya korkuyla aşırı derecede
bağlı olması da yaratılış kanunlarına zıt bir harekettir. Zira, Allah’tan başka
herhangi bir kuvvet ve varlık tapılacak meziyetlere sahip değildir. Dolayısıyla,
bunun sonucu da felâkettir. Tabiat kanunu ve nizamına uymak, iyi ve müsbet
neticeler almanın tek yoludur. Yani, insan olumlu ve yararlı sonuçlar almak
istiyorsa, başını yerde ve gökte tek hâkim olan Allah’a eğmelidir. Benliğini ve
isyankârlı­ğını O’na teslim etmelidir. İtaat ve teslimiyetini O’na
bildirmelidir. Kısa­cası, hayatının kaide ve kanunlarını başkalarından değil
yalnızca O’ndan almalıdır.

Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’nın insan hayatının temelden
ıslahı için sunduğu geçerli reçete işte budur. Bu öyle hayati bir reçetedir ki,
do­ğu ile batı gibi kavramlardan uzaktır. Yeryüzünde insanların yaşamakta
oldukları her yörede ve her iklimde düzensizlik, kötülük ve her türlü has­talığı
giderecek ilaç işte budur. Bu inanç ve iman zaman kavramının dı­şında, hal ve
mazi hudutlarının ötesindedir. Bu formül yaklaşık 1400 yıl önce nasıl yeni ve
geçerliydi ise bugün de aynıdır ve 10 bin yıl sonra da aynı kalacaktır.

Son bir şart daha kalıyor. Bunun izahı da şöyledir: Rasûl-ü
Ekrem (a.s.)’nın sadece kaide ve kanunlar getirmekle yetinmeyip bu kaide ve
ka­nunlara dayalı dinamik, güçlü, kalıcı bir toplum da oluşturduğuna tarih
şa­hittir. Hz. Muhammed (a.s.) 23 yıl gibi kısa bir süre içinde, yüz binlerce
insanı İslâmiyet’in çatısı altında toplayarak Allah’a teslim olmalarını
sağ­ladı. Onlar sadece kendilerini beğenmişlikten kurtarmadı, aynı zamanda sahte
tanrılar ve başka insanlara tapmalarına da son verdi. Sonra hepsini Allah adına
birleştirerek yeni bir ahlâk nizamı, yeni bir uygarlık düzeni, yeni bir ekonomik
sistem, yeni bir devlet nizamı kurdu ve getirdiği usûl ve talimatına dayalı adil
ve mesut bir hayat nizamının nasıl tesis edilebile­ceğini dünyaya fiilen
göstermiş oldu.

İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki, biz Hz. Muhammed (a.s.)’a
Server-i Alem (Cihan Önderi) demeye mecburuz. O’nun liderliği, önderliği ve
meydana getirdiği eserler tek bir millet değil, bütün insanlık içindi. İşte
bütün insanlığın müşterek mirası budur. Bu ortak mirasda kimse kimse­den daha
fazla hak iddia edemez. Herkes bu mirastan istifade edebilir.

4.2. CİHAN ÖNDERİNİN EN BÜYÜK
BAŞARISI

Hz. Muhammed (a.s.)’in, ta eski çağlardan beri insanlığı Allah’a
tap­maya ve güzel ahlâk edinmeye davet eden insanların seçkin camiasından
geldiğini bütün dünya bilmektedir. Tek Allah’a itaat etmek, temiz bir hayat
sürmek ve âhirete hazırlık yapmak konusunda dünyanın kuruluşundan beri insanları
teşvik ve ikna etmeye çalışan peygamber, veli ve ermiş kişi­ler arasında Hz.
Muhammed (a.s.) de yer alıyordu, hatta en yüksek mevki­de o bulunuyordu. Hz.
Peygamber yeni bir Allah kavramını geliştirmedi, yeni ve ender bir ahlâk düzeni
de getirmedi. Bu husustaki talimatı geçmiş­teki peygamber, evliya ve
ıslahatçılardan değişik değildi. Şimdi siz bana soracaksınız, o halde O’nun,
insan tarihinin en büyük insanı olduğunu ne­den ilân ediyoruz? Bu sorunun cevabı
şudur: Şüphesiz İnsanlar, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in dünyaya gelişinden önce de
Allah’ın varolduğu ve tek ol­duğunu biliyorlardı. Fakat İnsanlar, “tevhid”i,
yani Allah’ın tek oluşunun insan ahlâkıyla olan sıkı bağını gerektiği gibi
bilmiyorlardı. Şüphesiz, İnsanlar ahlâk ve faziletin faydalı kurallarını
biliyorlardı, ama bu kuralların insan hayatının çeşitli cephe ve yanlarını nasıl
etkilediklerini bilmiyorlar­dı. Allah’a veya tek Tanrı’ya inanç, güzel ahlâk
kuralları ve pratik hayat, kendileri açısından üç ayrı konu ve alandı ve
aralarında herhangi bir mantıkî bağ, derin ilişki ve belli bir irtibat olduğunu
sanmıyorlardı. Ama Hz. Muhammed (a.s.) bu üç mevzuyu birleştirip geniş bir hayat
düzenine dönüştürdü. Sonra, bunlar arasında belli bir denge kurarak sadece hayal
aleminde değil yaşadığımız dünyada yeşeren, büyüyen ve gelişen medeni­yet ve
kültürün temelini attı.

Peygamber efendimiz (a.s.) Allah’a iman etmenin yalnızca felsefî
bir hakikati kabul etmek anlamına gelmediğini belirtti. Peygamberimiz, ma­hiyeti
itibariyle imanın belli bir ahlâk gerektirdiğini, bu ahlâkın görüntü­sünün
insanın pratik yaşantısında görülmesinin gerekli olduğunu bildirdi. Kendisine
göre iman bir tohumdur. Bu tohum, insan nefsinde kök salıp yeşerince kendi
tabiatına göre pratik hayatta tam bir ağaç oluverir. Bu ağacın gövdesinden
dalları ve her bir yaprağına kadar, devamlı hareket halinde olan hayat suyu ve
damarlarında dolaşmakta olan kan, tohum de­diğimiz ahlâktan geliyor. Nasıl ki
şeftali çekirdeğinden limon ağacı çık­mazsa, aynı şekilde kalbe ekilen tevhid
çekirdeğinden de, damarlarında ahlâksızlığın ruhu bulunan maddeci bir vücudun
doğacağı düşünülemez. Tek Allah’a inanma ve ibadet etme felsefesinden doğan
ahlâk, gayet tabii ki şirk, dinsizlik ve ruhbanlıktan kaynaklanan ahlâktan çok
farklı olacak­tır. İnsan hayatıyla ilgili çeşitli felsefe ve ideolojilerin
kendilerine mahsus tabiat ve huylan vardır. Her tabiat ve huy kendine özgü ahlâk
kaide ve ka­nunların kabulünü gerektirir.

Allah’ın tek oluşuna inanmak ve O’na tapınmaktan doğan ahlâkın
kaide ve kuralları, sadece belli bir dini grupla veya din adamlarıyla ya da
onların bulunduğu mâbed ve tekkeyle sınırlayanlayız. Bu ahlâk kuralları aslında,
insan hayatının her yönü ve yanını ihtiva etmelidir. Bir tüccar ve-ya esnaf
Allah’ı tanıyor ve O’ndan korkuyorsa, O’nun ticari faaliyetlerinde dürüst ahlâk
kurallarının görülmemesi için herhangi bir sebep yoktur. Al­lah’tan korkan bir
hâkimin adalet kürsüsünde ve bir polis memurunun gö­revli olduğu yerde “ilahî
ahlâk”ın örneklerini vermesi gayet doğaldır. Aynı şekilde, bütün bir millet
Allah’a tapıyor, O’ndan korkuyorsa, bütün va­tandaşlık vazifelerinde, devlet
işlerinde, ülke yönetiminde, iç ve dış politi­kasında, barışta ve savaşta her
zaman ve her yerde Allah’ın hoşuna gidebi­lecek ve O’nun gazabını
gerektirmeyecek ahlâk örneklerini vermesi gere­kir. Aksi takdirde bu milletin
Allah’a inanışı ve bağlılığı sadece lâfta kalır.

4.2.1. Peygamber
Efendimiz’in Güzel Ahlâka Dair Sözleri

Allah’ın tek oluşunun ve O’na itaat etmenin ne gibi bir ahlâk
düzeni oluşturduğunu ve bu ahlâk düzeninin insanın pratik yaşantısında ve
özel­likle kişisel ve toplumsal hayatta ne şekilde tezahür ettiğini uzunca
anlat­mamız mümkün değildir. Bunun için ayrı bir kitaba ihtiyaç vardır. Ama,
burada size Peygamber efendimizin bazı mübarek sözlerini sunmaya çalı­şacağım.
Bunlardan, Rasûl-i Ekrem’in vücuda getirdiği hayat nizamında iman, ahlâk ve amel
arasında ne güzel bir denge kurulduğunu anlamanız, sanırım kolay olacaktır.

“İman’ın birçok sahaları vardır.İmanın aslı, sizin Allah’tan
başka kimseyi ma’bud olarak tanımamanızdır. Bunun son dalı, yolda Allah
kul­larına zarar veya eziyet verebilecek bir şeyi gördükten sonra onu ortadan
kaldırmaktır. Ve hayâ da imanın bir parçasıdır.”

“Vücut ve elbisenin temiz olması, imanın yarısıdır.”

“Mü’min, insanların can ve malları için tehlikeli olmayana
denilir.”

“Emin olmayan iman sahibi değildir ve vaadleri yerine getirmeyen
dinsizdir.”                                                                                                                                                                                                                         
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

“Bir hayır iş yapınca memnun oluyor ve kötülük yaptıktan sonra
piş­man oluyorsan sen mü’minsin.”

“İman, tahammül ve geniş kalbliliğin adıdır.”

“Dostluğun ve düşmanlığın Allah için ise, dilinde Allah’ın adı
geçi­yorsa, kendin için beğendiklerini başkalarına beğeniyor ve kendin için
beğenmediklerini onlara da beğenmiyorsan, bu, iman ve inancın en güze­lidir.”

“İmân sahipleri arasında en mükemmel olanı, ahlâkı herkesten iyi
olan ve aile fertlerine muamele konusunda en iyi olandır.”

“Allah’a ve ahirete iman eden şahsın kendi misafirine hürmet
etmesi, komşusunu rahatsız etmemesi, dili açılınca iyi şeyler söylemesi ya da
su­sup durması gerekir.”

“Mü’min hiçbir zaman kimseye hakaret etmez, kimse ile alay
etmez, kimseyi lanetlemez, küfür etmez ve başkalarına dil uzatmaz.”

 “Mü’min her şey olabilir, ama yalancı ve hain olmaz.”

“Kötülüklerden komşusunun huzuru kaçan elbette bir mü’min
değil­dir, vallahi mü’min değildir, billahi mü’min değildir.”

“Kendi tıka basa doyan, ama yanındaki komşusu aç kalan iman
sahi­bi değildir.”

“Kendi öfkesini dışa vurmaya gücü olan, fakat yine de kendini
zaptedenin kalbini Allah iman ve huzurla doldurur.”

“Başkalarına gösteriş olsun diye namaz kılan, şirk içindedir,
başka­larına gösteriş olsun diye oruç tutan şirk içindedir, başkalarına gösteriş
olsun diye sadaka veren şirk içindedir.”

“Şu dört özellik (kötülük) birinde bulunursa o şahıs münafıktır.
Ema­nete hıyânet eder, konuşurken yalan söyler, verdiği sözü tutmaz ve kavga
ederken nezâket sınırlarını geçer.”

“Yalan şahitlik, şirke kadar giden büyük bir günâhtır.”

“Gerçek mücahit, Allah’a itaat ederken kendi nefsiyle savaşandır
ve gerçek muhacir (hicret eden), Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.”

“Biliyor musunuz, kıyâmet günü Allah’ın gölgesinde ilk önce yer
ala­cak olanlar kimler olacak? Kendilerine hakk bildirildiği zaman bunu ka­bul
etmiş olanlar ve kendilerinden istendiği zaman hakkı açık kalblilikle vermiş
olanlar ve de kendileri için istedikleri kararı başkaları için de
ve­rebilenler.”

“Siz bana altı şey için teminat verirseniz, ben de size cennetin
garan­tisini veririm, konuşurken doğruyu söyleyin, verdiğiniz sözü tutun,
ema­netlerinizi yerine gelirin, kötülüklerden sakının, kötü bakışlardan kaçının
ve zulüm etmeyin.”

“Hilekâr, kendini beğenmiş ve başkalarına yaptığı iyilikleri her
za­man yüzlerine vuran biri cennete girmeyecektir.”

“Cennet’e haram lokmalardan oluşan et giremeyecektir. Haram
yiye­rek şişen vücut için (cehennem) ateş(i) daha iyidir.”

“Bozuk ve çürük malı satan ve müşteriye kötü tarafını
söylemeyenin üzerine Allah’ın öfkesi giderek artar ve melekler onu lanetler”.

“Bir şahıs istediği kadar yeni hayata kavuşsun ve Allah’ın
yolunda cihad etmeye devam elsin, borcu varsa ve ödenme misse, cennete
gide­mez”.

“İster erkek olsun, ister kadın, ömürlerinin 60 yılını bile
Allah’a itaat ederek geçirmiş olsalar dahi, öldükleri vakit vasiyetlerinde hakkı
olanın hakkını vermemişlerse, ikisi de cehenneme lâyık olacaklardır”.

“Emrinde olanlara sert davranan âmir cennete giremeyecektir.”

“Ben size, oruç, sadaka ve namazı yok eden bir şey söyleyeyim
mi? Bu, anlaşmayı bozmak ve huzur varken kavga çıkarmaktır. İnsanlar ara­sındaki
ilişkileri bozmak, bir insanın bütün iyiliklerini yokeden bir fiil­dir.”

“Asıl fakir olan, kıyamet günü Allah’ın huzuruna, yanında namaz,
oruç ve zekât gibi bütün servetiyle çıkmasına rağmen kimine küfür etmiş, kimine
iftira atmış, kiminin malını yemiş, kiminin kanını akıtmış ve kimini dövmüş
olarak gelendir. Allah böyle birinin bütün iyiliklerini o mazlum­lara dağıtır.
Hesap yine denk gelmezse mazlumların günahları kendisine yüklenir ve kendisi
Cehenneme aldır”.

“İnsanlar, kendi kötülüklerini te’vile ve nefislerini kötülükler
yüzün­den teskin etmeye çalışmazlarsa kurtuluşlarından umutsuz olmazlar”.

“Malları, fiyatları yükselsin diye stok eden esnaf ve tüccar
melun­dur”.

“Fiyatları artsın diye hububatı 40 gün stok edenin Allah ile
hiçbir ilişkisi olamaz”.

“Eğer bir tüccar tahılını, 40 gün stok ellikten sonra sadaka
olarak fa­kir fukaraya dağıtsa bile affedilemez”.

Rasûl-ü Ekrem
(a.s.)’in bazı mübarek sözlerini yukarıda örnek olarak sizlere sundum. Bu
hadis-i şerifler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in iman ile ahlâk ve ahlâk ile
hayatın bütün bölümleri arasında nasıl bir bağlantı kur­duğunu açıkça ortaya
koymaktadır,. Tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hz. Muhammed (a.s.) bu vaaz ve
telkinlerini sadece kâğıt üzerinde bırakmadı, aksine bu söz ve kuralların ne
kadar pratik olduğunu, bir memlekette bü­tün bir siyaset ve medeniyet nizamını
kurup işler hale getirmekle kanıtla­dı. İşte bu büyük başarıdan dolayıdır ki biz
Hz. Peygamber’e Server-i Alem veya Cihan önderi lakabını vermeyi uygun gördük.

İlgili Makaleler