On Dokuzuncu Bölüm: SÎRET’İN MESAJI
19.1.1. İlâhi Hidayet’in İhtiyacı ve Zarureti
19.1.2. Peygamberlere İtaat Etme Mecburiyeti
19.1.3. Hidâyet İçin Neden Sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Muhtacız?
19.1.4. Yahudilerin Dinî Kitap ve Peygamberlerinin Özgeçmişi
19.1.5. Hz. Îsa ve Hıristiyanlara Ait Kitapların Durumu
19.1.6. Zerdüşt’ün Sireti ve Talimatı
19.2. HZ. MUHAMMED MUSTAFA (A.S.)’NIN SİRET VE TÂLİMÂTI AYNEN MUHAFAZA
EDİLMİŞTİR
19.2.1. Kur’ân-ı Kerim, En İyi Muhafaza Edilmiş İlâhî Kitaptır
19.2.2. Hz. Peygamber (a.s.)’in Sireti ve Sünnetinin Güvenirliliği
19.2.3. Rasûlullah (a.s.)’ın Hayatının Her Yönü Bilinmektedir
19.2.4. Rasûlullah (a.s.)’ın Mesajı Bütün İnsanlara Yöneliktir
19.2.5. Renk ve Irk Ayrımına İndirilen Darbe
19.2.6. Allah’ın Tek Oluşunun Geniş Anlamı
19.2.8. Peygamber’e İtaate Davet
19.2.9. Allah’tan Sonra İtaate Lâyık Olan, Allah’ın Peygamberidir
19.2.10. Gerçek Özgürlük Yasası
19.2.11. Allah’a Hesap Verme Kavramı
19.2.12. Ruhbanlık Yerine Dünya NimetlerindenDürüst Bir Şekilde
Yararlanma
19.2.13. Hz. Peygamber’in Hidayetinin Etkisi
On Dokuzuncu Bölüm: SÎRET’İN MESAJI
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın sireti bize ne gibi bir mesaj
vermekledir. Bu soruya enine, boyuna cevap vermeden önce bu soruyla ilgili
olarak kafalara takılan bazı sorulara cevap vermemiz sanırız dâha doğru
olacaktır. Bazıları sorabilirler, siret veya bir kişinin hayatı ve eserleri söz
konusuyken bu illâ niçin bir peygamberinki olsun. Aynı kimseler peygamberlerden
söz açılmışken illâ niçin Hz. Muhammed (a.s.)’den bahsedildiğini sorabilirler.
Onlar başka dinlere bağlı liderlerin sireti ve Hz. Muhammed (a.s.)’den başka
peygamberlerin hayatı ve eserlerinin da aynı derecede önemli ve ibret verici
olabileceğini iddia edebilirler.
Bu sorulara cevap verirken evvelâ şunu belirtmemizde fayda
vardır ki ister eski çağlarda olsun ister yaşamakta olduğumuz çağda olsun,
İnsanlar doğru yolu ve hidayeti herhangi bir siyasî veya dinî liderde değil,
sadece ve sadece peygamberlerin siretlerinde bulabilirler. Peygamberler arasında
Hz. Muhammed (s.a.)’in siretinin tercih edilmesinin sebebi de diğer
peygamberlerininkine oranla en iyi ve en mükemmel olmasıdır.
19.1.1. İlâhi
Hidayet’in İhtiyacı ve Zarureti
İlim ve irfânın en büyük ve yegâne kaynağının Cenab-ı Allah’ın
zâtı olduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Cenab-ı Allah kâinatı ve içinde
bulunan insanı yaratmıştır. Gerek kâinat gerekse insan denen yarattığın
yaratıcısı olması bakımından, evrenin bütün gerçekleri ve insan’ın tabiatı
hakkında Allah’tan başka daha büyük bir bilgi sahibi olabilir mi? Ancak
Yaradan, yarattığının durumunu bilebilir ve ancak yaratık Yaradanından bir şey
öğrenebilir. Yaratık kendi kendine bir şey bilemez, öğrenemez. Hele nihaî
hakikate varması için hiçbir imkâna sahip değildir.
Bu hususta, yanlış anlamlara meydan vermemek için iki tür eşya
arasındaki farkı göz önünde bulundurmalıyız: Bu eşyadan birincisi
duyularımızla hissedilenlerdir. Biz duyu ve duygularımızla elde ettiğimiz
bilgileri düşünce, delil, gözlem ve deneyim gibi aşamalardan geçirerek belli bir
neticeye varırız. Bu tür eşya hakkında öbür dünyadan herhangi bir talimatın
gelmesine gerek yoktur. Bu sadece bizim insanî arayış, düşünce ve araştırma ile
buluşlarımızın çerçevesinde olan bir şeydir. Çevremizdeki dünyada bulunan eşyayı
tek tek keşfetme işi bize bırakılmıştır. Bizim işimiz, faydalanabileceğimiz
kuvvetleri bulmak, bu kuvvetlerin bağlı olduğu yasa ve yöntemlerini keşfetmek ve
kalkınma yoluna devam etmektir. Gerçi bu hususta da Halikımız (yaradanımız)
bizi yalnız bırakmamıştır ve tarih sürecinde hemen hemen hissedilmez bir
şekilde kendi yarattığı eşya ve dünyalarıyla bizi tanıştırır, bilgi ve
kültürümüzün genişlemesi için çeşitli imkânlar sağlar ve arada sırada ilhâm
yoluyla şu ya da bu insana yeni bir şey icat etme, yeni bir kanun çıkarma veya
yeni bir şey bulma yolunu gösterir. Fakat, her ne olursa olsun, bütün bunlar
insan bilgi ve kültürünün çerçevesinde olan şeylerdir ve bunun için herhangi bir
peygamber veya ilâhi kitaba gerek duyulmaz. Bu çerçevenin içinde gereken bütün
malumatın elde edilmesi için insana lâzım olan bütün imkânlar verilmiştir.
İkinci tür eşya, bizim duygu ve duyularımızın dışındadırlar.
Bunları hiçbir şekilde idrak edemeyiz. Bunları ölçüp biçemeyiz. Bilgi
kaynaklarımızdan hiçbirini kullanıp ta bunları öğrenemeyiz. Filozof veya bilim
adamları bunlar hakkında herhangi bir görüş ortaya koyuyorlarsa, bu sadece
tahmin ve kıyasa dayalıdır ve buna gerçekten “İlim” veya “bilgi” diyemeyiz.
Bunlar “nihaî hakikatlerdir, ki bunlarla ilgili ileri sürülen teori, kavram ve
nazariyelerin kesin herhangi bir şekli yoktur. Bu filozof ve bilim adamları
kendi bilgi kaynaklarının ve gözlemlerinin sınırlılığını ve ileri sürdükleri
teori ve nazariyelerin zaafını bildikleri için başkalarını bunlara iman etmeye
veya güvenmeye davet edemezler.
19.1.2.
Peygamberlere İtaat Etme Mecburiyeti
Peygamberlerin çerçevesinde gelen bilgi ve hidayet ise Allah
tarafından doğrudan geliyor. Zira, gerçekleri ve özellikle nihaî hakikatleri
bilen yegâne zât odur. Cenab-ı Allah’ın insanlara sağladığı bilginin vasıtası
vahiydir, ki sadece peygamberlere nâzil olabilir. Cenab-ı Allah bugüne kadar
bir kitap basıp her insana birer nüshasını verip, kendisi ve evrenin
geçeklerini ve bunlara göre dünyada tutum ve davranışlarının ne olduğunu kendi
kendine tesbit etmesini istememiştir. Cenab-ı Allah doğaüstü ve insanüstü
bilgileri insanlara iletmek amacıyla her zaman peygamberleri vasıta olarak
kullanmıştır. Peygamberlerin görevi sadece bu bilgileri aktarmak değil, aynı
zamanda bunların pratik yönlerini ve uygulama şeklini insanlara anlatmaktadır
da. Yalnızca bu değil, peygamberler, Allah’ın yolunu terk edip kötü yollara
düşenleri ıslâh etmek ve kendilerine iman edenlerden müteşekkil bir toplum ve
devlet meydana getirmekle de görevlidirler. Bu açıklamamızla, hidayetimiz için
sadece bir peygamberin siretine muhtaç olduğumuz hususu herhalde anlaşılmış
olacaktır. Peygamber olmayan bir kişi her ne kadar ilim, irfan ve marifet
sahibi olursa olsun bizim liderimiz ve rehberimiz olamaz, zira onda hakikatin
bilgisi yoktur. Hakikatin bilgisine sahip olmayan bir kişi ise bize Hakka dayalı
doğru bir hayat nizamı veremez.
19.1.3. Hidâyet
İçin Neden Sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Muhtacız?
Şimdi başta sorulan sorunun ikinci bölümüne dikkat edelim. Yani,
peygamberler arasında neden sadece Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
siretini örnek almalıyız? Dünyaya bugüne kadar gelen binlerce ve yüz binlerce
peygamberler arasında neden sadece Hz. Muhammed (a.s.)’i örnek alıyoruz? Hz.
Peygamber’den önceki peygamberlerin birçoğu, Allah’ın mesajını başarıyla
insanlara iletmiş ve koskoca milletler ve toplumlar meydana getirmişlerdi.
Bunlardan bazıları semavi kitapları da yanlarında getirmişlerdi. Neden onların
siretini bir numune olarak kabul etmiyoruz? Bunu sadece taassubumuz yüzünden mi
yapıyoruz, yoksa makul herhangi bir sebebi mi var?
Bana inanırsanız, bu fikir ve tavrımızın çok makul sebepleri
vardır. Şüphesiz, Kur’ân-ı Kerim’de adları geçen bütün peygamberlere iman
ediyor, onları seviyor, sayıyoruz. Fakat onların siret ve talimatının bize
güvenilir ve meşru yollarla geldiğini söyleyemeyiz. Hiç şüphe yok ki, Hz. Nûh,
Hz. İbrahim, Hz. Ishâk, Hz. Yusuf, Hz. Musa ve Hz. Îsa (a.s.) ve niceleri çok
güzide peygamberlerdi. Fakat, onlara inen vahiyler ile kitapların hiçbiri
olduğu gibi bize ulaşmamıştır. Bu peygamberlerden hiçbirinin hayat hikâyesi,
kişisel ve toplumsal davranışları ve eserleri hakkındaki bilgiler bize eksiksiz
veya herhangi bir değişikliğe uğramadan ulaşmamışlardır. Gerçek şu ki, bu
peygamberlerin çoğu hakkında çok eksik ve güvenilmez bilgilere sahibiz ve
bunları kâğıda dökecek olursak her biri için birkaç sayfadan fazla tutmaz.
Üstelik, bu bilgiler de âncak Kur’ân-ı Kerim’den sağlayabiliyoruz. Çünkü, başka
kaynaklara güvenilmez.
19.1.4.
Yahudilerin Dinî Kitap ve Peygamberlerinin Özgeçmişi
Genel kanıya göre Hz. Musa (a.s.)’dan sonra dünyaya gelen
peygamberlerin siret ve talimatı, Ahd-i Atik (Eski Ahid)te bulunuyor. Fakat
Ahdi Atik veya İncil’e baktığımızda şu gerçeklerle karşı karşıya geliyoruz.
Hazreti Musa (a.s.)’ya inen Tevrat’ın aslı, M.Ö. altıncı yüzyılda Kudüs’ün
yağma edilmesi sırasında yok edilmişi. Sadece Tevrât değil o zamana kadar
dünyaya gelen diğer bütün peygamberlerin mukaddes kitapları da tahrip olmuştu.
M.Ö. beşinci yüzyılda, İsrail oğullarının esareti sona erip onlardan birçoğu
Babil’den Filistin’e dönünce; Hz. Üzeyir, (Ezra) diğer bazı din adamları ve
âlimlerin yardımıyla Hz. Musa (a.s.)’nın sireti ile birlikte İsrail oğullarının
tarihini hazırladı ve bu eserlerde şurada burada bulundukları veya
hatırlayabildikleri Tevrat’ın bazı ayetlerini de ekledi. Bundan sonra, M.Ö.
dördüncü yüzyıldan M.Ö. ikinci yüzyıla kadar kimlikleri tesbit edilmeyen bazı
kimseler, kendilerinden birkaç yüzyıl önce dünyaya gelmiş ve burada yaşamış olan
peygamberlerin hayat ve eserlerini bilinmeyen kaynaklardan toplayarak ciltler
dolusu kitaplar yazıverdiler ve bunların hepsini İncillere eklediler. Mesela,
M.Ö. 300’de meçhul bir şahıs Hz. Yunus üzerinde bir kitap yazarak İncillere
ilâve etti. Halbuki, Hz. Yunus (a.s.) M.Ö. 800’de yaşamış bir peygamberdi.
Zebur ise Hz. Davud (a.s.)’un vefatından 500 yıl sonra kaleme alındı. Bu kitaba
Hz. Davud’un hayatı ve talimatının yanı sıra, hangi kaynaklardan geldiği
bilinmeyen yaklaşık 100 meçhul şairin şiirleri de ilâve edildi. Aynı şekilde Hz.
Süleyman (a.s.) M.Ö. 933’de vefat etmişti, ama Hz. Süleyman’ın Meseller
Kitabı, M.Ö. 250’da kaleme alındı ve buna da pek çok düşünür ve âlimin sözleri
ve vecizeleri eklendi. Bunların hepsi, İncil’in birer parçası haline getirildi.
Kısacası, İncil’lerin hiçbir cildine güvenilmez, çünkü bunların
hiçbiri ilgili peygamberler tarafından doğrudan hazırlanmamış veya
yazılmamıştır. Üstelik, İbranice olarak kaleme alınan bu kitaplar da Kudüs’ün
M.S. 70’de ikinci defa yağma edilmesi sırasında tahrip oldular. Bu kitapların
sadece Yunanca tercümeleri sağlam kalabildi. Bu tercümeler M.Ö. 258’dcn miladî
birinci yüzyıla kadar yapılmıştı, İbranice İncili, miladî İkinci yüzyılda ise
Hıristiyan aziz ve din adamları, geriye kalmış olan yazma eserleri ve
müsveddelere dayanarak hazırladılar. Bu İncil’in en eski nüshası Miladî 916’da
yazılmış olanıdır. Bunun dışında İncil’in İbranice nüshası yoktur. Ölü Deniz (Lût
Gölü) yakınlarında Kumrân mağarasından çıkarılan İbranice tomarlar da en çok M.S.
ikinci ve birinci yüzyıl gerisine kadar gidebiliyorlar ve bunlarda İncil’in
bölük pörçük bölümleri vardır. Sâmiriler arasında revaçta olan İncil’in ilk beş
kitabının mecmuasının en eski nüshası ise ancak miladî on birinci yüzyılda
yazılandır. Daha önce bahsettiğimiz İncil’in Yunanca tercümesi yanlışlıklarla
doluydu. Bu hatalı nüshalara dayanılarak miladî ikinci ve üçüncü yüzyıllarda
Lâtince tercümeleri hazırlandı. Hz. Musa ile kendisinden sonra gelen
peygamberlerin hayatı ve talimatını ihtiva eden malzeme bundan ibarettir. Bunun
muteber olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bunların dışında, Yahudiler arasında kulaktan kulağa ve nesilden
nesile geçen bazı rivâyetler vardı. Bunlara Sözlü Yasa (Şifahî Kanun)
denilirdi. Bunlar 1300-1400 yıla kadar şifahî kaldıktan sonra ancak Miladî
ikinci yüzyılın sonlarına ve üçüncü yüzyılın başlarına doğru Şem’ûn oğlu Yehuda
adlı Rabbî bunları “Mishnah” adında bir kitapta topladı. Filistinli Yahudi ulema
ve fakihler bu kitabın şerhlerini “Halaka” adında ve Babil’li ulema, “Haggâdah”
adında üçüncü yüzyıldan beşinci yüzyılına kadar yazdılar, işte bu üç kitabın
mecmuasına “Talmud” denilir. Böylece Talmud’un da kaynakları belirsiz ve
doğruluklarının ölçüsü bilinmeyen rivâyetlerden meydana geldiği bir gerçektir.
19.1.5. Hz. Îsa
ve Hıristiyanlara Ait Kitapların Durumu
Aynı vaziyet Hz. Îsa’nın siret ve tâlimâtı için geçerlidir.
Cenab-ı Allah tarafından vahiyle Hz. Îsa’ya inen asıl İncil’in tümü sözlü
olarak kendisi tarafından halka duyurulmuş ve şâkirdleri tarafından da daha
sonraki devirlerde halka sözlü olarak duyurulmuştu. Zamanla Hz. Îsa’nın hayatı
ve talimatı, İncil’in ayetleriyle karıştırıldı. Bunların hiçbiri ne Hz. Îsa’nın
zamanında ne de hemen sonraki devirde yazıldı. İncilleri yazma işini, Yunanca
bilen Hıristiyanlar yaptılar. Halbuki, asıl İncil Süryânice idi. Bizzat Hz.
Îsa’nın dili Süryânice veya Arâmî idi ve öğrencileri de aynı dili biliyor ve
konuşuyorlardı. İncil’in Yunanlı yazarları, Kitab-ı Mukaddes’in ayetlerini Arâmî
olarak dinlediler ve Yunancaya aktardılar. Bu yazarların kaleme aldıkları
İncil’in hiçbiri miladî 70’ten önce yazılmamıştır. İncillerde hangi sözleri Hz.
Îsa’nın söylediği ve hangi sözleri yazarların kendileri ilâve etlikleri, ilâhî
kelâmın nerede başladığı ve nerede bittiği de anlaşılmıyor. Ayrıca, bu
İncillerin asılları da hiçbir yerde bulunmuyor. İnciller arasında yer alan “Ahd-i
Cedid” (Yeni Ahid)’in binlerce nüshası toplandı, ama bunlardan hiçbirinin
yazılış tarihi dördüncü yüzyıldan öteye gitmez. Hatta bunlar da nâdiren
bulunuyor. Genellikle, on birinci ile on dördüncü yüzyıllarda yazılmış ve
basılmış olan İnciller makbul ve yaygındır. Mısır’da papirüs üzerinde yazılan
İncil’in bölük pörçük parçalarının da ancak üçüncü yüzyıla ait olduğu
söyleniyor. İnciller’in Yeni Ahd’i oluşturan bölümleri Yunancadan Lâtinceye
nasıl, ne zaman ve kimin tarafından çevrildiği hâlâ açıklık kazanmamıştır.
Dördüncü yüzyılda Papa’nm emriyle bu İnciller gözden geçirildi ve daha sora on
altıncı yüzyılda gözden geçirilen lâtince nüshaları bir yana bırakılıp, Yunanca
nüshalarından tekrar Lâtince’ye çevrildiler. Muteber ve meşru sayılan dört İncil
muhtemelen 200 yılında Yunancadan Süryâniceye çevrildiler, fakat bunların da en
eski nüshaları dördüncü yüzyıla aittir. Beşinci yüzyıla ait olan bir yazma
nüshası bulunmuşsa da bu nüshanın dördüncü yüzyılınkinden çok farklı olduğu
gözlenmiştir. Süryâniceden Arapçaya tercüme edilen nüshaların da en eskileri
ancak sekizinci yüzyıla aittirler. Şurası da unutulmamalıdır ki, yaklaşık 70
adet İncil ayrı ayrı kişiler tarafından ayrı ayrı zamanlarda kaleme alınmış, ama
bunlardan sadece dördünün geçerli ve güvenilir olduğu kilise tarafından kabul
edilmiştir. Ne var ki, İncillerin reddi veya kabulü için ne gibi ölçüler
kullanıldığı hiçbir kimse tarafından bilinmiyor. Bu hususta herhangi bir kesin
ve inandırıcı bir açıklama yapılmamıştır. Bu tür bir malzemeye dayanılarak Hz.
Îsa’nın şahsiyeti, biyografisi ve öğretilerini örnek alabilir miyiz?
19.1.6.
Zerdüşt’ün Sireti ve Talimatı
Peygamberlerin dışında diğer bütün din kurucuları ve dini
liderlerin durumu da aynıdır. Meselâ Zerdüşt’ü ele alalım. Bu zâtın doğum tarihi
bile kimse tarafından doğru dürüst bilinmiyor. Bütün bildiklerimiz,
Zerdüşt’ün, Büyük İskender’in İran’ı fethetmesinden yaklaşık 250 yıl önce veya
M.Ö. 550’de yaşamış olmasıdır. Zerdüşt’ün kitabı “avesta”nın aslı ortada yoktur,
ayrıca yazılmış olduğu asıl dili de artık konuşulmuyor. Dokuzuncu asırda
avestâ’nın bazı bölümleri 9 cilt halinde tercüme edilmiş ve açıklamaları da
yazılmıştı. Ne var ki bunların ilk iki cildi muhafaza edilemedi ve kayboldular.
Bu kitabın en eski nüshası artık on üçüncü asra aittir. Zerdüşt’ün kitabının
halini gördünüz. Hayatına ve talimatına gelince bizim bildiklerimiz ancak
şunlardan ibarettir: Zerdüşt 40 yaşında vaaz ve telkinlerine başladı. İki yıl
sonra İran İmparatorlarından Gustasp onun dinini kabul etti ve Zerdüştlüğü veya
Mecusiliği İran’ın resmi dini olarak benimsedi. Zerdüşt yaklaşık 77 yaşında
iken öldü ve öldükten sonra hayatı ve öğretileri esrar perdesine büründü.
Hakkında değişik efsane ve destanlar yazıldı, ama bunlardan hiçbiri onun
şahsiyetini ve talimatın aydınlatmadı, aksine daha da karmaşık bir hale getirdi.
Kısacası, bunların hiçbirinin tarihi hüviyeti ve bilimsel niteliği yoktur.
Dünyanın en ünlü dinî simalarından biri de şüphesiz Buda’dır.
Zerdüşt gibi onun da bir peygamber olma ihtimali vardır. Ancak Buda,
arkasından herhangi bir kitap bırakmamıştır. Buda’nın dini inanç ve
görüşlerini benimseyenler de herhangi bir kitap bıraktığını iddia etmiyorlar.
Vefatından ancak 100 yıl sonra hayat hikâyesi ve sözlerinin kaleme alınmasına
dikkat edildi ve bu çalışmalar birkaç yüzyıl devam etti. Fakat, bu çalışmaların
sonunda hazırlandığı belirtilen ve Budizm’in başlıca dini kitapları olarak
ortaya çıkan eserlerin herhangi bir tarihi veya ilmi değeri yoktur. Bunlarda
Buda’nın hayatı ve talimatı hakkında herhangi bir kaynak gösterilmemiştir.
19.2. HZ. MUHAMMED MUSTAFA (A.S.)’NIN
SİRET VE TÂLİMÂTI AYNEN MUHAFAZA EDİLMİŞTİR
Sözün kısası, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dışında, hidayet
için diğer peygamberler ve din kurucularının siret ve talimatına müracaat
ettiğimizde hiçbir muteber, meşru ve mükemmel kaynakla karşılaşamıyoruz. Bütün
bu şahsiyetlere ait olduğu bildirilen biyografi, söz ve kutsal kitapların,
şüpheli, eksik ve çelişkili tarafları olduğunu görüyoruz. Bu sebeple, ister
istemez daha güvenilir ve sağlam bir kaynağa başvurmalıyız. Biz, ister istemez,
tahrif edilmemiş güvenilir ve içinde başka insan ve grupları söz ve talimatının
Allah’ın söz ve talimatıyla karıştırılmamış olduğu bir kitabı bırakmış olan bir
peygamberden hidayet almalıyız. Bu peygamber, Hazreti Muhammed Mustafa
(a.s.)’dan başkası değildir.
19.2.1. Kur’ân-ı
Kerim, En İyi Muhafaza Edilmiş İlâhî Kitaptır
Hz. Muhammed (a.s.) kendisine bir kitabın nâzil olduğunu ve
bunun İlâhî bir kitap olduğunu kesin bir ifade ile anlatmıştır. Gerçekten de bu
kitabı enine boyuna incelediğimizde hiçbir değişikliğe ve tahrife uğramadığını
anlıyoruz. Bu kitapla Hz. Muhammed’in kendi sözlerine hiç yer verilmemiştir.
Bunun tamamıyla Allah’ın kelâmı olduğuna dikkat edilmiştir. İncil’in aksine bu
kitaba, Hz. Muhammed’in hayatı, sözleri, Arapların tarihi ve bunun iniş
tarihinde meydana gelen çeşitli olaylar, hikâye, masal veya atasözleri de
katiyen ilâve edilememiştir. Böylece Allah’ın temiz, nezih ve duru sözleri aynen
muhafaza edilmiştir. Ayrıca bu kitaba giren tek bir kelime, tek bir nokta
eksilmemiştir. Bu kitap Hz. Muhammed (a.s.) zamanında ne ise daha sonraki
yüzyıllarda da aynı kalmıştır.
Bu kitap, Hz. Nebî-yi Kerîm’e inmeye başladığı zamandan beri her
cümlesi ve her kelimesinin kayda geçirilmesine dikkat edilmiştir. Peygamber
efendimiz (a.s.)’e vahiy gelir gelmez kâtipler çağırılır ve vahyolunan kelâm
derhal kâğıda dökülürdü. Bu işe bizzat Hz. Peygamber (a.s.) nezaret ederdi.
Vahyolunan ayet veya sûre yazıldıktan sonra onları dikkatle okutur ve dinlerdi.
Daha sonra iyi bir yerde muhafaza ederdi. Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.) her
vahiyden sonra kâtibine, hangi sûre ve hangi ayetten sonra ya da önce
yerleştirmesi gerektiği de söylerdi. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim vahyolundukça, Hz.
Peygamber bunu toplama ve düzenleme işini de yapıyordu. Vahiyler sona erince de
mükemmel bir kitap ortaya çıkmış oldu.
İslam’ın başlamasından beri; namazlarda, Kur’ân-ı Kerim’in
ayetlerinin okunması emredilmişti. Böylece, vahiyler geldikçe sahabeler
bunların hepsini ezberlemeyi âdet haline getirmişlerdi. Sahabelerin pek çoğu
bütün Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmişlerdi. Diğerleri de pek çok bölümlerini iyi
biliyorlardı. Okuma yazmayı bilen sahabelerden bazısı ise kendi istifadeleri
için bütün sûre ve ayetleri bir yere yazmışlardı. Kısacası, Kur’ân-ı Kerim, taa
Hz. Muhammed (a.s.)’in sağlığında dört yoldan kesin bir biçimde muhafaza
edilmeye çalışılmıştı:
1) Hz. Peygamber (a.s.) kendisi Kur’ân-ı Kerim’in tamamını
kâtiplerine yazdırmıştı.
2) Sahabelerin pek çoğu, bütün Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemişlerdi.
3) Sahabeler, namazlarında Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini okumakla
mükellef oldukları için, bu ilâhi kitabın önemli bir bölümünü ezberlemişlerdi.
Sahabelerin sayısı da küçümsenecek cinsten değildi. Nitekim, Hz. Rasûl-ü Ekrem
(a.s.)’in son haccına 140 bin sahabe katılmışlardı. Bunların hepsinin Kur’ân-ı
Kerim’in şu ya da bu ayetlerini bildiği ve hıfzettiği düşünülmelidir.
4) Okuma yazma bilen sahabelerin önemli bir bölümü kendi
kendine, Kur’ân-ı Kerim’i buldukları malzemelere yazmış ve doğru yazıp
yazmadıklarını Hz. Peygamber (a.s.)’e kontrol ettirmişlerdi.
Binanealeyh, bugün her müslümanın evinde bulunan Kur’ân-ı
Kerim’in, kelimesi kelimesiyle, Rasûlullah (a.s.)’a inmiş olan Kur’ân’ın aynısı
olduğuna en ufak bir şüphe yoktur. Hazreti Peygamber’in vefatından sonra ilk
halife Hz. Ebû Bekr, bütün ezberlemiş ve yazılmış metinlere dayanarak Kur’ân-ı
Kerim’i bir kitap haline getirdi. Hz. Osman (r.a.) devrinde hazırlanan resmî
metnin kopyaları İslâm dünyasının bütün merkezlerine gönderildi. Bu kopyaların
ikisi hâlâ muhafaza edilmektedir. Bunlardan biri İstanbul’da ve ikincisi
Taşkent’te bulunuyor. Canı isteyen, elindeki matbu nüshasıyla bu kopyaları
karşılaştırabilir, en ufak bir fark göremeyecektir. Fark olmasına imkân da
yoktur, çünkü Hz. Peygamber (a.s.)’in yaşadığı devirden başlayarak çağımıza
kadar milyonlarca hâfız Kur’ân-ı Kerim’i baştan sonuna kadar sinelerinde
muhafaza etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’i okurken en ufak bir değişiklik yapıldığı
veya hata işlendiği takdirde hafızlar derhal müdahale ederek doğrusunu
söyleyebilirler. Geçen yüzyılın sonlarına doğru, Batı Almanya’nın Münih
Üniversitesi’ne bağlı bir Enstitü, İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden toplam
42 bin yazma ve matbu nüshasını toplamıştı. Bu nüshalar üzerinde 50 yıl
araştırma ve incelemeler yapıldı ve sonunda hazırlanan raporda bu nüshalarda
kitabet (yazı), dizgi ve baskı hatalarından başka herhangi bir yanlışlık
bulunmadığı sonucuna varıldığı açıklandı. Halbuki araştırmaya konu olan nüshalar
arasında hicrî birinci yüzyıldan hicrî on dördüncü yüzyıla ait her türlü
nüshalar vardı. Maalesef, bu değerli çalışmanın yapıldığı enstitü, İkinci Dünya
Savaşında Müttefik kuvvetlerinin yaptığı bombardımanlar sırasında yerle bir
oldu, ama her türlü takdire lâyık olan bu çalışmanın sonuçlan hâlâ dünyanın
gözlerinin önündedir.
Kur’ân-ı Kerim ile ilgili bir noktaya daha işaret etmeliyiz.
Kur’ân-ı Kerim’in dili yaşayan bir dildir. Bugün Irak’tan Fas’a kadar 120
milyondan fazla insanın ana dilidir ve Arap dünyasının dışında da yüz binlerce
ve milyonlarca insan bu dili bilmektedirler. Arapça grameri, lugatı, kelime
haznesi, kelimelerin telaffuzu ile ilgili kuralları, deyimleri ve atasözleri
geçen 1400 yıldan beri aynen muhafaza ediliyor. Arapçayı bilen herkes, 1400 yıl
önce Arapların Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anladığı gibi bugün de okuyup
anlayabilir.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)
bütün peygamber ve din kurucuları ile dinî liderler arasında en yüksek mevkiye
sahiptir. Cenab-ı Allah tarafından insan ırkının hidayeti için, Hz. Peygambere
(a.s.) indirilen Mukaddes Kitap asıl dili ve şekliyle hâlâ muhafaza
edilmektedir.
19.2.2. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Sireti ve Sünnetinin Güvenirliliği
Şimdi meselenin ikinci noktasına dikkat edelim, ki bu açıdan da
Rasûlullah (s.a.) diğer lider, peygamber ve din kurucularından daha üstündür.
Nasıl ki Hz. Peygamber’e inen kitabullah Mu’cizevi şekilde muhafaza edilmişse,
onun sireti ve sünneti de aynı itina ve ihtimamla muhafaza edilmiştir. Hz.
Peygamber’in doğumundan, verdiği son nefesine kadar kendisini görmüş,
yaşantısını izlemiş, sözlerini dinlemiş, nutuklarını duymuş, herhangi bir şey
için verdiği emri işitmiş ya da herhangi bir şeyden men’ettiğine kulak vermiş
olan çok sayıdaki insan, her şeyi hatırlamış not etmiş ve daha sonraki kuşaklara
aktarmışlardır. Bazı araştırmacı ve bilginlerin tahminlerine göre bu gibi
insanların sayısı 100 bine yakındı. Bunlar kendi gözleriyle gördüklerini ve
kulaklarıyla duyduklarını kendilerinden sonraki nesillere iletmişlerdir.
Rasûlullah (a.s.) bazen emir ve buyruklarını yazdırmak suretiyle çeşitli
yerlere göndermişti ki, bunlar da sonraki nesiller tarafından muhafaza
edilmiştir. Sahabelerden en az 6’sı, yazdıkları hadisleri Hz. Peygamber’e (a.s.)
kontrol ettirmişlerdi. Bu yazılı hadisler de muhaddisler ve araştırmacılar
tarafından kullanıldı. Rasûlullah (a.s.)’ın vefatından sonra en az 50 sahabe Hz.
Peygamber’in özgeçmişi, yaşantısı, sözleri ve emirlerini kâğıda döktüler. Bunlar
da muhaddis, müfessir ve fakihler tarafından bol bol kullanıldı. Buna ilâveten,
Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı ve talimatını şifahen muhaddislere anlatan
sahabelerin sayısı biraz önce işaret ettiğimiz gibi, 100 bini buluyordu. Bu
öyle şaşılacak bir şey değildir, çünkü Haccet’ul Vedâ’da. 140 bin sahabe hazır
bulunmuştu. Bu kadar çok sayıda insan Rasûlullah (a.s.)’ı Hac yaparken gördü,
haccın nasıl yapılacağını öğrendi ve son hutbesini dinlediler. Bu kadar
kalabalık bir insan topluluğunun hacdan sonra dağılınca, hacılar
memleketlerine dönüp akraba, dost, ahbab ve diğer yakınlarına hac yolculuğu ve
haccın vecibeleri hakkında bilgi vermedikleri düşünülemez. Sadece bu tek bir
olaydan, Hz. Muhammed (a.s.) gibi büyük bir şahsiyeti görmüş, onunla beraber
müşrikler ve kâfirlerle mücadele etmiş ve hayatının çeşitli merhalelerinde
kendisiyle haşir neşir olanlardan gerek Arabistan’da gerekse diğer ülkelerde
insanların ne büyük bir merakla Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti, sözleri ve
emirleri hakkında bilgi almak istediklerini tahmin edebiliriz.
Sahabelerden daha sonraki nesillere ulaşan hadisler hakkında son
derece titiz bir çalışma yapıldı. Rasûl-ü Ekrem (a.s.) ile ilgili herhangi bir
hadisi rivâyet eden kişi ilk önce süzgeçten geçirilirdi, onun kişiliği ve
karakteri incelenir ve doğru söyleyip söylemediği araştırılırdı. Böyle bir
kişi, rivâyet ettiği hadisin bütün kaynaklarını bir zincir şeklinde vermek
zorundaydı. Hz. Peygamber’e kadar uzanan bu zincirde herhangi bir kopukluk
olmadığına dikkat edilirdi. Zincirin herhangi bir halkasının kaybolması halinde
hadise itibar edilemezdi. Halkalar yerli yerinde olsa dahi, arada bir râvi
şüpheli veya güvenilmez görüldüğü takdirde de bu hadis nazar-ı itibara
alınmazdı. Bu noktaya biraz dikkat edecek olursanız, dünyada hiçbir insanın
hayatı ve eserleri konusunda böylesine itina ve ihtimam gösterilmediğine karar
verirsiniz. Dünyada sadece Hz. Peygamber (a.s.), kendisiyle ilgili herhangi bir
şeyin söz konusu olduğu zaman o şeyin sayısız süzgeç ve kontrolden geçtiği
şerefine nail olmuştur. Bir rivâyet veya hadisi anlatan tek bir kişi değil
birçok kişi süzgeçten geçmiş ve Hz. Peygamber (a.s.)’e kadar dayanan rivâyet
zincirinde her halkanın sağlam olmasına dikkat edilmiştir. Başka bir deyimle,
bir hadisin bütün râvilerinin doğru ve güvenilir olması araştırılmıştır. Bu
maksatla râvilerin özgeçmişi ve kişilik ile karakterleri didik didik edilmiş,
bu hususta ciltler dolusu kitaplar kaleme alınmıştır. Bu kitaplarda hangi
râvinin ne ölçüde güvenilir olduğuna hüküm verilmiştir. Bu kitaplarda ve
biyografilerde hangi râvinin ne gibi bir karaktere sahip olduğu, aklı ve
zekâsının nasıl olduğu, hafızasının yerinde olup olmadığı, olayları anlatma ve
aktarma kabiliyetinin nasıl olduğu, kimlerden bu rivâyeti duyduğu, ne gibi
arkadaşları olduğu, fikir ve inançları ne olduğu, gösterdiği kaynakların doğru
olup olmadığı, yalan söyleyip söylemediği, bir ard niyeti olup olmadığı, bir
şeyi uydurup uydurmadığı etraflıca anlatılmıştır. İşte bu çalışmalar
sayesindedir ki, muteber ve güvenilir hadislerin büyük bir hazinesi toplanmış
oldu ve bunlardan hangisinin inanılır, güvenilir ve zayıf olduğunu bugün
rahatlıkla söyleyebiliriz, insanlık tarihinde, hayatı ve talimatının bu kadar
sağlam ve güvenilir şekilde nesilden nesile aktarılmış olan başka bir şahsiyet
var mıdır? Tarihte bir şahsiyetin sireti ve eserleri hakkında herhangi bir
rivayette bulunan binlerce kişinin hayat ve karakterleri hakkında ciltler dolusu
kitapların yazıldığının başka bir misali var mıdır? Çağımızda Hıristiyan,
Yahudi şarkiyatçı ve alimleri, hadislerin sağlıklı olmadığını ispatlamak
gayesiyle bütün yollara başvuruyorlar, zira onların dini kitapları ve
peygamberlerinin hayat ve eserleri hakkında güvenilir herhangi bir kaynaklan
yoktur. Kin, nefret, taassup ve kıskançlık sebebiyle bu sözde âlimler, İslam,
Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber (a.s.) üzerine araştırma ve ilmî çalışmalar
yaparken, bu hususta dikkat edilmesi gereken en basit kurallara bile riayet
etmiyorlar.
19.2.3.
Rasûlullah (a.s.)’ın Hayatının Her Yönü Bilinmektedir
: Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in sireti sadece son derece
güvenilir olması bakımından dikkate değer değildir, bunun çok ayrıntılı ve çok
yönlü olması da takdire şayandır. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının her safhası
ve siretinin her yönü, en küçük ayrıntılarına kadar bize intikal etmiştir. Bu
bakımdan, tarihin başka bir şahsiyetinin hayatının bu kadar detay ile kayda
geçirildiğine tanık olamıyoruz. Hazreti Peygamber (a.s.)’in ailesi nasıldı?
Nübüvvet’ten önceki hayatı ve yaşantısı nasıldı? Nübüvveti nasıl elde etti?
Kendisine vahiyler nasıl inerdi? İnsanları İslâmiyete nasıl davet etti?
Muhalifleri ve düşmanlarıyla nasıl başa çıktı? Çevresindeki sadık ve fedakâr
sahabelerini nasıl yetiştirdi, nasıl eğitti? Kendi evinde nasıl bir insandı?
Karısı ve çocuklarına nasıl davranırdı? Dostları ile düşmanlarına karşı tutumu
nasıldı. Onlara nasıl davranırdı? Kendi ahlâkı nasıldı? Başkalarına ne gibi bir
ahlâk öğretti? Hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin kötü olduğunu söyledi?
Hangisine izin verdi, hangisini yasakladı? Bunların hepsi en küçük
ayrıntılarına kadar hadis ve siret ile ilgili kitaplarda yer almışlardır.
Rasûlullah (a.s.) bir peygamber ve dini lider olmasının yanı sıra askeri bir
kumandandı. Komutasında cereyan eden bütün savaşlar ayrıntılı olarak tarih
sayfalarına geçmişlerdir. Hz. Peygamber (a.s.) ayrıca bir devlet başkanıydı ve
kurduğu devlet ile hükümetin bütün tafsilatını da kitaplarda bulabiliri; .
Rasûlullah (a.s.) bir hâkim ve yargıçtı da baktığı davalar ile verdiği
kararların bütün teferruatları kitaplarda vardır. Rasûlullah (a.s.) bir
müfettiş gibi çarşı, pazar ve sokaklara da çıkardı, yapılan alışverişi izlerdi,
yanlış gördüğü şeyleri yasaklardı ve insanların bunlardan sakınmalarını
isterdi, doğru gördüğü şeyleri tasvip ve teşvik ederdi.
Kısacası, yaşadığı hayatın hiçbir yönü bizden gizli ve saklı
değildir.
Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, biz herhangi bir taassup,
tarafgirlik ve tutarsızlıkla hareket etmeden gayet ölçülü, objektif ve bilimsel
açıdan bütün liderler, din kurucuları ve peygamberler arasında bütün
insanlığın örnek alabileceği tek şahsiyetin Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
olduğunu söylüyoruz. Hz. Muhammed’in insanlara sunduğu Kitabullah asıl şekliyle
muhafaza edilmiştir ve sireti, insanların doğru yolu bulmaları için gerekli
olabilecek bütün ayrıntılarıyla ve güvenilir kaynaklardan bize ulaşmıştır.
Şimdi gelin, Siret-i Muhammediyye’nin bize ne gibi bir mesaj
verdiğini ve bize nasıl doğru yolu gösterdiğini görelim.
19.2.4.
Rasûlullah (a.s.)’ın Mesajı Bütün İnsanlara Yöneliktir
Hz. Muhammed (a.s.)’in mesajının ilk dikkat çekici yanı, her
türlü renk, ırk, dil ve vatan ayrımını bir kenara itip, insanları sadece
İnsanlar olarak kabul etmesidir. Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği din ve inanç
sis- • temi bu hususta bazı altın usuller vermektedirler, ki bunlar insanlığın
refah ve saadetini teminat altına almaktadırlar. Bu usulleri kabul edenler
müslüman oluyor ve evrensel İslâm ümmetinin bir ferdi haline
geliyor. Onlar ister siyah, ister beyaz olsun, ister Doğulu ister Batılı olsun,
ister Arap ister Acem olsunlar, hepsi aynı camiada yer alıyorlar. Bir insan
nerede olursa olsun, hangi millete, ırka veya toprağa bağlı olursa olsun,
hangi dili konuşuyorsa konuşsun, derisinin rengi ne olursa olsun, mutlaka
Rasûlullah (a.s.)’ın muhatabıdır ve yaptığı davetini kabul ediyorsa, her
bakımdan eşit şartlarla müslüman toplumun bir üyesi haline geliyor. İslâm’da
kast sistemi yoktur, İslâm’da küçük, büyük farkı, ırk ve sınıf ayrımı, milli ve
kültürel üstünlük ve coğrafi, ırkî imtiyaz yoktur. İnanç birliği sağlandıktan
sonra İnsanlar ile İnsanlar arasında fark gözeten bir kişinin veya grubun Ümmeti
Muhammediye’de bir yeri yoktur.
19.2.5. Renk ve
Irk Ayrımına İndirilen Darbe
Dikkat ederseniz, bunun, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla
insanlığa gelen en büyük nimetlerden biri olduğunu anlarsınız. Gerçekten,
insanlara ve insanlığa en büyük zarar, İnsanlar arasında imtiyaz ve farklardan
gelmiştir. İnsan bazı memleketlerde pis ve iğrenç ilân edilmiş ve hayvan
muamelesi görmüştür. Hindistan’da kitlelerin haklarını gaspeden Brahmanlar işte
bunu yapmışlardır. Bazı memleketlerde ve kıtalarda, meselâ Amerika’da ve
Avustralya’da insanların kitleler halinde öldürülmesi ve soylarının ortadan
kaldırılması fazilet sayılmıştır. Çünkü yabancı istilâcıların yerleşmeleri için
yeni topraklara ihtiyaç duyulmuştur, İnsanlar bazen yakalanıp köle edilmiş ve
hayvan gibi çalıştırılmışlardır, zira onların kusuru Afrika kıtasında doğmuş
olmalarıdır. Kısacası, milliyet, ırk, vatan, renk, dil ve kültür ayırımları ta
eski çağlardan beri insanlığın kanayan yarası olmuş, birçok fitne ve fesâda
hatla büyük felâketlere yol açmışlardır. Sırf bunlar yüzünden bir ülke başka bir
ülkeye saldırmış, bir millet başka bir millete tecavüz etmiş ve bazen nesiller
ve ırklar ortadan kaldırılmıştır. Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği mesaj bu tür
suni farklılıklar ile ayırımlara ağır darbe indirmiş ve İnsanlar arasında
birlik, beraberlik, sevgi ve kardeşlik şuurunu yaratmıştır. Gerçek şu ki,
İslâmiyet’in birlik, eşitlik ve barış mesajı düşmanları tarafından bile teslim
ediliyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nde zencilerin lideri Malcolm-X bir
zamanlarda siyah ırkçı hareketinin önde gelen simalarından biriydi. Ama
İslâmiyeti kabul edip hacca gidince ırkçı görüşünde 180 derecelik bir
değişiklik oldu. Malcolm-X Ka’be’de Doğu ile Batı ve Kuzey ile Güney’den her
renk, her ırk, her millet ve dili konuşan insanların aynı tip elbise giyip, tek
ağızla “Lebbeyk Lebbeyk…” diyerek Allah’ın evini tavaf ettiklerini ve aynı
imamın arkasında tek vücut olarak namaz kıldıklarını görünce ırk ayrımının en
iyi tedavisinin İslam’da bulunduğunu haykırmaktan kendini alamadı. Bu lideri,
beyaz ırkçı Amerikalılar pusu kurarak öldürdüler, ama onun yayımlanmış olan
anılarını okuyarak, hacc’dan ne kadar çok etkilendiğini görebilirsiniz.
Hac, İslâmiyet’in vecibe ve ibadetlerinden sadece birisidir.
Eğer bir kişi tarafsız ve objektif bir biçimde İslâmiyeti incelerse, hiçbir
talimatının falanca millet veya ırkın lehinde olduğunu söyleyemez. Hakikatte,
İslam dininin tümü evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bu tek bir grup, zümre,
millet ve topluluğun dini değil, bütün insanlığın dinidir ve bu husus fiilen
ispatlanmıştır. İslâmiyet’i kabul eden bir şahıs derhal İslam kardeşliğinin bir
ferdi oluveriyor. İslâmiyetin amacı ve hedefi evrensel İslam kardeşliğini
kurmaktır ve bu hedefe doğru adım adım ilerlemektedir. Müslümanlar, gayri müslim
olanlara bile, beyazların siyahilere reva gördüğü muameleyi, emperyalist
kuvvetlerin mazlum milletlere yaptıkları kötülükleri yapmaz, komünist
rejimlerin komünist olmayanları çizmelerinin altına aldıkları gibi almaz ve
bizzat ülke içindeki muhaliflerine yaptıkları zulmü yapmaz.
Bundan sonra sanırız, sıra, Hazreti Peygamber’in, insanlığın
refahı için getirdiği kaide ve kuralların anlatılmasına gelmiştir.
19.2.6. Allah’ın
Tek Oluşunun Geniş Anlamı
Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği kaide ve kurallarının başında
Tevhid, yani Allah’ın tek oluşunu kabul etmek gelir. Aslında Tevhid geniş bir
kavramdır ve bu sadece, Allah’ın varolduğu ve tek olduğu anlamında değildir.
Aksine, bu kavrama göre kainat’ın tek ve rakipsiz yaratıcısı, sahibi,
planlayıcısı ve hükümdarı, Allahu Teâlâ’dır. Bütün kâinat’ta tam manasıyla
hâkim ve muktedir olan başka bir güç yoktur. Başka bir güç insanlara emir verme
veya bazı şeylerini yasaklama hakkına sahip değildir. Başka herhangi bir zât
helâl ve haram konusunda son sözünü söyleyemez. Zaten bu gibi hak ve yetkiler
ancak Yaradan ve Mâlik’in olabilir. Ancak böyle bir varlık kulları için kendi
yarattığı evrende bazı şeylere izin verebilir ve bazı şeyleri yasaklayabilir.
İslâm diyor ki kullar Allah’ı her bakımdan, her şeyden büyük ve her bakımdan
üstün olarak kabul etmelidirler. İnsanlar, Tek Allah’tan başka kimsenin kulları
değillerdir ve O’nun emrinin dışında onlara başka kimse hükmedemez. İnsanlar,
Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemeli ve kimseye hizmet etmemelidirler.
Hayat ve memâtın sahibinin sadece Allah olduğu düşünülmelidir. Cenâb-ı Allah
istediği ân bizi öldürebilir ve istediği ân bizi tekrar yaşatabilir. Eğer Allah
birini öldürmek istiyorsa onu kimse kurtaramaz ve Allah yaşatmak istiyorsa onu
kimse öldüremez. İşte, İslam’ın Allah kavramı budur.
Bu kavrama bağlı olarak yerden göklere kadar her şeyin Allah’a
tabi olduğunu belirtmeliyiz. Bu dünyada ve evrende Allah’ın bir eseri olarak
bulunmakta olan insan da ancak Allah’a tabi olarak yaşayabilir. Eğer insan
isyan eder, özerk olmak ister veya Allah’tan başka kimselere itaat ederse onun
bu hareketi bütün kâinat nizamına ters düşecektir. Başka bir deyimle, bütün
kainat Allah’ın emrine bağlıdır, bu bir emrivakidir ve bundan kurtuluş yoktur.
Şimdi biz diğer mahluk ve nesnelerin aksine Allah’a tabi olmazsak, ona itaat
etmezsek, bizim tamamıyla ters yönde olduğumuz muhakkaktır. Güya iki araç ters
yönde gitmektedir. Evren’in yönü başkadır ve bizim istikametimiz başkadır. Böyle
bir durumda çatışma kaçınılmazdır ve yanlış tutumumuzda ısrar ettiğimiz
müddetçe bu çatışma devam etmekte ve büyümektedir.
Bu konuya başka bir açıdan yaklaşalım. Yukarıda belirttiğimiz
kavrama göre insan için en doğru hayat tarzı, Allah’a itaat etmesidir. Çünkü o
bir mahlûk ve Allah onun Hâlık’ıdır. Zaten mahlûk olduğu için hem muhtar veya
özerk olması yanlıştır, hem de kendi Halik’inden başkasına kulluk etmesi hatalı
bir tutumdur. Bu iki yoldan hangisini seçerse hakikat ile çatışmış olacaktır. Bu
çatışmada zarar yine çatışanındır, hakikate bir şey olmaz.
Rasûlullah (a.s.) insanları bu çatışmadan kaçınmaya davet ediyor
ve diyor ki eğer insan rahat, huzur ve saadet istiyorsa, o zaman hayatının
kanununu da evrenin kanununa göre düzenlemelidir. İnsan kendi başına kanun
çıkaramaz ve Allah’ın hâkimiyeti de başkalarına kanun çıkarma ve uygulama hakkı
vermez. Hak olan kanun sadece Allah’ındır, diğer bütün kanunlar
batıldır.
19.2.8.
Peygamber’e İtaate Davet
Bu noktaya gelince, Rasûlullah’ın vaaz, telkin, mesaj ve
dâvetinin ikinci noktasına gelmiş oluyoruz. Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin
Allah’ın rasûlü olduğunu açıkça ilân etmiştir. Hz. Muhammed (a.s.) bütün
insanlığın hidayeti için ilâhi kanunun kendi vasıtasıyla dünyaya
gönderildiğini, kendisinin de bu kanuna bağlı olduğunu, bu kanunda hiçbir
değişiklik yapma hak ve yetkisine sahip bulunmadığını ve yeni bir kanun veya
kural yaratma durumunda olmadığını, bu ilâhi kanunun tümünün Kur’ân-ı Kerim
olduğunu, kendi sünnetinin de bu kitaba göre tatbike lâyık olduğunu, her şeyini
Allah’ın emri ve iradesine göre yaptığını, Allah’ın kanununa ilk boyun eğenin
kendisi olduğunu, daha sonra bütün insanları bu kanuna uymaya çağırdığını ve
diğer bütün kanunların rafa kaldırılması gerektiğini haykırarak söylemiştir.
19.2.9. Allah’tan
Sonra İtaate Lâyık Olan, Allah’ın Peygamberidir
Kimse, Rasûlullah (a.s.)’ın bizzat kendi söz ve fiillerinin
mecmuası olan sünnetine itaat etmesinin imkânsız olduğunu düşünmesin. Gerçek
durumu şuydu: Nasıl ki Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından gelmişti, Hz. Muhammed
(a.s.) Allah tarafında gelen bir peygamberdi ve bir peygamber olarak hangi
şeylere izin veriyor ve hangi şeyleri yasaklıyorduysa, bunların hepsi Allah’ın
emriyle oluyordu. İşte bunun adı Rasûlün sünnetidir ve diğer iman sahipleri
gibi Hazreti Peygamber (a.s.) de bu sünnete veya Allah’ın kanununa uyardı.
Meselâ, sahabelerin falanca emir veya yasağın kendisi tarafından mı yoksa Allah
tarafından mı olduğunu sordukları ve Hz. Muhammed (a.s.) bu sorulara cevap
verdiği zaman iyice vuzuha kavuşurdu. Hz. Peygamber (a.s.), duruma göre hangi
emir ve buyrukların Allah’tan ve hangi görüş ve tavsiyelerin kendisinden
geldiğini açıklardı. Bazı konularda sadece Hz. Peygamber (a.s.)’in şahsi görüşü
söz konusu olunca sahabeler buna karşı fikir serdedebiliyorlardı. Bazen bizzat
Hz, Peygamber (a.s.) bazı sahabelerin fikir ve tavsiyelerini kabul ederdi. Bu
danışma ve müşaveret zaten mevzubahis meselenin Allah’ın emriyle olmadığı
intiba’ını uyandırdı. Zira, Allah’ın bir emri söz konusu olunca danışmaya ve
müşaverete yer kalmazdı. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in hayatında müşavere belli bir
unsur olarak ortaya çıkıyor. Hatta sahabelerin ifadelerine göre, Hz. Peygamber
gibi başkalarına her konuda danışan ve karşı fikirlere saygı gösteren başka bir
kimse yoktu. Bir konuda Allah’ın herhangi bir emri olmadığı durumlarda
çevredekilere danışmakta Rasûlullah (a.s.)’ın önemli bir sünneti ve ananesiydi.
Halbuki, maddi ve manevî her bakımdan ülkesinin en güçlü hükümdarı ve lideriydi.
Hazreti Peygamber (a.s.) arkadaşlarının ve diğer müslümanların aralarında da
müşavere etmelerini teşvik etti. İslâm toplumunu veya yönetiminin temelini
oluşturan “Şûra” geleneğini başlatan kendisiydi. Kısacası, Hz. Peygamber
insanlara, Allah’ın emri söz konusu olunca ona itirazsız itaat edilmesini,
Allah’ın emri söz konusu olmayınca da kendi fikirlerini hiçbir kimseden
korkmadan ve yılmadan söylemelerini öğretti.
19.2.10. Gerçek
Özgürlük Yasası
Bu öylesine büyük ve geniş kapsamlı özgürlük yasasıdır ki Hak
dininden başka hiçbir düşünce sistemi bunu insanlığa getirmemiştir. İslam,
insanların sadece Allah’a kul ve köle olduklarım, başka hiçbir kimseye, hatta
Allah’ın peygamberlerine bile köle olmamalarını öğretmiştir. İslâm, insanları
bir Tek Allah’a kul yapmak suretiyle insanın, inşam sömürmesine, köle etmesine
ebediyen son vermiştir.
Bununla beraber, İslâm’ın getirdiği mesaj insanlara büyük bir
nimet daha ihsan etmiştir. İslam, ilahi kanunun üstünlüğünü açık bir şekilde
dile getirmiştir. Bu kanunun tahrif edilmesi, değiştirilmesi ve yaz-boz tahtası
haline getirilmesine hiçbir imkân yoktur. Dünyanın en güçlü hükümdarı, lideri ve
diktatörü bunun bir tek virgülünü bile değiştirme hak ve yetkisine sahip
değildir. Dünyanın hiçbir yasama meclisi de bu hususta hiçbir şey yapamaz. Bu
kanun, insanlığa hayır ve şerrin daimi değerini vermiştir ve kim ne kadar olursa
olsun, hayrı şerre ve şerri hayıra çeviremez.
19.2.11. Allah’a
Hesap Verme Kavramı
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın kullara öğrettiği üçüncü önemli
nokta, her insanın Allah’a hesap verme durumunda olmasıdır. Hz. Muhammed
(a.s.)’in talimatına göre dünya bir çiftlik ve insan bunun içinde ipini koparmış
bir öküz değildir ki, istediği yerde otlasın ve kimse onun ensesinden tutup ne
yaptığını sormasın. Aksine, insan her söz, her fiil ve her adımı için kendi
Yaradanına cevap vermek durumundadır. Hayatı boyunca dünyada ne yaptığının
raporunu kendisine sunmakla mükelleftir. İnsan dünyadaki hayatı sona erdikten
sonra tekrar dirilecek ve mahşerde Rabbine her şeyin hesabım vermek zorunda
kalacaktır.
Dikkat edilirse, bu kavram ve kural kendisinde müthiş bir ahlâki
ve manevî kuvvet taşımaktadır ve bu inanç bir defa insanın kafasına iyice
yerleştiği takdirde, bütün söz ve hareketleri kontrol eden bir bekçinin, peşine
takılmış olduğunu hisseder. Bu bekçi, insanın her yaptığını bir yere kaydeder ve
attığı her yanlış adımın düzelmesi için kendisini ikaz eder. Yaşamakta olduğu
ülkenin hükümeti ve polisi olsun veya olmasın, onun kendi vücudunda bir müfettiş
ve komiser her zaman vardır. Bu sebeple en yalnız olduğu, ücra köşede ve
karanlıkta bulunduğu sırada bile Allah’a itaatsizlik etmeye cesaret edemez.
Hakikatte, insanın ahlâkının düzelmesi ve sağlam bir karaktere sahip olması için
bundan daha güçlü, etkin ve sürükleyici bir vasıta olamaz. Bu vasıtanın dışında
diğer bütün vasıtalar iyiliğin fayda ve kötülüğün zararlı olduğunu anlatmaktan
öteye gitmez. Doğruluğun en iyi yol olduğu (Honesty is the best policy)
Batı’nın genel bir kuralıdır. Fakat bu kural kötülüğe ve ahlâksızlığa da
açıktır. Şöyle ki, namussuzluk ve ahlâksızlıktan maddi bir zarar gelmiyorsa, bu
da iyi bir yol sayılıyor. Bu tutumun tabii bir neticesi olarak, bireysel yaşantı
ve ilişkiler bakımından örnek ahlâka sahip olanlar bile ulusal ve toplumsal
davranışlarında birer sahtekâr, yalancı, hırsız, zâlim, diktatör ve canavar
olabiliyorlar. Bu tip insanların bazısı bireysel tutum ve davranışlarında da
iki yüzlü bir politika izliyorlar. Yani bazı konularda melek ve bazı konularda
şeytan gibi hareket ediyorlar. Meselâ bazıları kendi ticaret, iş ve
muamelelerinde son derece nazik, kibar ve dürüst olabiliyor, ama özel
yaşantılarında kumarbaz, sarhoş, kadınlara düşkün ve gece hayatına alışık
olabiliyorlar. Zaten Batılılar hayatın iki yanı olduğunu, resmi görev veya
hüviyetin başka, özel ve ailevi yaşantının başka olduğunu ileri sürüyorlar.
Özel yaşantıyla ilgili herhangi bir davranış veya harekete itiraz edildiğinde,
her zaman cevap hazırdır: “Kimsenin özel yaşantısına dokunulmamalıdır”. Bunun
tam aksine, âhirete inanan müslümanlar, kötülüğün her zaman kötü olduğunu
belirtiyorlar. Kötülük dünyada zararlı da olsa, zararsız da olsa, kötülüktür ve
bundan sakınılmalıdır. Bir gün mutlaka Allah’a hesap vereceğini düşünen bir
kişi, hayatını kamu ve özel diye ikiye ayıramaz. Doğruluğu ve namusluluğu
seçiyorsa, bunu sadece en iyi yol ve tutum olduğu inancıyla yapmıyor. Bilâkis
onun tabiatında ve huyunda doğruluk ve dürüstlük vardır. Bir mü’min,
namussuzluğun ve ahlâksızlığın faydalı olabileceği için kabul edilmesi
gerektiğini bir an bile savunamaz, hatta düşünemez. Akide ve inancına göre,
ahlâksızlık ve namussuzluk yaptığı zaman kendisi hayvanlardan da beter
olacaktır. Şu ayete bakın:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık ve daha sonra onu
bütün alçaklardan beter hâle getirdik”. (Tin Sûresi)
Demek ki, Rasûlullah (a.s.)’in önderliğinde İnsanlar sadece
daimî ahlâkî değişmez bir kanun elde etmişlerdir, aynı zamanda bireysel ve
toplumsal ahlâk ve karakter için hiçbir zaman sarsılmayacak bir temele de
kavuşmuşlardır. Bu ahlâk nizamı ve dürüstlük anlayışı öylesine köklü ve
sağlamdır ki, bunun işlemesi ve gerçekleşmesi için harici bir güç ve
organizasyona gerek yoktur.
19.2.12.
Ruhbanlık Yerine Dünya NimetlerindenDürüst Bir Şekilde Yararlanma
Rasûlullah (a.s.)’ın mesaj ve talimatının başka önemli bir yanı
da güzel ahlâkın, rahiplik ve dervişliğe mahsus olmamasıdır. Güzel ahlâkın
değeri ancak bu dünyada normal, ama dürüst bir hayat sürmekte saklıdır. Hayat
her yönüyle yaşanmalıdır, zira bu Allah’ın bir nimetidir. Dünyanın, rahipler ve
dervişlerde aradığı manevî ruhani ve ahlâki fazileti, Hz. Muhammed Mustafa
(a.s.) iktidar koltuğuna ve mahkemenin kürsüsüne getirmiş oldu. Hazreti
Peygamber efendimiz (a.s.) ticarette ve alışverişte Allah’tan korkmayı, namuslu
ve dürüst davranmayı öğretti. Rasûlullah (a.s.) emniyet kuvvetlerine, polislere
ve askerlere sabır, takva ve tevekkül gibi dersler verdi. Dünyayı terk ederek
bir köşeye çekilen ve “Allah, Allah” diye tesbih çekenlerin en temiz, en nezih
ve ermiş kişilerin olduğu yolundaki yanlış fikre son verdi. Asıl takdire lâyık
olanın, bir hükümdar, bir yargıç, bir komutan, bir komiser, bir tüccar, bir
sanayici veya başka bir görevde veya hüviyette olmasına rağmen Allah’tan
korkarak her zaman iyi söz söyleyen ve dürüst davranan kişinin olduğunu söyledi.
Çünkü dünyevi yaşantısında bir insan her an ve her vesile çetin bir imtihandan
geçmektedir. Birçok sorumluluk ve yükümlülükler altında bulunmaktadır. Oysa,
dünyayı terk etmiş bir rahip veya derviş bütün dünyevi sorun ve güçlüklerden
uzak kalmaktadır. Kısacası, Hazreti Peygamber, ahlâk ve fazileti, ruhbanlığın
karanlık köşelerinden çıkarıp ekonomi, siyaset, toplum, adalet, savaş ve
barışın aydınlığına getirmiş oldu ve böyle insanın yaşantısının her sahasına
güzel ve üstün ahlâk kurallarını egemen kıldı.
19.2.13. Hz.
Peygamber’in Hidayetinin Etkisi
Rasûlullah (a.s.)’ın hidayetinin etkisi çok müthiş ve göz
kamaştırıcı olmuştur. Hz. Peygamber’in Mu’cizevi talimatının sayesinde eskiden
hırsız ve soyguncu olanlar emanetçi ve insanların can ve mallarının koruyucusu
haline geldiler. Eskiden başkalarının haklarını gasbedenler, herkesin hakkına
riayet eden ve koruyanlar oldular. Hazreti Peygamber (a.s.)den önce dünyada
hükümdar ve hâkimler zâlim ve gaddar olup tebaalarına her türlü baskı
uygularlardı ve adetâ birer tanrı olmuşlardı. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’in
getirdiği mesaj sayesinde dünya, ilk defa, alelade İnsanlar gibi sokakları
gezen, çarşı pazarlarda satıcı ve alıcıları kontrol eden ve adalet ve
sevgileriyle insanların kalbine hükmeden hükümdarlar gördü. Rasûlullah
(a.s.)’tan önce dünya ancak, bir ülkeye girdikleri zaman her tarafı yıkıp yakan,
insanları katleden, mağlup olan milletlerin kadın ve kızlarına tecavüz eden ve
çalışabilir durumda olanları köle haline getiren ordulara ve askerlere tanık
olmuştu. Fakat Rasûlullah (a.s.) dünyaya öyle bir ordu getirdi ki, bunu
askerleri bir memleketi fethettikten sonra kendilerine silahlı direnişte
bulunanların dışında kimsenin kılma dokunmazlardı, herkesin can ve mal
emniyetinin sağlanmasına dikkat ederlerdi ve hatta haksızca alınmış olan
vergileri bile mağlup milletlere geri verirlerdi, insanlık tarihi, ülkeler ve
şehirlerin fetih hikayeleriyle doludur. Fakat Mekke’nin fethine bir göz atın.
Bunun başka bir örneği tarihte var mıdır? 13 yıl kendisine yapmadıkları zulümler
bırakmayanların şehrini fethettikten sonra Rasûlullah (a.s.)’ın o şehre
girişinin manzarasını kafanızda canlandırın. Muzaffer bir ordunun komutanı ve
müslümanların hükümdarı olarak Mekke’ye girdiği sırada tutum ve davranışta
gururun en küçük belirtisi yoktu, aksine tevazu ve alçak gönüllülüğüyle herkesi
hayrete düşürmüştü. Allah’a duyduğu şükran ve mihnet’ten dolayı başı eğikti.
Tam 13 yıl kendisine her türlü zulmü yapan, kendisini hicrete mecbur eden ve
hicretten sonra da 8 yıl sürekli olarak sığındığı şehre hücum eden ve savaşlar
çıkaranlar, mağlup ve mahcup bir şekilde huzuruna gelip af ve merhamet
dileyince bu büyük insan ne öfkesini belirtti ne de herhangi bir intikam aldı
ve sadece şunları söyledi: “Bugün size herhangi bir zulüm ve baskı
yapılmayacaktır. Gidin, siz serbestsiniz.”
Rasûlullah’ın bu örnek davranışlarının ümmetini nasıl
etkilediğini görmek isteyen tarihe şöyle bir bakmalıdır. Bakmalıdır ve
müslümanların Endülüs’e (İspanya’ya) girdikleri zaman tutum ve davranışlarının
ne olduğunu ve asırlarca sonra Hıristiyanların onlara galip ve muzaffer olunca
kendilerine ne gibi bir muamele yaptıklarını görmelidir. Ayrıca, Haçlı
Seferleri sırasında Hıristiyanların, Kudüs’e girip müslümanlara nasıl
davrandıklarını ve aynı Kudüs’ü müslümanların geri aldığı zaman Hıristiyanlara
nasıl muamele ettiklerini incelemelidir.
Rasûl-ü Kerim’in sireti derin bir okyanustur, bunu bir yazıya,
konuşmağa veya kitaba sığdırmak mümkün değildir. Ama biz burada sadece belli
başlı anlarına dikkat celbetmeye çalıştık. Ne mutlu, tek hidayet yolundan
hidayet alanlara!