Ay: Ocak 2014

  • Veda Haccî Hz. Muhammedin Hayatı

     

    83.   VEDA HACCÎ

     

    Peygamber (s.a.v.)
    Medine’de iken Ramazan ayında, ayın ortalarında Mescid’de on günlük bir
    inzivaya çekil­meyi ütikaf) adet haline getirmişti, arkadaşlarından bazı­ları
    da ona katılırlardı. Fakat o yıl kararlaştırılan on gün­den başka bir on gün
    daha mescidde kaldılar. Yani Rama-zan’m son yirmi gününü itikafta geçirdiler.
    Her Rama-zan’da Cebrail gelir ve hafızasında vahiyden bir bölümün silinip
    silinmediğini anlamak için onu kontrol ederdi. Bu yıl Peygamber (s.a.v.) Katıma
    (r.)’ya gizlice henüz başka­larına söylenmemesi gereken bir sır verdi: «Her yıl
    bir kez Cebrail bana Kur’an’ı okur ben de ona okurum: fakat bu yıl bana iki kez
    okudu. Zamanımın geldiğini düşünüyo­rum»[1].

    Şevval ayı geçti;
    yılın onbirinci ayında Medine’de, Hac’da Peygamber (s.a.v.)’in önderlik edeceği
    haberi ya­yıldı. Bu haberler çöl kabilelerine de ulaştırıldı ve her adı­mında
    Peygamber (s.a.v.)’le olmak için vahaya her taraf­tan akın akın insanlar gelmeye
    başladı. Bu Hac, yüzyıllar­dan beri yapılan haclara hiç benzemeyecekti:
    hacıların tü­mü bir tek Allah’a inanan kimseler olacak ve hiçbir putpe­rest
    putperestçe ibadetleriyle Kutsal Ev’i kirletmeyecekti. Ayın sona ermesine beş
    gün kala Peygamber (s.a.v.) otuz-bin kadın ve erkeğin başında Medine’den yola
    çıktı. Pey­gamber (s.a.v.)’in hanımlarının hepsi, Abdurrahman İbn Avf (r.) ve
    Osman îbn Affan (r.) tarafından yedilen deve­lerin üstündeydi. Ebu Bekir CrJ’in
    yanında hanımı Esma (r.) da vardı. îlk konaklardan birinde Esma, Muhammed adını
    verdikleri bir erkek çocuğu doğurdu. Ebu Bekir (r.) onu Medine’ye geri
    göndermek istiyordu, fakat Peygam­ber (s.a.v.) ona, hanımına gusül abdesti
    almasını, Hac için niyet etmesini söyledikten sonra birlikte planlandığı şekilde
    hacca gitmelerini söyledi.

    Medine’den ayrılışın
    onuncu gününün akşamı Pey­gamber (s.a.v.) Mekke’yi fethetmeye giderken
    geçtikleri bir geçide ulaştı. Orada bir gece geçirdikten sonra ertesi sabah
    Vadi’ye inmeye başladılar. Peygamber (s.a.v.) Kâ’-be’yi gördüğünde devesinin
    ipini sol eline alarak sağ elini yukarı kaldırıp açtı ve dua etti: «Allah’ım,
    bu Evin insan­lardan gördüğü saygı lütuf, bağlılık ve rahmeti artır!»[2]
    Mescide girdi, tavaf ettikten sonra İbrahim makamın­da namaz kıldı. Daha sonra
    Safa’ya giderek Safa ile Mer-ve arasında yedi kez gidip geldi: Yanındakiler her
    yerde yaptığı duaların tam sözlerini hazıfalannda saklamak içm çaba sarf
    ediyorlardı.

    Daha sonra Mescid’e
    girerek, önce de olduğu gibi anah­tarlarını koruyan Abdu’l-Dar’dan Osman (r.)’ı
    ve Usame (r.) ile Bilâl (r.)’i yanma alarak Kâ’beye girdi. Fakat o ak­şam
    Aişe’yi çadırında ziyafet ettiğinde Aişe onun üzgün olduğunu farketti. Sebebini
    sorduğunda: «Bugün birşey yaptım, keşke yapmasaydım. Kâ’be’ye girdim, Ümmetim­den
    bazıları» dedi gelecekteki Müslümanları kastederek, «içeri giremeyebilirler ve
    bu nedenle nefislerinde huzursuz­luk hissedebilirler. Biz sadece onu tavaf
    etmekle emrolunduk, içine girmekle değil»[3] dedi.

    Ümmü Hani (r.)’nin
    kendi evinde kalması için tüm ıs­rarlarına rağmen Peygamber (s.a.v.} Mekke’deki
    evler­den hiçbirinde kalmayı kabul etmedi. Yeni ayın sekizinci gününde tüm
    hacılarla birlikte Mina’ya gitti. Geceyi orada ge­çirdikten sonra, sabahleyin
    Haram bölgenin hemen dışın­da, Mekke’nin onüç mil doğusunda geniş bir vadi olan
    Arafe’ye gitti. Arafe, Taif’e giden yol üzerindeydi ve kuzey ve doğudan Taif
    dağlarıyla çevrilmişti. Fakat bunların hep­sinden ayrı her tarafı vadi
    tarafından çevrelenmiş ve vadi ile aynı adı taşıyan, bazen de Rahmet dağı
    denilen bir dağ vardı. Her ne kadar aşağılara kadar yayılıyorsa da ha­cıların
    makamı bu dağ idi. O gün Peygamber (s.a.v.) bu te­pede vakfe yaptı.

    Mekke’lilerden
    bazıları onun çok ileri gittiğini söyleye­rek şaşkınlıklarını belirttiler.
    Çünkü diğer hacılar Arafe’ye gittikleri halde Kureyç’liler: «Biz Allah’ın
    ümmetiyiz» diye­rek haram bölgede kalmayı alışkanlık haline getirmişlerdi.
    Fakat Peygamber (s.a.v.) İbrahim’in Arafe’de geçirilen gü­nü haccm
    gereklerinden biri olarak emrettiğini ve Kureyş-lilerin onun uygulamasını
    terkettiklerini söylemişti. Pey­gamber (s.a.v.) o gün hac geleneğîifden
    bahsetti ve dudak­larından sık sık «İbrahim’in mirası» kelimeleri döküldü.

    Peygamber (s.a.v.) tüm
    kabilelere, artık bundan son­ra tüm İslâm toplumunda kan davalarının sona
    erdiğini her insanın mal ve canının dokunulmaz olduğunu duyur­mak için gür bir
    sesi olan Safvan’m kardeşi Rebia’yı tel­lal olarak görevlendirdi ve ona şöyle
    bağırmasını emretti: «Allah’ın Rasulü soruyor: Bu ay ne ayıdır?» Herkes ses­sizdi,
    Peygamber (s.a.v.) cevap verdi: «Haram ay.» Sonra sordu: «Bu belde neresidir?»
    Yine kimse cevap vermedi, o da: «Haram belde» dedi. Daha sonra: «Bugün nedir?»
    diye sordu. Yine cevap veren kendisi oldu: «Büyük Hac günü.» Daha sonra Rebia,
    Peygamber (s.a.v.)’in öğrettiği şekilde şöyle bağırdı: «Gerçekten Allah,
    Rabbinize kavuşuncaya kadar kanlarınızı ve mallarınızı birbirinize haram kılmış­tır.
    Nasıl ki bu gününüz, bu beldeniz ve bu ayınız haram ise.»

    Güneş en yüksek
    noktasma ulaştığında Peygamber (s.a.v.) Allah’a hamddan sonra şu sözlerle
    başlayan bir hutbe okudu: «Ey   insanlar,
    beni dinleyin, çünkü bilmiyo-rum, belki de sizinle bu yıldan sonra bir daha
    buluşama-yacağım.» Daha sonra onları birbirlerine iyi davranma­ları konusunda
    uyardı ve onlara haranı ve helâl olan şeylerden bahsetti. En sonunda şöyle
    dedi: «Size sımsıkı sarıldığında sizi sapıklıktan kurtaracak bir emanet bı­rakıyorum:
    Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti. Ey in­sanlar, sözlerimi dinleyin ve
    anlayın» Daha sonra onlara Kur’an’m son âyetlerini oluşturan ve henüz nazil
    olan bir pasaj okudu:

    «Bugün size dininizi
    kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi de tamamladım ve size din olarak islâm’ı
    seçip-beğendim. Kim «Şiddetli bir açltkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı
    karşıya kalırsa —günaha eğilim, göstermeksizin (bu haram saydıklarımızdan ye­tecek
    kadar yiyebilir): Çünkü Allah bağışlayandır, esirgeyendir» (Maide: 3).

    Hutbesini bir soru ile
    bitirdi: «Ey insanlar, risaletimi tebliğ ettim mi?» Binlerce ağızdan yükselen
    Allahümme ne’am (Allahım, evet) sesleri gök gürültüsü gibi tüm vadi­yi doldurdu.
    Peygamber (s.a.v.) işaret parmağını göğe kaldırarak:  «Allahım, şahid ol.»  dedi.

    Daha sonra namazlar
    kılındı ve Arife gününün geri kalan kısmı dua ve tefekkürle geçirildi. Fakat
    güneş batar batmaz Peygamber (s.a.v.) yanına Üsame (r.) ‘yi alarak tepeden
    aşağıya inmeye başladı ve tüm hacılarla birlikte Mekke’ye doğru vadiyi aştılar.
    Bu noktada hızlı ilerlemek gelenekti; fakat aşırı hareketleri görünce Peygamber
    (s a. v.): «Yavaş! Yavaş! Sessiz olun! Aranızdaki güçlüler za­yıfları
    gözetsin!» diye bağırdı. Geceyi Haram bölge sınırla­rı içinde olan Müzdelife’de
    geçirdiler ve oradan Mina va­disinde, Akabe’de üç sütunla temsil edilen Şeytanı
    taşla­mak için küçük çakıl taşları topladılar. Şevde, Peygamber (s.a.v.)’den
    etraf sakinken Müzdelife’den ayrılma izni is­tedi. Kadınların    çoğuna   
    nazaran iri yapılı ve    ağır
    oldugu için sıcaktan ve yolculuk sıkıntılardan çok rahatsız oluyordu. Bu
    nedenle kalabalık ulaşmadan önce şeytan taş­lamak görevini bitirmek istiyordu.
    Bunun üzerine Peygam­ber (s.a.vJ onu Ümmü Süleym ile birlikte Abbas’m oğulla­rından
    biri olan Abdullah’la gönderdi.

    Peygamber (s.a.v.)
    kendisi sabah namazını Müzdelife’-de kıldı ve daha sonra arkasında deve
    sırtında yol alan Fadl olduğu halde hacıları Akabe’ye götürdü. Onikİ yıl ön­ce
    bu yerde ve bu günde altı Hazreç’li gelmiş ve ona biat etmişlerdi. Bu da
    Birinci ve İkinci Akabe biatlarımn ze­minini hazırlamıştı. Taşlamadan sonra
    hayvanlar kurban edildi ve Peygamber (s.a.v.) başını traş etmesi için bir arîam
    çağırdı. Hacılar, onun saçından bir tutam alabilmek ümidiyle etrafına
    toplandılar. Ebu Bekir (ı\) daha sonra­ları, Uhud’da ve Hendek’te a Halid’le
    şimdi şu sözleri söy­leyen Halid (r.) arasındaki ayırıma dikkat çekmişti: «Ey
    Al­lah’ın Rasulü, alnındaki saçları, Anam babam sana feda oîsun başkasına
    değil, bana ver»- Peygamber (s.a.v.) onları Haîid (r.î’e verdi o, saç tutamır
    aldı, gözlerine ve dudak­larına bastırdı.

    Bundan sonra Peygamber
    (s.a.v.) hacılara, Kâ’be’yİ ziyaret etmelerini ve ondan sonraki iki geceyi
    Mina’da ge­çirmek üzere tekrar geri dönmelerini emretti Kendisi ikin­diden
    sonraya kadar bekledi. Hayız halinde olan Aişe (r.) hariç diğer hanımları ona
    Mekke’ye giderken eşlik ettiler. Birkaç gün sonra Aişe (r.) temizlendiğinde
    Peygamber onu kardeşi Abdurrahman ile Haram bölgenin dışına gönder­di. Aişe
    (r.) orada tekrar niyet etti ve Mekke’ye giderek Kâ’be’yi tavaf etti.

    Peygamber  (s.a.v.)’in Ramazan’da gönderdiği ûç   yü? afh Yemen seferini bitirmişlerdi ve     güneyden Mekke’ye doğru geliyorlardı. Ali
    (r.) şimdi haccını bitirmiş olan Pey­gamber (s.a.v.î’le birlikte Kac yapmak
    için mümkün oldu­ğu kadar kısa sürede ona ulaşmak isteğiyle adamlarından önce
    geliyordu. Devletin payına düşen ganimetlerin beşte birinde tüm orduyu
    giydirecek kadar keten elbise vardı, fakat Ali (r.) bunların Peygamber
    (s.a.v.)’e eldeğmemış bir şekilde teslim edilmelerine karar vermişti. Fakat
    adam-lar, onun yokluğu sırasında vekil olarak bıraktığı adamı herbirine keten
    bir elbise vermeye ikna etmişlerdi. Elbise değiştirmeye büyük ihtiyaçları
    vardı. Çünkü üç aydan be­ri evden uzaktaydılar. Şehre yaklaştıklarında Ali
    onları karşılamaya gitti ve yapılan değişikliğe çok şaşırdı. Ku­mandan: «Halkın
    arasına girdiklerinde düzgün görünsun-ler diye elbiseleri verdim» dedi.
    Adamlar, Mekke’deki hor-kesin Bayram için en güzel elbiselerini giydiklerini ve
    gu-zel görünmeye dikkat ettiklerini biliyorlardı. Fakat Ah (r.î böyle bir
    serbestliği hoşgörü gösteremeyeceğini hissetti ve onlara eski elbiselerini
    giyip yenilerini ganimetlerin arası­na koymalarını emretti. Tüm orduda huzursuzluk
    başgos-terdi. Peygamber (s.a.v.) bunu duyduğunda. «Ey insanlar, Ali (r.) ‘yi
    suçlamayın, çünkü o Allah yolunda, suçlanama-yacak kadar titizdir.» Fakat bu
    sözler yeterli olmadı, belki de bunu sadece bir haç kişi duydu Bu nedenle
    huzursuz, luk devam  etti.

    Medine’ye dönerken
    bölüklerden biri Peygamber ‘.)’e Ali (r.)’yi şikâyet edince Peygamber
    (s.a.v.)’ın yu/,u-nün rengi değişti. «Ben, mü’m inlere, kendilerinden daha
    yakın değil miyim?” dedi. Adamlar tasdiklndiklerindo «Ben kime en yakın
    isem, ona en yakın ulan Ali’dir, diye ekledi. Gadir eJ-Humm’da kamp
    kurduklarında bütün ın-sanlan topladı. Ali (r.)’yi elinden tuttu ve bu sözleri
    tek­rarladı. Daha sonra şu duayı okudu: «Allattım, onun dos­tuna dost ol,
    düşmanına da düşman ol». Böylece Ali hak­kındaki söylenti ve mırıldanmalar son
    buldu[4]

    Bir önceki yıl gelen
    delegelerden biri de, yerleşim böl­geleri Necd’in doğu sınırı boyunca yayılmış
    olan, Beni Ha-nife adındaki YemameT Hristiyan bir kabiledendi. Müs­lüman olmayı
    kabul etmişlerdi; Takat onlardan Museylime adındaki bir adam kendisinin de
    Peygamber (s.a.v.) oldu­ğunu iddia ediyordu. Hacıların Mekke’den dönmesinden
    kısa bir süre sonra Yemame’den gelen iki elçi Medine’ye şu ^mektubu getirdiler:
    «Allah’ın Rasulü Museylime’den, Allah’ın Rasulü Muhammed’e, selâm üzerine
    olsun! Otori­teyi seninle paylaşma görevi bana verildi. Dünyanın yansı bizim,
    diğer yarısı da günahkâr olmalarına rağmen Ku-reyşlilerin». Peygamber (s.a.v.}
    elçilere bu konuda ne dü­şündüklerini sordu. Elçiler: «Biz de onunla aynı
    fikirdeyiz dediler. «Vallahi* dedi Peygamber (s.a.v.): «Eğer elçiler öldürülmez
    diye bir kural olmasaydı, sizin başınızı keser­dim.» Daha sonra efendilerine
    vermeleri için bir mektup yazdırdı: «Allah’ın Rasulü Muhammed’den yalancı
    Musey-lime’ye. Selâm doğru yola uyanların üstüne olsun! Gerçek­ten yeryüzü
    Allah’ındır, O kullarından dilediğine onu mi­ras bırakır, işüı sonu Allah’tan
    korkanların lehinedir»[5].

    Bu sıralarda ortaya
    çıkan yalancı Peygamberlerden bi­ri Beni Esed’in başkam Tuîeyhe, diğeri de
    Yemenli Ka’b îbn Esved idi. Yemen’li belli bir başarı kazandı ve geniş bir
    alanda etkili oldu. Fakat bir süre sonra gurur ve kibiri nedeniyle
    taraftarlarının çoğu ona karşı çıktılar. Birkaç ay sonra da öldürüldü. Tuleyhe
    en sununda Halid tarafın­dan dize getirildi ve tüm iddialarından vazgeçerek
    İslâm’­ın güçlerinden biri oldu. Museylime’ye gelince onun kade­ri, Nuseybe’nin
    oğlu Abdullah’tan ölümcül bir kılıç yarası aldıktan sonra Vahşi’nin attığı
    mızrakla ölmek oldu. Fakat bu olay aylar sonra meydana geldi. Hac ay’ınm
    geçtiği ve Hicret’in onbirincı yılma girildiği şu an için bunlar îslâm a karşı
    potansiyel bir tehlike teşkil ediyorlardı. Aynı zaman­da kadın Peygamber olduğunu
    iddia eden Sace adında Temim’li bir kadın da ortaya çıkmıştı Fakat Peygamber
    (s.a. v.) bunlara karşı ani bir girişimde bulunmak istemi­yordu. Onun dikkati
    kuzeyde yoğunlaşmıştı. Yılın ikinci ayı olan Safer’in son günlerinde, yani, M.
    S. 632 yılının Mayıs ayı sonlarında, Mute’deki yenilginin karşılığının
    verilmesi zamanının geldiğine karar verdi. Zeyd ve Cafer’in öldürül­düğü gün
    İmparatorluk lejyonlarının tarafını tutan Suri-ye’li Arap kabilelerin üzerine
    bir sefer düzenlemek için hazırlıklara başlanmasını emrettikten sonra,
    gençliğine rağ­men üçbin kişilik orduya kumanda etme görevini Zeydln oğlu
    Üsame’ye verdi.

     



    [1] B. LXJ. 25.                          ,

    [2] W. 1097

    [3] W.  1100.

     

    [4] îbn Kesir 
    Bidaye ve n-Nıhaye, V. 209.

    [5] I  965

  • Gelecek Hz. Muhammedin Hayatı

     

    82.    GELECEK

     

    Peygamber (s.a.v.):
    «Ümmetimin en iyisi benim dönemimdedir-, sonra onlardan sonrakiler daha sonra
    onlardan sonrakiler gelir»[1] dedi
    ve kendi çağında yaşayan ümmeti­nin, yani Ashabının çokluğuna sevindi.
    Bir’keresinde asha­bından on kişiye uğradı ve onları Cennetle müjdeledi. Bun­lar;
    Ebu Bekir, Osman, Ali, Abdurrahman îbn Avf, Ebu Ubeyde, Talha, Zübeyr, Zühre’îi
    Sa’d ve Hanif olan Zeyd1-in oğlu Sa’ld idi. Onlardan önce diğer bazı kimseleri
    de cennetle müjdelemişti. Hadis kitapları onun bu on kişi ile ilgili
    övgülerinden ve bunlardan başka kimselere de cen­netle ilgili verdiği
    haberlerden bahseder, örneğin bir ha­diste: «Cennet şu üç kişiyi arzular: «Ali,
    Amnıâr[2] ve
    Selman»[3]
    buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Fatuna (r.) ya da şöyle demiştir: «Sen, îmran’ın
    kızı Meryem hariç, Cennet­teki kadınların en üstünüsün»[4]. Ali
    (rj’nin Peygamber (s. a.v.)’den aldığı hikmeti gelecek nesillere ulaştıracak
    olan en önemli ileticilerden biri olacağına işaret ederek onun hakkında; «Ben
    bilginin şehriyim, Ali de onun kapısı»[5].
    Umuma, hitaben de: «Benim Ashabım yıldızlar gibidirler; hangisini izlerseniz
    hidayet bulursunuz»[6] demiştir.

    Tebûk’ten döndükten
    sonra adamlar kendi aralarında artık savaşın bittiğini düşünerek konuşmuşlardı.
    Onuncu yıl boyunca çeşitli delegelerin gelmeye devam etmesiyle bu düşünce o
    denli yerleşti ki, mü’minlerin çoğu silah ve zırhlarını satmaya başladılar.
    Fakat Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca,, böyle yapmalarını yasakladı ve: «Ümme­timden
    bir bölümü, Deccal gelinceye kadar hak için savaş­maya devam edecek» dedi.
    Bunun yamsıra: «Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız»[7] ve
    «Ken­disinden sonra daha kötüsü gelmeyecek olan hiçbir za­man olmaz»[8] da
    demiştir. O insanları, ümmetinin bozulma sonucunda hristiyan ve yahudilerj
    izlemeye başlayacağını söyleyerek uyarmıştır: «Siz, onları adım adım zira’
    zira’ izleyeceksiniz, öyle ki eğer onları zehirli bir kertenkele çukuruna
    girseler, siz yine onların peşinden gideceksiniz[9]
    Kıyametten önce insanlığın genelde yaşayacağı en büyük düşüşü de ifade
    ediyordu: «İslâm garip olarak başladı, yi­ne garip olacaktır»[10].
    Yine de Allah’ın onları bırakmayaca­ğım vadetmekten geri kalmamıştır: «Allah,
    bu ümmete her-yüzyılın başında dinini yenileyecek birini gönderecektir»[11]. Bir
    başka sefer Ashabdan bazıları Peygamber (s.a.v.}’in «Ey kardeşlerim!» diye
    birkaç kez bağırdığını duymuşlar­dı. *Ey Allah’ın Easulü, biz senin kardeşlerin
    değilmiyiz1?-diye sorduklarında: «Sizler benim arkadaş lanınsınız. Fa­kat benim
    kardeşlerim henüz gelmeyenler arasındadırlar  Başka rivayetlerde de: «Son günlerde gelecek
    olanlardır» cevabını vermişti. Konuşma tarzı büyük ruhsal öneme sa­hip olan
    kişilerden bahsettiğini gösteriyordu.

    Son günlerin çok kötü
    olmasına rağmen o günlerde, doğru yolu bulmuş anlamına gelen Mehdi adında bir
    hali­fenin çıkacağını da haber vermiştir; «Mehdi benim ümme­timden çıkacak,
    geniş alınlı ve uzun burunlu olacak. Da­ha önceden kötülük ve zulümle dolu olan
    dünyayı doğru­luk ve adaletle dolduracak. Yedi yıl hükmedecek.»[12].

    En sonunda Mehdi’den
    sonra veya onun hükmünün son yıllarda Deccal gelecek, «sağ gözü üzüm gibi, tüm
    ışığı gitmiş kör bir adam»[13].
    Yeryüzünde büyük tahribat yapa­cak ve anlattığı yalanlarla da daha da çok
    insanı kendi tarafına çekecek. Fakat ona karşı savaşan bir grup mü’min
    bulunacak. «Onlar savaşmak için dayanırken» dedi Peygam­ber, (s.a.v.) «namaz
    kılmak için saflara dizildiklerinde Meryem oğlu İsa gökten inecek ve onlara
    imamlık yapa­cak. Allah’ın düşmanı, İsa’yı görünce, tuzun suda eridiği gibi
    eriyecek. Eğer bırakılsa hiç kaîmaymcaya kadar erir; fakat Allah, onu tsa’nm
    eline düşürecek. İsa (a.s.) da onun kanını mızrağının ucunda insanlara
    gösterecek» [14].

    Peygamber (s.a.v.}
    aynı zamanda kıyametin yaklaştı­ğını gösteren birçok işaretleri de haber
    vermiştir. Bunlar­dan biri insanların çok yüksdk binalar inşa etmesidir.
    Ömer’in oğlu Abdullah (r.Vın babasından rivayet ettiği bir hadiste bu
    belirtiler daha açık bir şekilde anlaşılmıştır:

    Ömer anlatıyor: «Günün
    birinde, Resulullah (s.a.v.)’in yanında bulunduğumuz sırada elbibesi bembeyaz,
    saçları simsiyah üzerinde yolculuk belirtileri görülmeyen ve böyle iken hiç
    birimizce tanınmayan bir kimse geldi.   
    Nihayet

    Kur’an’da açıkça sözü
    edilmeyen ve islam “bilginleri arasın­da çeşitli biçimlerde ve görüşlerde
    ele alınan bu konuya iliş­kin daha geniş bilgi için bakınız: Muhammed
    Hamidullah, İslam Peygamberi, Cilt I. Sayfa 681-696, İstanbul 1980; Ebul Âlâ.
    el Mevdudi, islam’da îhya Hareketleri, s. 46-48, Ankara, 1967; Avni tlhan,
    Mehdilik, İzmir, 1978   (İNSAN Y.)

    Peygamber (s.a.v)’in
    yanma oturdu. Dizlerini dizlerine da­yadı, her iki avucunu iki uyluğu üzerine
    koyup: «Ya Muhammed, İslâm nedir? Bana söyle« dedi. RasuluIIah (s.a.v.) «İslâm
    Allah’tan başka hiç bir ilah olmadığına ve Muham-med’in Allah’ın Rasulü
    olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan’da oruç
    tutman ve yoluna gücün yeterse Beyt’i hac etmendir» dedi. O: «Doğru
    söylüyorsun» dedi. Biz hem soruyor hem de doğ­ruluyor diye onun haline
    şaşırdık. Ondan sonra «îman ne~ dir? Bana söyle» dedi. RasuluIIah (s.a.v.):
    «Allah’a, melek­lerine, kitaplarına, Peygamberlerine, ahiret gününe iman
    etmendir. Bir de hayır ve şer kadere iman etmendir» dedi. O; «Doğru
    söylüyorsun» dedi. Ve: «İhsan nedir?» diye sor­du. RasuluIIah (s.a.v.);
    «Allah’a sanki görüyormuş gibi iba­det etmendir. Çünkü sen O’nu görmüyorsan da
    O seni gö­rüyor» dedi. O yine: «Doğru söylüyorsun» dedi ve «Saat’İ (Kıyameti
    veya ne zaman kopacağını) bana haber ver» diye devam etti. Resulullah (s.a.v.):
    «Bu konuda sorulanın sorandan daha fazla bilgisi yoktur» diye cevap verdi. O:
    «öyle ise emarelerini (belirtilerini) bildir» dedi. Rasu­luIIah (s.a.v.) cevap
    olarak. «Cariyenin kendi sahibini do­ğurması’[15] ve
    yalın ayak, sırtı çıplak, fakir koyun çobanları­nın hangimizin kurduğu bina
    daha yüksek diye yanşa çıktıklarını görmendir» dedi. Bundan sonra o kimse
    gitti, o gittikten sonra bir sure kaldım! sonra Peygamber (s.a.v.) «Ya Ömer,
    soranın kim olduğunu biliyor musun?» diye sordu. «Allah ve Rasulü daha iyi
    bilir» dedim. Peygamber (s.a.v.) «O Cibril idi. Size dininizi öğretmek için
    geldi de­di»[16].

     



    [1] B. LXH, ı.

    [2] Bak. böl. XXVI.

    [3] Tır. XLVI, 33.

    [4] A. H   64.  Kur’an  
    meleklerin Meryem’e şöyle dediklerinden bahseder: -Meryem,   şüphesiz Allah seni  seçkin kıldı, seni arındırdı ve
    alemlerim  kadınları üzerine seçti,-   (Al-i 
    îm-ran: 42).

    [5] Tir. XLVI, 20.

    [6] F. XXVI, Menultıb
    es-Sahabe.

    [7] B. LXXXi, 27.

    [8] B. XC1I, 4.

    [9] M. XLVII, 6.

    [10] M. I. 232

    [11] A. D  XXXVI, 1.

    [12] A. D.  XXXV,
    4.                                                   

    [13] M. LII, 20

    [14] M. LII, 9

    [15] Bir kız çocuğu doyuran bir kadın, son zamanlardaki
    çocuk­ların anne-babalarına karsı saygısız davranmaları nedc-nıvle hunıen hemen
    kızının cariyesi gibi olacaktır Bu so-zun ikinci bolumu sadece sosyal düzeydeki
    konusu degıl, **ym zamanda Kabil’in Habıl’ı öldürmesine son muhru vu racak
    olan, yerleşik hayatın göçebe hayat üzerinde zafer kazanmasını da kastediyor.

    [16] M. I. I

  • 9. SINIF ARAPÇA 1. DÖNEM 1. YAZILI SORULARI

     

    İMAM-HATİP LİSESİ

     

    ADI SOYADI:………………………………                                                         1.DÖNEM 1.YAZILI

    NO:…………… SINIF:9/D                                                                                                    18/11/2005

    DERS:           ARAPÇA     

     

    SORULAR

     

     

     

    1.Aşağıdaki  kelimelerde boş bırakılan yerlere parantez içinde verilen harfleri yerleştiriniz.(20 Puan)

    harf

    sonda

    harf

    ortada

    harf

    başta

    تاريـ

    ye

    تلمـ..ـذ

    se

    ـانية

    fe

    كيـ

    lam

    صا..ـح

    ha

    ـسن

    ye

    صديقـ

    del

    مهنـ.. س

    kef

    ـتاب

    2.Aşağıdaki Türkçe rakamların Arapça şeklini ve ismini yazınız.(10 P)

    3

       

    9

       

    6

       

    1

       

    7

       

    0

       

    3.Kelimelerin Türkçelerini yazınız(10 P)

    Türkçe

    Arapça

    Türkçe

    Arapça

    Türkçe

    Arapça

     

    طبيب

     

    صديق

     

    تلميذ

     

    نحن

     

    أين

     

    كتاب

    4.Deyimlerin Türkçe’sını yazınız(10 P)

    Arapça

    ما اسمك؟

    شكرا

    أنا بخير

    مع السلامة

    صباح الخير

    Türkçe

             

    5.Konuşmaları tamamlayınız(10 P)

    كيف حالك؟

    مساء الخير.

       

    إلي اللقاء

    ما إسمك؟

       

    6.Sorulara ip uçlara göre Arapça cevap veriniz. (10 P)

    Cevap

    İpucu

    Soru

    Cevap

    İpucu

    Soru

     

    فاطمة

    من هي؟

     

    أحمد

    ما إسمه؟

     

    مدرسة

    ما مهنتها؟

     

    جودت

    من هذا؟

    7.Zamirlerin Arapça  karşılığını yazınız.( 10P )

    Türkçe

    Arapça

    Türkçe

    Arapça

    Ben

     

    Siz(Erkekler)

     

    Sen(Ayşe)

     

    Sen(Ali)

     

    8.Aşağıdaki    (Kitab ) kelimesine bitişik zamirlerin kimlere ait olduğunu belirtiniz.(10 P)

     

    كتابه

     

    كتابكم

     

    كتابك

     

    كتابي

    9.Sorulara ipuçlarına göre cevap veriniz.( 10P )

     

    المطعم

    الي أين هي ذاهبة؟

     

    المدرسة

    أين المدرسة؟

    التوفيق من الله

  • Dereceler Hz. Muhammedin Hayatı

     

    81.   DERECELER

     

    Yeni dine girme
    sırasında insanları yönlendiren ruh­sal dürtüler artık çok zayıflamıştı. Bu
    nedenle şu âyet nazil oldu-

    «Bedeviler* dedi ki:
    «iman ettik» De ki: «Siz iman etmedi­niz, ancak ‘islâm (müslüman veya teslim)
    olduk’ deyin. îman he­nüz kalblerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
    Rasulüne itaat ederseniz, O, sizin emellerinizden hiçbirini eksiltmez.»
    (Hucurat: 14)

    Bu âyet iman etmeden
    teslim olmayı -en aşağı derece olarak kabul ederek İslâm hiyerarşisini
    tamamlıyordu. Da­ha yüksek dereceler, Hudeybiye anlaşmasından birkaç ay önce
    Peygamber (s.a.v.)’e nazil olan Nur Sûresinin konu­sunu  daha doğrusu konularından birini teşkil
    ediyor­du. Kur’an’da nur, iman anlamına gelir ve aşağıda bu nu­run
    (aydınlanmanın) dört derecesi belirtilmiştir:

    «Allah, göklerin ve
    yerin nurudur. O’nun nurunun misali, için­de çerağ bulunan bir kandil gibidir;
    çerağ bir sırça içerisindedir; sırça sanki incimsi bir yıldızdır ki. doğuya da
    battya da ait olma­yan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç
    ki) nere­deyse ateş ona dokunmasa da yağı tştk verir. (Bu) Nur üstüne nur­dur.
    Allah, kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip-ilettr. Allah insanlar için
    örnekler vermektedir. Allah, herşeyi bilendir.» (Nur: 35)

    En alt derecede,
    aydınlatılan fakat kendisi ışık saçma­yan kandil vardır. Daha sonra sırça
    gelir, onun üstünde de kutlu zeytin ağacı yer alır. Bu sembollerin anılması
    insana. «Allah insanlara örnekler verir» diye başlayan ve sebebi­ni belirterek:
    «belki düşünürler» (Haşr: 21) diye biten baş­ka ayetleri hatırlatıyor. Nur
    ayetinin tümü insanı düşün­meye çağırır. Fakat derecelere gelince Kur’an bu
    konuyu burada imalı bir şekilde anlatır. Halbuki ilk nazil olan ayetlerde
    imanın dereceleri daha açık bir şekilde anlaşıl­mıştır. Bunlardan birinde
    (Vakıa: 7-40) insanlar üç gruba ayrılmıştır, «Ashabı Meymene» (ahirette amel
    defteri sağ­dan verilen ya da sağ yanda olanlar), «Ashab-ı Meş’eme» (ahirette
    defterleri soldan verilenler, ya da sol yanda olan­lar) ve «Yarışıp öne geçmiş
    öncüler.» «Ashab-ı Meymene» kurtulanlar, «Ashab-ı Meş’eme» de
    cezalandırılanlar. «Ön­cüler ise en üst derecededirler ve onlara Allah’ın
    Kulları[1]
    denilir.. Baş melekleri diğer meleklerden ayırmak için kul­lanılan Allah’a
    yaklaştırılmış (mukarrebûn) deyimi bun­lar İçin kullanılır. İlk nazil olan
    sûrelerden bazılarında mü’min kategorisinde, «öncüler»le (sabikûn) «Ashab-ı Mey­mene»
    arasında yeralan «iyiler» (ebrârl diye bir sınıftan da bahsedilir. Bu üçü arasındaki
    ilişki Kur’an’m bu üç grubun Cennette ki durumlarıyla ilgili anlattıklarından
    çıkarılabilir. Ashab-ı Meymene»ye içmek için «saf su» ve­rilirken, en yüce
    kaynaklar sadece «öncülerde verilir. «İyi­lerde ise, onların «Öncüler» in ayak
    izlerine uyanlar olduğu­nu belirtir, bir şekilde iki farklı kaynağın karışımı
    verilir (insan: 5), (Mutaffifin: 27).

    Üstünlük derecelerine
    Kur’an’da kalbten bahsederken de değinilir. Kur’an çoğunluktan bahsederken:

    «Gerçek şu ki, gözler
    kâr olmaz, ancak sinelerdeki kalbler kö­relir» (Hac. 46).

    der. Diğer taraftan
    Peygamber (s.a.v.) tüm diğer Peygam­berler gibi, kalbinin devamh uyanık
    olduğunu, yani kalb gözünün açık olduğunu söylemiştir. Kur’an bunun belli öl­çülerde
    başkaları tarafından da paylaşılabileceğini belir­tir, çünkü bazen sadece
    «temiz akıl sahipleri»ne (ulü’l-el-bab)  
    (Yusuf:  ili, Ra’d: 19)  hitap eder.

    Peygamber (s.a.v.)’in
    Ebu Bekir hakkında şöyle söyle­diği rivayet edilir: «O sizi çok oruç tutmakla
    ve çok na­maz kılmakla geçmedi, fakat o sizi kalbinde sabit olan bir şey
    sayesinde geçti.»[2]

    Peygamber (s.a.v.) sık
    sık Ashabdan bazılarının diğer­lerinden üstün olduğunu belirtirdi. Mekke’nin
    fethi sırasın­da Peygamber (s.a.v.)’in yanında Halid kendisini azarla­yan
    Abdurrahman îbn Avf’a sinirlenip karşı çıkınca Pey­gamber (s.a.v.):
    «Arkadaşlarıma (Ashabıma) nazik dav­ran Halid, çünkü senin Uhud dağı
    büyüklüğünde altının olsa ve bunu Allah yolunda harcasan, yine de arkadaşla­rımdan
    hiçbirinin faziletine ulaşamazsın»[3] dedi.

    Kur’an’a göre bir
    derece ile diğeri arasındaki fark ahi-rette, bu dünyadakinden daha büyüktür:

    «Onlardan bir kısmım
    bir kısmına nasıl üstün tuttuğumuzu gör. Muhakkak ahiret dereceler bakımından
    daha büyüktür, üstün­lük bakımından da daha büyüktür» (tsra: 21).

    Peygamber (s.a.v.) de
    şöyle demiştir: «Cennet ehli ken­di üstlerindeki yüce yerin, şimdi en parlak
    gezegeni (ve-nüs) doğu veya batı ufkunda gördükleri yükseklik kadar yukarıda
    olduğunu görecekler»[4]
    İnsanlar arasındaki eşitsizlikler onun öğretme şekline de yansımıştır,
    öğrettikle­rinin bazılarını sadece anlayabileceklerini umduğu belirli bazı
    kişilere hasretmiştir. Ebu Hureyre: «Hafızama Rasu-lullah (s.a.v.)’tan
    öğrendiğim iki tür bilgi depoladun. Bir kısmını açıkladım; eğer diğer kısmını
    da açıklarsam bu gırtlağı kesersiniz»[5]
    diyerek boğazına işaret etmiştir.

    Mekke ve Huneyn
    zaferlerinden sonra dönüş yolculuğu sırasında Peygamber (s.a.v.)
    arkadaşlarından bazılarına-«Küçük cihaddan, büyük cihada dönüyoruz» dedi.
    İçlerin­den biri: «Ey Allah’ın Rasulü, büyük cihad nedir? diye so­runca: «Nefse
    karşı cihad»[6]cevabını verdi. însan nefsi
    iki bölüme ayrılmıştır. Onun aşağı bölümü hakkında Kur’an:

    «Gerçekten nefis var
    gücüyle kötülüğü emredendir» (Yusuf: 53) der. Şuur da denen iyi bölümüne de:

    «Kendini kınayıp duran
    nefis» (Kıyamet: 2).

    adını verir. îşte alçak
    nefse karşı ruhun yardımıyla cihadı yüklenen bu kısmıdır.

    En sonunda da savaşı
    sona ermiş ve artık içinde bir ayrılık taşımayan «mutmain (tatmin olmuş) nefis»
    vardır. *Öncüler»in (sabikûn), «Allah’ın kullananın ve «Allah’a yaklaştırılmış
    olanlardın (mukarrebûn) nefisleri işte böy­ledir. Kur’an bu kemâle ermiş olan
    nefse şöyle hitap eder:

    «Ey mutmain (tatmin
    olmuş) nefis. Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön[7] .
    Artık kullarımın arasına gir. Cenne­time gir.» (Fecr: 27-30).

    Bu lütuflardaki ikili
    doğa, Kur’an’ın kutsanmış nefis için verdiği iki Cennet va’dini ve Peygamber
    (s.a.v.)’in kendi nihai durumunu anlatmak için söylediği «Rabbimle

    ve Cennetle buluşma»
    sözünü hatırlatıyor. «Mutmain ne­fis- için, «Cennetime gir» sözü -Rabbimle
    buluşma» sözü­ne tekabül ediyor; «Kullarımın arasına gir sözü de «Cen­net» e
    tekabül eder. Yüksek Cennet (Cennet ‘ül-a’la), yani •Rabbimle buluşma»
    Rıdvan’dan başka birşey değildir. Aşa­ğıdaki âyet bu sıralarda nazil olmuştu:

    «Alîah, mü’min
    erkeklere ve mü’min kadınlara İçinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan
    cennetler ve And cennetle­rinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah’tan olan
    hoşnutluk (Rıd­van) ise en büyüktür. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ da
    budur.» (Tevbe- 72).

    Peygamber (s.a.v.) bu
    dünyada iken ulaşılabilecek en yüksek dereceden de bahsetmiştir. Kutsi
    hadislerden bi­rinde şöyle denir: «Kulum gönüllü (nafile) ibadetieriyle bana
    yaklaşmayı ben onu sevinceye kadar devam ettirir; ben onu sevdiğimde, onun
    duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum»[8].

    Gönüllü ibadetlerin en
    başında «Allah’ı anmak veya Allah’ı çağırmak» anlamına gelebilecek olan zikr
    Allah gelir. İlk inen âyetlerden birinde Peygamber (s.a.v.) şöyle bir emirle
    karşılaşmıştı:

    «Rabbinin ismini
    zikret ve her şeyden kendini çekerek yal­nızca O’na yönel» (Müzentmit: S).

    Daha sonraları nazil
    olan bir âyette de şöyle deniyor, du:

    «Hiç şüphe yok namaz,
    çirkince-utanmazltklardan ve kötülük­lerden vazgeçirir. Allah’ı zikretmek ise
    muhakkak en büyüktür» (Ankebût:  45).

    Kalb ve kalbin
    körlüğüyle ilgili olarak Peygamber (s.a.v.): «Herşeyin pasını silen bir cilası
    vardır, kalbin ci­lası ise Allah’ı zikretmektir»[9],
    demiştir.    Mahşer gününde

    Allah katında kimin en
    yüksek dereceye sahip olacağı so­rulduğunda ise «Allah’ı en çok zikreden kadın
    ve erkekler» cevabını vermiştir. Bunların, Allah yolunda savaşanlardan da
    yüksek bir derecede olup olmadıkları sorulduğunda ise cevabı şu olmuştur:

    «Kişi müşrik ve
    putperestlere karşı kılıcı kana bulanıp kırılıncaya kadar savaşsa bile, Allah’ı
    zikretmek ondan daha yüksek bir dereceye sahip olacaktır»[10].

     



    [1] Tahrim t 6, Fecr; 29:/Kur’an kul kelimesini İki
    anlamda kul­lanın bîri herşeyi İçine alan -hatta şeytanı bile kulu olarak gören
    diğeri iso yukarıdaki gibi âyetlerde hususi anlamda. Şeytana hitaben söylenen
    şu sözlerde de bu kelime husus; anlamda kullanılmıştır: «Btimm kullarım; senin
    onlar uzo-rinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur.» îsra: 65).

     

    [2] El Hakim et-Tirmızı, Nevadiru’1-Üsûl,

    [3] I.  i,  853

    [4] M.  U. 4

    [5] B. III, 42.

    [6] B’eyhâki, Zûd.

    [7] Yani karşılıklı Rıdvan ılc.   (bk. böl. XXX),

    [8] B. LXXXI, 37.

    [9] Beyhakî, Da’vet.

    [10] Tir. XLV.

  • Tebûk’ten Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

    80    TEBÛK’TEN SONRA

     

    Bedir’den dönüş gibi,
    Tebûk’ten dönüş de üzüntülü olmuştu: yokluğu sırasında Peygamber (s.a.v.) ‘in
    .kızların­dan biri daha, Ümmü Gülsüm (r.) ölmüştü. Bu sefer kızı­nın kocası da
    Medine’de değildi. Peygamber (s.a.v.) onun mezarı başında dua etti ve Osman (r.)
    ‘a eğer bekâr bir kı­zı daha olsaydı kendisine vereceğini söyledi.

    Sefere katılmayan
    münafıklar teker teker Peygam­ber (s.a.v.)’e gittiler ve özürlerini beyan
    ettiler. Peygam­ber (s.a.v.) onları, Allah’ın gizli düşünceleri bildiğini söy­leyerek
    uyarmasına rağmen, özürlerini kabul etti. Fakat geride kalan üç mü’mine, Allah’onlar
    hakkında hüküm verinceye kadar kendisinden uzak durmalarını ve diğer mü’minîere
    de bu üç kişiyle konuşmamalarını söyledi. Bu üç kişi Elli gün boyuûGa
    tttpEumdışı biı» hayat sürdüler; fakat ellinci gün sabah namazından sonra
    Peygamber (s.a.v.) mescidde Allah’ın onları affettiğini ilân etti. Bu ko­nu da
    nazil olan ayetler şöyleydi:

    «(Savaştan) Geri
    bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı), öyle kî, bütün genişliğine rağmen yeryüzü
    onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti. Ve
    O’nun dışında (yine) Al­lah’tan başka bir sığınacak olmadığını İyice anladılar.
    Sonra tev-be etsinler diye onların tevbezlni kabul et’i. Şüphesiz Allah (yal­nızca)
    O tevbelerî kabul edendir.» (Tevbe: 118).

    Cemaat sevince boğuldu
    ve birçoğu güzel haberi onla­ra vermek için mescidden aceleyle çıktılar.
    İçlerinden en gençleri olan Ka’b İbn Malik (r.) şehrin dışında kendisine tek
    kişilik bir çadır kurmuştu. Daha sonraki yıllarda, yak­laşan bir atm ayak
    seslerini ve «Ey Ka’b, müjde» diye bir bağırma duyduğunu ve nasıl hemen secdeye
    kapandığını anlatırdı. Bu iyi haberin affedilme haberinden başka bir şey
    olamayacağından emindi. Ka’b daha sonra mescide git­ti. -Peygamber (s.a.v.)’e
    selâm verdiğimde» dedi, «yüzü sevinçten parlıyordu. Bana: «Annenden doğduğundan
    beri geçirdiğin en güzel gün için sevin» dedi. «Ey Allah’ın Rasu-lü, bu senden
    mi, yoksa Allah’tan mı?» diye sordum. «Ha­yır Allah’tan» diye cevap verdi.
    Allah’ın Rasulü sevinçli bir haberden memnun olduğunda yüzü ay gibi parlardı».

    Havazin’in lideri
    Malik (r.) Müslüman olduğundan be­ri boş durmuyordu. Beni Sakîf hâlâ Taif’e
    girilmez diye kendileriyle övünebilirlerdi; fakat şimdi tüm yönlerden uzak ve
    geniş Müslüman topluluklarıyla sarılmışlardı ve gönderdikleri her kervan
    yağmalanabilirdi. Hatta deve ve koyunları bile Malik’in adamları alır diye
    otlamaya dışarı çıkaramıyorlardı. Yanısıra Malik’in adamları ellerine dü­şen
    Sakif’iiler, putperestlikten vazgeçmedikçe serbest bı­rakmayacaklarını ve öldüreceklerini
    ilân etmişlerdi. Birkaç ay sonra Taif’liler Peygambere (s.a.v.) İslâm’ı kabul
    ede­ceklerini bildiren, buna karşılık halkın, mallarının ve top­raklarının
    güvenlikte olmasını isteyen bir anlaşma yap­mak üzere bir delege göndermekten
    başka seçenekleri ol­madığına karar verdiler.

    Tebük’ten Ramazan’ın
    başında dönülmüştü. Aynı ay içinde Taiften delegeler Medine’ye geldi. Delegeler
    konuk­severce karşılandılar ve onlar için mescidin yakınma bir çadır kuruldu.
    Eğer Müslüman olurlarsa yerleşim bölge­lerinin îslâm devletinin koruması
    altında olmasına karar verildi. Fakat Peygamber (s.a.v.î onların ba^ı
    isteklerini kabul etmedi. Delegeler Lafın üç yıl kadar tahrip edilme­di den
    durmasını istediler. Peygamber (s.a.v.} bu isteği geri çevirince iki yıla, sonra
    bir yıla indirdiler, en sonunda bir ay mühlet istediler. Peygamber Cs.a.v.)
    buna da hayır de­di Daha sonra ona putlarını kendi elleriyle tahrip etmeme­leri
    ve hergun beş vakit namaz kılmamaları için yalvardı­lar. Onlara: «Namaz olmayan
    dinde hayır yoktur» diyerek namaz kılmaları gerektiğini söyledi. Fakat
    putlarını kendi elleriyle tahrip etmemeleri konusundaki önerilerini kabul etti.
    Urve’nin yeğeni Muğire’ye delegeler ile birlikte gitme­sini ve Mekke’den
    kendisine yardım etmek üzere Ebu Süf-yan’ı alıp Lat’ı tahrip etmesini emretti.

    Müslüman olduktan
    sonra delegeler Ramazan’ın geri kalanını Medine’de oruç tutarak geçirdiler ve
    daha sonra Taife döndüler. Ebu Süfyan gruba Mekke’de katıldı, fakat putu kıran,
    tek elli Muğire idi. Muğire’nin kabilesi, Urve ile aynı kaderi paylaşmasından
    korkarak onun için bazı koruma önlemleri almışlardı. Fakat kınlan put için
    feryat eden kadın seslerinden başka bir müdahale olmadı.

    Şehrin teslim olmasına
    en çok üzülen iki kişi, ne şeh­rin vatandaşı ne de Lat’m bağlılarmdandı.
    Peygamber (s. a. y.) Mekke üzerine yürüdüğünde, Hanzala’nm babası Ebu Amir ve
    ciritçi Vahşi, kendilerine yenilmez bir şehir olarak görünen Taife
    sığınmışlardı. Fakat şimdi nereye sı­ğınabileceklerdi? Ebu Amir, Suriye’ye
    kaçtı ve orada ken­di kendine ettiği bedduayı yerine getirerek «yalnız ve yu­vasız
    bir sürgün» olarak öldü[1].
    Sakîf li bir adam Peygam­ber (s.a.v.)’in Müslüman olan hiç kimseyi
    öldürmediğini söylediğinde Vahşi hâlâ nereye gidebileceğini düşünüyor­du.
    Vahşi, bunun üzerine Medine’ye gitti, Peygamber (s.a. v ) ‘e gidip kelime-i
    şehadet getirdi. O, böyle yaparken mü’-m inlerden biri onu Hamza’yı öldüren
    köle olduğunu anladı ve: «Ey Allah’ın Rasulü, bu Vahşi» dedi. «Olsun» dedi Pey­gamber
    (s.a.v.), «Çünkü bir kişinin İslâm’a girmesi benim içm bin kâfiri öldürmekten
    daha iyidir». Daha sonra gözle­ri, önündeki siyah yüzde gezindi:    «Gerçekten sen Vahşi misin?» diye sordu. Adam
    doğrulaymca: -Otur ve Hamzayı nasıl öldürdüğünü bana anlat» dedi. Adam
    anlatmayı bitirdiğinde Peygamber ,(s.a.v.): Yazıklar olsun, yüzünü benden uzak
    tut, bırak da sana bir daha bakmayayım»[2] dedi.

    Ebu Amtr’in kuzeni îbn
    Ubey’e gelince, Tebûk’ten bir ay sonra hastalandı ve birkaç hafta sonra ölmek
    üzere ol­duğu anlaşıldı. Eski kaynaklar, onun nasıl öldüğü (mü’min olarak mı,
    münafık olarak mı) konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir. Fakat Peygamber
    (s.a.v.î’in onun başın­da cenaze namazı kıldığı ve kabri başında dua ettiği ko­nusunda
    hepsi aynı fikirdedirler. Bir kaynağa göre Ömer (r.), Peygamber (s.a.v.î namaz
    için yerini aldığında onun yanına gitmiş ve bir münafığa bu kadar lütufta
    bulunma­ması için ona karşı çıkmıştı. Peygamber (s.a.v.) ona gülüm­seyerek şu
    cevabı verdi: «Ömer, arkama geç. Bana bir se­çenek verildi, ben de seçtim.
    Bana:

    «Sen, ister onlar İçin
    bağışlanma dile ya da istersen onlar tçin bağışlama dileme. Onlar için yetmiş
    kere bağışlama di’:sen de, Allah onları kesinlikle bağışlamaz» (Tevbe: 5)   ,

    denildi. Eğer yetmiş
    defadan fazla bağışlanma dilediğimde Allah’ın onları bağışlayacağını bilsem dualarımın
    sayısını artırırdım»[3]. Daha
    sonra namazı kıldırdı, tabutun yanında mezarlığa kadar yürüdü ve mezarın
    başında durdu. Bun­dan kısa bir süre sonra münafıklar hakkında, şu ayet na­zil

    «Onlardan ölen bitinin
    namazım hiçbir zaman kılma, mezarı başında durma. Çünkü onlar Allah’a ve
    Rasulüne (karşı) küfre sap­tılar ve fasıklar olarak öldüler.» (Tevbe: 84).
    Fakat başka kaynaklara göre[4] bu
    âyet Tebûk’ten dön­dükten hemen sonra nazil olan vahyin bir bölümü idi. Bu âyet
    İbn Ubey’e uygulanamazdı, çünkü Peygamber onu hastalığı sırasında ziyaret etmiş
    ve Ölümün yakınlığının onu değiştirdiğini görmüştü. İbn Ubey, Peygamber
    (s.a.v.) -den öldüğünde kefenlenmek için bir elbisesini ve kabre kadar
    tabutunun yanında gitmesini istemiş, O da bunu kabul etmişti. Daha sonra da:
    «Ey Allah’ın Resulü, ümit ederim ki tabutumun yanında dua eder ve günahlarımın
    affı için Allah’tan bağışlanmamı dilersin» demişti. Pey­gamber (s.a.v.) yine
    kabul etmiş ve O Öldükten sonra da sözünü yerine getirmişti. Tüm bu olaylar
    sırasında ölen adamın oğlu Abdullah da vardı.

    Peygamber (s.a.v.)’e
    elçiler gönderen tek kabile Saklf değildi. «Heyetler yılı» olarak anılan
    Hicret’in bu dokuzun­cu yılında Medine’ye Arabistan’ın her tarafından daha bir
    çok elçiler geldi. Bunlar arasında Yemen’in çeşitli bölgele­rinden gelen
    elçiler ve putperestliği bırakıp Müslüman ol­duklarını duyuran dört Himyerli
    Prensin mektupları da vardı. Peygamber (s.a.v.) onlara samimiyetle cevap verdi;
    onlara İslâm’ın emirlerini haber verdi. «Dinine bağlı olan bir yahudi veya bir
    hristiyanın dininden döndörülmeyece-ğini, fakat cizye (haraç) ödeyip, Allah’ın
    Rasulü’nûn hi­mayesi altında olacağını»[5]
    belirterek yahudi, hristiyan ve Müslümanlardan vergi toplamak üzere göndereceği
    elçile­re iyi davranmalarını emretti. Dinsel ayrılıklarla ilgili ola­rak   nazil
    olan bir âyette şöyle denilfyordu.:

    «Sizden her biriniz
    için bîr şeriat ve bir ydl yöntem kıldık. Eğer Allah[6]
    dileseydi, sizi bir tek ümmetten kılardı; ancak (bu) si­ze verdikleriyle sizi
    denemesi İçindir. Artik hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah’adır.  Hakkında    
    anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir» (Maide: 48).

    Gelen heyetlerin
    hepsinden sonuç alınamıyordu. Bı’r Ma’un’daki katliamdan sorumlu olan Amir İbn
    Tufeyl şim­di Beni Amir’in başına gelmiş ve kabilesinin baskıları so­nucunda
    Medine’ye gelmek zorunda kalmıştı. Fakat cahil bir adamdı. İslâm’a karşılık
    Peygamber (s.a.v)’den kendi­sini halifesi olarak ilân etmesini istedi.
    Peygamber (s.a-v.). «O ne senin içindir ne de kabilen içindir» dedi. «O halde»,
    dedi Amir, «Sen şehirlileri yönet, bana da göçebeleri ver… «Hayır» dedi.
    Peygamber (s.a.v.); «fakat sana süvarilerin idaresini veriyorum, çünkü sen
    atlardan anlayan bir adam­sın.» Bedevi lider için bu yeterli değildi. Hor
    görerek; «Bir-şeyim olmayacak mı yani?» dedi. Geriye dönerek: «Her ta­rafı sana
    karşı atlılar ve yayalarla dolduracağım» dedi. O gittikten sonra Peygamber
    (s.a.v.) dua etti. «Allah’ım, Be­ni Amir’e hidayet ver ve Tufeyl’in oğlu
    Amir’in şerrinden İslâm’ı kurtar.» Amir yolda bir saldırıya uğradı ve eve varmadan
    öldü. Kabilesi yeni bir temsilci kurulu gönder­di ve anlaşma yapıldı. Şair
    Labîd (r.) de elçilerden biriydi ve Müslüman olmuştu. Bundan sonra şairliği
    bırakmak is­tediği söyleniyordu. «Buna karşılık ‘ Allah bana Kur’an’ı verdi»
    demişti. Fakat yine de yeteneklerini dinin hizmetin­de   kullanarak Ölünceye dek şiir yazmaya devam
    etti.

    Hac zamanı
    yaklaşıyordu. Peygamber (s.a.v.) hacılarla ilgilenme görevini Ebu Bekir (r.)’e
    verdi. Ebu Bekir (r.) Medine’den üçyüz kişiyle yola çıktı. Fakat onlar
    gittikten kısa bir süre sonra, Müslüman ve müşrik Mekke’ye giden tüm hacıların
    duyması gereken önemli bir âyet nazil oldu. Peygamber (s.a.v.) «Bana benim
    ailemden birinden başka­sı temsilci olamaz» dedi ve Ali (r.) ‘e tüm hızıyla
    gidip hacı­lara yetişmesini söyledi, inen âyetleri Mina’da okuyacak ve o yıldan
    sonra Kâ’be’ye çıplak girilemeyeceğini ve put­perestlerin son defa Haç
    yaptıklarını ilân edecekti.

    Ali Cr.) yetiştiğinde
    Ebu Bekir (r), topluluğa kuman­da etmek üzere mi geldiğini sordu. Ali (r.) onun
    kumandası altında olacağını söyledi ve birlikte yola çıktılar. Na­mazları Ebu
    Bekir kıldırdı ve hutbeleri de o okudu. Bay­ram günü, tüm hacılar kurbanlarını
    kesmek üzere Mina vadisinde toplandıklarında Ali (r.) ilahî mesajı açıkladı.
    Mesajın konusu, putperestlere serbestçe gidip gelme için dört ay mühlet
    verildiği, bu süreden sonra Allah’ın ve Ra-sulü’nün onlara, karşı bir
    sorumlulukları    olmayacağıydı.

    Onlara savaş ilan
    edilmişti. Bundan sonra görüldükleri yerde öldürülecek ya da esir alınacaklardı[7]. İki
    istisna ya­pılmıştı Peygamber (s.a.v.)’le özel anlaşması olan ve bu an­laşmaya
    uyanlar anlaşma süresi bitinceye etek güvenlikte olacaklardı, eğer bir
    putperest himaye isterse ona himaye verilecek, îsîâm ona tebliğ edildikten
    sonra emin bir yere yerleştirilecekti. Putperestlerin çıkarılmasıyla sadece
    tica­retlerinin durgunlaşacağını değil değerli hediyelerden de mahrum
    kalacaklarını zanneden yeni Müslüman olan Mekke’lilere hitaben yeni bir âyet
    nazil olmuştu:

    «Ey iman edenler,
    müşrikler ancak pisliktirler; öyleyse bu yıl­larından sonra artık Mesciâ-i
    Harama yaklaşmasmlar. Eğer ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız. Allah dilerse
    sizi kendi fazlından zengin kılar. Hiç şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet
    sahibi olandır.» (Tevbe: 25).

    Peygamber (s.a.v.)
    Hicret’ten sonra onuncu yıl olan ertesi yıl hemen hemen tümünü evde geçirdi.
    İbrahim, yü­rümeye başlamıştı ve henüz Konuşmaya başlıyordu. Ha­san (r.) ve
    Hüseyin (r.)’in, Zeyneb Cr.) adında bir kızkar-deşleri olmuştu ve Fatıma (r.)
    dördüncü bir çocuk bekli­yordu. Ailenin diğer yakınları arasında Cafer (r.)’in
    üç oğlu vardı. Cafer’in ölümünden sonra Esma (r.) ile evlen­diği için bu üç
    çocuk Ebu Bekir (r.)’in üvey oğullan olu-

    yordu. Esma (r.) da
    bir bebek bekliyordu. Peygamber (s.a. v). Esma’nm kardeşi Ümmü’1-Fadl (r.)’ı çok
    severdi. Mek­ke’de iken sık sık onu ziyaret etmek adetiydi. Abbas (r.)
    Medine’ye yerleştiğinden beri yine sık sık ziyaret ediyordu. En büyük oğulları
    Fadl fr.) olgunlaşmış ve Peygamber (s. a.v.) tarafından sevildiğini gösteren
    birçok olayla karşı­laşmıştı. Bunlardan biri de, Peygamber (s.a.v.)’in Meymu-ne
    (r.)’de kaldığı zamanlar, yeğeni Fadl (r.)’ı onunla-bir­likte kalmaya davet
    etmesiydi.

    Delegeler bir önceki
    yıl gibi gelmeye devam ediyordu Bunlardan biri, Peygamberle (s a.v) anlaşma
    yapmak isteyen Necran hris Uyanların d andı. Onlar Bizans yönetimin-deydiler ve
    geçmişte Konstantinapol’den birçok yardım gör­müşlerdi. Altmış itişi olan
    delegeleri Peygamber (s a.v.) Mescid’de kabul etti. Onların dua etme vakti
    geldiğinde Peygamber (s.av.) onların doğuya dönerek dua etmelerine izin verdi.

    Kaldıkları sürece
    yapılan görüşmelerde birçok ilkelere değinildi, isa’nın kişiliği hakkında
    Peygamber (s.a.v)’le arasında birçok anlaşmazlıklar çıktı. Bunun üzerine şu
    âyetler nazil oldu-

    «Şüphesiz, Allah
    ka’ında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı[8],
    sonra da «ol» demesiyle o he­men oluverdi. Gerçek, Rabbindendir. öyleyse
    kuşkuya kapılanlar­dan olma. Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun
    hakkında seninle «çekişip-tartışmalcra girişirlerse» de ki: «Gelin oğullarımı­zı
    ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve ken­dinizi
    çağıralım, sonra kcrşthkh lanctleşelim de Allah’ın lanetini ya­lan söylemekte
    olanların üs’üne kılalım.» (Al-i Imran: 59-61}.

    Peygamber (s.a.v.) bu
    âyetleri hristiyanlara okudu ve onları kendisi ve ailesi ile buluşup âyette
    Önerilen şekilde

    anlaşmazlığı çözmeye
    davet etti. Onlar düşüneceklerini söylediler, ertesi gün Peygamber (s.a.v.)’e
    geldiklerinde, Ali (r.)’nin, Fatıma lr.)’nın ve iki oğullarının yanında ol­duğunu
    gördüler. Peygamber (s.a.v.) büyük bir aba giy­miş ve hepsini de içine alacak
    şekilde yaymıştı. Bu neden­le bu beş kişiye, «ehl-i aba» denirdi. Hristiyanlara
    gelince, anlaşmazlığı artık daha fazla devam ettiremeyeceklerini anladılar.
    Peygamber (s.a.v.î onlara, vergi vermeleri karşı­lığında kendilerinin,
    kiliselerinin ve tüm diğer mallarının İslâm devletinin koruması altında
    olacağını vadeden bir anlaşma yaptı.

    Bu yılın ilk aylarında
    süren neşeli mutluluk İbrahim’­in hastalanmasıyla birlikte sona erdi. Bir süre
    sonra onun uzun süre yaşamayacağı ortaya çıktı. Onu annesi Mariye (r.) ve
    teyzesi SirînCr.) tedavi ediyorlardı. Peygamber (s. a.v.) onu sık sık ziyaret
    ed’yordu ve ölürken yanındaydı. Çocuk son nefesini verdiği ide kucağına aldı ve
    gözlerin­den yaşlar boşandı. Onun yas ve feryadları yasaklaması, ölüm
    sonrasındaki tüm üzüntü belirtilerini de yasaklamış olduğu anlaşılıyordu. Bu
    yanlış anlama hâlâ bazı zihinleri meşgul ediyordu. Abdurrahman İbn. Avf (r.):
    «Ey Allah’ın Rasulü, sen bunu ağlamasını kastederek yasaklama­dın mı?
    Müslümanlar seni ağlarken görürlerse onlar da ağ­larlar» dedi. Peygamber
    (s.a.v.) yine ağlamaya devam etti ve konuşabilecek hale geldiğinde: «Ben bunu
    yasaklama­dım. Bunlar acıma ve merhamet belirtileridir. Merhametli olmayana merhamet
    olunmaz. Ey ibrahim, eğer tekrar bu­luşma va’di olmasa, bu herkesin geçmek
    zorunda olduğu bir yol olmasa ve son gelenimizin ilk gidene yetişeceğini bil­in
    eşek, senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok üzülüyoruz, ey
    İbrahim. Göz ağlar, kalb hüzünlenir, Allah’ın gücüne gidecek birşey
    söylemiyoruz» [9]dedi.

    İbrahim’in Cennette
    olduğunu söyleyerek Mariye (r.) ve Şirin (r.)’i teselli etti. Onları bir müddet
    yalnız bıraka tıktan sonra Abbas (r.) ve Fadl (r.) ile birlikte döndü, îki yaşlı
    adam oturmug onu seyrederken genç adaın cenazeyi yıkadı. Daha sonra, cenaze
    mezarlıktaki küçük mezarına kondu. Üsame (r.) ve Fadl Cr.) çocuğu mezara
    uzattıktan sonra Peygamber Cs.a.v.) cenaze namazını kıldırdı ve kab­rin başında
    oğlu için dua etti. Mezara toprak atıldığında hâlâ mezarın başındaydı. Daha.
    sonra bir kırba su getirme­lerini ve mezarın üstüne serpmelerini emretti.
    Atılan toprağın yüzeyinde dengesizlik vardı, buna işaret ederek: Sizden biriniz
    birşey yaptığında, onu mükemmel yapsın» dedi. Toprağı eli ile düzelterek
    yaptığı iş için «Bu ne iyilik ne de zarar verdi, fakat hüzünlenenin gönlünü
    ferahlattı»[10] dedi.

    Peygamber (s.a.v.)
    birçok kez, yaptığı her dünyevi işte kişinin mükemmeli araması gerektiğini
    vurgulamıştır. Bir­çok sözü de bu amacın dünyevi olmadığını ve uhrevi ol­duğunu
    belirtir. Ali, Peygamberin (s.a.v.) bu konudaki tu­tumunun şu sözlerle
    özetlenebileceğini söylemiştir: «Her za­man yaşayacakmış gibi bu dünya için,
    yarın ölecekmiş gi­bi ahiret için çalış.» Her zaman ayrılmaya hazır olmak, her
    zaman uhrevi olmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bu dünyada bir garip veya bir yolcu
    gibi ol»[11] demiştir.

    İbrahim’in öldüğü gün,
    cenaze gömüldükten sonra bir güneş tutulması olmuştu. Bazıları bunu Peygamber
    (s.a. v’Jin üzüntüsüne bağladılar. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.): «Ay ve
    güneş Allah’ın işaret ayetlerindendir. Onla­rın ışığı hiçbir insanın ölümü için
    kesilmez. Onların tutul­duğunu görürseniz, aydmlanmcaya kadar dua edin.»[12]
    dedi.

     



    [1]   Bak   Bol. 30

    [2] I. I. 536.

    [3] I. I. 0L7.

    [4] Mirkhand, Ravdat os-Sâfa II Cilt, 2. 55, 671-2 eski
    kaynakları zikredcr. Brk. B. XXIII,   76

    [5] I. I. 953

    [6] Daha ünce de belirttiğimiz gibi Kur’an’da   birinci şahıstan üçuncu şahısa (Biz…
    Allah) geçiş sık  sık kullanılır.

     

    [7] Bismillah er-Rahman er.Rahim kelimeleriyle başlamayan
    tek curo olan Tcvbe Suresinin başında .esirgeme ve bağışla­ma iü]mlorinin
    zikrcdilmemesi bu mesaim sertliğini vurgu­lar.

    [8] Buradaki sözler «annesinin rahminde» diye
    anlaşılmalıdır, Çünkü Isa’nın, Adem’in yaratılışı gibi birden bire yetişten
    olarak: yaratılması  sözkonusu değildir.

     

    [9] I. S.   I/l,
    88-9.

    [10] Agc.

    [11] B. LXXXI, 3.

    [12] I. S. I./l, 88-9.

  • Uzlaşmalar Hz. Muhammedin Hayatı

    77.    UZLAŞMALAR

     

    Ordu Ci’râne’ye
    ulaştığında yaklaşık altıbin kadın ve çocuktan oluşan esirler güneşten korunmak
    için büyük bir sığınağa çekilmişlerdi. Çoğu fakirdi, bu nedenle Peygam­ber
    Huza’alı bir adamı herbirine yeni giyecekler almak üzere Mekke’ye gönderdi.
    Bunların parası ganimetin bir bölümünü oluşturan gümüşlerle ödenecekti. Develer
    yak­laşık olarak yirmidörtbin kadardı. Koyunları ve keçileri ise kimse saymaya
    girişmedi. Fakat yaklaşık kırkbin oldu­ğu tahmin ediliyordu.

    Adamların çoğu
    ganimetten payını almak için sabır­sızlanıyordu. Fakat Peygamber (s.a.v.),
    hemen geri dön­mek istemiyordu. Çünkü Havazinlilerden esirlere nazik
    davranılmasmı rica eden bir delegenin gelmesini bekliyor­du. Bununla birlikte
    ganimet dağılımının gecikmesini is­temediği bir bölümü vardı. Ganimetlerden
    kendisine düşen beşte bir de aynen zekâtlar gibi işlem görüyordu. Kısa bir süre
    önce nazil olan ayetler bu tür fonlardan yararlanacak olan ayrı bir kategoriye,
    yani «KALBLERÎ ISINDIRILA­CAKLAR» adında bir guruba işaret ediyordu:

    «Sadakalar —Allah’tan
    bir farz olarak— yalnızca fakirler, düş­künler, (zekât) işinde görevi olanlar,
    kalbleri ısındırılacaklar, kö­leler, borçlular, Aüah yolunda (olanlar) ve yolda
    katmış (tor) için­dir Allah bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.» (Tevbe; 60).

    «KALBLERÎ
    ISINDIRILACAKLAR» deyince akla hemen yeni dinin Mekke’de kurulmasıyla dünyaları
    —yani Arap putperestliği— sarsıntıya uğrayınca, şartların zorlaması ne­deniyle
    Müslüman olan Mekkeliler geliyordu. Peygamber, Ebu Süfyan’a yüz deve verdi.
    Oğlu Muaviye ve Yezid’e yü­zer deve verilmesini söyledi. Gerçekte bu Ebu
    Süfyan’a üç-yüz deve verilmesi anlamına geliyordu. Bu nokta diğerle­rinin
    gözünden kaçmadı. Hatice’nin yeğeni Hakime yuz deve verildiğinde iki yüz deve
    daha istedi. Peygamber de istediklerini hemen ona tahsis etti. Ebu Süfyan’mki
    gibi durumlarda en ufak bir isteksizlik veya kararsızlık hediye­nin asıl
    amacını zedeliyebilirdi.

    Fakat Peygamber
    (s.a.v.) yine de Hakim “e şöyle dedi: «Bu servet temiz ve yeşil bir
    otlaktır. Kim onu cömertçe alırsa orada mübarek olacaktır. Kim de onu gururla
    alır­sa mübarek olmayacak ve yiyen, fakat doymayan kişi gi­bi olacaktır. Veren
    el alan elden hayırlıdır. Vermeye ilk ön­ce ailenden bakmaya yükümlü
    olduklarınla başla.» Bunun üzerine Hakim gelecekte kendi elinin hiçbir zaman
    alan el olmayacağına kararlı bir şekilde: «Seni hak üzere gönde­rene yemin
    olsun ki, senden sonra hiç kimseden hiçbir şey almayacağım» dedi. Daha önceki
    isteğinden vazgeçip sade­ce yüz deve aldı[1]

    Sadakaların dağılacağı
    aynı kategorideki guruptan ba­zıları da sınırda olanlar, yani İslâm’ı seçip
    seçmemekte kararsız olanlardı. Bunlardan bazılarına da yüzer deve verildi.
    Bunlardan en önemlileri Süheyl ve Saffan idi. îkisi de Huneyn’de savaşmışlar ve
    Saffan savaşın başla­rında Müslümanlar kaçmaya başlayınca bundan memnun olan
    geri saflardaki müşrik Mekkelileri uyarmış ve: Eğer başımızda biri olacaksa
    bunun Havazin yerine Kureyş’ten biri olmasını yeğleriz!» diye bağırmıştı. Yüz
    deveyi aldık­tan sonra Saffan Si’râne vadisi boyunca ilerlerken, Pcy-gamber’e
    arkadaşlık etti- ve ganimetlere baktı. Ci’rane’de ana vadinin yanısıra birçok
    yan vadiler de vardı. Bunlar­dı dan biri özellikle ot, bakımından çok
    verimliydi. Bu neden­le deve, koyun ve keçi sürüleri doldurmuştu. Saffan’ın bu
    görüntüden çok etkilendiğini gören Peygamber: «Bu vadi çok mu hoşuna gitti?»
    diye sordu. Saffan’ın yavaşça tas-diklediğini görünce-. «Hepsi senin,
    içindekilerle birlikte» di­ye ekledi. «Şehadet ederim ki,» dedi Saffan. Eğer bu
    Pey-gamber’in nefsi olmasa, hiçbir nefis bu denli iyiliğe sahip olamaz;
    Allah’tan başka ilah olmadığına ve senin onun Resulü olduğuna şehadet ederim,»

    Süheyl’e gelince onun
    da şüpheleri Ci’rane’de sona er­mişti. Bu, ya onun oğlu Abdullah ile tekrar bir
    araya gel­mesi ve Huneyn’deki mucizevi zafere şahitlik etmesi veya Peygamber
    (s.a.v.)’in etkileyici kişiliğiyle bir arada bulun­ması ya da tüm bu
    faktörlerin bir arada işlemesiyle mey­dana gelmiştir. Fakat o, İslâm’a vakur
    bir ifadeyle girdi.

    Üç yıl sonra oğlu
    Abdullah savaşta öldürüldünce Ebu Bekir Cr.) acılı babayı teselli edici sözler
    söyledi. Fakat Sü­heyl şu cevabı verdi: «Bana Allah’ın Rasulü’nün bir şehit,
    kavminden yetmiş kişi için şefaat diler» dediğini söylediler. Ben de oğlumun
    benden önce kimseye şefaat etmeyeceğini umuyorum.»

    Cinane’de Müslüman
    olanlardan bazıları da Mahzum’ un ileri gelen liderlerinden bir kaçıydı: Ebu
    Cehil’in iki kardeşi; Halid’in üvey kardeşi, şimdi hayatta olmayan genç
    Velid’in ise öz kardeşi olan Hişam; Peygamber (s.a.v.)’in halası Atike’nin
    Taif’te şehit olan oğlundan sonra Zübeyr adındaki ikinci oğlu. On yıl kadar
    önce Ebu Cehil’e karşı mecliste Beni Hâşim ve Beni Muttalib’e uygulanan boyko­tun
    kaldırılmasını savunan ilk Kureyş’li Zühre idi. Anne­si Atike (r.) ise
    oğullarından daha önce Müslüman olmuş­tu.

    Müslüman ordusu vadide
    günlerce bekledi, fakat Ha-vazinlilerden hiçbir delege gelmedi. Bunun üzerine
    Pey­gamber Cs.a.v.) ganimetleri paylaştırdı. Paylaştırma işle­mi bittikten kısa
    bir süre sonra içlerinde süt babası Haris’-in kardeşinin de bulunduğu bir
    delege geldi. Gelenlerin ondört tanesi zaten Müslümandı. Geriye kalanlar da
    Müslüman oldular ve Havâzin kabilesinin Peygamber (s.a. v.)’in akrabası
    sayılması gerektiğini söyleyerek ondan cö­mert davranmasını istediler. «Seni
    kucağımızda büyüttük, göğsümüzde emzirdik» dediler. Peygamber (s.a.v.) onlara
    bir delegenin geleceğinden ümit kesene kadar beklediğini ve ganimetlerin dağıtılmış
    olduğunu söyledi. Daha sonra cevabın ne olacağını bilmesine rağmen, onlara
    kadınları ve çocuklarının mı, yoksa mallarının mı daha değerli oldu­ğunu sordu.
    Onlar: «Bize kadınlarımızı ve çocuklarımızı geri ver» dediklerinde ise: «Benim
    ve Abdu’l-Muttalib oğul­larının payına düşenler sizindir. Diğerlerine de sizin
    adını­za rica edeceğim. Ben öğle namazını kıldırdıktan sonra: «Allah’ın
    Rasulünün bizim adımıza Müslümanlardan şe­faat dilemesini, Müslümanlardan da
    bizim adımıza Rasulullah’tan şefaat dilemesini istiyoruz deyin» dedi[2].

    Onun söylediği gibi
    yaptılar. Peygamber (s.a.v.) de ce­maate dönüp kadınlarının ve çocuklarının
    kendilerine ve­rilmesini istediklerim söyledi, Ensar ve Muhacirler hemen kendi
    paylarına düşen esirleri Peygamber fs.a.v.)’e verdi­ler. Fakat kabilelerden bir
    kısmı onlar gibi yaptı, bir kıs­mı da bunu kabul etmedi. Kabul etmeyen
    kabileler gele­cekte ödemek üzere esirleri bırakmaya İkna edildiler. Böy­lece
    bütün esirler ailelerine döndüler. Sadece Peygam­ber (s.a.v.)’in dayısının oğlu
    olan Zühre’li Sa’d’m payına düşen genç bir kadın Sa’d’la kalmak istediğini
    söyledi ve geri dönmedi.

    Peygamber (s.a.v.) süt
    kardeşine bir miktar deve, ko­yun ve keçi daha verdikten sonra ona veda etti.
    Delege ayrılmak üzere İken onlara başkanları Malik’i sordu. On­lar Malik’in
    Taif’teki Sakîflilere katıldığını söylediler. *Ona haber verin,» dedi Peygamber
    (s.a.v.) «bana Müslü­man olarak gelirse ailesini ve mallarını ona iade edece­ğim,
    ona bir de yüz deve vereceğim.» Malik’in ailesini bu amaçla Mekke’de halası
    Atike’nin yanma yerleştirdi ve mallarını paylaştırdı. Bu mesaj, Malik’e
    ulaştığında, O Sakîflilerin kendisini hapsetmelerinden korktuğu için bundan
    onlara bahsetme­di. Geceleyin şehri terkederek Müslüman kampına gitti ve
    Müslüman oldu. Peygamber (s.a.v.) onu gittikçe artan Havazin’li Müslümanların
    basma kumandan tayin etti ve Ta­ife rahat vermemelerini istedi. Böylece Taif
    kuşatması sa­dece sınırlı bir süre için kaldırılmış oluyordu. Daha az ke­sin,
    fakat daha etkili başka tür bir kuşatma ilkinin yerini alıyordu.

    Peygamber (s.a.v.)
    dinin kendisinin ruhlar üzerinde bir etkisi olmasına rağmen, bu etkinin sadece
    dinin sözde değil, teslimiyetle kabul edilme derecesine bağlı olduğunu
    biliyordu. «Kalblerî ısındırılacaklar» (Müellefe-i KulûbJa mali yardımda bulunma
    prensibi işte bu teslimiyete engel teşkil eden sıkıntı ve acıyı ortadan
    kaldırmak için konul­muştu. Fakat bu prensibin amacı bırakın diğerlerini, ilk
    Müslüman olanlar tarafından bile kavranamadı. Daha Ön­ce bahsettiklerimizin
    yanisıra, çölde ihtiyacı olan birçok kişi görmezlikten gelinerek Müslüman olup
    olmadıkları şüpheli olan birçok bedeviye de değerli hediyeler verilmiş­ti.
    Zühre’li Sa’d Peygamber (s.a.v.)’e Gafatan’lı Uyeyne’ye ve Temim’den Ekraya
    yüzer deve verdiği halde, daha sa­mimi olan ve ikisinin aksine çok fakir olan
    Demreli Cu’ayl’e neden bir şeyler vermediğini sordu. Peygamber (s.a. v.) şu
    cevabı verdi: «Nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun ki, Cu’ayl, bir dünya
    dolusu Uyeyne ve Ekra’dan daha değerlidir. Fakat onların Allah’a tesiim olmaları
    için kalblerinin ısmdırılmasi gerek. Oysa Cu’ayl’in teslimiyeti­ne[3]
    güveniyorum»[4].

    Muhacirlerden bundan
    başka bir karşı çıkış olmadı. Fakat Peygamber [s.a.v.)’in Ci’rane’de kurduğu
    kampın sonlarına doğru dörtbin kişi kadar olan Ensar arasındaki huzursuzluk çok
    artmıştı. İçlerinden çoğu fakirdi ve o ka­dar ganimetten her adama sadece dört
    deve veya dört deveye eş değer sayıda koyun ve keçi düşmüştü. Esirlerden yüksek
    fidyeler almayı ümit ediyorlardı, fakat paylarına düşen esirleri de Peygamber
    (s.a.v.)’i memnun etmek için hiç tereddüt etmeden geri vermişlerdi. O sırada
    Kureyş’-ten onaltı nüfuzlu adama ve diğer kabile reislerinden de dört kişiye
    değerli hediyeler verildiğini gözlemişlerdi. Bu hediyeleri alanların çoğu zaten
    zengin adamlardı. Fakat Ensardan hiç biri Peygamber (s.a.v J ‘den bir hediye
    alma­mıştı. Gerçi Muhacirlerden hiçbiri de hediye almamıştı bu Medine’lileri
    teselli etmiyordu. Çünkü hediyelerin ço­ğu, Muhacirlerin akrabaları olan
    Kureyşlilere gitmişti. En-sar,’ kendi aralarında «Allah’ın Rasulü kendi
    kabilesine döndü» diyorlardı. «Savaş sırasında onun arkadaşları biz­lerdik.
    Fakat ganimetler dağıtılırken akrabaları, kabilesi onun arfeadaşları oldu.
    Bunun nereden geldiğini muhak­kak öğreneceğiz. Eğer bu Allah’tan ise sabırla
    kabul ederiz, fakat eğer bu sadece Allah’ın Rasulünün bir fikrinden öte
    gitmiyorsa, bizi de düşünmesini isteyeceğiz.»

    Ensar arasındaki bir
    düşünce ve konuşmalar ateşle­nince Sa’d îbn Ubade (r.) Peygamber (s.a.v.)’e
    gitti ve on­ların neler söyleyip neler düşündüklerini anlattı. Peygam­ber
    (s.a.v.): «Peki bu durumda sen nerede yer alıyorsun, ey Sa’d?» dedi. Sa’d «Ey
    Allah’ın Rasulü, ben de onlardan biriyim. Bunun nereden geldiğini öğrenmek
    istiyoruz» di­ye karşılık verdi. Peygamber (s.a.v.} Sa’d’a tüm Ensarın da­ha
    Önce esirlerin yerleştirildiği sığınaklardan birine top­lanmasını söyledi.
    Sa’d’ın izniyle onlara birkaç da Muha­cir katıldı. Daha sonra Peygamber
    (s.a.v.) onlara gitti ve Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi; «Ey
    Ensar kalblerinizden bana karşı olduğunuz haberi ulaştı bana. Ben sizi
    sapıklıkta bulmuşken Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Ben sizi fakir
    bulmuşken Allah sizi zen-ginleştimedi mi? Ben sizi birbirinize düşman bulmuşken
    Allah kalblerinizi uzlaştırmadı mı?» Onlar: «Evet, elbette» dediler. «Allah ve
    Rasulü en cömert ve en eli açık olandır.» Peygamber (s.a.v.): «Bu
    söylediklerime mukabele etmeye­cek misiniz?» dedi. «Nasıl mukabele edelim?»
    dediler. Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi: «Eğer isterseniz ‘sen bize itibar­dan
    düşmüş bir halde geldin biz sana itibar kazandırdık, bize terkedilmiş geldin
    sana yardım ettik, seni toplumdan atılmış bulduk içeri aldık, seni mahrum
    bulduk rahatlattık’ diyebilirsiniz, doğruyu da söylemiş olursunuz ve size ina­nılır.
    Ey Ensa1″, ben sizin İslâm’ınıza güvenmişken benim insanların kalblerini
    ısındırmak için kullandığım dünya malları kalbinizde o kadar çok mu yer
    tutuyor? Ey Ensar, memnun değil misiniz? İnsanlar, develerini ve koyunları­nı
    götürürken, siz evinize Allah’ın Rasulünü beraberiniz­de götürüyorsunuz. Ensar
    hariç bütün insanlar bir yöne gitse, Ensar da başka bir yola gitse, ben
    Ensarın’ yolundan giderdim. Allah Ensar’a, onların oğullarına ve oğullarının
    oğullarına rahmet etsin» Adamlar gözyaşlarıyla sakalları ıslanmcaya kadar
    ağladılar ve bir tek ses halinde: «Biz his­semize düşen Allah’ın Rasulünden
    memnunuz[5]-dediler.

     



    [1] W. 945

    [2] I. I. 877

     

    [3] islam

    [4] W. 948

    [5] I. I686.

  • Zaferden Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

     

    78.    ZAFERDEN SONRA

     

    Ci’ra’neden sonra
    Peygamber (s.a.v.) umre yaptı ve Medine’ye döndü. Medine’ye varmadan kısa bir
    süre Ön­ce, Hudeybiye’de Müslümanların liderlerine bağlılığına şa­şıran Sakîfli
    Urve’ye rastladı[1]. Urve, Huneyn savaşı sıra­sında
    Yemen’deydi; yolda aldığı bu mucizevi zafer haber­leri, içinde zaten varolan
    imanı alevlendirdi. Peygamber Cs.a.vJ’e gidip biat etti ve ondan Taife gidip
    halkını îslâm’a çağırmak için izin istedi. «Seni öldürürler» dedi Pey­gamber
    (s.a.v.) «Ey Allah’ın Rasulü, ben onlara çocukla­rından daha sevgiliyim» dedi.
    Peygamber (s.a.v.}- «Seni öi-dürürler» diye tekrarladı. Fakat Urve (r.) üçüncü
    kez izin İsteyince: «Eğer istiyorsan git» dedi. Aynen Peygamber (s a.v.î’in
    söylediği gibi Taif’liler onun evini okçularla sardı­lar, kısa bir süre .sonra
    Urve (r.) Ölümcül bir ok yarası al­dı. Ailesinden bazıları ölmek üzere iken ona
    ölümüyle ilgili ne düşündüğünü sordular. «Bu Allah’ın rahmetinden bana verdiği
    bir lütuftur» dedi. Daha sonra onlara kendi­sini Taif kuşatması sırasında şehit
    olanların yanına göm­melerini söyledi. Ailesi de bu isteğini yerine getirdi.
    Pey­gamber (s.a.v.)’e onun öldüğü söylendiğinde; «Urve Ya­sindeki adam gibidir.
    Halkını Allah’a çağırdı, onlar da onu öldürdüler» (Yasin: 20) dedi[2]. Bu
    adam Aziz Peter kovul­duktan sonra halkını İsa’nın mesajını kabul etmeye çağı­ran
    Antakya’lı bir marangoz olan Habîb idi Antakya’lılar onu öldürdüler ve
    Kur’an’da anlatıldığı üzere:

    «Ona: Cennete gir,
    denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir bilseydi, dedi. «Rabbimin bent
    bağışladığım ve beni ağırlananlar­dan kıldığını» (Yasin: 26-7).

    Urve’nin ölümünden
    sonra oğlu ve yeğeni Taif’ten ay­rılıp Medine’ye geldiler. Orada Müslüman olup,
    Muhacir­lerden biri olan kuzenleri Muğire’yle birlikte yaşamaya başladılar.

    Abdullah îbn Revaha
    (r.)’nm Mut’a’da şehid olması Peygamber (s.a.v.)’i sadece yakın bir arkadaşı
    değil iyi bir şairi de kaybettiği için üzmüştü. Çünkü onun Abdullah’ın
    dizelerini Hassan ve Ka’b îbn Malik’in dizelerine eş tuttu­ğu söylenirdi. Fakat
    genel kanıya göre Arabistan’da tüm diğer şairleri gölgede bırakan iki şair
    vardı. Bunlardan bi­ri Labida, diğeri ise bir önceki neslin en iyi şairlerinden
    olan Zübeyr îbn Salman’m oğlu Ka’b idi. Ka’b, Muzeyne’li olmasına rağmen
    hayatının çoğunu Gatafan’lılarla birlik­te geçiriyordu, bu nedenle de
    kabilesinde çok yaygın olan İslâm’ın etkisinden uzakta kalıyordu. Ka’b’m
    kardeşi Bu> ceyr (r.l, Hudeybiye’den sonra Müslüman olmuştu; fakat Ka’b yeni
    dini şiddetle reddediyor ve Peygamber (s.a.v.)’i aşağılayan şiirler yazıyordu.
    Peygamber (s.a.v.) bu neden­le bu şiirleri yazanı Öldürenin Allah rızası için
    bir hayır yapmış olacağını ilân etmişti. Buceyr (r.) daha önceden ümitsizlikle
    kardeşini Peygamber (s.a.v.)’e gidip ondan af dilemeye teşvik etmişti. *O
    pişman, olarak kendisine dönen kimseyi öldürmez» demişti. Mekke’nin fethinden
    sonra Ka’b yine Önceki düşüncelerini izleyen ve içinde aşağıdaki dizelerde
    bulunan bir şiir yazmıştı:

    «Sadece Allah’a ne
    Uzzaya ne Lat’a Kaçabilirsin, eğer kaçabilirsen,

    Hiç kimsenin
    kaçamayacağı, insanlardan

    kaçılamayacağı günde,

    Kalbi saf bir şekilde
    Allah’a teslim olan kişi bundan müstesnadır.»

    Her taraftan sayısız
    insanların İslâm’a girmesiyle, Ka’b yeryüzünün keuuisi için daraldığını
    hissetti. Hayatını kay­betmekten korkarak Medine’de, arkadaşlarından biri olan
    Cuheyne’li bir adama gitti ve Müslüman olduğunu söyledi. Ertesi gün Mescid’de
    sabah namazına cemaate katıldı. Na­mazdan sonra ellerini Peygamber (s.a.v.)’in
    elinin üstüne koyarak: «Ey Allah’ın Rasulü, eğer Zübeyr’in oğlu Ka’b pişman
    olup bir Müslüman olarak sana gelse ve dokunul­mazlık istese, onu sana getirsem
    kabul eder misin?» dedi. Peygamber (s.a.v.) kabul edeceğini söyleyince: «Ey
    Allah’ın Rasulü ben Zübeyr’in oğlu Ka’b’ım» dedi. Ensar’dan biri ayağa kalktı
    ve onun başını kesmek için izin istedi. Fakat Peygamber (s.a.v.): «Onu bırak, o
    pişman olarak geldi ve artık eskisi gibi değil» dedi. Daha sonra Ka’b bu olay
    için yazdığı dizeleri okudu. Şiir geleneksel bedevi stilindeydi; diksiyonu
    harika ve melodiliydi, çoğunlukla berrak tabiat tasvirleri yer alıyordu. Fakat
    asıl teması af dileme idi. Şiir, başlangıcında Peygamber (s.a.v.)’i ve
    Muhacirleri Öven bir pasaj ile son buluyordu:

    «Resul bir ışıktır,
    bir ışık kaynağı;

    Bir Hindistan kılıcı,
    Allah’ın çekilmiş kılıçlarından

    biridir,

    Mekke vadisinde
    İslâm’ı  seçtiklerinde,  insanlar:

    «Gidin!» dediler.

    Gittiler, ama zayıf ve
    kaçaklar olarak değil,

    Bineklerinin üstünden
    sarkarak ve kötü

    silahlarla silahlanmış
    olarak değil.

    Bilâkis parlak
    giysili, gururlu ve soylu tavırlı

    kahramanlar olarak,

    Bu karşılaşma için
    Davud’un ördüğü zırhları

    giymiş[3]
    olarak.»

    Ka’b (r.) okumayı
    bitirdiğinde Peygamber (s.a.v.) çiz­gili Yemen kumaşından yapılmış olan
    cübbesini çıkardı ve dilini kullanmadaki başarıcının ödülü olarak şairin omuz­larına
    attı[4].
    Fakat daha sonra arkadaşlarından birine: «Keş­ke Ensar’dan da bahsetseydi,
    çünkü onlar bunu hakettüer» dedi. Ka’b, bunu duyunca Ensarı öven, onların
    savaştaki cesaretini, himayelerinin emin olduğunu, ev sahibi olarak ne kadar
    cömert olduklarını, her zaman yiğit olduklarını an­latan bir şiir yazdı.[5].

    Mariye (r.)’nin
    çocuğunun doğmasına az zaman kal­mıştı. Çocukların hepsinin doğumunda da
    Hatice’ye yar­dım eden Selma artık yaşlı bir kadındı. Fatıma’nın dünya­ya
    gelmesinden beri yirmibeş yıl geçmişti. Fakst Selma yine de Peygamber
    (s.a.v.)’in yeni çocuğunun doğumu sı­rasında orada olmak istedi. Doğumun
    yaklaştığı anlaşılın­ca Mariye’nin oturrtueu yukarı Medine’deki ove gitti.

    Çocuk o gece doğdu v ;
    aynı gece Cebrail (s.a.v) gelip Peygamber’e (s.a.v.) hor zamankinden farklı bir
    adla hi­tap etti: «Ey İbrahim’in babası». Doğumdan hemen sonra Selma kocası Ebu
    Râfi’yi Peygamber (s.a.v.)’e bir oğlu ol­duğunu haber vermek üzere .gönderdi.
    Ertesi sabah na­mazdan sonra Peygamber (s.a.v.) Ashaba doğumu haber verdi. «Ona
    atamm adı olan İbrahim adını veriyorum? diye ekledi. Medine’de büyük bir sevinç
    ve Ensar kadınları, ara­sında da çocuğun sütannesinin kim olacağına dair büyük
    bir rekabet yaşanıyordu. Şans Yukarı Medine’de bebeğin annesine yakın bir yerde
    oturan bir demircinin karısına çıktı. Peygamber (s.a.v.) oğlunu hemen hemen her
    gün zi­yaret eder ve genellikle Öğle uykusunu orada uyurdu.

    Bazen de İbrahim
    babasının evine getirilirdi. Aişe (r.) bir gün Peygamber’in kucağında çocuğu
    evine getirdiğini ve «Ban.ı ne kadar benzediğine bak» dediğini anlatır. Aişe
    (r.) ona: «Hiçbir benzerlik göremiyorum» diye cevap ver­mişti.  Peygamber  
    (s.a.v.)   ona:    «cildinin 
    kumrallığını  ve teninin
    pürüzsüzlüğünü görmüyor musun?» dedi. Aışe «Koyun sütüyle beslenen her çocuk
    tombul pürüzsüz ten­li olur» cevabını verdi. Çobanlardan birine çocuğun süt an­nesine
    her gün süt göndermesi tenbih edilmişti.

    Peygamber (s.a.v.)
    Mekke’den dönüşünden sonra altı ay kadar Medine’de kaldı ve bu sırada birçok
    küçük se­ferler düzenledi. Bunlardan biri Ali (r.) kumandasında, yerleşim
    bölgeleri Medine’nin kuzey doğusunda olan Tay kabilesi üzerine gönderilen ordu
    idi. Bundan kısa bir sûre önce Aii (r.) Kızıl Deniz’de yer alan Kudeyd’deki
    Menat tapınağım yok etmek üzere gönderilmişti. Ali (r.)’nin ora­yı harap
    etmesinden sonra Arabistan’ın üç önemli put msr-kezinden sadece Taif teki Lat
    tapınağı kalmıştı. Fakat Füls tapmağı da hristiyan olmayan Tay’lılar için bir
    rut tapın­ma merkezi olarak kabul ediliyordu. Bu seferin ana amacı bu tapınağı
    ortadan kaldırmaktı. Tay şair Hâtim’in kabile­si idiT. Babası gibi hristiyan
    olan oğlu Adiy, onun ölümü üzerine kabilenin başına geçmişti.

    Ali (r.) ve
    adamlarının yaklaştığı haberini duyunca Adiy yakın ailesini yanına alıp kaçtı.
    Sadece bir tek kız kardeşi kabilenin diğer fertleriyle birlikte esir alındı.
    Adiy’in kız kardeşi Medine’de Peygamber (s.a.v.)’in önüne getirildi­ğinde
    Peygamber (s.a.v.)’in ayaklarına’kapandı ve kendi­sini serbest bırakması için
    yalvardı. «Babam esirleri hep serbest bırakırdı» dedi. «misafire iyi davranır,
    açları doyu­rur ve üzgünleri teskin ederdi. îyilik bekleyen hiç kimse­den yüz
    çevirmemi^tir. Ben Hâtim’in kızıyım.» Peygamber (s.a.v.) ona nâzikçe cevap
    verdi ve etrafındakilere döne­rek: «Bırakın gitsin, çünkü onun babası soylu
    davranışları severdi, Allah da onları sever» dedi.

    O sırada kabilesinden
    biri onu kurtarmak üzere gel­mişti. Peygamber (s.a.v.) onu, bir deve ve bir
    elbise vere­rek gelen adama teslim etti. Hâtim’in kızı, kardeşi Adiy’i aramaya
    gitti ve onu Medine’ye gitmeye İkna etti. Adiy ora­da Peygamber (s.a.v.)’e biat
    ederek Müslüman oldu. Peygamber (s.a.v.) de onur Tay kabilesinin başkanlığını
    onay­ladı. Adiy (r.) daha sonra samimi ve nüfuzlu bir mütte­fik olduğunu
    gösterdi.

    Bu aylardan birinde,
    Receb’in başlarında Peygamber fs.a.v.) Necaşi’nin ölüm haberini aldı. Haberi
    aldıktan son­ra mescidde kılınan ilk namazın arkasından cemaate dön­dü ve:
    «Bugün adaletli bir adam öldü. Kalkın ve kardeşi­niz Eseme için dua edin»[6] dedi.
    Daha sonra onlara cenaze namazı kıldırdı. Sonraları Habeşistan’dan kralın
    mezarı üstünde sürekli parlayan bir ışığın bulunduğu haberi gel­di[7].

     



    [1] Bak. Böl. 66.

    [2] W. 981

    [3] Kur’an’a. göre (Sebe: 
    10) zırh örmeyi ilk icad eden Davud (a.s.) Peygamberdir.

    [4] I I 893

    [5] I. H. 893.

    [6] B   LX!U. 37.

    [7] I   I. 223.

     

  • Huneyn Savaşı Ve Taîf Kuşatması Hz. Muhammedin Hayatı

    76.   HUNEYN SAVAŞI VE TAÎF KUŞATMASI

     

    Peygamber (s.a.v.) ‘in
    Mekke üzerine yaptığı son ve ke­sin harekete rağmen Havâzinliler kuvvetlerini
    arttırmayı durdurmadılar. Onun Mekke’yi fethetme ve tüm putları kırma haberi de
    onların düşüncelerini değiştirmedi. Kendi tanrıçaları Lâfın bir eşi olan
    Uzza’nm yıkılması ise onla­rın alarma geçmesine neden .olmuştu. Mekke’nin
    fethinden, üç hafta sonra Havâzinliler Taif’in kuzeyindeki Estas va­disinde
    yaklaşık yirmibin kişilik bir ordu topladılar.

    Peygamber (s.a.v.), Mekke’nin
    başına Abdu’ş-Şemsli bir adamı bırakarak yeni Müslüman olanlara dini konu­larda
    yardım etmek üzere çok bilgili bir Müslüman olan Hazreçli Muaz ibn Cebel Cr.)
    ‘i tayin ederek, şimdi ikibin Kureyşltnin de katılmasıyla daha da
    kalabalıklaşan tüm ordusuyla birlikte yola çıktı. Yeni katılan Kureyşlilerin ço­ğu
    Peygamber’e biat etmişlerdi. Fakat Süheyl ve Saffan’m da içinde bulunduğu bir
    gurup henüz Müslüman olmamış­tı. Ve sadece şehirlerini Havâzinlilere karşı
    korumak ama­cıyla orduya katılmışlardı. Yola çıkmadan önce Peygam­ber (s.a.v.)
    Saffan’a kendisinde bulunan yüz aded zırhı ve beraberindeki silahları ödünç
    vermesini rica eden bir ha­ber gönderdi. «Ey Muhammed (s.a.v.)» dedi, Saffan,
    «bu ‘kendin ver, yoksa zorla alırım’ anlamında bir istek mi?» Peygamber
    (s.a.v.),  «ödenecek bir borç»    deyince Saffan zırh ve silahlan duracakları
    yere kadar taşıyacak olan yük develerini de vermeye karar verdi.

    Onlara karşı
    hazırlanan Havazin kabileleri Takıf, Nasr, Cüşem ve Sa’d ibn Bekr idi. Bu
    topluluğa genç olmasına rağmen gücü ve yöneticiliği ile ün salan otuz
    yaşlarında bir Nasr’lı olan Malik kumanda ediyordu. Yaşlıların aksi­ni tavsiye
    etmelerine rağmen Malik kadınları, çocukları ve hayvanları da beraber
    getirmelerini emretti. Çünkü, ona göre eğer bunlar ordunun arkasında olursa
    askerler daha gayretle çarpışırlardı.

    Mekke’den yola çıkan
    ordu hakkında bilgi toplamak üzere üç gözcü gönderdi. Fakat üçü de kısa bir
    süre sonra korkudan tüm eklemleri kontrolünden çıkmış ve konuşamıyacak derecede
    dehşet içinde döndüler. İçlerinden biri: «Ala atlar üzerinde beyaz adamlar
    gördük. Ve bir anda bu gördüğünüz hale geldik» dedi. Bir diğeri: «Karşımızdaki­ler
    dünya insanları değil, semadan gelen insanlar. Tavsi­yemize uyun ve geri
    çekilin. Çünkü adamlarınız bizim gör­düklerimizi görünce bizim gibi olurlar»
    dedi. Malik: «Uta­nın!» dedi. «Siz buradaki en korkak kişilersiniz.» Bu üç
    kişinin görünüşleri o kadar kötü ve zavallı idi ki, tüm or­duda panik
    yaratmamaları için onları gözden uzak bir ye­re yerleştirme emri verdi. Daha
    sonra etrafındakilere: -Ba­na cesur bir adam gösterin» dedi. Fakat seçilen adam
    da, aynı korkunç atlıları görmüş ve diğerleri gibi dehşet için­de dönerek
    nefesi kesilmiş bir haide «Dayanılmaz bir gö­rünüşleri vardı» demişti. Fakat
    Malik onu dinlemeyi red­detti ve karanlıkta, düşmanın yolu üstünde olan Huneyn
    vadisine doğru ilerleme emri verdi. Yolun vadi yatağına doğru alçaldığı noktada
    kamp kurdular. Yolun iki tarafın­da da aşağıyı rahatça görebilen, fakat
    aşağıdan görülme­yen vadi yatakları vardı. Bu yataklardan ikisine atlıların ço­ğunu
    yerleştirdi. Ve onlara bir işaret ile düşmana sal­dırma emri verdi. Ordunun
    geri kalan kısmını da vadinin tepesindeki yolun üstüne yerleştirdi.

    Peygamber Cs.a.v.) o
    gece vadinin öteki ucuna yakın bir yerde kamp kurdu.    Sabah namazını kıldıktan sonra

    adamlarına sabırlı
    olurlarsa zafer kazanacaklarını müjde­leyerek yola çıkma emri verdi. Hava o
    denli pusluydu ki, vadi yatağına indiklerinde hâlâ etraf karanlıktı. Daha ön­ceki
    gibi Halid yine Süleym ve diğerlerine kumanda ede­rek öncü gurupta yer
    alıyordu. Onun arkasından yeni ka­tılan Mekkeli gurup geliyordu. Düldül’e
    binmiş olan Pey­gamber (s.a.v.1, bu kez yine etrafında Ensar ve Muhacir­lerden
    bir gurupla ordunun ortalarında yol alıyordu. Fa­kat bu kez etrafında kendi
    ailesinden kişilerde vardı. Ona Mekke’ye giderken katılan kuzenleri Ebu Süt yan
    ve Abdul­lah, Abbas’m iki büyük oğlu Faz! ve Kisam ve Ebu Leheb’-in iki oğlu
    onu çevreleyen kişiler arasındaydı. Ordunun en arkalarında ise henüz Müslüman
    olmamış Mefckeliler yer alıyordu.

    Yarı karanlıkta karşı
    tarafta Havazin ordusu görün­düğünde öncü birlik henüz inişi tamamlamıştı, öncü
    bir­lik dehşetli bir manzarayla karşıkarşıyaydı. Çünkü ordu­nun arkasındaki
    develere binmiş kadınla!* veya baş deve­ler bile ordunun bir parçasıymış gibi
    görünüyordu. Yolun o yönü tamamen kapatılmıştı. Fakat yeni bir emir ve pla­na
    fırsat vermeden Malik işaretini verdi. Havazin süvari­ler hemen vadi
    yataklarından fırladılar ve Halid”in adam­larına saldırdılar. Atak o kadar
    anice ve vahşiceydi ki, Halid, geri dönüp kaçmaya başlıyan Beni Süleym’i
    topar-layamadı. Beni Süleym Mekkeli gurubun arkasına kaçınca önde kalan
    Mekkeliler de henüz indikleri yokuştan geri­sin geriye kaçtılar. Hızla saldıran
    at ve deve üstünde Hava-zinliler bütün geçitleri tıkadılar. Fakat Peygamber
    (s.a.v.) yolun biraz sağma çekilebilecek noktadaydı. Kenara çekildi. Ve
    yanından hiç ayrılmayan bir gurupla emniyetli bir ye­re sığındı. Yanındakiler
    Ebu Bekr, Ömer ve diğer Muha­cirler, bir gurup Ensar ve yanında yer alan
    ailesinin tü­müydü. Haris’in oğlu Ebu Süfyan Peygamber’in yanıbaşın-daydı ve
    DüldüFün ipini elinde tutuyordu.

    Peygamber (s.a.v.)
    diğerlerini de kendisine katılmala­rı için çağırdı. Fakat sesi savaşın
    gürültüsü içinde kaybol­du. Bu nedenle çok gür bir sese sahip olan Abbas’a «Ey ağaç
    ashabı! Ey akasya ashabı!» diye bağırmasını söyledi. Bu çağrıya LEBBEYK (îşte
    emrindeyim) sesleri cevap ver­di. Peygamberin yanma Ensar ve Muhacirlerden yüz
    ka­dar kişi toplandı. Hepsi de geçide dağılarak birdenbire düşmanın,
    saldırısını kontrol altına aldılar. Abbas aynı şe­kilde bağırmaya devam etti ve
    kaçanların çoğu geri döndü­ler. Peygamber (s.a.v.), hem iyi görülebilmek hem de
    etra­fı iyi görebilmek için üzengileri üstünde ayağa kalktı. Düş­man yeni bir
    saldırıya hazırlanıyordu. Peygamber (s.a.v.). «Allahım, senden vadini yerine
    getirmeni istiyorum» diye dua etti. Daha sonra süt kardeşinden birkaç çakıl
    taşı bul­masını istedi. Onları eline alıp Bedir’de yaptığı gibi düş­manın
    yüzüne doğru fırlattı. Ve görünürde hiçbir neden olmamasına rağmen savaşın
    akışı birden değişti. Gerçi mü’-minler bunu görmüyorlardı, ama kendilerinin bir
    süre önce yaşadığı yenilgiyi şimdi düşman yaşıyordu. Daha son­ra bu olayla
    ilgili şu ayetler nazil oldu:

    «Andolsun Allah bir
    çok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etti. Hani çok sayıda oluşunuz sizi
    böbürlendirip gururlan-dtnmştu Vakat size birşey de sağltyamamtştu Yer ise,
    bütün ge­nişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanıza dönüp gensin geriye
    gitmiştiniz. (Bundan) sonra Allah, Resulü ile müminlerin üzerine ‘güven duygusu
    ve huzur’ indirdi, sizin görmediğiniz ordu­ları da İndirdi ve küfre sapmış
    olanları azaplandtrdı. Bu küfre sa-pantarın cezasıdır. Sonra bunun ardından
    Allah, dilediği kimseden tevbesîni kabul eder. Allah, bağışlayandır,
    esirgeyendir.» (Tevbe: 25-7).

    Düşman büyük bir
    bozguna uğramıştı. Malik önceleri cesurca doğuştu, fakat daha sonra Sakifilerle
    birlikte sur­larla çevrili olan Taife çekildi. Havazin ordusunun büyük bir
    kısmı Nahle’ye kadar izlendi ve bir çok kayıp verdiril­di. Havazinliler oradan
    kampları Evtas’a döndüler; fakat Peygamber (s.a.u.) arkalarından asker
    göndererek onları tepelere çekilmek zorunda bıraktı.

    Müslümanlardan,
    özellikle ilk bozgunu yaratan Beni Süleym’den çok kişi savaşın başlarında
    öldürülmüştü. Fa­kat bu ilk bozgundan sorira çok az kayıp verdiler. Bunlar­dan
    biri de Üsame’nin ağabeyi Eymen idi. Peygamberin yanında iken vurulmuştu.

    Arka saflarda yer alan
    Havazin kadınları ve çocukları esir alındı. Develer koyun ve keçilerin yanı
    sıra ganimette dört bin birim (ounce) gümüş de vardı. Peygamber (s.a.v.)
    ganimetlerin ve esirlerin tümünü Mekke’ye on mil uzak­lıktaki Ci’râne vadisine
    götürülme görevini Budeyl’e verdi.

    Havazin kabileleri
    arasında Peygamber (s.a.v.)in ço­cukluğunu birlikte geçirdiği Beni Sa’d ibn
    Bekr’in bir ko­lu da vardı. Yaşlı esirlerden biri kendini esir alanlara: «Val­lahi
    ben reisinizin kızkardeşiyim» diyerek uyardı. Fakat adamlar ona inanmadılar,
    yine de Peygamber (s.”a.v.) ‘e gö­türdüler. «Ey Muhammed (s.a.v.) ben
    seninkızkardeşinim» dedi. Peygamber (s.a.v.) onu merakla süzdü: Karşısında
    yetmişine yaklaşmış yaşlı bir kadın duruyordu. Peygam­ber: «Bunu gösterir bir
    işaretin var mı?» diye sordu. O da bir ısırma izi gösterdi. Ve: «Ben Serer
    vadisinde seni ta­şırken sen ısırdm. Biz çobanlarla birlikteydik. Senin annen
    benim annemdi, senin baban benim babamdı» dedi. Pey­gamber onun gerçekten doğru
    söylediğini anladı-, bu kadın onun sütkardeşlerinden biri olan Şeyma-idi.
    Minderini ya­yarak oturmasını söyledi. Süt anne ve süt babası Halime ile
    Haris’i sorup, onların yıllar önce öldüğünü öğrenince gözleri yaşla doldu.
    Biraz konuştuktan sonra ona kendisiy­le kalma veya Beni Sa’d’a geri dönme
    konusunda serbest olduğunu söyledi. Şeyma Müslüman olmayı istediğini, fa­kat
    kabilesine geri dönmeyi seçtiğini söyledi. Peygamber ona değerli bir hediye
    verdi. Ve dönüşte daha da değerli­lerini vermek istediği için ondan kendisi
    dönene kadar kampta kalmasını istedi. Daha’sonra da ordusuyla birlikte Taife
    doğru yola çıktı.

    Sakif kabilesi
    şehirlerinde kendilerini bir yıl kadar idare edecek erzaga sahiptiler.
    Peygamber’in son durum­da kullanılmasını emrettiği savaş makinalanna   karşı da Özel savunma mekanizmaları vardı.
    Aynı zamanda okçu­lukta uzmandılar. Şehrin duvarları çok hızlı ok yağmur­larına
    sahne oldu. Fakat Müslümanlar şehri kuşatmaları­nın onbeşinci gününde hâlâ ilk
    günkü durumdaydılar. Ka­zanılan tek şey bazı kimselerin Müslüman olmasıydı. Pey­gamber
    (s.a.v.) birgün bir tellalla Sakif’li kölelerden Müs­lüman olanların özgür
    olacaklarım ilan ettirmişti. Yirmi kadar köle şehirden çıkmanın bir yolunu
    bulup Müslüman oldular. Yaklaşık bir hafta daha geçti. O sırada Peygam­ber
    (s.a.v.) rüyasında kendisine bir kâse tereyağı verildi­ğini, fakat bir horozun
    gelip yağı gagalayarak döktüğünü görmüştü. Bunun üzerine Ebu Bekir: «İstediğin
    şeyi bugün onlardan elde edeceğini zannetmem» dedi. Peygamber (s. a.v.) de onu
    doğruladı. Belki de şehri kuşatmanın Sakifli-leri yenmek için uygun bir yol
    olmadığı sonucuna varmış­tı. Düşüncesi her ne ise, Peygamber kuşatmanın
    kaldırılıp Ci’râne’ye doğru yola çıkılması emrini verdi. Şehirden ay­rıldıklarında
    adamlardan bazıları ona şehir halkına lanet etmesini söylediler. Peygamber
    (s.a.v.) hiç cevap vermeksi­zin ellerini açtı ve «Allahım, Sakîflilere hidayet
    veı bize ulaştır» diye dua etti.

    Taif kaleleri önünde
    öldürülenlerden biri de Ümmu Se­leme (r.)’nin üvey kardeşi, Peygamberin kuzeni
    ve henüz kısa bir süre önce Müslüman olan Abdullah  (r.) 
    idi.

     

     

  • Mekke’nin Fethî Hz. Muhammedin Hayatı

     

    75.   MEKKE’NİN FETHÎ

     

    Çadırlar develere
    yüklendikten sonra Peygamber (s.a. v.) bayrak ve sancakların kendisine
    getirilmesini istedi. Hepsini teker teker açtı ve seçtiği adamlara verdi.
    Ab-bas’a vadinin en dar yerine kadar Ebu Süfyan’a eşlik et­mesini ve orada
    durup, ordu oradan geçerken- ne kadar büyük olduğunu gözlemelerini söyledi. Ebu
    Süfyan’ın da­ha sonra Kureyşlilere gidip mesajı iletecek zamanı olacak­tı.
    Çünkü tek bir adam, bir ordunun geçemeyeceği kestir­me yollardan giderek
    Mekke’ye daha kısa bir sürede ula­şabilirdi.

    Ebu Süfyan ileride
    görülen bir bölüğün başındaki ada­ma işaret ederek: «Bu kim?» dedi. Abbas:
    «Velid’in oğlu Halid» dedi. Halid (r.) onların yanından geçerken üç tek­bir
    getirdi: «ALLAHU EKBEB!» Halid’in yanında Süleym’in atı vardı. Onları beşyüz
    kadar Muhacir ve diğerlerinden oluşan bölüğün başında yeşil sarıklı Zübeyr frj
    izliyordu. O da Ebu Süfyan’ın yanından geçerken üç kez tekbir ge­tirdi.
    Adamlarının bir ağızdan onun söylediklerini tekrar -îamasıyla tüm vadi
    yankılandı. Ordu, bölük bölük Ebu Süfyan’ın önünden geçiyordu; o her seferinde
    onların kim olduğunu soruyor, ve her seferinde hayret ediyordu. Ya o kabile
    Kureyş’İn etkisinden çok uzakta olduğu ya da Ga-tafan kabilesinin Aşça’ kolunda
    olduğu gibi daha Önceden

    Peygamber’e düşman
    kabileler bulunduğu için Ebu Suf-yan çok şaşırıyordu. Aşça’ kabilesinin
    sancaklarından bi­rini, daha önceden kendisinin ve Süheyl’in en yakın arka­daşları
    olan Nuaym taşıyordu.

    Ebu Süfyan «Araplar
    içinde bunlar, Muhammed Cs.a. v.)’in en azılı düşmanlarıydı» dedi. Abbas ona şu
    cevabı verdi: «Allah onların kalbine İslâm’ı soktu; bütün bunların hepsi
    Allah’ın lütfü».

    En son geçen
    bölüklerden biri de Peygamber (s.av.)’in sadece Muhacirlerden ve Ensardan
    oluşan kendi bölüğüydü. Üzerlerindeki çeliklerin parıltısı onlara gri-siyah bir
    gö­rünüm veriyordu. Çünkü hepsi tepeden tırnağa zırh giy­mişlerdi ve sadece
    gözler görülebiliyordu. Peygamber ken­di sancağının keşif koluna liderlik eden
    Sa’d İbn Ubade’ye vermişti. Sa’d yolun kenarında iki adamın yanından geçer­ken:
    «Ey Ebu Süfyan, bu ölüm günüdür. Bugün kutsal ola­nın ihlal edildiği gündür!
    Bugün Allah’ın Kureyşi alçalttı-ğı gündür!» diye bağırdı. Peygamber (s.a.v.)
    Kesva’nın üs­tünde bölüğün ortalarmdaydı. tki tarafında Ebu Bekr (r.) ve Useyd
    (r.) vardı. Peygamber (s.a.v.î onlarla konuşur­ken Ebu Süfyan duyulabilecek
    şekilde: «Ey Allah’ın Resu­lü» diye bağırdı. «Sen halkının öldürülmesini mi
    emret­tin?» Daha sonra ona Sa’d’in söylediklerini anlattı. «Allah aşkına senden
    halkın adına rica ediyorum. Çünkü sen in­sanlar arasında en merhametli, en
    Dağışlayıcı ve soyuna en çok acıyansın» dedi. Peygamber (s.a.v.): «Bugün merha­met
    günüdür, Allah’ın Kureyş’i yücelttiği gündür» dedi. Daha sonra Abdu’r-Rahman
    ibn Avf (r.) ve Osman (r.) yakınında oldukları için ona: «Ey Allah’ın Resulü,
    biz Sa’­d’in Kureyşe ani bir saldırıda bulunmayacağından emia olamayız»
    dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), Sa’d sancağı ve bölüğün kumandasını
    daha yumuşak tabiatlı olan Kays’a bırakmasını bildiren bir haber gönderdi ve
    Kays’m elinde olan sancak yine de Sa’d’la birlikte olacakta. Fakat Sa’d (r.)
    Peygamber (s.a.v.)’den doğrudan bir emir almadan sancağı devretmeyi kabul
    etmedi. Bunun üzeri­ne Peygamber (s.a.v.), miğferinin üstüne    sardığı kırmızı kanğı çıkardı ve bunu    Sa’d’a bir işaret olarak gönderdi. Sa’d
    hemen sancağı Kays’a verdi.

    Tüm ordu geçtikten
    sonra Ebu Süfyan süratle Mekke’­ye gitti ve evinin dışında ayakta durup
    toplanan kalabalı­ğa bağırdı: «Ey Kureyşliler, Muhammed (s.a.v.) karşı koya­mayacağınız
    bir güçle burada. Muhammed ts.a.v.) onbin zırhlı adamla burada. O bana benim
    evime sığmanın gü­venlikte olacağım söyledi.» Hind evden çıktı ve kocasının
    sakalından tutup: «Bu hiçbir işe yaramaz, içi boş yağ tulu­mu Öldürünl Zavallı
    koruyucu,* diye bağırdı. Ebu Süf­yan: «Yazıklar olsun sana» dedi, «bu kadının
    sizi iyi bir muhakemeye karar kılmanızdan alıkoymasına izin verme­yin. Çünkü
    sizin karşınızda karşı koyamayacağınız bir güç var. Fakat Ebu Süfyan’ın evine
    girenler güvenlikte olacak.» Onlar: «Allah seni kahretsin, hepimizi senin evin
    ahr mı?» dediler. Ebu Süfyan: «Kim evinin kapısını kilitlerse güven­likte
    olacak, kim Mescİd’e sığınırsa güvenlikte olacak» ce­vabını verdi. Bunun
    üzerine tüm kalabalık dağıldı. Kimi kendi evine, kimileri de Mescîd’e gittiler.

    Ordu, şehirden fazla uzak
    olmayan ve oradan görüle­bilen Zû Tuva’da kamp kurdu. Burası iki yıl önce
    Halid’in Müslümanların yaklaşmasını önlemek için mevzilendiği yerdi. Fakat
    şimdi hiçbir direnişle karşılaşmıyorlardı. San­ki şehir bir önceki yıl Umre’ye
    geldiklerindeki gibi bomboş­tu. Fakat bu sefer üç gün kalma diye bir sınırlama
    yoktu. Kesva bir yere geldiğinde Peygamber (s.a.v.) Allah’ı ta­zim için basını
    öne doğru eğdi. Neredeyse sakah semere değiyordu. Daha sonra bölüklerin sağ
    kolunu Halid (r.) ‘m sorkolunu da Zübeyr (rJ’in kumandasına vererek düzen­ledi
    Merkezde olan kendi bölüğünü de ikiye ayırdı. Yarı­sına Sa’d (r,) ve oğlu,
    diğer yarıya da Ebu Ubeyde fr.) ku­manda ediyordu. Emir verildiğinde bu dört
    bölük şehrin dört ayrı tarafından içeri gireceklerdi. Halid Cr.) aşağı­dan,
    diğerleri de tepelerdeki üç ayrı geçitten.

    Ordunun toplandığı
    yerin çok yukarılarında, Ebu Ku-beys tepesinde, keskin bir gözün bastonlu bir
    ihtiyarla bir kadın olduğunu farkedebileceği iki siluet vardı. Bunlar Ebu
    Bekir’in (r.) babası Ebû Kuhafe ile kızkardeşi Kurey-be idi. O sabah
    Peygamber’in Zû Tuva’ya vardığı haberi gelince yaşlı ve kör adam kızına
    kendisini Ebu Kubeys te­pesine götürmesini ve oradan gördüklerini anlatmasını
    is­temişti. Bu ihtiyar, genç ve cesur bir adamken Ebrehe*-nin ordusunu ve
    filini görmek için Mekke’nin diğer tara­fındaki tepelere çıkmıştı. Şimdi ise
    yaşlıydı ve yıllardan beri kördü. Fakat oğlunun ve torunun da içinde bulundu­ğu
    bu onbin kişlik orduyu kızının gözleriyle izleyebilirdi. Kureybe,
    görebildiklerini kara ve yoğun bir kitle olarak ta­rif etti. Babası bunların
    emir için bekleyen birbirine yak­laşmış atlılar olduğunu söyledi. Daha sonra
    Kureybe, bu kitlenin dörde ayrıldığını gördü. Bunu babasına söyledi­ğinde,
    babası hızla eve gitmeleri gerektiğini söyledi. Yolla­rına devam ederken
    yanlarından atlı bir bölük geçti. As­kerlerden biri atından eğilip Kureybe’nin
    gümüş kolyesini çekip aldı. Bunun dışında başka bir saldırıya uğramadılar vd
    sağ salim evlerine döndüler.

    Onlar Ebu Kubays’da
    yalnız değillerdi. Tepelerden bi­rinde İlerime, Safvan ve Süheyl, Kureyş’ten ve
    müttefik­leri Bekr ve Hudayl kabilelerinden bir grup asker topla-rmşlardi.
    Döğüşmeye kararlıydılar. Halid’in aşağı taraftan şehre girmek için yaklaştığını
    görünce onlara saldırdılar. Fakat onlar Halid ve adamlarıyla mukayese edilecek
    güçte değillerdi. Halid kendi adamlarından sadece ikisi karşılı­ğında düşmana
    otuz kayıp verdirerek kaçmalarını sağladı, îkrime ve Safvan at üstünde sahile
    doğru kaçtılar, Sü­heyl ise evine gitti ve kapıyı kilitledi.

    Peygamber (s.a.v,),
    yukarı Mekke’deki Ezakir geçidin­den şehre girdiğinde çatışma hemen hemen sona
    ermişti. Pazar yerinden aşağılara bakıp çekilmiş kılıçları görünce Peygamber
    dehşete kapıldı. «Size clögüşü yasaklamamış mıydım?» dedi. Fakat ona bunun
    nedenleri açıklandığın­da: «Allah bunu takdir etmiş» dedi,

    Ebu Rafi Peygamber’in
    kırmızı deriden çadırını Mescid’in yakınma kurmuştu. Peygamber (s.a.v.) bunu
    yanın­daki Cabir’e İşaret ederek gösterdi. Şükür ve hamd ile dua ettikten sonra
    aşağıya doğru ilerledi. Hiçbir eve girmeyeceğim» dedi.

    Ümmü Seleme ( Meymune
    (r.) ve Fatma  onu çadırda bekliyorlardı.
    O gelmeden kısa bir süre önce Üm­mü Hani de onlara katılmıştı. İslâm hukuku,
    Müslüman ka­dınlarla Müşrik erkekler arasındaki nikâhın düştüğünü söylüyordu.
    Aynı şey Ümmü Hani’nin Hubeyre ile olan ev­liliği için de geçerliydi. Hubeyre
    Mekke’nin fethedileceğini daha önceden anlamış ve Necran’da yaşamaya gitmişti.
    Ümmü Hani’nin kocası tarafından iki akrabası —biri Ebu CehiFin kardeşi idi—
    Halid’e karşı yapılan savaşta rol al­mışlar ve daha sonra sığınmak için onun
    evine gelmişler­di. Daha sonra Ali (r.) onu selâmlamak için evine geldi­ğinde
    iki Mahzumiyi gördü. Peygamber’in yasağına rağ­men kızgınlıkla onları Öldürmeye
    teşebbüs etti. Fakat Üm­mü Hani onların üstüne bir yaygı örttü ve onlarla
    Ali’nin arasına girerek: «Vallahi, önce beni öldüreceksin!» dedi. Bu­nun
    üzerine Ali (r.) evi terketti. Ümmü Hani kapıyı onların üstünden kilitleyip
    Peygamber’i karşılamaya gitti. Çadırda Fatima (r.)’ya rastladığında Fatuna (r.)
    da Ali (rj gibi ona çıkıştı. «Putperestleri himaye mi ediyorsun?» dedi. Fa­kat
    Fatıma (rJ’nın sözleri Peygamber’in gelişiyle kısa ke­sildi. Peygamber (s.a.v.)
    kuzenini sevgiyle selâmladı. Üm­mü Hani ona olanları anlattığında o:
    «Olmayacak. Sen ki­mi emin kılarsan, biz de onu emin kılarız, sen kimi korur­san,
    biz de onu koruruz» dedi.

    Peygamber s.a.v gusül
    abdesti aldı ve sekiz rek’at namaz kıldı. Namazdan sonra bir saat kadar
    dinlendi. Da­da sonra Kesva’yı çağırdı. Zırhını ve miğferini giydikten sonra
    kılıcım da kuşandı. Elinde bir asa taşıyordu, miğfe­rinin yüz kısmı da açıktı.
    O sabah onunla birlikte yolculuk edenlerin bir kısmı çadırın dışında sıra olmuş
    bekliyorlar­dı. Peygamber, yanında Ebu Bekir (r.) ile konuşarak Mes-cid’e doğru
    ilerlerken onlar da eşlik ettiler.

    Peygamber fs.a.v.)
    doğruca Kabe’nin güney-doğu kö­şesine gitti. Ve tekbir getirerek
    Hacerü’l-Esved’e asasıyla dokundu, Yanındakiler de tekbir getirmeye başladılar.
    ALLA HU EKBER sesleri Mescitten ve tüm Mekke’de yankılan­dı Peygamber (s.a.v.)
    eliyle susmalarını işaret edene dek Müslümanlar tekbir getirmeye devam ettiler.
    Daha sonra Peygamber, devesinin ipi Muhammed bin Meslemenin elinde olduğu halde
    Kâ’be’yı tavaf etti. CJmre’de bu şeref bir Hazreçliye verilmişti. Bu nedenle bu
    kez bir Evsliye ve­ri i mesi uygun görülmüştü.

    Peygamber (s.a.v.)
    Kâ’be’den ayrıldı ve onu geniş bir çenber şeklinde çevreleyen toplam
    üçyüzaltmış puta yö­neldi. Kâ’be ile o putların arasında şu ayeti okudu;

    «Hak geldi, batıl yok
    oldu   Kuşku yok,  batıl yok olucudur.»Un o    81)

    Daha sonra putlara
    teker teker asasıyla dokunarak hepsini yüzüstü düşürdü. Kâ’be’nin etrafındaki
    daireyi ta­mamen dolaştıktan sonra, eskiden Kâ’be’ye bitişik olan ib­rahim
    makamında bineğinden indi. Ve namaz kıldı. Daha sonra Zemzem kuyusuna gitti ve
    Abbas’m verdiği suyu iç­ti. Haşimilerin geleneksel hacıları sulama görevlerini
    de böylece tasdiklemiş oluyordu. Fakat Ali Kâ’be’nin anah­tarlarını
    getirdiğinde ve Abbas onları taşıma görevinin de kendi ailelerine verilmesirn
    istediğinde, Peygamber (s.a. v.): -Size sadece kaybettiğiniz şeyi veriyorum,
    diğerlerinin kaybı olacak bir şeyi değil.» cevabını verdi. Daha önceden Halid
    ve Amr ile birlikte Medine’ye gelen Abdu’d-Dar ka­bilesinden Osman ibn Talha’yı
    çağırdı ve anahtarları ona vererek onun ailesinin bu hakka sahip olduğunu
    belirtti. Osman saygıyla anahtarları aldı ve arkasında Peygamber (s.a.v} olduğu
    halde Kâ’be’nin kapısını açmaya gitti. On­ların hemen arkasında da Üsame ve
    Bilâl vardı. Peygam­ber (s.a.v.) onlara arkasından içeri girmelerini emretti.
    Ve Osman’a kapıyı arkalarından kilitlemesini söyledi.

    Bakire Meryem ve çocuk
    İsa İkonu ile ibrahim olduğu söylenen yaşlı bir adam resmi dışında iç
    duvarların tama­mı putperest tanrı resimleriyle doluydu. Peygamber elini korur
    gibi İkonun üstüne koyarak, Osman’a, İbrahim dışındaki bütün resimlerin nasıl
    bozulduğuna dikkat etme­sini söyledi[1].

    Bir süre içeride
    kaldı, sonra anahtarı Osman’dan ala­rak kapıyı açtı. Anahtar elinde olduğu
    halde kapının önün­de ayakta durdu ve: «Vadinde duran, kuluna yardım eden ve
    kabileleri bir araya getiren bir olan Allah’a hamdol-sun» dedi. Mescide sığman
    Mekke’lilere daha Önceden ev­lerine sığınan birçok kişi katılıyordu. Hepsi
    Kâ’be’nin ya­kınında orada burada oturuyorlardı. Peygamber (s.a.vj hıtabederek:
    «Ne diyorsunuz ve ne düşünüyorsunuz?» dedi. Onlar şu cevabı verdiler: 4yi
    söylüyoruz ve iyi düşünüyo­ruz. Soylu ve cömert bir kardeş, soylu ve cömert bir
    karde­şin oğlu. Emir senindir.» Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) onlara
    Mısır’da kardeşleri kendisine geldiğinde Yusuf’un söylediği sözleri tekrarladı:
    «Ben kardeşim Yusuf’un söyle­diklerini söylüyorum:

    «Bugün sîze karsı sorgulama
    kınama yoktur. Sizi Allah bağış­lasın, O merhametlilerin en merhametlisidir.»
    (Ra’d: 92).

    Ebu Bekir (r.)
    babasını ziyaret etmek için Mescit’ten ayrılmıştı. Şimdi ise Ebu Kuhafe’nin
    elinden tutmuş Mes-cid’e giriyordu. Kızkardeşi Kureybe de onların arkasındaydı.
    Peygamber (s.a.v.) «Neden yaşlı adamı evinde bı­rakmadın? Ben oraya giderdim.»
    dedi. «Ey Allah’ın Resulü» dedi, Ebu Bekir (r.), «Onun sana gelmesi, senin ona
    git­menden daha uygundur.» Peygamber yaşlı adamın elemden tuttu ve önüne
    oturttu. Sonra ona kelime-i şehadet getirmesini söyledi. O da hemen onun
    sözlerini tekraryarak Müslüman oldu.

    Düşürülen putların en
    büyüğü olan Hubel’in parça parça edilip sonra da yakılmasını emrettikten sonra
    Peygamber (s.a.v.), evinde bir putu olan herkesin o putu tah­rip etmesini
    istedi. Daha sonra ailesini ilk İslâm’a davet ettiği yer olan Safa tepesine
    çekildi. Orada daha önceden kendisine düşman olan şimdi ise Müslüman olup ona
    biat etmek isteyen kadınlı erkekli bir gurupla karşılaştı. Yüz­lerce kişi
    vardı. Müslüman olduğunu açıklamadan önce Peygamber’in kendisine ölüm cezasını
    vermesinden korkan Hind tanınmamak için peçe takmıştı. «Ey Allah’ın Resulü,
    benim kendim için seçtiğim dini muzaffer kılan Allah’a hamdolsun» dedi. Daha
    sonra peçesini çıkardı ve «Utbe’-nin kızı Hind» dedi. Peygamber (s.a.v.} de
    ona: -Hoşgeldin» dedi. Safaya gelen kadınlardan biri de îkrime’nin ka­rısı Ümmü
    Hâkim (r.) idi. Müslüman olduktan sonra ko­cası için dokunulmazlık istedi.
    îkrime hâlâ onunla savaş halinde olduğu halde Peygamber (s.a.v.) ona dokunulmaz­lık
    hakkı verdi. Ümmü Hâkim kocasının nerede olduğu­nu öğrendi ve onu geri getirmek
    için gitti.

    Peygamber (s.a.v.)
    önünde toplanan kalabalığı süzdü ve amcasına dönerek. «Ey Abbas, kardeşinin iki
    oğlu, Utbe ve Mu’attib neredeler? Onları göremiyorum» dedi. Bunlar Ebu Leheb’in
    yaşayan iki oğluydu. Babasının zoruyla Ru-kiye’yi boşayan Utbe idi. Ve görünüşe
    göre şimdi ortaya çıkmaktan korkuyordu. Peygamber (s.a.v.): «Onları bana getir»
    dedi. Bunun üzerine Abbas yeğenlerini getirdi, îki-si de Müslüman oldular. Ve
    biat ettiler. Daha sonra ikisi­nin de ellerinden tutup İkisinin arasında
    yürüyerek onları el-Mültezem denilen ve Kâ’be’nin Hacerü’I-Esved’le kapısı arasında
    duvarı meydana getiren kutsal yere götürdü. Orada uzun uzun dua etti. Yüzünden
    sevinç okunuyordu. —Merak eden Abbas sordu— O da: «Rabbim’den bu iki amcâoğhınu
    istedim, o da verdi»* dedi.

    En önemli üç put
    merkezinden, Mekke’ye en yakın ola­nı Nahle’deki el-Uzza tapmağı idi. Peygamber
    (s.a.v.), Ha-lid (r.)’i bu putperestlik merkezini yoketmek üzere gön­derdi.
    Onun yaklaştığı haberi duyulunca tapınağın bekçisi kılıcını tanrıca heykeline
    astı Ve onu kendisini koruyup Halid’i Öldürmeye veya tek Tanrıya inanmaya davet
    etti. Halid (r.) tapmağı ve putları yıktı.   
    Ve Mekke’ye döndü.

    Peygamber (s.a.v.)
    ona: «Hiçbirşey görmedin mi?» diye sordu. «Hiçbirşey» cevabını verdi Halid.
    Peygamber (s.a.v.)) «O halde onu yoketmedin» dedi. «Geri dön ve onu yoket.»
    Bunun üzerine Halid tekrar Nahle’ye gitti. Tapmağın hara­beleri arasından uzun
    ve savrulan saçlarıyla çml çıplak bir kadın çıktı. Halid daha sonraları:
    «Omurgam titreye­rek sarsılmıştı» derdi. Yine de «Uzza, ibadet değil, inkâr
    senin içindir» diye bağırdı. Kılıcını çekip kadının üstüne indirdi. Döndüğünde
    Peygamber’le şöyle konuştu: «Bizi mahvolmaktan kurtaran Allah’a hamdolsun! Yüz
    kadar koyun ve deveyle birlikte babamın el-Uzza’ya gitmesine alışmıştım. Onları
    Uzza için kurban eder, orada üç gun ka­lır ve yaptıklarıyla onu sevindirerek
    bizim tarafımıza çe­virdiğini sanırdı.»[2].

    O sırada Mekkelilerin
    çoğu biat etmişlerdi. Süheyl ise biat etmemiş, fakat evine sığınıp oğlu
    Abdullah’dan Pey-gamber’e kendi adına gidip rica etmesini istemişti. Çünkü
    kimsenin öldürülmeyeceği ilan edilmiş olmasına rağmen Süheyl kendisinin bu
    kapsamın dışında yer aldığım sanı­yordu. Abdullah Peygamber’Ie konuştuğunda
    Peygamber (s.a.v.): «O güvenliktedir ve Allah’ın hrmayesindedir Bıra­kın ortaya
    çıksın» dedi. Sonra etrafındakilere dönerek: «Karşılaştığınızda Süheyl’e kem
    gözle bakmayın! Bırakın serbestçe dolaşsın, çünkü hayatıma andolsun o akıllı ve
    şe­refli bir adamdır; tslâm gerçeğine karşı kör biri değildir» dedi. Böylece
    Süheyl istediği şekilde gezdi, fakat henüz İs­lâm’a girmemişti.

    Saffan’a gelince, kuzeni
    Umeyr onun için Peygamber’den iki aylık bir müddet aldı ve onu bulmak için yola
    ko­yuldu. Onu, o zamanlar Mekke’nin bir limanı olu Şu’aybe’-de gemi beklerken
    buldu. Saffan şüphe içindeydi. Ve plan­larını değiştirmeyi reddediyordu. Bunun üzerine
    Umeyr tekrar Peygamber (s.a.vj’in yanına döndü. Peygamber (s.a.v.) de ona
    kuzeninin güvenlikte olduğunun bir işare­ti olarak çizgili Yemen kumaşından
    sangını verdi. Bu Saffan’ı ikna etmeye yetti, fakat o daha fazla emin olmak is­tiyordu.
    «Ey Muhammed (s.a.v.)» dedi, «Umeyr bana bel­li birşeyde karar kılarsam
    —Müslüman olmayı kastediyor­du— güvenlikte olacağımı, eğer kabul etmezsem bana
    iki ay mühlet verdiğini söyledi.» Peygamber (s.a.v.): «Burada kal» dedi. Fakat
    Saffan: «Bana açık bir cevap vermedikçe kalmam» dedi. Bunun üzerine Peygamber:
    «Senin İçin dört aylık mühlet var,» dedi. Saffan da Mekke’de kalmayı ka­bul
    etti.

    İkrime, bu üç kişi
    içinden Peygamber’in huzuruna ge­len sonuncu kişiydi. Fakat onlar arasından
    Müslüman olan ilk kişi de oydu. Tihame sahilinden Habeşistan’a giden bir gemiye
    binmeye karar vermişti. Tam gemiye binecekken geminin kaptanı «Allah ile aranda
    olan dini düzelt» dedi. ikrime: «Ne demeliyim?» deyince, o «Allah’tan başka
    ilah yoktur, de» cevabını verdi. Sonradan bunu söylemeyen kimseyi gemisine
    almayacağını belirtti. Dört kelimeden oluşan LA İLAHE İLLALLAH cümlesi
    İkrime’nin ruhuna işledi ve o anda bu sözleri samimice söylediğini farketti.
    Henüz gemiye binmemişti. Çünkü gemiye binmek isteme­sinin tek sebebi bu
    sözlerden, yani LA İLAHE ÎLLALLAH’ta toplanabüen Muhammed’in dininden kaçmaktı.
    Bunları ge­minin güvertesinde kabul edebildiğine göre kıyıda da ka­bul
    edebilirdi. Kendi kendine: «Denizde tanrımız olan ka­rada da tanrunızdır.»
    dedi. Daha sonra karısı ona geldi ve Peygamber’in (s.a.v.) onun Mekke’de
    güvenlikte olacağı­na söz verdiğini söyledi. Birlikte geri döndüler. Peygamber
    onun geldiğini biliyordu, yanındaki arkadaşlarına: «Ebu Cehü’in oğlu îkrime
    mü’min olarak aranıza geliyor. Bu ne­denle babasını yermeyin. Çünkü ölüyü yerme
    diriyi İnci­tir. Ve ölüye ulaşmaz.» dedi.

    Mekke’ye vardığında
    îkrime doğruca Peygamber (s.a. v.)’e gitti. Peygamber’in yüzünde çok sevinçli
    bir ifade vardı. îkrime Müslüman olduğunu resmen açıkladıktan sonra ona: «Bugün
    benden ne istersen iste, o isteğini sa­na vereceğim» dedi. îkrime (r.h «Senden,
    benim sana kar­şı tüm düşmanlıklarımı affetmesi için Allah’a dua etmeni

    istiyorum» dedi.
    Peygamber (s.a.v.) onun istediği şekilde dua etti. Daha sonra îkrime (r.)
    insanların Hakk’a uyma­larını engellemek için harcadığı paralardan ve yaptığı
    sa­vaşlardan bahsetti; şimdi ise onun iki katı parayı ve çaba­yı Allah yolunda
    harciyacağını söyledi ve sözünde durdu.

     

     



    [1] W. 834,  
    I.   I,  1,  107

     

    [2] W. 873-4

     

  • Anlaşmanın Bozulması Hz. Muhammedin Hayatı

     

    74.   ANLAŞMANIN BOZULMASI

     

    Anlaşmaya rağmen    Bekr kabilesinden bir grup Hu za’a kabilesi
    ile aralarında varolan kan davasını sürdürü yorlardı. Arar (r.)’ın Suriye’ye
    gitmesinden   kısa bir sürt? sonra Bekr’in
    bir kolu bir gece Huza’aya baskın yaptı vp onlardan birini öldürdü. Meydana
    gelen çatışmada —çatışmanın bir bölümü haram bölgede yapılmıştı— Kureyş-liler
    müttefiklerine silah vererek yardım ettiler. Gece ka­ranlığında bir veya    iki Kureyşli de    çatışmaya katıldı Huza’a kabilesinin Beni
    Ka’b kolu, derhal Medine’ye Pey gamber (s.a.v.)’e haber veren ve yardım İsteyen
    bir grup delege gönderdiler. Peygamber  
    (s.a.v.)     onlara kendisine
    güvenebileceklerini söyledi ve onları  
    ülkelerine geri gön­derdi. Onlar gittikten sonra Aişe’ve gitti. Yüzünden
    çok si­nirli olduğu anlaşılıyordu. Gusül etmek İçin bir miktar su istedi. Suyu
    üstüne dökerken Aişe (r.) O’nun: «Eğer Ka’b oğullarına yardım etmezsem, ben de
    yardım edilmeyeyim.»[1]
    dediğini duyuyordu.

    O sırada Mekke’liler
    olayların muhtemel sonuçlarını düşünerek tedirgin oluyorlardı. Bu nedenle eğer
    gerekirse Peygamber (s.a.v.)’i yatıştırmak üzere Ebu Süfyan’ı gön­derdiler. Ebu
    Sufyan yolda geri dönen    Huza’au
    elçilere

    rastladı ve çok geç
    kalmış olmaktan korktu. Peygamber (s.a.v.)’in esrarlı halini görünce korkusu
    daha da arttı. «Ey Muhammed», dedi, Hudeybiye anlaşmasında ben yok­tum. Müsaade
    et de şimdi bu anlaşmayı güçlendirelim ve uzatalım.» Peygamber (s.a.v.) onun
    ricasını şu soruyla cevapladı: «Sizli tarafınızdan hiç onu bozan oldu mu?» Ebu
    Süfyan tedirgin bir şekilde: «Allah saklasın!» dedi. Peygamber (s.a.vJ: «Biz de
    aynı şekilde Hudeybiye’de yap­tığımız anlaşmaya aynı süre için uyuyoruz. Onu
    değiştir­meyeceğiz. Onun yerine başka bir anlaşmayı da kabul et­meyeceğiz»
    dedi. Daha fazla söyleyecek birşeyi olmadığı anlaşılıyordu. Bu nedenle Ebu
    Süfyan kendisine yardım etmesi ümidiyle kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Onbeş
    yıldan-beri görüşmüyorlardı. Odada oturulacak en iyi yer Pey­gamber (s.a.v.)’in
    kilimiydi, Ebu Süfyan oraya oturmaya niyetlendiğinde kızı kilimi hemen onun
    altından çekti. Ba­bası: «Küçük kızım», dedi. «Bu kilim mi benden daha de­ğerli,
    yoksa ben mi bu kilime oturmayacak kadar değerli­yim?» Kızı: «Bu Peygamber
    (s.a.v.)’in kilimi», «Sen ise bir putperestsin ve temiz değilsin» dedi. Daha
    sonra şunları ekledi: «Babacığım sen Kureyş’in büyüğüsün ve onların li­derisin.
    Nasıl oldu da İslâm’a girmedin ve nasıl oldu da, ne gören ne de duyan taşlara
    tapıyorsun1?» Ebu Süfyan: «Allah Allah!» dedi. «Muhammed’in dinine uymak için
    atalarımın taptığı şeylerden mi vazgeçeceğim?” Kızından hiçbir yardım
    göremeyeceğini anlayan Ebu Süfyan, an­laşmayı yenilemek için aracı olmalarını
    istediği Ebu Be­kir (r.) ve diğer Sahabilere gitti. Çünkü Peygamber acık-Ça
    söylemediği halde o, bir önceki çatışma nedeniyle an­laşmanın bozulduğundan
    artık emindi. Fakat bu aynı za­manda anlaşmanın tekrar yenilenmesine yardım
    edebilir­di. Yani eğer nüfuzlu bir adam iki grup arasında tekor teker genel bir
    himaye açıklaması yaparsa kan dökülmesi­ne engel olunabilirdi. Ebu Süfyan bu
    seçeneği Ebu Bekr’o önerdi. Fakat o sadece: «Ben Allah’ın Resûlü’nün verdiği
    himaye sınırları içinde himaye verebilirim» dedi.

    Diğerleri de hemen
    hemen aynı cevabı verdiler. Ebu Süfyan son olarak iki kardeş olan Haşim ve Abd
    uş-Sems-in torunları oldukları İçin akrabalık bağlarına güvenerek Ali (r.)’nin
    evine gitti. Fakat Ali şu cevabı verdi: «Yazık­lar olsun sana Ebu Süfvan!
    Allah’ın Resulü senin teklifini geri çevirmeye karar verdi. Hiç kimse onun
    aleyhinde ol­duğu bir konu hakkında Ondan olumlu bir ricada buluna­maz.» Çünkü
    sahabe Kur’an’da Peygamber’e de şöyle den­diğini biliyorlardı: «iş konusunda
    onlarla müşavere et. Eğer azmedersen Allah’a tevekkül et.» (Ali îmran 159).

    Onlar Peygamber’in
    birşeye karar verdiğinde artık onu o karardan vazgeçirmenin imkansız olduğunu
    dene­yimlerinden biliyorlardı. Ebu Süfyan şimdi de kucağında Öasan’la yerde
    oturan Fatuna (r.)’ya dönmüştü: «Ey Mu-hammed (s.a.v.)’in kızı!» dedi. «Küçük
    oğluna, tek tek in­sanlar arasında himaye kurmasını emret ki, sonsuza dek Arapların
    başkanı olabilsin.» Fakat Fatıma (r.) çocukla­rın himaye edenıiyeceklerini
    söyledi. Ebu Süfyan tekrar Ali (r.)’ye döndü. Ve ne yapması konusunda ondan
    yalva-rarak yardım istedi. «Başka çaresi yok» dedi Ali: «Sen kal­kıp tek tek
    insanlar arasında himaye kurmalısın. Sen Ki-nane’nin başkanısın.» Ebu Süfyan;
    «Bu bana birşey ka­zandırır mı?» diye sordu. «Vallahi zannetmem» dedi. Fa­kat
    bence yapabileceğin başka birşey yok». Bunun üzerine Ebu Süfyan» Mescid’e gitti
    ve yüksek sesle: «Dinleyin, ben insanlara teker teker himaye veriyorum.
    Muhammed’ in de beni onaylamaktan geri kalacağını zannetmiyorum» de­di. Daha
    sonra Peygamber (s.a.v.)’e gitti ve: «Ey Muham­med (s.a.v.) benim verdiğim
    himayeyi reddedeceğini zan­netmiyorum» dedi. Fakat Peygamber (.a.vvi sadece şu
    ce­vabı verdi: «Ey Ebu Süfyan bu senin düşüncen»[2].
    Bunun üzerine Umeyye lideri Mekke’ye çok “üzgün ve hayal kı­rıklığı içinde
    döndü.

    Peygamber (s.a.v.)
    sefer hazırlıklarına başlanmasını emretü. Ebu Bekr kendisinin de sefere
    hazırlanmasının ge­rekin gerekmediğini sordu. Peygamber (s.a.v.) ona hazır­laması
    gerektiğini ve Kureyş’e karşı sefere çıktıklarını söy­ledi. Ebu Bekr (r.):
    «Anlaşma süresinin bitmesini bekle­memiz gerekmez mi?» dedi. Peygamber: «Onlar
    bize iha­net ettiler ve anlaşmayı bozdular» dedi. «Ben de onların üstüne
    yürüyeceğim. Fakat sana söylediğim şeyi bir sır olarak sakla. İsteyen Allah’ın
    Resulünün Suriye için hazırlandığını zannetsin, isteyen Taif, isteyen de
    Havazin üzerine yürüyeceğimi düşünsün. Allah’ım Kureyş’in bizi görmemesini ve
    yaptığımız hazırlıktan haber almamasını sağla. Böylece onları aniden
    ülkelerinde bastırabilelim.» Bu duasına cevap olarak, gökten Hâtib adındaki bir
    Mu­hacirin sırrı öğrendiğini ve uyarmak üzere Kureyş’e bir mektup gönderdiğini
    bildiren bir haber geldi. Hâtib mek­tubu Mekke’ye gitmekte olan Muzeyneli bir
    kadına ver­mişti. Kadın mektubu saçlarının arasına saklamıştı. Pey­gamber
    Zübeyr Cr) ve Ali (r.)’yi onun arkasından gön­derdi. Ali (r.) ve Zübeyr fr.)
    mektubu kadının çantasın­da bulamayınca, onu, üzerini aramakla tehdit ettiler.
    Bu­nun üzerine kadın mektubu verdi. Onlar da Peygamber’e götürdüler. Peygamber
    (s.a.v.) mektubu yazanı yanma ça­ğırttı. -Ey Hâtib, bunu niçin yaptın?» diye
    sordu. Hatib: «Ey Allah’ın Resulü, ben gerçekten Allah’a ve Resulüne inanıyorum.
    Ben ne imanımı değiştirdim, ne de onun yeri­ne gönlüme birşey yerleşti. Fakat
    ben Mekke’de nüfuzu ve gücü akrabaları olmayan bir adamım. Onların arasında
    yaşayan oğlum ve ailem için onların desteğini kazanmak istedim» dedi, Ömer
    (r.): «Ey Allah’ın Rasulü bırak da ka­fasını uçurayun. Bu adam bir münafık»
    dedi. Fakat Pey­gamber (s.a.v.) ona: «Ey Ömer, Allah’ın Bedir savaşma
    katılanlara bakıp da: ‘ne isterseniz yapın, çünkü sizi affet­tim’ demediğini de
    biliyorsunuz?»[3] dedi.

    Peygamber (s.a.v.)
    yardımlarına güvenebileceği bazı kabilelere de gelecek ayın, yani Ramazanın
    başında Me­dine’de bulunmalarını haber veren elçiler gönderdi. Be­deviler bu
    isteğe samimice karşılık verdiler. Kararlaştırı­lan gün geldiğinde, o zamana
    kadar Medine’den yola çı­kan en büyük ordu meydana geldi. Hiçbir sağlıklı Müslü­man
    geride kalmamıştı. Muhacirler yediyüz kişiydiler ve üçyüz atları vardı. Ensar
    ise dörtbin kişiydi ve beşyüz atla­rı vardı. Yola çıktıktan sonra orduya
    katılan kabilelerle birlikte toplam onbin kişi oluyorlardı. Atlılar, develerle
    yolculuk ettiler. Ve atlarını yedeklerinde götürdüler. Saha­beden çok yakın
    olan birkaç kişi hariç hiç kimse düşma­nın kim olduğunu bilmiyordu.

    Yan yola
    geldiklerinde, Abbas, Ümmü’1-Fadl ve oğulla­rıyla karşılaştılar. Abbas artık Mekke’den
    aynlıp Medine’­de yaşamaya başlama zan anının geldiğine karar vermişti.
    Peygamber (s.a.v.) onlara da sefere katılmalarını teklif et­ti. Onların bu
    teklifi kabul etmesi en çok Peygamberce birlikte gelen Meymune’yi
    sevindirmişti.

    Ümmü Seleme (r.) de
    Peygamber’le birlikteydi. Ver­dikleri molalardan birinde ona iki Kureyşlinin
    onu görmek istediği söylendi. Onlardan biri üvey kardeşi yani babası ile
    Peygamber (s.a.v.)’in halası Atik’in oğlu Abdullah idi. Diğeri ise Peygamber’in
    en büyük amcası Haris’in oğlu şair Ebu Süfyan idi. Bir zamanlar Halime onu da
    emzir-mişti. Ebu Süfyan yanında küçük oğlu Cafer’i de getir­mişti. Gelenlerin
    ikisi de vahy’den önce Peygamber’e çok yakındılar, fakat vahy gelmeye
    başlayınca ona sut çevir­mişlerdi. Şimdi ise ondan af dilemeye gelmişlerdi. Ve
    Ümmü Seleme (r.)’den aracı olmasını istiyorlardı. Ümmü Seleme (r.) Peygamber
    (s.a.v.)’e gitti ve «karının kardeşi, yani halanın oğlu ve senin süt kardeşin
    olan amcanın oğ­lu buradadır» dedi Fakat Peygamber (s.a.v.); «Onlan gör­mek için
    ben çağırmadım. Kardeşim yani Ümmü Sele-me’nin kardeşi bana söyleyeceğini
    Mekke’de söyledi[4]. Amcamın oğluna gelince, o
    bana leke getirdi.»    cevabını

    verdi. Ebu Süfyan
    şiirlerinde onu taşlamişti. Ümmü Sele-me onlar için yalvardı fakat bunun bir
    faydası olmadı. Bunu Ebu Süfyan’a haber verince o; «Ya beni görmeyi ka­bul
    edecek, ya da ben oğlumun elinden tutup çöle gidece­ğim, açlık ve susuzluktan
    ölenen kadar ilerleyeceğim, sen —Peygamber’i kastediyordu— akrabalık bağımız
    bir yana, en çok üzülen kişi olacaksın» dedi. Ümmü Seleme Cr.) bunları
    Peygamber fs.a.v.)’e anlattığında, Peygamber onlara acıdı[5]. Ve
    onları çadırında kabul etmeye razı oldu. îkisi de onun çadırına gelip Müslüman
    oldular.

    Yolculuk sırasında
    Peygamber s.a.vJ yolun kenarın­da, yeni doğmuş yavrularını emziren yere uzanmış
    bir di­şi köpek gördü ve adamlarından birinin onu rahatsız et­mesinden korktu.
    Bu nedenle, Demre’li Cu’eyle’ye herkes yoldan geçene kadar köpeğin yanmda
    beklemesini söyledi[6]. Peygamber s.a.v.)’in bu
    adama Amr adını vermesine rağ­men, Cuayl adı hâlâ onun için geçerliydi.

    Kudeyd’de orduya, Beni
    Süleym’den dokuzyüz atlı da­ha katıldı. Onların sözcülerinden biri: «Ey
    Allah’ın Resu­lü» dedi. «Sen bizi iki yüzlü zannetti yorsun, oysa biz senin
    dayılarınız. sözcü kendi kabilelerinden olan Haşim’in an­nesi Atike’yi
    kastediyordu «Bu nedenle bizi sınaman için geldik. Biz savaşta sebat sahibi,
    çatışmada cesur ve eğer üzerinde sağlam duran adamlarız.»

    Medine’den yola çıkan
    ana kuvvet gibi onlar da ken­di bayrak ve flamalarını getirmişlerdi, fakat
    bunlar he­men açılmamış, sarih duruyorlardı. Peygamber’den bay­raklarını açmak
    için izin İstediler ve ondan aralarında bir sancaktar seçmesini rica ettiler.
    Fakat sancakların açılma zamanı henüz gelmemişti. Çünkü onlara henüz nereye git­tikleri
    bile söylenmemişti.

    Yola çıkarken
    Peygamber s.a.v bir adam göndere­rek tüm orduya şu ilânı vermesini emretmişti!
    «Kim oru­cunu tutmak isterse bırakın tutsun, kim de orucunu açmak isterse
    bırakın açsın.» Bamazanda yolculuk sözkonu-su olduğunda, Ramazandan sonra
    tutmak şartıyla oruç aç­ma izni verilmişti. Peygamber ve çoğu kişi haram
    bölgeye yaklaşmcaya kadar oruçlarını bozmadılar. Yaklaştıkları zaman Peygamber
    oruç açma emri verdi. Merr ez-Zeh-ran’da konakladıkları zaman, oruç bozma
    sebeplerinin düş­mana karşı guçlu olmak olduğunu orduya açıkladı. Bu, if­tar
    edilen yer konusunda birçok kişinin kafasında merak uyandırdı. Merr
    ez-Zehran’dan Mekke’ye bir günde uzun yolculuk yaparak veya kolayca iki günde
    ulaşılabilirdi. Fakat anlaşmaya bakıldığında, Kureyş’le karşı saldırıya
    geçmeleri imkânsız görünüyordu. Kamp kurdukları yer aynı zamanda düşman Havazin
    kabilelerinin yerleşim böl­gesine giden yol üzerindeydi. Yoksa Peygamber
    (s.a.v.) Hicaz’ın kuzeyindeki bostanına sahip olduktan sonra şim­di de güney
    bostanını Lât’m tapmak merkezi olan Taif’i mı ele geçirmek istiyordu?

    «Düşman kim1?»
    sorusunun ağızdan ağıza dolaştığını duyan Ka’b ıbn Malik gönüllü olarak
    Peygamber’e gidip düşmanın kim oldugumı sormaya karar verdi. Fakat ona doğrudan
    sormaktan çekindiği için çadırın önünde oturan Peygamber’e gitti. Onun yanına
    diz çökerek bu sefer için yazdığı birkaç beyti okudu. Bu beyitlerde adamların
    kılıç­larını çekme noktasına geldiklerine-, kendi aralarında düş­manın kim
    olduğunu soruşturduklarına, ve eğer kılıçların dili olsa onların da aynı soruyu
    soracaklarına değiniliyor­du. Fakat Peygamber’in cevabı gülümseme oldu. Ve Ka’b
    hiçbir şey elde edemeden adamların yanma döndü,

    Onların
    karşılaşacakları şeyi arzulamaları, Kureyş’in ve Havazin’in aynı soruya cevap araştırmalarıyla
    karşı­laştırıldığında sadece kuru bir meraktan öteye gitmiyor­du Büyük Havazin
    kabilesi, Necd çölünün güney ucunda­ki tepeliklere yayılmış’bir kabileydi. Taif
    de bu tepeler­den birinin üzerindeydi. Taif’te yaşıyan ve oradaki tapi-nngı
    koruyan Sakîfiler Havazin kabilesine Yesrib’den on-bın kişilik bir ordunun yola
    çiktıgını ve her ihtimale karşı ha/.ır olmaları gerektiğini haber vermişlerdi.
    Havazin boylarının çoğu bu habere cevap verdi ve Taif’in kuzeyindeki avantajlı
    bir bölgeye asker yığmaya başladılar.

    Rureyşliler İse
    Mekke’den çok Taif’in tehlikede olduğu­nu düşünmeyi tercih etmelerine rağmen
    anlaşmayı bozduk­larının farkındaydılar. Peygamber’in anlaşmayı reddetme­siyle
    birlikte, bu, onları hemen hemen ümitsizlik noktası­na getirdi. Peygamber
    (s.a.v.) bunun farkındaydı. Bu ne­denle, onların korkusunu daha da arttırmak
    için karanlık bastırdığında herkesin dağılmasını ve birer ateş yakmasını
    emretti. Mescid’i Haram civarında onbin kamp ateşinin yandığı görülüyordu.
    Muhammed’in (s.a.v.) ordusunun, korktuklarından daha büyük olduğunu bildiren
    haberler Mekke’ye ulaştı. Acele bir meclis toplantısından sonra Ku­reyşliler
    Ebu Süfyan’ın tekrar Peygamberle görüşmek tek­lifini kabul ettiler. Onunla
    birlikte, Bedir savaşını durdur­mak için elinden geleni yapan Hatice’nin yeğeni
    Hâkim ve Hudeybiye’de Peygamber (s.a.v.)’e yardım eden ve an­laşmanın
    bozulmasından sonra kabilesinden bazı adamlar­la birlikte Medine’ye giden
    Huza’ah Hudeyl de gittiler Kampa yaklaştıklarında, beyaz bir katarın üstünde
    kendile­rini karşılamaya gelen bir adam gördüler. Bu adam yolda Mekke’ye mesaj
    gönderebileceği bir adam bulabileceği ümidiyle kamptan ayrılan Abbas’tı. Ona
    göre, Kureyşliler çok geç kalmadan Peygamber’e bir delege göndermeliydi­ler.
    Birbirlerini farkettiklerinde selâmlaştılar. Abbas on­ları Peygamber’in
    çadırına götürdü. Ebu Süfyan: «Ey Mu-hammed (s.a.v.)» dedi, «Sen akrabalarına
    karşı bir kısmı tanınan bir kısmı tanınmayan bir sürü insanla geldin» Peygamber
    (s.a.v.) onun sözünü keserek «ihanet eden siz­siniz. Hudeybiye anlaşmasını siz
    bozdunuz. Beni Ka’b’a da saldırdınız. Böylece Allah’ın haram bölgesine ve
    Mescidi­ne tecavüz ettiniz» dedi. Ebu Süfyan konuyu değiştirme­ye çalıştı ve:
    «Sen asıl kızgınlık ve stratejini Havazin’e yö­neltmeliydin. Çünkü onlar sana
    akrabalık yönünden uzak ve düşmanlıkta daha aşındırlar» dedi. «Ümit ederim ki,»
    dedi Peygamber (s.a/v.h «Rabbim bana bunların hepsini lütfedecek-Mekke’nin
    fethini,    orada İslam’ın    zaferini ve

    Havazin’in bozgununu
    Yine ümit ederim ki, onların aile­lerini esirler ve mallarını da ganimet olarak
    bahşedecek» Daha sonra o üç adama dönerek: «Allah’tan başka ilah ol­madığına ve
    benim Allah’ın Resulü olduğuma şehadet edin» dedi. Bunun üzerine Hakim ve
    Hudeyl hemen Müs­lüman oldular, fakat Ebu Süfyan sadece «Allahtan başka ilah
    yoktur» dedi ve sustu. Şehadetin ikinci bölümünü de tekrarlaması söylendiğinde
    «Ey Muhammed (s.a.v.) nef­simde bununla ilgili hâlâ bir tereddüd var; ona biraz
    müh­let ver» dedi. Bunun üzerine Peygamber amcasına onları kendi çadırına
    götürmesini söyledi. Şafakta kampta sabah ezanı okunuyordu. Ebu Süfyan bu sesi
    duyunca şaşırmıştı. «Bu da nesi?» dedi, Ebu Süfyan. Abbas: «Namaz» dedi. Ebu
    Süfyan: «Günde kaç defa namaz kılıyorlar?» diye sordu. Beş defa olduğunu
    söyleyince: «Tanrım bu çok fazla!» dedi. Daha sonra adamların, Peygamber’in
    abdest suyundan bir damla alabilmek için itişip kakıştıklarını gördü. «Ey
    Fadl’m babası, buna benzer bir bağlılık görmedim» dedi Abbas: «Yazıklar olsun!»
    «imana gel!» dedi. Ebu Süfyan: «Beni ona götür» dedi. Namazdan sonra Abbas onu
    tekrar Peygamber’e götürdü ve Ebu Süfyan orada kelime-i şeha­detin tamamını
    söyledi. Abbas Peygamber’i kenara çeke­rek: «Ey Allah’ın Resulü, Ebu Süfyan’m
    şeref ve ihtişama ne denli önem verdiğini bilirsin. Bu yüzden ona birşeyler
    lütfet» dedi. «Peki» diyen Peygamber Umeyyeli liderin ya­nına gitti ve ona
    Kureyş’e döndüğünde şöyle demesini söy­ledi: «Kim Ebu Süfyan’m evine girerse
    güvenliktedir, kim kendi kapısını kitleyip içerde kalırsa güvenliktedir ve kim
    Mescid’e girerse güvenliktedir.»

     



    [1] W. 791

    [2] M, 807-8-  W.
    794

     

    [3] I.I. C00.10

    [4] Bak. Böl. XXI

    [5] W. 811

    [6] V/. 804