Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

DOĞUŞTAN PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN YAŞANTISI



Yirmi İkinci Bölüm: DOĞUŞTAN PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN
YAŞANTISI



22.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DOĞUMU



22.2. MÜJDELER VE MÜBAREK İSMİ



22.3. FAKİR VE MÜTEVAZI BİR HAYAT



22.4. SÜT KARDEŞLİĞİ



22.5. HALÎME SÂ’DİYE



22.6. AMİNE’NİN VEFATI



22.7. ABDULMUTTALİB’İN HİMÂYESİ



22.8. EBÛ TÂLİB’İN HİMAYESİ



22.9. ÇOBANLIK



22.10. KÜÇÜK YAŞTAN BERİ FEVKALÂDE ŞAHSİYETİNİN BELİRTİLERİ



22.11. PUT PERESTLİKTEN NEFRET



22.12. SURİYE’YE YOLCULUK VE RAHİP BAHİRA İLE GÖRÜŞME KONUSUNDAKİ RİVAYETLER



22.13. FİCAR HARBİ



22.14. HİLF’UL-FÜDÛL



22.15. HZ. HATÎCE İLE TİCARETTE ORTAKLIK



22.16. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN HZ. HATİCE İLE NİKÂHI



22.16.1. Hz. Peygamber (a.s.)’in Hatice(r.a.)’den Doğan Çocukları



22.16.2. Evlilik Hayatı



22.16.3. Mali Rahatlık ve Zenginlik Devresi



22.17. HZ. ZEYD BİN HÂRİSE OLAYI



22.18. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN, HZ. ALİ’Yİ HİMAYESİ ALTINA ALMASI



22.19. KA’BE’NİN YENİDEN İNŞASI



22.20. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ. MUHAMMED (A.S.)’İ YAKINDAN TANIYANLAR



22.21. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN YÜZ HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ

 

Yirmi İkinci Bölüm: DOĞUŞTAN
PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN YAŞANTISI

22.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DOĞUMU

Hz. İbrahim (a.s.)’in ailesinin bir bölümünü, Mekke’nin çorak ve
ıssız topraklarına getirmesinin altında yatan amacın ve sevgili oğlu İsmail
(a.s.) ile birlikte Kâ’be’yi inşa ederken beraberce yaptıkları şu duanın
gerçekleş­mesi zamanı artık gelmişti.

“Ya Rabbi, O müslüman ümmete kendilerinden bir peygamber gön­der
ki, onlara ayetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günâhlarından
temizlesin.” (Bakara; 129)

Bu mübarek zamanın gelmesinden kısa bir süre önce Ebrehe 60 bin
kişilik ordusuyla kaderini denemeye çalışmıştı. Ama, Ebrehe 60 bin değil 600
binlik ordusuyla bile gelse idi aynı akibete uğramaya mahkûmdu. Asırlardır
hazırlanmakta olan ilahî plân artık tatbik edilme safhasına gel­mişti ve bunu
engellemeye dünyada hiçbir kimsenin gücü yetmeyecekti. Takdir-i ilâhiye göre
dünyaya bütün peygamberlerin en büyüğü ve insan­ların en büyük lideri ve önderi
teşrif edecekti. Bu öyle bir lider, öyle bir şahsiyetti ki, tarihin akışını
değiştirecekti. Bu şahsiyetin gelmesi için 2.500 yıldan beri hazırlık
yapılıyordu ve herkes dört gözle O’nu bekliyor­du. O’nun gelişini ve doğuşunu
kimse engelleyemeyecekti.

Muhaddisler ile tarihçiler, Eshâb-ul Fil (yani Ebrehe’nin
Mekke’ye yürümesi ve perişan olması) vak’asının Muharrem ayında meydana geldi­ği
hususunda ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.) ise bunu müteakip Rebiülevvel
ayında dünyaya teşrif etliler. Velâdet-i Mübarek pazartesi gü­nü oldu ve bunu
bizzat Hz. Peygamber (a.s.) bir Arap vatandaşıyla konuşması sırasında
belirtmişti. (Bk: Sahih-i Müslim, Katâde’nin rivâyeti), Hz. Muhammed (a.s.)’in
doğumunun Rebiülevvel ayının hangi tarihinde oldu­ğu konusunda ihtilâf vardır.
Fakat, İbn Ebî Şeybe, Hz. Abdullah bin Ab­bas ile Hz. Câbir bin Abdullah’a
dayanarak doğum tarihinin 12 Rebiülev­vel olduğunu belirtmiştir. Muhammed bin
İshâk da bu tarihin doğru oldu­ğunu yazmış ve ulema ile tarihçilerin büyük bir
çoğunluğu da bunu böyle kabul etmiştir. Eshâb-ul Fil vak’ası ile Hz.  Peygamber
(a.s.)’in doğumu arasındaki kesin süre ne kadardı? Bu konuda da ihtilâf vardır.
Rivâyetle­rin çoğu, bu sürenin 50 gün olduğunu göstermektedir. Aslında bu
ihtilâf değişik takvimler arasındaki farktan doğmuştur. Bilindiği gibi kamerî ve
şemsî takvimleri dengelemek zor bir iştir ve bu bakımdan şemsî takvime göre katî
doğum tarihinin ne olduğunu söylemeyiz. Genellikle Hz. Pey­gamber (a.s.)’in
doğum yılının miladî 570 veya 571 olduğu belirtiliyor. Süheylî “Ravd-ul Ünuf”
adlı eserinde doğum tarihini 20 Nisan olarak gös­termiş, ancak seneyi
yazmamıştır. Bazıları doğum tarihinin şemsî takvime göre 23 Nisan 571’e rast
geldiğine işaret etmişlerdir. Mahmud Paşa Felekî 20 Nisan 571 olduğunu
belirtmiştir ve bunun kamerî takvime göre 9 Rebiülevvel’e rast geldiğini
kaydetmiştir. Causun De Perceval ise “Arap Tarihi” adlı eserinde doğum tarihinin
20 Ağustos 570 olabileceğini yazarken, Phi­lip K. Hitti doğum yılının 571
dolaylarında olabileceğine işaret etmiştir. Diğer bazı şarkiyatçılar iki yıl
daha geriye giderek doğum yılını 569 ola­rak tesbit etmişlerdir. Hz. Muhammed’in
mübarek doğumunun sabahın er­ken saatinde olduğu bildirilmiştir.

22.2. MÜJDELER VE MÜBAREK İSMİ

Muteber rivâyetlere göre, gebeliği sırasında Amine, rüyasında
vücu­dundan bir ışığın çıkarak her tarafa yayıldığını ve bu ışığın Suriye’nin
muhteşem saraylarını bile aydınlattığını görmüştü. Bir defasında Amine başka bir
rüya gördü. Bu rüyasında, karnında müslüman ümmetinin lideri­ni taşıdığını ve
kendisinin doğmasından sonra adının “Muhammed” kon­masının emredildiğini gördü.
İbn Sa’d’ın rivâyetine göre bebeğin adının “Ahmed” konması emrolunmuştu.[1]
Belki de bu iki ismin konması iki ayrı rüyada emrolunmuştu. Zira, Hz. Peygamber
(a.s.)’in adının hem Mu­hammed hem Ahmed olduğu hadislerle sabittir. Birçok
hadiste Amine’nin doğum sırasındaki vaziyeti anlatılmıştır. Amine’nin ifadesine
göre Hz. Peygamber (a.s.) batınından doğduğu zaman sanki içinden bir ışık çıktı
ve bu ışık doğu ile batıyı aydınlattı. Beyhakî ile İbn Abdil-Berr, Osman bin
Ebi’l As es-Sekafî’nin annesinin velâdet-i mübarek sırasında Amine’nin yanında
bulunduğunu belirtmişlerdir. Bu hatunun ifadesine göre, bir ışık ve parıltı
gözlerinin görebildiği yerlere kadar yayılmıştı. Doğum sırasında ebelik
vazifesini Hz. Abdurrahman bin Avfın annesi Şifâ binti Avf bin Abdulharis Zührî
yaptı.

Doğumu müteakip 7. gün Abdulmuttalib, Hz. Muhammed (a.s.)’in
akikasını yaptı ve bu münasebetle Kureyşlilere bir ziyafet verdi.[2]
Ye­mek yedikten sonra Kureyşliler, Abdulmuttalib’e, “şerefine bu ziyafeti
verdiğiniz çocuğun ismi nedir?” diye sordular. Abdulmuttalib, çocuğun adının
“Muhammed” olduğunu söyleyince, kendileri hayret ettiler ve “ai­leniz için bu
isim garip ve değişiktir. Bunu niçin seçtiniz?” diye sordular. Abdulmuttalib
dedi ki, “bu çocuk gökte ve yerde methedilsin diye bu ismi koyduk”.

22.3. FAKİR VE MÜTEVAZI BİR HAYAT

Abdullah gençliğinde evlenmiş ve ticarete yeni başladığı sırada
da vefat etmişti. Bu sebeple, öksüz çocuğu ve dul karısı için geride mal ve mülk
bırakmamıştı. İbn Sa’d’in ifadesine göre Abdullah’ın bıraktığı bütün servet beş
deve, küçük bir sürü keçi ve bir hizmetçiden ibaretti.[3]
Hizmetçi’nin adı Ümm-ü Eymen (r.a.)’di, ki Hz. Muhammed (a.s.)’e can-ü gö­nülden
baktı ve hizmette herhangi bir kusur etmedi. Asıl adı Bereke olup bir zenci idi.
Hz. Peygamber (a.s.) daha sonra bu hizmetçisini, azâd etti uşağı ve evlâtlığı,
Hz. Zeyd bin Hârise ile evlendirdi, ki bu evlilikten Üsâme bin Zeyd doğdu.

Hz. Peygamber (a.s.)’in çocukluğundaki bu fakir ve mütevazı
yaşantı­sına Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle temas edilmiştir: “Ve seni fakir bulup
zengin etmedi mi?” (Duha; 8)

22.4. SÜT KARDEŞLİĞİ

Rasûlullah (a.s.) başlangıçta birkaç gün Ebû Leheb’in cariyesi
Suveybe’nin sütünü içti. Sahih-i Buhârî ve Müslim’e göre aynı kadının sütünü Hz.
Ebû Seleme (Ümmül Mü’minin Ümm-ü Seleme’nin ilk kocası) de iç­mişti. İbn Sa’d ve
İbn Hişâm’ın ifadelerine göre, aynı kadının sütünü içen­ler arasında Hz. Hamza
ve Hz. Abdullah bin Cahş (Ümmül Mü’minin Hz. Zeyneb’in kardeşi) de vardı. Bu
suretle, bu zâtlar Hz. Peygamber (a.s.)’in süt kardeşleri oluyorlardı.
Suveybe’nin bu hizmetinden dolayı Rasûlullah (a.s.) büluğ çağına geldikten sonra
kendisine minnettar kaldığını her fır­satta belli ederdi ve Hz. Hatice ile
evlendikten sonra da bu hâtûna saygı­sında kusur etmemişti. Hz. Hatice bu
hizmetçiyi satın alıp serbest bırak­mak istiyordu. Ama, Ebû Leheb buna
yanaşmadı. Fakat bir süre sonra kendisi O’nu serbest bıraktı. Hz. Peygamber
(a.s.), Medine’ye hicret ettik­ten sonra dahi bu hâtûna elbise ve cep harçlığı
gönderirdi. Hicri 7 yılında bu hatunun vefat ettiğini duyunca Hz. Peygamber
(a.s.) kendisiyle beraber bebekken süt içtiği oğlu Meşruh’un durumunu öğrenmek
istedi. Ama bu şahsın da öldüğünü öğrendi.

22.5. HALÎME SÂ’DİYE

Mekke eşrafı, çocuklarını süt içmeleri, iyi bakılmaları, açık ve
sağlık­lı havada sıhhatli yetişmeleri ve aynı zamanda iyi Arapça öğrenmeleri
için taşradaki mazbut ailelere ve kabilelere göndermeyi bir gelenek haline
ge­tirmişlerdi. Bu şekilde, taşradan sık sık kadınlar ve kızlar Mekkeli kabile
reisleri ve eşrafın yeni doğan çocuklarını almak üzere şehre gelirlerdi. Bu
kadın ve kızlar çocuklara baktıkları müddetçe iyi bir ücret alırlardı ve da­ha
sonra Mekkeli iyi ailelerle tanıştıktan sonra bir takım maddi menfaat elde
edeceklerini umut ederlerdi. Velhâsıl, Hz. Muhammed (a.s.)’in doğu­mundan kısa
bir süre sonra Hevâzin kabilesinin bir kolu olan Beni Sa’d bin Bekr’in bazı
kadınları, dadılık yapabilecekleri çocukları bulmak ama­cıyla Mekke’ye geldiler.
Bunlar arasında kocası Haris bin Abdullah’ın refakatindeki Halime binti Ebi
Züeyb de vardı. İbni Hişâm, Halime’nin o zamanki perişan durumunu kendi
sözleriyle dile getirmiştir. Halime’nin ifadesi şöyledir: “Biz çok perişan
vaziyette idik. Memleketimizde kurak­lık ve kıtlık vardı. Diğer ailelere
nisbetle durumumuz daha da berbattı. Merkebimiz zayıf ve çelimsizdi, hep geride
kalıyordu. Dişi devemizin du­rumu da yürekler açışıydı. Hiç süt vermiyordu. Ben
de açlıktan zayıfla­mıştım, memelerime süt gelmiyordu. Benim sütüm benim
çocuğuma bile kâfi gelmiyordu. Bütün gece açlıktan ağlıyor ve bizi de
uyutmuyordu. Mekke’ye vardığımızda hiçbir kadın Rasûlullah (a.s.)’ı yetimdir,
babası yoktur, fakir annesi ve dedesinden fazla bir şey koparılamaz, diye almak
istemiyordu. Kafilemdeki kadınlar girişken ve açık göz olup bütün iyi ve zengin
ailelerin çocuklarını kaptılar ve bana hiçbir çocuk kalmadı. Herkes geriye dönme
hazırlığı içinde iken ben kocama elim boş dönmek isteme­diğimi söyledim ve hiç
olmazsa gidip bu yetim çocuğu alayım dedim. Ko­cam bu fikrime karşı çıkmadı ve
‘ziyanı yok, denemekte fayda vardır, bel­ki de bu çocuk bizim için bereketli
olur’ dedi. Nihayet gittim ve sırf bana başka bir çocuk kalmadığı için bu çocuğu
aldım. İlk konakladığımız yere gelince memelerimden doyasıya içti ve O’nun süt
kardeşi (Abdullah) de doyasıya süt içti. Daha sonra kocam dişi deveyi sağınca o
da iyi süt verdi ve biz ikimiz karın tokluğuyla sütünü içtik. Sabah kocam
‘vallahi Halime biz çok mübarek ve bereketli bir bebeği bulmuşuzdur’ dedi. Eve
dönüş sı­rasında eşeğimizin keyfine diyecek yoktu. Öylesine neşeli, öylesine
canlı ve öylesine hareketliydi ki şaştık kaldık. Kafilenin diğer bütün eşek ve
ka­tırlarını geride bıraktı. Kadınlar hayret ediyor ve; ‘yahu Halime, senin
eşe­ğine ne oldu? Bu bizimle beraber gelen merkeb değil midir?’ diye
soru­yorlardı. Ben de eşeğin aynı olduğunu söylüyordum. ‘Vallahi kardeşim, sen
ne dersen de, bu eşekte büyük bir değişiklik var, bu hayvan coşmuş-tur’ diye
karşılık veriyorlardı. Memleketimize vardık. Kuraklık ve kıtlık her tarafa
hâkimdi. Buna rağmen keçilerimiz nereye gidiyorsa yeterince yem buluyor ve bolca
süt veriyorlardı. Günden güne yanımızda getirdiği­miz çocuğun bereketleri
artmaya başladı. İlk sene geçtikten sonra çocuk­lar sütten kesildikleri sırada
yanımda getirdiğim çocuk hepsinden daha sıhhatli ve kuvvetliydi ve dört yaşında
gibi görünüyordu. Çocuğu Mek­ke’ye geri götürüp ailesine teslim etme zamanı
gelmişti. O’nu annesine gö­türdük, ama O’nun bizde bir müddet daha kalmasını
bütün kalbimizle isti­yorduk. Bu yüzden annesine ‘çocuğunuzun sağlıklı ve
kuvvetli yetişmesi­ni istiyorsanız bir müddet daha bizde kalmasını rica
edeceğiz. Malûmunuz üzere, Mekke’nin havası pek elverişli değildir. Bizim orada
kırda, açık arazide iyi yetişme fırsatını bulacaktır’ dedim. Annesi de ısrarıma
dayana­mayarak çocuğunun bir müddet daha bizde kalmasına izin verdi.”

İbn Sa’d’ın ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) iki sene daha
Halime’nin yanında kaldı. Fakat İbn İshâk’ın rivâyeti biraz değişiktir. Biz bunu
aşağı­ya naklediyoruz:

Halime’nin ifadesine göre: “Mekke’den dönüşümüzden sonra aradan
üç ay geçmemişti ki garip bir vak’a meydana geldi. Bir gün Mekke’den
getirdiğimiz çocuk süt kardeşiyle evimizin arka tarafında oynuyordu. Bir süre
sonra çocuğumuz koşa koşa bize geldi ve; ‘Kureyşli kardeşimin ya­nına iki beyaz
giyinmiş kişi geldi. Bunlar O’nun karnını yardılar’ dedi. Ben ve kocam koşarak
evin arkasına gittik ve orada, çocuğun ayakta dur­duğunu, yüzünün renginin
sapsarı olduğunu gördük. Babası O’nu kucağa alarak, ‘oğlum, ne oldu?’ diye
sordu. Çocuk da, ‘iki beyaz giyinmiş şahıs bana gelerek beni yere yatırdılar.
Karnımı yardılar ve içimden bir şey çıkarıp attılar. Sonra kamımı yine eski
haline getirdiler’. (Başka bir riva­yete göre, onlar benim karnımda bir şey
arıyorlardı, ama bulamadılar, bil­mem ne idi) dedi.[4]
Biz çocuğu eve getirdik. O zaman kocası dedi ki: “Halime, korkarım, bu çocuğa
bir şey olacak, iyisi, biz bunu ailesine geri verelim”. Bunun üzerine O’nu alıp
Mekke’ye annesinin yanına götürdük. Annesi biraz şaşırdı ve “hayır ola, Halime,
çocuğumu niye zamanından önce geri getirdin? Halbuki sen bunu kendinizde
bulundurmakta çok ısrar etmiştin?” Ben dedim ki, “Allah artık çocuğu iyice
yetiştirip büyütmüş­tür. Fakat bundan sora elimizde olmayan bir şey olacağından
korkuyo­rum”. Amine hatun ısrar eni, ‘Haydi Halime, asıl mesele nedir, anlat.’
Bunun üzerine çocuğun başından geçen hadiseyi anlatmak zorunda kal­dım. Annesi,
‘bu çocuğun Şeytan’ın etkisi altında olduğunu mu sanıyor­sun?’ dedi. Ben de evet
dedim. Bunun üzerine kendisi şöyle dedi: ‘Allah şahittir, çocuğum herhangi bir
şeytani tesirin altında değildir. Doğrusu şu ki, çocuğum büyük şan-ü şeref ve
meziyetlere sahiptir.’ Bunları söyledi ve gerek hamileliği, gerekse doğumu
sırasında gördüğü rüya ve ışıktan söz etti.”

Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in çocukluğu Mekke’nin dışında
te­miz ve duru Arapça konuşan Beni Sa’d kabilesinde geçtiği için dili ve şive­si
tertemiz hale gelmişti. Nitekim bu özelliğiyle, kendisi de iftihar ederdi.

“Ben hepinizden daha iyi Arapça bilirim. Ben Kureyşliyim ve süt
kar­deşliği dönemimi Beni Sa’d bin Bekr’de geçirmişimdir.”

Rasûlullah (a.s.) Süveybe gibi Halime’ye de hayatı boyunca
hürmetkâr ve minnettar kaldı. O’na her zaman sevgi, şefkat ve saygıyla bağlı
kaldı. Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Hatice ile evlendikten sonra bir de­fasında
Halime kendisine geldi, oturdukları bölgede büyük bir kıtlık ve açlığın baş
gösterdiğini birçok büyük baş hayvanın öldüğünü haber verdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (a.s.) kendisine 40 keçi, yiyecek ve diğer mallarla dolu bir deve
verdi, İbn Sa’d, Muhammed bin Münkedir’in bir ri­vâyetini nakletmiştir ki
şöyledir. Bir kadın Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelmek için müsaade istedi. Bu
kadın kendisine çocukluğunda süt içirdiğini söylüyordu. O kadın gelince,
Rasûlullah, “annem, anneciğim” diye­rek yerinden kalktı ve oturması için
battaniyesini yere serdi. Mekke’nin fethinden sonra Halime’nin kız kardeşi,
Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gelip O’nun vefat ettiği haberini verince Rasûlullah
(a.s.)’ın gözleri nemlendi[5].Rasûlullah
(a.s.) Halime’nin kız kardeşine 200 dirhem, elbise ve binmek üzere eğerli bir
deve hediye etti. Hevâzin gazvesi sırasında esir almanlar arasında çocukluğunda
Rasûlullah (a.s.)’ı kucağında taşıyan Ha­lime’nin kızı Şeyma da vardı.
Rasûlullah (a.s.) O’nu hemen tanıdı, O’na iyi bir muamele yaptı ve hürmetle
ailesine geri gönderdi. Hevâzinlilerden müteşekkil bir heyet de Hz. Peygamber
(a.s.)’e gelerek, “ya Rasûlullah, esir alınanlar arasında halalarınız vardır ve
çocukluğunuz sırasında size süt içiren dadılarınız vardır, onların affını
diliyoruz” dediler. Rasûlullah dedi ki, “bana ve Abdulmuttalib ailesine ait olan
haklardan vazgeçiyo­rum.” Ensâr da kendi haklarından vazgeçtiler ve kararı Allah
ile Rasûlüne bıraktıklarını söylediler. Bu suretle, takriben 6 bin esir serbest
bırakıldı. Kendilerine iade edilen malların yekûnu ise 500 milyon dirhemdi.
Hazreti Peygamber (a.s.)’den sonra Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de Halime’nin aile
ve yakınlarına daima sevgi ve saygıyla muamele yaptılar.

22.6. AMİNE’NİN VEFATI

İbn Sâ’d ve İbn İshâk’ın ifadelerine göre Hz. Peygamber (a.s.) 6
ya­şında iken ve İbn Hazm ile İbnü’l-Kayyûm’un ifadelerine göre henüz 7 ya­şını
doldurmamışken Amine, büyük annesi (Abdulmuttalib’in annesi)nin ailesi olan
Adiyy bin Neccar ile tanıştırmak üzere Ümm-ü Eymen ile birlik­te kendisini
Medine’ye götürdü ve orada bir ay kaldı. Amine orada, Rasûlullah (a.s.)’a,
babası Abdullah’ın son nefesini verdiği evi ve defnedildiği yeri gösterdi.
Ömrünün daha sonraki bölümlerinde Rasûl-ü Ekrem’in (a.s.) kafasında bu
yolculuğun hatıraları her zaman taze kaldı. Nitekim, Rasûlullah (a.s.) Mekke’den
Medine’ye hicretten sonra sahabeye bu yolculu­ğundan arada sırada bahsederdi.
Beni Adiyy bin Neccâr’ın evini ve bahçe­sini gördükten sonra bunu hemen
hatırladı ve burada bir Ensâr kızı Üneyse ile oynadığını ve çocuklarla kuşları
kovaladıktan sonra oraya annesiyle beraber geldiğini ve aynı evin avlusunda
babasının mezarı bulunduğunu ayrıca Beni Adiyy bin Neccâr’ın gölünde yüzmeyi
öğrendiğini anlattı.

Amine Medine’de bir ay kaldıktan sonra Hz. Muhammed (a.s.) ile
be­raber Mekke’ye dönerken Ebva’ mevkiinde ecele yakalandı ve orada def­nedildi.
Ümm-ü Eymen, Rasûlullah (a.s.)’ı Mekke’ye geri getirdi. İbn Sad’ın ifadesine
göre Rasûlullah (a.s.), annesinin defnedildiği yeri iyi ha­tırlıyordu. Nitekim,
Hudeybiye anlaşması uyarınca müslümanlar ilk umre­lerini yapmak üzere Ebvâ’dan
geçerken Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular:

“Cenab-ı Allah, Muhammed’in annesinin kabrine gitmesine izin
ver­miştir.”

Hz. Peygamber (a.s.) daha sonra kabrin bulunduğu yere gitti.
Kabri düzeltti ve o sırada ağlamaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu halini
gören müslümanların da gözleri doldu. Sahabe ölüler için ağlanmaması yolundaki
buyruğunu hatırlatınca Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Anamın, ana­lığını ve
şefkatini hatırladım, onun için göz yaşlarımı tutamadım.”

Hz. Peygamber’in, annesinin mezarını ziyaret ettiği ve orada göz
yaş­larını tutamadığına dair rivayetler çeşitli hadis kitaplarında yer almıştır.
(Meselâ, bk. Müsned-i Ahmed, Beyhaki ve Tabakat-ı İbn Sa’d’de Hz. Bü­reyde, Hz.
Abdullah bin Mes’ud ve Hz. Ebu Hureyre (r.a.) tarafından riva­yet edilen
hadisler).

22.7. ABDULMUTTALİB’İN HİMÂYESİ

Amine’nin de bu dünyadan göçmesinden sonra, Rasûlullah (a.s.)’ın
himayesi dedesi Abdulmuttalib’e geçti. Abdulmuttalib, Rasûlullah (a.s.)’ı evine
aldı ve O’nu bütün evlâtlarından daha çok sevdi. Abdulmuttalib ye­tim torununu
bir an bile gözünden uzak tutmuyordu. Her zaman yanında bulundururdu. Hz.
Peygamber (a.s.) Abdulmuttalib’in ister halvette olsun ister istirahata çekilmiş
vaziyette olsun her an yanına gidebilirdi. Halbuki diğer evlâtları otorite ve
sertliği yüzünden müsaadesi olmaksızın yanına sokulamazlardı. Abdulmuttalib,
sevgili torunu yemek yemediği sürece eli­ne lokma almazdı ve bazen yemek
sırasında O’nu kucağına alırdı. Kâ’be’nin duvarlarının dibine Abdulmuttalib’in
oturması için halı serilirdi. Buna başka kimse oturmaya cesaret edemezdi. Fakat
Hz. Peygamber (a.s.) gelip doğru buna otururdu. Hz. Peygamber (a.s.) o sırada
tatlı ve herkesin hoşuna giden bir çocuktu. Amcası Ebû Tâlib O’nu oradan
kaldırmak ister­di, ama Abdulmuttalib derdi ki: “Yavrumu bırak. Vallahi, bunun
şânı baş­kadır. Bu çocuğun, bir gün, hiçbir Arab’ın erişemeyeceği yere
geleceğini ümit ediyorum.” (Bazı rivâyetlere göre Abdulmuttalib, Rasûlullah
(a.s.)’ın huyunun çok güzel ve asil olduğunu söylerdi). Abdulmuttalib daha sonra
Hz. Muhammed (a.s.)’i yanına alıp sırtını ve başını okşar, yanaklarından öperdi
ve torununun sevimli hareketlerini zevkle izlerdi. İbn Sa’d’ın rivâyetine göre,
müneccimlik konusunda ihtisas yapmış olan Beni Müdlic’in bazı ileri gelenleri
bir defasında Abdulmuttalib’in yanına gelip, torununun istikbalinin çok parlak
olduğu kanaatine vardıklarını söylediler. Bu şahıs­lar, Abdulmuttalib’ten
çocuğun iyi korunmasını istediler; zira ayak izleri­nin Hz. İbrahim (a.s.)’inkine
çok benzediğini açıkladılar. Bu konuşmanın geçtiği sırada Ebu Tâlib de hazır
bulunuyordu. Abdulmuttalib O’na döne­rek: “Bu beylerin söylediklerine dikkat et
ve çocuğu iyi koru” dedi.

Maalesef, Rasûlullah (a.s.), dede sevgisinden de uzun bir müddet
ya­rarlanamadı ve henüz 8 yaşında iken Abdülmattalib’i kaybetti. İbni Sa’dile Hafız Sehâvi, Ümm-ü Eymen’in şu sözlerini nakletmişlerdir.
“Abdulmuttalib vefat ettiği zaman Rasûlullah (a.s.)’ın, O’nun yatağının ucunda
durup ağladığını gördüm.” Daha sonraki yıllarda Rasûlullah (a.s.)’a dede­sinin
vefatını hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda şu cevabı verdi: “Evet, çok iyi
hatırlıyorum. Ben o zaman 8 yaşında idim.”

22.8. EBÛ TÂLİB’İN HİMAYESİ

Bazı rivâyetlere göre Abdulmuttalib’in vefatından sonra, O’nun
vasi­yeti üzerine amcası Ebû Tâlib Hz. Muhammed (a.s.)’i himayesi allına aldı.
Bazı rivayetlerde ise Ebu Tâlib’in kendi isteğiyle Hz. Muhammed (a.s.)’in
kefaletini üzerine aldığı belirtilmiştir. Ebu Tâlib’in asıl adı Abd-i Menaftı
ama Tâlib adlı çocuğun babası olduğu için “Ebu Tâlib” (Tâlib’in babası) künyesi,
isminden daha meşhur oldu. Ebu Tâlib’in büyük oğlu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’in
yaşıtıydı ve amca çocuğunu çok severdi. Bedir savaşı sırasında Kureyşliler, Beni
Hâşim’i de zorla savaş meydanına götürdüğü zaman müşriklerin ordusunda Tâlib de
yer alıyordu. Fakat kendisi muha­rebeye katılmadı. Daha sonra ne ölüler arasıda
bulundu ne yaralılar ara­sında. Mekke’ye de geri dönmedi. Kısacası, bu tarihten
itibaren kendisi hakkında herhangi bir haber alınamadı.

Ebû Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)’in öz amcasıydı ve O’nu
evlatların­dan daha çok sevdi ve korudu. Yanında yatırır, her gittiği yere
götürürdü. Hz. Muhammed (a.s.) yemeğe gelinceye kadar yemek yemezdi. Vâkıdî’nin
çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre, gerek Ebu Tâlib, gerekse
ailesinin diğer fertleri her yemekte Hz. Muhammed (a.s.)’in bulunmasına azami
dikkat ederlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in sofrada bu­lunmadığı zamanlarda
yemekten tad almazlardı ve kimsenin karnı doy­mazdı. Hz. Muhammed (a.s.) sofrada
bulunduğu zaman ise herkes doyası­ya yedikten sonra da yemek artıp kalırdı.
Yani, Hz. Muhammed (a.s.) sof­raya bereket getirirdi. Bu nedenle de, O (a.s.)
gelmeden yenmezdi. Ebu Tâlib de yemekten önce, Hz. Peygamber (a.s.)’e “oğlum,
sen çok mübarek ve bereketlisin” diye hitap ederdi. Yemek sırasında çocuklar
kaplara ve tabaklara hücum edince Hz. Peygamber (a.s.) derhal elini çekerdi.
Bunun üzerine Ebu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’e ayrı bir tabakta yemek verirdi.
Evde Ebu Tâlib’e mahsus bir divan vardı, buna kimse oturamazdı. Ama, Hz.
Peygamber (a.s.) için herhangi bir yasak ve engel yoklu. Rasûlullah (a.s.) bazen
gidip divanda amcasıyla otururdu ve kimse karışamazdı. Bu sebepten dolayıdır ki,
Ebu Tâlib bazen şöyle derdi: “Rebia’nın tanrısına yemin ederek söylüyorum,
kabile reisliği gerçekten yeğenime yakışıyor.”

22.9. ÇOBANLIK

Muhtemelen bu dönemde, Hz. Peygamber (a.s.) amcasının kötü mali
durumunu gördükten sonra, kendisini çalışması ve aileye mali katkıda bu­lunması
gerektiği kanaatine vardı. Çocukluğunda dadısı Halime’nin yanın­da bulunduğu
sırada süt kardeşleri keçi ve koyunlara bakardı. Hz. Pey­gamber (a.s.) aynı işi,
aklı ermeye başlayınca Mekke’de ücret karşılığı yapmaya koyuldu. Hadislerde Hz.
Ubeyd bin Umeyr’in anlattıklarına göre Hz. Peygamber (a.s.) bir defasında şöyle
dedi: “Çobanlık yapmamış olan bir peygamber doğmamıştır”. Adamlar sordular, “siz
de çobanlık yaptınız mı?” Hz. Peygamber (a.s.) “evet” diye cevap verdi. Sahih-i
Buhârî’de bir başka hadis vardır. Buhârî’nin, Kitab’ul İcâresi’nde yer alan Hz.
Ebu Hu­reyre’nin naklettiği hadis şöyledir: “Rasûlullah (a.s.), dünyada çobanlık
yapmamış olan bir peygamberin bulunmadığını söylediler. Bunun üzerine sahabe
kendisinin de böyle yapıp yapmadığını öğrenmek istediler. Hz. Peygamber (a.s.)
“evet” diye cevap verdiler ve eklediler: “Ben Mekkelile­rin keçi (koyun)lerini
birkaç “kırrât” (bir dinarın 1/10’i veya 1/20’i) karşı­lığında gezdirdim”[6].
Ebû Seleme bin Abdurrahman diyor ki, bir defa­sında Rasûlullah birkaç kişi ile
beraber dut ağaçları arasından geçerken kendilerine şöyle buyurdular:
“Siyahlaşmış meyveleri koparın, zira ben çobanlık ederken bu meyveleri
koparırdım” (İbn Sa’d, Leyden baskısı, s. 79-80).

22.10. KÜÇÜK YAŞTAN BERİ FEVKALÂDE
ŞAHSİYETİNİN BELİRTİLERİ

Yukarıda bahsettiğimiz Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
doğu­mundan 10-12 yaşma kadar olan devrede, gerek günden güne ortaya çıkan şahsi
kabiliyetleri, gerekse başından geçen garip ve akıl almaz olaylar,
çevresindekilerin ve O’nu yakından tanıyanların, fevkalâde vasıf, kabiliyet ve
meziyete sahip bir şahsiyetin yetişmekte olduğu kanısına varmalarına sebep oldu.
Hazreti Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti sadece bereketler ve Mu’cizeler
yaratmıyordu, aynı zamanda tabiatı, huyu, alışkanlıkları ve vasıfla­rının da
diğer çocuklardan farklı olduğu gün gibi aşikârdı ve dış görünü­mü bile
olağanüstü kişiliğini açığa vuruyordu.

Beyhakî ve İbn Cerir, Hz. Ali’ye dayanarak şu hadisi
nakletmişlerdir: “Rasûlullah buyurdular ki, ‘Cahiliyye döneminde diğer
insanların yaptık­ları kötü işlere sadece iki defa meylettim, ama her ikisinden
de Allah beni korudu. Bundan sonra kötü fikirler aklıma bile gelmediler. Bir
defasında benimle beraber çobanlık yapan arkadaşıma dedim ki: “Bak arkadaş, sen
biraz benim keçi ve koyunlarıma göz kulak ol. Ben Mekke’ye gidip diğer gençlerin
ilgilendikleri gece hayatına bakayım nasıl oluyor”. O arkadaş razı oldu. Derken,
şehre yöneldim. Rastladığım ilk evden def ve şarkı sesi geliyordu. Adamlara
sordum, ne oluyor diye. Dediler ki düğün var. Ben orada biraz beklemeyi
yeğledim. Fakat hemen sonra öyle bir uyku bastı ki, sızıp kaldım. Ta ki, sabah
oldu ve güneş ışınları gözüme vurunca uyandım. Oradan arkadaşıma döndüm.
Kendisine ne olduğunu anlattım. Öbür gece arkadaşıma yine şehre inmek istediğimi
söyledim. Bu defa da aynı şekilde anlaştık ve ben Mekke yolunu tuttum. Şehre
girdikten sonra kulağıma yine müzik sesi geldi. Ben durumu öğrenmek için oturur
otur­maz yine uyuya kaldım ve yine sabahladım. Dönüşte arkadaşıma dedim ki bu
defa da bir şey olmadı. Bundan sonra böyle şeylerle hiç ilgilenmedim.”

İbni Sâ’d, Ümm-ü Eymen’in şu rivâyetini nakletmiştir.
Kureyşliler Büvâne adında bir puta taparlardı. Bu puta adak ve hediyelerini
sunar ve çevresinde itikaf ederlerdi. Ayrıca onun uğruna kurban da keserlerdi.
Ebu Tâlib de adet üzere ailesiyle birlikte oraya giderdi. Henüz erginliğe
eriş­memiş olan Hz. Muhammed (a.s.)’in de bu putun yanına gitmesi istenir, ama
her defasında Hz. Muhammed (a.s.) bu isteği reddederdi. Bazen bu yüzden bayağı
gerginlik olurdu. Gerek Ebu Tâlib, gerekse teyzeleri, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu
tutumunu çok yadırgarlardı. Bir defasında, Müvâne festivali sırasında büyüklerin
sürekli baskı ve ısrarlarından kurtulmak için Hz. Peygamber (a.s.) evi terk etti
ve uzun süre ortalıkta görünmedi. Evdekiler merak etmeye başladılar. Nihayet
sarsılmış ve bitkin bir şekilde eve döndü. Teyzeleri hemen yanına gidip,
“evlâdım, sana ne oldu?” diye sordular. Hz. Peygamber (a.s.) kendisine bir şey
olacağından korktuğunu söyledi. Teyzeleri, “aman Yüce Tanrı seni Şeytan’ın
kötülüğüne kaptırma­sın. Çünkü sende büyük meziyetler var” dediler. Hz. Muhammed
(a.s.)’in anlattığına göre festival sırasında kendisi Kâ’be’deki putlara
yaklaşmaya çalışmış ama her defasında beyaz tenli uzun boylu bir kişi kendisini,
“sa­kın Muhammed bunlara yaklaşma, bunlardan uzak dur” diyerek uyarmıştı. Ümm-ü
Eymen diyor ki, bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) hiçbir zaman bu tür
festivallere katılmadı.

İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak şunları yazmıştır: Ezd-i
Şeneve’nin bir kolu olan Lihb kabilesine bağlı olan bir müneccim ve kâhin arada
sırada Mekke’ye gelirdi. Bu kâhin şehre geldiğinde Kureyşliler ken­di
çocuklarını onun yanına götürür ve dış görünümlerinden gelecekleri hakkında
bilgi edinirlerdi. Bu şahıs bir defasında Mekke’ye geldiğinde Ebu Tâlib diğer
çocuklar ile birlikte Hz. Muhammed (a.s.)’i de yanına gö­türdü. Bu şahıs Hz.
Muhammed (a.s.)’e şöyle bir baktı ve başka işlerle meşgul oluverdi. O işi
bitirdikten sonra Ebu Tâlib’e biraz önceki çocuğu tekrar görmek istediğini
söyledi. Ebu Tâlib, kâhinin Hz. Muhammed (a.s.)’i görmeye hevesli olduğunu
görünce yeğenini bir tarafa kaçırdı. Kâhin dedi ki: “Lütfen o çocuğu bana
getirin, yemin ediyorum, o büyük adam olacaktır.”

Muhammed bin İshâk’ın bir rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah
buyurdular ki, ‘bir defasında Kureyşli çocuklarla beraber oynuyordum. Hepimiz
taşla­rı topluyorduk. Diğer çocuklar bellerine bağladıkları donları çıkarıp
taşla­rı taşıdıkları için çıplak kalmışlardı. Ben de donumu çıkarmak istediğim
zaman yüzüme bir yumruk yedim ve bir ses, bana ‘donunu bağla’ dedi. Bunun
üzerine donumu tekrar bağladım.” Böylece küçük yaşta bile Hz. Peygamber
(a.s.)’in çıplak dolaşması önlenmişti. Buna benzer bir vak’a, Hz. Peygamber
(a.s.) 35 yaşında iken meydana geldi. Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvetine 5 sene
kalmıştı. Kureyşliler Kâbe’yi yeniden inşa ediyorlardı. O sırada herkes
donlarını boyunlarına asıp taşları taşıyorlardı ve küçük, büyük kimsede
çıplaklık duygusu yoktu. Hz. Abbas (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.)’in de aynı şeyi
yapmasını istedi. Fakat Hz. Muhammed (a.s.) elini donuna uzatır uzatmaz
bayılıverdi ve gözleri göğe doğru dikil­miş oldu. Daha sonra, “donum, donum”
diye feryad etmeye başladı ve derhal donunu düzeltti. Bu vak’a, sahih hadislerde
Hz. Cabir bin Abdullah tarafından rivayet edilmiştir. Abdurrezzak, Taberanî ve
Hakim’in ise Ebu’t Tufeyl’e dayanarak naklettikleri rivayete göre, gaipten bir
ses geldi: “Ey Muhammed, hayalarını ört”. Fakat hiçbir rivayette, Hz. Muhammed
(a.s.)’in tamamıyla çıplak kaldığı belirtilmemiştir. Anlaşılan, Hz. Peygam­ber
(a.s.) kendisini çıplak edecek duruma gelmeden önce şuurunu kaybediverdi.

22.11. PUT PERESTLİKTEN NEFRET

Hz. Muhammed (a.s.) çocukluğundan beri şirk ve putperestliğin
bü­tün icap ve belirtilerinden şiddetle nefret ederdi ve peygamberliğinden
ön­ceki Cahiliyye döneminde bile herhangi bir dini saplantıya girmemişti.
Sahih-i Buhârî’nin el-Menâkıb başlıklı bölümlerinde Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in
hadisleri arasında Hz. Abdullah bin Ömer’in rivayet ettiği bir hadis vardır ki,
şöyle özetlenebilir: “Bir defasında Rasûlullah (a.s.)’a put­lara takdim edilen
yemek ve onlar için kesilen kurbanın eti verildi. Ama Rasûlullah (a.s.) bu
yemeklere dokunmadı.” Müsned-i Ahmed’de Hz. Ur­ve bin Zübeyr’in naklettiği bir
hadise göre, kendisine Hz. Hatice (r.a.)’nin bir komşusu şunları söyledi: “Bir
defasında ben Rasûlullah (a.s.)’ın Hz. Hatice’ye şunları söylediğini duydum: ‘Ey
Hatice! Vallahi ben hiçbir za­man Lât ve Uzza’ya ibadet etmeyeceğim. Buna cevap
olarak da Hz. Hati­ce şunları söyledi: Bırakın Lat’ı ve bırakın Uzza’yı.’ Bu
olayı anlattıktan sonra o komşu, Hz. Urve’yi o sıralarda Kureyşlilerin akşam
yatmadan ön­ce bu putlara ibadet ettiklerini bildirdi. Bu olay muhtemelen Hz.
Peygam­ber (a.s.)’in evliliğin ilk yıllarında meydana gelmişti.

22.12. SURİYE’YE YOLCULUK VE RAHİP
BAHİRA İLE GÖRÜŞME KONUSUNDAKİ RİVAYETLER

Bir defasında Ebu Tâlib bir ticaret kafilesiyle birlikte
Suriye’ye hare­ket ediyordu. Rasûlullah (a.s.) o zaman 12 yaşında idi[7].
Amcasının se­yahate gideceğini görünce O’na sarıldı ve İbn Sa’d’in rivâyetine
göre ken­disine şöyle yalvarmaya başladı: “Amcacığım, siz beni kime
bırakıyorsu­nuz. Benim ne annem var ne babam.” Bunu duyunca Ebu Tâlib’in yüreği
sızladı ve şöyle dedi: “Vallahi, ne ben Muhammed (a.s.)’i kendimden
uzaklaştıracağım, ne de O benden uzaklaşacaktır. O, benimle gelecektir”. Ve O’nu
yanına aldı. Ticaret kafilesi Suriye’nin Busrâ mevkiine varıp Ra­hip Bahira’nın
manastırına uğradı. Rahip Bahira gelen giden kafilelerle pek ilgilenmezdi. Ama
bu defa geleneğini bozarak kafilenin yanına geldi. Kendileri için yemek
hazırlattı ve herkesi yemeğe davet etti. Bahira’nın yemeğine herkes gitti, ama
yaşı küçük olduğu için Hz. Muhammed geride bırakıldı. Rahip Bahira, Mekkelilere
sordu; “herkes geldi mi?” Mekke’li­ler dediler ki, “yaşı küçük olan bir çocuğu
çadırda bıraktık.” Rahip dedi ki: “Onu da getirin”. Bir Kureyşli, “vallahi,
Muhammed’in bizimle beraber yemek yememesi iyi bir şey değil” dedi ve çadıra
gidip O’nu, getirdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in sofraya gelmesinden sonra Rahip
Bahira kendisine dikkatle baktı ve daha sonra yanına gelip şöyle konuştu: “Sen
Lât ve Uzza üzerine yemin ederek söz ver sorduğum her şeye cevap vereceksin.”
Hz. Muhammed (a.s.), “Ben Lât ve Uzza üzerine yemin edemem. Zira onlar­dan
nefret ettiğim kadar başka bir şeyden nefret etmem” diye cevap verdi, daha sonra
aralarında şöyle bir konuşma geçti:

– O halde, Allah rızası için söz ver, sorduğum her soruya cevap
vere­ceksin.

– Söz veriyorum.

Rahip Bahira daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)’in hayat hikâyesi,
şahsiyeti, tabiatı, uykusu ve diğer konularda bilgi edinmek istedi ve Hz.
Peygamber (a.s.) sorduğu sorulara cevap verdi. Rahip bundan sonra Hz. Peygamber
(a.s.)’i tepeden tırnağa kadar süzdü. O’nu iyice inceledikten sora Ebu Tâlib’e
dönerek, “bu çocuk neyinizdir?” diye sordu. “Oğlumdur” diye cevap verdi, Ebu
Tâlib. “Olamaz, bunun babası sağ olamaz” diye karşılık verdi rahip. Sonra ikisi
arasında şöyle bir konuşma geçti:

-Haklısınız, bu benim oğlum değil, yeğenimdir.

-Babasına ne oldu?

-Bu zavallı çocuk anne karnında iken babası vefat etti.

-Vallahi, sen talihli bir insansın. Yeğenini memleketine götür
ve O’nu Yahudilerden koru. Korkarım, eğer Yahudiler bu çocukta sezdikleri­mi
sezerlerse O’na bir kötülük yapabilirler. Çünkü senin bu yeğenin bir gün büyük
bir insan olacaktır.

Bu öğüt üzerine Ebu Tâlib ve arkadaşları Suriye’deki işlerini
çabucak bitirip Hz. Muhammed (a.s.) ile birlikte Mekke’ye döndüler.

Olup bitenler bundan ibarettir. Ama oryantalistler bu olayı
menfur maksatlarına alet etmişlerdir. Bu küçük hadise üzerine tahmin ve
kıyasla­rın koskoca binasını yapmışlardır ve Hz. Muhammed (a.s.)’in bütün
bilgi­lerini Hıristiyan rahiplerinden elde ettiğini iddia etmişlerdir. Maalesef
biz­de, yani müslümanlarda bu tahmin ve kıyasları kuvvetlendirecek mahiyet­te
bazı rivayet ve söylentiler dolaşmaya başlamıştır. Bu tür yanlış fikir ve
tahminlerin kesinlikle reddedilmesi gerekmektedir. Çünkü bu fikir ve inanç Hz.
Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine gölge düşürecek nitelikte­dir. Bu kitabın
birinci cildinde bu konuya ayrıntılı biçimde değinmiştik. Burada bu konuya başka
bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Aslında, ömrünün çoğunu ibadet, dua ve murakabe ile geçirmek
sure­tiyle manevî ve ruhani yeteneklerini bir hayli geliştirmiş olan derviş,
za­hid ve abid bir rahibin, bazı bereket ve diğer olağanüstü belirtileri
gördük­ten sonra Kureyşlilerin ticaret kafilesinde büyük bir şahsiyetin
bulundu­ğunu sezmesi, öyle garipsenecek bir şey değildir. Rahip Bahira’nın
tah­minlerinin, Hz. Muhammed (a.s.)’i gördükten sonra daha da kesinleşmiş olduğu
söylenebilir. Rahip, ayrıca Yahudilerin ikinci bir millet olduğunu ve
Arabistan’ın ümmilerinden ve İsmail oğullarından büyük bir şahsiyetin doğacağını
hazmedemeyeceklerini düşünerek Hz. Muhammed (a.s.)’in bu milletten korunmasını
da istemiş olabilir. Ancak, bu rahibin, müjdelenen peygamberin Hz. Muhammed
(a.s.) olacağına kanaat getirdiğini söyleyemeyiz. Şüphesiz, Yahudi ve
Hıristiyanlara ait dini kitaplarda bir peygambe­rin geleceği ve adının da
Muhammed olacağı kayıtlıydı. Fakat Rahip Bahira’nın, görünürde herhangi bir
işaret yokken, müjdelenen peygamberin 12 yaşındaki Muhammed adlı çocuğun
olacağına derhal karar kıldığı da söylenemez.

Bu hususta müslüman muhaddis ve siyer yazarlarının anlattıkları
ri­vayete de gözatmak yerinde olacaktır. Tirmizî, Beyhaki (Fid Delail) İbni
Asakir, Hakim, Ebu Nuaym, Ebu Bekr el-Haraiti ve İbni Ebi Şeybe’nin Hz. Ebu Muşa
Eş’ari (r.a.)’ye dayanarak naklettikleri hadis şöyledir: “Ra­hip Bahira, Hz.
Muhammed (a.s.)’in elini tutarak, bu Seyyid’ul Murselin’dir, Seyyid’ul
Alemin’dir. Bunu Cenab-ı Allah kısa bir zamanda Rahmet’ul-Alemin olarak meb’us
edecektir’ dedi. Kendisine soruldu. (Tirmizî ve bazı diğer muhaddislere göre,
Kureyşli şeyh ve kabile reisleri kendisi­ne sordular). ‘Siz bunu nereden
öğrendiniz?’ O dedi ki, ‘siz buraya gelir­ken gözlerimle gördüm, her ağaç ve her
taş secdede idi. Ağaç ve taşlar bir peygamberden başka kimseye secde etmezler.
Ayrıca ben O çocuğu, sır­tında iki omzunun ortasında bulunan peygamberlik
mühründen tanıdım. Bizim kutsal kitaplarımızda da O’ndan bahsedilmiştir.’ Rahip
daha sonra Ebu Tâlib’e şöyle dedi. ‘Bu çocuğa Yahudilerden bir tehdit gelebilir.
Onun için kendisini geri gönderin.’ İbn Ebi Şeybe’nin Hz. Musa Eş’ari’ye
daya­narak naklettiği rivayette, Hz. Muhammed (a.s.)’in rahibin yanına gelirken
bir bulut parçasının kendisini güneşten koruduğu belirtilmiştir. Aynı hadis ve
rivayetlere göre Rahib Bahira’nın ısrarı üzerine Ebu Talip, Rasûlullah (a.s.)’ı,
Hz. Ebu Bekr ve Hilali Habeşi’nin refakatinde Mekke’ye geri gön­derdi. Fakat bu
rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Zira, o sırada Ebu Bekr henüz 10 yaşında idi
ve Hz. Bilal (r.a.) daha da küçüktü. Evvela, 12 yaşın­daki bir çocuğun
kendisinden daha küçük yaştaki çocukların, “koruması” altında yola çıkarılması
dikkat çekicidir, ikincisi, Hz. Bilal’in o sırada Abdulmuttalib’in sülalesiyle
hiçbir ilgisi yoktu. Dolayısıyla Abdulmuttalib ailesi kendisine herhangi bir
vazife veremezdi. Aynı yolculukla ilgili bir rivayet daha var. Buna göre, 7
Bizanslı, Hz. Muhammed (a.s.)’i öldürmek niyetiyle Bahira’nın manastırına
vardılar. Bahira kendilerine oraya gelme sebeplerini sordu. Bizanslılar dediler
ki: “Duyduğumuza göre müjdelenen peygamber bu ay içinde buraya gelecektir.
Hükümetimiz bu sebeple çeşit­li bölgelere adamlar yollamıştır. Biz işte bu
adamlardanız”. Bahira kendi­lerine şöyle dedi: “Siz ne zannediyorsunuz? Allah’ın
yapmak istediği bir şeyi kimse engelleyebilir mi?” O adamlar, “hayır” diye cevap
verdiler ve kötü niyetlerinden vazgeçtiler.

Bu rivâyetin doğru olduğunu kabul edersek, Hazreti Peygamber
(a.s.) henüz 12 yaşında iken, hem kendisi, hem Kureyşliler ve hatta Bizanslılar
kadar herkesin kendisinin peygamber olacağını bildikleri sonucu ortaya çıkar.

Bu olaydan 13 yıl sonra, Hz. Muhammed (a.s.) 25 yaşında iken bir
ti­caret yolculuğu daha yapmıştı. Yanında Hz. Hatice’nin malları bulunuyor­du.
Ebu Sa’id Nisaburi’nin “Şerefül Mustafa” isimli kitabında yer alan ri­vayete
göre bu yolculuk sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Rahip Bahira ile tekrar buluştu.
Bu buluşma sırasında Bahira, kelime-i şehâdet getirerek Allah’ın tek olduğuna ve
Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna ta­nıklık ettiğini belirtti ve ekledi:
“Siz, Hz. Îsa İbn Meryem’in müjdelediği ümmi peygambersiniz. Bundan dolayıdır
ki, İbni Mende ve Ebu Nuaym, Bahira’yı sahabeler arasında saymışlardır. Hafız
Zehebi ise, “Tecrid’üs Sa­hâbe’de Bahira’nın, Hz. Muhammed (a.s.)’e,
peygamberliğinden önce iman etmiş olduğunu yazmıştır.

Hz. Muhammed (a.s.)’in bu ikinci Suriye yolculuğuyla ilgili
olarak anlatılan rivayetlerden biri de şöyledir. Rasûlullah (a.s.) Busra’da bir
ağa­cın gölgesinde dinlenirken yakınlarda bulunan bir manastırdan Nestura isimli
rahip çıkageldi. Nestura, Hz. Muhammed (a.s.)’e refaket eden Hz. Hatice’nin
uşağı Meysere’ye yaklaşarak ağacın dibinde kimin yatmakta ol­duğunu sordu.
Meysere, “Bir Kureyşli Harem sahiplerinden biri”. Vakıdi ve İbn İshâk’ın
rivayetlerine göre Nestura şunları söyledi: “Vallahi, bu ağacın altında, Hz. Îsa
(a.s.)’dan bu yana (yani 600 sene) bir peygamber­den başka kimse
dinlenmemiştir.” Ebu Sa’id, “Şerefül Mustafa”da bu ri­vayete şu satırları
eklemiştir: Nestura daha sonra, Rasûlullah (a.s.)’ın yanı­na geldi, başını ve
ayağını öptü ve şöyle dedi: “Sizin Allah’ın rasulü oldu­ğunuza şehâdet ediyorum.
Siz, Hz. Îsa’nın müjdelediği peygambersiniz. Hz. Îsa demişti ki, bu ağacın
altında Ümmi peygamber, Haşimi, Arabi, Mekki, Havuz ve Şefaat Sahibi ve Liva-yı
Hamd sahibinden başka kimse kalmayacaktır.” Meysere bu olayı aklından çıkarmadı.
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Busra’nın çarşılarına alışverişe çıktı. Çarşıda
bir malın fiyatı konusunda ihtilaf zuhur etti. Malı satan kişi, Rasûlullah
(a.s.)’ın Lât ve Uzza üzerine yemin etmesini istedi. Rasûlullah (a.s .) dedi ki,
ben hiçbir zaman yemin etmedim. Bunun üzerine o adam, Rasûlullah (a.s.)’ın
teklif ettiği fiyatı ses çıkarmadan kabul eni ve Meysere’yi bir yana götürüp
ku­lağına şunları fısıldadı: “Bu mutlaka bir peygamberdir. Elinde canım olan
zata yemin ederek söylüyorum, mukaddes kitaplarımızdaki zikri geçen peygamber
budur.” Meysere bu hadiseyi aklına iyice yerleştirdi.

Ebu Nuaym’ın rivâyetine göre Suriye yolculuğu sırasında Meysere
iki meleğin Hz. Muhammed (a.s.)’i gölge gibi izlediklerini gördü. Hz. Mu­hammed
(a.s.) kafilesiyle birlikte Mekke’ye döndüğü zaman öğle vaktiydi. Hz. Hatice o
sırada balkonda idi. O da Hz. Muhammed (a.s.) deve üzerin­de gelirken iki
meleğin O’nu gölgelediğini gördü. Ebu Nuaym’ın dışındaki diğer muhaddis ve
tarihçiler buna şu satırları da ilâve etmişlerdir. Hz. Ha­tice, yanındaki diğer
kadınlara da bu manzarayı gösterdi ve hepsi şaşıp kaldılar. Daha sonra Meysere
eve gelince Hz. Hatice kendisine gördüğünü anlattı. Meysere dedi ki: “Ben
bunları Suriye yolculuğu boyunca gördüm” ve bu arada gördüklerini ve
duyduklarını da Hz. Hatice’ye anlattı. Bunlar arasında Rahip Nestura ve
çarşıdaki adamın dedikleri de yer alıyordu.

Bu rivayetlerin doğru olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, Hz.
Mu­hammed (a.s.)’in, peygamberliğe fiilen tayin edilmesinden 15 sene önce bir
kez daha kendisinin peygamber olacağını öğrendiğini de teslim etmek zorunda
kalacağız. Hatta, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in, kendisi değil, Meysere, Hz.
Hatice, onun yanındaki hanımlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Suriye’ye kadar beraber
yolculuk ettiği kafilenin diğer fertleri ve Mek­ke’deki diğer bazı kimselerini
de bunu öğrendiklerin kabul etmeliyiz. Zira, Meysere, Hz. Hatice ve diğer bazı
kadınlar gibi Mekke’nin diğer birçok sakinlerinin de Hz. Muhammed’i gölgeleyen
iki meleği görmeleri ihtimal dahilindedir.

Gerçi yukarıda naklettiğimiz rivayet ve hadisler dürüst, hatırı
sayılır, muteber ve ilmi dehaları tartışılmaz pek muhterem zevata aittir. Fakat
bunlar pek çok yönden nazar-ı dikkate alınamaz ve doğru sayılamaz. Bir kerre, bu
rivayet ve hadisler Kur’an-ı Kerim’in talimatına ve ruhuna aykı­rıdır. Çünkü
Kur’an-ı Kerim’de Resul-ü Ekrem (a.s.)’e şöyle hitap edilmiş­tir:

“Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun” (Kasas; 86)

“Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”. (Şura; 52)

Bu âyet-i kerimeler gösteriyor ki peygamberlik payesine
yükselme­den önce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendisinin peygamber olacağını
bilmiyordu. Ve bunu başka kimse değil, bizzat Cenab-ı Hak söylemekte­dir. Şayet
Hz. Peygamber (a.s.) henüz 12 yaşında iken peygamber olaca­ğını öğrenmiş ve 25
yaşında iken bu bilgisi yenilenmiş olsaydı, kendisine bir Kitab’ın geleceğini ve
insanların kendisine iman edeceğini de umabilirdi. Böyle bir durumda hem
kitaptan hem imandan habersiz olması söz konusu olamazdı.

Yukarıdaki rivayetler, Hz. Muhammed (a.s.)’e ilk defa vahy’in
gelme­si ve bundan sonra kendisi ve Hz. Hatice arasında geçen konuşma ile ilgili
muteber ve güvenilir hadis kitaplarında yer alan doğru hadislerle de ters
düşüyor. Eğer Hz. Muhammed 28 yıldan beri kendisinin peygamber ola­cağını ve
vahy geleceğini bilmiş olsaydı, Hira mağarasında ve daha sonra evde onca şaşkın
ve sarsılmış olabilir miydi? Bu tam O’nun bildiği ve beklediği şey değil miydi?
Hz. Hatice’nin, Hira’da Hz. Muhammed (a.s.)’in başından geçenler üzerine
söyledikleri sözler, 15 yıldan beri O’nun peygamber olacağını bildiği için başka
türlü olmayacak mıydı? Ga­yet tabii ki, O da beklenen bir şeyin meydana
geldiğini söyleyecekti.

22.13. FİCAR HARBİ

Biz yine tarihi olaylara dönelim ve olayların seyrine bakalım,
İbn Hişâm’ın ifadesine göre, Hazreti Peygamber (a.s.) 14-15 yaşında iken Ficar
Harbi patlak verdi[8].
İbni İshâk, İbni Sa’d, Belazuri ve İbn Cerir Taberî’nin ifadelerine göre bu harp
20. Am’ul Fil’de[9]
yani Hz. Peygam­ber 20 yaşında iken meydana geldi. Harp’te taraflardan biri
Kureyşlilerin de dahil olduğu Beni Kinâne idi. ikinci taraf da Kays Aylân’dı
(ki, bunlar arasında Sakif ve Hevâzin kabileleri yer alıyordu). Çarpışma, Beni
Hevâzin’e bağlı Urvet-ü Rahhâl adlı bir kabile reisinin, Nu’man bin Mün­zir’in
ticaret kafilesine, kendi koruması altında Ukaz pazarına girme izni vermesi
üzerine başladı. Beni Kinâne’nin bir kabile reisi olan Berrâs bin Kays,
kendisine hitap ederek, “sen bu kafileyi Kinanelilere karşı da mı koruyorsun?”
diye sorunca, şu cevabı aldı: “Evet sadece Kinanelilere kar­şı değil bütün
dünyaya karşı”. Bu sözler üzerine Berrâs öfkelendi ve Necd’in yukarı bölgesinde
Teymen mevkiinde Urve’yi öldürdü. Kinâneliler henüz Ukaz pazarında iken bu
cinayetin haberini aldılar. Buradan hemen Beyt’ul Haram’a hareket ettiler. Fakat
Harem hududuna girer girmez Hevâzinliler kendilerine yetiştiler ve aralarında
şiddetli bir çatışma başla­dı. Çatışma bütün bir gün devam etti. Gece
Kinâneliler ve Kureyşliler Harem’e girmeyi başardılar. Bunun üzerine
Hevâzinliler Harem’i kuşattı­lar ve çarpışmalar birkaç gün daha devam etti. Bu
savaşta Hz. Peygamber (a.s.) hâlâ küçük olduğu için fazla bir şey yapmadı ve
sadece düşmandan gelen okları kendi amcalarına verdi. İbn Sa’d’in ifadesine göre
Hz. Pey­gamber (a.s.) daha sonra arkadaşlarıyla konuşurken bu savaşa bu kadarcık
katılmayı da istemediğini belirtmişti. Süheyli ise Hz. Peygamber (a.s.)’in
amcalarıyla birlikte muharebe yerine gittiğini, ancak çarpışmalara fiilen .
katılmadığını yazmıştır.

Bu tek çarpışmanın dışında, Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvetten
önceki dönemde başka herhangi bir savaşa veya kavgaya katılmadı. Hz. Peygam­ber
(a.s.) ne kadar savaşa katılmışsa hep nübüvvetinden sonra Medine’de kaldığı süre
içinde katılmıştır. Bu husus, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in cahiliyye döneminde
kavga ve kısır çekişmelerden uzak durduğunu gös­termekle kalmıyor, ayrıca
peygamberlik sırasında savaşlarda gösterdiği büyük askeri dehanın Allah vergisi
olduğunu da ortaya koyuyordu. Yani kendisi meslekten değil doğuştan bir
kumandandı.

22.14. HİLF’UL-FÜDÛL

Hz. Muhammed 20 yaşında iken bazı Kureyşli kabileler
“Hilfül-Füdûl” adında bir anlaşma yaptılar. Anlaşmanın adının “füdul” olmasının
sebebini İbn Kesir, “Nihâye'”de şöyle anlatmıştır. Cürhüm kabilesinin de
Mekke’de bulunduğu sırada benzeri bir “hilf’ (anlaşma) imzalanmıştı. Bu
anlaşmayı hazırlayan ve imzalayan herkesin ismi “Fadl”dı. Bu sebeple bu­na,
“Hilfül-Füdûl” (Fazılların Anlaşması) denildi. Fakat bunun daha doğ­ru ve
tutarlı gerekçesini Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in iki oğlu Muhammed ve Ab­durrahman
vermişlerdir. Bu gerekçeyi de İbn Kesir, Hümeydi’ye dayana­rak nakletmiştir.
Muhammed ve Abdurrahman’ın hadisi şöyledir. Rasûlullah buyurdular, “Ben Abdullah
bin Cud’ân’ın evinde öyle bir anlaşmaya katıldım ki, bunun için İslâm devrinde
de bana davet gelseydi katılırdım. Onlar, Füdûl’ü hakedenlere iade etmek üzere
anlaştılar, ayrıca zâlimin mazlumu ezmemesi konusunu da karara bağladılar.”
(el-bidâye ve en-Nihâye, CU, s. 291). Füdûl’ün hakedenlere iade edilmesi, bir
zâlimin ka­ba kuvvetle ve zulümle gaspettiği bir lütfu, ihsanı ve inayeti hakkı
olan kişiye iade etmek demektir. İbn Sa’d’in rivâyetine göre anlaşmayı
imzalayanlar mazlum ve hakkı yenen kişiyi destekleme kararı aldılar ve hakkı­nın
geri alınması için ellerinden geleni yapacaklarına dair and içtiler. İbn Hişâm,
bu anlaşmanın ayrıntılarını verirken, tarafların Mekke’de oturan bir vatandaş
veya buraya gelen herhangi bir yabancıya zulüm yapılmasına izin vermeyeceklerini
karara bağladıklarını belirtiyor. İbn Sa’da göre bu anlaşma Zilka’de, 20. Am’ul
Fil’de yapılmıştı.

Anlaşmanın imzalanmasına sebep olan olay şu idi. Yemen’in bir
ka­bilesi olan Zübeyd’e bağlı bir kişi bazı ticari mallarla Mekke’ye geldi.
Mekke’nin bir kabile reisi olan As bin Vâil bu mallan satın aldı, ama
üc­retlerini mal sahibine ödemedi. Mal sahibi sıra ile Beni Abdü’d-Dâr, Beni
Mahzûm, Beni Cumah, Beni Şehm ve Beni Adiyye’nin hepsine giderek derdini anlattı
ve feryad etti. Fakat feryadına kimse kulak asmadı ve As bin Vâil’i karşısına
almaya cesaret edemedi. Bu tüccar ümidini tamamıyla yitirince sabah vakti Ebû
Kubeys tepesine çıkıp Fihr ailesini yardımına çağırmaya ve feryat etmeye
başladı. Bu yalvarışları dinleyen Hz. Muham­med (a.s.)’in amcası Zübeyr bin
Abdulmuttalib yerinden kalktı ve bu işi böyle bırakmayacağını söyledi. Daha
sonra Beni Hâşim, Beni el-Muttalib, Beni Esed bin Abd’ul-Uzza, Beni Zühre ve
Beni Teym’i Abdullah bin Cud’ân’ın evinde topladı. (Bilindiği gibi, Abdullah bin
Cud’ân Hz. Ay­şe’nin kuzeni idi). Burada herkes, ister Mekke’de oturanlardan
biri olsun, ister buraya gelen bir yabancı olsun, hakkı yendiği veya mağdur
olduğu takdirde kendisine var güçleriyle yardım edeceğine dair and içtiler. Bu
antlaşmaya varıldıktan sonra hep beraber As bin Vâil’in evine gittiler ve O’nun
Zubeyd kabilesine mensup tüccarın mallarının ücretini ödemesini sağladılar.

Muhammed bin İshâk, İmam Zührî’ye dayanarak Rasûlullah (a.s.)’ın
şu sözlerini nakletmiştir: “Ben Abdullah bin Cud’ân’ın evinde öyle bir
an­laşmaya katıldım ki, bunun yerine bana kırmızı deve bile verilseydi, bu
anlaşmadan vazgeçmeyecektim. Ve bugün İslâm üzerinde olduğumuz sı­rada da böyle
anlaşma imzalamaya davet edilirsem bunu derhal kabul ederim.”

22.15. HZ. HATÎCE İLE TİCARETTE
ORTAKLIK

20-25 yaş döneminde, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın,
çocuklu­ğundan beri taşıdığı ve mahdud bir muhitte bilinen şahsî meziyet ve
kabi­liyetlerinden bütün Kureyşli ve Mekkeliler de haberdâr olmaya başladı­lar.
Dürüstlük, doğruluk, emânet, güzel ahlâk, iyi niyet, ciddiyet, zekâ, mantık,
sabır, vakar, cömertlik, fedakârlık, nezâket, yardımseverlik ve ön­derlik gibi
meziyetleri bir bir ortaya çıkmaya başladı ve bu sebeple, çevre­sinde saygı ve
sevgi kazanmaya, şöhreti ve nüfuzu her tarafa yayılmaya başladı. İşte bu
sıralarda, Hazreti Hatice (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.)’i tica­retine ortak etti.

Hz. Hatice, Kureyş kabilesinde ve Mekke’de, iffet, namus ve
güzel ahlâkı yüzünden “tâhire” (temiz) unvânını kazanmıştı. Akıl, zekâ ve temiz
yaşantısı nedeniyle bütün kabile tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Ayrıca,
Cenâb-ı Allah kendisine güzellik ve zarafet de ihsan etmişti. Kureyş’in en
zengin kadını O idi. O kadar ki, çoğu zaman Kureyş ticaret kafilesinin yarısı
O’nun mallarını taşırdı. Hz. Hatice daha önce Ebû Hâle bin Zürâre Temimî ile
evlenmişti. Bu izdivaçtan Hind ve Hâle adında iki erkek çocuk doğmuştu. Bu ikisi
daha sonra müslüman oldular. Ebû Hâle’nin vefatın­dan sonra Hz. Hatice (r.a.)
Uteyyık bin Abid el-Mahzûmi ile evlendi. Bu izdivaçtan Hint adında bir kız çocuk
doğdu. Bu kız da Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği sırasında müslümanlığı
kabul etti[10].
Bu ikinci ko­casının da vefat etmesinden sonra Hz. Hatice dul kaldı ve bir süre
evlen­medi. Kureyşli kabile reislerinden pek çoğu onunla evlenmek
arzusundaydılar, ancak Hz. Hatice bu hususta gelen her teklifi reddetti. Tek
uğraşı ti­caret olup, her defasında bir kişiyle anlaşıp mallarını ticaret
kafilesiyle gönderir ve kendisi belli bir pay alırdı.

Hz. Hatice (r.a.), Nebi-yi Kerim (a.s.)’in doğruluk, dürüstlük
ve güzel ahlâkını öğrenince mallarını Suriye’ye götürmesini, buna karşılık
kendisi­ne, başkalarına verdiği paydan daha fazlasını vermeyi teklif etti. İbn
İshâk’ın rivâyeti böyledir.

Başka bir rivâyet ise İbni Sâ’d tarafından nakledilmiştir.
Nüfeyse bin­ti Münye’ye atfen nakledilen ve daha sonra Zürkâni tarafından
etraflıca ele alınan bu rivâyet şöyledir. Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’e, “sevgili
yeğe­nim, ben zengin bir kişi değilim. Mali vaziyetimiz gittikçe kötüleşiyor.
Bizde herhangi bir ticaret malı da yoktur. Duyduğuma göre bir ticaret ka­filesi
Suriye’ye hareket etmek üzeredir. Bu kafile ile Hatice de kendi mal­larını
göndermek istiyor. Bence, sen bu mallar için kendisine gidersen, O seni tercih
edecektir. Çünkü O senin ne kadar temiz ve dürüst bir genç ol­duğunu çok iyi
biliyor.” Hz. Muhammed (a.s.), Hatice’nin bizzat kendisi­ne bir haber
yollayabileceğini sandığım belirtti. Fakat Ebu Tâlib, zamanın geçirilmesi
halinde Hatice’nin başka birini seçebileceğinden endişe duyduğunu kaydetti. Her
neyse, amca ile yeğen arasındaki bu konuşma ile il­gili haber Hazreti Hatice
(r.a.)’ye ulaştı. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.)’in tahmini doğru çıktı. Çünkü Hz.
Hatice bu konuşmadan önce mallarım Suriye’ye götürecek kişi olarak Hz.
Muhammed’i seçtiğine ilişkin mesajı kendisine göndermişti bile.

İbn Sa’d’in “Tabakat” isimli eserinde, Muhammed bin Akîl
tarafından rivayet edilen bir hadise göre, Ebu Tâlib, Hz. Hatice (r.a.)’ye gidip
“ya Hatice, ticarette Muhammed (a.s.) ile ortak olmak ister misin? İstersen
kendisi sevinecektir” dedi. Hz. Hatice ise, “siz uzaktaki beğenmediğim bir kişi
için bile teklif getirseydiniz, memnuniyetle kabul ederdim. Kaldı ki, siz yakın
bir dostunuz için böyle bir teklifte bulunuyorsunuz” diye cevap verdi.

Kısacası, ticaret konusunda Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice
an­laştılar ve Hz. Hatice, Hz. Peygamber (a.s.)’i, Suriye’ye giden ticaret
kafi­lesiyle beraber yolladı. Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamber (a.s.) ile
birlikte uşağı Meysere’yi de gönderdi. Bu yolculuk 15 Sefer veya 16 Zilhicce,
25. Am’ul-Fil’de başladı. Yolculuk esnasında Meysere, Hz. Muhammed (a.s.)’in
temiz karakteri, güzel ahlâkı, iyi huy ve alışkanlıklarını yakından görme
fırsatı buldu ve kendisini can-ü gönülden sevdi. Yolculuğun sonun­da Mekke’ye
dönüp her şeyi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) ticaret işini de iyi
becermişti. İbni Sa’d’ın Nüfeyse binti Münye’ye dayana­rak yazdığına göre,
eskiden Hz. Hatice hesabına çalışmış olan herkesin getirdiği kârın iki mislini
Hz. Muhammed (a.s.) getirdi ve Hz. Hatice (r.a.) de kendisine vaad ettiği payın
iki mislini verdi.[11]

22.16. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN HZ.
HATİCE İLE NİKÂHI

Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Mekke’den Suriye’ye ve
Suriye’den tekrar Mekke’ye kadar ticaret yolculuğu sırasında Meysere gece gündüz
Hz. Muhammed (a.s.) ile beraber olmuş, dürüstlüğüne ve yüksek ahlâkına hayran
kalmıştı. Meysere, Hz. Muhammed (a.s.) hakkındaki düşüncelerini Hz. Hatice’ye de
nakletmişti. Hz. Hatice zaten bu övgüleri duyduktan son­ra Hz. Muhammed (a.s.)
ile evlenmeye karar vermişti. Hz. Hatice’nin da­ha önce de Hz. Muhammed (a.s.)
hakkında bilgisi yok değildi. Kureyşlile­rin çoğu Hz. Muhammed (a.s.)’in çok iyi
bir insan olduğunu biliyorlardı ve Hz. Hatice de onlardan Hz. Muhammed (a.s.)’in
medhini dinliyordu. Ama Meysere’nin anlattıkları başka idi ve ticaretteki
dürüstlüğünü kendi gözüyle görmüştü. Bu bakımdan kendisi için Hz. Muhammed
(a.s.)’den daha iyi, emin ve güvenilir bir koca bulamayacağına kanaat getirdi.
Evli­lik için temasların kuruluşu ve nikâh kıyılışıyla ilgili rivâyetlerde ise
biraz ihtilâf vardır.

İbn İshâk’ın rivâyetine göre, Hz. Hatice Hazreti Peygamber
(a.s.) ile konuştu ve “ey amca oğlum, sizinle bir akrabalığım

[12]
var.
Ve ben sizin eminliğiniz, doğruluğunuz, dürüstlüğünüz, güzel ahlâkınız ve
soyluluğu­nuza hayranım, ben sizinle evlenmek istiyorum” dedi.

Başka bir rivâyete göre (ki İbn Sa’d tarafından, Nüfeyse binti
Münye’ye dayanılarak nakledilmiştir). Hz. Hatice (r.a.) evlenme teklifinde
bu­lunmadan önce Hz. Nüfeyse binti Münye’ye[13]
danıştı ve Hz. Muham­med (a.s.)’in fikrini öğrenmek amacıyla kendisini yanına
gönderdi. Nüfey­se (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.)’e gidip, “ey Muhammed (a.s.) siz
neden evlenmiyorsunuz?” diye sordu. Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “Bende ne var ki
evleneyim?” Nüfeyse bunun üzerine şöyle dedi: “Siz merak etmeyin, bu iş
tamamdır. Size, güzellik, zenginlik, mal-ü mülk, şeref, namus ve kabiliye­tin
bulunduğu bir yerden evlenme teklifi getirdim. Siz acaba kabul eder misiniz?”
Dedi, “kimden acaba?” Hatice’den… Hz. Muhammed (a.s.), “ben O’nunla nasıl
evlenebilirim?” diye sordu. “Bu işi bana bırakın” dedi. Hz. Muhammed (a.s.) de
dedi ki, “öyleyse ben hazırım.”

Bundan sonra Hz. Hatice (r.a.) Hz. Peygamber’e falanca saatte
gel­mesi için haber gönderdi. Bu arada, amcası Amr bin Esed’in kendisine ge­lip
nikâhlarını kıymasını istedi. (Hz. Hatice’nin babası Huveylid vefat et­mişti).
Bir taraftan Amr bin Esed ve bir taraftan Rasûlullah (a.s.)’ın amca­ları Hamza
ve Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin evine geldiler ve ikisi arasında nikâh kıyıldı.[14]
Nikâhta Hz. Ebû Bekr ve Kureyşlilerin bazı diğer kabile reisleri de hazır
bulunmuşlardı. Hz. Muhammed (a.s.) mehr olarak Hz. Hatice’ye 20 deve verdi.

[15]
İbn
Abdil-Berr’in ifadesine göre, bu evlilik Hz. Peygamber (a.s.)’in Suriye’den
dönüşünden iki ay 25 gün sonra ger­çekleşti. Hz. Peygamber (a.s.) o sırada 25,
Hatice de 40 yaşında idi[16].

22.16.1. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Hatice(r.a.)’den Doğan Çocukları

Hz. Peygamber (a.s.)’in, İbrahim (ki Mariya Kıbtî’den doğmuştu)
dı­şındaki bütün evlâtları Hz. Hatice’den doğdular. Bunların ikisi erkek ve
dördü kızdı. Bunların adları şöyledir: 1) Kasım, ki bu münasebetle Hz. Peygamber
(a.s.)’e Ebu’l-Kâsım denilirdi. 2) Abdullah, ki kendisi Tayyib ve Tâhir
lakabıyla da çağırılırdı. 3) Hz. Zeyneb (r.a.), 4) Hz. Rukiyye (r.a.), 5), Hz.
Ümm-ü Külsum ve 6) Hz. Fâtıma (r.a.). Bu evlâtlardan han­gisinin en büyük olduğu
kesinlikle bilinmiyor. Fakat, Hz. Zeyneb’in doğ­duğu zaman Hz. Peygamber’in 30
yaşında olduğu (İsabe), Hz. Fatma (r.a.) doğduğu zaman da 41 yaşında olduğu
biliniyor. (Şerh-i Mevâhib). Ayrıca, Biset’ten 5 yıl sonra Habeşistan’a yapılan
hicret sırasında, Hz. Rukıyye’nin, kocası, Hz. Osman ile birlikte gittiği de
tarih kitaplarından sabittir. Bu demektir ki, Hz. Rukiyye, Hz. Zeyneb’ten iki
yaş küçüktü.

Allah’tan korkmayan bazı kimseler, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz.
Hati­ce’nin batınından doğan tek kızının Hz. Fatma (r.a.) olduğunu,
diğerleri­nin ise öbür zevcelerinden doğabileceğini utanmadan söylerler.
Halbuki, Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Allah açıkça buyurmuştun

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
söyle….” (Ahzâb; 59)

Bu ayet, Peygamber (a.s.)’in bir değil, birkaç kızı olduğunu
göster­mektedir. Tarihi kayıtlar da, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice ve
Mariya Kıbti’den başka bir zevcesinden herhangi bir çocuğunun olmadığını
gös­termektedirler. O halde, bu kızların mutlaka Hz. Hatice’nin batınından
doğduklarını söyleyebiliriz. Aslında, bu çeşit İnsanlar mel’un gayelerine hizmet
için Hz. Peygamber (a.s.)’in ailevî bağlarına gölge düşürüyorlar ve böylece
ahirette büyük bir azaba maruz kalacaklarını da anlamamaya çalı­şıyorlar. Bütün
muteber rivayetlere göre Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ha­tice’nin batınından
doğan kızı sadece Fatma değil, diğer üç kızıdır da.

Hz. Peygamber (a.s.)’in siretini ilk önce kaleme alan Muhammed
bin İshâk, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice ile evliliğinden bahsederken
şunları yazmıştır: “İbrahim hariç, Hz. Peygamber (a.s.)’in bütün çocukları Hz.
Hatice’nin batınından doğmuşlardır. Bunların isimleri şöyledir: Kâsım, Tâhir ve
Tayyib;[17]
Zeyneb, Rukiyye, Ümm-ü Külsum ve Fatı­ma. (Siret-i İbni Hişâm, C. I, s. 202).
Meşhur antropolog, Hişâm bin Mu­hammed bin Es-Saib Kelbî, Hazreti Abdullah bin
Abbas’a dayanarak şun­ları yazmıştır: “Mekke’de nübüvvetten önce Hz. Peygamber
(a.s.)’in evin­de ilk önce Hz. Kâsım doğdu. Daha sonra Zeyneb, sonra Hz.
Rukiyye, sonra Fatma ve en son Ümm-ü Külsum. Nübüvvetten sonra ise Abdullah
doğdu ki, kendisi Tayyib ve Tahir olarak biliniyordu. Bunların hepsinin annesi
Hz. Hatice (r.a.) idi. (Tabakat-ı İbn Sa’d, C.I, s. 133). İbn Hazm’ın, “Cevâmi’
es-Siret” adlı kitabında belirtildiği gibi, Hz. Hatice’nin batımdan Hz.
Peygamber (a.s.)’in dört kızı doğmuştu. Bunların en büyüğü Hz. Zeyneb’ti, ondan
küçük Hz. Rukiyye, ondan daha küçük Hz. Fatıma ve ondan küçük Ümm-ü Külsûm’dü.
(s. 38-40). Taberî, İbn Sa’d, Ebu Cafer Muha­mmed bin Habib (Kitab’ul-Muhabber)
ve İbni Abd-il Berr (Kitab’ul İstiab), muhtelif muteber kaynaklara dayanarak,
Hz. Muhammed (a.s.)’den önce Hz. Hatice’nin iki kocası olduğunu, bunlardan
birinin Ebu Hâle, diğerinin Uteyyık bin Abid Mahzumi olduğunu açıklamışlardır.
Bu yazarlara göre, Ebu Hâle’den Hind ve Hale, Uteyyık’tan Hind adında bir kız
doğmuşlardı. Bundan sonra Hz. Hatice Hz. Peygamber (a.s.)’le evlendi.

Bütün tarihçi ve antropologlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz.
Hati­ce’nin batınından adları yukarıda geçen dört kızı olduğunda ittifak
etmiş­lerdir. (Bk. Taberî, c. II, s. 11, Tabakat-ı İbn Sa’d, C. VIII, s. 14-16,
Ki­tab’ul-Muhabber, s. 8, 79, 452, el-İstiab, eli, s. 718).[18]
Bütün bu riva­yetlerin üstüne Kur’an-ı Kerim’in ifadesi de var ki, Hz. Peygamber
(a.s.)’in bir değil, birkaç kızı olduğuyla ilgilidir.

22.16.2. Evlilik
Hayatı

Hazreti Peygamber ile Hazreti Hatice arasında 15 yıllık yaş
farkı var­dı, ama ikisi arasındaki sevgi o kadar büyüktü ki, Hz. Hatice’nin
vefatın­dan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ömrü boyunca O’nun aziz hatırasını
kal­binde taze tuttu. Sahih-i Buhârî’de Hz. Ali (r.a.)’nin rivayet ettiği hadise
göre, Hz. Peygamber şöyle derdi: “Hayr-ü Nisa’hâ Meryem ve hayr-ü Nisâ’ha
Hatice.” Bu sözlerin bir anlamı şudur: “Kendi ümmetinin en iyi kadını Meryem’di,
bu ümmetin en iyi kadını da Hatice (r.a.)’dir.” Fakat Müslim’de bu hadisi
Vaki’nin naklettiği belirtilmiştir. Rivâyete göre Vaki’ Hz. Peygamber (a.s.)’in
bu sözlerini aktarırken göğe ve yere bakmıştı. Bu demektir ki, Vaki’ veya başka
kimseler bu sözlerden şu anlamı çıkarmış­lardı: “Gökte ve yerde, kısacası bütün
dünyada, en iyi kadın Hz. Meryem ve Hz. Hatice’dir”ler. Buhârî’de Hz. Ayşe’nin
şu sözlerine rastlanıyor: “Rasûlullah (a.s.)’ın zevceleri arasında benim en çok
kıskandığım Hz. Ha­tice (r.a.) idi. Halbuki, ben Rasûlullah ile evlendiğim zaman
Hz. Hatice vefat etmişti. Bunun sebebi, Rasûlullah’ın ekseriye Hz. Hatice’den
bahsetmesiydi. Kocam (Hz. Peygamber) ne zaman bir keçi keserse bunun etin­den
bir bölümünü Hz. Hatice’nin akraba ve tanıdık kadınlarına gönderir­di.”
Buhârî’de Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir hadisi daha var. Bunda Hz. Ayşe di­yor ki:
“Bir defasında Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle binti Huveylid bize ziyarete
geldi ve evimizin içine girme izni istedi. Hz. Peygamber (a.s.) O’nun sesini
duyunca bir hal oldu ve “Vallahi bu Hale’dir” dedi. Zira, Hale’nin sesi kardeşi
Hatice’ye çok benziyordu. Bunun üzerine çok kıskan­dım ve hışımla Rasûlullah’a,
“pes doğrusu öleli bunca zaman olan Ku­reyşli ihtiyar bir kadını şimdiye kadar
unutmadınız mı? Halbuki, Allah si­ze O’ndan daha iyi bir zevce vermiştir!”
Müsned-i Ahmed ile Taberânî’de yer alan hadiste şu ek satır da vardır: “Benim bu
çıkışım, Rasûlullah (a.s.)’ı kızdırdı. Kendisinin hayli kızdığını görünce arz
ettim. “Sizi Hak’la dünyaya gönderen Allah’a yemin ediyorum, bundan böyle O’nun
(Hz. Ha­tice) hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim.” İbn Sa’d’in rivâyetine göre
Bedir savaşında Rasûl-i Ekrem (a.s.)’in damadı Ebu’l-As da esir alınmıştı. O
sırada Mekke’de bulunan Hz. Peygamber (a.s.)’in kızı Zeyneb, kocası Ebu’l-As’ın
serbest bırakılması için Rasûlullah (a.s.)’a bir fidye gönderdi. Fidyede, Hz.
Zeyneb’in Ebu’l-As ile cahiliyye devrinde evliliği sırasında Hz. Hatice’nin genç
çifte hediye olarak verdiği bir kolye de vardı. Bu kol­yeyi görünce
Rasûlullah’ın gözleri doldu ve ashabına dedi ki, “eğer uygun görüyorsanız,
Zeyneb’in esirini serbest bırakın ve fidyeyi de kendisine ge­ri gönderin”. Ashab
buna razı oldular ve Ebu’l-As fidye alınmadan salıve­rildi. Belâzuri’nin
“Ensâb’ul-Eşrâf” isimli eserinde Hz. Ayşe’ye atıf yapa­rak naklettiği bir hadise
göre, siyahî bir kadın Rasûlullah’ın huzuruna ge­lince kendisi onu sıcak bir
şekilde karşıladı. O kadının gitmesinden sonra Hz. Ayşe, Rasûlullah’a, o kadını
gördükten sonra niçin bu kadar sevindi­ğini sordu. Rasûlullah bu kadının sık sık
Hz. Hatice’ye gelip gittiğini söy­ledi. Bu bölük pörçük hadise ve hikâyeler
sanıyoruz, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın Hz. Hatice’yi ne kadar sevdiğini,
hatırasını ne kadar canlı tuttuğunu göstermeye yeter.

Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice (r.a.) 15 yıl nübüvvetten
önce ve 10 yıl nübüvvetten sonra olmak üzere toplam 25 yıl aynı yastığa baş
koy­dular. Nübüvvetin 10. yılında Hz. Peygamber (a.s.) 50 ve Hz. Hatice (r.a.)
65 yaşında iken bu beraberlik, Hz. Hatice’nin ebediyete intikal etmesiyle sona
ermiş oldu. Fakat Hz. Peygamber (a.s.) bütün gençliğini yaşı kendi­sinden hayli
büyük olan bu namuslu ve temiz hanımla geçirdi ve başka herhangi bir kadına
bakmadı. Halbuki o devirde Araplarda bir erkeğin bir­den çok kadınla yaşaması
gayet normal bir adetti ve kadınlar da bunu ya­dırgamazdı. Hz. Hatice’nin
sülâlesi dahil Kureyş’in belli başlı diğer ailele­rinde de bunun sayısız
misalleri vardı ve her erkeğin en az üç-dört karısı vardı. Hal böyle iken, Hz.
Muhammed (a.s.)’in 50 yaşına kadar 65 yaşın­daki bir kadınla gül gibi geçinip
gitmesinin ve imrenecek bir aile saadetini bulmuş olmasının; ömrünün geriye
kalan 10 senesinde de muhtelif kadın­larla evlenmiş olmasının, haşa kadına
düşkünlüğü ve nefsini tatmin etme­ye çalışması gibi gösterilmesi iftiraların en
büyüğü olsa gerekir. Yaşının ilerlediği bir sırada Hz. Peygamber (a.s.)’in hangi
sebeple müteaddid ha­tunları harem-i mübâreke aldığını daha sonraki sayfalarda
ayrıntılı olarak ele alacağız.

22.16.3. Mali
Rahatlık ve Zenginlik Devresi

Hz. Peygamber (a.s.) Hz. Hatice (r.a.) ile evlendikten sonra
mali açı­dan sıkıntılı günlerini geride bıraktı ve oldukça rahat ve müreffeh bir
dev­reye girdi. Hz. Hatice (r.a.) eskiden başkaları vasıtasıyla ticaret yapardı.
Fakat bu aracılar genellikle güvenilir ve dürüst olmuyorlardı. Cahiliyye dönemi
Araplarının düştükleri kötü ahlâki durum nedeniyle onların dürüst davranmaları
beklenemezdi de. Böylece, Hz. Hatice (r.a.) ekseriya malla­rından beklediği kârı
elde edemiyordu. Fakat ticari işlerinin tümünün yö­netimi Hazreti Peygamber
(a.s.) gibi emin ve akıllı bir kişinin eline geç­tikten sonra bu işler hayli
kârlı olmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) hem dürüst, hem akıllı davranıyor,
hem de Hz. Hatice O’nun eşi olduğu için menfaatlerine aykırı hareket etmiyordu.
Böylece ticaret işi hem kendisine hem de zevcesine maddi huzur ve refah getirmiş
oldu ve Cenab-ı Allah’ın şu sözleri doğrulandı:

“Ve seni fakir bulup zengin etmedi mi? (Duhâ; 8)

Bu dönemde Hz. Peygamber (a.s.)’in doğruluk, dürüstlük, eminlik,
doğru sözlülük, kerem ve ihsan, cömertlik, müsamaha, merhamet, muh­taçlara
yardım, fakir-fukarayı himaye, akıl ve zekâ gibi meziyetleri iyice ortaya çıktı
ve bunlara gerek Kureyşliler, gerekse diğer Araplar tanık ol­dular. Arap
toplumunda Rasûlullah (a.s.) sadece ahlâkî açıdan değil, mad­di bakımdan da
yükseklere tırmandı ve Kureyşli ileri gelen kabile reisleri arasında adı geçmeye
başladı. Çevresindeki İnsanlar O’na fazlasıyla gü­vendikleri için mallarını ve
kıymetli eşyalarım O’nun nezaretine vermeye başladılar. Hz. Muhammed Mustafa
(a.s.)’nın eminliği, nübüvvet payesine yükseldikten sonra Mekkeli kâfirler O’nun
can düşmanları oldukları sırada da devam etti. Mekkeliler kendisine düşman
olmalarına rağmen paralarını ve kıymetli eşyalarını bu Ümmi Peygamber (a.s.)’in
zimmetine vermeye devam ettiler. O kadar ki, hicret anı gelince, Hz. Peygamber
(a.s.), adamların emanetlerini kendilerine iade etmek üzere Hz. Ali’yi geride
bıraktı. Bu demektir ki, nübüvvetten önce değil, sonrasına kadar da Mekkeliler
Hz. Muhammed (a.s.)’in dürüstlüğüne, namusluluğuna ve eminliğine gü­venlerini
kaybetmemişlerdi ve O’nu kendi aralarında en güvenilir ve emin kişi
sayıyorlardı.

Ticari konularda Hazreti Peygamber (a.s.)’in dürüstlüğü ve açık
sözlülüğünü ortaya koyan pek çok hadis vardır. Cahiliyye döneminde Hz. Mu­hammed
(a.s.) ile ticarette ortak olan bir zâtın ifadesine göre, Rasûlullah en iyi
ticaret ortağıydı. Hiçbir zaman ne ortağını, ne başkalarını aldattı ve ne de
oyuna getirdi. Aralarında herhangi bir zaman hiçbir anlaşmazlık da çıkmadı. Bu
zâtın adına çeşitli hadiselerde rastlamak mümkündü. İbni Abdil-Berre, “İstiab”da
bu zâtın isminin Kays bin Es-Saib İbni Uveymir Mahzumi diye yazmıştır. Müsned-i
Ahmed’in bazı hadislerinde Saib bin Abdullah el-Mahzumi ve bazılarında Saib bin
Ebi es-Saib olarak kayde­dilmiştir. Ebu Davud (Kitab’ul Edep, Kerâhiyet’ul Mira’
bölümü) da bu isim “Saib” olarak geçmiştir ve kendisinin şunları dediği
belirtilmiştir: “Ben Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna çıkınca herkes beni
methetmeye başla­dı. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki ben Sâib’i sizden daha iyi
tanıyorum. Ben de dedim, “annem-babam size feda olsun, siz çok doğru söylediniz,
ben sizinle ticarette ortaktım. Siz her zaman iyi ve dürüst davrandınız. Ne
kimseyi aldattınız, ne kimse ile kavga ettiniz!” Yine Ebû Dâvud’da Abdul­lah bin
Ebi el-Hamsâ isminde bir zâtın hadisi var ki şöyledir: “Ben cahi­liyye döneminde
Rasûlullah (a.s.) ile bir iş anlaşması yaptım. Fakat anlaş­manın alışverişle
ilgili bazı bölümleri tamamlanmış, bazı bölümleri ta­mamlanmamıştı. Meseleyi
karara bağlamak üzere belli bir yerde tekrar bulaşacağımızı kararlaştırdık. Ne
var ki, aramızda bu söz geçtikten sonra ben randevumu unuttum. Buluşma
tarihinden üç gün sonra randevumu ha­tırladım ve kararlaştırdığım yere gittim.
Bir de ne göreyim, Rasûlullah be­ni orada hâlâ bekliyor. Rasûlullah şunları
söyledi: ‘Sen bana çok zahmet verdin, ey genç. Ben burada üç günden beri seni
bekliyorum!” (Kitab’ul-Edeb, Bâbı Fi’l’de).

22.17. HZ. ZEYD BİN HÂRİSE OLAYI

Rasûlullah (a.s.)’ın güzel ahlâkının en büyük delili Hz. Zeyd
bin Hârise ile ilgili bir vak’adır. Hz. Zeyd, Kelb kabilesine bağlı Hârise bin
Şurahbil (veya Şerahbîl) adlı bir zât’ın oğluydu. Zeyd’in annesi, Su’da bin­li
Sa’lebe, Tay kabilesinin Beni Ma’n koluna mensuptu. Zeyd sekiz yaşında iken
annesi O’nu kendi anne-babasına götürdü. Orada Benî Kayn bin Cesr’e mensup
silahlı kişiler bulundukları yeri basarak her şeyi yağmala­dılar ve birçok
kişiyi esir alıp götürdüler. Esir alınan kişiler arasında Hz. Zeyd de vardı.
Haydutlar O’nu Taif in Ukaz pazarına götürüp başkalarına sattılar. Zeyd’i satın
alan, Hz. Hatice’nin yeğeni Hakim bin Hizâm’dı. Hakîm, Zeyd’i Mekke’ye getirip
teyzesine hediye olarak takdim etti. Hz. Peygamber (a.s.) Zeyd’i sevdi, huylarım
çok beğendi ve O’nu kendi hima­yesine aldı. Böylece bu talihli çocuk, İnsanlar
için hayır ve bereket simge­si olan ve kısa bir süre sonra Allah’ın peygamberi
olacak olan Hz. Pey­gamber (a.s.)’in hizmetine girdi. O sırada Zeyd’in yaşı
15’ti. Bir süre sonra Zeyd’in baba ve amcası, evlâtlarının Mekke’de olduğunu
öğrenince oraya geldiler ve Rasûlullah (a.s.)’ın yanına vardılar, ikisi, “ne
kadar fidye ister­seniz size verelim, ama çocuğumuzu geri verin” dediler. Bunun
üzerine Rasûlullah (a.s.), “ben çocuğu çağırıyorum, eğer O sizinle gitmek
istiyor­sa, hay hay, ben fidye de istemem. Fakat O sizinle beraber gitmek
istemi­yor ve benimle kalmak istiyorsa, O’nu size zorla teslim edecek değilim.”
Zeyd’in baba ve amcası; “çok doğru söylediniz, bundan daha iyi ve doğru bir söz
olamaz. Biz söz veriyoruz, çocuk ne istiyorsa, o olacak” dediler. Bundan sonra
Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd’i çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:

– Sen bu beyleri tanıyor musunuz?

– Evet efendim, bunlar benim baba ve amcam oluyorlar.

– Bak evlâdım, sen onları da tanıyorsun, beni de. Bunlar seni
almaya geldiler. Acaba onlarla beraber gitmek mi istiyorsun, yoksa benimle
kal­mak mı istiyorsun. Kararını vermekte serbestsin.

– Ben sizi bırakıp başka kimse ile gitmek istemiyorum. Bu sırada
Zeyd’in babası ve amcası söze karıştılar:

– Zeyd, sen özgürlüğe köleliği mi tercih ediyorsun? Sen öz baba
ve anneni bırakıp başkalarıyla mı kalmak istiyorsun?

– Benim bu büyük insanla beraber kaldığım süre içinde gördüğüm
şahsi meziyetler, artık dünyada ondan başka hiç kimseyi tercih etmememi
öğretmiştir.

Zeyd’in bu sözleri baba ve amcasını cevapsız bıraktı. Onlar için
söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. Onlar da Hz. Zeyd’in kararına muta­bık
kaldılar. Tam o anda Rahmet Peygamberi (a.s.) Zeyd’i serbest bırak­tı ve Beyt’ul
Haram’a gidip Kureyşlileri toplayarak kendilerine şöyle de­di: “Hepiniz şâhid
olun, bugünden itibaren Zeyd benim oğlumdur. O be­nim varisim olacaktır ve her
şeyimde O’nun payı olacaktır. Ayrıca O da bana karşı bütün evlâtlık haklarım ve
sorumluluklarını yerine getirecek­tir.” Bu tarihten sonra bazıları bu çocuğa
Zeyd bin Muhammed demeye başladılar.

Bütün bu vak’alar nübüvvetten önce cereyan etmişti. Hz. Muhammed
(a.s.), peygamberlik mertebesine yükseldiği zamana kadar Zeyd 15 yıl da­ha Hz.
Peygamber (a.s.)’in hizmetinde bulundu. Böylece müslüman oldu­ğu zaman yaşı
30’du.  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

22.18. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN, HZ.
ALİ’Yİ HİMAYESİ ALTINA ALMASI

Bu hadiseler cereyan ederken, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.),
amcası Ebu Tâlib’in çocukluğundan erginliğine kadar kendisine yaptığı iyilikleri
bir an bile unutmamıştı. Hz. Muhammed (a.s.) amcası Ebu Tâlib’in kendisini ne
kadar sevdiğini, yetişmesinde ne büyük yardımda bu­lunduğunu ve her zor anında
kendisini nasıl canla başla desteklediğini ve himaye ettiğini çok iyi biliyordu.
İbn İshâk’ın ifadesine göre bir defasında Mekke ve etraftaki bölgeler şiddetli
bir kuraklık ve kıtlığın etkisi altında kalmış, yiyecek şeyler bulunmaz olmuş,
bulunanların fiyatı da alabildiği­ne yükselmişti. O sırada Hz. Peygamber (a.s.),
amcasının kötü mali duru­munu düşündü. O (a.s.), Ebu Tâlib’in ailesinin
kalabalık olduğunu ve eli açık bir insan olduğunu da biliyordu. Başındaki ağır
yükünü hafifletme yolunu aradı. Bu maksatla, diğer amcası Hz. Abbas (r.a.)’ın
yanına gitti. Hz. Abbas zengin bir kişiydi. Hz. peygamber (a.s.) kendisine hitap
ede­rek, “amcacığım, biliyorsunuz, kardeşiniz Ebu Tâlib’in ailesi çok büyük­tür,
mali durumu iyi değildir. Bu pahalı devirde O’nun ve ailesinin ne ka­dar sıkıntı
çektiğini tahmin edebiliriz. Gelin O’nunla bir konuşalım ve yü­künü hafifletme
çaresini arayalım. Hiç olmazsa, bir oğlunu siz birini de ben himayemize alalım”
dedi. Hz. Abbas bu teklifi çok beğendi ve ikisi Ebu Tâlib’e gidip ne
düşündüklerini kendisine anlattılar. Ebu Tâlib, “Akil’i (İbn Hişâm’a göre,
Tâlib) bana bırakın, diğer çocuklardan hangisi­ni istiyorsanız alın” dedi. Bunun
üzerine, Hz. Muhammed (a.s.) Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Ca’fer’i yanlarına
alıp evlerine geldiler. Hz. Ali (r.a.) Ebu Tâlib’in en küçük oğlu idi. Hz.
Ca’fer, Hz. Ali’den 10 yaş büyüktü. Hz. Akil ise Ca’fer’den 10 yaş büyüktü. Akil
ile Tâlib arasında da 10 yaş fark vardı. Ebu Tâlib’in diğer bazı çocukları da
vardı.

Bu suretle, Hz. Ali (r.a.) henüz küçük bir çocukken, amcası oğlu
Hz. Nebi-yi Kerim (a.s.)’in himayesine girdi. Gerek Rasûlullah (a.s.) gerekse
Hz. Hatice, Hz. Ali’yi öz oğulları gibi büyüttü ve sevdi. Tahminlere göre, Hz.
Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ali’yi velisi olarak kendi himayesine aldığı zaman Hz.
Ali’nin yaşı 4-5’ten büyük değildi.

22.19. KA’BE’NİN YENİDEN İNŞASI

Hz. Muhammed 35 yaşında iken, yani nübüvvetine 5 yıl kala,
Ku­reyşliler Kâbe’yi tekrar inşa etme kararı aldılar. Kâ’be’nin duvarları
köhne-leşmiş ve çürümüştü. Sık sık meydana gelen sel ve su baskınları Kâ’be’yi
çökme noktasına getirmişlerdi. Duvarları da alçak olup herhangi bir çatısı
yoktu. Duvarların yapımına fazla özen gösterilmemiş; sadece taşlar üst üste
konmuş, onların birbirini tutmaları için ne sıva, ne de başka bir mad­de
kullanılmıştı. Kapısı çatlamıştı ve dökülmek üzere idi. Kâbe’ye adanan
hediyelerden meydana gelen hazine de bir kuyuda saklı tutuluyordu. Bu kuyu Ka’be
binasının içinde idi. Bazı haydut ve kötü niyetli kimseler du­varları atlayıp
içeri girer ve hazinenin bir bölümünü çalarlardı. Nitekim, Kâ’be’nin yeniden
inşasından kısa bir müddet önce Beni Müleyh’e bağlı Duveyk adında bir köle
Kâ’be’nin bazı mallarını çalmıştı. Duveyk bu mal­ları kendisi çalmamışsa da
hırsızlar bunları onun zimmetine vermişlerdi. Zira yoğun bir araştırmadan sora
malların kendisinde bulunduğu sabit ol­muştu.[19]
Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler Ka’be için yüksek bir bi­na yapıp üstüne
bir çatı çatmak istiyorlardı. O sıralarda, Bizanslı bir tüc­carın gemisini
denizin hırçın dalgalan kıyıya vurup parçalamıştı, İbn İshâk’a göre bu geminin
parçaları Cidde limanına yayılmıştı. İbn Sâ’d’e göre ise bu parçalar Cidde’den
önceki liman olan Şu’aybe’nin etrafında da­ğılmışlardı. Gemide Bâkûm isimli
Bizanslı bir mimar vardı. Mekke’de de Neccar isimli bir Kıptî iyi tahta işleri
yapardı. Geminin parçalandığına da­ir haberleri duyan Velid bin Muğire bazı
Kureyşlilerle birlikte kaza yerine geldi ve bazı tahta parçalarını salın aldı.
Buna ilâveten Bâkûm ile konuşup Kâ’be’nin inşası için çalışması konusunda
anlaşma yaptı. Tahta işlerini bi­len Neccar da inşaat işine alındı. Böylece
Kâ’be’nin yeniden inşasına baş­landı. İnşaatın başlamasından önce yapılan
merasimde, Hz. Peygamber (a.s.)’in babasının dayısı olan Ebû Vehb bin Amr bin
Aiz, Kâ’be’nin bir ta­şını söküp tekrar yerine koydu ve orada toplanan
Kureyşlilere şöyle hitap etti: “Ey Kureyşliler bu mukaddes yapının inşasına,
helâl gelirinizle katkı­da bulunun. Dikkat edin, bu binanın yapımında zinadan,
faizden veya bir kişinin başka bir kişiye yaptığı zulümden elde edilen gelir
kullanılmasın.” Başka bir rivâyete göre Ebu Vehb’in sözleri şöyle idi: “Bu,
Allah’ın evinin inşaatında sakın gaddarlıkla, merhametsizlikle veya başkalarının
size olan borçlarını kırparak elde ettiğiniz gelirlerinizi kullanmayın”.[20]
Ne var ki, Kureyşliler yeni binanın yapılması için Kâ’be’yi yıkmaktan
çekiniyorlar­dı. Nihayet Velid bin Muğire kazmayı eline alıp, “ya Rab, biz senin
di­ninden yüzümüzü çevirmedik ve kötü bir yola sapmadık. Biz hayırdan başka bir
şey istemiyoruz” (yani kötü bir niyetle Senin evini yıkmak iste­miyoruz) dedi ve
Kâbe’nin bir bölümüne bir darbe vurdu ve sonra elini çekti. Kureyşliler bütün
gece Velid bin Muğire’ye bir afet gelip gelmeye­ceğini merak içinde beklediler.
Onlar, bir âfetin gelmesi halinde inşaat işi­ni derhal durdurmaya ve sökülen
taşları yerine koymaya karar vermişler­di. Sabaha kadar Velid’e bir şey
olmayınca, Kâ’be’nin yıkımına her taraf­tan başlandı. Çeşitli yıkım ekipleri,
duvarları Hz. İbrahim (a.s.)’in koydu­ğu temele kadar yıktılar. Bundan sonra
Mekke’nin bütün kabileleri taşlan toplayarak Kâ’be’nin inşaatına başladılar.[21]
inşaat işi Hâcer-i Esved’in yerleştirilmesine kadar ilerleyince her kabile bu
şerefin kendisine ait ol­ması için uğraştı. Hâcer-i Esved’in yerleştirilmesi ile
ilgili ihtilaf o kadar büyüdü ki, büyük bir çatışma çıkma ihtimali belirdi.
Kavga dört-beş gün böyle devam etti. Nihayet, herkes bir gün Harem’de toplanarak
meselenin hallini aramaya başladılar. Toplananlar arasında en yaşlı olan Ebû
Ümey­ye bin el-Muğire (Velid bin Muğire’nin ağabeyi) kendilerine şöyle bir
öneride bulundu: “Ey Kureyşliler, anlaşmazlığınızın giderilmesinin bir yolu
vardır. Eğer hepiniz ittifak ederseniz, yarın bu mukaddes ibadet yeri­nin
kapısından girecek olan ilk şahıs hakemimiz olsun

[22]
o
bu hususta ne derse kabul etmeliyiz”. Bu öneriyi herkes beğendi ve ertesi günü
bekle­meye başladılar. Allah’ın hikmetine bakın ki, Kâ’be’nin kapısından ilk
gi­ren Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) oldu. Hz. Muhammed (a.s.)’i gören­ler
haykırıverdi: “Bu emindir, biz razı olduk. Bu Muhammed (a.s.)’dir”. Müsned-i
Ahmed’in rivâyetine göre orada hazır bulunanlar şöyle dediler: “Size emin gelmiş
oldu.”

Rasûlullah (a.s.) ihtilâf ve anlaşmazlığın sebebinin ne olduğunu
öğre­nince orada hazır bulunanların bir çarşaf getirmelerini istedi. Çarşaf
geti­rildi. Hz. Peygamber (a.s.) Hâcer-i Esved’i o çarşafın ortasına koyup
çar­şafı iyice sardı ve her kabilenin temsilcisinin bu çarşafın bir ucunu
tutma­sını ve kaldırmasını teklif etti. Orada hazır bulunanlar aynısını
yaptılar. Hâcer-i Esved yerleştirilecek yere getirilince, Hz. Peygamber (a.s.)
bunu kendi eliyle alıp oraya yerleştirdi.

Bu vak’a Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden sadece beş yıl
önce vuku bulmuştu. O sırada bütün Araplar ve Mekke’liler Hz. Muham­med
(a.s.)’in “emin” olduğuna şehâdet etmişti. Bütün millet Hz. Peygam­ber (a.s.)’in
ne kadar zeki ve akıllı olduğuna da tanık olmuştu. Zira kendi­si, yüzlerce,
belki de binlerce kişinin kanının akıtılmasına yol açabilecek tehlikeyi ve nazik
bir meseleyi gayet kolayca ve herkesi tatmin edecek bir şekilde çözümlemişti.
İbn Sâ’d’e göre Rasûlullah’ın akıl ve zekâsı, sadece bu olayda kendisini
göstermemişti. Cahiliyye devrinde pek çok defa önemli kavga ve çatışmaları
önlemişti ve kendisi birçok konuda isabetli kararlar vermişti.

22.20. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ.
MUHAMMED (A.S.)’İ YAKINDAN TANIYANLAR

Peygamberlikten önce Hz. Muhammed (a.s.)’i yakından tanıyan,
bi­len ve anlayanlar arasında başta aile efradı gelirdi. Mesela, Hz. Hatice
(r.a.) ki kendisi 15 seneden beri O’nunla hayatını paylaşıyordu. Hz. Mu­hammed
(a.s.)’i yakından tanıyan bir yakını da Hz. Ali (r.a.) idi, ki çocuk­luğundan
beri kendisi yanında bulunmuştu. Üçüncü bir şahıs da Hz. Zeyd bin Hârise’ydi, ki
anne-babasını bırakıp Hz. Muhammed (a.s.)’in yanında kalmayı tercih etmişti ve
evlatlığı olma şerefine nail olmuştu. Başka bir kişi de Hz. Ümm-ü Eymen’dir ki
kendisini çocukluğundan beri bakarak büyütmüş ve ailenin bir ferdi olarak her
zaman yanında bulunmuştu. Hz. Muhammed (a.s.) O’nun hakkında şöyle derdi: “Öz
annemden sonra en çok sevdiğim kişi Ümm-ü Eymen’dir”. O’na “ümme” veya
“anneciğim” olarak hitap ederdi. Ailenin bazı diğer fertleri de Hz. Peygamber
(a.s.)’in yanında bulunma şerefine haizdiler.

Bunun dışında, bazı dost ve ahbabları da Hz. Muhammed (a.s.)’in
ha­yatını yakından izlemiş ve O’nu tanıma fırsatım bulmuşlardı. Bunların başında
Hz. Ebu Bekr (r.a.) gelirdi. İbni Mende’nin İbni Abbas’a dayanarak naklettiği
hadise göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr arasındaki dostluk, Hz.
Peygamber (a.s.) 20 ve Hz. Ebu Bekr 18 yaşında iken başla­mıştı. Gerçek şu ki,
Cahiliyye dönemi Mekke’sinde tabiat, huy, alışkanlık­lar, ahlâk, zevk ve
meraklan birbirine bu kadar benzeyen başka iki arka­daş yoktu. Hz. Ebu Bekr
Cahiliyye döneminin hatırı sayılır ve şöhreti her tarafa yayılmış zengin bir
tüccarıydı. Mesleği ticaretti ve güzel ahlâkıyla herkesin gözdesi olmuştu.
Cahiliyye devrinde de içkiye dokunmayan bir­kaç kişiden biri Hz. Ebu Bekr’di.
Kureyş kabilesi, diyet işlerini Hz. Ebu Bekr’e bırakmıştı. Ebu Bekr hangi diyeti
kabul ederse, bütün kabile bu di­yeti kabul etmeye hazır olurdu. Ancak Ebu
Bekr’in kabul etmediği diyet başkaları tarafından da zor tasdik edilirdi. Ebu
Bekr’in aile şecereleri hak­kındaki bilgisi çok genişti. Nüfuzu uzak yerlerdeki
Araplara kadar uzan­mıştı. Bunun bir örneğini burada verebiliriz. Mekke’de
müslümanların ha­yatı çekilmez hale gelince hicrete karar verenler arasında Hz.
Ebu Bekr (r.a.) de vardı. Bir-iki günlük yolculuktan sonra Hz. Ebu Bekr,
Ehâbiş’in[23]
reisi İbn-üd-Düğunne ile karşılaştı. İbn-üd Düğunne, Ebu Bekr (r.a.)’e nereye
gittiğini sordu. Ebu Bekr, “milletim beni Mekke’den kovdu, bana çok eziyet etti,
benim hayatımı çekilmez hale getirdi” diye cevap verdi. İbn-üd-Düğunne,
kendisine şöyle dedi: “Allah Allah, hiç böyle şey olur mu? Allah şahittir, sen
cemiyetimizin medar-ı iftiharısın. Zorluk ve sıkıntı içinde olanlara yardım
edersin, iyi işler yaparsın. Sen iyi ve dürüst bir insansın, fakir fukaranın
yardımına koşarsın. Gel, ben sana emân vere­yim (koruyayım)[24].”
Daha sonra O’nu Mekke’ye geri götürüp herkese şu duyuruyu yaptı: “Ben İbni Ebu
Kuhâfe’yi korumam altına almışımdır. Bundan böyle kimse O’na kötü bir niyetle
bakmasın.”

Hz. Peygamber (a.s.)’in yakın dostları arasında Hz. Suheyb bin
Si­nan-ı Rûmî de vardı. Suheyb, İran imparatorluğunun yönetiminde bulu­nan Musul
yakınlarında bir bölgede yaşayan Beni Nemir bin Kâsit sülâlesindendi. Suheyb
henüz çocukken Bizans ile İran imparatorlukları arasındaki bir savaş sırasında
esir alınmış ve bir müddet Bizanslıların kö­lesi kaldıktan ve elden ele
satıldıktan sonra Mekke’de Abdullah bin Cud’ân tarafından satın alınmıştı. İbni
Cud’an, Hz. Ebu Bekr’in yakın ak­rabası olduğu için Ebu Bekr vasıtasıyla
Rasûlullah (a.s.) ile tanıştı ve soh­betlerinden etkilenerek sık sık O’nun
yanında bulunmaya başladı. Hz. Suheyb’in mertebesi Hz. Peygamber (a.s.)’in ve
diğer sahabelerin gözünde o kadar büyüktü ki; Hz. Ömer (r.a.) vefat etmeden
önce, Şûrâ meclisi bir halife üzerinde ittifak etmediği sürece Hz. Suheyb’in
Mescid-i Nebevi’de cemaate imamlık yapmasını vasiyet etti.

Hz. Peygamber (a.s.)’i yakından tanıyanlar arasında Hz. Ammâr
bin Yâsir de vardı. Beyhakî kendisinin şu sözlerini nakletmiştir: “Hz.
Pey­gamber ile Hz. Hatice arasındaki evlilik hakkında benden fazla bilgisi olan
kimse yoktur. Ben Rasûlullah’ın nedimi, dostu ve yakınıyım.” Hz. Ammâr ile Hz.
Suheyb aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)’e biat edip müslüman olmuşlardı.

Bir dördüncü şahıs da Hakim bin Hizâm’dı. Kendisi Kureyş’in
ile­ri gelen kabile reislerinden biriydi. Hacılara yemek yedirme vazifesi O’na
aitti. Hz. Hatice’nin yeğeni olup Hz. Peygamber (a.s.)’den 5 yaş büyüktü.
Müsned-i Ahmed’de yer alan Irak bin Mâlik’in hadisine göre Hakim, Hz. Peygamber
(a.s.) hakkında şöyle derdi: “Cahiliyye devrinde Rasûlullah (a.s.) en çok beni
severdi”. Zübeyr bin Bekkâr’ın rivâyetine göre nübüvvetten sonra da Hz.
Peygamber (a.s.) Hâkim’in aynı şekilde sevmeye devam etti. Fakat Hâkim,
Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu.

Beşinci kişi Ezd-i Şenev’e kabilesine mensup olan Dımâd bin
Sa’lebe idi. Dimâd tabib ve cerrah idi. İbn’ul-Berr’in “İsti’âb”ta belirttiği
gibi, Dimâd, Cahiliyye’de Rasûlullah (a.s.)’ın yakın arkadaşlarından biriydi.
Müsned-i Ahmed’de İbn Abbas’in hadisine göre, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik
payesine yükseldikten sonra, Dimâd Mekke’ye geldiğinde, kendisine Rasûlullah
(a.s.)’ın hâşâ çıldırdığı söylendi. Bunu duyunca doğ­ru Rasûlullah (a.s.)’a
vardı ve “derdiniz nedir, bana söyleyin, eğer hasta iseniz sizi tedavi
edebilirim” dedi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (a.s.), artık en iyi hutbeleri
arasında yer alan bir konuşma yaptı. Bunları duyunca Dimâd kendisine iman etti.

Bu zevâtın dışında da bazı kimseler akrabalık yüzünden Hz.
Peygam­ber (a.s.)’in yaşantısını, karakterini ve ahlâkın: çok iyi biliyorlardı.
Bunlar arasında Hz. Osman bin Affan (r.a.) vardı, ki Hz. Muhammed’in teyzesi­nin
torunuydu. Hz. Zübeyr bin el-Avvam; ki teyzesi Hz. Safiyye’nin oğ­luydu. Hz.
Peygamber (a.s.)’in annesi Amine’nin akrabaları olan Hz. Ab­durrahman bin Avf,
Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas ve Hz. Umeyr bin Ebi Vakkas, Hz. Ebu Seleme (r.a.), ki
Hz. Peygamber (a.s.)’in hem teyze oğlu hem süt kardeşiydi. Hz. Abdullah bin Cahş
ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi­nin oğluydu. Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib, ki
amca oğluydu.

Bu zevâtın çoğu İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer
alıyorlar. Bu şahısların Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tanımaları ve
ken­disine iman etmeleri gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti,
ka­rakteri ve ahlâkına önceden hayran olmuşlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)
peygamberliğini ilân edince de çekinmeden O’nun getirdiği mesajı ve ilâhi kelâmı
kabul ettiler. Bu iyi, dürüst ve temiz insanların Hz. Muham­med (a.s.)’e iman
etmelerinin sebebinin sadece akrabalık, dostluk, arka­daşlık, şahsi sevgi ve
bağlılıktan ileri geldiği söylenemez. Zira, sadece bu sebeplerden dolayı kimse
dinini ve imanını değiştirmez.

22.21. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN YÜZ
HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ

Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden önceki bölümümüze son
vermeden önce yüz hatları ve görüntüsünden de söz etmemiz sanı­rız yerinde
olacaktır. Zira, bir kişinin kişiliği ve karakterinin dış görü­nüşüyle çok yakın
ilişkisi vardır. Sahih-i Buhârî, Müslim, Müsned-i Ah­med, Tirmizî, Nesai,
Beyhaki, Hakim, Darekutni vs. gibi muteber hadis kitaplarında Hz. Ali, Hz. Ebu
Hureyre, Hz. Enes, Hz. Bera bin Azib, Hz. Cabir bin Semure, Hz. İbn Ömer, Hz.
Abdullah bin Büsr, Hz. Hind binti Ebi Hale (Ebu Hale Hz. Hatice’nin ilk kocası
idi) ve diğer bazı sahabe-yi kiram tarafından naklolunan rivayet ve hadislere
dayanarak Hz. Peygamber (a.s.)’in çehreyi mübareki, siması, vücut yapısı,
oturuşu, kalkı­şı, yürüyüşü ve davranışları hakkında topladığımız bilgileri
aşağıya akta­rıyoruz:

Hz. Peygamber (a.s.)’in boyu ne çok uzundu ne çok kısa, ortayı
biraz aşıyordu. Öyle ki, bir mecliste ve toplantıda Hz. Peygamber (a.s.) boyuyla
fark ediliyordu. Yüzü ne uzundu ne tamamıyla yuvarlak. Fakat yuvarlağa yakındı.
Ten rengi ne buğdaydı, ne pembe, ne de bembeyaz. Aksine beyaz ile pembe arasında
olup pırıl pırıldı. Başı büyüktü, göğsü büyük ve omuz­ları da hayli genişti.
Vücudu atletikti ve şişman değildi. Mafsal ve ek yer­leri gayet sağlamdı.
Kolları kuvvetli ve dolgun olup bacakları da vücudu­na uygundu. Kollarda ve
bacaklarda hafif kıllar vardı. Vücudunun diğer yerleri tertemizdi. Göğüslerinden
hafif kıllar bir çizgisi göbek çukuruna kadar iniyordu. Başında ve sakalında
saçlar çok gür ve sıktı. Saçları ne zenciler gibi kıvırcıktı, ne dümdüz, yani
hafif kıvırcıktılar. Ömrünün son günlerine kadar başındaki ve sakalındaki
saçlardan topu topuna 20 tanesi beyazlaşmıştı, bunlar da saçlarına yağ sürmediği
zamanlarda belli oluyor­lardı. Hz. Peygamber (a.s.) saçlarını bazen kulaklarının
yarısına, bazen kulak memelerine ve bazen da daha aşağıya kadar uzatırdı.
Gözleri büyük ve çok güzeldi. Sürmeli olmadıkları zaman da sürmeli gibi
gözüküyorlar­dı. Gözbebeklerinin etrafında ince kırmızı daireler vardı.
Kirpikleri kalın ve uzundu. Kaşları birbirinden ayrı idi. Ağzı nispeten büyüktü.
Büyük ağız, Arap’larda güzelliğin bir parçası sayılırdı ve küçük ağız veya çok
in­ce dudaklar beğenilmezdi. Ayak topukları hafif olup el ve ayaklarındaki
parmakları uzundu. Ayaklarının orta parmakları da baş parmaklarından hafifçe
uzundular. El avuçları ve ayak tabanı dolgundular. Hz. Peygamber (a.s.)’e ilk
kez bakan bir kimse hemen etkilenir ve biraz ürkerdi. Ama ken­disiyle tanışıp
samimi olunca O’nun ne kadar yumuşak huylu ve güzel ahlâklı olduğunu anlardı.
Yürürken ayaklarını tam olarak basardı ve bir çukura inmek veya yokuşa çıkmakta
olan bir kişi gibi yürüdüğü havasını veriyordu. Bir tarafa dikkatini çevirince
tam çevirir, bir taraftan ilgisini keserken de tam keserdi. Yani aynı anda iki
şeyle ilgilenmezdi. Gözlerini küçültüp bir kişiyi veya şeyi süzme ve başını bir
tarafa çevirip boş boş bakma âdeti yoktu. Gülen bir yüzü vardı ve her zaman
tebessüm ederdi. Kahkahalarla gülme alışkanlığı da yoktu. Gayet güçlü bir vücuda
sahipti, kuvveti ve kudreti de yerinde idi. O kadar ki, bir defasında Kureyş’in
en tanınmış güreşçilerinden Rükane, Hz. Peygamber (a.s.) ile güreşe tutuştu;
sırtı kimse tarafından yere getirilmeyen bu pehlivan Rasûlullah (a.s.)’a ye­nik
düştü. Bu güreşçi yerden kalkarak Hz. Peygamber (a.s.) ile tekrar gü­reşti ve
tekrar yenildi. Hayretini saklamayarak, “Vallahi Muhammed, am­ma da güçlüsün,
beni nasıl alt ettiğine hayret ediyorum?” dedi. Bu pehli­van demek istiyordu ki
hiçbir beden çalışması yapmamış olan ve görünüş­te kendisinden daha zayıf olan
Hz. Peygamber (a.s.) kendisini nasıl oldu da iki defa üst üste yere indirdi?
(Daha sonra bu güreşçi de müslüman ol­du). Hz. Peygamber (a.s.)’in çocukluğuyla
ilgili bir vak’a şöyledir. Bir de­fasında Abdullah bin Cud’ân’ın evinde verilen
yemek sırasında Ebû Cehl, Hz. Peygamber (a.s.) ile kavgaya tutuştu, ikisi de
aynı boyda idiler. Hz. Peygamber (a.s.), Ebû Cehl’i eliyle kaldırıp öyle yere
attı ki bir dizi yara­landı ve bu yaranın izi ömür boyunca geçmedi, İbn Hişâm’ın
ifadesine gö­re Bedir savaşı sırasında Ebû Cehl’in ölüsü aranırken Rasûlullah
(a.s.), di­zindeki yara izinden kimliğinin saptanması için arkadaşlarına emir
verdi. Nitekim bu tarif üzerine ölüler arasından Ebû Cehl’in cesedi çıkarıldı.
Hz. Peygamber (a. s.) işte o zaman, Ebû Cehl ile nasıl dövüştüklerini
sahabele­re anlattı.

Bu bilgi ve
bulgular gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.) sadece güzel, yakışıklı ve yüksek
ahlâklı bir insan değildi, aynı zamanda yiğitlik, cesa­ret ve kuvvetin de
simgesiydi.



 




[1]
Arabistan’da
insanların isminin “Muhammed” olduğu nadiren duyulmuştu. “Ahmed” ismi ise
büsbütün yabancıydı. Bunun sebebini biz “Tefhîm-ul Kur’ân’da ayrıntılı
olarak anlatmışındır. Bu konuya burada da kısaca değinmek istiyoruz: Araplar
mukaddes kitaplardan “Muhammed” isimli bir peygamberin zuhur edeceğini
biliyorlardı. Bu sebeple bazı kimseler çocuklarının adını “Muhammed”
koyarlardı, ki ilerde onun peygamber olma ihtimali olabilir diye. Kâdî İyâd,
Hz. Peygamber (a.s.)’den önce “Muhammed” ismini taşımış olanların toplam
sayısının 6 olduğunu belirtiyor. İbn Haleveyh ve Süheylî bu rakamın 3, ve
Abdân el-Mervezî 4 olduğunu söylemişlerdir. Fakat Hâfız İbn Hâcer, “Feth-ul
Bâri” isimli kitabında geniş araştırmalardan sonra 15 “Muham­med” isminin
bulunduğunu, bu ismi taşıyanlardan bazısının Hz. Peygamber (a.s.)’in
yaşadığı döne­me kadar yaşayıp müslüman olduklarını kaydetmiştir. Aynı
ya/ar, Muhammed bin Adiyy bin Rebia’nın intihalarını anlatmıştır. Muhammed
bin Adiyy’in söylediklerine göre babası Suriye’ye se­yahati sırasında bir
kilise papazına rastladı. Papaz Arabistan’da bir peygamberin doğacağını ve
bu son peygamberin adının “Muhammed” olacağını belirtmişti. Bundan sonra
Adiyy bin Rebia’nın aile­sinde doğan bütün erkek çocuklara “Muhammed” ismi
verildi.



[2]
Çocukların
doğuşunda Akika olarak bilinen kurban kesme ananesi de din-i İbrahimî’nin
kalıntılarından biriydi.



[3]
Tarihi
rivâyetlere göre Hz. Abdullah’ın bıraktığı miras sadece bir deve ve bir
hizmetçiden ibaretti.



[4]
Karın veya
göğüsün yarılması vak’ası ilâhi bir sırdır; bunun hikmetini biz İnsanlar
bile­meyiz. Peygamberin hayatlarında i/ah edilemeyen birçok olaylar meydana
gelmiştir. Bu da bunlar­dan biridir. Ama bu olayın izah edilemeyişi, bunun
inkâr edilmesini veya reddedilmesini gerektir­mez.



[5]
İbn Kesir,
Halime’nin, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamber olmasından önce vefat ettiğini
yaz­mıştır. Fakat ‘İsti’âb’da İbni Abdil-Berr’in, Ati bin Yesar’a dayanarak
naklettiği rivâyete göre, Hu­neyn savaşı sırasında Halime, Rasûlullah
(a.s.)’ın yanına gelince, Rasûlullah yerinden kalkarak hır­kayı şerifini
oturması için yere serdi. Aynı tarihçi, Halime’nin Rasûlullah (a.s.)’ın
hadisini naklet­tiğini belirtmiştir. Hâfız Ebû Yâlâ ve İbn Hibbân, Abdullah
bir Ca’fer’e dayanarak Halime’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir, İbn
Hâcer’e göre Halime’nin kocası Hâris, Mekke’de Rasûlullah (a.s.)’ın yanına
gelerek müslüman oldu. Fakat İbn Sa’d’a göre bu Haris’in oğlu Abdullah ile
ilgili kayıttır. Abdullah Rasûlullah’ın süt kardeşiydi. Hâfız İbn Hâcer’e
göre Şeyma da sonradan müslüman ol­muştu.



[6]
İbn Mâce’nin
Süveyd bin Saide dayanarak naklettiği hadis’te Rasûlullah (a.s.)’ın şu
söz­leri bulunmakladır: “Ben Mekkeliler için birkaç kırrat karşılığında
çobanlık yapardım.” Bu hadis, Buhârî’nin yukarıdaki hadisini doğrular
niteliktedir. Fakat İbrahim el-Harbî, kırrât’ın ücret anlamına gelmediğini,
aksine aynı isimde Ecyâd yakınlarında bir bölge bulunduğunu iddia etmiştir.
Bunu İbn-ul Cevzi ve Allâme Aynî de teyid etmişlerdir. Ancak Mekke’nin
coğrafyasını iyi bilenler “kırrât” veya bunun çoğulu olan “Karârît” adında
bir yerin bulunmadığını pekalâ bilirler. Ayrıca, ücret karşılığında çobanlık
yapmak ayıp bir şey değildir, ki Hz. Peygamber (a.s.)’i bundan kurtar­mak
için te’vil’e başvurulmaya ihtiyaç duyulsun.



[7]
Taberî’ye
göre Hz. Peygamber (a.s.) 9 yaşında idi. İbni Abdil-Berr ise yaşının 13
olduğu­nu belirtmiştir. Ancak muhaddis ve tarihçilerin ekseriyeti 12 yaşında
olduğunda ittifak etmişlerdir ve doğru olan da budur.



[8]
Cevherî
bundan önce üç defa Ficar Harbi meydana geldiğini, dör­düncüsüne Hz.
Peygamber (a.s.)’in de katıldığını belirtmişdir. İbn Sa’d’ın ifadesine göre
bu sa­vaş, 20 Âm-ul Fil’in Şevvalinde meydana geldi. Cevherî’ye göre,
Kureyşliler bu çarpışma Muhar­rem ayında patlak verdiği için buna Ficar
savaşı adını vermişlerdir. Muharrem ayında savaşmak ve kan dökmek “fücûr”
sayıldığı için Kureyşliler, “biz fücûr işledik” diyorlardı ve bu ay içinde
mey­dana gelen dört savaşa Ficar Harbi dediler.



[9]
Am-ul Fil,
“fillerin yılı” demektir, yani Eshab-ı Fil veya Ebrehe’nin Mekke’ye
saldırdık­ları yıl. Bu, öylesine olağanüstü bir olay idi ki Arap’lar buna
dayanarak yıllarını hesaplamaya baş­ladılar.



[10]
Bazı
tarihçiler bunun tam aksine Uteyyık’ın Hz. Hatice’nin ilk kocası, Ebû
Hâle’nin de ikinci kocası olduğunu beyan etmişlerdir.



[11]
Hz.
Peygamber (a.s.)’in bu ticari yolculuğunun dışında da bazı ticari
yolculuklar yaptığı hadislerde ve siyerlerde belirtilmiştir. Bu yolculuklar
sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Arabistan ve Çevresindeki bazı diğer ülkeleri
görme fırsatını buldu. Hâkim, Hz. Peygamber (a.s.)’in Yemen’in Curaş
bölgesine iki kez ticarî yolculuk yaptığını kaydetmiştir, İmam Zehebî bunu
doğrulamıştır. Müsned-i Ahmed’de ise şöyle bir hadise rastlanıyor.
Bahreyn’den Abd’ul Kays’in bir heyeti geldi. Rasûlullah (a.s.) heyetten,
Bahreyn’in bir bölgesinin durumunu öğrenmek istedi Sahabe hayret edince
Rasûlullah (a.s.) dedi ki “ben oralarda çok gezdim”. (Müsned, C. 111, s.
206). Şurası unutul­mamalıdır ki, bu, bugünkü Bahreyn değildir. Aksine eski
devirde “Bahreyn”, Arabistan’ın doğu kı­yısına denirdi.



[12]
Hazreti
Peygamber’in teyzesi Hz. Safiyye (Hz. Zübeyir’in annesi)Hz.Hatîce’nin
yengesi İdi.



[13]
Bu hatunun
ismini bazı yazarlar binti Ümeyye olarak yazmışlardır, ama doğru olan
Münye’dir. Kendisi, Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu.



[14]
İbni Sa’d,
yaptığı geniş tetkikleri sonucunda nikâhın, Hz. Hatice’nin babası Huveylid
tara­fından kıydırıldığına dair bütün rivâyetlerin yanlış olduğunun ortaya
çıktığını belirtmiştir. Hüveylid’e şarap içirilip nikâh kıydırıldığı
yolundaki rivayetler ise daha da asılsız ve saçmadır. İlmî tetkiklere göre,
Huveylid Ficar harbinden önce ölmüştü ve Hz. Hatice’nin nikâhını amcası Amr
bin Esed kıydı.



[15]
Bazı
rivâyetlere göre mehr 400 dinardı, bazılarına göre de 500 dinardı



[16]
Nikâh
sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’nin yaşlarıyla ilgili en
meşhur rivâ­yetler bunlardır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) 25 ve Hz. Halice 40
yaşında. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’in 21 -29-30 ve hatta 37 yaşında ve Hz.
Hatice’nin 26-28-30-35 ve hatta 45 yaşında olduğuna dair de çeşitli
rivâyetler vardır. Fakat âlimler ve araştırmacılar bu muhtelif yaşları kabul
etmemiş­lerdir. Bunlar Hz. Hatice’nin yaşının ancak 25-30 arasında
değişebileceğini belirtmişlerdir. Bunlara göre, 40 yaşında olan bir kadının
6 çocuk doğurması imkânsızdır. Çünkü her çocuğun ortalama 1.5 yıl ara ile
doğduğu varsayılırsa son çocuğun Hz. Hatice 49 yaşında iken doğduğu kabul
edilmeli­dir. Ayrıca, Hazreti Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden sonra da
çocukları doğduğuna dair rivâyetlere itibar edilirse o zaman O’nun yaşının
56 olduğu kabul edilmelidir ki, bu onlara göre im­kânsızdır.

Fakat, bu görüş, ilmî ve tıbbî açıdan geçerli değildir.
Çocuk doğumu konusunda “Gynaeco logy” Dr. Stanley G. Clayton’un
başkanlığında 10 uzman doktor tarafından kaleme alınan eserde bu hususta
şöyle denilmiştir: “Âdet veya ay başı 48-52 yaşlarında genellikle kesilmiş
oluyor. Fakat bazen ay başı 55 yaşına ve daha sonraya kadar devam ediyor.
Buna mukabil bazı durumlarda ay başı 40 yaşında kesilmiş oluyor. Önemli olan
bir kadının erginliğe ne zaman vardığıdır. diğer bir kadın, nispeten küçük
bir yaşta bülûğ çağına erişmişse yaşlılığı da daha geç başlıyor. Ay başı geç
başladığı takdirde ise daha kısa bir zamanda kesilmiş oluyor.” (s. 101).

Bu bilimsel açıklamaya bakılırsa, Hz. Hatice’nin 55-56
yaşına kadar çocuk doğurabileceğine şaşmamalıyız. Rivâyetlere göre, Hz.
Hatice’nin son çocuğu yani Hz. Fatma (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.) 41 yaşında,
Hz. Hatice de 56 yaşında iken doğmuştu.



[17]
İbn-ul
Kayyım “Zad-ul Meâd’da, Süheylî, “Ravz-ul Unuf’ta ve İbn Kuteybe, “El-Maârif
‘te Tâhir ve Tayyib’in iki ayrı çocuk olmayıp, Hz. Abdullah bin Muhammed’in
lakabları ol­duğunu belirtmişlerdir.



[18]
Beyhakî,
Mus’ab bin Abdullah ez-Zübeyri’ye atfen demiştir ki, Rasûlullah (a.s.)’ın en
bü­yük oğlu Kâsım’dı. Diğer evlâtları sırasıyla şöyle idi: Hz. Zeyneb,
Abdullah, Ümmü Külsum, Fat­ma ve Rukiyye, Yunus bin Bukeyr, İbn Abbas’a
dayanarak, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice’den iki erkek ve dört kız
evlâdının doğduğunu belirtmiştir. Bunların adları şöyledir: Kâsım, Abdullah,
Fatma, Ümm-ü Külsum, Zeyneb ve Rukiyye. Abdurrezzak, “El-Musannif adlı
eserinde İbn Cüreyh’e atfen demiştir ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz.
Hatice’den iki oğlu (Kâsım ve Abdullah) ve dört kızı doğdu, ki bunların en
büyüğü Hz. Zeyneb ve en küçüğü Hz. Fatma idi.



[19]
İbn Kesir’e
göre hırsızlık konusunda üç kişiden şüphe ediliyordu. Bunlardan biri Ebû
Leheb’di. Fakat mallar Duveyk’in evinden çıktığı için ceza çeken o olmuştu.
(C. II, s. 27-28).



[20]
İbn
İshâk’ın ifadesi budur. Musa bin Ukbe ise “Meğazi “de bunun Velid bin
Muğîre’nin sözleri olduğunu yazmıştır.



[21]
Bu inşaat
işi sırasında inşaat malzemesinin azlığı nedeniyle Kâ’be’nin bir kısmı
binanın dışında bırakıldı ve etrafına duvar yapıldı, ki bunun Kâ’be’nin bir
kısmı olduğu kolayca anlaşılsın. Buna “hicr” veya “hatmi” deniliyor. Buraya
Hz. Hâcer (ra.) ve Hz. İsmail gömülmüşlerdi. (İbn Hişâm), İbn Sa’d’in
ifadesine göre Kureyşliler, Kâ’be’nin duvarlarını bugünkü kadar yüksek
yaptı­lar. Kâ’be’nin ana kapısı Pazartesi ve Perşembe günleri açılırdı ve
nöbetçiler kapıda beklerlerdi. Nöbetçi muhafızlar istedikleri kişiyi içeriye
alır istedikleri kişiyi kovarlardı.



[22]
Burada
bahsedilen kapı, “Bab-ı Benî Şeybe’dir. Bir rivâyete göre bu kapı, “Bab-ı
Safâ” idi. Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre bu teklifi bizzat Velid
yapmıştı. Fakat El-Fâkihî, Vakıdî ve İbn İshâk bu hususta Ebû Ümeyye’nin
adını vermektedirler.



[23]
Ehâbiş üç
kabilenin bir camiasıydı. Bu kabileler şunlardı: Beni el-Hâris bin Abd-i
Menaf bin Kinâne, Benî El-Hun bin Hüzeyme bin Müdrike ve Benî El-Muslalik
Huzâî. Bunlar Mekke’nin aşağı kısmında Ahbeş isimli vadide bir dostluk ve
yardımlaşma akdi yapmışlardı. Bu sebeple, ken­dilerine Ehâbîş denilmiştir.



[24]
İki vahyin
Hz. Muhammed (a.s.)’e inmesinden sonra, Hz. Hatice (r.a.)’nin, kocası
hakkın­da sıraladığı vasıfların hemen hemen aynısıdır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu