Ölümler Ve Bîr Doğum Va’dî Hz. Muhammedin Hayatı

42196

73.   ÖLÜMLER VE BÎR DOĞUM VA’DÎ

 

Hicret’in sevinç dolu
bu sekizinci yılının başlarında aynı zamanda bazı üzüntüler de yaşanıyordu.
Peygamber (s.a.v.)’in ailesinde meydana gelen ölümlerden İlki kızı Zeyneb’in
ölümüydü. Babası ölürken Zeyneb’in yanınday­dı, damadına ve torununa teselli
dolu sözler söyledi. Daha sonra Şevde ve Ümmü (r.) ile birlikte Ümmü Eymen
(r.)’e cesedi gömülmeye hazır hale getirmelerini söyledi. Ölüye gusül abdesti
aldırdıktan sonra Peygamber (s.a.v.) içine giydiği bir elbiseyi çıkardı ve onlara
cesedi bu kumaşa sar­malarını söyledi. Daha sonra cenaze namazını kıldırdı ve
mezann başında dua etti.

Peygamber (s.a.v.)’e
çocuk doğuran tek karısı Hatice idi. Medine’liler, Peygamber (s.a.v.)’in
Medine’de de bir çocuğunun doğmasını istiyorlardı. Şu anda yaşayan eşlen
arasında sadece ikisinin Ümmü Seleme (r.) ve Ümmü Habibe kendisinden önceki
kocalarından çocukları olmuştu. Her yeni evlilikte Medine’liler bir çocuk
doğması ümidiyle sevince kapılıyorlar; fakat bir müddet sonra tüm sevinçleri
yok oluyordu. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ‘in Hati­ce’den sonra evlendiği hiç bir
kadından çocuğu olmamıştı. Fakat kızının ölümünden kısa bir süre sonra, onun
tekrar baba olacağı, ortaya çıktı. Kıptî cariyesi Mariye bir çocuk bekliyordu.
Medine’liler, Peygamber (s.a.v.)’in onu çok sev­diğini bildikleri ve onu
sevindirmek istedikleri için zaten

Mariye’ye çok iyi
davranıyorlardı. Bu. haberi duymalarıyla ona besledikleri sevgi ve ilgi iki
katına çıktı.

Umre’den döndükten
yaklaşık üç ay sonra Peygam­ber (s.a.v.) Suriye sınırındaki kabilelere barışçıl
amaçlar­la onbeş elçi gönderdi. Fakat onların dostça selâmlarına ok yağmuru ile
cevap verildi. Dövüşmek zorunda kalan elçilerin biri hariç hepsi öldürüldü.

Bir tek Ölümle
sonuçlanan, fakat daha büyük politik öneme sahip olan bir olay daha meydana
geldi. Peygam­ber (s.a,v.) daha önceden Dihye el-Kelbi’yi Kayser’e yaz­dığı ve
cevap alamadığı mektupla birlikte Basra valisine göndermişti. Gassan’lı bir
kabile başkam Basra’ya gönde­rilen ikinci elçinin yolunu kesmiş ve elçiyi
öldürmüştü. Çoğunlukla Hristiyan olan Gassan’hlann Kayser’in elçi­sinden yardım
isteme riskine rağmen bu tür bir hareket cezasız bırakılamazdı.

Peygamber (s.a.v.), üç
bin kişilik bir ve Zeyd (r.)’in kumandasında Gassanhlara gönderdi. Eğer Zeyd
(r.) öldürülürse yerine Cafer (r.), o öldürülürse Ab­dullah îbn Revana tr.)
geçecekti. Üçü de öldürülürse, ordu kumandanını kendi seçecekti. Daha sonra
Peygamber (s. a.v.) Zeyd’e beyaz bir sancak verdi ve diğer arkadaşlarıy­la
birlikte, orduyu Uhud’un kuzeyindeki iki tepe arasında­ki veda geçidine kadar
yolcu etti.

Abdullah’ın yanında
velayeti altında olan yetim bir çocuk vardı, onu semerin arkasına bindirmişti.
Yol boyun­ca çocuk, Abdullah’ın ordu geri döndüğünde Suriye sınır­lan içinde
kalma isteğini ifade eden mısralar okuduğunu duydu. «Bu mısraları duyunca
ağladım» dedi çocuk, «Be­nim ağladığımı görünce kamçısının ucu ile bana dokundu
ve: «Zavallı arkadaşım, niye üzülüyorsun? Eğer Allah bana şehitlik nasib eder,
ben de bu dünyadan, meşakkatlerin­den, dertlerinden, acılarından ve
olaylarından kurtulur-sam, sen semerin üstünde rahat olarak geri döneceksin»
dedi. Bundan sonra, geceleyin yapılan bir molada iki re­kat namaz kıldı ve
arkasından uzun süre dua etti.   Daha sonra
beni çağırdı. Ben: ‘Buradayım, emrindeyim’, O: ‘İnşallah bu şehadettir’ dedi»[1].

Ordu Suriye sınırına
geldiğinde, sadece tüm kuzey kabilelerinin değil, Kayser’in temsilcisinin de
birleşip ken­dilerine karşı savaşacağını duydular. Hep birlikte ordunun yüz bin
kişi kadar olduğu söyleniyordu. Tabii ki bunda abartma payı da vardı. Bununla
birlikte Zeyd (r.) bir savaş konseyi toplamaya karar verdi. Adamların çoğu bu
duru­mun hemen Peygamber (s.a.v.)’e bildirilmesi gerektiği ka-naatindeydüer.
Peygamber (s.a.v.) ya onlara geri dönme emri verir ya da yardımcı kuvvet gönderirdi.
Fakat Abdul­lah bu fikre karşı çıktı. Konuşmasını Uhud’dan dnce söy­lenen ve
gelecekte bir çok savaştan önce söylenecek olan karşı konulamayacak bir cümle
ile bitirdi: «Önümüzdeki iyi şeyden biri var; ya zafer ya şehitlik —Cennet
bahçele­rindeki kardeşlerimize katılıp onlara arkadaşlık etmeli O halde haydi
ileri!».

Abdullah’ın bu sözleri
etkili oldu ve ordu kuzeye doğ­ru ilerlemeye devam ettiler. Şimdi uzun ve derin
yatağın­dan doğu sınırında yükselen tepelerle ayrılmış olan Ölü Deniz’in güney
ucundan çok uzakta değillerdi. Birkaç sa­atlik yürüyüşten sonra düşmanı
gördüler. Bizans kuvvet­leriyle birleşmiş olan Arap ordusunun gerçek sayısı ne
olursa olsun Müslümanlar ilk bakışta onların kendilerin­den kat kat fazla
olduğunu farkettiler. Sayıca bu kadar dengesiz bir savaş deneyimleri yoktu, ve
hiçbiri şimdiye kadar imparatorluğun süvarilerinde gördükleri kadar zen­gin
savaş aletleriyle karşılaşmamıştı. Bizans süvarileri or­tada, Arap kuvvetleri
ise iki yanında yer alıyordu. Bedir’de Akankal tepelerinden, inen Kureyş
ordusunun şimdi gör­dükleri orduyla karşılaştırıldığında çok az silah ve zırh
vardı. Bunun yanısıra düşman ordusu onların gelişini bek­liyordu ve lejyonlar
savaş konumunda onlan karşılamaya hazır bekliyorlardı.

Arazinin eğimi kendi
aleyhlerine olduğu için hemen karşı karşıya gelmekten kaçınan Zeyd (r.),
güneye, Mute’ye doğru çekilme emri verdi. Orada arazi bakımından avantajlı
olacaklardı ve savaş düzenine girme fırsatları olacaktı. Sayıca çok fazla
olduklarının farkında olan düş­man ordusu, Müslüman ordusunu Mu’te’ye kadar
İzledi. Düşman ordusu yaklaştığında onların beklediği gibi geri kaçmak yerine
Zeyd saldırı emri verdi.

O anda Peygamber
(s.a.v.) için Medine ile Mu’te ara­sındaki uzaklık yok olmuştu. Peygamber
(s.a.v.) beyaz sancağı ile Zeyd’in orduyu nasıl düşmana doğru ilerletti­ğini
görüyordu. Onun yere düşene kadar birçok ölümcül yara aldığını, arkasından
sancağı Cafer (r.)’ın alıp onun da şehit olana kadar savaştığını gördü. Daha
sonra sancağı Abdullah aldı. Onun yönettiği saldırı düşmanın ölüm saç­ması ve
kendisinin de şehadetiyle sonuçlandı; adamları dü­zensiz bir şekilde geri
çekildiler Ensar’dan biri olan Sabit tbn Erkam (r.) sancağı aldı ve Müslümanlar
tekrar düzene girdiler. Bunun üzerine Sabit sancağı Halid’e vermek is­tedi.
Fakat Halid (r)., bu şerefe Sabit (r.) ‘in daha çok hak­kı olduğunu süyleyerek
kabul etmedi. Sabit: «Al şunu, ben sadece sana vermek için onu yerden almıştım»
dedi. Bu­nun üzerine Halid kumandayı aldı ve safları birbirine yak­laştırdı.
Düşman o kadar düzenli yaklaşıyordu ki Müslü­manlara düzenli bir saldırı yapmak
için arada belli bir me­safe bırakıyordu. Saldın karşı tarafın zaferiyle
sonuçlan­dı, fakat bu basandan hiçbir şey elde edemediler. Müslü­manlardan ise,
üç lider dışında sadece beş kişi şehit olmuş­tu. Bu nedenle bu bir bakıma Halid
(r.) için bir zaferdi. Peygamber (s.a.v.) savaşta Zeyd (r.) Cafer (r.) ve Abdul­lah
(r.)’m arka arkaya şehadetini anlattıktan sonra. «Da­ha sonra Allah’ın
kılıçlarından biri sancağı aldı ve Allah onlar için yolu açtı» dedi. Yani
Müslümanları güvene ka­vuşturan yolu açtı, demek istiyordu. Bu günden sonra Ha­lid’e
«Alah’m kılıcı» adı verildi.

Peygamber (s.a.v.)
savaşı anlatırken gözlerinden yaş­lar bosamyordu. Namaz vakti geldiğinde namazı
kıldırdı

ve her zaman yaptığı
gibi, topluluğa yüzünü dönmeden, Mesclis*ten ayrıldı. Akşam ve yatsı
namazlarında da aynen böyle yaptı.

O sırada Cafer’in
evine gitmiş ve: «Ey Esma, bana Cafer’in çocuklarını getir» demişti. Yüzündeki
ifadeden şüphelenen Esma çocukları getirdi. Peygamber (s.a.v.) on­ları öptü ve
gözleri tekrar yaşlarla doldu. Esma: «Ey Al­lah’ın Rasulü, ey bana anamdan ve
babamdan daha sev­gili olan, seni ağlatan ne? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından
haber mi aldın?» dedi. «Evet» dedi Peygamber (s.a.v.), -bugün vuruldular». Esma
acı dolu bir çığlık attı, onu du­yan diğer kadınlar yardıma geldiler. Peygamber
(s.a.v.) evine döndü ve birkaç gün sürecince Cafer’in ailesine ye­mek
hazırlanmasını emretti. «Acıları, onları, kendi ihtiyaç­larını karşılayamayacak
kadar meşgul ediyor» dedi.

Ümmü Eymen (r.), Üsame
(r.) ve Zeyd (r.)’in ailesin­den diğerleri Peygamber (s.a.v.)’in evinde idiler.
Onlara daha önceden Zeyd (r.)’in ölüm haberini vermişti. Eve dö­nerken Zeyd
(r.î’in küçük kısmın sokakta ağladığını gör­dü. Çocuk, onu görünce koştu ve
kollarına atıldı. Peygam­ber (s.a.v.) şimdi kendini tutamayarak ağlıyordu.
Çocuğu göğsüne bastırdığında tüm vücudu hıçkırıklarla sarsılı­yordu. Sa’d îbn
Ubade Cr.) o sırada oradan geçiyordu. Ken­di kendine teselli edecek birşeyier
araştırarak «Ey Allah’­ın Rasulü, bu da ne?» diye mırıldandı. Peygamber
(s.a.v.} «Bu maşukunu arzulamayı seven biri» cevabını verdi[2].

O gece Peygamber
(s.a.v.) rüyasında Cennet’i gördü. Zeyd (r.), Cafer (r.), Abdullah .) ve
savaşta şehit olan­ların hepsi cennetteydiler. Cafer (r.)’i melekler gibi uçar­ken
gördü. Şafakta mescide gitti. Ashab onun üzüntüsü­nün hafiflediğini
farkettiler. Namazdan sonra her zaman yaptığı gibi topluluğa döndü. Daha sonra
Esma’ya gitti ve rüyasını anlattı. Esma teselli olmuştu.

Halid (r.) ve adamları
Medine’ye döndüğünde Pey­gamber (s.a.v.) Mukavkıs’m kendisine hediye ettiği
beyaz

katırı —Düldül—
istedi. Cafer (r.)’in en büyük oğlunu bu katıra bindirerek onları karşılamaya
gitti. Medine’li ka­dın ve erkekler yollara dökülmüştü. Ordu yanlarından, ge­çerken
onlara alaylı sözler söylediler ve kum attılar. «Ka­çaklar» diye bağırdılar.
«Allah yolunda savaştan kaçtınız im?» «Hayır» dedi Peygamber ts.a.v.) onlar
kaçak değil, fakat inşallah tekrar savaşa gitmek için geri dönenler»[3].

Mu’te’deki geri
çekilme, kuzeydeki Arap kabilelerine, yeni îslâm devletine karşı koyma cesareti
verdi. Bundan bir ay sonra Beli ve Kuda’a kabilelerini güneye yütümek amacıyla
Suriye sınırında toplandıkları haberi geldi. Fakat bu kez Kayser’in orduları
yardıma gelmemiş görünü­yordu. Peygamber (s.a.v.1 Amr (r.)’ı üç yüz kişi üe birlikte
gerektiğinde savaşmak, mümkün olduğunda da müt­tefik kazanmak üzere gönderdi.
Amr (r.) ‘m kumandan ola­rak seçilmesinin nedeni, bu kabilelerden biriyle
Amr’ın ak­rabalık bağının olmasıydı. Amr’ın annesi Belî kabilesin­den bir
kadındı. Gece yolculuk yaparak ve gizli yerlerde kamplar kurarak çok dikkati
çekmekten korundu ve on gün içinde Suriye sınırına ulaştı. O yıl kış erken
gelmişti. Bu kadar kuzeyde yaşamaya alışık olmayan Mekke’li ve Medine’ lüer son
kamplarını kurar kurmaz hemen yakacak aramaya başladılar. Fakat Amr, küçücük
bir ateş yakma­yı bile yasakladı. Karşı gelenler şu sözlerle susturuldu: «Siz
beni dinleyip itaat etmekle emrolundunuz, o halde öyle yapma.

Düşmanın
beklediklerinden daha fazla sayıda toplan­dığını farkedince, şimdilik yerel
yardımların da gelmeye­ceğini ümit ettiği için, hemen Cuheyne’li bir adamı Pey­gamber
(s.a.v.)’den yardımcı kuvvet istemesi için gönder­di. Ebu Ubeyde (r.) derhal
ikiyüz kişilik ek kuvvetle gel­di. En yakın sahabelerden biri olduğu ve daha
önceki bü­tün savaşlarda rol aldığı için Ebu Ubeyde (r.) kendisinin yetkili
olmasını istiyordu. Fakat Amr Cr.) yeni gelenlerin sadece yardırnci kuvvet
olduğunu ve kendisinin genel kamandan olması gerektiğini vurguladı. Peygamber
Cs.a.v.) Ebu Ubeyde (r.)’ye iki kuvvet arasında tam bir birlik ol­masına ve
aynlık olmamasına dikkat etmesini tenbih et­mişti. Bu yüzden Ebu Ubeyde (r.)
isteğinden vazgeçti ve Amr’a: «Eğer sen bana itaat etmeyeceksen, Tanrıya
andol-sun ben sana itaat edeceğim» dedi. Peygamber (s.a.v.) bu sözleri
duyduğunda Ebu Ubeyde’ye rahmet diledi.

Amr, besyüz kişilik
ordusunu Suriye sınırından geçi­rip İlerlediğinde düşman dağıldı. Sadece kısa
sûren karşı­lıklı bir ok yağmuru oldu. Geri kalanı, oturanların kaçtığı  kamp yerleriyle karşılaşmaktan ibaretti.
Düşman ka­bileler orada olmadığı için, dost unsurlar kişiler ve gruplar ortaya
çıktılar. Bu nedenle Amr (r.), Peygam­ber (s.a.v.)’e Suriye sınırında İslâm’ın
etkisini tekrar kurduğunu belirten bir mektup gönderdi.

Bu etki, artık Medine
vahasının her tarafındaki kabi­lelere yayılıyordu. Nedenler sadece ruhsal
değildi- Artık Peygamber tsa..v.) tehlikeli, hesaba gelmez bir düşman ve güçlü,
güvenilir ve cömert bir müttefik olarak tanını­yordu. Onunla
karşılaştırıldığında diğer müttefikler daha az çekici ve daha zararlı idi. Bazı
durumlarda politik ve dinî dürtüler birbirinden ayrılamayacak denli bir bütün
teşkil ediyorlardı. Fakat yavaş yavaş ilerleyen, yine de güçlü ve etkili olan,
politikadan ve mü’minlerin İslâm me­sajını yaymak için yaptıkları açık
girişimlerden bağımsız bir faktör vardı. Bu da yeni dini uygulayanları
karakterize eden belirgin bir huzurdu. Allah’ın birliğini gösteren Kur’-an,
aynı zamanda bir Rahmet ve Cennet kitabıydı. Rasu-lÜn ögretileriyle birlikte
onun âyetlerinin okunması, mü’-minlerl kapasiteleri dahilinde bazı şartlan
yerine getir­diklerinde kolayca ebedi saadete kavuşabileceklerinden emin
kılıyordu. Ortaya çıkan huzur, bir iman kriteri idi. Peygamber (s.a.v.) şöyle
diyordu: «Şartlar ne olursa olsun. İnanan için hepsi iyidir.»*.

 



[1] W. 750.

 

[2] I. S. III/l, 32.

[3] W.   765.