PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR
İkinci Bölüm: VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
2.1. VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
2.1.4. Vahyin Niteliği Hakkında Başka Açıklamalar
2.1.7. Hz. Musa’nın Annesine Vahiy
2.1.8. Şeytanların Kendi Arkadaşlarına Vahyetmeleri
2.1.9. Peygambere (s.a.v.) Vahyin Gelmesi Yeni Bir Olay Değildir
2.1.9.1. Peygamberimiz (s.a.v.)’e Vahiy Yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’in İnmesi
2.1.9.2. Peygamberimize Gelen Çeşitli Vahiyler
2.1.9.3. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın Vahyidir
2.1.9.4. Vahyin Yağmura Benzetilmesi
2.1.9.5. Rasûllere Gelen Vahiy İçin “Ruh” Kelimesinin Kullanılması
2.1.9.6. Vahiy İle İlgili Deliller
İkinci Bölüm: VAHYİN ANLAMI VE
ÇEŞİTLERİ
2.1. VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ
“Vahiy” kelimesi Arapçada işaret etmek anlamına gelir. Başka
anlamları da, “birinin kalbine bir şey ilkah etmek, gizli bir şekilde bir
meseleyi anlatmak veya mesaj vermektir. Sözlük anlamı, “süratli işaret” veya
“gizli işarettir. Yani öyle bir işaret ki bunu sadece görmüş olan kişi
anlayabilir, başkaları anlayamaz. Genelde kavram olarak hidâyet veya doğru yolu
göstermektir. Öyle bir hidâyet ki, bir yıldırım gibi Allah-u Teâlâ’dan bir
kulunun kalbine düşer.
Cenab-ı Allah’ın bir insanın yanına gelmesi veya bir insanın
O’na gitmesi veya O’nunla karşılıklı konuşması düşünülemez. O Gâlip ve
Hakim’dir. İnsanların hidayeti için herhangi bir kuluyla temas kurmak istediği
zaman, iradesine herhangi bir şey mâni olamaz. Bu sebeple, kendi hikmetiyle, bu
işi vahiy yoluyla yapmayı tercih eder.
“Vahiy” kelimesi artık sadece peygamberlere Cenab-ı Hak’tan
gelen kelâm için kullanılıyor. Fakat Kur’an-ı Kerim’de bu kelime veya terim
yalnızca bu anlamda kullanılmıyor. Meselâ, göklerde bütün düzenin vahye göre
devam ettiği belirtilir (Hâ-mîm). Yeryüzüne de vahiy geliyor, ki bu işareti alır
almaz, dünyamız kendi fonksiyonunu icra ediyor (Zilzâl). Meleklere de vahiy
iner. Buna göre işlerini yapar, görevlerini yerine getirirler (Enfâl). Hatta,
arıya bile bütün işleri vahiy (doğal eğitim) yoluyla öğretilir. Bu hususta Nahl
Sûresi altmış sekizinci ayete bakılabilir. Ve vahiy sadece arılarla sınırlı
değildir. Balık yüzmeyi, kuş uçmayı ve yeni doğan bebek süt içmeyi de Allah’ın
vahyiyle öğreniyor. Ayrıca, bir insana, düşünce ve incelemeden sonra
sağduyusuyla karar verme ve yolunu tayin etme kabiliyet ve selâhiyeti de vahiy
ile veriliyor (Kasas). Ve bu vahiy’den hiçbir insan mahrum değildir. Dünyamızda
şimdiye dek ne kadar keşifler yapılmış, yararlı icâdlar yapılmış, yararlı işler
yapılmış ve ne kadar çok düşünür, filozof, bilim adamı, fâtih, hükümdar ve
yazarlar eserler ortaya koymuş veya başarılar kazanmışsa, hepsinde vahyin rolü
olmuştur. Bu iş sadece büyük insanlara mahsus değildir. Çok yakın çevremizde de
bu gibi olaylara tanık oluruz, sıradan bir insanın, aniden aklına gelen bir
düşünce, veya rüyasında gördüğü bir olayın, çok uzun zaman geçmeden
doğrulanıverdiğini görürüz. Bu tür meydana gelen olayların kaynağı, ilâhî ilham,
başka bir deyimle vahiydir, işte bütün bu vahiylerin bir çeşidi var ki, sadece
peygamberler bunlardan istifade edebilir, veya sadece onlar için nazil olur. Bu
vahiy, diğer vahiylerden farklı özellikler taşır. Böyle bir vahiy ilgili
peygambere tamamıyla bilinçli bir biçimde gelir ve kendisi Kâdir-i Mutlak
tarafından yönetildiğini derhal anlar. Bu vahyin, Allah’tan geldiğine inancı
tamdır. Bu tür vahiyler Allah’ın çeşitli emir ve talimatının yanı sıra, kanun
ve usullerini de kapsar. Bu vahyin indiriliş sebebi de, insan soyuna Allah’ın
doğru yolunu göstermek ve onu kurtuluşa erdirmektir.
Kur’an-ı Kerim’in Şûra sûresinin elli birinci ayetinde bütün
semavi kitapların vahiy yoluyla peygamberlere indirildiği beyân edilmiştir.
Yani Allah bir melek vasıtasıyla Rasûlüne vahiy gönderir. Bazı kimseler, “Ev-yürsile
Rasûlen fe-yûhiye bi-iznihî mâ-yeşâ” âyetinin tefsirini yanlış yaparlar.
Onların teviline göre, “Allah, bir Resûl’ü gönderir ve Resûl Onun emriyle
alelade insanlara mesajını ulaştırır.” Ancak Kur’an-ı Kerim’in, “ve sonra o
(yani melek) vahiy yapar veya ulaştırır, O’nun emriyle, o nasıl isterse”
cümlesi böyle bir tevilin yanlış olduğunu apaçık ortaya koyar, insanların önünde
Peygamber’lerin vaazı, ne Kur’an’da “vahiy yaparlar” olarak tanımlanmıştır ne
de Arapçada İnsanlar arasındaki açık ve aleni görüşme ve konuşmalar “vahiy”
olarak ifade edilebilir. Lügatte vahiy daha önce belirttiğimiz gibi gizli ve
hızlı işaret manasında kullanılır. Peygamberlerin vaaz ve telkinlerini “vahiy”
olarak tanımlamak, Arapçanın gereği kadar bilinmemesinden doğan bir
yanlışlıktır.
2.1.4. Vahyin
Niteliği Hakkında Başka Açıklamalar
Vahiylerin bir çeşidine tabiî veya içgüdüsel vahiy denilir.
Bununla Allahu Teâlâ her yaratığa yapması gereken işi öğretir. Bu vahiy
insanlardan çok hayvanlar ve bunlardan da çok, bitki ve maddelere aittir.
Vahyin ikinci çeşidine cüz’i vahiy denilir. Bununla, Allah hazan kendi
kullarından birine hayat meseleleri veya herhangi bir hususta fikir, bilgi veya
hidâyet sağlamış olur. Bu vahiy hemen hemen her gün ve her zaman bazı insanlara
gelir. Dünyada birçok keşif ve icadlar bunun sayesinde olmuştur. Büyük bilimsel
buluşlar varlıklarını bu vahye borçludurlar. Akıl almaz tarihi gelişme ve
olaylarda bu vahyin rolü olmuştur. Bazen kritik bir anda bir kişinin aklına
yepyeni bir fikir gelir, birden tarih ve medeniyetin akışı durur. Benzeri bir
vahiy Hazreti Musa’nın annesine gelmiştir. Yukarıda anlattığımız vahiylerin iki
çeşidinden çok farklı bir vahiy daha var ki, bununla Allah, kullarından
bazısına gaybın bütün gerçeklerini anlatır. Allah bu vahiyle hayat düzeni
hakkında gereken yol gösterici talimatı verir ve diğer insanların hidayeti için
onlara iletilmesini ister. Bu vahiy peygamberlere mahsustur. Kur’an-ı Kerim’den
anlaşılacağı gibi, adı ister “ilkâ” ister “ilham”, “keşif veya “vahiy” olsun,
bu tür bilgi Rasûl ve Nebi’lerden başkalarına verilmez. Ayrıca bu ilim ve bilgi
peygamberlere öyle verilir ki, bunların Allah’tan geldiğine, bunlara şeytanın
hiç karışmadığına ve de kendi fikir, görüş hayâl ve arzularından soyutlanmış
olduğuna iyice inanırlar. Bunun dışında, bütün vahiy aynı zamanda şeriat
delilidir de. Buna uymak her insan için farz olup, peygamberler bunu, başka
insanlara ulaştırmak ve kulları Allah’a davet etmek için de
görevlendirilmişlerdir. Aynı vahiy ile kurtuluş yolu açılır ve bundan sapmak
hüsrana uğramak sonucunu doğurur.
Peygamber’lerin dışında başkalarına bu tür bilginin, çok küçük
bir bölümünün nasip olduğunu düşünsek bile, bu, önemi çok az bir işaretten öteye
gitmez. Bu öyle bir işarettir ki, onu anlayabilmek için peygamberlerin vahyine
gerek vardır. (Yani Kur’an ve sünnet’in yardımıyla bunun doğru olup olmadığım
belirlemeye ve doğruluğu belirledikten sonra da yönü ve amacını tespite gerek
vardır), ilham’ı kendi başına bir hidâyet yolu sayan ve peygamberlerin vahyi’ne
göre doğruluğunu ölçmeyip buna kendi uyan ve başkalarının da uymasını isteyen
birinin hareketleri şeriat açısından tasvip edilemez. Kur’ân-ı Kerim’de bu
gerçek çeşitli yerlerde açık açık anlatılmıştır. Özellikle, Cin süresinin son
âyetlerinde bu husus apaçık ortaya konmuştur.
“O gaip’ten haberdâr’dır. Kendi gaybından başkalarını haberdâr
etmez. Fakat gaip’ten haber vermesi için seçtiği Rasûl’ler bundan müstesna’dır.
O, O’nun önüne ve peşine muhafızlarını görevlendirir, ki böylece Rabb’lerinin
mesajlarını (İnsanlara) ilettiklerini öğrenebilsin. Ve O onların bütün
çevrelerini kapsamına almış ve her şeyi tek tek saymıştır.” (Cin; 26,27,28)
Burada iyice düşünecek olursak, ümmetini ıslah eden ve ıslah
edilenlere, peygamberlerin keşif ve ilhamı gibi değil, bir çeşit ikinci
derecedeki keşif ve İlham’ın verilmesinin hikmetini anlamış oluruz. Birinci
derecedeki ilhamın verilmemesinin sebebi, peygamberler ile ümmetleri arasındaki
farkın tek bu hususa bağlı oluşudur. Zaten bu fark da ortadan kalkarsa, ikisi
bir olur. Bunun ikinci sebebi de peygamberlerden sonraki hidayet silsilesini
sürdürmektir. Nebi’lerden sonra davalarını sürdürmek isteyenler doğru yolun
izlenmesi konusunda Allah’ın yardımına muhtaç olurlar, bunlar vahiy ile
yollarını bulurlar. Aslında bu kolaylık bilinçsiz olarak her samimi ve
sağduyulu din hizmetçisine ihsan edilmiş olur, ama birine de bu bilinç
verilirse, bu mutlaka Allah’ın bir mükâfatıdır.
“O çocuk onunla birlikte koşabilecek yaşa gelince, (bir gün)
İbrahim (a.s.) ona dedi ki: Evlâdım, rüyamda gördüm ki seni boğazlıyorum. Şimdi
sen söyle, senin fikrin nedir?’ O dedi ki: ‘Babacığım, sana verilen emri yerine
getir, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffât; 102)
Burada görüldüğü gibi, peygamber olan babanın oğlu, rüyayı
Allah’ın emri olarak kabul etti. Şayet rüya gerçekten Allah’ın emri olmasaydı,
Allah çeşitli vesilelerle ve açık seçik bir şekilde Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu
İsmail (a.s.)’in rüyayı yanlış yorumladığını belirtebilirdi. Fakat, Kur’ân-ı
Kerim’de bu vak’a ile ilgili kayıtlarda buna benzer herhangi bir şeye
rastlanmıyor. Bundan dolayıdır ki, müslümanlar, peygamberlerin rüyalarının
vahyin bir çeşidi olduğuna inanırlar. Hatla bu husus İslâm şeriatına önemli bir
kural olarak girmiştir. Gâyet tabiidir ki böyle bir inanç yanlış olsaydı ve
gerçeğe dayanmasaydı, Cenâb-ı Hak bunu mutlaka düzeltirdi. Kur’ân-ı Kerim’i
Allah’ın kelâmı olarak kabul edenler, (hâşâ) Allah’ın böyle bir hata yapacağına
herhalde imkân ve ihtimal vermezler.
“Rabb’in, bal arısına vahyetti. Dağlardan, ağaçlardan ve
kurdukları çardaklardan evler edin.”(Nahl; 68)
Daha önce gördüğümüz gibi, vahyin anlamı gizli ve âni işarettir.
Bu işareti ancak işaret eden ile, işaret edilen kişi anlayabiliyor. Bu sebeple,
bu sözcük “ilkah” (kalbe söz söylemek) ve “ilhâm” (gizli haber de telkin) ile eş
anlamdadır. Allah’ın verdiği talim ve terbiye, herhangi bir mektep veya dershane
de verilmediği için, öylesine hassas bir şekilde öğretilir ki, öğreten ve
öğrenen, veya bilgi veren ile bilgi alanın kim olduğu ve nasıl olduğu hemen
anlaşılmaz. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerim bu bilgi alış verişini vahiy, ilhâm ve
ilkâ olarak tabir eder. Ama artık bu üç kelime üç ayrı terim ve ıstılah haline
gelmiştir. Nitekim vahiy kelimesi peygamberlere mahsus bir kelime haline
gelmişken, ilhâm, evliyalara ve ermiş kişilere, ilkâ da sıradan insanlara özgü
sözcükler kimliğine bürünmüştür.
2.1.7. Hz.
Musa’nın Annesine Vahiy
“(Sen doğduğun zaman), annene vahyedileni vahyetmiştik.”(Taha;
38)
“Biz Musa’nın annesine vahyettik ki ona süt versin. (Ve dedik
ki) onun canından korktuğun zaman onu nehre indir ve hiç korkma, üzülme…”(Kasas;
7)
Yani, Hazreti Musa (a.s.)’nın validesi bu işi Allah’ın vahyi
üzerine yapmıştı. Allah, ondan çocuğu hakkında endişelenmemesini, canının hiç
tehlikede olmadığını, oğlunun ona tekrar döneceği ve bir gün bu çocuğun Allah’ın
sevgili peygamberi olacağını bildirerek, fazla korkmamasını ve üzülmemesini
istemişti.
2.1.8.
Şeytanların Kendi Arkadaşlarına Vahyetmeleri
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Şeytanlar
kendi arkadaşlarının kalplerine kuşku ve itirazlar ilkâ ederler, ki Seninle
kavga etsinler…” (En’âm; 121)
2.1.9. Peygambere
(s.a.v.) Vahyin Gelmesi Yeni Bir Olay Değildir
“Ey Muhammed, Biz Nûh'(a.s.) ve daha sonraki Rasûl’lere
gönderdiğimiz vahiyler gibi Sana vahiy gönderdik. Ve Biz İbrahim, İsmail, İshak,
Yakup ve evlâtlarına da vahiy indirdik…” (Nisa; 163)
Burada, Resul-i Ekrem’in bilinmeyen ve eşine rastlanmayan bir
şeyle gelmediği vurgulanmak isteniyor. Zaten o da dünyaya ilk defa böyle bir
şeyle kendisinin geldiğini iddia etmiyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de diğer
peygamberler gibi aynı ilim ve bilgi kaynağından hidayet almıştır ve o da
kendisinden öncekilerin yaymaya çalıştıkları hakikati insanlara duyurmaya
çalışmıştır.
2.1.9.1.
Peygamberimiz (s.a.v.)’e Vahiy Yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’in İnmesi
“Ve bu Kur’ân bana vahiy ile gelmiştir, ki sizi ve bunun
ulaşabildiği herkesi uyarayım…” (En’âm; 19)
“Onlara açık açık ayetlerimiz anlatılınca, bize kavuşmayı
ummayanlar, diyorlar ki: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunda bazı
değişiklikler yap.’ Ya Muhammed, onlara de ki: ‘Değişiklikler yapmak benim isim
değildir, çünkü ben sadece bana gelen vahy’in takipçisiyimdir’…”(Yunus; 15)
Yukarıdaki ayet-i kerimede, Rasûlullah’a “ben bu kitabın
müellifi değilim, çünkü bu vahiyle bana geliyor ve bunda herhangi bir
değişiklik yapma yetkisine de sahip değilim. Ayrıca bu hususta zerre kadar taviz
veremem. Ya dini bütünüyle kabul eder, ya da reddedersiniz” demesi
emredilmiştir.
“Belki sen: ‘Ona bir hazine indirmeli veya berâberinde bir melek
gelmeli değil miydi, demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını
(duyurmayı) terk edeceksin ve bunu onlara okumaktan göğsün daralacak,
(sıkılacaksın); ama sen sadece bir uyarıcısın (böyle sözlere aldırma), her şeye
vekil olan Allah’tır”. (Hud; 12)
Yukarıdaki âyetin bildirdiğine göre, Allah’ın katında değerli ve
önemli insan, sadece doğru yolda sabır ve kararlılıkla yürüyendir. O nedenle,
taassup, ilgisizlik, alaylı tavır ve cahilane itirazlarla Peygamberimiz’e karşı
çıkılmasından dolayı canını sıkmaması, üzülmemesi ve takip ettiği yoldan zerre
kadar şaşmaması telkin ediliyor. Vahiyle kendisine iletilen hakikati açıklamak
ve başkalarını doğru yola, tevhide ve kurtuluşa davet etmek hususunda en ufak
bir tereddüde düşmemesi isteniyor. Kendisini alaya alacakları veya hiç ilgi
göstermeyecekleri düşüncesiyle gerçeği söylemekten hiç çekinmemesi gerektiği
bildiriliyor. Ayrıca o, dinleyeni olsa da olmasa da kendi görevini yapmalıdır.
Zira sonuç, Allah’ın bileceği iştir, denilmek isleniyor.
“(Ey Muhammed), bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç
(şirkten, günahlardan kaçarak Allah’ın azâbından) korunanlarındır.”(Hûd; 49)
“Elif lâm ra. Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir.”
“Biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ki
anlayasınız”.(Yusuf; 1-2)
“(Ya Muhammed), bu (anlatılanlar), sana vahyettiğimiz gayb
haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında
değildin.”(Yusuf; 102)
“Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş
bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın (oysa buna
rağmen) onlar yine Rahman’a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah’ın
nimetlerine şükretmezler). De ki: O (Rahmân), benim Rabbimdir, O’ndan başka ilâh
yoktur. O’na dayandım, dönüş yalnız O’nadır.”(Râd; 30)
2.1.9.2.
Peygamberimize Gelen Çeşitli Vahiyler
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Hiçbir beşer (insan) Allah ile yüz yüze konuşacak kadar
(yüksek) mevkide değildir. O’nunla konuşma ya vahiy (işaret) ile olur ya
perdenin arkasından veya O bir habercisini (melek) gönderir. O (melek) O’nun
(Allah’ın) emriyle istediği gibi vahiy getirir. O yüce ve hakimdir.”(Şûra; 5l)
Gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse Hadis-i Şeriften Rasûlullah’a
aşağıdaki üç şekilde vahiy geldiği anlaşılır:
1) Hadis’e göre, Hazreti Ayşe (r.a.) Peygamber Efendimiz’e
vahiylerin ilk önce tabirleri doğru olan rüyalar şeklinde gelmeye başladığını
rivayet eder. (Buhârî ve Müslim). Bu yöntem daha sonra da devam etti. Nitekim,
hadislerde Rasûlullah’ın pek çok rüyalarından bahsedilir. Bu rüyalarda
kendisine bazı emir ve talimat verilirdi. Bazı konuda kendisine bilgi de
verilirdi. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Kerim’de de bir yerde Peygamberimizin bir
rüya gördüğü beyan edilir. (Feth; 27). Ayrıca, çeşitli hadislerde,
Peygamberimiz’in şöyle ifadeleri vardır: “Falanca mesele içime doğdu, falanca
iş bana anlatıldı, bana emredildi veya ben bundan menedildim vs.” Bütün
bunların vahyin ilk kısmına ait olduğu söylenebilir. Hadis-i Şeriflerin çoğu bu
minval üzerindedir.
2) Mi’râc sırasında Peygamber Efendimiz (a.s.) vahyin ikinci
çeşidiyle şereflendirildi. Çeşitli hadislerde belirtildiği gibi mi’râc
sırasında Resûlullah’a beş vakit namaz kılınması emredilmiş ve bu hususta bazı
maruzatı olmuştu. Bunlardan ayrıca, Allahu Teâlâ ile Hz. Muhammed (a.s.)
arasında, tıpkı Allah ile Hz. Musa (a.s.) arasında geçen Tûr dağındakine benzer
bir konuşma olduğu da anlaşılır.
3) Vahyin üçüncü çeşidi, bizzat Kur’ân-ı Kerim’in teyid ettiği
gibi Cebrail (a.s.) vasıtasıyla gönderilen emir ve mesajlardı. Bu hususta
özellikle Bakara; 97 ve Şûra; 192-195 âyetlerine dikkat edilmelidir.
Peygamberimiz (a.s.)’e vahiy çeşitli şekil ve şartlarda gelirdi.
Bunun ayrıntılarını Allâme İbn Kayyım “Zâd’ül-Me’ad” adlı eserinde vermiştir:
1) Doğru olan rüyalar: Hz. Muhammed’e gelen vahyin ilk
çeşidiydi. Gördüğü her rüya, çıplak gözleriyle gördüğü olaylar gibiydi.
2) Melek, Peygamber Efendimiz’in kalbine bir mesaj iletirdi ve
olaylar görülmemesine rağmen içine doğmuş olurdu. Meselâ bir hadis-i şerifte Hz.
Peygamber şöyle buyuruyorlar: “Rûh’ül-Kuds (Cibril), hiçbir canlının payına
düşen rızkını almadan ölmeyeceği gerçeğini kalbime iletmiştir. Onun için,
Allah’tan korkarak iş yapınız ve rızk talep etmenin iyi yollarını biliniz. Sonra
rızkın gelmesinde bir gecikme olduğu takdirde, Allah’a itaatsizlik etmeyiniz.
Çünkü Allah’da ne varsa (yani onun mükâfatı) hepsi O’na itaat etmekle elde
edilebilir.”
3) Melek, Hz. Peygamber (a.s.)in yanına bir insan kılığında
gelir ve söylediklerini tam olarak kavrayıncaya kadar kendisiyle sohbet ederdi.
Bu vak’a muhtelif yerde ve zamanlarda tekrarlandığı için sahabeler de bunu
görmüşlerdi.
4) Vahiyden önce Hazreti Peygamber’in kulağına bir ses gelir ve
daha sonra melek kendisiyle konuşmaya başlardı. Bu vahyin en şiddetlisi olup
Rasûlullah’ı kış mevsiminde bile ter içinde bırakırdı. Bu vaziyet yolculuk
sırasında zuhur ettiği zaman, Rasûlullah’ın bindiği deve müthiş ve âni gelen
ağırlıktan çöküverirdi. Bir defasında bu vahiy Hz. Peygamber’in (a.s.) Hz. Zeyd
bin Sabit (r.a.)’in dizine başını koyup uzandığı sırada geldi. Ağırlık öylesine
korkunçtu ki Zeyd bin Sabit’in ayağı kırılacak gibi oldu.
5) Hz. Peygamber (a.s.) meleği Allah’ın yarattığı şekliyle
görürdü. Melek bu durumda, Allah’tan gelen emri kendisine iletirdi. Kur’an-ı
Kerim’in Necm sûresinde belirtildiği gibi bu tip vahiy yalnızca iki kez
gerçekleşti.
6) Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber’e doğrudan vahiy verirdi.
Örneğin, Hz. Peygamber’in mi’râc sırasında göklerde bulunduğu ve namazların farz
kılınması ve diğer konuların iletildiği konuşmanın geçtiği zaman, işte böyle bir
vahiy gerçekleşmişti.
7) Allahu Teâlâ’nın, arada melek olmadan Hz. Peygamber (a.s.)
ile görüşmesi. Benzer bir görüşme Allah ve Hz. Musa arasında da yapılmıştı. Hz.
Musa’ya tanınan bu şeref Kur’ân-ı Kerim’le sabittir. Hazreti Peygamber’e
gelince, bunun mi’râc sırasında gerçekleştiği hadiste beyan edilmiştir.
Bunların dışında bazı ulemâ ve fakihler, vahyin sekizinci bir
şeklini de açıklamışlardır. Örneğin, Allahu Teâlâ’nın aradaki perdeyi tamamıyla
kaldırarak Peygamber Efendimiz (a.s.) ile görüşmesi. Buna özellikle Hz.
Peygamber’in çıplak gözüyle Allah’ı gördüğü ve O’nunla konuştuğunu ileri
sürenler inanırlar. Fakat bu konuda ulemâ ve fakihler arasında ciddi ihtilâflar
vardır. (Zâd ul-Meâd, c. I, s. 24-25).
Suyûti, “İtkân” isimli kitabının birinci cildinde bütün bir
bölümü bu konuya ayırmıştır. Suyûtî özel olarak şöyle der:
Hz. Peygamber kırk yaşında Nebi olunca ilk üç sene talim ve
terbiyesini İsrafil (a.s.) yaptı. Fakat O’nun vasıtasıyla kendisine Kur’ân-ı
Kerim’in herhangi bir bölümü inmedi. Daha sonra Cibril (a.s.) kendisine vahiy
getirmekle vazifelendirildi. Tam yirmi yıl vahiy getirdi. Vahy’in çeşitli
şekilleri şunlardı:
a) Önce Peygamber Efendimiz’in kulaklarına zil sesi gelir, daha
sonra Hz. Cibril’in sesi duyulurdu. Bunun yararlı yanı şu idi: Hz. Peygamber,
bütün dikkatini meleğin sesini duymak için toplardı. Hz. Peygamber’in mübarek
ifadesine bakılırsa, vahiylerin en şiddetlisi buydu.
b) Peygamber Efendimiz’in zihnine ve kalbine bir haber ilkâ
edilirdi. Bunu Hz. Peygamber de ifade etmiştir.
c) Melek (Cibril) insan kılığına bürünerek Hz. Muhammed (a.s.)
ile sohbete başlardı. Hz. Peygamber’in ifadesine göre bu, vahiylerin en
hafifiydi.
d) Melek rüyada Hz. Peygamber ile konuşurdu.
e) İster uyku içinde ister uyku dışında olsun, Allah Peygamber
Efendimiz (a.s.) ile doğrudan konuşurdu. (el-İt’kân,C.I,s.44-45).
2.1.9.3. Kur’ân-ı
Kerim, Allah’ın Vahyidir
Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik mertebesine erişmeden önceki
kırk yıllık yaşantısında bilgisini ve kültürünü arttıracak fevkalâde herhangi
bir öğrenim ve eğitimden geçmemişti. Hatta okuması, yazması bile yoktu. Fakat
gördüğümüz gibi, peygamber olur olmaz dili açılıyor, derya gibi konuşmaya
başlıyor. Peygamberlik iddiasında bulunmadan önce kimse O’nun, derin bilgi ve
kültür isteyen konularla ilgilendiğini, veya bu konularla ilgili görüşler ileri
sürdüğünü görmemişti. Fakat birbiri ardından gelen Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinde
bu konular alabildiğine tartışılıyor. Halbuki Peygamberlikten önceki kırk yılda,
en yakın arkadaşı ve akrabaları bile, kırkıncı yılda birden bire başlattığı o
muazzam İslâm Daveti’ne ipucu olarak kendisinden ne herhangi bir söz dinlemiş,
ne hareket görmüşlerdi. Bu demektir ki Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in
kafasında doğan değil, hariçten kalbine inen bir ilâhi ışıktır. Meselâ şu ayete
bakalım:
“Mûsâ’ya o işi yaptığımız (yâni kendisine bildirmek islediğimiz
işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, o
(hâdiseyi) görenlerden de değildin.”
“Fakat biz (Musa’dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların
üzerinden uzun zamanlar geçti (vahiylerimiz tahriflere uğradı. İste insanları
doğru dine çağırman için sana bunları vahyettik. Bunlar tamamen senin
bilmediğin, vukuuna şahid olmadığın gayb haberleridir). Sen Medyen halkı
arasında oturup da âyetlerimizi onlardan oku(yarak öğren)miyordun. Fakat (onları
sana) gönderen biziz.”
“(Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman sen Tûr’un yanında değildin.
Fakat Rabbi’nden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki senden
önce kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki
düşünüp öğüt alırlar.”(Kasas; 44-46)
Bu üç husus, Hazreti Muhammed (a.s.)in peygamberliğini
ispatlamak için anlatılmıştır. Bu olayların anlatıldığı zamana ve ortama dikkat
edilmelidir. Zira tam o sırada Mekke’nin bütün ileri gelenleri, özellikle kabile
reisleri ve diğer kâfirler her ne pahasına olursa olsun Hz. Peygamber’in
Allah’ın Rasûlü olmadığını, hâşâ yalancı olduğunu ispatlamaya yeltenmişlerdi.
Onlara yardım etmek için Hicaz’ın bütün Yahudi âlim ve Hıristiyan papazları da
seferber olmuşlardı. Hz. Muhammed (a.s.) başka bir dünyadan gelip Arap’lara
Kur’ân-ı Kerim’den ayetler okuyan biri değildi. Aksine Mekke’nin yerlisi olup
hayalının hiçbir yanı vatandaşları ve kabile üyelerinden saklı değildi. Bu
sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed (a.s.)in Nübüvvet’inin delili olarak bu üç
olay anlatılınca o dönemin Mekke’sinde, Hicaz’ında ve tüm Arabistan’ında kimse
çıkıp da bugünün şarkiyatçılarının (oryantalistlerinin) yaptıkları gibi
küstahça iddialarda bulunmadı. O dönemin Yahudi, Hıristiyan ve kâfirleri de
yalan dolan şeyleri söylemekte kimseden geri kalmazlardı. Ama bir an bile ömrü
olmayacağı belli olan bir yalanı nasıl söyleyebilirlerdi? Onlarda “ey Muhammed,
sen bu bilgileri falanca Yahudi veya Hıristiyan rahiplerden toplamışsın”
diyecek ne yüz vardı ne cesaret. Çünkü bu hususta ileri sürebilecekleri
herhangi bir delil yoktu. Hz. Muhammed (a.s.)’in hangi rahip ve din adamıyla
görüştüğünü iddia edebilirdi ki? Zira hangi rahip ve din adamının ismini
verseler, onların Hz. Peygamber ile hiç karşılaşmadıkları ortaya çıkmış olurdu.
Bugünkü oryantalistler ve sözde bilim adamlarının aklına şaşarım. Bunlar ne
cesaretle, Hz. Peygamber’in, geçmişin tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer sosyal
bilimleri hakkında geniş bir bilgiye sahip olduğunu iddia edebiliyorlar. Sanki
Hz. Peygamber’de (a.s.) bu konularda geniş bir kitaplık varmış. Oysa, hepimiz
biliyoruz ki; kitaplık şöyle dursun, Rasûl-ü Ekrem’de en ufak bir not kâğıdı
bile yoktu. Mekke’de yediden yetmişe herkes Hz. Muhammed (a.s.)’in okuma yazması
olmadığını pekâlâ biliyordu. Kendisinin herhangi bir mütercimin yardımıyla
İbranice, Süryanice ve Elence kitaplardan istifade ettiği de öne sürülemez.
Ayrıca o devrin Mekkeli veya Hicazlısından hiçbiri, Hz. Muhammed (a.s.)’in Şam
ve Filistin’e yaptığı ticari yolculuklar sırasında bu tür bilgiler edindiğini de
iddia edemezdi. Çünkü ticarî yolculuklar tek başına yapılmaz, genellikle
kafileler halinde olurdu. Her seferinde Mekke’nin tüccarları kafile halinde
Rasûlullah (a.s.)’ın yanında bulunurlardı. O’nun için, o sıralarda biri çıkıp
Hz. Muhammed (a.s.)’in Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından malûmat aldığını
söyleseydi, yüzlerce yol arkadaşı kendisini hemen yalanlayacaktı. Sonra,
Rasûlullah (a.s.)’ın ebediyete intikalinden sadece iki sene sonra müslümanlar
Bizanslı ve Romalılarla savaşa başlamışlardı. Şayet Hz. Muhammed (a.s.) lâf
olsun diye Şam veya Filistin’de herhangi bir Hıristiyan rahip veya Yahudi
rahibiyle dini münakaşa yapmış olsaydı, Hıristiyanlar ve gayrimüslim olanlar
hiçbir zaman bu olayı kendi propagandaları için kullanmayı ihmal etmezlerdi.
Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in her şeyi hâşâ yurtdışında öğrenip,Arabistan’a
döndükten sonra kendi peygamberliğini ilân ettiğini söylemekten kaçınmazlardı.
Kısacası, Kur’ân-ı Kerim’in mesajının Kureyşli kâfir ve müşrikler için bir ölüm
fermanı manasını taşıdığı bir çağda, bu ilâhî kitabı yalanlama gereğini bugünkü
oryantalistlerden herhalde çok daha fazla duyuyorlardı. Fakat bulun çabalarına
rağmen hiçbir kişi veya grup o sıralarda Rasûlullah’ın bilgi kaynağının Allah’ın
vahyinden başka bir şey olduğunu kanıtlayacak en ufak bir şey bulamadı. Bu
gösteriyor ki Peygamber Efendimiz’e gelen vahiy gerçekten Allah’ın kelâmıydı.
Şu nokta da unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim çeşitli yerlerde çeşitli
peygamber kuşaklarından söz ederken, Hz. Muhammed (a.s.)ın bilgi kaynağının
sadece ve sadece ilâhî vahiy olduğunu belirtmiştir. Meselâ Hz. Zekeriya (a.s.)
ile Hz. Meryem (a.s.)’in kıssalarına bakalım:
“Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy ilk
gönderiyoruz. Meryem’in kefaletinin kime ait olacağına karar vermek üzere
kalemlerini attıkları sırada sen orada yoktun. Sen, kavga ettikleri sırada da
yoklun.”(Al-i İmran; 44)
Hz. Yusuf’un kıssası anlatıldıktan sonra şöyle buyurulmuştur:
“Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy olarak
gönderiyoruz. Sen (Yusufun kardeşlerinin) yanlarında ve etraflarında yoktun.
Onlar o sıra alacakları tedbirde anlaşmışlardı ve oyunlarını oynamaya
hazırlanıyorlardı.”(Yusuf; 102)
Aynı şekilde Hz. Nuh’un hikâyesi uzun uzun anlatıldıktan sonra
şöyle denilmiştir:
“Bunlar gaipten haberlerdir, ki biz size vahiy şeklinde
gönderiyoruz. Sen ve senin ümmetin bundan önce bunları hiç bilmezdiniz.”(Hûd;
49)
Bu olaylar ve kıssaların tekrar tekrar anlatılması ve Kur’an-ı
Kerim’in Allah’tan gelen bir kitap olması ve Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın
Resûl’ü olmasının, Kitâbullah’da deliller ile beyan edilmesinin amacı, binlerce
yıl önce meydana gelen tarihi olayları bütün ayrıntılarıyla anlatan ümmi (okuma,
yazma bilmeyen) bir peygamberin bilgi kaynağının vahiyden başka bir şey
olmadığını göstermektir. Aslında, Hz. Peygamber’e, yaşadığı devirde giderek
daha büyük sayıda insanların inanmaya başlamaları ve İslâm’a katılmalarının bir
sebebi de, bu insanların, O’nun Allah’ın Nebisi olduğuna ve kendisine Vahy’in
geldiğine inanmalarıydı. Bu bakımdan, herkes, İslâm hareketinin emekleme
devresinde bu davayı yalanlamanın ne kadar önemli olduğunu kolayca anlayabilir.
Aynı sebepten dolayı, İslâm’ın muhaliflerinin bu konuda hiçbir fırsatı
kaçırmadıklarını da söyleyebiliriz. Yani davada herhangi bir eksiklik ve zaaf
olsaydı, o devrin kâfirlerinin bunu ispatlamaları hiç de zor olmayacaktı.
2.1.9.4. Vahyin
Yağmura Benzetilmesi
Kur’ân-ı Hakim’de iki yerde Rasûlullah (a.s.)’a inen vahiy,
yağmura benzetilmiştir:
“Allah, gökten bir su indirdi de dereler (kendi Ölçüsünce dolu
su ile) çağlayıp aktı. Sel de yüze çıkan köpüğü götürdü.”(Ra’d; 17)
Bu ayette, Peygamber (a.s.)’e vahiyle inen ilim, gökten yağan
yağmura benzetilmiştir. İman edenler ise kendi istidat ve kabiliyetlerine göre
rahmet yağmurundan payını almış olan dere ve çaylara benzetilmiştir. Ayrıca,
İslâmi harekete muhalif olan münkir ve kâfirlerin kopardığı gürültü ve yaygara
da, her sel’in gelişiyle su üzerine çıkan köpük ve pisliklerle eşdeğer
tutulmuşlardır. Örneğin, şu ayete bakın:
“Görmüyor musunuz ki Allah gökten yağmur yağdırır ve bunun
sayesinde topraklar yemyeşil olur?”(Hac; 63)
Burada yine, açık sözlülük anlamının ardında bir işaret
saklıdır. Görünüşte Allah’ın kudretinden söz ediliyor. Fakat ifadenin
inceliğine bakılırsa gizli işaret şudur: Nasıl ki Allah’ın yağdırdığı yağmur
damlaları kuru toprağı yemyeşil araziye çeviriyorsa, yağmur şeklinde gelen
vahiyler de bir gün Arabistan çöllerini eşine rastlanmayan ilim, irfan, ahlâk,
fazilet ve temiz bir medeniyetin beşiği haline getirecektir.
“Ey milletimin kardeşleri, biraz düşünsenize, Allah tarafından
açık bir Şehâdet’le duruyordum, daha sonra O beni has rahmetiyle
şereflendirdi.” (Hûd; 28)
Aynı sözler Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla gelen
rukü’da da anlatılmıştır. Yani ilk önce Hz. Peygamber kâinatta gördüğü
hakikatler ve Allah’ın işaretleri üzerine Tevhid’e inanmıştı. Daha sonra Allahu
Teâlâ (cc.) kendi rahmeti (vahiy) ile O’nu şereflendirdi. Yani önceden kalben
inandığı ve iman ettiği gerçekler ile ilgili dolaysız bilgiler, daha sonra O’na
vahiy yoluyla iletildi. Bundan da anlaşılacağı gibi, bütün peygamberler
bi’setlerinden önce (peygamberlik rütbesine getirilmelerinden evvel) kendi
tefekkür ve tahayyülleriyle gaybe iman eder, sonra peygamber olduktan sonra
bunu açıkça ifade ederlerdi’.
“(Sâlih onlara): ‘Ey kavmim, dedi, bakın, ya ben Rabbimden bir
delil üzerinde isem ve O, bana kendinden bir rahmet vermişse? Peki O’na karşı
gelirsem beni Allah’tan kim kurtarır? Sizin bana, ziyanımı artırmaktan başka bir
katkınız olamaz!”(Hûd; 63)
2.1.9.5. Rasûllere
Gelen Vahiy İçin “Ruh” Kelimesinin Kullanılması
“O, ruhunu istediği kullarına kendi emriyle melekler vasıtasıyla
gönderir. (Bu hidayetle, insanlara) anlat ki Ben’den başka mabudunuz yoktur.
Onun için Benden korkmalısınız.”(Nahl; 2)
“Bunlar sana ruh hakkında sorular soruyorlar. De ki: Bu ruh
Rabbimin emriyle geliyor, ama ne çare ki, size ilim ve hikmetten az bir şey
verilmiştir.”(İsra; 85)
Burada bahsedilen Nübüvvet ruhu vahiydir. Bununla peygamberler
dünyaya yeni bir mesaj verirler. Vahiy, peygamberlik görevinde insan
hayatındaki ruh kadar önemli bir yer tuttuğu için, Kur’ân-ı Kerim’de vahiy için
“ruh” sözcüğü kullanılmıştır.
Burada kullanılan “ruh” kelimesini müfessirler genellikle can
olarak anlamışlardır. Yani bazı âlimlere göre Mekkeliler Peygamber Efendimiz’e
gelip kendisinden insan ruhunun hakikati hakkında açıklama yapmasını
istemişlerdir, peygamber Efendimiz de buna cevap olarak demişler ki, bu ruh
Allah’ın emriyle geliyor. Ama biz bu ifadeyi kabul etmekte tereddütlüyüz. Çünkü
bu ifade ancak siyak ve sibak unutularak kabul edilebilir. Halbuki söz konusu
ayetin metninde önceki ve sonraki ifade genellikle kabul edilen anlamdan farklı
olup, bu ayetin kopuk şekilde tefsir edilmesinin doğru olmadığı ortadadır.
Burada ruh kelimesini can veya öz olarak kabul edersek genel ifadede bir
kopukluk bir düşüklük göze çarpar. Hatırlanacağı üzere, bu âyetten önceki üç
âyette Kur’ân-ı Kerim bir iksir (şifa) ve Kur’ân’ı inkâr edenler de zalim ve
nimete küfredenler olarak adlandırılmışken, daha sonraki ayetlerde ilahî kelâm
veya vahiy’den bahsedildiği halde, birden bire canlılarda ruhun Allah’tan
geldiği manasını çıkarmak ne kadar doğru olabilir?
Metinde işlenen konu ve aradaki bağlantıyı göz önünde tutarsak,
burada “rûh” kelimesinden “vahiy” veya “vahiy getiren melek”in kastedildiği
kendiliğinden anlaşılır. Müşrikler aslında Hazreti Peygamber’e Kur’ân-ı Kerim
sana nereden geliyor diye soruyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ buyuruyor ki:
Ey Muhammed, bu İnsanlar senden Kur’ân’ın kaynağı ve özü nedir, öğrenmek
istiyorlar, onun için onlara de ki, bu ruh bana Rabbimin emriyle geliyor. Ama
sizin aklınız ve bilginiz o kadar kıttır ki, bir insanın sözleriyle bütün
Alemlerin Hâkimi’nin kullandığı dil ve ifade arasındaki farkı anlamaktan
âcizsiniz. Onun için Kur’an-ı Kerim’in bir insanın eseri olduğunda ısrar
ediyorsunuz.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız sebepler, yani söz konusu
ayet’ten önce ve sonraki metinde kullanılan ifadenin dışında diğer bazı
sebeplerden dolayı da, tefsirimizin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ,
Kur’an-ı Kerim’de birkaç yerde hemen hemen aynı ifadelerle ruh’un vahiy
manasına geldiği ortaya çıkıyor. Mü’min sûresinde şöyle buyuruluyor: “O kendi
emriyle, islediği kuluna ruhunu indirir. Bununla maksadı, insanlara
toplanacakları günü (kıyamet) bildirmektir”(15). Şûrâ sûresinde de şöyle
buyuruluyor: “Ve aynı şekilde, Biz sana kendi emrimizle bir ruh gönderdik.
(Oysa) sen kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezdin” (52).
Büyük müfessirler, İbn-i Abbas, Katâde ve Hasan Basri (r.a.)
aynı tefsirde bulunmuşlardır. İbn-i Harir bu tefsirin Katâde’ye atfen İbn-i
Abbas’a ait olduğunu belirtmiştir. Ama bu hususla kullandığı ifade çok
gariptir, ifadesine göre İbn-i Abbas (r.a.) bu tefsiri gizli şekilde yapardı.
İbn-i Harir, “Ruh-ül-Meâni”nin yazarı Hasan Basri ile Katâde’nin şöyle dediğini
nakletmiştir: “Burada ruh’tan Cibril (a.s.) kastedilmiştir. Asıl sorun şuydu:
Cibril nasıl geliyor ve Resûl-i Ekrem’in kalbine vahiy nasıl ilkâ’ ediliyordu?
“Ve aynı şekilde (Ey Muhammed) Biz kendi emrimizle bir ruh sana
gönderdik, vahiy olarak.”
Burada görüldüğü gibi, rûh, vahiy veya vahiy ile Peygamber
Efendimiz’e verilen bilgi anlamına kullanılmıştır.
2.1.9.6. Vahiy İle
İlgili Deliller
Peygamber Efendimiz’e inen vahiy, Allah’ın kelâmıdır. Bu gerçek,
Kur’an-ı Kerim’de dört delille ortaya konmuştur.
Birincisi: Allah’ın kelâmı bir hayır ve bereket alâmetidir. Yani
Kur’ân-ı Kerim’de insanın gelişmesi ve refahı için en doğal ve en güzel kurallar
gösterilmiştir. Kur’an’da doğru akide ve inanç hazinesi var, iyiliğe teşvik ve
telkin var, ahlâk ve faziletin öğretisi var, temiz bir hayat sürmenin sırları
var. Kısaca, hayatı güzelleştirecek, insanı mutlu edecek yollar var. Bu kitap,
diğer kutsal kitaplarda rastlanan cehâlet, menfaatçilik, dar görüşlülük, zulüm,
baskı, mantıksızlık ve müstehcenlik gibi ayıplardan arındırılmıştır.
İkincisi: Kur’an-ı Kerim, geçmişte Allah tarafından çeşitli
ümmetlere gelen mukaddes kitaplarda yer alan ve tahrif edilmeyen hüküm ve
emirleri de içermektedir. Bunların dışında veya bunlara aykırı herhangi bir
kayıt yoktur, aksine onları doğrular niteliktedir.
Üçüncüsü: Yüce Kitabımız her devirde Allah tarafından dünyaya
indirilen mukaddes kitapların yüklendiği amacı taşır. Yani gayesi ve hedefi,
gaflet içinde olanları uyandırmak ve onları kötülüklerin kötü sonuçlan
konusunda uyarmaktır.
Dördüncüsü: Kur’an-ı Kerim’in İslâm’a davet ettiği İnsanlar
arasında dünyayı seven ve nefsine köle olmuş olanları bulmak mümkün değildir.
Kur’an-ı Kerim’in İslâm camiasında topladığı kişilerin dünyaya bakış açısı
bambaşkadır. Onlar dünyayı geçici bir han ve imtihan yeri olarak kabul etmiş,
gözlerini öbür dünyalara da çevirmek ve bu arada, âhiretlerini güvence altına
almaktan geri kalmamışlardır. Ayrıca, bu Yüce Kitabın tesiriyle buna ilk
muhatap olanların hayalında meydana gelen müthiş ve inanılmaz inkılâp da
herkesin gözü önündedir. Bu inkılâbın temel taşı adalettir. İnsan olarak
büyüklüğün ve kişiliğin tek değer ölçüsü, dine bağlılık ve Allah’a yakınlıktır.
Bu gibi erdemli özellikler ve bu kadar olumlu ve muazzam
sonuçlar, hâşâ yalancı bir insanın uydurduğu bir kitaptan elde edilebilir mi?
Hele böyle bir kişi kalkıp bu kitabın Allah’ın kelâmı olmadığı gibi bir iddiada
ve hezeyanda bulunabilir mi?