Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



On Birinci Bölüm: GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



11.1. KUR’ÂN-I KERÎM’DE YER ALAN GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



11.1.1. Hazreti Peygamber’in Bazı Önemli Haberleri



11.1.1.1. Parlak Gelecek



11.1.1.2. Din’in Galebesi İle İlgili önceden Verilen Haber



11.1.1.3. Yeni Bir Dönemin Müjdesi



11.1.1.4. “Yükü Azaltma”nın Manası



11.1.1.5. Şânın Yükselmesi



11.1.1.6. Göğsün Açılması



11.1.1.7. “Kevser” Müjdesi



11.1.1.8. Kevser Müjdesinin Âhiret İle İlgili Anlamı



11.1.1.9. Ebû Leheb’in Kötü Sonu



11.1.1.10. Mekkelilerin, Hz. Peygamber (a.s.)’i Kovmaları Üzerine
Cezalandırılmaları



11.1.1.11. Kureyşlilerin Yenilgisi



11.1.1.12. Mekke’nin Fethi



11.1.1.13. Kur’ân’ın Mesajı Her Tarafa Yayılacaktır



11.1.1.14. Hz. Peygamber (a.s.)’in Yüksek Mevkii



11.1.1.15. Hz. Peygamber (a.s.) İçin Makam-ı Mahmûd



11.1.1.16. Mağlup Rûm (Bizanslılar)’ların Tekrar Zafer Kazanacaklarına Dair
Müjde



11.1.1.17. Firavun’un Nâşının Mumyalanması



11.1.1.18. Ye’cuc, Mecûc’ların Dünyayı Altüst Edecek İstilâsı



11.1.1.19. Yahudilerin Rezil ve Çaresiz Olması



11.2. HADİS’TE YER ALAN GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



11.2.1. Arabistan ve İran’a Hakimiyetin Şartı



11.2.2. Kureyş’in Siyasi İktidarı



11.2.3. Cihâd Devam Edecektir



11.2.4. Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar Gibi Bozulacaklardır



11.2.5. Müslüman Ümmetinin Gelecek Tarihi



11.2.6. Hâkim Sınıf veya Yöneticilerin Bozulması



11.2.7. Din’in İhya Edilmesi



11.2.8. Müslümanlar Arasında Nifak ve Anlaşmazlık



11.2.9. Mehdî’nin Ortaya Çıkmasıyla İlgili Haberler



11.2.10. “Müceddid-i Kâmil” in Yeri



11.2.11. Mehdi İle İlgili Yaygın Anlayış



11.2.12. Mehdî’nin Çalışmalarının Niteliği



11.2.13. Hz. Îsa’nın Dünya’ya Tekrar Gelişiyle ilgili Haberler



11.2.14. “Mesih Benzeri” Kavramı Yanlıştır



11.2.15. Deccâl’in Ortaya Çıkışıyla İlgili Haberler



11.2.16. Hz. Peygamber (as)’in Buyruklarından Yolun Tayini



11.2.17. Hz. Ammâr bin Yâsir’in Öldürülmesiyle İlgili Haber



11.2.18. Kıyamet’in Gelmesiyle İlgili 10 İşaret

On Birinci Bölüm: GELECEKLE İLGİLİ
HABERLER

11.1. KUR’ÂN-I KERÎM’DE YER ALAN
GELECEKLE İLGİLİ HABERLER

11.1.1. Hazreti
Peygamber’in Bazı Önemli Haberleri

Peygamberler mutlaka doğru çıkan haberleri vermişlerdir. Bu
haber­lerden bazılarının gerçekleşmesi epeyce zaman almıştır ve bunlardan
ba­zıları ilk bakışta inanılmaz gibi görülmüştür. Halbuki, doğru haberler,
peygamberliğin alâmet ve belirtilerinden biridir ve bunlar bir bakıma, Mu’cize
mahiyetindedir. Falcıların kehanetleri bazen doğru çıkar bazen çık­maz,
peygamberlerin verdiği haberler ise her zaman doğru çıkar, çünkü onlar bu
haberleri ilm-i ilâhîye dayanarak yaparlar. Hz. Peygamber efen­dimiz (a.s.)’in
istikbal ile ilgili haberlerinden bir bölümü Kur’ân-ı Kerim’de bir bölümü de
hadislerde yer almıştır. Bunları şöyle sıralayabili­riz.

11.1.1.1. Parlak
Gelecek

“Senin için âhiret, elbette dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha; 4)

Yukarıdaki ayetin bir anlamı da şudur: “Senin için daha sonraki
devir, şimdikinden elbette daha iyi olacaktır.” Cenab-ı Allah bu müjdeyi,
Hazre­ti Peygamber (a.s.)’a tebliğe başladığı ilk günlerde vermişti. O sırada
müs­lümanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. İslâm cemaati zayıf ve
küçüktü. Buna mukabil, bütün Mekke’liler ve Arap’lar Hazreti Pey­gamber (a.s.)’e
karşıydılar. Görünüşte İslâmiyet’in kök salması, gelişmesi ve güçlenmesine hiç
bir imkân yoktu. Durum ümitsizdi. İslâm’ın meşalesi sadece Mekke’nin bir
kesiminde yanıyordu ve bunu söndürmek için her taraftan muhalefet rüzgârları
esiyordu, işte o sırada, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’den cesaretini
kırmamasını istedi ve geleceğin aydınlık günlerini müjdeledi. Allah dedi ki, “Ey
Muhammed, bugünkü zorluklar­dan dolayı yılma. Bundan sonra her geçen gün senin
için iyi olacaktır. Şân ve şöhretin artacaktır. Adın her tarafta duyulacaktır ve
kullara iletmek is­tediğin hidayet her tarafa yayılacaktır. Bu durum sadece bu
dünya ile sı­nırlı da değildir, bu dünyada zahmet ve zorluk çeksen de ahiretle
bunun semeresini göreceksin. Yani, dünyadaki mevkiin öbür dünyada daha da
ar­tacak ve sen orada en yüksek makama nail olacaksın.”

Taberânî “Evsâfta ve Beyhakî “Delâil”de İbn Abbas (r.a.)’a
dayana­rak şu hadisi nakletmişlerdir. Rasûlullah buyurdular ki, “benden sonra
be­nim ümmetimin kazanacağı bütün başarılar gözümün önüne serildi. Bun­dan çok
memnun kaldım. Bunun üzerine Cenab-ı Allah dedi ki, âhiret se­nin için dünyadan
da daha iyi olacaktır.”

11.1.1.2. Din’in
Galebesi İle İlgili önceden Verilen Haber

“Gerçekten, Rabbin sana verecek sen de razı olacaksın”. (Duha;
5)

Allah demek isliyor ki, benim nimetlerimin gelmesi biraz zaman
ala­cak, ama muhakkak gelecektir, öyle gelecektir ki Hz. Muhammed (a.s.) ve O’na
iman edenler gerçekten mutluluk duyacaklardır. Allah’ın rahmeti ve ihsanı yağmur
gibi yağacaktır. Nitekim, Allah’ın dediği oldu ve Hazreti Peygamber (a.s.) henüz
hayatta iken bütün Arap yarımadası ile kuzeyde Bizans İmparatorluğu’nun Suriye
sınırına ve İran İmparatorluğu’nun Irak sınırlarına kadar ve doğuda Basra
Körfezinden batıda Kızıldeniz’e kadar olan topraklar İslâm İmparatorluğu
hakimiyetine giriverdiler. Arabistan’ın tarihinde ilk defa bu topraklar belli
bir kanun ve düzene tabi oldular. İs­lâm yayılması karşısında ayakta durmaya
çalışanlar yok oldular. Hicâz ve Arabistan’da kelimeyi şehadet “Lâilaheillâllah
Muhammed-ur Rasûlullah”tan başka bir şey duyulmaz oldu. İslâmiyet’in selini, ne
müşrikler, ne de ehli kitap durdurabildiler. Arap’ların sadece başları değil,
kalpleri de tek Allah’a itaatle eğildiler. Bu insanların inanç, ahlâk, fiil
bilgi ve kültür­lerinde tam anlamıyla inkılab oldu. İnsanlık tarihinde,
Cahiliyye’nin en kötü illetlerine yakalanmış olan bir milletin, sadece 23 yıllık
bir süre için­de bambaşka bir millet olup çıktığının başka bir misalini görmek
mümkün değildir. İslâm hareketi burada son bulmadı, aksine daha da gelişti, dal
budak saldı. Hz. Peygamber (a.s.)’in inkılabçı hareketi daha sonra Asya, Afrika
ve Avrupa’nın büyük bir bölümüne hakim oldu ve zaman geçtikçe dünyanın her
köşesine yayılmış oldu. Cenab-ı Hakk’ın dünyada Hz. Pey­gamber’e verdiği nimet
ve ihsanlar işte bunlardır. Mükâfatların daha bü­yükleri de Ahiret’te
verilecektir.

Gayri medenî, ümmî bir milletten, talimatı, hidayeti ve
öğretileri böy­lesine inkılabçı olan bir peygamberin çıkması, Allah’ın
kudretinin en bü­yük delili değilse nedir? Bu Peygamber (a.s.)’in getirdiği
mesaj öylesine evrensel ve ebedî ilkelere dayanmaktadır ki, bunlar üzerinde
bütün insan­lık muazzam bir millet olarak yetişebilir ve bunlara göre her zaman
yönü­nü tayin edebilir. Yalancı bir insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu mevki
ve makama varamazdı. Arap’lar gibi cahil ve ilkel İnsanlar şöyle dursun, o çağda
dünyanın en medeni ve en ileri bir toplumunda yetişen en zeki ve en yetenekli
bir lider bile bir millet veya toplumun çehresini böylesine ta­nınmayacak
şekilde değiştiremezdi. Ayrıca, bütün insan soyunun bir plat­formda birleşip
kardeş olabileceği ve muhteşem bir din ve kültür düzenini meydana getirebileceği
altın ilkeler yaratamazdı. Bu, gerçekten, Allah’ın inayetiyle vuku bulan bir
Mu’cizedir. Demek ki, Cenâb-ı Allah, Hz. Pey­gambere ve ümmetine vaad ettiği
şeyleri vermiştir.

11.1.1.3. Yeni Bir
Dönemin Müjdesi

Duha Sûresi’nin ana teması Hazreti Peygamber (a.s.)’in,
vahiylerin arasının kesilmesi üzerine düştüğü telaşı gidermek ve İslâm’ı
yaymasında karşılaştığı güçlükler ve ümit kırıcı gelişmeler üzerine duyduğu
üzüntüye son vermek ve O’nu teselli etmektir. Bu sûrenin başlangıcında “kuşluk
vaktine ve karanlığı ile âlemi kaplayan geceye” yemin edilerek Rabbinin
kendisini, Hz. Muhammed (a.s.)’i bırakmadığı ve O’na küsmediği belirtil­miştir.
Bundan sonra, İslâm’ı yayma faaliyetinin ümit kırıcı ilk devresin­den sonra
durumun daha iyi olacağı, her geçen günün daha ümit verici, daha ferahlatıcı
olacağı kaydedilmiştir. Çok geçmeden Allah’ın kendisine nimet ve ihsanlarını
bahşedeceği ve kendisini mesud edeceği ifade edil­miştir. İşte bunlar, Kur’an’ın
sarih gaybî haberlerindendirler, ki daha sonra harfiyen gerekleşmişlerdir.
Halbuki, bu gaybî haberlerin yapıldığı sırada kimse böylesine muazzam
neticelerin’ alınacağını, böylesine köklü deği­şikliklerin meydana geleceğini
düşünemezdi bile. Bundan sonra, Allah-u Teâlâ, sevgili peygamberine diyor ki,
“Seni terk ettiğimi veya sana darıl­dığımı nereden çıkardın? Biz senin
doğuşundan beri seninle yakından ilgileniyoruz. Sen yetim doğmuştun, seni
yetiştirdik ve korunman için ola­ğanüstü tedbirler aldık. Sen doğru yolu
bilmezdin, biz sana doğru yolu gösterdik. Sen fakirdin, seni zengin ettik.
Bundan sonra da sana birçok ni­metler vereceğiz. Bütün bunlar gösteriyor ki, Biz
başından beri seni sevi­yoruz, sayıyoruz ve sana özel ilgi gösteriyoruz.”

11.1.1.4. “Yükü
Azaltma”nın Manası

“(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı? Senden yükünü indirip
altık.” (İnşirah; 1-2)

Müfessirlerden bazıları bu ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir:
Peygamberlik’ten önceki cahiliyye döneminde, Hz. Muhammed (a.s.) elinde olma­yan
sebeplerle bazı hala ve günahlar işlemişti ve bundan büyük eziklik duyuyordu.
Sanki omzunda bir yük vardı ve bunun kalkmasını istiyordu. Bu ayeti indirmek
sureliyle Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yü­künü kaldırdığını, bütün
hatalarını affettiğini bildirmiştir. Ne var ki, bu tür bir açıklamayı kabul
etmiyoruz. Ayetteki Arapça “vizr” kelimesi her za­man mutlaka “günah” veya
“hata” anlamında kullanılmaz, aksine “ağır yük” deyimi için de geçerlidir. O
halde kelimenin illâ kötü manasını kabul etmek için herhangi bir sebep yoktur.
Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.)’in, nü­büvvetten önceki yaşantısı öylesine
tertemizdi ki, örnek olarak muhalifle­rine gösterilmişti. Nitekim, Kur’ân-ı
Kerîm’de, Hz. Muhammed’in, Mek­ke’li kâfirlere şöyle hitap ettiği
kaydedilmiştir. “Bundan evvel aranızda se­nelerce yaşadım.” (Yunus; 16). Sonra,
Hz. Muhammed (a.s.) diğer insan­lardan saklanarak bir günâh işleyecek şahsiyete
de sahip değildi. Çünkü, Hz. Peygamber (a.s.) hâşâ böyle bir karaktere sahip
olsaydı, Allah, O’nun ağzından Mekke’lilere yukarıdaki şekilde cevap
verdirmezdi. O halde, yu­karıdaki ayette geçen “vizr” kelimesini “yük” anlamında
almak daha doğ­ru olacaktır. Yük de üzüntü ve yorgunluk yüküdür. Hz. Peygamber
(a.s.) gibi hassas ve ince duygulu bir kişi için milletinin cehâlet ve dalâleti
elem ve esef verici bir husus ve ağır bir yüktü. O’nun gözlerinin önünde her
tür­lü günâhlar işleniyor, putlara tapılıyor, Allah’a ortaklar koşuluyor, evham
ve batıl inançların batağına saplanılıyor, hayasızlık ve ahlâksızlığın son
örnekleri veriliyor, toplumda haksızlık, adaletsizlik ve zulümle işler
yapı­lıyor, güçlüler güçsüzleri eziyor, yeni doğan kız çocukları diri diri
gömü­lüyor, kabileler kabilelere saldırıyor, intikam almak için and içiliyor ve
bazen yüzlerce sene savaşılıyor, hiç kimsenin canı, malı ve namusu güven içinde
bulunmuyordu. Hz. Muhammed (a.s.) her şeyi görüyor, hissediyor ve içi kan
ağlıyordu, ama hiçbir şey yapamıyordu. Bir çare göremiyordu. Cenab-ı Allah işte
bu ağır yükten bahsediyor. Hz. Peygamber’in (a.s.) be­lini büken bu ağırlığı
kaldırdığını söylüyor. Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) nübüvvet makamına
yükseltildikten sonra aradığını bulmuş oldu. Derdinin çaresinin ne olduğunu
anlamış oldu. Hidayet yoluna kavuşmuş oldu. Allah’ın gösterdiği yol, O’nun
yükünü hafifletti ve kavuştuğu hidâyetle, sadece Arap’ları değil, bütün
insanlığı ıslâh edeceğinin farkına varmış oldu.

11.1.1.5. Şânın
Yükselmesi

“Ve senin şânını da yükselttik.” (İnşirah; 4)

Ulu Allah bu sözleri, İslâmiyet’in ilk devresinde söylemişti. O
sırada ancak birkaç kişi Rasûlullah (a.s.)’ın etrafında toplanabilmiş O’na iman
edebilmişti. O sırada eğer bir kişi kalkıp deseydi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in
şan ve şerefi bütün dünyada artacak ve getirdiği mesaj dünyanın dört bir
tarafına yayılacak; o zaman bu lâflara herkes gülerdi. Ama, bunla­rı söyleyen ve
müjdeleyen Allah’tır ki gelecekte ne olacağını pekalâ bili­yordu. Yüce Allah bu
sözünü gerçekleştirmeyi irade eni ve bu hususta Mekke’lilere iyi bir ders verdi.
Mekke’li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in vaaz ve telkinini baltalamak ve O’nu
diğer Arap’ların göründe kötülemek ve küçük düşürmek amacıyla akla gelen her
yola başvururlardı. Meselâ, yöntemlerinden biri, Hac mevsiminde Arabistan’ın don
bir tarafından Arap’lar Mekke’ye geldiğinde, Mekke’liler gruplar halinde herkese
gider, Mekke’de Muhammed (a.s.) adında çok tehlikeli (!) bir adamın
bulundu­ğunu, sihir yaparak baba ile oğul, koca ile karı ve kardeş ile kardeş
arasın­da anlaşmazlık çıkardığını, aileleri bozduğunu ve kabileleri birbirine
düş­man hale getirdiğini söylerlerdi ve dolayısıyla bu adamdan sakınmalarını
isterlerdi. Hac mevsiminin dışında da ziyaret ve ticaret gibi konularla ilgi­li
olarak Mekke’ye gelenlere de aynı şeyleri anlatırlardı. Fakat, Allah’ın
hikmetine bakın ki, bu menfi propagandanın bazı müsbet ne yönleri de
gö­rülüyordu. Bir kerre, Mekke’ye her ne sebepten olursa olsun, gelenler
ara­sında Hz. Muhammed (a.s.) adını bilmeyen kalmadı. Adı, sanı belli olma­yan
ümmi bir peygamberin adı böylece kısa bir zamanda bütün Arap yarı­madasında ve
hatla diğer bazı bölgelerde duyulmuş oldu. Bulun kabileler ve gruplar “Muhammed”
ismini tanımış oldular. Gayet tabiidir ki, Hz.Muhammed (a.s.)’in adını ve
hakkındaki bu kadar dedikoduyu duyan her­kes, kendisinin kim olduğunu, nasıl bir
kişiliğe sahip olduğunu, neler söy­lediğini, ne yaptığını, “sihri”nin nasıl
olduğunu, bundan etkilenenlerin kim olduğunu merak etmeye başladı. Mekke’li
kâfir ve müşriklerin propa­gandası arttıkça, Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili
merak da arttı. Ve Arabis­tan’ın her köşesinden İnsanlar bu “ilginç” (!) adamı
görmek amacıyla akın akın Mekke’ye gelmeye başladılar. Merak ve arayış içinde
olanlar, bu harika kişinin ahlâk ve siretini görünce cazibesine kapılmaya
başladılar. Kur’ân-ı Kerîm’i işiten ve talimatını öğrenen kimseler, bu “kâhin”
(!) in mesajının ne olduğunu anladılar. Ve “sihir” denilen ilâhî mesajın aslında
bir iksir olduğunu, bunu kabul edenlerin yaşantılarında muazzam inkılap meydana
geldiğini gören kimseler de İslâmiyet’in çemberine girmeye baş­ladılar. Menfi ve
kötü propaganda, faydalı bir hale dönüştü. Öyle ki, Mek­ke’den Medine’ye hicret
yaklaşırken Arap kabileleri ve sülaleleri arasında, Rasûlullah (a.s.)’ı
tanımayan veya aralarında birkaç iman sahibinin bulun­madığı kabile kalmamıştı.
Hz. Peygamber (a.s.)’in şan ve şerefinin yüksel­mesinin bu birinci merhalesiydi.

Medine’ye hicretten sonra ikinci merhale başladı. Bu dönemde bir
yandan münafıklar, Yahudiler ve Arap eşrafı Hz. Muhammed (a.s.)’i kötü­lemeye
çalışırken, bunun tam aksine bir avuç müslüman, herkesin gönlü­nü fetheden
insanlık ve uygarlık örneklerini veriyorlardı. Müslümanlar, Medine’de kurdukları
İslam Devleti’yle, Allah’a inanma, O’ndan korkma, ibadet ve takvâ, temiz
karakter ve ahlâk ile adâlet, eşitlik, sosyal adâlet, istişare, kalkınma ve
refah, sosyal hizmet, söz tutma ve doğruluğun en gü­zel örneklerini
sunuyorlardı. Düşmanları, Hz. Peygamber (a.s.)’in artan nüfuzunu savaş ve
çarpışmalarla durdurmak istediler. Fakat, Hz. Peygam­ber (a.s.)’in eşsiz
liderliğinde kurulan imanlı cemaat ve ordu, disiplin, dü­zen, cesaret, ölüme
meydan okuma ve savaşta da bazı ahlâk kurallarına ri­ayet etme gibi vasıflarla
düşmanlara galip geldi ve nihayet bütün Arabis­tan’da İslâm’ın bayrağını
dalgalandırmayı başardı. On senelik kısa bir müddette Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in
şanü şerefi öylesine yükseldi ki, düş­manların bütün gayretlerine rağmen
Arabistan’ın her köşesinde herkes ke­lime-i şehadet getirmeye başladı.

Bundan sonra üçüncü bir merhale daha vardır; ki Hulefa-i Râşidîn
ile başladı ve zamanımıza kadar devam ediyor. Bu müddet içinde Hz. Pey­gamber
(a.s.)’in şanı ve şöhreti dünyanın her tarafına yayılmıştır ve bu du­rum
inşallah kıyamete kadar devam edecektir. Hakikaten, bugün dünyada hiçbir yer
yoktur ki orada müslümanlar bulunmasın, günde beş vakit ezan okunmasın, her
ezanda Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek ismi anılmasın, namazlarda ruhu için dua
edilmesin, cuma hutbelerinde O’ndan bahsedil­mesin, senenin 12 ayında ve her gün
ve günün 24 saatinde yeryüzünün herhangi bir yerinde zikri yapılmasın. İşte bu
da Kur’ân-ı Kerîm’in doğru çıkan haberlerinden biridir. Çünkü, Hz. Muhammed
(a.s.)’in zikri ve fikri­nin her zaman ve her tarafta yapılacağı müjdelendiği
zaman kimse bunu tasavvur bile edemezdi. Hadislerde, Hz. Ebû Saîd Hudrî
(r.a.)’in bir rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, Cebrail
(a.s.) bana geldi ve dedi ki, ‘Benim Rabbim ve Sizin Rabbiniz soruyor ki,
şanınızı nasıl yükselttim?’ Ben dedim ki, ‘Allah iyi bilir.’ O dedi ki, Allah
buyurmuştur ki, ‘Benim adım zikredildiği zaman senin adın da zikr edilecektir.'”
(İbn Cerîr, İbn-i Merdûye, Ebû Nuaym). Tarihi gerçekler bu sözleri haklı ve
doğru çıkarmıştır.

11.1.1.6. Göğsün
Açılması

“(Habibim) Bizim senin göğsünü açmadık mı?”. (İnşirah; 1)

Sûrenin bu sual ile başlaması ve daha sonra geçen ibareler
gösteriyor ki, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) o sıralarda İslâm’ın tebliği
ile orta­ya çıkan güçlüklerden hayli üzgün ve endişeliydi. İşle bu sûrede Cenab-ı
Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)’i teselli ediyor ve kendisine gösterdiği ya­kın
ilgisini hatırlatıyordu. “Göğsün açılması”yla ilgili deyim Kur’ân-ı Kerim’de
geçtiği yerlerde iki anlam taşımaktadır. Meselâ, En’âm sûresinin 125. ayetinde
şöyle bir ifadeye rastlanıyor: “Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü,
İslâm için açar.” Zümer suresinin 22. ayeti ise şöyle­dir: “Allah’ın İslâm için
göğsüne genişlik verdiği bir kimse ki, o, Rabbi tarafından hidayet nuru
üzerindedir.” Bu her iki ayette, “göğsün açılması” ifadesinin anlamı, her türlü
karmaşık fikir ve kaygıdan sıyrılıp doğru yo­lun İslâm olduğuna; inanç, ahlâk,
medeniyet ve kültür ile ilgili İslâm’ın bütün öğretilerine inanmaktır. “Göğsün
açılması” deyiminin bir başka an­lamı şöyle izah edilebilir. Şuara sûresinde,
(âyet; 12-13) Allah Hz. Mu­sa’yı peygamberlik makamına getirdikten ve Fir’avun
gibi zalim ve güçlü bir imparator ile çarpışma emri verdikten sonra, Hz.
Musa’nın şöyle dedi­ği kaydedilmiştir. “Rabbim, beni tekzip etmelerinden
korkuyorum. Göğ­süm (kalbim) daralıyor. Dilim açılmıyor.” Bunun yanı sıra Tâhâ
sûresinde Hz. Musa’nın Allah’a şöyle dua ettiği belirtilmiştir; “ey Rabbim,
göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. (Âyet; 25-26). Bu ayetlerde “göğsün
sıkılması”, büyük bir imparatora karşı çıkmanın verdiği dehşet, korku ve
heye­can ile endişedir. Yani, Musa tek başına Fir’avun gibi güçlü ve zalim bir
hükümdara karşı çıkmaya cesaret edemiyordu. “Göğsün açılması” veya
“genişlemesi”nin manası da cesaret kazanmak ve cesaret toplamaktır.

İnşirah sûresinin söz konusu ayetini bu açıdan inceleyecek
olursak, burada “göğsün açılması” deyiminin yukarıdaki her iki mânâyı da ihtiva
ettiğini anlamış olacağız. Bundan anlaşılıyor ki, nübüvvetten önce Rasûlullah
(a.s.) müşrik Arap’ların, Hıristiyan, Yahudi, mecûsî ve diğer dinde olanların
inanç ve akidelerini kabul etmiyordu ve ayrıca, Tevhid’i kabul eden bazı
Arap’ların “Hanifliği”nden de memnun değildi. Zira, “Haniflik” müphem ve muğlak
bir akide idi. Bunda doğru yolun hiçbir ayrıntısı yok­tu. Hz. Muhammed (a.s.)
doğru yolun ne olduğunu bilemediği için zihnen huzursuzdu ve bir arayış içinde
idi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e nübüvvet ihsan etmek suretiyle
huzursuzluğunu giderdi ve gönlünü rahat­lattı. Âyeti diğer açıdan inceleyecek
olursak, o zaman bundan şu anlamı çıkarabiliriz. Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed
(a.s.)’e peygamberlik ihsan etmekle birlikte, bu yüce makamın gerektirdiği
cesaret, azim, kararlılık ve geniş kalpliliği de verdi. Allah, Hz. Peygamber
(a.s.)’e, hiçbir insanın sa­hip olamadığı ve olamayacağı ilim verdi. Her çetin
meselenin üstesinden gelebilmesi için akıl ve hikmet verdi. Cahil bir toplumda
ve dalâletin en karanlık döneminde, hiçbir maddî imkânı olmaksızın düşmanlar ve
muha­lifleriyle mücadele etmesini mümkün kıldı. İslam bayrağını açlıktan sonra
muhalefetin en şiddetli rüzgârına karşı dimdik ayakta kalmasını sağladı. Bu
yolda karşılaşılacak her türlü zorluk ve acıya karşı gülerek karşı koy­ma
cesareti verdi. Cenab-ı Allah’ın bu kadar inayet ve ihsanlarından sonra Hz.
Muhammed (a.s.)’in üzülmesine ve cesaretini kaybetmesine gerek var mıydı?

Bazı müfessirler bu ayetlerde geçen “göğsün açılması” deyimini
fiilen göğsün açılması veya yarılması anlamında almışlardır. Bu müfessirler, bu
ayetleri, hadislerde geçen “göğsün açılması Mu’cizesinin bir delili olarak kabul
etmişlerdir. Fakat hakikat şu ki, söz konusu Mu’cize ancak hadisteki
rivâyetlerle ispatlanabilir. Bu Mu’cizeyi Kur’ân-ı Kerîm ile ispatlamaya ge­rek
yoktur. Aslında Arapça “şarh-ı sadr” deyimi, hiçbir şekilde “göğsün yarılması”
anlamında alınamaz. Nitekim, Allame Alûsî “Ruh-ul Me’ânî” de şunları
söylemiştir: “Araştırmacıların burada geçen ‘Şarh’ kelimesini göğsün fiilen
açılması veya yarılması anlamında almaları doğru bir şey değildir.”

11.1.1.7. “Kevser”
Müjdesi

Peygamberliğin, vaaz ve tebliğin ilk günlerinde, Hazreti
Muhammed (a.s.) büyük bir muhalefetle karşılaşırken, her taraftan güçlüklerle
yüz yü­ze gelirken, bütün bir millet engel çıkarırken ve bir avuç müslüman için
hiçbir yerde sığınma ve kurtuluş imkânı görülmezken, Cenabı Allah, Hz. Peygamber
(a.s.) ve yanındakileri teselli etmek ve cesaretlerini arttırmak amacıyla
çeşitli ayetler indirmiştir. Bunlar arasında daha önce gördüğü­müz gibi, Duha
suresi de yer alıyor. Bu surede şöyle buyurulmuştur: “Se­nin sonun elbette
ilkinden hayırlıdır. Gerçekten, Rabbin sana verecek de râzı olacaksın” (âyet;
4-5). İnşirah sûresinde şöyle denilmiştir: “Ve senin şanını da yükselttik”
(âyet; 4). Yani, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’yı kötülemek ve yolunda
engeller çıkarmak için müşrikler ne yaparsa yap­sınlar, bunun sonu selâmettir.
Şan ve şerefi yükseltilecektir. Bundan sonra şu ifadelere rastlanıyor: “Muhakkak
her güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet her güçlükle beraber kolaylık vardır”
(âyet; 5-6). Yani, Hazreti Pey­gamber (a.s.)’e deniliyor ki, “Sen cesaretini
kaybetme, bugünkü güçlükleri yeneceksin ve geleceğin aydınlık olacaktır.”

İşte bu şartlar altında, Cenab-ı Allah (cc.) Kevser sûresini de
indir­mek suretiyle Rasûlullah (a.s.)’ı teselli etmeye çalıştı. Bu sûrede,
muhalif­lerinin mahvolacağını ve aydınlık günlerin yakın olduğunu müjdeledi.
Kureyş’li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni dini yaymaya başlamakla
ailesinden, yakınlarından ve milletinden kopup yapayalnız kaldığını
söy­lüyorlardı. Hz. İkrime (r.a.) tarafından rivayet edilen bir haberde
deniliyor ki, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik makamına yükseltildikten sonra
Kureyş’i İslâmiyet’e davet etmeye başlayınca, Kureyş’liler şöyle demeye
başlamışlardı: “Muhammed (a.s.) milletinden, bir ağacın yerden koptuğu gibi
kopmuştur.” (İbn-i Cerîr). Yani Hz. Muhammed (a.s.) sökülen bir ağaç gibi, kısa
bir süre sonra kuruyup yok olacaktır. Muhammed bin İshâk diyor ki, Mekke’li
kabile reisi As bin Vâil Sehmi’nin yanında Rasûlullah (a.s.)’tan bahsedilirken
şöyle derdi: “Aman siz de; boş verin bu ada­mı, o kökü olmayan bir adamdır.
Erkek evlâdı yoktur. Ölürse adını ancak kimse bile kalmaz.” Şemir bin Atiyye
(r.a.) diyor ki, başka bir Mekke’li reis, Ukbe bin Ebî Muayt da Rasûlullah
(a.s.) hakkında benzeri sözler söylerdi. (İbn-i Cerîr). İbn Abbas’ın (r.a.)
rivâyetine göre, bir defasında Medine’nin Yahudi kabile reisi, Ka’b bin Eşraf
Mekke’ye geldiğinde Mek­keli kabile reisleri kendisine şöyle dediler: “Allah
aşkına şu adama bakın, milletinden kopmuş, ama kendisini bizden üstün görüyor.
Oysa Kâbe’nin bekçisi, yöneticisi ve Hacc’ın düzenleyicisi biziz.” (Bezzâr). Bu
olayla il­gili İkrime’nin rivâyetinde, Kureyş’lilerin Hz. Muhammed (a.s.) için
şu kelimeleri kullandığı kaydedilmiştir: “Zayıf, çaresiz, yalnız ve milletinden
kopmuş, evlatsız adam.” (İbn-i Cerir). İbni Sa’d ile İbni Asâkir’in
rivayet­lerine göre Hazreti Abdullah bin Abbas şunları anlatmıştır: “Rasûlullah
(a.s.)’ın en büyük oğlu Kâsım (r.a.)’dı. O’nun küçüğü Hz. Zeyneb (r.a.) idi.
O’nun küçüğü, Abdullah (r.a.) idi. Daha sonra sıra ile üç kız vardı: Ümm-ü
Külsüm, Fatma ve Rukiyye (r.a.) Bunlardan ilk önce Hz. Kâsım vefat etti, daha
sonra Hz. Abdullah.” Herhalde, bunun için As bin Vâil, “erkek evlâdı yoktur”
deyimini kullanmıştı. Bazı diğer hadislerde As’ın şöyle de­diği nakledilir:
“Muhammed (a.s.) köksüzdür. Hiçbir erkek evlâdı yoktur, ki O’nun yerini
alabilsin. Öldükten sonra adı dünyadan silinecektir, ve siz de ben de, ondan
kurtulacağız.” Abd bin Humeyd’in İbn Abbas’a dayana­rak naklettiği haberden de,
Hazreti Peygamber (a.s.)’in ikinci erkek evlâdı, Hz. Abdullah vefat edince Ebû
Cehil’in de benzeri sözler söylediği anlaşı­lıyor. Şamir bin Atiyye’nin bir
rivâyeti İbn Ebî Hâlim tarafından nakledil­miştir. Bunda da, Rasûlullah (a.s.)’ın
acılı anında Ukbe bin Muayt’ın se­vinmek suretiyle aynı alçaklığı sergilediği
kaydedilmiştir. Atanın ifadesi­ne göre, Hazreti Peygamber ikinci oğlunu
kaybedince, amcası Ebû Leheb (ki evi Rasûlullah (a.s.)’ın evinin tam karşısında
idi) koşarak müşriklere gitti ve onlara şu müjdeyi verdi, “Bu gece Muhammed
evlatsız kaldı ve kökü kazındı.”

İşte bu cesaret kırıcı şartlarda Kevser sûresi Rasûlullah
(a.s.)’a nâzil oldu. Kureyş’liler, şirklerini alenen reddettiği ve tek Allah’a
itaat ve ibade­ti kabul ettiği için Hz. Muhammed (a.s.)’a karşıydılar. Bu
sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’in, peygamberlikten önce sahip bulunduğu mevkî,
ma­kam ve haysiyetine sünger çekilmişti. Ve güya Hz. Peygamber, milletin­den
çıkarılmıştı, bağı koparılmıştı. Bir avuç taraftarı da çaresiz ve yalnız idi.
Herkesin eleştirisi ve baskısına hedef oluyorlardı. Bu acılar dinmeden, Hazreti
Peygamber (a.s.)’in büyük oğlu da vefat etti. Böyle kederli günler­de dost,
ahbab komşu ve yakınlarından yakın ilgi ve sevgi beklerken, muhalifleri
seviniyor ve mutluluktan uçuyordu. O’na taziyede bulunacak, O’nu teselli edecek
ve derdini paylaşacak kimseler yoktu. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı
Kerîm’in en kısa sûrelerinden biriyle, Hz. Mu­hammed (a.s.)’e müjdelerin en
büyüğünü verdi. Bu müjde şimdiye kadar hiçbir insana nasip olmamıştı. Ayrıca, Hz.
Peygamber (a.s.) ile alay eden ve O’nun neslinin tükendiğini söyleyenlerin kendi
nesillerinin kesileceği, köklerinin kazınacağı belirtildi: “(Ey Muhammed,) Biz
sana kevseri verdik. O halde Rabbine ibâdet et, dua et. Kurban kes. Sana ta’n
edenin ken­disi ebterdir (nesli kesiktir.)”

Yukarıdaki sûrede geçen Arapça “ebter” kelimesi, “kesmek”
anlamına gelen “betera” kökünden gelmektedir. Fakat burada bir deyim olarak ve
çok geniş anlamda kullanılmıştır. Hadiste, başka bir rek’atı olmayan na­maz için
“buteyra”, yani “tek rek’at” tabiri kullanılır. Başka bir hadiste şöyle
denilmiştir: “Ehemmiyeti olan herhangi bir iş Allah’ın hamdı olmak­sızın
başlatılırsa ebterdir.” Yani böyle bir iş temelsizdir, dayanaksızdır,
is­tikrarlı olamaz ve sonu iyi değildir. Murada ermeyen kişi için “ebter”
de­nilir. Kaynakları ve imkânları olmayan, kısacası, nüfuzlu olmayan bir kimse
de ebterdir. Hakkında hiçbir hayır düşünülmeyen, kendisinden hiç­bir hayır
beklenmeyen, başarı şansı sıfır olan kişi ebterdir. Kendi aile, sülâle ve
yakınlarından kopmuş olan insan ebterdir. Erkek evlâdı olma­yan, ya da doğup
ölmüş olan şahıs ta “ebter” sayılır. Zira, ondan sonra onun soyunu sürdürecek
kimse kalmıyor. Nesli tükeniyor ve kendisi öl­dükten sonra soyu tarihe
karışıyor. Kureyş’li kâfirler hemen hemen bulun bu anlamlarda Muhammed
Rasulullah (a.s.)’ı “ebter” olarak çağırıyorlardı. Bunun için Allah dedi ki, ‘Ey
Peygamber, sen “ebter” değilsin, ebter olan Kureyş’lilerin ta kendileridir.’
Dikkat edilirse bu sadece bir karşı suçlama değildi, aksine bir hakikatin dile
getirilmesiydi ve önemli bir ilâhî müjde idi. Zira, bu müjde yapıldığı zaman
herkes sırf Hz. Muhammed (a.s.)’in “ebter” olduğunu sanıyordu. Vaziyet ve
şartlar bunu gösteriyordu. Aksi bir şey iddia edilemezdi. Mekke ve Arabistan’ın
en varlıklı, güçlü ve nüfuzlu kabile reislerinin bir gün “ebter” olacağını, yani
kanalları kopmuş kuşlara döneceğini tasavvur etmek bile mümkün değildi, fakat
aradan sa­dece birkaç sene geçtikten sonra durum tamamıyla değişiverdi. Öyle
za­man oldu ki, Ahzâb gazvesi sırasında (hicretten sonra beşinci yıl) çok
sa­yıda Kureyş’li kabile reisi, Arap eşraf ve Yahudi kabileleri büyük bir ordu
ile Medine’ye yürümüşlerdi ve Hazreti Peygamber ile vefakâr arkadaşları siper
kazarak kendilerini savunmaya çalışmışlardı. Ve öyle zaman da gel­di ki, sadece
üç sene sonra, (h.s. 8) İslâm Ordusu muzaffer bir şekilde Mekke’ye girerken
Kureyşlileri savunacak ve onların yardımına koşacak kinişe yoktu. Çaresizlik
içinde silâhlarını bırakmak ve teslim olmak zo­runda kalmışlardı. Bundan bir yıl
sonra bütün Arap yarımadası Rasûlullah (a.s.)’ın buyruğu altında idi. Ülkenin
her köşesinden kabileler gelip kendi­sine biat ediyor ve bağlılıklarını
bildiriyorlardı ve düşmanları yapayalnız kalmıştı. Adları, sanları dünyadan
öylesine silindi ki, evlâtları dünyada kaldıysa da bugün onların Ebû Cehil, Ebû.Leheb,
As bin Vâil veya Ukbe bin Ebî Muayt gibi İslam düşmanlarının çocukları olduğunu
kimse bilme­di. Hatta kendi evlâtları bile bugün atalarının İslâm düşmanları
olduğun­dan iftihar edemez. Bunun tam aksine bugün yüz milyonlarca müslüman,
dünyanın her tarafında Hazreti Peygamber (a.s.)’e selâm göndermekte, adını sevgi
ve saygıyla anmaktadır. Hz. Peygamber (a.s.)’in soyu yani ehli-beyt uzun müddet
herkesin alakasını çekmiş, herkesin sempatisi ve des­teğini kazanmıştır.
Milyonlarca insan sadece Rasûlullah (a.s.)’a değil, aile­sine, ve soyuna mensup
olmaktan gurur duymuş, herkesin takdirini ve öv­güsünü kazanmıştır. Hz. Muhammed
(a.s.)’in yakınları şöyle dursun, saha­beleriyle bile yakın ilişkide olmak
müslümanlar için büyük bir şereftir. O’nun için bugün yüzlerce, binlerce ve yüz
binlerce Seyyid, Alevî, Abbasî, Haşimî, Sıddikî, Farukî, Osmanî, Zübeyri ve
Ensârî vardır, ama Ebû Cehlî veya Ebû Lehebî hiç yoktur. Tarih, Rasulullah
(a.s.)’ın değil, muhalif ve düşmanlarının “ebter” (nesli kesik) olduğunu
ispatlamıştır.

11.1.1.8. Kevser
Müjdesinin Âhiret İle İlgili Anlamı

Kevser çeşmesiyle ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in dedikleri
şunlardır:

1) Bu çeşme Mahşer’de Hz. Peygamber (a.s.)’e ihsan olunacak, hem
de herkes “El-Ataş” “El-‘Ataş” (su, su) diye bağırırken, işte tam bu sırada Hz.
Muhammed (a.s.)’in ümmeti çeşme başında toplanıp suyu kana kana içecek. Hz.
Peygamber oraya herkesten önce varıp lam ortasında buluna­caktır. Peygamber
efendimiz (a.s.)’in sözleri şöyledir: “O, kıyamet günü ümmetimin başında
toplanacağı bir havuzdur.” (Müslim: Kitab-üs-Salât, Ebû Davûd: Kitab-üs-Sünne).
“Ben hepinizden önce oraya varmış olaca­ğım.” (Buhari; Kitab-ür-Rikâk ve
Kitab-ül-Fiten, Müslim; Kitab-ül-Fezâil ve Kitâb ül-Tehâret, İbn-i Ma’ce;
Kitab-ül Menasik ve Kitab-üz-Zühd, Müsned-i Ahmed: Rivâyet edenler: Abdullah bin
Mes’ud, Abdullah bin Abbas, Ebû Hureyre). “Ben sizden evvel varacağım ve sizin
için şahitlik yapacağım ve Allah’a yemin ederim ki, bu çeşmeyi şu ânda
görüyorum.” (Buhârî: Kitab-ül-Cenâiz, Kitab-ül-Megâzî ve Kitab-ür-Rikâk).

Rasûlullah (a.s.) bir defasında ensara hitap ederken şöyle
buyurdular: “Benden sonra siz menfaatçılık ve akrabacılıkla karşı karşıya
geleceksi­niz. Ama siz sabır edeceksiniz, ta ki benimle havuzda buluşmanıza
ka­dar.” (Buhârî; Kitâb-u Menâkıb-ül-Ensâr ve Kitâbül-Meğâzî, Müslim; Ki­tab-ül
Emâre, Tirmizî; Kitab-ül-Fiten). “Ben kıyamet günü havuzun ba­şında, olacağım.”
(Müslim, Kitab-ül Fezâil). Hazreti Ebû Berze El-Eslemî’ye sordular, “acaba siz
çeşme hakkında Rasûlullah’tan herhangi bir şey duydunuz mu? Dedi ki, bir değil,
iki değil, üç değil, dört değil, beş değil, birçok defa duydum. Bunu kabul
etmeyen inşallah bu çeşmenin su­yunu içemeyecektir.” (Ebû Davud:
Kitab-üs-Sünne).

Ubeydullah bin Ziyâd, Kevser çeşmesiyle ilgili rivâyetlerin
yanlış olduğunu zannederdi. Hatta, Ebû Berze El-Eslemî ile Berâ’ bin Âzib ve
Âiz  bin Amr’ın bütün rivâyetlerini yalanlamaya kalkıştı. Nihayet, Ebû Sebre,
Hz. Abdullah bin Amr bin As’tan duyarak kaydettiği bir yazıyı getirdi. Yazıda
Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu kayıtlıydı: “Haberiniz olsun, benim ve sizin
buluşma yeriniz benim havuzumdur.” (Müsned-i Ahmet, Abdullah bin Amr bin As
tarafından nakledilmiştir).

2) Söz konusu havuz veya çeşmenin büyüklüğü hakkında bazı farklı
ifadeler vardır. Ancak üzerinde genellikle anlaşılan ölçüsü, Eyle (İsrail’in
bugünkü Eylat limanı)’den Yemen’in San’a kentine kadar veya Eyle’den Aden’e ya
da Amman’dan Aden’e kadar uzun ve Eyle ile Hucfe (Cidde ile Rabiğ arasında bir
yer)’ye kadar geniş, şeklindedir. (Buhârî; Kitab-ur-Rikâk, Ebû Davûd
Et-Tayâlisî, hadis no: 995, Müsned-i Ahmed. Rivayet edenler: Ebû Bekir Sıddîk ve
Abdullah bin Ömer, Müslim; Kitab-ut-Tehâret, Kitab-ul-Fezâil, Tirmizî;
Sıfat-ul-Kıyâmet bölümü ve İbn Mâce; Kitab-üz-Zühd).

Bu demek oluyor ki, kıyamet günü belki de bugünkü Kızıldeniz,
Kev­ser çeşmesine veya havuzuna dönüştürülecek. Ama tabii, Cenab-ı Allah bunu
dâha iyi bilmektedir.

3) Bu havuzdan bahsederken bir defasında Rasûlullah (a.s.)
dediler ki, “buna Cennet’in nehri Kevser suyu katılacaktır.” Bir başka hadis
şöyledir: “Bu havuza cennetten su getiren iki çeşme akacaktır.” (Müslim;
Kitab-ul-Fezâil). Bir başka hadis de şöyledir: “Cennet’in nehri Kevser’den bir
çeş­me bu havuza açılacaktır.” (Müsned-i Ahmed: Rivayet eden: Abdullah bin
Mes’ud).

4) Bu havuzun suyundan bahsederken Hz. Peygamber (a.s.)
demişler­dir ki, “bu su süt (bazı rivayetlerde gümüş ve kar) ten daha
beyaz,-buzdan daha soğuk ve baldan daha tatlı olacaktır. Dibindeki toprak mis
gibi koka­caktır. Havuzun başında, gökteki yıldızlar kadar sürahi ve kaplar
buluna­caktır. Bu suyu bir kez içen bir daha susamayacaktır. Bunu içmeyen ise
hiçbir zaman susamışlığını gideremeyecektir.” Havuz ve suyuyla ilgili bu
ifadeler çok az farklarla bir çok hadiste yer almışlardır: (Buhârî; Kitab-ur
Rikak, Müslim; Kitab-ut-Tehâret ve Kitab-ul-Fezâil, Müsned-i Ahmed. Rivayet
edenler: İbn-i Mes’ûd, İbn-i Ömer, Abdullah bin Amr bin As, Tirmizî: Sıfatül
Kıyamet bölümü, İbn Mâce; Kitab-uz-Zühd, Ebû Davûd et-Tayalisi: hadis no: 995,
2135).

5) Kevser çeşmesi veya havuzu ile ilgili olarak Hazreti
Peygamber kendi devrinin insanlarını defalarca ikaz etmiş ve kendisinden sonra
yolu­nu değiştiren veya yolundan sapanların bu havuzun suyunu içemeyecekle­rini
beyan etmiştir. Rasûlullah’ın ifadesine göre, bu gibi İnsanlar havuzun başından
uzaklaştırılacaklardır ve oraya bir daha yaklaştırılmayacaklardır. Rasûlullah
(a.s.) diyecek ki, bunlar benim adamlarımdır. O zaman bu adamların, kendisinden
sonra neler yaptıklarını bilmediği hatırlatılacaktır. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (a.s.) de bunları defedecektir ve kendisin­den uzak durmalarını
isteyecektir. Bu rivâyet de çeşitli hadislerde yer al­mıştır. (Buhârî;
Kitâb-ur-Rikâk, Kitab-ul-Fiten, Müslim; Kitab-ut-Tehâret Kitâb-ul-Fezâil,
Müsned-i Ahmed. Rivayet edenler: İbn Mes’ûd ve Ebû Hureyre; İbn Mâce, Kitab-ul
Menasik), İbn Mâce’nin bu hususla naklettiği hadis acıklı kelimelerle doludur.
Bu hadiste Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediği belirtilmiştir: “Haberiniz
olsun, ben sizden önce havuzun başına varmış olacağım. Sizi görerek, diğer
ümmetlerin yanında benim ümmeti­min sayısının çok olduğundan iftihar edeceğim. O
zaman yüzüme leke sürmeyin. Dikkatli olun. Bazılarınızı kurtaracağım, bazıları
ise benden uzaklaştırılacaktır. Ben diyeceğim ki; Ya Rabbi, bunlar
sahabelerimdir. O diyecektir ki, sen, senden sonra bu adamların ne garip şeyler
yaptıklarını bilmiyorsun.” İbn-i Ma’ce’ye göre Rasûlullah (a.s.) bu sözleri,
Arafat’taki hutbesinde söylemiştir.

6) Bu havuzla ilgili olarak Hazreti Peygamber sadece kendi
devrinin insanlarını değil, kıyamete kadar gelecek nesilleri de uyarmıştır ve
demiş­tir ki, “Benden sonra tarzımı değiştirecek ve yolumdan ayrılacak olan
müslümanlar bu havuza yaklaştırılmayacaklardır. Ben diyeceğim ki, Rab­bim,
bunlar benim adamlarımdır, benim ümmetimdendirler. Cevap verile­cek ki, ‘Siz
bilmiyorsunuz, bunlar sizden sonra ne gibi değişiklikler yaptı­lar ve hep ters
yola gittiler.’ Ondan sonra ben de onları defedeceğim ve havuza gelmelerine mani
olacağım.” Bu ifade de çeşitli hadislerde yer al­mıştır. (Buhari;
Kitab-ul-Musâkât, Kitab-ur-Rikâk, Kitab-ul-Fiten, Müs­lim; Kitab-ut-Tehâret,
Kitab-us-Salât, Kitab-ul-Fezâil, İbn-i Ma’ce; Kitâb-uz-Zühd, Müsned-i Ahmed,
Rivayet eden: İbn-i Abbas).

Kevser çeşmesiyle ilgili hadisler 50’den fazla sahabe tarafından
nakle­dilmiştir. Gerçi bu hadislerde “Kevser” adı geçmemiştir, ama daha sonraki
muhaddis ve müfessirler bundan Kevser havuzu veya çeşmesinin kastedil­diğini
belirtmişlerdir. İmam Buhârî Kitab-ur-Rikâk’in son bölümünün baş­lığına zaten
“Kevser” kelimesini eklemiştir. Ayrıca, Hz. Enes’in bir rivâyetinde bizzat Hz.
Peygamber (a.s.)’in “Kevser’i şöyle tarif ettiği nakledilmiştir: “Bu, benim
ümmetimin varacağı bir havuzdur.”

Cennet’teki Kevser nehrinin Rasûlullah (a.s.)’a ihsan edilmesine
iliş­kin de çeşitli hadislere rastlanmaktadır. Hazreti Enes’in birçok
rivayetle­rinde -ki bazıları serahat ile Rasûlullah (a.s.)’ın sözlerini
içermektedir-şöyle denilmiştir: Mirac sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Cenneti
gezdi. Ve Cennet’te bir nehir gördü. Bu nehrin kenarında inci ve elmaslar ile
burçlar yapılmıştı. Nehrin dibindeki toprak “misk-i ezfer”den yapılmıştı.
Rasûlullah (a.s.) kendisine Cennet’i gezdirmekte olan Hz. Cebrail veya başka bir
meleğe sordu: “Bu nedir?”, Melek cevap verdi: “Bu, Cenab-ı Allah’ın size armağan
ettiği Kevser nehri’dir” (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Davûd, Tirmizî,
Ebû Davûd Tayalisî, İbn Cerîr).

Hz. Enes’in rivâyet ettiği bir başka hadis şöyledir: Rasûlullah
(a.s.)’a soruldu (ya da falanca adam sordu), “Kevser nedir?” Rasûlullah (a.s.)
buyurdular: “Allah’ın bana ihsan ettiği bir nehirdir. Bunun toprağı misk
gibidir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır.” (Müsned-i Ahmed,
Tirmizî, İbn Cerîr). Müsned-i Ahmed’in bir rivâyeti şöyledir: Rasûl-ü Ekrem
(a.s.) Kevser nehrinin özelliklerinden bahsederken şöyle buyurdular: “Dibinde
çakıl veya taş yerine İnciler vardır.” İbn Ömer (r.a.)’in rivâyetine göre
Hazreti Peygamber (a.s.) buyurdular ki; “Kev­ser, Cennet’te bir nehirdir. Bu
nehrin yakaları altındandır. Bu nehir inci ve elmaslar üzerinde akmaktadır
(yani, çakıl yerine inci ve elmaslar var­dır). Toprağı miskten daha iyi
kokuludur. Suyu, sütten (veya kardan) daha beyazdır, buzdan daha soğuktur ve
baldan daha tatlıdır.” (Müs­ned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mâ’ce, İbn Ebi Hâtim,
Dârimî, Ebû Davûd Tayalisi, İbn-ül Münzir, İbn Merdûye ve İbn Ebî Şeybe). Usame
bin Zeyd’in bir rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) bir defasında Hz. Hamza
(r.a.)’ya gitti. Hz. Hamza evde yoktu. Hz. Hamza’nın zevcesi Hz. Peygam­ber
(a.s.)’i ağırladı ve sohbet sırasında dedi ki ‘kocam Allah’ın sizi cennet­te
Kevser diye bir nehir armağan ettiğini söyledi, bu ne demektir?” Rasûlullah
(a.s.) buyurdular: ‘Evet, doğrudur. O nehrin dibi yakut, mercan, elmas ve
İncilerden yapılmıştır.’ (İbn-i Cerîr, İbni Merdûye. Gerçi bu ha­disin dayanağı
zayıftır. Fakat aynı mevzû çok sayıda hadislerde işlendi­ği için doğru olma
ihtimali vardır). Bu sayısız hadislerin dışında sahabe­ler ile daha sonraki
dönemde tâbîlerin birçok söz ve ifadeleri hadis kitap­larında yer almışlardır.
Bunların hepsinde vasıfları yukarıda belirtilen Cennet’teki Kevser nehrinden
bahsedilmiştir. Mesela Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Enes
bin Mâlik, Hz. Aişe, Mücahid ve Ebul Aliye’nin bir çok ifadeleri, Müsned-i
Ahmed, Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbni Merdûye, İbni Cerir ve İbn Ebi Şeybe v.s.
gibi hadis kitapla­rında yer almışlardır.

11.1.1.9. Ebû
Leheb’in Kötü Sonu

“Ebû” Leheb’in elleri kurusun (kırılsın), kendisi de mahvolsun.”
(Tebbet; 1)

Müfessirlerin bazıları yukarıdaki ayeti böyle tefsir
etmişlerdir. Ama kanaatimce, bunun daha doğru tercümesi şöyle olmalıdır. “Ebû
Leheb’in elleri kırıldı, kendisi de helâk oldu.” Yani, bu sözler bir beddua gibi
değil belli olmuş bir gerçek gibi söylenmiştir. Bu geleceğe ait bir haber olduğu
için gelecekte olacak bir şey olmuş gibi gösterilmiştir. Yani bu mutlaka böyle
olacaktı. Nitekim gerçekten de öyle oldu. Bu haber, Ebû Leheb’in başına
gelenlerden birkaç yıl önce bildirilmişti. Bu ayette ellerin kuruması veya
kırılması mecâzen kullanılmış ve bundan Ebû Leheb’in hüsrana uğ­rayacağı
kastedilmiştir. Hatırlayacağınız gibi, Ebû Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)’in
İslâmiyet’i yayma çalışmalarına bütün gücüyle karşı koymaya ça­lışmış ve elinden
gelen çabayı harcamıştı. Ama bütün çabaları çok geçme­den boşa gitti ve
İslâmiyet’in gelişmesini durduramadı. Bu sûrenin inişin­den sekiz sene sonra
Bedir Savaşı vuku buldu. Bu savaşta İslâm’a düş­manlıkla tanınan ve bu hususta
Ebû Leheb’in yoldaşı olan Mekkeli eşraf ve kabile reislerinin bir çoğu öldü.
Bedir’de Mekke’lilerin ve Kureyş’lile­rin bu büyük hezimetinin haberi Mekke’ye
ulaşınca Ebû Leheb öylesine şoke oldu ve kriz geçirdi ki, ancak 7 gün
yaşayabildi. Ayrıca ölümü de çok korkunç ve ibret vericiydi. O, öldürücü
sivilceye yakalanmış ve bu sebeple ailesi O’nu terk etmişti. Bu hastalığın
kendilerine geçmesin­den korkuyorlardı çünkü. Öldükten sonra da üç gün kimse
cesedine yak­laşmadı. Nihayet, cesedi bozuldu ve kokusu her tarafa yayılmaya
başladı. En son, herkes Ebû Leheb’in oğullarıyla alay etmeye başlayınca,
kendileri birkaç zenciyi kiralayıp cesedi gömdürdüler. Bir rivayete göre
zenciler bir çukur kazıp, sopa ve değneklerle cesedi içeriye attılar ve üzerine
taş ve toprak serdiler. Ebû Leheb’in daha büyük hezimeti ve başarısızlığı ise,
bü­tün gücüyle yıkmaya çalıştığı hak dini kızı ve oğullarının kabul etmeleri
oldu. İlk önce, Ebû Leheb’in kızı Dürre, Mekke’den Medine’ye hicret ede­rek
İslâmiyet’i kabul etti. Daha sonra, Mekke’nin fethi sırasında oğulları Utbe ve
Muatteb, Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)’a gelerek kendi­sine biat ve
iman ettiler.

11.1.1.10.
Mekkelilerin, Hz. Peygamber (a.s.)’i Kovmaları Üzerine Cezalandırılmaları

“Ve bu adamlar, ayağını, bu topraktan kaydırmaya kararlıdırlar.
Se­ni buradan gitmeye zorlamaktadırlar. Fakat bunlar böyle yaparsa senden sonra
kendileri burada fazla kalamazlar.” (İsra; 76)

Bu ayet nâzil olduğu zaman Mekke’lilerin durumunun böyle
olacağını kimse kestiremezdi. Ama bu da açık bir müjde idi ve on yıl içinde
harfi­yen doğru çıktı. Sûrenin inişinden bir yıl sonra Mekke’li kâfirler, Hz.
Pey­gamberi yurdundan kovdular ve aradan 8 yıl geçmeden Rasûlullah bir fâtih
olarak Mekke’ye döndü. Bundan sonra iki yıl gibi bir müddet içinde bütün Arap
yarımadası İslâm bayrağının altına giriverdi. Kâfir ve müşrik­ler sadece
Mekke’den değil bütün Arabistan’dan temizlendiler. Memleke­tin her vatandaşı
ancak müslüman olarak yaşayabildi.

11.1.1.11.
Kureyşlilerin Yenilgisi

“Yakında o cemiyet (Kureyş’liler) bozulacak. Ve arkalarını dönüp
ka­çacaklar.” (Kamer; 45)

Bu da açık bir müjdedir. Hicret’ten beş yıl önce Kureyş
topluluğunun bozulacağı, zayıflayacağı, parçalanacağı ve müslümanlara yenileceği
ke­sin bir dille anlatılmıştır. Bu ayet indiği zaman Kureyş kabilesinin böyle
bir akıbete uğrayacağını, kimse aklının ucuna bile geçirmemişti. Zira,
Ku­reyş’liler Mekke ve Arabistan’ın en güçlü ve kudretli kabilelerinden
biriy­di. Bunlara karşı, müslümanların durumu iç açıcı değildi. Sayıları azdı ve
bu bir avuç insandan bazıları Habeşistan’a hicret etmeye mecbur olmuştu. Geriye
kalan iman sahipleri, Şi’b-i Ebî Talib’te Kureyş’in muhasara ve boykotu altında
idiler. Siyasi ve sosyal güçleri olmadığı gibi, yaşamaları bile bir Mu’cize idi.
Bu şartlar altında, durumun sadece 7 yıl sonra tersine döneceğini kim
söyleyebilirdi? Hz. Abdullah bin Abbas’ın öğrencisi İkri­me (r.a.)’nin
naklettiği bir hadise göre Hz. Ömer (r.a.), Kamer suresi indi­ği zaman, mağlup
edilecek cemiyetin hangisi olduğunu hayli merak et­mişti. Ama, Bedir savaşında
kâfirler hezimete uğrayıp kaçarken, Hazreti Peygamber (a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’in
yukarıdaki ayetini okuyordu. Hz. Ömer işte o zaman hangi topluluğun hezimetinden
bahsedildiğini anlamış oldu. (İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim).

11.1.1.12. Mekke’nin
Fethi

“Muhakkak askerlerimiz, onlar galiplerdir.” (Sâffât; 173)

Burada denilmek isteniyor ki, aradan uzun bir müddet geçmeden
İs­lâm ordusu muzaffer ve gâlip olacaktır ve Mekke’li kâfirler kendi gözle­riyle
kendi hezimetlerini göreceklerdir. Bu sözler söylendiği gibi gerçek­leşti.
Nitekim, bu ayetin inişinden sonra 14-15 sene içinde Mekkeli kâfirler kendi
gözleriyle, Rasûlullah (a.s.)’ın büyük bir ordunun başında olduğu halde muzaffer
ve fâtih olarak Mekke’ye girdiğini gördüler. Birkaç yıl sonra da İslâmiyet’in
Arabistan’ın sınırlarını aşıp Bizans ve İran top­raklarına girdiğine de şahit
oldular.

“(Onlar), kabilelerden meydana gelmiş, bozguna uğratılmaya
mah­kûm bir ordudur.” (Sâd; 11)

Bu ayette Mekke’lilerin gelecekteki yenilgisinden söz
edilmiştir. Bu kâfir ve müşrikler, tarihte diğer kavimlerin akıbetine
uğrayacaklardır ve muhalif oldukları peygamber ve ordusu tarafından hezimete
uğratılacak­lardır. Kısacası, bu ayette Mekke fethinin müjdelerinden biridir.

11.1.1.13. Kur’ân’ın
Mesajı Her Tarafa Yayılacaktır

Fussilet sûresinde şöyle buyurulmuştur:

“Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi çok
geçme­den göstereceğiz. Ta ki, Kur’an’ın hak olduğu apaçık ortaya çıksın.”
(Âyet; 53)

Demek ki, “bu kâfir ve müşrikler çok yakında kendi gözleriyle
Kur’ân-ı Kerîm’in mesajının etraftaki bütün memleketlere yayılacağını
gö­receklerdir. Kendileri de Hakk’ı anlayacak ve kabul edeceklerdir. O za­man
neyin Hak, neyin Batıl olduğu anlaşılmış olacaktır.”

Bazı kimseler şöyle bir itirazda bulunuyorlar. Bir ülke veya
birkaç ül­kenin bir ideoloji ve felsefeye inananlar tarafından fethedilmesi, o
ideoloji veya felsefenin haklı olmasının bir delili değildir. Batıl ideoloji ve
mesaj­lar da büyük bir toprak parçasına yayılabilirler. Batıl bir din ve inancın
sa­vunucuları da ülkeler fethedebilir ve başkalarına galip gelebilirler. Bu
ga­libiyet onların mutlaka doğru ve haklı olduğunu gösteremez. Fakat bu gibi
itirazda bulunanlar, meseleyi derinliğiyle kavramış gözükmüyorlar.

Gerek Hazreti Peygamber (a.s.) gerekse dört halife devrinde
müslü­manların kazandığı akıl almaz basan ve fütûhât, sadece ülkelerin zaptı ve
fethi olarak değerlendirilmemelidir. Bunlar gerçekten Allah’ın birer arma­ğanı
ve alâmetiydiler. İslâm ordusu, ülkeleri bir tek kişi veya hanedan, zümre veya
milletin üstünlüğünü sağlamak üzere fethetmemişti. Bu ordu, ülkelerin ve
milletlerin bağımsızlığını kaldırmak, onları esir haline getir­mek, onları
sömürmek ve onlara baskı ve zulüm uygulamak için savaşma­mıştı. Bu, aslında bir
ordu veya askeri gücün başarısı da değildi. Bu bir felsefe ve inancın zaferiydi.
İslâm, ardından muazzam bir inkılap da getir­di. Bu inkılap her milletin din,
ahlâk, fikir, düşünce, politika, medeniyet, kültür ve ekonomisini kökünden
değiştirmeye yönelikti. İslâmiyet’in ilke­lerini benimseyen her milletin asıl
cevherleri meydana çıkmaya başladı. Kötülükleri ve eksiklikleri birer birer
ortadan kaybolmaya başladı. Genel­likle dünyadan elini eteğini çekmiş, bir
köşeye çekilmiş, ermiş insanlarda bulunduğu zannedilen üstün ahlâkî meziyetler
ve diğer kabiliyetler şimdi dünya ve ahireti birleştiren müslümanlarda bulunuyor
ve bu durum herke­sin hayrete düşmesine sebep oluyordu. Dünya işlerinden
korkmayan ve bütün güçlüklere göğüs geren bu sâlih ve dürüst insan topluluğu
herkese örnek olmaya başladı.

İslâm inkılâbı, üstün ahlâki vasıfların, hükümdar ve
yöneticilerin si­yasetine, adalet kürsüsünde oturanların mahkemesine, ordulara
komuta eden kumandanların savaş ve fütuhatına, vergi tahsildarlarının
hesaplarına ve ticaret ve sanalla uğraşan tüccar ve esnafın işlerine geçti.
İslâm kendi oluşturduğu toplumda insanları nefis temizliği, dürüstlük ve
doğruluk ba­kımından öylesine yüksek ahlâka sahip kıldı ki, bu hususta
kendileriyle yarışacak kimse yoktu. İslâm inancı insanı evham ve hurafelerden
uzak­laştırıp gerçekler ve objektif görüşleri benimsemeye sevk etti. İslâm,
diğer din ve hayat nizamlarının, akıllarına bile getirmedikleri toplumsal
hasta­lıkların tedavisini önerdi ve bu hastalıklara son verdi. İslâm özellikle,
renk, ırk, vatan, dil ve diğer maddi açılardan İnsanlar arasındaki ayırımı
ortadan kaldırdı, sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesine son verdi. Kast
sistemi, hukukî eşitsizlik, kadınların acıklı hâli, temel haklarının gasbı, âdi
suçlar, ahlâksızlık kumar, zina ve hırsızlık, hükümdar ve hükümetlerin haksız
yetki ve imtiyazları, uluslararası ilişkilerde anlaşmalara uymamak, savaşla ve
barışla temel insan haklarına riayet göstermemek gibi kötülük­leri ortadan
kaldırdı.

İslâm, Arabistan’ın çehresini değiştirdi. Anarşi ve kanunsuzluk
yerine asayiş ve disiplin, kan dökme ve kargaşa yerine barış, günah, ahlâksızlık
ve fesât yerine takvâ ve nefis muhasebesi, zulüm ve adaletsizlik yerine adalet
ve eşitlik, görgüsüzlük ve vahşet yerine medeniyet ve kültür, cehâlet ve
bilgisizlik yerine ilim ve sanat ve kuşaktan kuşağa geçen kin, nefret ve
düşmanlık yerine kardeşlik ve sevgi yerleştirdi. Kendi kabilesi­nin kaide ve
kurallarının dışına çıkmayan, kasaba ve şehirlerinin dışında başka bir şey
bilmeyen bedevî bir milleti dünyanın imamı ve hâkimi yapı­verdi. İşte yukarıdaki
ayette bahsedilen işaretler o günden beri Allah tara­fından gösterilmeye devam
ediyor.

Gerçek şu ki, bugün medeniyet ve kültürden dem vuran sözde ileri
milletler, müslümanların çöküş devrelerinde bile gösterdikleri üstün ahlâki
meziyetlerin en ufak örneğini bile sunamazlar. Avrupalı ulusların, Afrika,
Amerika, Asya ve bizzat Avrupa’da yenik düşen milletlere yaptık­ları yüz
kızartıcı ve insanlık dışı muamelenin bir misali bütün İslam tari­hinde
gösterilemez. Bu da İslâm’ın ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir kerametiydi, ki
müslümanlar gâlip geldikten sonra, diğer milletlerin hemen hemen her devirde ve
bugün de gösterdikleri vahşet ve mezâlimi göstermeyecek ka­dar insancıl bir hâle
gelmişlerdi. Gözleri olanlar Endülüs veya İspanya’da asırlarca süren müslüman
hakimiyeti sırasında müslümanların Hıristiyan tebaasına yaptığı ve
Hıristiyanların müslümanlara galip geldikten sonra on­lara yaptığı muameleyi
görebilirler. Görmek isteyenler, Hindistan’da müs­lümanların hüküm sürdüğü 800
yılda Hindulara ve diğer azınlıklara ne gi­bi muamele yaptıklarını ve bugün
Hindistan’da Hindulara! hakimiyeti var­ken müslüman azınlığın neler çektiğini
görebilirler. Aynı şekilde, merak edenler, müslümanların geçen 1300 yıldan beri
Yahudilere nasıl davrandı­ğını ve bugün Yahudilerin müslüman Filistinlilere
neler yaptıklarını göre­bilirler.

11.1.1.14. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Yüksek Mevkii

“Sana Kur’ân-ı farz eden (inzâl eden Allah) elbet seni dönülecek
yere tekrar döndürecektir.” (Kasas; 85)

Burada “dönülecek yer” olarak tercüme edilen kelime’nin Arapça
aslı “meâd”dır. Ve burada bu kelimenin sözlük anlamı, “dönülecek yer” olarak
verilmiştir. Fakat bu kelime üzerinde önemle durulmuş olduğu için anla­mı,
“şanlı ve şerefli makam” da olabilir. Bazı müfessirler bundan “cennet”in
kastedildiğini belirtmişlerdir. Fakat bu deyimi Cennet’le sınırlandırmak için
herhangi bir sebep yoktur. Zannedersem, bu kelimeyi olduğu gi­bi bıraksak daha
iyi olacaktır. Yani bundan hem dünyevî hem uhrevî an­lam çıkarılabilir. Sözün
gelimi de bunu gerektirmektedir. Yani, Cenab-ı Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)
için hem bu dünyada hem âhirette yüksek ve şerefli bir mevki ve makam
vaadetmiştir. Şimdi bu ayetten önceki ayetlere dönelim. Sûre’nin 57. ayetinden
itibaren Mekke’liler ile Hz. Mu­hammed (a.s.) arasındaki münakaşaya yer
verilmiştir. Mekke’liler diyor­lardı ki, “ey Muhammed sen, kendinle beraber bizi
de batırmak istiyorsun. Şayet biz seni destekler ve senin dinini kabul edersek,
Arap ahâlisi bizi yaşatmaz.” Buna cevap olarak Cenab-ı Allah, diyor ki, “ey
Peygamber, bu Kur’ân-ı Kerîm’i sana indiren, savunmasını sana bırakan Yaradan,
seni helâk ve perişan etmeyecektir. Aksine sana öyle bir mevki ve makam ih­san
edecektir ki bunu Mekke’liler hayal bile edemezler.” Gerçekten de, Cenâb-ı Allah
birkaç yıl sonra Hz. Peygamber (a.s.)’e öyle şan-ü şeref verdi, ki bunu
dost-düşman herkes kabul etti. Rasûlullah öyle bir iktidara ve güce sahip oldu
ki, karşısında duracak güç kalmadı. Arap tarihi böyle bir değişikliğe tanık
olmamıştı. Tek bir hükümdarın Arabistan’ın rakipsiz hakimi olduğu görülmemişti.

11.1.1.15. Hz.
Peygamber (a.s.) İçin Makam-ı Mahmûd

“… Umulur ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmûd’a ulaştıracaktır.”
(İsrâ; 79)

“Mahmûd” kelimesi “methedilen” demektir. Burada denilmek
isteni­yor ki, “ey Habibim, sen hem dünyada hem âhirette halkın gözdesi
ola­caksın. Seni öyle bir makama yükselteceğiz ki orada her taraftan sana medh-ü
senâ yağacaktır. Senin varlığın ve şahsiyetin herkes için kıvanç vesilesi
olacaktır. Bugün senin muhalif ve düşmanların sana hakaret yağ­dırıyor, sana
küfür ediyor, sana eziyet çektiriyorlar. Ama hiç üzülme ve rahmetimden ümidini
kesme. Adından bütün dünyada söz edileceği gün o kadar uzak değildir. Çok
yakında söylediğin her söz dünyada yankı yara­tacaktır. Senin vefakâr ve fedakâr
taraftarların kısa bir zamanda dünyanın her tarafına dağılacaklardır ve ününe ün
katacaklardır. Sadece bugün de­ğil, bundan sonraki devirlerde ve kıyamete kadar
senden söz edilecek, se­nin adın sevgi ve saygıyla anılacaktır. Ayrıca, öbür
dünyada da sana bü­yük mükâfatlar vardır.” Makam-ı Mahmûd, Hz. Peygamber
(a.s.)’in mah­şerde şefaat mevkiinde bulunmasına da bir işaretidir.

11.1.1.16. Mağlup Rûm
(Bizanslılar)’ların Tekrar Zafer Kazanacaklarına Dair Müjde

Rûm suresinin ilk ayetlerinde yer alan haber, Kur’ân-ı Kerîm’in
ilâhî Kelâm ve Hazreti Peygamber (a.s.)’in, Allah’ın Rasûlü olduğunun en bü­yük
işaretlerinden biridir, öncelikle ilgili ayetlere bir göz atalım, ve daha sonra,
tarihî kayıtlarda bunun ispatını görelim.

“Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
mağlubi­yetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
Bun­dan evvel ve bundan sonra emir Allah’ındır.” (Rum; 2-4)

Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvet mevkiine yükselmesinden 8 yıl
ön­ce Bizans ile Pers İmparatorluğu arasındaki rekabet ve düşmanlıkta yeni
sayfalar açılıyordu. Bizans imparatoru Maurice’e karşı büyük bir ayaklan­ma oldu
ve Phocas adlı bir kişi Consiantinople (İstanbul)’de imparatorluk tahtını ele
geçirdi. Bu şahıs önce imparator Maurice’in gözünün önünde beş oğlunu öldürdü,
sonra da imparatorun başını uçurdu, imparator ile ço­cuklarının kesik başlan
halka teşhir edildi. Tahu gaspeden Phocas daha sonra imparatorun karısı ve üç
kızını da kılıçtan geçirdi. Bu olaylar Pers imparatoru Hüsrev Perviz’in
Bizanslılara saldırma sebebi oldu. imparator Maurice, Perviz’in dostuydu ve
Perviz aslında Bizans imparatorunun yar­dımıyla İran tahtını ele geçirmişti.
Perviz bu sebeple âsi Phocas’tan öç ala­cağını ilan etli. Nitekim, M.S. 603’lc
Bizans İmparatorluğuna karşı saldırı­ya geçti. İmparator Hüsrev Perviz’in
ordusu, Bizanslıları üst üste yenilgiye uğratarak Anadolu’da Urfa’ya ve
Antakya’ya kadar ve Suriye’de Haleb’e kadar ilerledi. Bizans ileri gelenleri,
Phocas’ın İmparatorluğu koruyama­yacağını anlayınca, Afrika valisinden yardım
talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius’ü büyük bir donanma ile
Constantinople’c gönderdi. Heraclius gelince Phocas tahttan indirildi ve yerine
Heraclius imparator ilân edildi. Heraclius tahta geçer geçmez, Phocas,
Maurice’in akibetine uğradı. Bu tarihi hadise 610 senesinde cereyan etti ve aynı
sene Hz. Muhammed (a.s.) Peygamberlik payesine yükseldi.

Pers imparatoru Hüsrev Perviz’in başlattığı askeri harekât,
Phocas’ın ölümünden sonra gerekçesini yitirmişti. Perviz gerçekten manevî babası
Maurice ve evlâtlarının katili Phocas’tan intikam almayı düşünmüş olsay­dı, onun
tahttan azl ve katlinden sonra Bizanslıların memleketine yürüme­si için herhangi
bir sebep yoktu ve artık yeni imparator Heraclius ile sulh ve mütareke
yapmalıydı. Fakat O’nun amacı başkaydı ve savaşı sürdürdü. İmparator Perviz
şimdi de savaşa dinî renk vermeye çalıştı ve bunun Hıristiyanlık ile Mecusilik
arasında bir mücadele olduğunu iddia etti. Perviz’in bu taktiği, askeri gücünün
birden bire artmasına sebep oldu. Hıristiyan ki­lisesinin, dinsiz ilân ederek
Hıristiyan camiasının içinden çıkan çeşitli Hıristiyan mezheplere bağlı olanlar,
örneğin Nasturî ve Ya’kubîler, Mecusîlere bağlılıklarını bildirdiler. Ayrıca,
Yahudiler de Mecûsîlerin safına katıldı­lar. Böylece Perviz’in ordusunda sadece
Yahudilerin sayısı 26 bine yüksel­di. Anlaşılan, Heraclius için işler iyi
gitmiyordu. İlk önce Antakya’nın düştüğü haberini aldı. Sonra, Şam İran
Ordusunun eline geçti. (613 M.S.) Aradan fazla bir zaman geçmeden İranlılar
Kudüs’ü zaptettiler ve Hıristiyan dünyasına büyük bir darbe indirdiler. Kudüs’te
taş üstünde taş bırakıl­madı. 90 bin Hıristiyan katledildi. Mukaddes yerleri
yerle bir edildi. En mukaddes kiliseleri (Holy Sepulcher) tahrip edildi.
Hıristiyanların inançla­rına göre, Hz. Îsa’nın çarmıha gerildiği ve öldüğü
kutsal haç, sökülüp Medâyin’e (İran’a) götürüldü. Başpiskopos Zekeriyya
tutuklandı ve İran’a götürüldü. Şehrin belli başlı bütün kilise ve ibadet
yerleri yakıldı, impara­tor Perviz Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Heraclius’a
gönderdiği hakaret dolu mektupta zafer sarhoşluğunun bir örneğini şöyle
veriyordu:

“Bütün tanrılardan büyük olan tanrı ve bütün yeryüzünün hakimi
Hüsrev’den alçak ve şuursuz Heraclius’a… Sen diyorsun ki, ben Rabbıma
güvenirim. O halde, senin Rabbin neden Kudüs’ü elimden kurtarmadı?”

Kudüs’ün fethinden sonra İran Ordusu bir sene içinde Ürdün,
Filistin ve Sina yarımadasının hepsini zaptederek Mısır sınırlarına dayandı. Tam
bu sırada, Mekke’de tarihi ehemmiyeti bundan çok daha büyük olan Hak ile Batıl
arasındaki büyük savaş ve mücadele başlamıştı. Tevhid fedaileri, Hz.Muhammed
Mustafa (a.s.)’in önderliğinde, müşrikler ise Kureyş’li ka­bile reislerinin
komutasında birbiriyle kapışıyorlardı. Bu amansız mücadelede zâhiren müslümanlar
hafif kalıyorlardı ve bunların önemli bir bö­lümü, M.S. 615’te yurtlarını terk
ederek Bizanslıların müttefiki olan Hıristiyan Habeş imparatorunun memleketine
göç ediyorlardı. O sıralarda herke­sin dilinde İranlı Mecusilerin akıl almaz
başarıları ve fütuhatı vardı. Mek­ke’li müşrikler de durumdan pek memnun
görülüyor ve şöyle diyorlardı. “Gördünüz mü? İran’da ateşe tapanlar
Hıristiyanlara nasıl ders veriyorlar? Vahiy ile peygamberliğe inanan
Hıristiyanların ne hâle geldiğini gördünüz mü? Biz Arap putperestleri de
dininizi silip süpüreceğiz.”

İşte bu şartlar altında Rûm suresinin söz konusu ayetleri indi
ve bu ayetlerde Rum (Bizanslıların)ların mağlup olduğu ama birkaç sene sonra
tekrar galip gelecekleri belirtilerek şöyle ilâve edildi: “Dundan evvel ve
bundan sonra emir Allah’ındır. O gün müminler ferahlayacaklar. Allah, nusretiyle
dilediğine yardım eder” (Âyet; 4-5). Bu ayetlerde bir değil, iki gaybî haber
vardır. Birincisi, Rumlar (Bizanslılar) tekrar galip gelecek. İkincisi,
müslümanlar da büyük bir zafer kazanacaklardır. Bu her iki gaybî haberin
gerçekleşmesi için görünürde herhangi bir işaret yoktu. Bir yandan, Mekke’de
sürekli baskı altında tutulan ve tehdit altında bulunan bir avuç müslüman vardı,
ki galip gelmeleri için hiçbir imkân ve ihtimâl görülmüyordu. Nitekim, zafer
kazanmaları için 8 yıllık bir zamanın geç­mesi gerekti. Diğer yandan,
Bizanslılar vardı ki üst üste yenilgiye uğru­yorlardı ve kurtulma ümitleri hiç
görülmüyordu. Nitekim, MS. 619’a ka­dar bütün Mısır İranlıların hakimiyetine
geçti. Sadece bu değil, İran bir­likleri Libya’da Trablusgarb’ın kapısına
dayanmışlardı. Anadolu’da da İranlıların ilerleyişi devam ediyordu ve Bizans
kuvvetleri yenile yenile boğaza kadar geri çekilmişlerdi. M.S. 617’de Mecûsîler
İstanbul’un Kadı­köy semtine kadar ulaşmışlardı. İmparator Heraclius, durumun
ümitsiz ol­duğunu görerek İmparator Hüsrev Perviz’e özel elçisini gönderdi ve
sulh teklifinde bulundu. Heraclius ne pahasına olursa olsun, İran’lılar ile sulh
yapmaya hazırdı. Ama mağrur Pers İmparatoru Perviz bu sulh teklifini şu sözlerle
geri çevirdi: “Artık Heraclius zincire vurularak önüme getirilince­ye ve diz
çökerek çarmıha gerilen tanrısından vazgeçip Ateş tanrısının itaatini kabul
edinceye kadar savaşı durdurmayacağım.” İmparator Heraclius öylesine ümitsiz
kalmıştı ki, İstanbul’u terk edip Tunus’un Kanaca kentine kaçmaya karar verdi.
Kısacası İngiliz tarihçisi, Gibbon’un dediği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in söz konusu
müjdesine rağmen 7-8 sene durum öyle ümit kırıcıydı ki, Bizanslıların İranlılara
tekrar galip gelebilecekleri düşü­nülemezdi bile.[1]
Bizanslıların İranlılara galip gelmesi bir yana, ayakta durmaları ve deve
vermesi kararlaştırıldı.

Kur’ân-ı Kerim’in yukarıdaki ayetleri indiği zaman Mekke’li
kâfirler bunları iyice alaya aldılar. Hatta, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir ile
bah­se bile girdi. Bahse göre, eğer Bizanslılar üç yıl içinde İranlılara galip
ge­lirse, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir’e 10 deve verecekti, yoksa Hz. Ebû
Bekir 10 deve verecekti. Hz. Peygamber (a.s.) bu bahisten haberdar olun­ca,
Kur’ân-ı Kerîm’de “Fi bid’i sinîne” kelimelerinin kullanıldığını ve Arapçada
“bid’i” kelimesinin “10’dan az” anlamına geldiğini, dolayısıyla bahsin 10 yıldan
az şartıyla olması gerektiğini Hz. Ebû Bekir’e tavsiye et­ti. Buna göre Hz. Ebû
Bekir, Übeyy ile tekrar görüştü ve yeni bir bahse tutuştular. Buna göre, 10 yıl
içinde hangi taraf yenilirse onun karşı tarafa 100 deve vereceği
kararlaştırıldı.

M.S. 622’de Hz. Peygamber, birkaç fedakâr arkadaşıyla birlikte
Mek­ke’den Medine’ye hicret ederken, İmparator Heraclius ta İstanbul’dan
Ka­radeniz yoluyla Trabzon’a hareket etti ve oradan İranlıları arkadan vurma­yı
plânladı. Bu büyük taarruz için Kilise’den yardım istedi. İmparatorun isteği
üzerine Başpiskopos Serjius, Hıristiyanlığın Mecusilikten kurtarılma­sı için
kiliselerde toplanan büyük servetleri kendisine faizle borç olarak verdi.
Heraclius karşı taarruzunu 623’te Ermenistan’dan başlattı ve müteâkip sene
(624’de) Azerbaycan’a girerek Zerdüşt’ün doğum yeri olan Urmiye’yi yağmaladı ve
İranlıların en büyük ateş yerini tahrib etti. Allah’ın kudretine bakın, aynı
yıl, müslümanlar Bedir savaşında Mekke’li müşrik­leri ilk defa bozguna ve
hezimete uğrattılar. Böylece, Rûm suresinde veri­len iki müjde de 10 yıllık süre
bitmeden gerçekleşmiş oldu.

Bundan sonra başarı ve zafer pusulası devamlı olarak
Bizanslıların ta­rafına dönmeye başladı. İki ordu Ninova (627)’da karşı karşıya
geldiler. Bu savaşla Binazslılar kesin bir zafer kazanıp İranlıların askeri
gücünün ‘ belini kırdılar. Bizanslılar, İranlıları kovalayıp İran’lı
hükümdarların din­lenme yeri olan Desgerd’e girerek büyük katliam ve yağma
yaptılar. Niha­yet Pers İmparatorluğu’nun merkezi olan Taysafun (Clesiphon)’un
kapısı­na dayandılar. M.S. 628’de bizzat İran İmparatorluk hanedanında
huzur­suzluk ve ayaklanma oldu. Hüsrev Perviz zindana atıldı. Gözlerinin önün­de
18 çocuğu öldürüldü. Kendisi de zindandaki acılara dayanamayarak öl­dü. Aynı yıl
Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekke’li müşrikler arasında Hudey­biye anlaşması
imzalandı, ki Kur’ân-ı Kerim bunu “büyük zafer” olarak nitelendirmiştir. Aynı
yıl, Hüsrev Perviz’in oğlu II. Kubâd fethedilen bü­tün Bizans topraklarını ve
Kudüs’ten getirilen çarmıhı Heraclius’a geri vererek kendileriyle sulh muahedesi
yaptı. M.S. 629’da Heraclius geri alı­nan Çarmıh’ı yerine yerleştirmek üzere
şahsen Kudüs’e gitti ve aynı sene Hz. Peygamber ve yanındakiler Hicret’ten sonra
ilk umreyi edâ etmek üzere Mekke’ye gittiler.

Zaten bundan sonra, Kur’ân-ı Kerim’in bu müjdelerinin doğru
olduğu­na hiçbir şüphe kalmadı. Müşriklerin bir çoğu bunun üzerine İslâmiyet’i
kabul ettiler. Übeyy bin Halefin vârisleri, bahsi kaybettikleri için Hz. Ebû
Bekir’e l00 adet deve vermek zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir bu develeri alarak
Hazreti Peygamber (a.s)’in yanına gitti. Rasûlullah (a.s.) buyurdu­lar ki,
“bunlar sadaka verilsin. Çünkü bahse girildiği zaman kumar ve benzeri şeylerin
yasaklandığına dair şer’î emir gelmemişti. Ama bu emir şimdi varolduğu için bu
develer sadaka verilmelidir.” Yani, Arap kâfirler­den bahiste kazanılan malların
alınması, ancak kendi kullanmayıp başka­larına sadaka verilmesi emredilmişti:

“… O gün, müminler ferahlanacaklar. Allah nusretiyle
dilediğine yardım eder.” (Rum; 4-5)

İbn-i Abbas, Ebû Sa’id Hudrî, Süfyân-ı Sevrî, Süddî vd.nin
ifadelerine göre Bizanslıların İranlılara ve müslümanların Bedir savaşında
müşriklere karşı kazandıktan zafer aynı zamanda olmuştu. Bu sebeple, müslümanlar
çifte mutluluk yaşıyorlardı. İran ile Bizans tarihinde de benzeri kayıtlara
rastlanmaktadır. M.S. 624’de Bedir savaşı oldu ve aynı yıl imparator Heraclius,
Zerdüşt’ün doğduğu yeri yağma etti ve İran’ın en büyük mâbedi ile ateş yerini
tahrip etti

11.1.1.17. Firavun’un
Nâşının Mumyalanması
[2]

“Bundan sonra Biz sadece senin naaşım muhafaza edeceğiz, ki sen
gelecek nesiller için bir ibret nişanesi olasın.” (Yunus; 92)

Firavun’un mumyasının suda yüzerken çıkarıldığı yer Sina
yarımada­sının batı kıyısındadır. Buna bugün Cebel-i Fir’avn (Fir’avun tepesi)
deni­lir. Buraya yakın bir yerde yerlilerin “Firavn Hamamı” dediği bir kaplıca
da vardır. Kaplıca, Ebû Zeyneme’den birkaç kilometre kuzeyde bulunuyor. Bölge
halkı, Firavun’un mumyasının işte burada bulunduğunu söylüyor.

Çağımızın ara sunmalarına göre, Hz. Musa (a.s.) zamanında
yaşamış Firavn olduğu sabit olan, boğulan Fir’avun bu ise, bunun naaşı halen
Ka­hire’deki müzede herkesin ziyaretine açıktır. 1907’de Sir Grafton Elliot
Smith, Firavunun mumyasının sargılarını açtığı zaman ceset üzerinde bir tuz
tabakasının olduğunu tesbit etmişti. Bu tuz tabakası, Firavun’un deniz suyu veya
tuzlu suda boğulmasının bir belirtisiydi.

Cenab-ı Allah’ın Yunus sûresinde dediği gibi, Rabbimiz ders
verici işaretler göstermeye devam ediyor, ancak en büyük ibret nişanelerini bile
gördükten sonra insanların gözleri açılmıyor.

11.1.1.18. Ye’cuc,
Mecûc’ların Dünyayı Altüst Edecek İstilâsı

Ye’cuc ile Me’cûc’dan, Rusya ile Çin’in kuzeyindeki Moğol,
Tatar, Hun ve İskit kavimleri kastedildiği söylenir. Bu vahşi kavimler tarih
ön­cesinden beri güneyde ve batıdaki medeni uluslara saldıragelmişlerdir. Bu
kavimlerin istilâlarından kurtulmak için Kafkasya, Derbend ve Daryal’da kale,
duvar ve müstahkem yerlerin yapıldığı tarih kitaplarında yazılıdır. Ye’cuc,
Me’cuc veya başka bir deyimle Moğol ve Hunlarla İskitler’in bir sel gibi
Asya’ya, Avrupa’ya ve diğer bölgelere inmelerini önlemek ama­cıyla bazı diğer
engeller de inşa edilmişti, İncilin Hz. Îsa’nın doğumuyla ilgili kitabının 10.
bölümünde bu kavimlerin Hz. Nûh (a.s.)’un oğlu Yafes’in soyundan geldiği
kaydedilmiştir. Müslüman tarihçiler de aynı görüşteler. Hazkiel’ın eserinde
(Bölüm: 38-39), bu ulusların yaşadığı böl­gelerin, Rusya’nın Ortobel (Bugünkü
Tobalsk) ve Minsk (bugünkü Mos­kova) olduğu belirtilmiştir. İsrailli tarihçi
Jostfus, Ye’cuc ile Mecûc’lardan İskitlerin kastedildiğini beyan etmiştir. Bu
tarihçi, bunların Karadeniz’in kuzeyinde ve doğusunda yaşamış oldukların
belirtmiştir. Jarom ise Me’cûc’ların Kafkasya’nın kuzeyinde Hazar denizinin
çevresinde yaşadık­larını açıklamıştır.

Ye’cuc ve Me’cuc’un serbest bırakılacağına ilişkin Kur’ân-ı
Kerim’de yer alan ifadenin anlamı, söz konusu vahşi ulusların aç kurt gibi
medeni ülkeleri istila ölmeleridir. Yine Kur’ân-ı Kerim’in “Hakkın vaat ettiği
za­manın yaklaştığı” ifadesinin anlamı, vahşi kavimlerin dünyayı sarsan
istilâsının kıyamete yakın bir zamanda gerçekleşmesidir. Bu ifade, Hazre­ti
Peygamber (a.s.)’in bir hadisiyle daha açıklık kazanmış olur. Bahse ko­nu olan
hadis, Müslim’de, Hüzeyfe bin Esîde-Gifâri tarafından rivayet olunmuştur. Bu
hadiste, aşağıdaki 10 işaret girilmeden kıyametin gelme­yeceği kaydedilmiştir:
“Duman, Deccâl, Dâbbe-tül Ârz (bir çeşit hayvan), güneşin batıdan doğması Meryem
oğlu Îsa’nın dünyaya gelişi, Ye’cucun istilâsı ve üç büyük toprak kayma olayı.
(Biti doğuda, ikincisi batıda ve üçüncüsü, Arap yarımadasında) ve en son,
insanların Mahşer’e kaçmasına yol açan Yemen’deki büyük bir yangın.” (Yani,
bundan sonra ancak kıya­met vardır.) Başka bir hadise göre, Rasûlullah [a.s.)
Ye’cuc ile Me’cuc’un saldırısından bahsederken şöyle buyurdular: O sırada
kıyamet, tıpkı ge­beliğin son safhasında olan hamile bir kadının ne zaman çocuk
doğuraca­ğının belli olmadığı kadar bize yakın olacaktır.’ Fakat gerek Kur’ân-ı
Ke­rim gerekse hadis-i şeriflerde, Ye’cuc ve Mecüc’ler ile ilgili geçen
ifade­lerde, bunların ayrı ayrı mı yoksa birlikte bir felâket gibi mi insanlara
çö­kecekleri açıklıkla belirtilmemiştir. Belki de kıyamete yakın bir zamanda bu
iki vahşi kuvvet birbiriyle çarpışıp dünyalılara heyecanlı anlar yaşata­bilir ve
büyük çalkantılara yol açabilirler.

11.1.1.19.
Yahudilerin Rezil ve Çaresiz Olması

Kanaatim odur ki, Kur’ân-ı Kerîm’in “Duribet aleyhim-üz zilleti
vel-meskenetu” yani, Yahudilerin rezil ve miskin olmalarına dair haberi
Yahudilerin ilelebet lânetlenmiş olarak yaşayacakları anlamındadır. Yahudiler
kıyamete kadar rezil ve zelil olacaklardır. Bu sözler belki de bugün biraz
yadırganabilir. Hele İsrail devletinin artan gücü ve etkinliği bu sözlerle
bağdaşmamaktadır. Ama bence bu durum geçicidir. Filistin toprakları üzerinde
bağımsız bir İsrail devletinin kurulması durumu değiştirmez. İs­rail’in şımarık
bir çocuk gibi ona buna saldırması ve Ortadoğu’da daimi bir huzursuzluk kaynağı
olması da gerçekleri yanıltamaz. Kur’ân-ı Ke­rim’in ayeti geçici bir devreye ait
değildir. Burada anlatılan, Yahudilerin genci durumudur ki; 1300 yıl öncesinden
kıyamete kadarki geniş zaman çerçevesinde incelenmelidir. Bu ilâhî hüküm;
fertlere, belli bir gruba ve memlekete mahsus olmayıp Yahudi milletinin tümünün
genel durumunu kapsamaktadır. Onun için, Hazreti Peygamber (a.s.) zamanından ta
kıya­mete kadar olan zaman süreci içinde Yahudilerin bir veya bir kaç grubu­nun,
dünyanın bir köşesinde bir toprak parçasına sahip olması veya hükü­met ve
iktidarı haiz olmasının tamamıyla imkânsız olduğu söylenemez. Aslında Kur’ân-ı
Kerim’in söz konusu ayetinin hikmetini ve geniş anlamı­nı anlayabilmemiz için,
Yahudi milletinin Hz. Îsa’dan şimdiye kadarki ta­rihini karıştırmamız
gerekecektir. Bu tarihi ve bugün de Yahudilerin, dün­yanın çeşitli
memleketlerindeki vaziyetini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, İlâhî Kelâm’ın
şu ifadelerinin doğru olduğunu anlarız.

“Rabbin kıyamet gününe kadar onları fena azapla cezalandıracak
kimseleri göndereceğini hüküm ve ilân etti…” (A’râf; 167)

“Nerede olursa olsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Ancak
Allah ve insanlardan eman almakla bu zilletten kurtulurlar…” (Âl-i İmrân; 112)

Tarih boyunca, bazen sürekli, bazen belli aralıklarla, Yahudiler
çeşitli hükümdar ve zümreler tarafından baskı altında tutulmuş, katledilmiş,
der­beder edilmiş, işkence edilmiş, sindirilmiş, yıldırılmış ve kısacası,
terörize edilmişlerdir. Eğer dünyanın bir köşesinde kısa bir süre için huzur
içinde ve korkusuzca yaşayabilmişlerse, bu da Allah’ın inayetiyle olmuştur.
Al­lah bazen onlara fırsat vermiş ve bazı devlet ve kuvvetlerin himayesinde
rahat nefes alabilmişlerdir. Bilindiği gibi, bugünkü İsrail devleti İngiltere
ile Amerika Birleşik Devletleri’nin karanlık emelleri sayesinde vücut bul­muş ve
ABD’nin desteğiyle yaşamaktadır. Nitekim, ABD, İsrail devletine sağladığı askeri
ve ekonomik yardımı gerçekten keserse bu Yahudi devleti bir gün bile ayakta
kalamaz. Bence, Cenab-ı Allah bu milleti tamamıyla anadan kaldırmaya? bunun
herkese ve bilhassa müslümanlara bir ibret ni­şanesi olarak kalmasını istiyor.
Allah’ın gazabı ve azabı devam etseydi, Yahudi milleti çoktan tarihe karışırdı.
Fakat Allah bir yandan bu milletin hırpalanması, bir yandan da can çekişerek de
olsa yaşamasını mümkün kılmıştır, ki hepimize ibret olsun. Böylece, Kur’ân-ı
Kerîm’in “Lâ yemütü fîhâ velâ yahya” ifadesine uygun olarak bu millet dünyada
yaşamaya de­vam ediyor.

11.2. HADİS’TE YER ALAN GELECEKLE
İLGİLİ HABERLER

Hz. Habbâb (r.a.) diyor ki, bir gün Rasûlullah (a.s.) Kâbe’nin
gölge­sinde istirahat ediyordu. Huzuruna yaklaşarak kendisine seslendim: “Ya
Rasûlullah zulüm (Mekkelilerin zulmü) son haddini buldu. Niçin Allah’a dua
etmiyorsunuz?” Bunu işitince Rasûlullah (a.s.)’ın yüzünde kızgın­lık belirtisi
görüldü ve bana dediler ki, “sizden önceki iman sahiplerine daha çok zulüm
yapılmıştır. Kemikleri tırmıklarla tırmalanırdı. Başları testerelerle kesilirdi,
ama yine de dinlerinden dönmezlerdi. Bana inan, bu işi Allah iyi
tamamlayacaktır. Ve öyle bir gün gelecek ki, bir kişi San’a’dan Hadramut’a kadar
korkusuzca yolculuk edebilecek ve Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır. Ama
siz acele hareket ediyorsunuz.” (Buhârî).

11.2.1. Arabistan
ve İran’a Hakimiyetin Şartı

Ebû Tâlip, Hz. Muhammed (a.s.)’i yanına çağırdı ve kendisine
dedi ki, “yeğenim, bak senin tanıdığın adamlar bana geldiler. Onlar seninle Edil
bir konuda anlaşmak istiyorlar. Böylece aranızdaki kavga bitmiş olacak­tır.”
Bundan sonra Ebû Talip, Kureyş’li kabile reislerinin kendisine söyle­diklerini
iletti. Rasûlullah (a.s.) cevap verdiler: “Amcacığım, ben onlara öyle bir kelime
(yi şehadet) sunuyorum ki, kabul ederlerse Arabistan on­ların hakimiyetine
girer, Acem (İran) de onlara tabi olur.”

Hz. Peygamber (a.s.)’in bu buyruğu muhtelif sahabeler tarafından
muhtelif şekilde nakledilmiştir. Gerçi bu hadislerde kullanılan bazı keli­meler
değişiktir; ama ana tema aynıdır. Yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) özetle
şunları söylemiştir: “Ben size (Mekke’li kabile reisleri) öyle bir kelime
sunabilirim ki, bunu kabul ettiğiniz takdirde Arabistan ile İran’a hakimiyet
kurabilirsiniz. Hâl böyle iken, sizin âdil olarak tanımladı­ğınız konu mu
önemlidir yoksa, bu tek kelime mi? İyiliğinizi isterseniz bu kelimeyi kabul
edin. İstemiyorsanız, sizi zorlayacak değilim. Ama beni rahat bırakın, ben kendi
Allah’ıma ibadet etmeye devam edeyim.”

11.2.2. Kureyş’in
Siyasi İktidarı

Hazreti Peygamber (a.s.)’in gaybî haberlerinden biri de
Kureyş’in si­yasi iktidarıyla ilgiliydi. Rasûlullah (a.s.) Kureyş’lilerin kendi
ahlâklarını bozmadıkları, dine hizmetlerini sürdürdükleri ve aralarında işin
ehli olan iki kişi bile kaldıkları müddetçe, siyasi iktidarı ellerinde
bulunduracakları­nı belirtmişti. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu siyasi basiret ve
tahmini o kadar isabetliydi ki Kureyş’liler yüzyıllarca iktidarda bulundu, mevki
ve makam sahibi oldular. Dört râşit halife Kureyş kabilesindendiler ve Emevîler
de Kureyşlilerden başka değillerdi. Abbasi saltanatını kuranlar da
Kureyş’lilerdi. Ayrıca, Kureyş’lilerin bir kolu İspanya’ya giderek muazzam bir
sal­tanat ve medeniyet tesis etli, bir başka kolu da Mısır’a giderek Fatımî
Devleti’nin temelini attı.

11.2.3. Cihâd
Devam Edecektir

Hz. Peygamber (a.s.)’in bir hadisi şöyledir: “Ümmetimde cihâd
kıya­mete kadar devam edecektir. Bunu ne bir adil (kişinin)’in adaleti ne bir
zâlimin zulmü ortadan kaldırabilecektir.”

İslâm’ı canlandırmak ve ihyâ etmek isteyen bütün kişi ve gruplar
bu noktadan hareket etmiş ve her türlü muhalefet ve güçlüklere rağmen yol­larına
devam etmişlerdir.

11.2.4.
Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar Gibi Bozulacaklardır

Hz. Peygamber (a.s.)’in geleceğe ait haberlerinden biri de,
zaman iler­ledikçe müslümanlarda zaaf ve bozukluğun görülmesiyle ilgilidir. Hz.
Peygamber (a.s.) müslümanların eninde sonunda Yahudiler ile Hıristiyanların
yolunu tutacaklarını ve onlar gibi bozulacaklarını söylemiştir. Hz. Mu­hammed
(a.s.)’in ifadesine göre, eğer Yahudiler ile Hıristiyanlardan biri an­nesiyle
zina etmişse, Müslümanlardan biri de öyle yapacaktır, Bu hususta bir başka
hadisin sözleri aynen şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki; siz de eninde
sonunda geçmiş ümmetlerin yolunu tutacaksınız, hatta eğer onlar timsahın
deliğine girmişse siz de aynı deliğe gireceksiniz.” Sahabe­ler sordular, “Ya
Rasûlullah, bundan Yahudiler ile Hıristiyanlar mı kastedi­yorsunuz?”. Rasûlullah
(a.s.) buyurdular: “Ee, başka kim olabilir ki?”

11.2.5. Müslüman
Ümmetinin Gelecek Tarihi

Müslümanların, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ne olacakları ve
ge­lecekte dünya milletlerinin tarihinde ne gibi bir rol oynayacaklarına dair
gaybî haberlerin sayısı çoktur ve bunlar Müslim, Tirmizî, İbn Mâce ve Müstedrek
gibi çeşitli hadis kitaplarında yer almışlardır. Ama biz burada, İmam Şâtibî’nin
“Muvafakât”ta ve Mevlânâ İsmail Şehîd’in, “Mansıb-ı İmâmette naklettikleri
hadisi daha ilginç bularak aktarıyoruz:

“Dininiz nübüvvet ve rahmetle başlamıştır. Bu nübüvvet, Allah
istedi­ği sürece devam edecektir. Daha sonra Allah (cc.) bunu kaldıracaktır.
Sonra nübüvvet yerine halifelik geçecektir;[3]
Allah dilediği sürece. Son­ra Allah bunu da kaldıracaktır. Sonra, Allah istediği
müddetçe, kötü huylu padişahlık (levam edecektir. Sonra Allah bunu da
kaldıracaktır. Daha son­ra Cebirin hakimiyeti olacaktır ve bu da Allah’ın
dilediği müddetçe ayakta duracaktır. Sonra bu da ortadan kaldırılacaktır. Sonra
yine, nübüvvet şek­linde halifelik tesis edilecektir. Bu, İnsanlar arasında
sünnete göre hareket edecektir, ve İslâmiyet yerde kök salacaktır. Bu hükümetten
göktekiler de, yerdekiler de memnun olacaklardır. Gök, alabildiğince bereketini
yağdıra­caktır ve yer de karnındaki bütün hazinelerini dışarıya çıkaracaktır.”

Bu hadisin dayanaklarının kuvvetli olup olmadığını bilmiyorum.
Ama anlamına bakılırsa, aynı konuyu işleyen birçok hadis hemen hemen aynı
ifadelerle nakledilmiştir. Görüldüğü gibi, yukarıdaki hadiste beş ayrı dö­nemden
bahsedilmiştir. Bunlar tarihin beş aşamasıdır. Bunlardan üçü şim­diye kadar
geçmiştir ve dördüncüsünden geçmekteyiz. Hadisin sonunda müjdesi verilen beşinci
döneme ilerde rastlanması muhtemeldir. Zaten şartlar tarihimizi ve dünyamızı
beşinci aşamaya doğru itmektedirler, insanların yaptığı ve geliştirdiği bütün
“izm”ler denenmiş ve bunların foyası meydana çıkmıştır. Bu sebeple, insan
soyunun tekrar İslâmiyete dönmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

11.2.6. Hâkim
Sınıf veya Yöneticilerin Bozulması

“Benden sonra bazıları iktidara geleceklerdir. Onların yalanını
teyit eden ve zulümlerini destekleyen benden değildir ve ben de ondan deği­lim.”
(Nesâî, Kitab-ül Bey’a Bölüm: 34-35)

“Kısa bir zamanda, ellerinde sizin rızkınız olan kişiler size
hâkim olacaklardır. Sizinle konuşurken yalan söyleyeceklerdir, iş yaparken kötü
işler yapacaklardır. Siz onların kötülüklerini övmediğiniz ve yalanlarını tasdik
etmediğiniz müddetçe sizden razı olmayacaklardır. Onun için, siz, onların
dayanabildikleri sürece kendilerine Hakk’ı sunmaya çalışın. Fa­kat onlar bu
sınırları tecavüz ederlerse, üzerinde (onlar tarafından) öldü­rülen kişi şehit
olacaktır.” (Kenz-ül Ummâl, c. VI, s. 347)

11.2.7. Din’in
İhya Edilmesi

Sünen-i Ebû Davud’da Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyet elliği şu
hadise bakın: “Allah (cc.) her yüzyılın başında bu ümmet için, dini ihyâ edecek
olan şahsiyetler yaratacaktır.”

Maalesef, bazı kimseler bu hadiste beyan edilen “dinin ihyâ
edilmesi” deyimini çok yanlış anlamışlardır. Bu kimseler her yüzyılın başı ve
so­nunda mutlaka bir tek “müceddid”in (din’i ihya eden, yenileyen) doğduğu­nu
farz etmişlerdir ve buna göre İslâmiyet’in doğuşundan beri her yüzyılın başında
bir “müceddid” aramaya çalışmışlardır. Hadis’te geçen Arapça “re’s” kelimesi
mutlaka “uç veya baş” anlamına gelmelidir. Aynı şekilde geçen “men” kelimesi de
bir tek kişiye mahsus bir deyim değildir. Burada yüzyılın başında değil de
yüzyıla damgasını vuran kişi desek daha doğru olur. Yani bu kişi o asrın ilim,
fikir ve akımlarına kendi damgasını vur­muş olmalıdır. Ayrıca, Arapçada ‘men’
kelimesi hem tekil, hem çoğul için kullanıldığı için müceddid, “bir tek kişi” de
olabilir, “birkaç kişi” de, hatta bu bir grup ve topluluk da. Bu açıklamadan
sonra, sanıyorum her asrın ba­şında ve sonunda birer müceddid aranmasına ihtiyaç
kalmayacaktır. Cenâb-ı Rasûlullah (a.s.)’ın demek istediği şudur. İnşallah,
İslâm tarihinin her yüzyılında ve döneminde, cahiliyye’nin karşısına dikilecek
ve İslâmiyet’i gerçek ruh ve yapısıyla canlandıracak ve tesis edecek kişi ve
toplu­luklar her zaman bulunacaktır. O halde, her yüzyılda bir değil, birçok
mü­ceddid olabilir ve bir tek İslâm ülkesinde değil, birçok ülkede olabilir.
Di­ni ihyâ ve tesis etmeye çalışanlara mutlaka “müceddid” ünvanı verilmesi de
şart değildir. Bu ünvan ve şeref dine ancak büyük hizmetlerde bulun­muş ve bu
uğurda eşi görülmemiş fedakârlıklarda bulunmuş olan kimseye verilebilir.

11.2.8.
Müslümanlar Arasında Nifak ve Anlaşmazlık

Rasûlullah (a.s.)’ın bir hadisi şöyledir: “Çok yakın bir zamanda
üm­metim 72 fırkaya bölünecektir. Bunlardan sadece biri kurtulmuş olup, be­nim
ve sahabelerimin yolunu takip edecektir.”

Hadislerde, birçok fitne ve fesadın belireceğine dair gelecekle
ilgili bilgiler vardır. Bunların maksadı, iman sahiplerini geleceğin
yanlışlıkları­na karşı uyarmaktır.

11.2.9. Mehdî’nin
Ortaya Çıkmasıyla İlgili Haberler

Mehdî’nin ortaya çıkışıyla ilgili hadisler, hadis eleştirmenleri
tarafın­dan büyük eleştiriye uğramışlardır. O kadar ki, ulema ve fakihlerin
önemli bir bölümü, Mehdî’nin hiç gelmeyeceğine kanaat getirmiştir. Bu konu
ya­kından incelendiğinde de Mehdî ile ilgili rivâyetlerin çoğunun Şiîlerden
kaynaklandığı görülecektir. Tarihe bakıldığında ise, her zümre ve grubun bu
hadisleri kendi din ve siyasî emellerine âlet ettiğine şahit olunur.

Kanaatimce, salt Mehdî diye bir zâtın ortaya çıkacağına dair
haber doğrudur. Fakat bununla ilgili tafsilâta pek güvenilmez. Bu tafsilât
sanı­rım, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek sözlerine sonradan eklenmiştir.
Ni­tekim, çeşitli zamanlarda vaad edilen Mehdî”nin[4]
gelişine dair asılsız id­dialara ve sahte Mehdilerin ortaya çıkışına işte bu tür
etraflıca açıklamalar yol açmıştır. Her sahte Mehdî, müslümanları kandırmak ve
aldatmak için hadiselere sonradan yapılan bu eklemelerden medet ummaya
çalış­mıştır.

Ben Mehdî ile ilgili Hazreti Peygamber (a.s.)’in hadislerini
enine bo­yuna inceledim. Bu tür hadisler gaybî haberler kategorisine girdiği
için, Rasûlullah (a.s.)’ın muhtelif gaybî haberlerini az çok araştırdım. Bu
çalış­malarıma dayanarak söyleyebilirim ki, Mehdî ile ilgili Rasûlullah
(a.s.)’ın haberleri ile diğer gaybî haberler arasında önemli bir fark vardır.
Hz. Pey­gamber (a.s.) diğer konularda gelecekle ilgili bilgiler verirken hiçbir
za­man böylesine teferruat vermemiş veya kesin konuşmamıştır. Mehdî ko­nusunda
Hz. Peygamber (a.s.)’in ifadesinde oluşan bu değişiklik ister iste­mez içimizde
bir takım şüpheler uyandırıyor.

Mehdî ile ilgili hadisler bir arada incelendiğinde aralarında
bir hayli tutarsızlık, çelişki ve farklı ifadelerin bulunduğu göze çarpar.
Ayrıca, Ehl-i Beyt, Emevî ve Abbasi hanedanları arasındaki siyasi mücadelenin
tarihi­ni göz önünde bulunduran bir kişi, Mehdî konusunda her tarafın kendine
göre bazı hadisler ileri sürdüğüne tanık olur. Bu hadisleri nakledenlerin
çoğunun şu veya bu tarafa bağlı olduğu da bir gerçektir. Bu sebeple, bu
hadisleri nakleden veya bu hususla diğer rivayetleri anlatanların objektif
davrandığı söylenemez. Meselâ, bazı hadislerde “siyah bayraklar”dan söz
edilmiştir. Bu gibi ayrıntıların sonradan hadislere sokulduğu apaçık orta­dadır.
Zira, tarih kitaplarından Abbasilerin siyah bayraklara ne kadar me­raklı ve
bağlı oldukları bilinmektedir. Ayrıca, söz konusu hadislerle, Ab­basilerin,
Halife Mehdî Abbasî’yi, vaadedilen Mehdi olarak takdim ettik­leri tarihî bir
gerçektir.

11.2.10.
“Müceddid-i Kâmil” in Yeri

Tarihe bakılırsa, şimdiye kadar bir “Müceddid-i Kâmil”, yani
gerçek anlamda tam bir müceddidin doğmadığı görüşüne varırız. Belki de bu
şe­ref, Emevî halifelerinden Hz. Ömer bin Abdülaziz’e verilebilirdi. Ama kendisi
siyasi hayatta tam bir başarı kazanamadı ve mukaddes vazifesini tamamlayamadan
bu dünyadan göç etti. Bundan sonra ne kadar müceddid doğduysa, hepsi belli bir
sahada ve sınırlı bir alanda çalışmalar yaptılar. Tam manasıyla dini ihyâ
edecek, her alanda devrim yapacak ve tam bir başarı kazanacak kâmil bir müceddid
maalesef şimdiye kadar dünyaya gelmemiştir. Fakat hem akıl ve mantık, hem tabiat
kanunları ve dünyanın gidişatı böyle bir müceddid veya önderin doğmasını
gerektirmektedir. Bu lider ister şimdi, ister birkaç yıl, ya da binlerce yıllık
süreçte doğsun, ama mutlaka doğmalıdır ve inşallah doğacaktır. İşte bu liderin
adı “El-İmâm-ul Mehdî” olacaktır, ki bu hususta Hz. Peygamber (a.s.)in açık ve
sarih ha­disleri vardır.

Bugün bazı bilgisiz kimseler, Mehdî adını duyar duymaz kaşlarını
ça­tar, omuzlarını silkeler. Bu kimselere göre, vaad edilen ve beklenen bir
“Mükemmel Önder” veya “Kâmil Müceddid”, müslümanlara olumsuz etki yapmış ve
onların pasif ve hareketsiz kalmalarına yol açmıştır. Bu sebeple bu kimseler,
cahil insanları yanlış düşünceye sevk eden ve hatta hiçbir şey yapamaz hâle
getiren bir inancın büsbütün ortadan kaldırılmasını savun­maktadırlar. Aynı
kimseler, bütün dinlerde “gaipten gelecek bir zât” ve bir “kurtarıcı” fikrinin
bulunduğunu, bu sebeple, Mehdî ile ilgili İslâm dinin­deki inancın da pek
ciddiye alınmaması gerektiğini belirtirler. Fakat, Mehdî ile ilgili hadislerin
sadece, eski dinlerde de benzeri fikirlerin bu­lunduğu gerekçesiyle bir yana
bırakılacak cinsten olmadığı kanaatinde­yim. Son Peygamber, Hz. Muhammed (a.s.),
insan ırkının ortadan kalk­ması veya kıyametin gelmesinden önce bütün dünyanın
dininin bir defa daha İslâm olacağı ve insanların yarattığı bütün “izm”lerin
başarısızlığın­dan sonra, insanın bilâhare, Allah’ın dinine sığınacağı ve bu
nimetin, pey­gamberler tarzında çalışarak İslam’ı gerçek anlamda bütün dünyaya
yaya­bilecek büyük bir önder sayesinde elde edileceğine dair bir bildirimde
bu­lunmuşsa, bunun yadırganacak tarafının olmadığı kanısındayım. Pek mümkündür
ki, mükemmel ve kâmil bir müceddid fikri eski peygamberle­rin talimatında yer
almış, ama câhil kavimlerin cehâleti yüzünden bunun etrafında evham ve hurafe
ağı örülmüştür.

11.2.11. Mehdi
İle İlgili Yaygın Anlayış

Doğrusunu söylemek gerekirse, umumiyetle imân El-Mehdi’nin
geli­şine inanan müslümanların görüşü de, Mehdi’nin gelmeyeceğine inanan kişi ve
çevrelerin düşüncesinden pek farklı değildir. Bu sâf müslümanla­rın inancına
göre, İmam Mehdi çağdışı bir görünümde ve dervişlerin kıya­fetinde olup birden
bire, bir medrese, tekke veya kulübeden, başında sarık veya takke ve bir elinde
tesbih ile çıkagelecektir. Bu Mehdi ortaya çıkar çıkmaz, “ben İmam Mehdiyim”
diyecektir ve ulema ile din adamları, ellerinde dini kitaplarla bu zâta
yaklaşıp, bu kitaplardaki tarifelere göre kendi­sinin Mehdi olduğunu teyit
edeceklerdir. Bundan sonra da müslümanlar akın akın o’na biat edeceklerdir.
Sonra cihâd ilân edilecek. Bir bayrak ya­pılacak ve bu bayrağın altına bütün
ulema, din adamları ve diğer ileri ge­lenler toplanacak. Ama burada cihâd ve
silah kuşanma deyimleri sade mecâzen kullanılmıştır. Yani Mehdî’nin bayrağı
altındaki topluluk fiilen cihâd etmeyecek ve kılıç kullanmayacak. Her şey manevî
şekilde olacak ve her şey dua ve Allah’ın rahmetiyle gerçekleşecektir. Her şey
ilahîlerle halledilecek. Düşmanların kalbi dualarla fethedilecek. Savaşlar bir
takım dini ibadetlerle kazanılacaktır. Yine dualarla düşmanların tank, tüfek ve
uçakları yok edilecektir! işte sâf ve sade müslümanlar, İmam Mehdi hak­kında bu
gibi fikre sahiptirler.

Fakat, bana sorulursa durum bunun tam aksidir. Bence, Mehdi
çağdaş bir lider olacaktır. Yani hangi devirde gelirse gelsin o devrin genel örf
ve âdetine aykırı bir görünümü olmayacaktır. Çağının bütün ilim ve tekniği­ne
iyice vakıf olacaktır. Hayatın bütün meseleleri hakkında bilgi ve tecrü­be
sahibi olacaktır. Aklı, zekâsı, siyasî kabiliyet ve savaş tekniğinin bilgi­si
bakımından herkesten üstün olacaktır. Kısacası, çağın ilericilerini çok geride
bırakacak bilgi, yetenek ve güce sahip olacaktır. Çok mümkündür ki, bu gerçekten
çağının meselelerini ve çözümlerini de bilen lider molla ve tekke sahiplerinin
şimşeğini üzerine çekecektir. Ayrıca, vücutça Mehdî’de bir gariplik olacağını da
sanmıyorum. Benim gibi, sizin gibi ve hepimiz gibi normal bir insan olacaktır.
İlk bakışta onun Mehdi olacağını gösteren, vücut yapısında herhangi bir işaret
ve alâmet olmayacaktır. Ayrıca, bu kişinin kendi kendini resmen Mehdi ilân
edeceğini de sanmıyo­rum. Belki kendisi de kendisinin vaad edilen Mehdi
olduğunun farkına varamayacaktır. Ama ölümünden sonra, başardığı büyük işler ve
dini ihya yolunda kazandığı zaferlerden dolayı, nübüvvet veya peygamberlik
şeklinde bir halifelik vazifesi yaptığı dost, düşman herkes tarafından
anlaşıla­caktır.

Daha önce işaret ettiğim gibi, peygamberlerden başka kimse Allah
ta­rafından belli bir görev ile geldiğini iddia edemez. Zaten peygamberler­den
başka kimse nasıl bir görevle dünyaya geldiğini iyice kestiremez. Doğrusu şu ki,
Mehdilik iddia ile değil, işi başarmakla elde edilir. Bir kişi sadece iddia
etmek suretiyle Mehdî olamaz. Bence, bu gibi iddialarda bu­lunanlar gibi, bu
türlü iddiada bulunanlara inananlar da, kendi bilgisizlik ve akılsızlıklarını
ispatlamış olurlar.

11.2.12.
Mehdî’nin Çalışmalarının Niteliği

Mehdî’nin yapacağı işler hakkındaki görüşüm de yukarıda
bahsetti­ğim kimselerin düşüncelerinden çok farklıdır. Ben, İmam Mehdi’nin
çalış­malarında Mu’cize, kerâmet, akıl almaz davranışlar, murakabe, gaipten
bil­giler, kehânetler, müritlik ve mürşitlik gibi şeylerin de yeri olmadığını
be­lirtmek isterim. Kanaatim odur ki, bir devrimci liderin dünyada karşılaştı­ğı
engel ve güçlüklerle İmam Mehdi de karşılaşacaktır. Bu önder ve lider, ruhda ve
özde İslam olan yeni bir düşünce ekolü ve hareket tarzı belirle­yecektir. O’nun
başlattığı hareket ve düşünce akımı, kafaları ve insanların yaşantılarını
temelden değiştirecektir. Başlattığı hareket öylesine büyük ve geniş kapsamlı
olacaktır ki, hem siyasi ve hem de kültürel nitelikler ta­şıyacaktır. Cahiliyye
bütün gücüyle O’na karşı koymaya, O’nu yıkmaya çalışacaktır, ama zafer Mehdî’nin
olacaktır. O öylesine muazzam ve muh­teşem bir İslâm devleti kuracaktır ki, bir
yandan manevî değeri ve niteliği çok yüksek olacaktır, bir yandan da maddî
bilimsel ve teknolojik kalkın­ması en üst düzeyde olacaktır. Hadiste de bu
noktaya temas edilmiştir: “O’nun (Mehdî’nin) hükümetinden hem göktekiler, hem
yerdekiler razı olacaklardır. Gök alabildiğine bereketlerini yağdıracak, yer de
içindeki bulun hazinelerini dışarıya çıkaracaktır.”

Bir gün İslâmiyet’in bütün dünyanın düşünce sistem ve
odaklarına, medeniyet ve kültürüne ve siyasetine hâkim olacağı yolundaki
beklenti doğruysa, müthiş önderliğinde bu görkemli devrimin yapılacağı “Büyük
Lider”in doğuşu da şarttır. Böyle bir liderin ortaya çıkma imkânına şüphe ile
bakanların aklına şaşarım. Bu dünyada Lenin ve Hitler gibi cahil ve sa­pık
liderler doğup bütün insanları hakimiyetleri altına almayı düşünebili­yorsa,
doğru yolda olan, insanlığı barışa ve refaha götürecek bir dünya li­deri neden
çıkmasın?

11.2.13. Hz.
Îsa’nın Dünya’ya Tekrar Gelişiyle ilgili Haberler

1- “Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.)
buyurdular: Canıma mâlik olan Zât’a yemin ederek söylüyorum ki, Meryem oğlu
mut­laka aranıza nâzil olacaktır. O Haç’ı kıracaktır ve domuzu öldürecektir ve
savaşa son verecektir. (Başka bir hadiste, harp yerine cizye kelimesi var­dır.
Yani cizye’yi kaldıracaktır). Ve mallar öylesine bollaşacaktır ki bunla­rı
alacak kimse kalmayacaktır. Ve (durum öyle olacaktır ki İnsanlar Al­lah’ın
huzurunda) bir secde etmeleriyle her şeyin düşüncesinden kurtula­caklardır.”
(Buhâri; Kitab-u Ehâdis-il Enbiyâ, Bölüm: Meryem oğlu Îsa’nın inişi, Müslim;
Meryem oğlu Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm, Tirmizî; Fiten ile ilgili bölümler ve
Hz. Îsa ile ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed Rivâyet eden: Ebû Hureyre).

2- Başka bir rivâyet Hz. Ebû Hureyre (r.a.) tarafından şu
sözlerle nak­ledilmiştir: “Meryem oğlu Îsa dünyaya gelmedikçe kıyamet
olmayacak­tır.” Bu sözlerden sonra, yukarıdaki hadis nakledilmiştir. (Buhârî,
Kitab-ul Mezâlim, Kesr-us Sâlib Bölümü, İbn Mâce: Kitâb-ul Fiten, Deccâl Fitnesi
ile ilgili bölüm).

3- “Hz. Ebû Hureyre rivâyet ediyor ki bir defasında Rasûlullah
şöyle buyurdu:

“Meryem oğlu size inince ve imamınız o zaman sizden olduğu bir
sı­rada, siz nasıl olacaksınız?” (Buhârî, Kitab-u Ehâdis-il Enbiyâ, Bölüm:
Îsa’nın inişi, Müsned-i Ahmed, Müslim, Hz. Îsa’nın inişi, Rivâyet eden: Ebû
Hureyre).

4- Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet edildiğine göre,
Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “Meryem oğlu Îsa inecek ve domuzu öldürecek ve
Haç’ı ortadan kaldıracak ve onun için namazlar toplanacaktır. Ve o kadar mal
dağılacaktır ki, bunları kabul edecek kimse bulunmayacak. O haracı durduracak ve
Rauha’da (Medine’ye 35 mil uzaklıkta bir yer) konaklaya­cak ve oradan hac ve
umre edâ edecektir. Ya da her ikisini toplayacaktır.” (Rivâyet edenin bu hususla
biraz şüphesi vardır). (Müsned-i Ahmed, Ebû Hureyre’nin rivâyetleri, Muslim,
Kitab-ul Hacc, Bâb-u Cevâz-il Temettü’ fil-Hacc ve el-Kur’an).

5- Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.)
(Deccâl’in ortaya çıkışından bahsettikten sonra) şöyle buyurdular: “Müslüman
onunla (Deccâl ile) savaşma hazırlığı yaparken saflar düzenlerken ve na­maz için
tekbir getirilmişken, Meryem oğlu Îsa ortaya çıkacaktır ve na­mazda müslümanlara
imamlık yapacaktır. Ve Allah’ın düşmanı (Deccâl) onu görür görmez, tuzun suda
eridiği gibi eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) onu kendi haline bırakırsa eriyip
gidecektir. Ama Allah, onu, O’nun (Îsa’nın) eliyle öldürtecektir ve o (Hz. Îsa)
mızrağında onun (Deccâl’in) kanı oldu­ğu halde müslümanlara gösterecektir.”
(Mişkat; Kitab-ül Fiten, Bâb-ul Melâhim, Müslim’e atfen).

6- “Hz. Ebû Hureyre tarafından rivâyet edildiğine göre, Hz.
Peygam­ber (a.s.) buyurdular İçi, “Benim ve O’nun (Îsa) arasında başka herhangi
bir nebi yoktur. O dünyaya inecektir. O halde, O’nu görünce tanıyacak­sınız. O,
orta boylu, beyaz ve pembe tenli bir kişi olup, sarı bir kıyafet içinde
olacaktır. O İslâm için adamlarla savaşacak, Haç’ı parça parça edecek ve domuzu
öldürecektir. Cizyeyi kaldıracak ve Allah, O’nun zamanın­da İslam’dan başka
bütün dinleri ortadan kaldıracaktır. Ve O (Hz. Îsa) Mesih-i Deccâl’i
öldürecektir. Yeryüzünde 40 yıl kalacak, sonra ölecektir. Ve müslümanlar O’nun
cenaze namazını kılacaklardır.” (Ebû Davûd, Ki­tab-ul Melâhim, Deccâl’in ortaya
çıkışıyla ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed. Rivayet eden: Ebû Hureyre).

7- “Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivayet ettiği gibi, kendisi
Rasûlullah’ın şöyle dediğini duymuştur:”… Daha sonra Meryem oğlu Îsa dünyaya
gele­cektir. Müslümanların lideri (imamı, hükümdarı) kendisine diyecektir ki
“gelin namaz kıldırın.’ Fakat o diyecektir ki, ‘hayır siz kendiniz birbirinizin
liderisiniz (Yani lideriniz veya imamınız aranızdan olmalıdır.)’ O (Hz. Îsa) bu
jesti Allah’ın bu ümmete verdiği şan-ü şeref yüzünden yapacaktır.” (Müslim, Hz.
Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed. Rivayet eden: Câbir bin
Abdullah).

8- “Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd’ın hikâyesini anlatırken)
rivâyet ediyor ki, Hz. Ömer bin Hattâb, Hz. Peygamber (a.s.)’e şöyle seslendi:
‘Ya Rasûlullah bana izin verin, onu öldüreyim.’ Bunun üzerine Rasûlullah de­di
ki, ‘eğer bu aynı kişi (Deccâl) ise, bunu siz öldürmeyeceksiniz. Onu Meryem oğlu
Îsa öldürecek. Ve eğer, bu aynı kişi değilse, o zaman siz, sözleşmeli kişilerden
(zimmîlerden) birini öldürme hakkına sahip değilsi­niz.” (Mişkat, Kitab-ul
Fiten, İbn Sayyâd’ın hikayesiyle ilgili bölüm, Şerh-üs-Sünne-yi Bağavî)

9- “Cabir bin Abdullah rivâyet ediyor ki (Rasûlullah, Deccâl’in
hika­yesini anlatırken dedi ki) “o zaman Meryem oğlu Îsa (a.s.) birden bire
müslümanlar arasında belirecektir. Sonra namaza kalkılacak ve kendisine, ‘ey
Ruhullah, gelin namaz kıldırın’ denilecek. Ama o diyecek ki, ‘hayır, si­zin
imamınız ileri gelsin ve o namaz kıldırsın.’ Sonra, müslümanlar sabah namazını
kıldıktan sonra Deccâl’a yürüyeceklerdir. Buyurdular, ‘O kezzâb yalancı,
(Deccâl), Hz. Îsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Ve o (Îsa) ona
yaklaşıp onu öldürecektir. Öyle bir durum olacak ki, ağaç­lar ile taşlar
bağıracaklar, ‘bakın ey Ruhullah, bu Yahudi arkamıza saklan­mıştır’. Deccâl’in
taraftarlarından kimse öldürülmekten kurtulamayacak­tır.” (Müsned-i Ahmed, Hz.
Câbir bin Abdullah’ın rivayetleri).

10- “Hz. Nevvâs bin Sem’an Kılabî (Deccâl’in hikayesini
anlatırken rivâyet ediyor: Deccâl bunları yaparken, Cenab-ı Allah, Meryem oğlu
Mesih’i gönderecektir. O (Îsa) sarı renkli iki elbise içinde, iki meleğin
kol­ları üzerinde Şam’ın doğu kesiminde beyaz minarenin yanına inecektir. O
başını eğdiği zaman sanki sular damlayacak ve başını kaldırdığı zaman, inci gibi
damlalar düşecektir. Soluğu nereye kadar varırsa oralarda hiçbir kâfir hayatta
kalamayacaktır. Gözleri nereye kadar görebiliyorsa oraya ka­dar hiçbir kâfir
yaşayamayacaktır. Sonra Meryem oğlu, Deccâl’i takip edecektir ve Lod’un (Tel
Aviv’e birkaç mil uzaklıkta Lodds, ki burada İs­railliler uluslararası havaalanı
inşa etmişlerdir) kapısında ona yetişip onu öldürecektir” (Müslim, Zikr-ud
Deccâl, Ebû Davûd, Kitab-ul Melâhim, Deccâl’ın ortaya çıkışıyla ilgili bölüm,
Tirmizî, Fiten ile ilgili bölümler, ve Deccâl ile ilgili bölüm, İbn Mâce,
Kitâb-ul Fiten, Deccal fitnesi bölü­mü).

11- “Abdullah bin Amr bin As diyor ki, Rasûlullah bir defasında
şöy­le buyurdular. “Deccâl, ümmetimden çıkacaktır, ve 40 (bunun 40 gün mü, ay
mı, yoksa yıl mı olacağını bilmiyorum) yaşayacaktır. Daha sonra Cenâb-ı Allah
Meryem oğlu Îsa’yı gönderecektir. Onun yüz hatları genel­likle Urve bin Mes’ud
(bir sahabe) gibi olacaktır. O, onu (Deccâl’i) takip edecek ve öldürecektir.
Daha sonra, İnsanlar 7 yıl öyle yaşayacak ki, iki kişi arasında bile anlaşmazlık
ve düşmanlık olmayacaktır!” (Müslim: Zikr-üd Deccâl).

12- “Hüzeyfe bin Esîd El-Gıfarî diyor ki, bir defasında Hz.
Rasûlullah toplantımıza geldiler. O sırada biz aramızda konuşuyorduk. Bizim
neler konuştuğumuzu sordular. Dediler ki biz kıyametten bahsediyorduk. Şöyle
dedi, kıyamet, 10 işaret görülmeden gelmeyecektir. Sonra Rasûlullah bu
işaretleri saydı. 1) Duman, 2) Deccâl, (3) Dabbet-ül Arz (bir çeşit yer
hay­vanı), 4) Güneşin batıdan çıkması, 5) Meryem oğlu Îsa’nın inişi, 6) Yecuc ve
Me’cuc 7) Üç büyük toprak kayması biri Doğu’da, 8) diğeri batıda ve, 9) üçüncüsü
Arap Yarımadasında ve 10) nihayet Yemen’de patlak verecek ve insanları mahşere
sürükleyecek büyük bir yangın.” (Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-us Sâah, Ebû
Davud, Kitab-ul Melâhim, Emârat-us Sâah bölümü).

13-“Hz. Peygamber (a.s.)’in azad ettiği uşağı, Sevban rivayet
ediyor ki, Hz. Rasûlullah (a.s.) buyurdular, “Ümmetimin iki ordusu öyledir ki
Cenâb-ı Allah onları Cehennem ateşinden kurtarmıştır. Bu ordulardan biri
Hindistan’a saldıracak olanlardır. İkincisi de Hz. Meryem oğlu Îsa’nın ya­nında
bulunan ordudur.” (Nesâî, Kitab-ül Cihâd, Müsned-i Ahmed, Sevbân’ın
rivayetlerinden).

14- Mücemmî’ bin Câriye el-Ensârî’nin rivâyetine göre,
Rasûlullah bir defasında Deccâl’den bahsederken onu Lod’un, kapısında Meryem
oğlu­nun öldüreceğini açıkladı. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili
bö­lümler).

15- Ebû Ümâme Bahili (uzun bir hadiste, Deccâl’den bahsederken)
şu rivâyeti nakletmiştir: “Müslümanların imamı namaz için ileriye adım atmışken,
Meryem oğlu Îsa ona gelecektir. İmam adımını geri alacak, ki Îsa ileriye
gidebilsin. Ama Îsa (a.s.) onun omuzuna elini koyarak, ‘nama­zı sen kıldır zira
bu cemaat senin için ayağa kalkmıştır’ diyecektir. Böy­lece, o namaz
kıldıracaktır Selâm verdikten sonra, Hz. Îsa diyecek ki, ‘ka­pıyı açın’. Nitekim
kapı açılacaktır. Dışarıda Deccâl 70 bin silahlı yahudi ile saflar düzenlemiş
beklerken görülecektir. Hz. Îsa (a.s.) ona bakar bak­maz, tuzun suda eridiği
gibi erimeye başlayacak ve oradan hemen kaça­caktır. Hz. Îsa (a.s.) diyecek ki,
“bende senin için öyle bir darbe vardır ki bundan hiç kurtulamazsın.” Sonra onu
Lod’un doğu kapısında yakalaya­caktır. Ve Allah Yahudileri bozguna
uğratacaktır… Ve yeryüzü, müslü­manlarla, suyla kabın dolduğu gibi dolacaktır
ve dünyada Allah’tan başka kimseye ibadet edilmeyecektir, (İbn Mâce, Kitab-ül
Fiten, Deccâl Fitnesi bölümü).

16- Osman bin Eb-ul-Âs’ diyor ki ‘ben Rasûlullah (a.s.)’ın
şanları söylediğini duydum’ “Ve Meryem oğlu Îsa (a.s.) sabah namazı sırasında
inecektir. Müslümanların lideri O’na diyecek ki, ‘ey Ruhullah, namaz kıl­dırın’.
O cevap verecek, ‘bu ümmetin insanları birbirine lider olacak kabiliyettedir.’
Bunun üzerine, müslümanların bir emiri (hâkimi, lideri) ileriye çıkıp namaz
kıldıracaktır. Namaz kılındıktan sonra Îsa (a.s.) silahım alıp Deccâl’a
yönelecektir. O (Deccâl) onu görünce, tuz gibi eriyecektir. Hz. Îsa (a.s.)
silahıyla onu öldürecektir ve arkadaşları mağlup olarak kaçmaya
başlayacaklardır. Fakat hiçbir yerde eman bulamayacaklardır. Nihayet, ağaçlar
seslenmeye başlayacaklardır, ‘Ey Mü’min, bu kâfir buradadır’ ve taşlar da
seslenecekler, ‘Ey Mü’min bu kâfir buradadır.'” (Müsned, Taberânî, Hâkim).

17- “Semure bin Cündüb (uzun bir hadiste) Rasûlullah (a.s.)’ın
şöyle buyurduğunu nakleder “Ve sonra sabah vakti, müslümanlar arasında Hz.
Meryem oğlu Îsa gelecektir ve Allah, Deccâl ve onun ordusunu yenilgiye
uğratacaktır. Ta ki, Duvarlar ile ağaçların kökünden sesler gelmeye
başla­yacaktır, ‘ey Mü’min, bu kâfir aramızda saklıdır, bunu öldür.'” (Müsned-i
Ahmed)

18- Umran bin Hüseyin’in rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.)
buyurdu­lar: “Ümmetimde her zaman, Hak üzerinde olacak ve muhaliflerine galip
gelecek bir topluluk mutlaka bulunacaktır. Ta ki, Allah’ın hükmü gelecek ve
Meryem oğlu Îsa inecektir.” (Müsned-i Ahmed).

19- Hazreti Ayşe (Deccâl) ile ilgili hikayeyi anlatırken rivâyet
ediyor

ki, Îsa (a.s.) inecektir ve Deccâl’i öldürecektir. Bundan sonra,
Îsa (a.s.) 40 yıl yeryüzünde âdil bir İmam ve adaletli bir hâkim (yargıç) olarak
kala­caktır (Müsned-i Ahmed).

20- Rasûlullah (a.s.)’ın serbest bıraktığı uşağı, Safine, Deccâl
ile ilgili hikayeyi anlatırken diyor ki, ve daha sonra, Hz. Îsa (a.s.) inecektir
ve Al­lah, Deccâl’i Afik tepelerinde helâk edecektir.’ (Müsned-i Ahmed).

21- “Hz. Huzeyfe bin Yeman (Deccâl’den bahsederken) diyor ki,
“Ve müslümanlar namaza kalkınca, gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa çıka­caktır ve
o müslümanlara namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra orada bulunanlara
diyecek ki, “lütfen, benim ile bu Allah’ın düşmanı ara­sından çekilin.” Ve
Allah, Deccâl’in arkadaşlarına müslümanları galip kı­lacaktır. Müslümanlar
onları iyi hırpalayacaklardır. Tâ ki, ağaçlar ile taş­lar sesleneceklerdir: ‘Ey
Abdullah, ey Abdurrahman, ey müslüman, işte bir Yahudi, işte vur ona.’ Böylece,
Allah onları mahvedecektir ve müslü­manlar galip geleceklerdir. Ve Haç’ı
kıracak, domuzu öldürecek ve cizye­yi ortadan kaldıracaktır.” (Müstedrek-i
Hâkim. Müslim’de de bu rivâyet özetle nakledilmiştir. Ayrıca, Hâfız İbn Hacer
kendi eseri, “Feth-ul Bâri”, Cilt: VI. s. 450’de bu hadisin doğru olduğunu
yazmıştır.)

İşte, yukarıda 14 sahabeye ait olarak naklettiğimiz 21 hadis
doğru ve sağlam kaynaklar ve hadislerle ilgili en esaslı kitaplarda yer
almışlardır. Hz. Îsa (a.s.)’nın dünyaya tekrar gelişiyle ilgili diğer pek çok
hadis ve baş­ka bir deyimle gaybî haber de vardır. Ama biz sözü fazla uzatmamak
için sadece bu hadisleri nakletmeyi uygun gördük.

11.2.14. “Mesih
Benzeri” Kavramı Yanlıştır

Bu hadisleri şöyle gözden geçiren bir kişi, bunlarda herhangi
bir “Îsa’nın benzeri” (Mesih benzeri), “vaadedilen Mesih” veya “müstakbel bir
Mesih’den bahsedilmediğini hemen anlayacaktır. Burada zikrolunan Hz. Îsa, yeni
ve değişik bir kişi veya “peygamber” değildir. Bu yine eski ve bilinen bir
peygamberdir. Hâl böyle iken, çağımızda bir kimsenin, bir babanın sulbünden ve
bir annenin karnından doğup, Hz. Peygamber (a.s.)’in müjde verdiği Meryem oğlu
Îsa (a.s.)’nın kendisi olduğunu iddia etmesi abestir. Yukarıda naklettiğimiz
bütün hadisler, sözü edilen kişinin, bundan 2000 yıl önce babasız ve Meryem’in
kamından doğan Îsa (a.s.) ol­duğunu apaçık göstermektedir.

11.2.15.
Deccâl’in Ortaya Çıkışıyla İlgili Haberler

Deccâl ile ilgili Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in ne kadar
hadis­leri varsa, onları toptan gözden geçirdiğimizde bu kötülük simgesinin
or­taya çıkma zamanının tayin edilmediği görüşüne varırız. Hz. Peygamber
(a.s.)’e bu hususta Allah tarafından gelen bilginin özeti şudur: Dünyada büyük
bir Deccâl doğacaktır. Onun bazı belirgin özellikleri olacaktır. Fa­lanca yerde
öldürülecektir. Fakat ortaya çıkışının kesin zaman ve yerini belirtmemiştir. Hz.
Peygamber (a.s.), Deccâl’in kendi devrinde mi yoksa daha sonraki devirlerde mi
doğacağı konusuna da açıklık getirmemiştir.

Bu konuyla ilgili, Hz. Peygamber (a.s.)’e ait olduğu söylenen
hadisle­rin gerek muhtevalarındaki farklılıklar ve gerekse ifadelerdeki
değişiklik­ler gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) bu sözleri vahye göre değil
kendi fikir ve görüşüne göre söylemiştir. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.)’ in,
bazen Deccâl’in Horasan’dan, bazen İsfahan’dan bazen da Suriye ile İrak’taki bir
yerden çıkacağını söylediği belirtilmiştir. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’in,
Medine’de muhtemelen 2. veya 3. hicri yılda doğduğu sanılan İbn Sayyâd adlı
Yahudi çocuğunun Deccâl olacağından şüphe ettiği kaydedil­miştir. Son rivâyete
göre de, dokuzuncu hicri yılda Filistin’in bir Hıristiyan rahibi (Temim
Dâri)’nin, gelip müslüman olduğu Hz. Peygamber (a.s.)’a bir hikâye anlattığı
ifade edilmiştir. Rahib’in hikâyesi şuydu: Bir defasın­da kendisi bir deniz
yolculuğu sırasında (muhtemelen Akdeniz’de veya Umman Denizinde) ıssız bir adaya
ulaştı, ve orada garip bir adamla karşı­laştı. Bu adam kendisinin Deccâl
olduğunu söyledi, Hz. Peygamber (a.s.) Filistinli rahibin bu hikâyesini
dinledikten sonra Deccâl ile ilgili ifadesini yalanlama gereğini duymadı. Hz.
Peygamber (a.s.) sadece şunu söylemek­le yetindi. “Sizin dediğinize göre Deccâl
Akdeniz veya Umman denizindedir. Halbuki ben onun Doğu’da ortaya çıkacağını
sanıyorum.”

Hz. Peygamber (a.s.)’in Deccâl ile ilgili haberlerini
inceleyecek bir ki­şinin ilm-i hadis ve dinî ilkelerden azıcık haberi olursa, bu
buyrukların iki bölümü olduğunu hemen anlayacaktır. Birinci bölümde yer alan
hadisler­de Deccâl’in mutlaka geleceği, bazı belirgin özelliklere sahip olacağı
ve dünyada fitne ve fesat çıkaracağı kesin ifadelerle açıklanmıştır. Bu
husus­taki hadislerde bir çelişki yoktur.

Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerinin ikinci bölümünde Deccâl’in
kim olduğu, nerde ve ne zaman belireceği açıklanmıştır. Bu hadisler sadece
birbiriyle tezât halinde değil, bunlarda aynı zamanda şüphe ve tereddüttü ortaya
koyan kelime ve ifadeler de vardır. Meselâ, İbn Sayyâd ile ilgili olarak Hz.
Peygamber (a.s.)’in Hz. Ömer’e şöyle dediği nakledilmiştir. “Eğer bu Deccâl ise
bunun katili sen olmayacaksın. Ve değilse, sen söz­leşmeli biri (zimmi) ni
öldürmeye yetkili değilsin.” Yine başka bir hadiste Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
buyurduğu rivâyet edilmiştir. “Eğer o (Deccâl) ben hayatta iken gelirse ben ona
hüccetle (fikir ve delillerle) karşı koyaca­ğım. Yoksa, benden sonra Rabbim her
mü’min’in hâmisi ve nasırıdır.”

Demek ki, ikinci bölüm birinci bölümden hayli farklıdır. Bu
itibarla, ikinci bölüm dini açıdan birincisi kadar bağlayıcı değildir. Her iki
bölüme aynı önemi veren, ikisinin eşit olduğunu sanan ve hepsinin imanın bir
par­çası olduğunu düşünen bir kişi yanlış yoldadır. Gördüğümüz gibi, Hz.
Peygamber (a.s.) Deccâl’in kişiliği, doğacağı zaman ve yer konusunda emin
değildi ve bu sebeple, İbn Sayyâd hakkında şüphesini belirtmişti. Hatta Hz. Ömer
bin Hattab, İbn Sayyâd’ın Deccâl olduğuna yemin bile et­mişti. Fakat bu Yahudi
çocuk daha sonra müslümanlığı kabul elti, Kâbe ve diğer kutsal yerlerde kaldı,
ibadet elti, müslüman olarak ebediyete intikal etti ve müslümanlar onun cenâze
namazını da kıldılar. O halde, İbn Sayyâd’ın halâ Deccâl olduğunu düşünmek doğru
olur mu? Filistinli Ra­hip Temim Dari’nin öyküsü de anlatıldığı zaman hemen
hemen doğru ola­rak kabul edilmişti. Fakat, aradan 1350 yıl geçmesine rağmen
mahpus ol­duğu adadan çıkmayan yaratık Deccâl olabilir mi? Eğer kendisi iddia
etti­ği gibi Deccâl ise neden Hz. Muhammed (a.s.)’in haberleri istikametinde
fitne ve fesât çıkarmadı ve başka kimseyi varlığından haberdar etmedi?
Rasûlullah (a.s.), Deccâl’in kendi döneminde ortaya çıkabileceği veya
kendisinden hemen sonra doğabileceği tahminini yapmıştı. Fakat, 1350 yıl
geçmesine rağmen böyle bir Deccâl’in doğmadığı bir gerçek değil mi­dir? Bu
sebeple Deccâl ile ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerini İslâm akide ve
inançlarının ayrılmaz bir parçası gibi kabul etmek ve dünyaya yaymak doğru bir
hareket sayılabilir mi? Daha önce belirttiğim gibi, pey­gamberler pek çok şeyi
vahiyle ve Allah’ın emriyle söyler ve yaparlar. Bu hususta hiçbir şüphe,
tereddüt ve yanlışlığa ihtimal yoktur. Ama bazı şey­ler var ki, peygamberler
sadece birer insan olarak ve sadece şahsi fikirleri ile tahminlerini ortaya
koyarlar. Bu gibi fikir ve tahminlerin değişme ihti­mali vardır. Ama bu
değişiklik peygamberlerin umumi durumunu etkile­mez, onların peygamberlik
sıfatına gölge düşürmez. Bu tür fikir ve tah­minlerin yanlış çıkması,
Peygamberlerin durumunda zerre kadar değişik­lik yapmaz. Üstelik, şeriatımız da
peygamberlerin bu tür söz ve hareketle­rini aynen benimsememizi zorunlu
kılmamıştır. Bu hususta, hurma ağaç­larının dikilmesi ile ilgili Hz. Peygamber
(a.s.)’in ikazı sanırım herkesin aklındadır.

11.2.16. Hz.
Peygamber (as)’in Buyruklarından Yolun Tayini

Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in hangi söz ve hareketlerinin,
kendi şahsi düşünce ve tahminine göre ve hangilerinin Allah’ın verdiği bilgiye
göre olduğunu anlamak için yine Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi açıklama­larına
dikkat etmeliyiz. Bazen de diğer şartlar ve unsurlar bunu anlamamı­za yardım
ederler. Meselâ, Deccâl ile ilgili hadisleri incelediğimizde biz­zat Hz.
Peygamber (a.s.)’in kullandığı kelime ve ifadelerden, bu yaratığın kişiliği,
doğacağı yer ve zaman hakkında Allah’tan herhangi bir haber al­madığını
anlayabiliriz. Hz. Muhammed (a.s.), İbn Sayyâd’ın Deccâl olaca­ğından o kadar
şüphelenmişti ki, Hz. Ömer (r.a.) yemin ederek kendisinin Deccâl olduğunu
söyleyince O’nun sözlerini yalanlamadı. Fakat Hz. Ömer İbn Sayyâd’ı öldürme
niyetinde olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber şun­ları belirtti. Eğer bu o ise,
sen ona hakim olamazsın, ama bu o değilse, bu­nu öldürmek sana bir yarar
getirmeyecektir.” (Müslim, İbn Sayyâd ile il­gili rivâyet). Başka bir hadisle
Hz. Peygamber (a.s.) Deccâl’den bahseder­ken şunları buyurdular. “Eğer o benim
varlığım sırasında onaya çıkarsa, ben tarafınızdan ona karşı koyacağım. Ve eğer
o benim olmadığım bir za­manda ortaya çıkarsa herkes kendi başına onunla
mücadele etmelidir ve Allah benden sonra, her müslümanın muhafızıdır.” (Müslim,
Deccâl’in hi­kayesi). Temim Dari, bir deniz yolculuğu sırasında Deccâl ile
görüştüğü­ne dair hikâyesini anlatınca Hz. Muhammed (a.s.) bu hikayeyi ne
yalanla­dı ne de teyit etli. Aksine şunları söyledi: “Ben Temim’in
anlattıklarını be­ğendim. O’nun anlattıkları, benim size Deccâl ile ilgili
anlattıklarımla mu­tabakat halindedir.” Ayrıca şu sözleri de ilâve etti: “Fakat
o (Deccâl) Suri­ye veya Yemen denizinde değil, doğu tarafındadır.” (Müslim,
Kıssat-ul Cessâse). Bütün bu hadis ve rivâyetler konuyu sanırız yeterince
açıkla­maktadır.1

11.2.17. Hz.
Ammâr bin Yâsir’in Öldürülmesiyle İlgili Haber

Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ammâr bin Yâsir ile ilgili bir sözü
çok meşhurdu ve pek çok sahabe bu sözü bizzat O’nun mübarek ağzından
duy­muşlardı. Rasûlullah şöyle demişti. ‘Seni (Ammâr’ı) âsi bir çete
öldüre­cektir’ (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Taberânî,
Beyhakî, Müsned-i Ebû Davut Tayalisî v.s. gibi ünlü hadis kitaplarında, Hz. Ebû
Said Hudrî, Ebû Katâde Ensârî, Ümm-ü Seleme, Abdullah bin Mes’ûd Abdullah bin
Amr bin el-Âs, Ebû Hureyre, Osman bin Affan, Hu­zeyfe, Ebû Eyyub Ensârî, Râfi’,
Hüzeyme bin Sâbit, Amr bin el-Âs, Ebul Yusr, Ammâr bin Yâsir ve bazı diğer
sahabeler tarafından rivâyet edilmiş­tir. Ayrıca İbn Sa’d da Tabakât’ta bu
hadisi çeşitli vesikalara dayanarak kaydetmiştir).

İbn Abd-il Berr, “İstiâb” adlı eserinde diyor ki,”Ammâr bin
Yasir’in âsi bir güruh tarafından öldürüleceğine dair Hz. Peygamber (a.s.)’in
buy­rukları sağlam kaynak ve usûllere göre bize kadar intikal etmiştir”.
Nite­kim, Ammâr bin Yasir’in asi bir grup tarafından öldürüldüğü bir gerçektir.

11.2.18.
Kıyamet’in Gelmesiyle İlgili 10 İşaret

Müslim’de,
Huzeyfe bin Useyd el-Gifari’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) buyurdular
ki, bu alâmetler görülmeden kıyâmet olmayacaktır. Duman, Deccâl, Dâbet-ul Arz,
güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu Îsa’nın inişi, Ye’cuc ile Me’cuc’un
istilâsı ve üç büyük toprak kayması ha­disesi, biri doğu’da, ikincisi batıda,
üçüncüsü Arap yarımadasında ve bü­tün insanları Mahşer’e doğru sürükleyecek,
Yemen’de çıkacak büyük bir yangın. Hazreti Peygamber’in ifadesine göre, o zaman
kıyamet, miadını doldurmuş hamile bir kadının, çocuğunu gece mi, gündüz mü
doğuracağı belli olmadığı gibi, yakın olacaktır



 




[1]
Gibbon,
“Decline and Fall of The Roman Empire”, C II, s. 788, Modern Library, New
York.



[2]
Bu Kur’ân-ı
Kerîm in geleceğe ait en şaşırtıcı ve en harika haberlerin den biridir.
Kuran-ı Kerîm’de bu haber yer aldığı zaman Mısır Firavunlarının mezarları
hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ehram (Piramid)larına açılması
çalışmaları 20. yüzyılda başlamıştır. 1907’den evvel Ramses I veya diğer
Firavunların mumyalarına rastlanamamışlı. 3000 yıl önceki bir olayın haber
verilmesi Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir gaybî haberidir.



[3]
Hz.
Peygamber Efendimiz buyurmuşlardı ki, “Benden sonra halifelik 30 yıl
sürecek­tir. Daha sonra padişahlık gelecektir.” Bu süre Rebiülevvel, 41
Hicri’de sona erdi. Aynı tarihte Hz. Hasan, Hz. Muaviye karşısında
halifelikten feragat etti. Bundan sonraki gelişmeler hepimizin malûmudur.
Yani meşveret yerine bir hanedan’ın hakimiyeti ve monarşi için kapılar
açılmış oldu.



[4]
Evvela,
“Mehdi” kelimesine dikkat edilmesi gerekmekledir. Bilindiği gibi, hadislerde
bu kelime geçmektedir ve Hz. Peygamber (a.s.)’in bunu kullandığı da
doğrudur. Bu kelimenin sözlük anlamı “hidayet görmüş” veya “hidayet edilmiş
“tir. Yani “Hâdi”, hidayet veren veya hidayet eden deyimi kullanılmamıştır.
Demek ki, doğru yolda olan her önder, lider, hükümdar veya yöneti­ciye Mehdi
denilebilir. “El-Mehdî” kelimesi ise sadece bu gibi belirli bir kişi veya bu
hususu ba­zı özellikler taşıyan şahıs için kullanılabilir. Hadislerde bu
belli özellikten de bahsedilmiştir. Yani, bu zât, dünyada nübüvvet
şeklindeki halifeliğin sona ermesinden sonra tekrar böyle bir halifeliği
tesis edecek ve dünyada adalet ile barış sağlayacaktır. Bundan, İslâm
dininde “Mehdî” adında bir mevki veya makam ihdâs edildiği ve böyle bir
kişiye tıpkı nebi veya peygamberlere olduğu gibi, iman etmenin, imanın bir
parçası olduğu anlaşılmamalıdır. Buna ilâveten, Mehdi’nin, “Masum bir İmam”
olacağına dair bir kayıt da yoktur. Aslında bu husustaki inanç, Şiilerde
yaygın olan “Ma­sum İmam” fikrinden ileri geliyor. Kitap ve Sünnet’le böyle
bir şey yoktur.

İlgili Makaleler