Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Ay: Ocak 2014

  • Hz. Salih (A.S)

    Hz. SALİH (A.S) 1

    Hz.
    Salih (a.s)’ın Soyu:
    1

    Semûd
    Kavminin Yurtları:
    1

    Semûd
    Kabilesinin Soyu:
    2

    Semûd
    Kavminin İbadeti:
    3

    Niçin
    Deve Bir Mucize Oldu ?:
    3

    Semûd
    Kavminin Helak Edilişi:
    4

     

     

     

     

     

    Hz. SALİH
    (A.S)

     

    “Andolsun ki,
    Semûd kavmine: ‘Allah’a ibadet edin!’ (de­mesi için) kardeşleri Salih ‘i
    (onlara Peygamber olarak) gön­derdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre
    oluverdiler.” (Nemi: 27/45)

     

    Hz. Salih (a.s)’ın Soyu:

     

    Hz. Salih (a.s)’m [1] soyu;
    Salih b. Ubeyd b. Asif…..şeklinde olup Hz. Nûh (a.s)’m oğlu Şam’a dayanmak­tadır.

    Yüce Allah, Hz. Salih
    (a.s)’ı, “Baide Arap” kabilelerin­den birine Peygamber olarak
    göndermiştir. O da, Semûd kabi-leşidir. Semûd kabilesi bu ismi, Hz. Nûh
    (a.s)’in oğlu Şam’ın torunlarından olan Semûd b. Amir’e nispetle bu Adı
    almıştır.

    Hz. İsmail’den önceki
    Araplara, “el-Arabu’1-Aribe” de­nilirdi. Bunlar pek çok kabileden
    oluşuyorlardı. Bazıları şun­lardır: Ad, Semûd, Cürhüm, Medyen, Kahtan…
    v.b.”el-Arabu’I-Musta’rebe” ise, Hz. tsmâîl (a.s)’m neslin­den gelen
    Araplardrr…

    Hz. İsmâîl (a.s),
    fasih açık Arapça’yı konuşan ilk kişidir. Arapça konuşmayı, Mekke-i
    Mükerreme’de annesi Hacer’in yanında konaklayan Cürhümlülerden öğrenmiştir.

    İşte burada kastedilen
    şey; Semûd kabilesinin, Hz. İsmâîl (a.s)’dan önce yaşamış olmasıdır. Çünkü
    Semûdlular, “el-Arabu’l-Aribe” dendir.[2]

     

    Semûd Kavminin Yurtları:

     

    Semûd kavminin
    yurtları, “Hicr” denilen yerdedir. İşte bundan dolayıdır ki, Yüce
    Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, onları, “Ashabu’1-Hicr” (Hicr Halkı) diye
    adlandırmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Andolsun ki,
    ‘Hicr halkı’ da (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanlamıştı. Biz,
    Onlara mucizelerimizi ver­miştik, fakat onlardan yüz çevirmişlerdi. [3]

    Hicr; Hicaz ile Şam
    arasında, karayoluyla yolcuların geç­tiği ve bugün “Feccü’n-Nâga”
    diye bilinen yerdir. Semûd kavminin şehirlerinin kalıntıları şimdi bile açıkça
    görülmekte­dir. Bu yerler, Medain-i Salih (Salih peygamberin şehirleri) diye
    adlandırılmaktadır.

    Tarihçi Mes’udî derki:
    “Semûd kavminin çürümüş kemik­leri baki olup kalıntıları Şam’dan gelen yol
    üzerinde açıkça görülmektedir. Hicr-i Semûd, Medyen ülkesinin güney doğu­sunda
    yer almaktadır. Bu da, Akabe körfezine yakın mesafe­dedir.[4]

     

    Semûd Kabilesinin Soyu:

     

    Tarihçiler,  Semûd halkının soyu ve yaşadıkları zaman
    hakkında görüş ayrılığına varmışlardır.

    Bazı tarihçiler derki:
    Semûd kavmi, Âd kavminden geriye kalanlardır”

    Bazıları da derki:
    Semûd halkı, Fırat nehrinin Batısından “Hicr”denüen bu yere göç etmiş
    Amalika kavminden geriye kalanlardır.

    Oryantalist bazı
    tarihçilerin iddiasına göre ise; Semûd hal­kı, Filistin’e girmeyip
    “Hicr” denilen bu bölgeye yerleşen Ya­hudilerden bir topluluktur…
    Bu görüş, batıl bir görüştür. Çün­kü Yahudi kelimesi, ancak Hz. Mûsâ (a.s)’m
    İsrail oğullarıyla birlikte Mısır’dan çıkışından sonra ortaya çıkmıştır. Buna
    göre Semûd halkı, nasıl Yahudi olur?!! En doğru görüş; Semûd hal­kının, Ad
    kavminden geriye kalmış Araplar olduğudur. Yüce Allah’ın şu sözü de, bu görüşü
    doğrulamaktadır:

    “Düşünün kî,
    (Allah,) ‘Ad (kavmin)den sonra (onların yurduna) sizi’ hükümdarlar kıldı. Ve
    yeryüzüne sizi yerleştirdi: Yeryüzünün düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz,
    dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da,
    yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. [5]

    İbn Kesîr (rh.a) konu
    ile ilgili olarak şöyle der: “Bunlar, kendilerine ‘Semûd’ denen meşhur bir
    kabileydi. Dedeleri, Semûd’un adını almışlardı. Semûd, Cedis’in kardeşidir. Bu
    ikisi de, Asir b. İrem’in oğullandır. İrem ise, Hz. Nûh (a.s)’m oğlu Şam’ın
    oğludur. Semûd kavmi, Arab-ı Aribe’dendir. Hi­caz ile Tebük arasında Hicr denen
    yerde yaşarlardı… Resulullah (s.a.v.) Tebük Gazvesine giderken, beraberindeki
    Müslümanlarla Semûd kavminin yurdu Hicr’e uğramıştı. Semûd halkının (kalıntı
    halinde) evlerinin bulunduğu ‘Hicr’ denilen yere sahabelerle birlikte
    konakladı. Sahabeler, Semûd halkının su içtikleri kuyulardan su çekip
    hamurlarını yoğurdu-lar ve (kazan kurup bu hamurları) pişirdiler. Resulullah
    (s.a.v.), sahabenin yemek yapmak için kazanlar kurduklarını

    haber alınca, onlara
    kazanlarım dökmelerini ve yoğurmuş ol­dukları hamurlan develere yedirmelerini
    emretti. Daha sonra Resulullah (s.a.v.), sahabeleri alıp Hz. Salih (a.s)’m
    devesinin su içmiş olduğu kuyunun yanına götürdü. Buhârî ile Müs­lim’de geçtiği
    üzere, Sahabelere: ‘Şu azaba uğramışların yur­duna ancak ağlayarak girin.Eğer
    ağlamayacaksanız, girmeyin. Yoksa onlara gelen musibet, size de gelir”
    buyurdu.[6]

    Semûd kavminin ne
    zaman yaşadığı kesin olarak bilin­memektedir. Ancak Semûd kavminin; A’râf: 7/74
    ayeti keri­mesinin de işaret ettiği üzere; Ad kavminden sonra ve ayrıca kesin
    olarak milattan ve Hz. Mûsâ (a.s)’dan önce yaşadıkların­da şüphe yoktur. Buna
    delil, kavmini Allah’ın azabıyla korku­tan Firavun ailesinden mümin kimsenin şu
    sözüdür:

    “İman etmiş olan
    (adam): ‘Doğrusu ben, sizin için Nûh kavminin, Ad, Semûd ve onlardan sonra
    gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğradıkları bir
    günün benzerinden (gelmesinden) korkuyorum. Allah, kulları­na bir zulüm
    dileyecek değildir.[7]

    Oryantalistlerin,
    ‘Semûd halkının, Yahudi olduğu’ iddia­sını kabul etmeyenlerden birisi de, Üstad
    Abdulvahhab en-Neccâr’dır. Bu konuda daha geniş bilgi için Abdullahvahhab

    en-Neccâr’ın
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabına başvurabilirsi­niz [8]

     

    Semûd Kavminin İbadeti:

     

    Semûd kabilesi, mutlak
    kudret sahibi Allah’ı inkar ederek putlara tapıyorlardı. Bunun üzerine Allah,
    onlara, Peygamber olarak Salih (a.s)’i göndermişti. Hz. Salih (a.s), onlara; Allahı’m
    kendilerine verdiği nimetleri hatırlatıyor, kurtuluş ile saadet yolunu
    gösteriyor, takva olmalarım emrediyor ve putla­ra tapmayı yasaklıyordu,[9] Onlar
    ise; sapıklıklarına devam etti­ler ve putlara tapmaktan vazgeçmediler.

    Semûd kavmi, büyük bir
    bolluk ve nimet içindeydiler. Çünkü bol servetlere, parlak göz alıcı bahçelere
    ve akarsulara sahiptiler. Yüce Allah, verdiği bu nimetleri onlara şöyle hatır­latmaktadır:

    “Siz burada
    bahçelerin, pınarların içinde, ekinlerin, sal­kımları sarkmış hurmalıkların
    arasında güven içinde bırakıla­cak mısınız? Bir de, dağlardan neşe ve zevkle
    evler yontuyorsunuz.[10]

    Hz. Salih (a.s)’a,
    Semûd kavminden az sayıda bir topluluk iman etti. Onların çoğu ise, Hz. Salih
    (a.s)’ı yalanladılar, onun risaletini inkar ettiler ve azgınlıklarını büyük bir
    şekilde sür­dürdüler. Üstelik bir de, Hz. Salih (a.s)’dan, kendisinin doğru­luğuna
    tanıklık edecek bir mucize getirmesini istediler. O da, onlara “deve
    mucizesini” getirdi. (Mucize olarak getirilen de­vede, Hz. Salih (a.s)’m
    doğruluğunu gösteren bir çok büyük alametler vardı. Çünkü deve, sert bir
    kayanın içinden çıkmıştı. Kayanın nasıl varıldığını ve içinden hamile bir
    devenin çıktı­ğını gözleriyle görmüşlerdi.[11]

     

    Niçin Deve Bir Mucize Oldu ?:

     

    Bu devede; Hz. Salih (a.s)’m
    doğruluğuna ve Yüce Allah katından gelen açık bir mucize ile kesin bir
    harikulade olduğu­nu gösteren bazı ilginç şeyler bulunmaktadır. Bunlardan bazı­ları
    şunlardır:

    1. Devenin
    sert bir ka ya dan çıkmış olması… Böyle bir ka ya dan nasıl bir hayvan
    çıkabilir?!!

    2.  Devenin, kabilenin tamamının içtiği suyu
    içiyor olma­sı… Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Su içme hakkı
    (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin.[12]

    Bir devenin büyük bir
    topluluğun içtiği suyu içmesi, garip bir durumdur.

    3.  Devenin, kabileye; içtiği su kadar süt
    veriyor olması… İşte bu da, garip bir durumdur.

    İmam Fahreddîn er-Râzî
    (rh.a) derki: “Bil ki Kur’an, Deve olayında bir mucizenin olduğunu
    göstermektedir. Fakat bunun, hangi bakımdan bir mucize olduğu, Kur’an’da
    belirtilmemiştir. Ama bunun, hiç şüphesiz, bir yönden bir mucize olduğunu
    anlıyoruz.[13] Çünkü Yüce Allah bu
    konuda şöyle buyurmakta­dır:

    “İşte size bir
    mucize olmak üzere Allah’ın şu dişi devesi! Onu (kendi haline)bırakın, Allah’ın
    arzında otlasın. Ona bir kötülükle yaklaşmayın. Sonra sizi acıklı bir azab
    yakalar. [14]

    İşte bu mucize, Hz.
    Salih (a.s)’ın doğruluğuna açık ve ke­sin bir delildir. Çünkü Salih peygamberin
    kavmi bir gün eğer Salih Peygamber kayayı yararak ka ya dan bîr dişi deve çıka­rırsa
    kendisine tabi olacaklarına ve iman edeceklerine dair söz vermişlerdi.

    İbn Kesîr bu konu ile
    ilgili olarak şöyle der: ‘Tefsircileriıı anlattıklarına göre; Semûd kavmi, bir
    gün toplantı yerlerinde bir araya gelmişlerdi. Hz Salih (as), yanlarına giderek
    onları Allah’a kulluk etmeye davet etmiş, İlahi azabı onlara hatırlatmış,
    sapıklıktan sakındırmış, öğüt vermiş ve batıla yaklaşma­malarını emretmişti.
    Ama Onlar, Salih (as)’a:

      ‘Ey Salih! -Büyük bir kayayı göstererek- şu
    karşıdaki ka ya dan şu ve şu niteliklere sahip boylu postlu, hamile bir deve
    çıkarırsan belki sana inanırız. İman ederiz’ şeklinde bir şart koşmuşlardı. Hz.
    Salih (a.s), onlara:

      ‘Bu isteğinizi tam olarak yerine getirirsem,
    benim getir­miş olduğum dine iman eder ve size tebliğ ettiğim ilahi mesajı
    doğrular mısınız.?’ dedi. Onlarda:

      ‘Evet’ dediler. Bunun üzerine Hz. Salih (a.s)
    bu hususta onlardan söz ve teminat aldı. Sonra namazgahına gidip onur ve
    üstünlük sahibi Allah’ın huzurunda namaz kılıp dua etti. Kav­minin bu isteğinin
    gerçekleştirilmesini Rabbinden istedi. Al­lah’ta, orada bulunan kayaya;
    yarılarak istenilen nitelikteki büyük cüsseli hamile bir deveyi çıkarmasını
    emretti. Kaya da, bu ilahi emri hemen yerine getirdi. Devenin ortaya çıktığını
    müşahede ettiklerinde, bunun; büyük bir iş, dehşetli bir olay, Hz.
    Sâlih(a.s)’ın doğruluğunu ortaya koyan kesin bir delil, a-çık bir kanıt ve göz
    alıcı bir kudret olduğunu gördüler. Bu olay üzerine bazıları iman etti. Çoğu
    ise küfür ve inatlarına devam ettiler. Yüce Allah onlar hakkında, “Semûd
    kavmine, açık bir delil olmak üzere bir dişi deve vermiştik. (Fakat onlar, bu
    de­veyi boğazladılar) bu yüzden zalim oldular. ‘(Isrâ: 17/59) [15]

     

    Semûd Kavminin Helak Edilişi:

     

    Hz Salih (as),
    kavminin, deveye dokunmamaları hususun­da uyarmış ve eğer deveyi öldürmeye
    kastederlerse kendilerine

    Allah’ın azabının
    geleceğinden de sakmdırmıştı.Yüce Al­lah bu hususu şöyle anlatmaktadır:

    ‘Deveye bir kötülükle
    ilişmeyin yoksa sizi muazzam bir günün azabı yakalayıverir.[16]

    Bütün bunlara rağmen
    nasihat kabul etmeyen öğüt dinle­meyen, isyan ile taşkınlığın gözlerini kör
    ettiği, Allah’ın dave­tini kabul etmekten kaçıp kulaklarını sağır kıldığı
    zorbalar, deveyi öldürmekten başka bir şey düşünmüyorlar ve çabucak onu
    boğazlamak istiyorlardı. Yüce Allah bu hususu Kur’ân-i Kerîmde şöyle
    anlatmaktadır.

    “Derken o dişi
    deveyi, ayaklarını keserek Öldürdüler ve Rab’lerinin emrinden dışarı çıktılar
    da:’Ey Salih! Eğer sen gerçekten Peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin
    azabı ge­tir. ‘Dediler.Bunun üzerine onları o, (şiddetli) sarsıntı yakaladı da
    yurtlarından diz üstü çökerek donakaldılar. [17]

    Yüce Allah, onların bu
    kıssasını, bize, Şems Sûresinde şöyle anlatmaktadır:

    Semûd kavmi, azgınlığı
    yüzünden Allah’ın peygamberi (Salih’i) yalanladılar. Çünkü onların en azgını,
    deveyi kesmek için ayaklandı. Allah’ın peygamberi (Salih) ise, onlara: ‘Al­lah
    ‘in (size gönderdiği) deveye ve suyuna bakın’ dedi. Derhal onu yalanladılar ve
    deveyi kestiler. Bunun üzerine Rableri, (işlemiş oldukları bu) günah sebebiyle
    (içinde yaşadıkları) o beldeyi, başlarına geçirdi ve her tarafım dümdüz etti. [18]

    Deveyi yakalayıp
    kesenlerin ilki, lanetli ve hain Kudâr b. Sâlif olup bu kişi, deveyi
    ayaklarından kesti. Bunun üzerine deve, yere yığıldı. Diğerleri kılıçlarıyla
    hemen koşup deveyi param parça ettiler. Yüce Allah’ın da bildirdiği üzere,
    bunlar, 9 kişi idiler:

    “O şehirde dokuz
    kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgun­culuk yapıyorlar ve iyilik tarafına hiç
    yanaşmıyorlardı.[19]

    Bu kişiler, deveyi
    öldürdükten sonra; Hz. Salih (a.s)’ın, onları özellikle de Allah’ın azabından
    sakındırması ve deveyi kesmelerinden üç gün sonra bu azabı beklemelerini
    söylemesi üzerine Hz. Salih (a.s)’ı da öldürmeye karar verdiler. Yüce Al­lah’ın
    şu sözü bu hususu açıkça göstermektedir:

    “(Fakat Semûd
    halkından bir topluluk), o deveyi, ayakla­rını keserek öldürdüler. Salih,
    (onlara): ‘Yurdunuzda üç gün daha yaşayın (sonra helak olacaksınız). O söz,
    yalanlanamayan bir tehdit idi. [20]

    İşte Allah, Hz. Salih
    (a.s)’ı öldürmeyi düşünen grubun ü-zerine, gökten taşlar yağdırmak suretiyle
    kavimlerinden önce onları helak ve yok etti.

    İbn Kesir (rh.a) bu
    konu ile ilgili olarak şöyle der: “Hz. Salih (a.s)’ın mühlet tanıdığı üç
    günlük müddetin birinci günü, Semûd halkının yüzleri sapsarı oldu. İkinci günü
    ise, kıpkırmı­zı oldu. Üçüncü günü ise, yüzleri simsiyah oldu. Çünkü Hz. Salih
    (a.s), onlara, ilahi azabın geleceğini bildirmişti. Hz. Salih (a.s)’m mühlet
    tanıdığı üç gün sona erip dördüncü günün sa­bahında, güneşin doğmasıyla
    birlikte üstlerindeki gökten (çığ­lık şeklinde) şiddetli bir gök gürültüsü ve
    atlarından ise sarsıntı ve zelzele geldi. Ruhları dışa taştı. Canlan çıktı.
    Sarsıntılar ve gök gürlemeleri durdu. Sesler kesildi. (Onlara gelmesi bildiri­len)
    hakikat yerini buldu. Yurtlarında cansız ve hareketsiz ce­setler olarak diz
    üstü çökük vaziyette kalakaldılar.[21]

    Yüce Allah bu gerçeği
    şöyle haber vermektedir:

    “Bunun üzerine
    Rableri, (deveyi kesmek sureliyle işlemiş olukları) günahları sebebiyle o
    beldeyi başlarına geçirdi ve -her tarafını dümdüz etti. Allah bu şekilde azab
    etmenin sonu­cundan korkmaz.[22]

    Semûd halkı çeşitli
    şekillerde azaba uğradılar:

    1.  Onları yok eden, yıldırım (es-Sâikatu).

    2.  Onları yakalayan, gök gürültüsü (çığlık =
    es-Sayhatu).

    3. Üzerinde
    gezdikleri yerin sarsılmasıyla oluşan, zelzele = sarsıntı (er- Recfetu).

    Onlar, sabahın erken
    vakitlerinde helak olmuşlardı. Kur’ân-ı Kerim, bu azab şekillerinin hepsini, şu
    şekilde haber vermektedir:

    Birincisi:
    Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Semûd kavmine
    gelince, onlara doğru yolu gösterdik. Ama onlar, körlüğü, doğru yola tercih
    ettiler. Böylece yap­makta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın
    ‘yıldırı­mı ‘ (es-Sâikatu) onları çarptı. [23]

    İkincisi:
    Yine Yüce Allah bu azab şekli ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Biz, Semûd
    kavminin üzerine; korkunç ‘bir gök gürültü­sü’ (es-Sayhatu) gönderdik. Hemen
    hayvan ağılına konan kuru ot gibi oldular.[24]

    Üçüncüsü:
    Yüce Allah bu azab şekli hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

    “Derken o dişi
    deveyi ayağını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da:
    ‘Ey Salih! Eğer sen ger­çekten peygamberlerden isen, bize, tehdit ettiğin azabı
    getir’

    dediler.   Bunun 
    üzerine  onları,   o  
    (şiddetli)   ‘sarsıntı’  (er-Recfetu) yakaladı da yurtlarında diz üstü
    dona kaldılar, [25]

    Hz. Salih (a.s) ile
    onunla birlikte iman edenler, işledikleri iğrenç kötülüklerden dolayı
    kendilerine verilen üç günlük mühletin dolmasından sonra kavimlerini kuşatan
    azabtan kur­tuldular. Yüce Allah, bu konuyu ise şöyle haber vermektedir:

    “Salih de o zaman
    onlardan yüz çevirdi ve: ‘Ey kavmim! Andolsun ki, ben, size, Rabbanin
    elçiliğini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Fakat siz, bu öğütleri
    sevmiyorsunuz’ dedi.[26]

    Âlûsfnin kaydettiğine
    göre; Hz. Salih (a.s) ile birlikte azabtan kurtulan müminlerin sayısı, 120 kişi
    idi. Helak olanlar ise çok sayıda olup (yaklaşık) 5.000 ev halkıdır.[27]

    En meşhur olan görüşe
    göre; Hz. Salih (a.s), kavminin he­lak edilmesinden sonra Filistin
    topraklarındaki Remle civarla­rına gelip ölünceye kadar orada yaşamıştır.[28]

     



    [1] Hz. Salih (a.s)’m İsmi, Kur’ân-ı Kerîrn’in 9 yerinde
    geçmektedir, İsminin g sureler şunlardır: A’râf: 7/73, 75, 77; Hûd: 11/61, 62,
    66, 89; Şuarâ: 26/142; Nemi: 27/45 (c)

    [2] Ibn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/120 (ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 546-547.

    [3] Hicr: 15/80-81

    [4] Mesüdî, Murûcu’z-Zeheb, 1/200 <ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547.

    [5] Arâf:7/74

    [6] Buharı, Salat 53, 
    Enbiyâ  17. Tefsirii Sure-i Hicr
    2; Müslim, Zühd 38,  39;Müsned: 2/9, 58

    [7] Gâfır (Mü’min): 40/30-31

    [8] Neccar 
    Kasasu’l-Enbiyâ, s. 59

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 547-549.

    [9] B.k.z: A’Tâf: 7/73-74; HM: 11/61; Şııarâ: 26/152 (ç)

    [10] A’râf:7/74

    [11] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 549-550.

    [12] Şuarâ: 26/155

    [13] Fahreddîn er-Râzî, Tefsîri Kebîr, 10/487 Ank.

    [14] A’râf:7/73

    [15] İbn Kesîr; El-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/134

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 550-552.

    [16] Şuarâ: 26/126 (Benzeri ayetler için b.k.z: A’râf:
    7/73; Hûd: 11/64) (ç)

    [17] A’raf: 7/77-78

    [18] Şems: 91/11-15

    [19] Neml: 27/48

    [20] Hûd.:11/65

    [21] İbn Kesir, El-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/136

    [22] Şems: 91/14-15

    [23] Fussilet: 41/17 !46

    [24] Kamer: 54/31

    [25] A’râf: 7/77-78

    [26] A’râf: 7/79

    [27] Alüsi 
    Ruhu’l-Meani, 8/167-168

    [28] îbn Kesîr, El-Bidâye veNihâye, 1/135

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 552-556.

  • Hz. Lût (A.S)

    Hz.
    LÛT (A.S)
    1

    Hz.
    Lût (a.s)’in Soyu:
    1

    Hz.
    Lût (a.s)’ın Peygamber olarak Gönderildiği Kavim:
    2

    Hz.
    Lût (a.s)’in Misafirleri Olan Meleklerin Kıssası:
    3

    Lût
    Kavminin Helak Edilişi:
    4

    Hz.
    Lût’un Hanımının, Helak Edilenler İçerisinde Olması:
    5

    Önemli
    Bir Konu:
    5

     

     

     

     

    Hz. LÛT (A.S)

     

    “Lût’u da
    (kavmine Peygamber olarak gönderdik). Kav-mine:Göz göre göre hâla o hayasızlığı
    yapacak mısınız? Bu ilahi ikazdan sonra hâla) siz, ille de kadınları bırakıp
    şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Doğrusu siz, beyinsizlikte de­vam ede
    gelen bir kavimsiniz’ demişti. “(Nemi: 27/54-55)

    Hz. Lût (a.s)’da,
    Allah’ın peygamberlerden birisidir. Yüce Allah, Hz. Lût (a.s)’ı, Kur’an’m;
    A’râf, Hûd, Hicr, Şuarâ, Nemi sureleri ile diğer surelerinde bahsetmiştir.[1]

    Hz. Lût (a.s)’in kavmi
    ile olan kıssası, bazı surelerde de­taylı ve bazı surelerde ise kısa olarak
    geçmektedir.[2]

     

    Hz. Lût (a.s)’in Soyu:

     

    Hz. Lüt (a.s)’ın soyu;
    Lût b. Hârân b. Târah (Âzer)[3]…..

    dır. Hz. Lût (a.s)’m
    soyu, Hz. İbrahim (a.s)’m soyu ile burada birleşmektedir.

    Yüce Allah, Hz. Lût
    (a.s)’ı, Hz. İbrâhîm (a.s) zamanında Peygamber olarak gönderdi

    Hz. Lût (a.s), Hz.
    İbrahim (a.s)’ın kardeşinin oğludur. Hz. İbrâhîm (a.s) ise, Hz. Lût (a.s)’m
    amcasıdır. Çünkü Hz. İbrahîm (a.s)’ın kıssasında; Hz. İbrâhîm (a.s)’m,
    Hârân’ın, Nâhûr’un kardeş oldukları daha önce geçmişti. Bunların hepsi, Âzer’in
    çocuklarıdır. Hz. Lût (a.s) ise, Haran’in oğludur. Böy­lece Hz. İbrâhîm (a.s),
    Hz. Lût (a.s)’ın amcası olmaktadır.

    Hz. Lût (a.s), amcası
    Hz. İbrâhîm (a.s)’a iman etmiş ve onun rehberliğinde hidayete ermişti. Yüce
    Allah bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Bunun üzerine
    Lût, İbrahim’e iman etti ve (ibrâhîm): ‘Doğrusu ben Rabbim (in emrettiği yer)e
    hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet, sahibidir’ dedi.[4]

    Daha sonra Hz Lût
    (a.s), Hz. İbrâhîm (a.s) ile birlikte I-rak’tan (Filistin’e) hicret etti. Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın bütün mushafma/yo buluklarına tabi oldu. Daha sonra Yüce
    Allah, onu, Ürdün sınırları içinde bulunan “Sedum” halkına Peygam­ber
    olarak gönderdi. Hz. Lût (a.s) ile Peygamber olarak gönde­rildiği kavim
    arasında bir soy bağı yoktu. Çünkü Hz. Lût (a.s), bu kavimden biri değildi.
    Buna karşılık Hz. Salih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb peygamberler ise kendi
    kavimlerine Peygamber o-larak gönderilmişlerdi. Belki de Yüce Allah’ın;
    “Lût’u da (Peygamber olarak gönderdik.) Hani O, kavmine: demişti.”
    (Nemi: 27/54) buyurması, kendi kabilesine Peygamber olarak gönderilmediğini
    göstermektedir.[5]

     

    Hz. Lût (a.s)’ın Peygamber olarak Gönderildiği
    Kavim:

     

    Hz. Lût a.s, amcası
    Hz. İbrâhîm a.s emri ve izni ile O’nun bulunduğu yerden ayrılıp Ürdün’ün
    doğusundaki ‘Sedum’ şeh­rine yerleşti. Orada; insanların en günahkar, en
    inkarcı, içi en

    çok kötü ve gidişat
    bakımından en fazla bozuk olan bir kavim yaşamaktaydı. Çünkü onlar, yol
    kesiyorlar ve toplantı yerle­rinde kötülüğü işliyorlardı. Fakat hiç kimse
    onların yaptığı bu kötülüğe engel olmuyordu. Onlar, ne çirkin işlerle uğraşıyor­lardı.

    Onlar, kendilerinden
    önce yeryüzü halkından hiç kimsenin yapmadığı en çirkin ve en kötü suçu
    işliyorlardı. Bu çirkin işin Adı, homoseksüelliktir. Kur’ân-ı Kerîm, onların
    durumunu, bize, Yüce Allah’ın şu sözüyle haber vermektedir:

    “Rabb ‘inizin
    sizler için yarattığı eşlerinizi bırakıp ta in­sanlar içinde erkeklere mi
    yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, sını­rı aşmış bir kavimsiniz[6]

    Onların kalpleri o
    kadar katılaşmış, ahlakları o kadar bo­zulmuştu ki, iyiyi kötüden ayıramıyor ve
    kötülüğü de gizleme ihtiyacı duymuyorlardı. Öyle ki hiç çekinmeden açıktan
    açığa homoseksüellik yapabiliyorlardı. Bunun üzerine Allah, onlara, Hz. Lût’u
    Peygamber olarak gönderdi.

    Hz. Lût, onları;
    Allah’a çağırdı, onlara öğüt verdi, onları yaptıkları kötülüklerden caydırmaya
    çağırdı ve onları, Allah’ın azabı ile korkuttu. Fakat onlar, Hz. Lût (a.s)’m
    sözlerine aldı­rış etmediler ve yaptıklarından vazgeçmediler. Üstelik Hz. Lût
    (a.s) bu tavrında ısrar ederse, onu, aralarından çıkarma ve kovmakla tehdit
    ettiler. Yüce Allah onların bu tavrını Kur’ân-ı Kerîmde şu şekilde haber
    vermektedir.

    “Onlar: ‘Ey Lût!
    (Bu davadan ) vazgeçmezsen, iyi bil ki, (memleketinden) kovulanlardan
    olacaksın!’ dediler. [7]

    Hz. Lût (a.s)’ı ve
    onunla birlikte iman edenleri, (memle­ketlerinden) çıkarmaya karar verdiler.
    Çıkarma kararını alma­larının sebebi ise; Hz. Lût (a.s) ile ona inananların,
    temiz insan

    oluşları ve
    kendilerinin yaptığı çirkin işleri yapmayışlandır. Çünkü kendileri, sapık
    kimseler idiler. Yüce Allah bu konuda şöyîe haber vermektedir:

    “Kavminin cevabı
    sadece ‘Lût ailesini memleketinizden çıkarın; baksanıza onlar (bizim
    yapıklarımızdan) temiz, kalmak isteyen insanlarmış!’ demelerinden ibaret oldu. [8]

    İşte bu; akılsızlığın,
    fikirsizliğin ve basiretsizliğin zirvesi­dir.

    Bu çirkin işlerden
    ötürü temiz insanlar yataklarından çı­kartılıyor ve hicret etme zorunda
    bırakılıyorlar. Öyle ki o azgın günahkarlar şöyle diyorlardı:

    “Kavminin cevabı:
    ‘Onları (Lût’u ve ona iman edenleri), memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar,
    fazla temizlenen insan­larmış! ‘ demelerinden başka bir şey olmadı. [9]

    Hz. Lût (a.s) ile ona
    iman edenleri, memleketlerinden çı­karmalarının ve kovmalarının tek nedeni;
    ağızlarını doldura doldura söylemekten utanmadıkları “Hz. Lût ile ona iman
    e-denlerin, temiz insanlar olmalarıdır.

    Bu günahkar zorbalar
    nazarmda; iffet, temizlik ve pislik­lerden özellikle de homoseksüellikten uzak
    kalmak, cezalandı­rılması gereken suç sayılmaktadır. Üstelik böyle bir şey,
    garip de karşılanmamaktadır. îşte azgınlığın, her asır ve zamandaki mantığı
    budur. Fakat “(İnsanlara) zulmedenler, hangi dönüşe döndürüleceklerini
    yakında bileceklerdir.[10]

     

    Hz. Lût (a.s)’in Misafirleri Olan Meleklerin
    Kıssası:

     

    Şanı Yüce Allah, o
    dönemdeki insanların en rezil ve en pi­si olan Lût kavminin kötü olanlarını yok
    etmek ve onların altı­nı üstüne getirmek istediğinde, onlara, melekleri
    gönderdi.

    Tarihçilerin
    kaydettiğine; Lût kavminin, beş kasabası ve buralarda yaşayan insanların
    sayısı, 400.000’den fazla idi.

    Melekler, önce yolları
    üzerinde bulunan Hz. İbrahim (a.s)’a uğrayıp yumuşak huylu bir oğlan çocuğunu
    ona müjde­lediler ve

    Hz. İbrâhîm (a.s)’a;
    “Sedûm” ve “Amûre” halkını oluştu­ran Lût kavminden intikam
    almaya gittiklerini ve Allah’ın, iğrenç işlerle uğraşan o kasabalar içerisinde
    oturanların tama­mının helak etmeyi emrettiğini söylediler.

    Bunun üzerine Hz.
    İbrâhîm (a.s), kardeşinin oğlu Lût’u da helak edilenler içerisinde olmasından
    endişelenerek onlarla tartışmaya başlayıp onlara: “Helak edilecekler
    arasında Lût’ta var mı?” diye sordu. Onlar da: “Yüce Allah; onu,
    ailesini ve müminlerden onunla birlikte olanları kurtaracaktır” diye cevap
    verdiler. Yüce Allah, bu olayı şöyle haber vermektedir:

    “Elçilerimiz,
    ibrahim ‘e, (oğlu olacağına dair) müjdeyi ge­tirdiklerinde: ‘Biz (azgınlık ve
    iğrenç işler yapan) şu memleket halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı,
    zalim kimselerdir.’ dediler. (İbrâhîm:) ‘Ama orada Lût var!’ dedi. (Onlar:)
    ‘Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz.Onu ve ailesini elbette
    kurtaracağız, Yalnız kansı müstesna; O, geride (azabta) kalacaklar arasındadır.[11]

    Melekler, Hz.
    İbrahim’in yanından çıkıp henüz bıyıklan terlememiş genç delikanlılar suretinde
    Hz. Lût’un yanına gir­diler. Meleklerin yüzlerinde, gençliğin ve güzelliğin
    parıltıları vardı. Melekler, kavminin başına gelecek hakikati Hz. Lût (a.s)’a
    bildirmediler. Hz. Lût (a.s), onları kendisine gelen mi­safirler sandı. Onlara
    hoş geldiniz dedi. Fakat onların öğle vakti gelmeleri Hz. Lût (a.s)’ı
    kederlendirmişti. Çünkü Hz. Lût (a.s), kavminin ahlaksız ve günahkar
    olanlarının onlara do­kunmasından korkuyordu. Özellikle meleklerin son derece
    gü­zel olmaları ve onları yanına girerken kavminden birinin göre­rek onlara
    kötülük etmelerinden endişe duyuyordu. Bundan dolayı Hz. Lût ( a.s), onlara son
    derece şefkat gösteriyor, kav­minin onların geldiğini duyup ta onlara karşı
    ahlaksızca sal­dırmalarından korkuyordu. Aynı zamanda ahlaksız kavmi, mi­safirlerine
    tecavüz etmek isterlerse ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Çok geçmeden
    korktuğu şey başına geldi. Kavmin­den bir takım erkekler, misafirleri görmek
    istiyorlardı. Hz. Lût (a.s) onlarla iyilikle mücadele ediyordu. Yumuşak ve hoş
    bir şekilde onları ikna etmeye çalıştı. Belki onlardan biri, taşkınlık ve
    sapıklığından vazgeçebilir ve misafirlerine karşı çirkin dav­ranışlardan
    kaçınabilirdi.

    Onlara, kasabanın
    kızlarıyla evlenmelerini tavsiye etti. Çünkü bu; daha doğru daha güzel daha
    asaletti ve daha temiz bir işti… Fakat bu ahlaksızlar kötü maksatlarını Hz.
    Lût’a a-çıkça söylediler Çünkü bu edepsizler Sâdece bıyıkları terle­memiş güzel
    genç delikanlı kimselere rağbet ediyorlardı. Bu hal karşısında Hz. Lût (a.s)’in
    gam ve kederi daha da arttı. Me­lekler Hz. Lût a.s)’ın bu durumunu hissettiler.
    Bunun üzerine melekler Hz.Lût (a.s)’a; kendilerinin insan olmadıklarını ve
    Allah’ın emriyle halkı zalim olan kasaba halkını helak etmek için gelen
    melekler olduklarım söylediler. Yüce Allah bu olayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle
    anlatmaktadır.

    “Elçilerimiz, Lût
    ‘a gelince; (Kavmi bu güzel kılıklı misa­firlere bir kötülük ederler diye)
    onlar yüzünden kederlendi ve göğsüne sıkıntı geldi. ‘Bu, çetin bir gündür’
    dedi. (Melekleri, genç delikanlı şeklinde gören Lût’un ) kavmi, koşarak Lût’un
    yanına geldiler. Daha öncede o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût:) ‘Ey kavmim!
    İşte şunlar, kızlarımdır. Sizin için bunlar daha temizdir, Allah’tan korkun ve
    misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde (bu kötülükten alıkoyacak)
    aklı başında bir Adam, yok mu?’ dedi. Onlar: ‘Senin kızlarından bizim bir
    hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve sen, bizim ne istediğimizi elbette bilirsin’
    dediler. (Lût:) ‘Keşke benim size karşı (savu­nacak) bir gücüm olsaydı veya
    güçlü bir kaleye sığınabilsey-dinı dedi. {Melekler:) ‘Ey Lût! Biz Rabbinin
    melekleriyiz. On­lar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle
    birlikte (yola çıhp) yürü. Eşinden başka sizden hiç biri geri kalmasın. Çünkü
    onlara gelecek olan (azab),şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vaat olunan
    (helak) zamanı, sabahtır. Sabah yakın değil mi? ‘dediler. [12]

    Melekler, işin gerçek
    yüzünü ve gelişlerinin gayesini, Hz. Lût (a.s)’a söylediler. Kavmi de,
    meleklere dokunmaya güç yetiremediler. Hz. Lût (a.s)’a; sabahın aydınlığı
    oluşmadan önce geceleyin ailesiyle birlikte kavminin bulunduğu yerden çıkmasını
    bildirdiler. Çünkü kavminin helak anı, sabah vakti olacaktı. Sabah, onların
    tümden helak ediliş ve yok ediliş vak­tidir. Zira Yüce Allah, bu vakti şöyle
    bildirmektedir: “Onlara vaat olunan (helak) zamanı, sabahtır. Sabah yakın
    değil mi? dediler.[13]

     

    Lût Kavminin Helak Edilişi:

     

    Hz. Lût (a.s), misafirlerine
    (karşı bir zararın gelmeyece­ğinden) emin olup münakaşaları ve gürültüleri
    içinde kavmini terk edip sabah olmadan kasabadan çıkmak için hazırlığa

    ladı. Kavmi,
    misafirlerini ele geçirmek için Hz. Lût’un evine hücum ettiklerinde, Allah,
    onların gözlerini kör etti ve bu sa­yede Hz. Lût’un evini bulamadılar. Yüce
    Allah, bu olayı şöyle haber vermektedir:

    “Onlar, Lût ‘un
    misafirlerine karşı kötülük yapmayı plan­lamışlardı. Hemen Biz, onların
    gözlerini kör ettik. ‘Haydi aza­bımı ve uyarılarımı tadın!’ dedik.[14]

    Güneş doğduğunda,
    kasaba, içinde bulunan kimselerle bir­likte ıssız bir harabeye dönüşmüştü…

    Allah, onlara, çeşitli
    şekillerde azab etmiştir ve ayrıca on­ları, düşünen kimseler için bir ibret
    kılmıştır:

    1.  Onların kasabasını, üstünü altına çevirmesi.

    2.. Onların
    üzerine, gökten (gök gürültüsü şeklinde) kor­kunç bir ses göndermesi.

    3.  Onların üzerine ateşte pişirilmiş çamurdan
    taşlar yağ­dırması.

    Yüce Allah, bu azab
    şeklini şöyle bildirmektedir:

    “Emrimiz gelince,
    onların üstünü altına getirdik ve üzerle­rine ‘(balçık) çamurundan pişirilip
    istif edilmiş bir çeşit taş’ yağdırdık.[15]

    Yine Yüce Allah, bu
    azab şekli ile ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:

    “Güneşin doğma
    vaktine girerlerken, onları, (gök gürültü­sü şeklinde) ‘o korkunç ses’
    yakaladı. Böylece kasabalarının, üstünü altına getirdik. Üzerlerine de
    balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.[16]

     

    Hz. Lût’un Hanımının, Helak Edilenler İçerisinde Olması:

     

    Hz. Lût’un hanımı,
    helak edilenlerle birlikte helak oldu. Çünkü o, Allah’a iman etmemişti. Kavmine
    gelen azab, onu da içine aldı. Peygamber hanımı olması, ona bir yarar
    sağlamadı. Çünkü Allah, kafirleri helak edeceğini vaat etmişti. Yüce Al­lah, bu
    hususu şöyle anlatmaktadır:

    “Bunun üzerine
    Lût’u ve geride kalan yaşlı bir kadın dı­şında bütün ailesini kurtardık.[17]

    Süheylî der ki:
    “Hz. Lût’un hanımının adı, Vâlihe’dir. (Allah) iki kızıyla birlikte Hz.
    Lût (a.s)’i azabtan kurtardı.”

    Bazı tarihçiler derki:
    “Bugün Lût gölü diye bilinen ölü de­niz, bu olaydan önce mevcut olmayıp
    kasabanın üstünü altına çeviren zelzele sonucu meydana gelmiştir ve bu yüzden
    deniz seviyesinden 400 m. daha aşağıda olmuştur.” Bu görüş, Lût golü
    çevresinde Lût kavminin yaşadığı şehirler ile ilgili yapı­lan yeni araştırmalar
    sonucunda tespit edilmiştir.

    İbn Kesîr (rh.a)
    derki: “Allah, Lût kavminin yaşadığı böl­geyi, suyundan yararlanılamayan
    kokuşmuş göl haline getirdi. Bu gölün etrafındaki araziden de faydalanılamaz.
    Çünkü bura­sı, bozuk çukurlar halindedir. İşte bu durum; bir ibret, bir öğüt ve
    Allah’ın kudretine ve yüceliğine karşı taşkınlık gösterip nefsine uyarak
    peygamberini yalanlayan ve Allah’ın emrine muhalefet eden kişiden intikam alma
    hususundaki izzetine de­lildir.”[18]

     

    Önemli Bir Konu:

     

    Bazıları: “Bir
    peygamberin hanımı, kocasına ihanet edebi­lir mi? Diye sorabilir ve örnek olarakta,
    Hz. Nuh ile Hz. Lût’un hanımlarının, kocalarına ihanet ettiğini Kur’an’m haber
    verdiğini dile getirebilir

    Buna şöyle cevap
    verilir: Peygamberlerin hanımlarının, kocalarına ihanet etmeleri ve onların
    zina suçunu işlemeleri, mümkün olamaz. Çünkü Allah, peygamberlerini;
    şereflerine zarar verecek lekelerden ve hanımlarını da fuhuş gibi çirkin
    işlerden korumuştur. Çünkü bu tür davranışlar, günahtan ma­sum temiz
    peygamberlere eziyettir.. İşte Abdullah ibn Abbas bundan dolayı şöyle der:

    “Hiçbir
    peygamberin hanımı, kocalarına ihanet etmemiş ve fahişelik yapmamıştır.[19]

    Bu, Selef ve Halef
    imamlarının görüşüdür.

    İnkarcılığa gelince,
    bu, peygamberlerin hanımlarından i-nanmayanlar çıkmıştır. Hz. Lût’un hanımı,
    kafirdir. Hz. Nuh’un hanımı da kafirdir. Yüce Allah, bu iki kadım, (kafirle­re)
    örnek olarak şöyle anlatmaktadır:

    “Allah, inkar
    edenlere; Nuh’un karısı ile Lût’un karısını Örnek verdi. Bu ikisi,
    kullarımızdan iki salih kişinin nikahında iken onlara hainlik ettiler.
    Kocaları, Allah ‘tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: ‘Haydi, ateşe
    girenlerle be­raber siz de girin!’ denildi. [20]

    Burada “hainlik =
    ihanet” ile kastedilen; Allah’a iman etmemiş olmaları itibariyle
    “(Peygamber olan kocalarına) din konusunda (iman etmemeleri şeklinde
    meydana gelen) hain­liktir.

    . İbn Kesîr (rh.a) bu
    konu ile ilgili olarak şöyle der: “Bu iki kadının hainliği, din
    konusundadır. Çünkü bu kadınlar, kocala­rının dinine girmemişlerdi. Yoksa
    buradaki hainlik ile, onların, fuhuş yaptıkları kastedilmemektedir. Çünkü
    Allah, hiçbir pey­gamberin hanımının fahişelik yapmasını takdir etmemiştir.
    Bunun aksini söyleyen, büyük bir hata işlemiş olur.[21]

     



    [1] Hz. Lût (a.s)’m ismi, Kur’ân-ı Kerîm’in 27 yerinde
    geçmektedir, isminin geçtiği sureler şunlardır: En’âm: 6/86; A’râf: 7/80; Hûd:
    11/70, 74, 77, 81, 89; Hicr: 15/59, 61; Enbiya: 21/71, 74; Hacc: 22/43; Şuarâ:
    26/160, 161, 164; Nemi: 27/54, 56; AnkebÛt: 29/26, 28, 32, 33; Saffât: 37/133;
    Sâd: 38/13; Kâf: 50/13; Kamer: 54/33, 34; Tahrîm: 66/10 (ç)

    [2] Hz. Lût (a.s)’in kavmiyle olan kıssası ise şu
    surelerde geçmektedir: A’râf: 7/8Ö 84; Hûd: 11/77-83; Hicr: 15/61-77; Enbiya:
    21/74-75; Şuarâ: 26/160-175; Nemi: 27/54-58; Ankebût: 29/28-35; Saffât:
    37/133-138; Kamer: 54/33-40 (ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 557.

    [3] İbnü’1-Esîr, el-Kâmil, 1/100 (c).

    [4] Ankebût: 29/26

    [5] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 557-558.

    [6] Şuarâ: 26/165 166

    [7] Şuarâ: 26/167

    [8] Neml: 27/56

    [9] A’râf:7/82

    [10] Şuarâ: 26/227

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 558-560.

    [11] Ankebûl: 29/31-32

    [12] Hûd: 11/77-81

    [13] Hûd: 11/81

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 561-563.

    [14] Kamer: 54/37

    [15] Hûd: 11/82

    [16] Hicr: 15/73-74

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 563-564.

    [17] A’râf: 7/83 (Benzeri ayetler için b.k.z: Hicr: 15/60;
    Şuarâ: 26/170-371; Nemi: 27/57; Saffât: 37/135; Tahrîm: 66/10) (ç)

    [18] İbn Kesîr, Muhtasar Tefsiri İbn Kesîr, 3/523

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 565.

    [19] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nibâye, 1/182 (ç)

    [20] Tahrîm: 66/10

    [21] îbn Kesîr,el-Bidâyeve!n-Nihâye, 1/182       

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 566-567.                                       

  • Hz.Hud (A.S)

    Hz.
    HUD (A.S)
    1

    Hz.Hûd(a.s)’ın
    Soyu:
    1

    Ad
    Kabilesinin Yurtları:
    1

    Âd
    Kavminin İbadetleri:
    2

    Âd
    Kavminin Helak Edilişi:
    3

                             

     

     

    Hz. HUD (A.S)

     

    “Ad kavmine de,
    kardeşleri Hûd’u (Peygamber olarak) gönderdik. Dedi ki:’Ey kavmim! Allah’a
    ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz, (putları ilah
    edindiğinizden dolayı Allah’a karşı) yalan uyduranlar dan başkası değil­dir.
    “Hûd: 11/50)

    Hz. Hûd (a.s)’m ismi,
    Kur’an’ı Kerim’in çeşitli surelerinin 7 yerinde[1]
    geçmektedir. Bu sureler şunlardır: A’râf Suresi ve Şuarâ Suresi.. Yine
    Kur’an’da, “Hûd Suresi” diye isimlendi­rilmiş tam bir sure de
    vardır…

    Yüce Allah, Hz. Hûd
    (a.s)’ı, Amalika kavminden “Âd Kabilesi” adı verilen büyük bir
    kabileye Peygamber olarak göndermiştir. Şam Yüce Allah, Âd kavmi hakkında şöyle
    bu­yurmaktadır:

    “Ad (kavmi) de,
    (diğer kavimler gibi kendilerine gönderi­len) peygamberleri yalanladılar. Hani
    kardeşleri Hûd, onla­ra: ‘(Allah ‘a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?’ demişti.
    [2]

    Âd Kabilesi,
    “Baide Arap” kabilelerinden[3]
    birisidir. Hz. Nûh (a.s)’m oğlu Şam’ın çocuklarından türemişlerdir. Atala­rından
    birine nispetle bu adı almıştır. Ki o da, “Âd” b. Avd b. İrem b, Sam’dır. [4]

     

    Hz.Hûd(a.s)’ın
    Soyu:

     

    Hz, Hûd (a.s),
    Abdullah b. Rebah b. el-Halud b. Âd’ın oğ­ludur. Ad ise, kabilenin atasıdır.
    Böylece Hz. Hûd (a.s)’m so­yu, Hz.Nûh (a.s)’ın oğlu Şam’a dayanmaktadır… Bu,
    İbn Cerîr et-Taberî’nin tercih ettiği görüştür.

    İbn İshâk ise, Hz. Hûd
    (a.s)’ın soyu için, bu soydan farklı bir silsile belirtmiştir. Doğru olan görüş
    ise, az önce belirttiği­miz görüştür.

    Üstad Neccâr da
    “Kasasu’l- Enbiyâ” adlı kitabında bu görüşü tercih etmiştir. [5]

     

    Ad Kabilesinin Yurtları:

     

    Ad kabilesinin
    yurtları, Arap yarımadasının güneyinde Yemen tarafında Hadramevt’in kuzeyine
    düşen “Ahkaf’ deni­len (ormanlık bir) yerdedir. Kuzeyinde, Rub’u Hali ve
    doğu­sunda ise Umman denizi vardır. Âd kabilesinin yaşadığı yerler, bugün kum
    yığını halinde çöldür. O kalıcı nimetlerden ve kül­tür ve medeniyetten sonra,
    orada ne bir dost ve ne de bir kom­şu kalmıştır. Nitekim Yüce Allah’ta bu
    hususu şöyle anlatmak­tadır:

    “Ad kavminin
    kardeşi (Hûd’ü da) an. Çünkü O, Ahkaf ta kavmini uyardı. Kendinden önce ve
    sonra (başka) uyarıcılar da gelmiş olan kavmine: ‘Allah ‘tan başkasına ibadet
    etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabına uğramanızdan korkuyo­rum’ demişti.[6]

    Ad, ‘Birinci Ad’
    denilen Âd-ı İrem’dir. İkinci Ad ise, bun­lardan daha sonra yaşamışlardır.
    Çünkü Yüce Allah (bu ikinci Ad kavmini diğerinden ayırarak) şöyle
    buyurmaktadır:

    “Görmedin mi,
    Rabbin ne yaptı ‘Âd kavmine,’ ülkelerde bir benzeri olmamış olan ‘İrem
    şehrine,’ yontulmuş kayaları vadi haline getiren Semûd kavmine…[7]

    Bu kabile, Amalüca
    kavminden olup güçlü, kuvvetli kim­seler idiler. Çünkü Allah, onları, büyük
    vücutlu kılmıştır. Mü­reffeh bir hayata sahiptiler. Büyük ve yüksek köşkler
    inşa edi­yorlar. Yanında akar sular ve göz alıcı geniş bahçeleri olan kalelerde
    ve hisarlarda oturuyorlardı. Nimetlere boğulmuşlar­dı. İsyan etmeye ve
    azgınlığa dalmışlardı, Kur’ân-ı Kerîm, on­lara verilen nimet olgularını ve aynı
    zamanda azgınlıklarını da anlatmaktadır. Yüce Allah, bu konuda şöyle
    buyurmaktadır:

    “Siz her yüksek
    yere, bir alamet bina yapıp eğlenir durur musunuz? Temelli kalacağınızı umarak
    sağlam yapılar mı edi­nirsiniz? Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi mi
    yakalarsınız? Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri
    size veren ve yine size davarlar, oğullar, bağlar ile pınarlar ihsan eden
    (Allah ‘a karşı gelmek)ten sakının. [8]

    Ad kabilesine mensup
    kişiler, iri sağlam yapılı güçlü kuvvetli idiler. Yürüdükleri zaman,
    ağırlıklarından, ayakları­nın altındaki yer sallanır gibi olurdu. Onlar, iri
    yapıları ve u-zun boyları ile dağlar gibiydiler. Onlar bu güç ve kuvvetleri­ne
    kapılarak Allah’a karşı kibirlendiler, (kendilerine gönderi­len) peygamberlerin
    yolundan ayrıldılar ve azgınlıklarına de­vam ettiler. Bunun üzerine Allah’ta,
    onları, “şiddetli esen (Atiye) bir rüzgar” ile helak etti. Yüce Allah
    bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Ad kavmine
    gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve ‘Bizden daha güçlü kim
    var?’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, kendilerinden daha güçlü
    oldu­ğunu görmediler mi? Onlar, Bizim ayetlerimizi (mucizelerimizi) bile bile
    inkar ediyorlardı. Bundan dolayı Biz de, onla­ra, dünya hayatında aşağılık
    azabını tattırmak için o uğursuz günlerde bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı,
    elbette daha çok rüsvay edicidir. (Onlara o kıyamet günü) yardım da edilmez.[9]

     

    Âd Kavminin İbadetleri:

     

    Hûd (a.s)’ın kavmi,
    putperest kimseler olup Yüce Allah’a değil de putlara ibadet ediyorlardı.
    Onlar, Tufandan sonra put­lara tapan ilk kavimdi.

    İbn Kesîr derki:
    “Âd kavminin üç putu vardı. Bunlar; 1. Sâdâ, 2. Semûdâ, 3. Herâ’dır.”[10]

    Âd kavmi, Allah’a
    karşı isyan etmiş kaba, zorba ve kafir kimseler idiler. Hz. Hûd (a.s) ise
    onları uyarıyor, Allah’ın a-zabmdan sakındırmaya çalışıyor, onlara Nûh kavmini
    örnek veriyor, Yüce Allah’ın Nûh kavmine de nimetler verdiğini hatırlatıyor, bu
    nasihatine karşılık onlardan bir ücret isteme­diğini ve bir mükafat ile
    teşekküre de ihtiyacı olmadığını söylüyordu. Bütün bunlara rağmen Âd kavminden
    bir grup insan, büyük bir şekilde azgmlaşıp Hz. Hûd (a.s)’in davetine karşı
    koydular, söylediklerini küçümsediler, ona komplo kurmaya karar verdiler.
    (Bunun için ilk önce) Hz. Hûd (a.s)’ı, bunama ve deli olmakla suçladılar. Onu,
    ‘İlahlarının ona bir kötülük dokundurmasıyla ve ilahlarının onu çarpması sebe­biyle
    de saçma sapan konuşmakla’ itham ettiler. Yüce Allah bu konuda şöyle
    buyurmaktadır:

    “(Âd kavminin
    azmış olanları:) ‘Ey Hûd! Sen bize apaçık bir mucize getirmedin, biz de senin
    sözünle ilahlarımızı bırakâcak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz. Biz,
    ‘Seni, ilahlarımızdan biri kötü bir şekilde çarpmış! * demekten başka bir söz
    söyleyemeyiz!’ dediler. (Hûd) dedi ki: ‘Ben Allah’ı şahit tutuyorum. Siz de
    şahit olun ki, ben, sizin ortak koştuk­larınızdan uzağım. O’ndan başka
    (taptıklarınızın hepsinden uzağım.) Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da
    bana karşı elinizden geleni yapın’ dedi. [11]

    Hz. Hûd (a.s), onlara,
    Allah’ın azabı ile ikaz etti. Fakat onlar, küfürlerinde ve inatlarında kalmaya
    devam ettiler.[12]

     

    Âd Kavminin Helak Edilişi:

     

    Ad kavmi, Allah’ın
    peygamberi Hz. Hûd (a.s)’a karşı taş­kınlık edip isyan ettiği, onlara ikaz ve
    uyarma fayda sağlama-yıp sapıklıklarına devam edince, Allah, üç yıl boyunca
    onların üzerine yağmur yağdırmadı. Bela ve musibet artınca, yağmur duasına
    çıkıp yardım dilediler. Allah’ta, onlara, gökten koyu bir bulut gönderdi.
    Bulutu gördüklerinde, o gelen bulutun, yağmur dolu bir bulut olduğunu zannedip
    sevindiler ve birbir­lerini müjdelediler. Çünkü yağmur duasına çıktıklarında,
    Al­lah’ın, dualarını kabul ederek rahmetiyle imdatlarına ulaştığını
    zannettiler. Fakat bulut, onları gölgelediğinde

    O bulutun simsiyah
    olduğunu görünce, korktular. Daha sonra onların üzerine kuru bir rüzgar esti.
    Allah, bu rüzgarı, onların üzerine yedi, gece sekiz gün korkunç bir şekilde
    estir­di. Bunun üzerine de Allah, onları helak etti… Sanki vücutları,
    kökünden sökülmüş kuru hurma kütükleri gibi olmuştu.[13] Al­lah,
    rahmetiyle, Hz. Hûd (a.s)’ı ve ona inananlan bu şiddetli azaptan kurtardı. Âd
    kavminden helak olanlar, başka yerde helak olmuşlar gibi kendilerinden ve
    beldelerinden geriye bir kalıntı ve karaltı gölge bile kalmamıştı. Çünkü
    rüzgar, her şeyi yerle bir etmişti. Bundan dolayı da rüzgar, onlardan geriye
    hiçbir şey bırakmayıp her şeyi alıp götürdü. Yüce Allah bu konuda şöyle
    buyurmaktadır:

    “(Ad kavmi,
    üzerlerine gelen) o bulutu, vadilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde
    görünce, ‘İşte bu, bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur’ dediler. Hayır!
    O (bulut), si­zin (Hûd’dan) acele gelmesini istediğiniz şeydir. O, içinde acı
    azab bulunan bir rüzgardır. O, Rabbinin emriyle her şeyi yı­kar, yok eder. Bunu
    üzerine onların evlerinden başka bir şey görülmez oldu. işte Biz, suç işleyen
    toplumu böyle cezalandı­rırız. [14]

    Bu rüzgar, “kasıp
    kavuran bir rüzgar” diye Adlandırılmış­tır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de
    bu rüzgardan şöyle bah­setmektedir:

    Ad kavminde de
    (ibretler vardır.) Onların üzerine, ‘kasıp kavuran (a/âm) bir rüzgar’ göndermiştik.
    (Bu rüzgar,) üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip bırakıyordu.
    [15]

    Hz. Hûd (a.s), Ad
    kavminin helak edilişinden sonra ölün­ceye kadar Hadramevt beldelerinde ikamet
    etti. Hadramevt’in doğusundaki “Turyem” şehrine iki merhale uzaklıkta
    bir yere gömüldü.

    Hz. Ali’den rivayet
    edildiğine göre; Hz. Hûd (a.s)?ın, Hadramevt’te yanında bir esmerlik bulunan ve
    kızıl kumdan bir tepe üzerinde gömülüdür

    Filistinlilerin
    iddiasına göre ise; Hz. Hûd (a.s), kendi yan­larında gömülüdür. Doğru olan görüş
    ise, ilk görüştür.[16] Yine
    de doğruyu en iyi bilen Allah’tır[17]

     



    [1] Bununla ilgili olarak b.k.z: A’râf: 7/65; Hûd: 11/50,
    53, 58, 60, 89; Şuarâ: 26/124

    [2] Şuarâ: 26/123-124

    [3] Tarihçiler, Arapları üç kısma ayırmışlardır:

    1. Baide Araplar: Bunlar, ilk Araplar olup onlara aii detaylı bilgi yoktur. Birinci Âd,
    Semûd ve birinci Cürhümlüler; Baide Araplarındandırlar.

    2. Müsta’rabe Araplar: Bunlar, sonradan Araplaşmış kavimlerdir. Hz. İsmail’e
    komşu olmuş İkinci Cürhümlüler, bu gruba girmektedir.Bundan dolayı Hz. İsra­il’in
    çocuklarına, “Müsta’ribe Araplar” denilmiştir.

    3. Halis Araplar: Bunlar, Sebe’ntn oğullandır. Sebe’nin asıl ismi,
    Abduşşems’dir. O da, Hz. Hûd (a.s)’ın torunlarındandrr.

    [4] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 539.

    [5] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 540.

    [6] Ahkaf: 46/21

    [7] Fecr.89/6-8

    [8] Şuarâ: 26/128-134

    [9] Fussilet: 41/15-16

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 540-542.

    [10] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/121

    [11] Hüd: 11/53-55

    [12] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 542-543.

    [13] Hakka: 69/7; Kamer: 54/19 (ç)

    [14] Ahkâf: 46/24-25 (Birinci Âcl kavmi; “Sarsar –
    Soğuk ve dondurucu”, “Atiye = Şiddetli esen” ve “Akîm =
    Kasıp kavuran” anlamlarına gelen bir rüzgarla yok edl-dİler. Ayrıca
    Mü’minûn: 23/41 ‘de belirtildiği üzere; buna ek olarak kendilerini bir de.
    “çığlık” yakal ayı vermişti, (ç)

    [15] Zariyât: 51/41-42

    [16] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/115

    [17] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 543-545.

  • Hz.İdrîs (A.S)

    YEDİNCİ BÖLÜM1

    ULU’L AZM
    OLMAYAN PEYGAMBERLER
    .. 1

    Hz. İDRÎS
    (A.S)
    1

    Hz. İdrîs
    (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz. İdrîs
    (a.s)’ın Doğumu ve Yetişmesi:
    1

     

     

     

    YEDİNCİ BÖLÜM

     

    ULU’L AZM
    OLMAYAN PEYGAMBERLER

     

    Hz. İDRÎS
    (A.S)

     

    “Kitapta Idrîs’i
    de an. Hakikaten o, dosdoğru bir pey­gamberdi. Onu, üstün bir makama
    yücelttik.” (Meryem: 19/56-57)

    Hz. İdrîs (a.s), Yüce
    Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’de kendi­lerinden haber verdiği peygamberlerden
    biridir…

    Onun ismini, Kur’an
    Sûrelerinin birkaç yerinde[1]
    anmış-tır… Hz. İdrîs (a.s), kati ve kesin bir surette nübüvvetine ve
    risaletine ayrı ayrı iman edilmesi gereken Peygamberlerden birisidir. Çünkü
    Kur’an; Hz. İdrîs (a.s)’ın ismini anmış, o-nun kişiliğinden bahsetmiş ve ona,
    peygamberlik (nübüvvet) vermekle ve dosdoğru (sıddîk) olmakla nitelendirmiştir.
    Yüce Allah, bu hususu şöyle haber vermektedir:

    “Kitapta İdrîs’i
    de an. Hakikaten o, ‘dosdoğru’ (sıddîk) bir ‘Peygamber’ (nebi) idi. “[2]

     

    Hz. İdrîs (a.s)’ın Soyu:

     

    O, İdrîs b. Yerd b.
    Mehlail… olup soyu,Hz. Âdem (a.s)’in ;Oğlu Şid (a.s)’a kadar dayanmaktadır.

    Hz. İdrîs (a.s)’m
    ismi; İbranilere göre, “Hanûh”tur. Bu, Arapça’ya “Uhnûh”
    olarak geçmiştir.

    Hz. İdrîs (a.s), Hz.
    Nûh (a.s)’ın atalanndandır.

    Bazı tarihçilerin
    iddiasına göre; Hz. İdrîs. (a.s), Hz. Nûh (a.s)’dan önce değil de İsrail oğullan
    döneminde yaşamıştır. Bu, yanlış bir iddiadır. Çünkü Haliz İbn Kesîr[3] ile
    bir çok gü­venilir tarihçi, bu görüşü kabul etmemişlerdir. [4]

     

    Hz. İdrîs (a.s)’ın Doğumu ve Yetişmesi:

     

    Hz. İdrîs (a.s), Hz.
    Âdem (a.s) ile Hz. Şid (a.s)’dan sonra kendisine “Peygamberlik”
    verilen Âdem oğullarının ilkidir.

    İbn İshâk’m
    anlattığına göre; Hz. İdrîs (a.s), kalemle yazı yazan ilk kişidir.

    Hz. İdrîs (a.s), Hz.
    Âdem (a.s)’m ömrünün 308 senesine yetişmişti. Çünkü Hz. Âdem (a.s), takriben
    1000 sene gibi u-zun bir süre yaşamıştı. Nitekim bu husus, Hz, Âdem (a.s)’m
    kıssası ile ilgili yerde geçmişti.[5]

    Alimler, Hz. İdrîs
    (a.s)’m doğum yeri ve yetişmesi hak­kında görüş ayrılığına varmışlardır:

    Bazı alimler derki:
    Doğrusu Hz. İdrîs (a.s), “Babil” de doğmuştur. Bazıları da derki: Hz.
    İdrîs (a.s), “Mısır” da doğ­muştur. Fakat doğru olan, ilk görüştür.

    Hz. İdrîs (a.s), ilk
    bilgilerini, çocukluk yıllarında Hz. Şid (a.s)’dan almıştır. Büyüyünce, Allah,
    ona, “Peygamberlik” vermiştir.

    Hz. İdrîs (a.s),
    Peygamber olmasından sonra, Hz. Âdem (a.s) ile Hz. Şid (a.s)’m şeriatından
    ayrılan bozguncuları u-yardı. Fakat Hz. İdrîs (a.s)’a, çok az bir topluluk
    itaat etti. Büyük bir çoğunluk ise, ona itaat etmedi. Bunun üzerine on­ların
    yanından ayrılmaya karar verdi. Kendisine itaat eden kimselere de, göç
    etmelerini emretti. Fakat vatanlarından ay­rılmak, onlara ağır geldi. Hz. İdrîs
    (a.s)’a:

    – ‘Göç ettiğimizde,
    (Babil) gibi bir yeri nerde buluruz?’ diye sordular. Hz. İdrîs (a.s)’da,
    onlara:

    – ‘Allah için hicret
    ettiğimizde, (Allah, buranın dışmda)  bir
    çok yerde bize rızık verir’ diye cevap verdi.

    Bunun üzerine Hz.
    İdrîs (a.s) ile ona itaat edenler, vatan­larından çıkıp Mısır diyarına
    vardılar. Orada Nil nehrini gör­düler. Nil nehrinde durup Allah’ı teşbih
    ettiler… Hz. İdrîs (a.s) ile beraberindekiler, Mısır’a yerleşip orada
    insanları Al­lah’a ve güzel ahlaka davet ettiler.[6]

    Hz. İdrîs (a.s)’m[7]
    yeryüzünde kaîış süresi, 82 yıldır. Sonra Allah, onu, kendi katma kaldırmıştır.[8]
    Nitekim Yüce Allah’ta bu hususu şöyle anlatmaktadır:”idrîs ‘i, üstün bir
    makama yücelttik.[9]

    Hz. İdrîs (a.s),
    çeşitli prensip ve öğütlerle insanları; Al­lah’ın dinine, yalnızca yüce
    yaratıcıya ibadet etmeye ve dün ya da Salih amel işleyerek ahiretteki azaptan
    kurtulmaya da­vet etti. Onları, bu geçici dünya hayatından yüz çevirip ebedi ahiret
    hayatına yöneltmeye teşvik etti. Onlara; namaz kılmayı, oruç tutmayı ve zekat
    vermeyi emretti. Manevi kirlilik o-lan cünüplük halinden temizlenmeleri
    hususunda titizlik gös­termelerini istedi. Sarhoş edici bütün içecekleri haram
    kıldı ve bu hususta (taviz vermeyip) son derece ısrarcı davrandı.

    Denildi ki: Hz. İdrîs
    (a.s) zamanında 72 dil mevcut olup o dönemdeki insanlar bu dilleri
    konuşuyorlardı. Yüce Allah’ta, onların konuştukları bu dilleri, Hz. İdrîs
    (a.s)’a tamamen öğ­retmişti. Çünkü Hz. İdrîs (a.s)’m, kendi döneminde yaşayan
    her grubun dilini bilmesi gerekmekteydi.[10]
    Nitekim Yüce Al­lah’ta bu hususu şöyle anlatmaktadır:

    “(Allah’ın
    emirlerini ve yasaklarım) insanlara iyice açık­lasın diye, her peygamberi,
    yalnız kendi kavminin diliyle gön­derdik.”[11]

    Hz. İdrîs (a.s),
    şehircilik yönetimini öğrenen ilk kişidir. Bu sebeple de kavmine, şehirler
    kurmanın kurallarını çizip göster­di. Her grup, kendi topraklan üzerinde bir
    çok şehir kurdu. Hz. İdrîs (a.s) zamanında 188 şehir kurutmuştur.

    Hz. îdrîs (a.s), hikmetli
    sözleriyle de meşhur olmuştur. Onun hikmetli sözlerinden bazıları şunlardır;

    – “Dünyanın en
    değerli şeyi, üzüntüdür. En kötü olanı ise, pişmanlıktır.”

      “Mutlu kişi, (ibret gözüyle) kendine
    bakandır. Rabbi ka­tında onun şefaatçisi, Salih amelleridir.”

    – “îmanla
    birlikte olan sabır, (kişiyi) zafere ulaştırır.”

    Bunlar, Hz. İdrîs
    (a.s)’m pek çok hikmetli sözlerinden birkaç tanesidir… Salat ve selam, onun
    ve Peygamberimiz üze­rine olsun. [12]

     



    [1] Meryem: 19/56; Enbiya: 21/85.

    [2] Meryem: 19/56.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 535.

    [3] Hafız İbn Kesîr, el-idâye ve’n-Nihâye, 1/99 (ç)

    [4] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 535-536.

    [5] Hafız İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/99.

    [6] Neccâr, Kasasırl-Enbiyâ, s. 26

    [7] hz. İdrîs (a.s)’ın kıssasının detayı için, Taberî
    Tarihi, 1/172’ye bakabilirsiniz. Taberî derki: ;’Hz. İdrîs (a.s),
    “Uhnuh” diye adlandırılmıştır.” Yine bu konuda \hu Kesîrin,
    el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/94’e bakabilirsiniz.

    [8] Hz. İdrîs (a.s)’m göğe çıkarılıp orada öldüğü ya da
    daha sağ olduğu ile ilgili ;» nişler, tamamen 
    İsrailiyyaîrır.   Çünkü Hz.   İdrîs’in, 
    halen sağ  olduğu
    görıı-Ka’bu’l-Ahbar’dan nakledilmektedir. Ka’bui-Ahbar’a göre; halen sağ dört
    Po. gamber bulunmaktadır. Bunlar: İl}âs ve Hızır yerde, İdrîs İle İsa ise
    göktedir. Kesîr, el-Bidayc,  1/337; İbn
    Hacer, el-İsabc,  1/432; Suyuti,
    ed-Dürrü’1-Mensuı 5/285). Hz. İdrîs’in sağ olmadığı ile ilgili olarak b.k.z:
    Doç Dr. A. Aydemir, a.g ı s. 227-233

    Aynca Hasan Basri ise, ayeti kerimede geçen “‘üstün yerin”,
    cennet olduğunu söylemiştir.

    [9] Meryem: 19/56

    [10] Dillerin ortaya çıkması ve çoğalması ile ilgili olarak
    b.k.z: Fahreddîn epRâzî, Tefsiri Kebîr, 2/265, Ank. 1988 (ç)

    [11] îbrahîm: 14/4

    [12] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 536-538.

  • Peygamberlerin Sonuncusu Hz. Muhammed (S.A.V.)

    PEYGAMBERLERİN
    SONUNCUSU HZ. MUHAMMED (S.A.V.)
    1

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Şerefli Soyu:
    2

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Doğumu:
    3

    İki
    Kurbanlığın Oğlu:
    3

    Resuluİlah
    (s.a.v.)’in Babası Abdullah’ın Kurban Edilme Kıssası:
    4

    Resulullah
    (s.a.v.)’in İsimleri:
    4

    Resulullah
    (s.a.v.)’in, Tevrat’taki Vasıfları:
    6

    Resulullah
    (s.a.v.)’in, Süt Anneleri ve Emzirilmesi:
    7

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Göğsünün Yarılması Olayı:
    8

    Resululiah
    (s.a.v.)’in Çocukları:
    9

    Kısa
    İfadelerle Resulullah (s.a.v.)’in Hayatı:
    10

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Güzel Şemaili:
    12

    Garip
    Bir Kıssa ve Haber:
    13

    Resulullalı
    (s.a.v.)’in Gönderilmesindeki Büyük Faydalar:
    15

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Tevrat’taki Sıfatlan:
    15

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Ahlakı ve Şemaili:
    16

    Resulullah
    (s.a.v.)’in, Ümmetine Şefkat ve Merhamet Görüntüleri:
    17

                                                        

     

     

     

    PEYGAMBERLERİN SONUNCUSU HZ. MUHAMMED
    (S.A.V.)

     

    “Ey Peygamber!
    Biz seni (alemlere) bir şahit, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. (İnsanları
    Allah’ın bu konuda sana verdiği) izin gereğince Allah ‘a (ibadet etmeye)
    çağıran ve ay­dınlatan bir ışık kıldık (Ahzab: 33/45-46)

    Hz. Muhammed (s.a.v.),
    Allah’ın resulü ve bütün pey­gamberlerin sonuncusudur. Yüce Allah, semavi
    kitapları Kur’ân-ı Kerîm ile sona erdirdiği gibi risalet ve nübüvveti de Hz.
    Muhammed (s.a.v.) ile sona erdirdirmiştir. Bu ne kadar güzel bir sona ermedir!

    Resulullah (s.a.v.),
    yaratılış itibariyle peygamberlerin so­nuncusu, rütbe ve mevki bakımından
    onların ilki, dünya ve afairette Adem oğullarının efendisi ve en üstünüdür.[1]

    Nitekim Yüce Allah,
    Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Muhammed, sizin
    adamlarınızdan herhangi birisinin ba­bası değildir. Fakat o, ‘Allah’ın resulü’
    ve peygamberlerin sonuncusudur. “[2]

    Resulullah
    (s.a.v.)’de, kendisi hakkında şunları söylemek­tedir:

    “Allah, mahlukatı
    yarattı. Beni de, mahlûkatm en hayırhsı i. Kabileleri yarattı. Beni de en
    hayırlı (olan Kureyş) kabilesinden kıldı. Sonrada kabilelerin en hayırlı
    ailelerini yarattı. Beni de, en hayırlı (olan Haşim) ailesinden kıldı. O halde
    ben aile ve şahıs itibariyle sizin en hayırlınızım.”[3]

    Yine Resulullah
    (s.a.v.) kendisi ile ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:

    “Ben, kıyamet
    gününde Ademoğullannın efendisiyim. Bunda övünülecek bir durura yoktur. Kıyamet
    gününde hamd sancağı benim elimde olacak. Bunda övünülecek bir durum yoktur.
    Adem ve bütün peygamberler ancak benim sancağımın altmda toplanacaklar. Bunda övünülecek
    bir durum yoktur.”[4]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in Şerefli Soyu:

     

    Hz. Muhammed
    (s.a.v.)’in soyu, yukarıya doğru şöyledir: Hz. Muhammed (s.a.v.) b. Abdullah b.
    Abdulmuttalib b. Hâşim b. Kusay b. Abdimenaf b. Kilab b. Mürre b. Ka’b b. Lüey
    b. Galip b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b. Mudar
    b. Nizar b. Mead b. Adnan[5] Hz.
    îsmâîl b. Hz. İbrâhîm (a.s).[6]

    Hz. Muhammed
    (s.a.v.)’in atalarının hepsi de, ileri gelen­lerden ve soylu kimselerdendir.
    Soyların en şereflilerindendir. Çünkü Allah, göndereceği peygamberi ancak soyu
    en şerefli olanların içerisinden gönderir.[7]

    Buhârî,
    “Sahîh” adlı kitabında bu konu ile ilgili olarak şöyle bir hadis
    nakleder:

    “Rum meliki
    Herakliyus, Ebu Süfyân’a:

    – Muhamrned’in soyu
    içinizde nasıldır?’ diye sormuştu. Ebu Süfyan:

    – Muhammed, içimizde
    ‘en şerefli soy’ sahibiydi’ diye cevap verdi. Herakliyus, Ebu Süfyan’m bu
    sözüne:

    – İşte peygamberler,
    kavminin en şerefli soyu içerisinden böyle gönderilir[8] yani
    peygamberler, soy bakımından kav­minin en üstünü ve kabile bakımından da
    kavminin en şerefli-sidir, şeklinde cevap vermiştir.

    Resulullah (s.a.v.)’in
    doğumu, temiz ve şerefli bir doğum­dur. Çünkü ona, cahiliyyet dönemi pislik ve
    kötülüklerinden hiçbir şey bulaşmamış ve İslamî nikaha benzeyen Sahîh bir
    nikahla kurulmuş bir evlilik neticesi doğmuştur. Buna, Resulullah (s.a.v.)’in
    şu sözü delil teşkil etmektedir:

    “Ben, Sahîh bir
    nikahla kurulmuş bir evlilikten vücuda geldim. Kötü bir nikah yolu ile kurulmuş
    bir evlilikten meyda­na gelmedim.”[9]

    Hz. Aişe (f.a.)Man
    yapılan başka bir rivayette ise: “Kötü olmayan Sahîh bir nikah ile
    kurulmuş bir evlilikten doğdum” demiştir.

    Resulullah (s.a.v.),
    Hz. İsmâîl (a.s)’ın çocuklarındandır. Hz. İshâk (a.s)’ın çocuklarından
    değildir. İsrail oğullarına gön­derilen peygamberlerin hepsi, Yakub b. İshâk b.
    İbrâhîm (a.s)’m soyundandır. Resulullah (s.a.v.) ise, Hz. İsmâîl (a.s)’m
    soyundandır. Müslim’in “Sahîh” adlı kitabında geçen şu hadis de, buna
    delâlet etmektedir:

    “Allah, İsmâîl
    evlatları arasından Kinâne’yi seçti. Kinâne (evlatları arasm)dan Kureyş’i
    seçti. Kureyş (kabilesin)den Haşim oğullarını seçti. Haşim oğullarından da beni
    seçti.”[10]

    Tirmizî’de geçen
    rivayette ise: “O halde ben, aile ve şahıs itibariyle sizin en hayırlınızım”
    buyurulmaktadır.[11]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in Doğumu:

     

    Resulullah (s.a.v.),
    Fil yılında doğmuştur. Rebiü’l-Evvel ayının 12. Pazartesi günü Mekke’de dünyaya
    gelmiştir. Bu da, yaklaşık olarak Miladi 570 yılına rastlamaktadır.

    İbn Kesîr bununla
    ilgili olarak şöyle der: “Resulullah (s.a.v.)’in Pazartesi günü doğduğunda
    (alimler arasında her­hangi bir) ihtilaf yoktur.”[12]

    Rivayet edildiğine
    göre; Abdullah ibn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v.),
    Pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü Peygamber oldu. Mekke’den Medine’ye
    Pazartesi günü hicret etti ve Pazartesi günü vefat etti.” Bu hadisi, Ahmed
    b. jîanbel rivayet etmiştir.[13]

    Resulullah (s.a.v.)’in
    Fil yılında doğduğu kesindir. Fakat ay ve gününde ihtilaf edilmiştir. İbn
    İshâk’in “Siyer”in de[14] de
    anlattığı üzere, alimlerin cumhuruna göre, Resulullah (s.a.v.)’in doğumu,
    Rebiü’l-Evvel ayının ikinci günüdür.

    Abdullah ibn Abbas
    (r.a.)’m bu konu ile ilgili olarak şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
    “Resulullah (s.a.v.), Fil yılının Rebiü’l-Evvel ayının 12. Pazartesi günü
    doğdu. Pazartesi günü Peygamber oldu. Pazartesi günü Miraç’a çıktı. Pazartesi
    günü (Mekke’den Medine’ye) hicret etti ve Pazartesi günü vefat etti.[15]

    İbn Kesîr ise
    “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı tarih kitabında bu konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Abdullah ibn
    Abbas’in bu görüşü, alimlerin cumhurunun yanında kabul edilen meşhur
    görüştür.”[16]

    Resulullah (s.a.v.)’in
    babası, Abdulmuttalib’in oğlu Ab­dullah’tır. Annesi ise, Vehb’in kızı
    Amine’dir. Resulullah (s.a.v).’in babası ile annesinin soyu, altı göbek
    yukarıda “Kilâb’da” birleşmektedir. [17]

     

    İki Kurbanlığın Oğlu:

     

    Tarihçilerin ve
    siyercilerin kaydettiğine göre; Resulullah (s.a.v.), “İbn Zebîhayn”
    (iki kurbanlığın oğlu) diye isimlendi­rilmiştir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), Hz.
    İsmâîl (a.s)’m çocuk-larmdandır. Hz. İsmâîl (a.s), Hz. İbrâhîm (a.s)’m,
    rüyasında kurban etmekle emredildiği oğludur. Bundan dolayı Hz. İsmail (a.s),
    ilk kurbanlıktır.

    İkinci kurbanlık ise,
    Resuluİlah (s.a.v)’in babası Abdul­lah’tır. Birazdan anlatılacağı üzere;
    Abdulmuttalib, oğlu Ab­dullah’ı kurban etmek istemişti. [18]

     

    Resuluİlah (s.a.v.)’in Babası Abdullah’ın Kurban Edilme
    Kıssası:

     

    İbn İshâk bu olayı
    şöyle anlatır: “Abdulmuttaîib, Zemzem kuyusunu kazarken Kureyşliler’den
    gördüğü eziyetten dolayı:

      ‘Eğer 10 oğlum olur da bunlar, buluğ çağma
    erip beni koruyabilecek bir güce erdiklerinde Allah için onlardan birini
    Kabe’nin önünde kurban edeceğim’ diye adakta bulundu.

    Haris, Zübeyr, Hacel,
    Dırâr, Mukavvim, Ebu Leheb, Abbas, Hamza, Ebu Talib ve Abdullah adlarında 10
    oğlu oldu. Bunların, kendisini koruyabilecek bir güce eriştiklerini anla­yınca,
    oğullarını toplayarak adağmı onlara anlattı. Onlan, Al­lah’a verilen sözü
    yerine getirmeye davet etti. Onlarda, babala­rının bu isteğine uyarak:

    ‘Bunu    nasıl   
    yapalım    dersin?’     diye   
    sordular. Abdulmuttalib’de:

      ‘Her biriniz bir ok alıp üzerine adını
    yazsın. Yazdıktan sonrada oku bana getirsin’ dedi. Onlarda babalarının istediği
    şekilde yaptılar. Daha sonrada okları, babalarına verdiler. Abdulmuttalib’de, onları,
    Kabe’nin içinde bulunan Hubel pu­tunun yanma götürdü. Abdulmuttalib, Hubel
    putunun yanma gelip ok çekince, en çok sevdiği küçük oğlu Abdullah’ın adı­nın
    yazılı olduğu ok çıktı. Oğlu Abdullah’ın elini tutup bıçağı eline aldı. Sonrada
    onu kesmek üzere İsaf ve Naile putlarının bulunduğu tarafa götürdü. Öte yandan
    kendi meclislerinde o-turmakta olan Kureyşliler oraya gelerek:

      ‘Ey Abdulmuttalib! Ne yapmak istiyorsun?’
    diye sordu­lar. O da:

      ‘Abdullah’ı keseceğim’ diye cevap verdi.
    Kureyşliler:

      ‘Vallahi, sen onu asla kesmeyeceksin. Yoksa
    bu konuda kusurlu olursun. Çünkü sen oğlunu kesersen, (bu bir adet hali­ne
    gelecek ve) insanlar oğlunu getirip kesecek. Böylece insan­lar azalacak’
    dediler. Daha sonra meselenin halledilmesi için Abdulmuttalib’e, “Secâh”
    adında cincilik yapan falcı bir kadı­na gitmesini tavsiye ettiler.

    Bunun üzerine
    Abdulmuttalib, cincilik yapan falcı kadının yanma giderek meseleyi ona anlattı.
    Kadın ona, kurban edile­cek olanla 10 deveyi bir araya getirmelerini, sonrada
    develerle onun üzerine ok çekmesini, eğer deve çıkmazsa Rabbi razı e-dinceye
    kadar develerin sayısını artırmasını söyledi.

    Bunun üzerine
    Abdulmuttaiib, falcı kadının söylediklerini uygulamak için Abdullah ile on
    deveyi bir araya getirip oku çekti. Çekilen ok, Abdullah’a çıktı. Daha sonra
    onar onar artı­rarak ok çekmeye devam etti. Nihayet develerin sayısı yüz
    olunca, ok develere çıktı. Bunun üzerine Kureyşliler, Abdulmuttalib’e:

      ‘Rabbm razı oldu’ dediler. Abdulmuttaîib’de,
    oğlu Ab­dullah’a fidye olarak develeri kurban etti.

    İşte bu olaydan dolayı
    Resuluİlah (s.a.v.), “İbn Zebihayn” (iki kurbanlığın oğlu) diye
    isimlendirilir oldu.[19]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in İsimleri:

     

    Efendimiz Hz. Muhammed
    (s.a.v.), Ebu’l-Kasım[20] ve
    Ebu İbrâhîm[21] diye künyelenmiştir.

    Birçok isimleri vardır.
    Bunlardan bazılan şunlardır:

    1. Muhammed[22]

    2. Ahmed[23]

    3. Mâhî[24]
    (Allah, Resulullah’m kendisiyle küfrü mahvet­tiği için ona bu ismi vermiştir.)

    4. Akib[25] (Bu
    isim, ona, kendisinden sonra Peygamber gelmediğinden dolayı verilmiştir)

    5. Haşir[26] (Bu
    isim, ona, insanlar kendisinden sonra haşir edileceği için verilmiştir.)

    6. Mukaffa

    7. Rahmet
    peygamberi

    8. Tevbe
    peygamberi

    9. Savaş
    (veya kahramanlık) peygamberi

    10. Fâtih

    11. Tâhâ

    12. Yasın

    13. Peygamberlerin
    sonuncusu[27]

    Tevrat ve İncîl,
    Resulullah (s.a.v.)’in geleceğini müjdele­miştir. Tevrat ve İncil’deki
    vasıfları, Yüce Allah’ın: “Yanla­rındaki Tevrat ve İncil’de ‘yazılı
    buldukları’ o resule, o ‘üm-mi’ peygambere uyanlar (var ya!)” (A’raf:
    7/157) ayetinde vasıflandırdığı gibidir.

    Resululîah (s.a.v.)’in
    Tevrat’taki ismi, Ahmed’dir. İn­cil’deki ismi de aynı şekildedir. Hz. İsa
    (a.s), bu isimle, Resulullah (s.a.v.)’ûı geleceğini müjdelemiştir.

    “Hani Meryem oğlu
    İsa: ‘Ey İsrail oğulları! Doğrusu ben, benden önce geçmiş olan Tevrat’ı
    doğrulayan ve benden son­rada ismi ‘Ahmed’ olacak bir peygamberi müjdeleyen, Al­lah
    ‘in size gönderdiği bir peygamberiyim’ demişti.”[28]

    Fakat Hıristiyanlar,
    bütün bu bilgileri tahrif ederek değiş­tirdiler,  Haset ve kinlerinden dolayı İncil’deki  Resululiah (s.a.v.)’e ait bütün vasıfları kabul
    etmediler. Hz. İsa (as)’m müjdelediği peygamberin, bu Muhammed (s.a.v.) değil
    de kendilerinin beklemekte oldukları Muhammed olduğunu iddia ettiler. Barnaba
    İncil’inde geçen Resulullah (s.a.v.)’in vasıfla­rını ise yalanladılar.
    Resulullah (s.a.v.)’in peygamberliğini ka­bul etmemek içinde o İncil’in aslının
    olmadığını ileri sürdüler.

    Kadı İyâz
    “eş-Şifâ” adlı kitabında, Resulullah (s.a.v.)’in, “Ahmed”
    ve “Muhammed” isimleri hakkında şunları söyler:

    “Kur’ân-ı
    Kerîm’den önceki kitaplarda geçen ve peygam­berlerin müjdelediği ‘Ahmed’ adına
    gelince, Yüce Allah, kalbi zayıf kimselerin içine şüphe düşmesin ve Allah
    resulünü baş­kalarıyla karıştırmasınlar diye kendi hikmetinin bir gereği ola­rak
    Resulullah (s.a.v.)’den başkasının o ismi almasını ve on­dan önce bir kimsenin
    ‘Ahmed’ adıyla çağrılmasını menetmiştir.

    ‘Muhammed’ kelimesi de
    böyledir. Fakat ‘Muhammed[29]
    adında bir Peygamber gelecek’ haberi yayılınca ve Resulullah (s.a.v.)’in
    doğumundan kısa bir süre öncesine kadar ne Arap­lardan ve ne de başkalarından
    hiçbir kimse bu ismi almamıştı. Ama bu haberin yayılmasından sonra ve
    Resulullah (s.a.v.)’in doğumuna yakın bir zamanda, gelmesi beklenen peygamberin
    kendi oğulları olması umuduyla Araplardan bazı kimseler, o-ğullanna ‘Muhammed[30]
    ismini vermişlerdi.”[31]

    Resulullah (s.a.v.),
    Hz. İbrahim (a.s)’m;

    – “Ey Rabbimiz!
    Onların içerisinde yine onlara ayetlerini okuyacak bir Peygamber gönder”
    (Bakara: 2/129) şeklindeki duasının eseridir. İşte bundan dolayı Resulullah
    (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

    “Ben, atam
    İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi ve ni­nemin, bana hamileyken Şam köşklerini
    aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını gördüğü rüyasıyım.”[32]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in, Tevrat’taki Vasıfları:

     

    imam Ahmed, Ata b.
    Yesâr’m şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

    “Abdullah b. Arnr
    b. As ile karşılaşıp ona:

    – Resulullah
    (s.a.v.)’in Tevrat’taki vasıflarını bana anlatır mısın?’ diye sordum. O da:

    – Evet!  Allah’a yemin ederim ki,  Resulullah 
    (s.a.v.) Kur’an’daki bazı vasıflarıyla Tevrat’ta vasıflanmıştır. Şöyle
    ki:

    “Ey Peygamber!
    Biz seni (insanlara) bir şahit, bir müjdeci, bir korkutucu[33] ve
    ümmiler için de koruyucu olarak gönder­dik. Sen elbette benim kulum ve
    resulümsün. Ben sana “el-Mütevekkil” ismini verdim. Bu Peygamber;
    kötü huylu, katı kalpli ve çarşılarda rast gele bağırıp çağıran birisi
    değildir. O, kötülüğü kötülükle uzaklaştırmaz. Aksine o (kendisine yapılan
    kötülüğü) affeder ve bağışlar. Allah, eğrilip (haktan) sapan bir milleti bu
    peygamberin irşadıyla ‘La ilahe illallah’ tevhid sö­zünü söylemeleri suretiyle doğrultmadıkça
    onun ruhunu almayacaktır. Allah, bu tevhid kelimesiyle; birçok kör gözleri,
    sağır kulakları ve kapalı kalpleri açacaktır.”[34]

    İbn İshâk, Hassan b.
    Sâbit’in şöyle söylediğini rivayet e-der:

    “Ben, yedi veya
    sekiz yaşlarında yetişkin bir çocuktum. Görüp duyduklarımı anlayabilecek
    durumdaydım. Bir sabah Yahudi’nin biri, Medine-i Münevvere’de yüksek bir sesle:

    – Ey Yahudi topluluğu!
    diye bağırmaya başladı. Halk et­rafına toplandı. (Ben de söylenenleri
    dinliyordum.) Ona:

    – Yazıklar olsun sana!
    Ne oluyor sana!’ diye sordular. O da:

    – Bu gece dünyaya
    gelen (ve Tevrat’ta geleceği müjdele­nen) ‘Ahmed’in yıldızı doğdu’ diye cevap
    verdi.” [35]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in, Süt Anneleri ve Emzirilmesi:

     

    Resulullah (s.a.v.)’i;
    annesi Vehb’in kızı Amine, Süveybe el-Eslemî, Ümmü Eymen, Havle binti Münzîr ve
    en çok Hali­me es-Sa’diyye emzirmiştir.

    Halime, şiddetli
    açlığın hüküm sürdüğü kıtlık senesinde on tane kadınla birlikte emzirecek çocuk
    bulmak üzere Sa’d oğul­ları yurdundan Mekke’ye geldi. Resulullah (s.a.v.)>
    emzirilmek için bu gelen süt- annelere verilmek istendiyse de, yetim oldu­ğundan
    dolayı o süt annelerden hiçbirisi onu kabul etmedi. Zi­ra ne zaman süt
    annelerden birine verilmek istense, onlar:

    – Onu emzirsek bile
    annesi, bize (ücret olarak) ne verebi­lir ki? Biz sadece babası olan çocuktan
    bir fayda bekleyebili­riz. Annesi bize bir şey veremez ki?’ diyorlardı.

    Halim’e, emzirecek bir
    çocuk istemek üzere Abdulmuttalib’e geldi. Abdulmuttalib, ona:

      ‘Yanımda yetim bir çocuk var. Onu Sa’d
    oğulları kadın­larına vermek istedim. Fakat onlar (yanımdaki çocuğun yetim
    olmasından dolayı) onu almaktan kaçındılar. Eğer onu sen em­zirecek olursan
    belki onunla bereketlenirsin” dedi. Bunun üze­rine Halime gidip kocası
    Haris b. Abduluzza ile görüştü. Ko­cası, ona:

      ‘Böyle yapmanda bir sakınca yok. Belki Allah,
    onda bi­zim   için  bir 
    bereket  ve  hayr 
    yaratır’   dedi.   Bende 
    gidip Resulullah (s.a.v.)’i aldım. Vallahi ondan başka emzirecek bir
    çocuk bulamadığım için onu almak zorunda kaldım.

    Halime, olayı devamla
    şöyle anlatıyor: Onu dedesinden a-lır almaz kafileye getirdim. Onu, yakınımda
    bir yere koydum. Süt emmek isteğiyle göğüslerime yöneldi ve dilediği kadar kana
    kana sütümden içti. (Süt) kardeşi de kana kana içti. Bu sırada kocam, süt
    vermeyen devemizin yanma gitti. Bir de ne görsün, devenin memeleri sütle
    dolmuş. Bizim için ondan süt sağdı. Sonra hem o ve hem de biz doyuncaya kadar
    içtik. Ha­yırlı rahat bir gece geçirdik. Ertesi gün kocam, bana:

      ‘Ey Halime! Allah’a yemin ederim ki,
    bereketli bir insan yavrusu aldığını görüyorum. Onu aldığımız günün gecesinde
    evimize dolan hayır ve bereketi görmedin mi!!’ dedi.

    Memleketimize geri
    dönmek üzere yola çıktığımızda bi­neğim, kafilenin bineklerinin hepsini geride
    bırakarak geçti. Her geçtiğim arkadaşım, bana:

    – Ey Halime! Bu
    bizimle birlikte gelirken bindiğin o cılız hayvan değil mi?’ diye soruyorlar.
    Ben de:

    – Evet!   Allah’a 
    yemin  ederim  ki,  
    onun  ta kendisi!’ diyordum.
    Onlarda:

      ‘Vallahi, bunda bir iş var’ diyorlardı…

    Nihayet Sa’d
    oğullarının yurduna geldik. O zamana kadar dünyanın en kurak ve en kıtlık yeri
    olarak orasını biliyordum. Ama artık davarlarımız, sabahleyin otlamaya çıkıyor.
    Akşam­leyin sütle dolu olarak dönüyordu. Bizde dilediğimiz kadar onlardan süt
    sağıyorduk. Başkalarının davarları ise aç ve me­mesinden bir damla süt olmadığı
    halde geri dönüyorlardı.

    Resulullah (s.a.v.) 2
    yaşma basıp sütten kesilinceye kadar Allah, bize hayır ve bereketi göstermeye
    devam etti. Onun ço­cukluğu, diğer çocuklardan çok farklı bir şekilde yetişti.
    Al­lah’a yemin ederim ki, iki yaşma basmadan çok gelişmiş, gös­terişli ve güçlü
    bir çocuk haline gelmişti.”[36]

     

    Resulullah
    (s.a.v.)’in Göğsünün Yarılması Olayı:

     

    Bir ara Resulullah
    (s.a.v.) süt kardeşiyle birlikte süt annesi Halime es-Sa’diyye’nin davarlarını
    otlatmaktayken beyaz elbi­seli iki adam gelip Resulullah (s.a.v.)’i yere
    yatırıp karnını yardılar. Bunu gören süt kardeşi hemen Halime’nin evine doğ­ru
    koşarak olayı ona haber verdi.

    Halime, olayın
    gerisini şöyle anlatıyor: Bunun üzerine ben ve süt babası, onun bulunduğu yere
    doğru koşarak gittik. Fakat onu, ayakta rengi sararmış şekilde bulduk. Süt
    babası onu ku­caklayarak:

    – ‘Neyin var yavrum?’
    diye sordu. O da:

    – Beyaz elbiseli iki
    adam gelip beni yere yatırdılar ve kar­nımı yardılar. Sonrada karnımdan bir şey
    çıkarıp attılar. Son­rada karnımı yine kapatıp eski haline getirdiler’ dedi.
    Onu alıp eve getirdik. Süt babası:

      ‘Ey Halime! Çocuğumuzu cinlerin çarpmış
    olmasından korkuyorum. Korktuğumuz şey kendisinde görülmeden önce onu
    sahiplerine götürüp geri verelim’ diye teklifte bulundu.

    Kocamın bu teklifi
    üzerine Resulullah (s.a.v.)’i alıp Mek­ke’deki annesine götürdük. Oğlunu
    getirdiğimizi gören Ami­ne:

      Onu yanınızda alıkoymak için çok ısrarlı
    idiniz, ne oldu size?’ diye sordu. Onlar da:

    – Onun telef
    olmasından ve başına bazı haller gelmesin­den korkuyoruz’ dediler. Sonra da
    olayı ona anlattılar. Amine:

      ‘Şeytanın ona zarar vermesinden mi korktunuz.
    Hayır, hayır. Allah’a yemin ederim ki, şeytan ona zarar vermek için hiçbir
    zaman fırsat bulamayacaktır. Allah’a yemin ederim ki, oğlum büyük adam
    olacaktır’ dedi. Daha sonra annesi Amine:

      Onun (büyük bir adam olacağı) haberini size
    anlatayım mı?’ dedi. Biz de:

      Evet!’dedik. Oda:

      Ona hamile olduğum zaman sanki hiç hamile
    değil misim gibi hafiftim. Bir gün rüyamda, karnımda bir nurun Şam’ın
    köşklerini aydınlattığını gördüm. Doğduğu zaman ise ellerine dayanmış ve sanki
    konuşmak istercesine başını sema­ya kaldırmış gibi garip olaylar gördüm’ dedi.[37]

    İbn Kesîr, Resulullah
    (s.a.v.)’in göğsünün yarılması olayı ile ilgili olarak şöyle der:

    “Bu hadis, başka
    yollarla rivayet edilmiştir. Bu, siyer ve meğazi alimleri arasında dolaşan
    meşhur hadislerdendir.

    Resulullah (s.a.v.)’in
    göğsünün yarılması olayı, üç yaşla­rında çocukken Halime es-Sa’diyye’nin
    yanında bulunduğu sırada meydana gelmiştir. Yine İsra ve Miraç’tan önce de ben­zeri
    başka bir olay daha meydana gelmişti. Bu olayda; Resulullah (s.a.v.)’in göğsü
    yarılmış, şerefli kalbi çıkarılmış, zemzem suyu ile yıkanmış, kalbinden
    şeytanın payı çıkarılmış ve kalbi ilim ve hikmetle doldurulmuştur.”[38]

    İbn İshâk,
    “es-Siyer” adlı kitabında naklettiğine göre; sa­habelerden bazıları
    bir gün Resulullah (s.a.v.)’e:

      ‘Bize kendinden söz et’ dediler. Resulullah
    (s.a.v.)’de:

      ‘Ben, atam İbrahim’in duası,[39]
    İsa’nın müjdesi[40] ve an­nemin bana
    hamileyken Şam köşklerini aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını gördüğü
    rüyasıyım.’ Sa’d b. Bekr oğulla­rı kabilesinde süt emdim. Bir ara ben orada
    davarlarımızı ot­latmaktayken beyaz elbiseli iki adam yanıma geldi. Beraberle­rinde
    içi kar dolu altından bir leğen vardı. Beni yere yatırıp karnımı yardılar.
    Sonrada kalbimi çıkarıp yardılar. Ondan si­yah bir kan pıhtısı çıkarıp attılar.
    Sonrada kalbimi ve karnımı, o kar ile yıkadılar. Tertemiz hale geldikten sonra
    kalbimi yeri­ne koyup karnımı eski haline döndürdüler. Bu işi tamamladık­tan
    sonra biri, diğer arkadaşına:

      ‘Onu, kendi ümmetinden on kişi ile tart’
    dedi. O da, tarttı ve o on kişiye denk geldi. Sonrada:

      ‘Ümmetinden yüz kişi ile tart’ dedi. O da,
    tarttı ve o yüz kişiye denk geldi. Sonrada:

      ‘Ümmetimden bin kişi ile tart’ dedi O da,
    tarttı ve bin kişiye de denk geldi. Sonunda:

      ‘Bırak onu! Eğer onu ümmetinin tamamıyla
    tartsan yine de o, ümmetine denk gelir’ dedi.

    İbn Kesîr devamla
    derki: “Bu hadisin senedi, güzel ve kuvvetlidir.”[41]

    Kısacası: Resulullah
    (s.a.v.)’in göğsünün yarılması olayı, iki defa meydana gelmiştir:

    1- Çocukluğunda
    Sa’d oğullan yurdunda süt annesi Hali­me’nin yanında bulunduğu sırada meydana
    gelmişti.

    2- Büyüklüğünde
    olup bu da Buharı ve Müslim’de geçtiği üzere İsra ve Miraç gecesinde meydana gelmişti.

    Resulullah (s.a.v.)’in
    göğsünün yarılması olayının iki defa olması, Şam Yüce Allah’ın kudreti
    karşısında garip bir şey sayılamaz. Çünkü günümüzde de göğsün yarılması olayı
    alı­şılmış bir iş haline gelmiştir. Zira operatör doktor, ameliyatlar­da normal
    bir şekilde hastanın göğsünü yarar, kalbini çıkarır ve ince işler icra ettikten
    sonra kalbi yerine kor ve göğsünü eskisi gibi kapatır. Üstelik operatör doktor,
    hasta üzerinde bun­ları yaparken hasta acı dahi duymaz. Daha sonra hasta, sanki
    hiç hasta olmamış gibi sağlam ve kuvvetli bir bünyeye kavu­şur. Artık pek çok
    ülkede kalp nakli ameliyatı yaygın bir iş haline gelmiştir. Bugün cerrahi
    ameliyatlar bile, bedenin en ince noktalarında yapılan basit ve alışılmış yani
    normal bir hal olmuştur.

    Mesele böyle olunca,
    Resulullah(sav)’in göğsünün yarıl­ması olayı şanı yüce olan Allah’ın kudreti
    karşısında imkansız olur mu? Ki bazı imanı zayıf kimseler bunu inkar etsin!!
    Veya olayı batıl bir şekilde tevil etsin ve Allah bu konuda bir delil indirmedi
    desin!! [42]

     

    Resululiah (s.a.v.)’in Çocukları:

     

    Resulullah (s.a.v.)’in
    çocukları, 7 tanedir. Mariye el-Kıptî’den olma İbrâhîm dışındaki bütün
    çocukları, Hz. Hatice (r.a.)’dan olmuştur. Bu çocuklar şunlardır:

    1.
    Kasım:   Resulullah  (s.a.v.)’in 
    en  büyük  çocuğudur. Resulullah (s.a.v.), bu çocuğun
    ismiyle künyelenmiştir. Kasım, iki sene yaşamış ve daha sonra vefat etmiştir.

    2. Abdullah:    Resulullah    (s.a.v.)’in    ikinci   
    oğludur. Resulullah (s.a.v.) zamanında küçükken vefat etmiştir.

    3. Zeynep:
    Resulullah (s.a.v.)’in en büyük kızıdır, Ebu’l-As ile evlenmiştir.

    4. Rukiyye:
    Hz. Osman (r.a.) ile evlenmiştir.

    5. Ümmü
    Gülsüm: Rukiyye’nin vefat edişinden bir sene sonra Hz. Osman (r.a.) ile
    evlenmiştir.

    6. Fatımatü’z-Zehra:
    Hz. Ali (r.a.) ile evlenmiştir. Pey­gamberin ev halkı (Ehl-i Beyt), onunla
    devam etmiştir.

    Resuluîlah (s.a.v.)’in
    Fatıma adlı kızı dışında bütün çocuk­ları, bi’setten önce doğmuştur. Sadece
    Fatıma, bi’setten bir sene sonra doğmuştur. Falıma dışında bütün çocukları,
    Resulullah (s.a.v.)’den önce vefat etmiştir. Sadece Hz. Fatıma, Resulullah
    (s.a.v.)’den 6 ay sonra vefat etmiştir. Allah onların hepsinden razı olsun.

    İbn Hişam, bu konuda
    şunları söyler:

    “Resulullah
    (s.a.v.), Hz. Hatice (r.a.) ile evlendiğinde 25 yaşında idi. Hz. Hatice
    (r.a.)’m vefat edinceye kadar hiç evlilik yapmamıştı.[43] İşte
    Resulullah (s.a.v.)’in çok kadınla evlenme­si, ‘talimi’, ‘teşriî’, ‘içtimai’ ve
    ‘siyasi’ birtakım yüce hik­metlere mebnîdir.”[44]

    Allah, başarılı kılan
    ve dosdoğru yola iletendir. [45]

     

    Kısa İfadelerle Resulullah (s.a.v.)’in Hayatı:

     

    Resulullah (s.a.v.)’in
    hayatını anlatabilmek için doğumu­nu, yetişmesini, davetini ve risaletini
    ihtiva eden ciltler dolusu kitaba ve detaylı yazılara ihtiyaç vardır. İşte
    bundan dolayı bu­rada bazı önemli noktalan anlatıp bununla yetineceğiz:

    1.
    Resulullah (s.a.v.), yetim ve garip olarak hayatın acı ve sıkıntıları içinde
    doğmuştu. Çünkü daha doğmadan önce -annesinin karnında bir cenin iken- babası
    Abdullah vefat et­mişti. Bundan dolayı da baba şefkati ve sevgisinden mahrum
    bir yetim olarak dünyaya gelmişti.

    2. Dört
    yaşma geldiğinde süt annesi Halime, onu alıp Mekke’deki annesi Amine’nin yanma
    götürdü, Altı yaşma ka­dar annesi ve dedesi Abdulmuttalib ile birlikte Allah’ın
    koru­ması, gözetimi ve himayesi altında kaldı. Allah onun yüceliği­ni ve başarılı
    olmasını istediğinden dolayı onu güzel bir şekil­de yetiştirdi.

    3.
    Resulullah (s.a.v.) altı yaşma geldiğinde annesi Amine, oğlunu yanma alarak
    babası Abdullah’ın dayıları olan Neccâr oğullarmı ziyaret etmek için Medine-i
    Münevvereye götürdü.

    Medine’den Mekke’ye
    geri dönerken annesi Amine, Mek­ke ile Medine arasında bulunan
    “el-Ebvâ” denilen yerde vefat etti. Böylece Resulullah (s.a.v.), hem
    anne ve hem de babadan dolayı yetim kaldı.

    4.
    Resulullah (s.a.v.), annesi Amine’nin vefat edişinden,, sonra dedesi
    Abdulmuttalib’in koruması altına girdi.

    Dedesi onu son derece
    sever ve değer verirdi. Kendisi için Kabe’nin gölgesinde serilen mindere onu
    oturturdu. Resulullah (s.a.v.)’in amcaları da, babalarına olan saygılarından
    dolayı onun yanına oturamazlardı. Fakat Resulullah (s.a.v.), gelişmiş bir çocuk
    olduğu halde onların yanma gelip dedesinin yanına oturmak istediğinde, amcaları
    onu oraya oturmasını engelle­mek için tutup geri çekerlerdi. Ama dedesi
    Abdulmuttalib, o-ğulİarmm bu hareketini görünce, onlara:

    – ‘Oğluma karışmayın.
    Allah’a yemin ederim ki, o büyük bir adam olacaktır’ der. Sonrada onu,
    yanındaki minderin üze­rine oturtur, eliyle sırtını okşar ve onunla
    şakalaşırdı. Bu ise; Yüce Allah’ın, Resulullah (s.a.v.)’e verdiği inayeti ve
    güzel ihsanmdandır. Zira Yüce Allah, Resulullah (s.a.v.)’e verdiği bu inayeti
    ve ihsanı şöyle anlatmaktadır:

    “(Rabbin) seni
    yetim olarak bulup da (dedenin) yanında barındırmadı mı?” (Duha: 93/6)

    5.
    Resulullah (s.a.v.), dedesi Abdulmuttalib’in koruması altmda 2 sene kaldı. Daha
    sonra dedesi vefat etti. Dedesinin , vefat etmesinden sonra Resulullah (s.a.v.)
    8 yaşındayken amcası Ebu Talib’in koruması altma girdi.                                  

    Dedesi Abdulmuttalib,
    vefat edeceği zaman Resulullah I (s.a.v.)’e bakması için Ebu Talib’e vasiyette
    bulundu.  Ebu.’l Talib’e babasının
    vefatından sonra yeğenini koruması altına aldı. Çünkü Resulullah (s.a.v.), hem
    kardeşi Abdullah’ın oğlu olduğu için ve hem de babasının vasiyetini yerine
    getirmek için kendi çocuğundan daha fazla onu seviyor, değer veriyor ve şefkat
    gösteriyordu.

    Görüldüğü üzere
    Resulullah (s.a.v.)’in üzerine musibetler peş peşe geldi. Çünkü anne
    karnındayken babasını, altı yaşın­dayken annesini ve sekiz yaşındayken dedesini
    kaybetmişti. Resulullah (s.a.v.) annesiz ve babasız olduğu halde onu, ne bir
    terbiye edici yetiştirmiş ve ne de maharetli bir kimse yönlen­dirmişti. Fakat
    Yüce Allah, onu, her türlü kötülüklerden koruyor, gözetimi altında
    bulunduruyor, mükemmel ve büyük bir ahlak ile onu yetiştiriyordu. Nitekim
    Resulullah (s.a.v.)’in;

    “Beni, Rabbim
    terbiye etti. Terbiyemi de ne güzel yap­tı.”[46]
    buyurmasının sebebi de işte budur.

    6.
    Resulullah (s.a.v.), 25 yaşma geldiğinde Hz. Hatice (r.a.) ile evlendi. 40
    yaşma geldiğinde ise Allah ona vahyetti ve peygamberlik verdi.

    Resulullah (s.a.v.)’in
    Peygamber olması, Hz. İsa (a.s)’in doğumunun yaklaşık olarak 610 senesine
    rastlamaktadır.

    Peygamberliğinin 3.
    senesinden itibaren Yüce Allah’ın kendisine indirdiği vahyi insanlara açıkça
    tebliğ etmesini ona emretti. Bunun üzerine insanları hikmet dolu sözlerle ve
    güzel Öğütlerle Allah’a davet etmeye başladı.

    Yüce Allah, Medine-i
    Münevvere’ye hicret etmesine izin verinceye kadar 10 yıldan fazla Mekke’de
    insanları Allah’a davet etmeye devam etti.

    7.  Resulullah (s.a.v.), Allah’ın emri ve gözetimi
    altmda Medine’ye hicret etti. Medine’yi de, davetinin merkezi ve İs­lam
    devletinin başkenti yaptı. İşte bu, Yüce Allah’ın emri ve yönlendirmesiyle
    olmuştu. Ebu Bekr es-Sıddîk ile yaptığı hic­ret, ne ölümden ve ne de düşmandan
    kaçma değildi. Çünkü hicret, bizzat Yüce Allah’ın kontrolü ve gözetimi altında
    ger­çekleşmişti.

    Hicretle İslam
    devletinin çekirdeği oluşmuş, daha sonrada yeryüzünün doğusunu ve batısını
    fetheden İslam cemaatının binası kurulmuş, İslam dini dünyanın dört bir
    tarafına yayılmış ve Allah’ın kelâmı “Kelime-i Tevhid” layık olduğu
    mevkiye çıkarılmıştı.

    8. Yüce
    Allah insanların dinini kemâle erdirip onların üze­rine nimetlerini tamamladığı
    zaman ve peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’de emâneti eda ettiği, risaletini
    tebliğ ettiği, ümmetine nasihat ettiği ve onlara yeryüzünü feth etmeye açtığı
    zaman Allah, Resulullah (s.a.v.)’i (görevi tamamladığından dolayı) kendi
    komşuluğuna seçti. Nebevi hicretin 11 ‘inci sene­sinde Rebiü’l-Evvel ayının
    12’inci Pazartesi günü de onun ru­hunu almıştı.

    Allah’ın salât ve
    selâmı, kulu ve peygamberi olan Efendi­miz Hz. Muhamnıed (s.a.v.)’e, aile
    halkına ve bütün ashabına olsun.

    Hamd, alemlerin Rabbi
    Allah’a mahsustur. [47]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in Güzel Şemaili:

     

    İzzetli ve yüce bir
    hayata koşan milletlerin görevlerinden birisi de; -milletin anısını uzun zaman
    devam ettiren, kadr-ü kıymetini yükselten ve saygısını diğer milletlere karşı
    artıran-büyük kimseleri, komutanları ve liderleri insanlara tanıtması ve onları
    şerefli ve değerli bir mevkiye oturtması olduğuna göre bu yüce peygamberin
    şemailini bilmek her müslüman için değil de her akıllı insan için geçerli bir
    görevdir. Çünkü bu Peygamber; insanları hidayete ileten güvenilir, merhametli
    ve hidayete erdirici, Yüce Allah’ın onunla insanlığı şereflendirdi­ği aydınlatıcı
    bir kandil, sapıklık içerisine doğru yürüyen ve delâlet ile cehennem çukurunun
    içine düşmeye az kalmış in­sanlığın kendisiyle merhamet edildiği bir
    peygamberdir.

    Yüce Allah, insanlara,
    peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i göndermekle büyük bir
    lütufta bulundu­ğuna göre; Yüce Allah’ın, hem Arap milletini ve hem de diğer
    milletleri şereflendirme ve değer verme bakımından kendileri­nin içinden
    Resulullah (s.a.v.)’i Peygamber olarak göndermesi ise Allah’ın, Araplara olan
    en büyük ve en yüce bir lütfudur. Çünkü Yüce Allah, bu peygamberle, onları;
    cehalet uykusun­dan uyandırmış, içine düştükleri sapıklık çukurundan kurtar­mış,
    bir ağırlığı ve kadr-ü kıymeti olmayan ölüm hallerinden diriltmiştir. Ayrıca
    onlara, bu peygamberi göndermekle oluşan bereketi sebebiyle onları en hayırlı
    millet ve yine bu peygam­berle onları yeryüzündeki nur ve aydınlık meşalesi
    yapmıştır.

    Hz. İsa (a.s)’ın
    mucizesi, ölüleri diriltme şeklindeydi. Resulullah (s.a.v.)’in mucizesi ise,
    dünyanın dört bir tarafında liderlik koltuğuna oturması için yokluktan yeni bir
    ümmet çı­kartması şeklindedir. Nitekim bu düşünce, şairlerin liderlerinin şu
    sözünde de en güzel şekilde şöyle ifade edilmektedir:

    “(Ey Muhammed!)
    Kardeşin İsa Peygamber, (Kabirde yatmakta olan) bir ölüyü kendine çağırdığında
    o ölü (Allah tarafından) ayağa kalkmaktaydı. Sen ise yokluktan bir ümmeti
    dirilttin”

    İşte bunu, Kur’ân-ı
    Kerîm, bize, kainatın efendisi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’în Peygamber olarak
    gönderilmesinden bahsettiğinde şöyle anlatmıştır:

    “Ümmiler (Araplar)
    ‘in kendi içerisinden yine kendilerine (Allah’ın) ayetlerini okuyan, onları
    (çirkin pisliklerinden, cahiliyyenin kirliliklerinden,  ahlakın kötülüklerinden) arıtan onlara kitabı
    (Kur’an’ı) ve hikmeti (peygamberliği) öğreten bir Peygamber gönderen odur.
    Gerçektende onlar (Araplar) daha öncekileri (Muhammed’in Peygamber olarak
    gönderil­mesinden önce) apaçık bir sapıklık (küfür ve bilgisizlik)
    içerisindeydiler.”[48]

    Evet! Allah’a yemin
    ederim ki, (ayette de görüldüğü üze­re) atamız Araplar[49]
    apaçık bir sapıklık, küfür ve hüsran içeri­sindeydiler. Çünkü Hz. Muhammed
    (s.a.v.)’in Peygamber ola­rak gönderilmesinden Önce Araplar, bilgisiz ve küfür
    içerisin­de bulunduklarından dolayı, onlardan birisi, bir taş alır ve onu
    eliyle yontar, daha sonrada onu çeşitli şekillere girdirir, sonra­da onun için
    rüku eder ve secdeye kapanır; yaratan için yara­tılmışa ibadet eder, nzık ile
    şifayı elde etmek için ve kötülük ile musibeti kendisinden uzaklaştırmak için
    kendisine boyun eğen varlığı Rabb edinir!!

    Nitekim Yüce Allah, sapıklık
    ve küfür içerisinde bulunan insanların bu durumunu şöyle güzel bir şekilde
    ifade etmekte­dir:

    “Allah’tan başka
    taptıklarınız (ilahların, putların vb. şey­lerin) hepsi biraya gelseler,
    (şunu-bunu bırakın) bir sinek dahi yaratamazlar. Üstelik (Allah ‘in yarattığı)
    bir sinek onlardan bir şey kapsa, (kaptırdıkları şeyi) sinekten kurtaramazlar.
    Çünkü isteyende aciz ve istenen de aciz-“[50]

    Bundan daha garibi
    ise; bir insanın, kendisi için hurmadan veya hamurdan bir ilah edinip sonrada
    acıktığı zaman onu ye­mesi olayıdır!! Üstelik bununla yetinmeyip -zahmetlerle
    ve zorluklarla yetiştirilip de- işlediği bir günahı veya yaptığı bir suçu
    olmadığı halde sadece kız olduğu için diri diri toprağın altına gömmeye koşan
    insandan daha büyük akılsız ve daha büyük cahil kim var? Çünkü bu kimse,
    sapıklık ve cehalet içe­risinde olduğundan dolayı erkek çocuklarına değer
    vermekte ve kız çocuklarına kötü davranmaktadır. Nitekim Yüce Allah, cahil
    Arapların bu durumunu şöyle anlatmaktadır:

    “Diri diri
    toprağa gömülen kıza: ‘Hangi günahı yüzünden Öldürüldü?’ diye sorulduğu
    zaman” (Tekvîr: S1/8-9) yani kız çocuğu, ne günah işledi ve suç işledi ki
    onu diri diri toprağın altına gömüyorsun?’ demektir.

    Hanımları, kız çocuğu
    doğurduğundan dolayı bunu uğur­suzluk ve kötülük sayan atalarımız Arapların
    hayatmdanki bo­zuk itikadı gösteren şu ayetler de gayet çarpıcı

    “O (cahiliyyet
    döneminde yaşayan Araplardan) birine, kız çocuğu olduğu müjdelendiği zaman içi
    öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir ve kendisine verilen müjdenin kötülüğünden
    dolayı kavminden gizlenir. (Şimdi) o doğan kız çocuğunu, ha-karete (uğramış bir
    şekilde evinde) tutsun? Yoksa onu toprağa mı gömsün?..”[51]

    Yani bu kız çocuğu,
    yaşaması için hayata bırakıp böyle yaptığından dolayı kavminden çekindiği için
    zillet ve horluk kendisine mi gelsin?

    “Yoksa (bu kız
    çocuğunu diri diri) toprağa mı gömsün? Bak! Ne de kötü hüküm veriyorlar!”
    (Nahl: 16/59)[52]

     

    Garip Bir Kıssa ve Haber:

     

    Neredeyse insanın
    kabul edemeyeceği, gerçek manada meydana gelemeyeceği, kalbin sızladığı ve acı
    ile hasretin fiş-kırdığı şu kıssayı bir dinleyelim:

    Rivayet edildiğine
    göre; sahabelerden birisi, Resulullah (s.a.v.)’in meclisine üzüntülü ve kederli
    olarak gelip gidiyor­du. Resulullah (s.a.v.) bir gün onun bu durumunun farkına
    va­rarak ona:

      ‘Şimdiye kadar seni hiçbir şekilde üzüntülü
    ve kederli görmemiştim?’ buyurdu. Sahabede:

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Doğrusu (nu söylemek
    gerekirse) cahilliye döneminde iken bir günah işlemiştim. Müslüman ol­duğum
    halde bile Yüce Allah’ın, (cahilliye de İken işlemiş ol­duğum bu günahımdan
    dolayı) beni bağışlamamasından kor-

    •kuyorum!’ dedi.
    Resulullah (s.a.v.):

      ‘Haydi işlemiş olduğun günahı bana anlat?’
    buyurdu. Sahabede:

      ‘Ey Allah’ın Resulü! Ben, kız çocuklarını
    diri diri topra­ğa gömen birisiydim. Bir gün hanımım, kız çocuğu doğurdu.
    (Hanımım benden, onu Öldürmeyeceğime dair kendisine söz vermemi istedi.) Bende
    kız çocuğunu hanımıma vermeye dair söz verdim. Nihayet o büyüdü ve her şeyi
    anlayabilecek bir duruma geldi. Üstelik çok güzel birisi olmuştu. (Kızımın çok
    güzel olmasından dolayı) birçok kimseler kızımı (evlenmek için) istedi. Bu
    durum izzet-i nefsime çok ağır geldi. Onu ev­lendirmeye veya bekar olarak evde
    bırakmaya da kalbim ta­hammül etmedi. Hanımıma bir hile kurup ona:
    ‘Akrabalarımı ziyarete gitmeyi istiyorum. Onu da benimle birlikte gönderde
    teselli bulsun’ dedim? Hanım, benim bu düşünceme sevindi. Hemen onu
    mücevherlerle ve güzel elbiselerle süsledi. Sonra­da onu benimle birlikte
    gönderdi. Onu şehrin dışındaki bir ku­yunun başına götürdüm. Sonrada kuyunun
    içerisine baktım. Kuyunun içine baktığımı gören kız çocuğu, benim kendisini
    kuyunun içine atmayı istediğimi anladı. Bunun üzerine bana sarılıp kendisini
    kuyuya atmamama dair yalvarmaya ve ağla­maya başlayarak: ‘Babacığım! Annemin
    vasiyetini zayi etme!’ diyordu. Bende onun bu durumuna acıdım (ve onu
    öldürmekten vazgeçtim). Fakat ikinci kez tekrar izzet-i nefis ağır bastı ve
    kendimi utançtan kurtarmak için şeytan bana galip geldi. Bundan dolayı onu
    kuvvetli bir şekilde tutup ters çevrilmiş olarak kuyunun içine attım. Sesi
    kesilinceye kadar orada bek­ledim, (sesi kesildikten sonra) yaptığım işten
    mutmain olarak evime geri döndüm. Artık benden, bu utanç verici durum kay­bolup
    gitmişti’ dedi.

    Resulullah(sav) bu
    kıssayı dinlediğinde ağladı. Sahabeler­de onunla birlikte ağladılar. Daha sonra
    Resulullah (s.a.v), o sahabeye:

    – ‘Eğer ben,
    cahiliyyede yaptığı herhangi bir şeyden dolayı bir kimseyi cezalandırsaydım,
    elbette seni bu günahın sebebiy­le cezalandırırdım’ buyurdu.”[53]

    Diri diri kız çocuğunu
    toprağa gömme veya öldürme olayı, Arapların İslam dininden önceki cahiliyyede
    yaptıkları sapık­lıkların ve akılsızlıklarının sadece bir kısmıdır.

    Zemahşerî,
    “el-Keşşâf isimli tefsirinde, cahilliye döne­minin ‘yemin şekli’ ile
    ilgili olarak şunları söyler:

    “Cahilliye
    döneminde adamın birisi, eğer kendisinin bu şekilde çocukları doğduğu takdirde
    onlardan birisini -Abdulmuttalib’in yemin ettiği gibi- boğazlayacağına dair ye­min
    ederdi.”

    Abdullah ibn Abbas
    (r.a.) ise Arapların cahilliği ile ilgili olarak şunları söyler: “Sen
    Arapların cahilliklerini bilmek istiyorsan, En’am Suresinin 139’uncu ayeti
    kerimesinden son­ra yer alan Yüce Allah’ın:

    “Cahillikleri
    yüzünden çocuklarını beyinsizce öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği
    rızkı Allah’a iftira ederek ha­ram sayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır.
    Onlar (cahil-tiye döneminde böyle yapan Araplar) şüphesiz sapıtmışlardır. Zaten
    hidayete erenlerden olmamışlardır.” (En’am: 6/140) buyruğunu
    okuyabilirsiniz.[54]

     

    Resulullalı (s.a.v.)’in Gönderilmesindeki Büyük Faydalar:

     

    Şimdi bizim, Arapların
    cahilliye dönemindeki cahillikleri­ni anlatma gibi bir düşüncemiz yok. Çünkü
    konumuz bununla ilgili değildir. Biz sadece Yüce Allah’ın, bize, Resulullah
    (s.a.v.)’i göndermesindeki lütfunu bilelim ve onunla bizi şirk ile cehaletin
    karanlıklarından İslam’ın nuruna çıkarması gibi büyük faydaları bize sunan
    Allah’a şükredelim diye az bir şeyi anlattık.

    Bu peygamberin
    siretinden anlatmamız gereken ilk önemli şey; Yüce Allah’ın, Resulullah
    (s.a.v.)’e insanlığı şereflendir­mesi, insanları onunla hidayete iletici ve
    hayrı müjdeleyici kılması, Allah’ın izniyle insanları yine O’na davet edici bir
    kandil ve aydınlatıcı bir ışık olması, en büyük faydalan ve en üstün değerleri
    Müslümanların lütfuna sunmasıdır ki buda, a-nndınci, hidayete iletici ve
    dosdoğru yolu gösterici peygam­berlerin sonuncusu olarak gönderilmesidir.

    Şimdi de Rabbimizin
    yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de, Resulullah (s.a.v.) ile ilgili büyük faydaların
    anlatıldığı şu aye­ti okuyalım:

    “Andolsun ki
    Allah, (genel olarak bütün) müminlere (Özel olarak ta Araplara) büyük bir
    lütufta bulunmuştur. Zira onlara kendi içlerinden, yine onlara Allah ‘in
    ayetlerini okuyan, onları şirk, küfür, cehalet vb şeylerden) arındıran, kitabı
    (Kur’ân-ı Kerîmi) ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermiştir. Hal­buki
    onlar, daha önce (Resulullah ‘ı Peygamber olarak gönde­rilmesinden önce) apaçık
    bir sapıklık (ve cehalet) içinde idi­ler.” (Al-i tmrân: 3/164)

    Resulullah (s.a.v.)’in
    Peygamber olarak gönderilmesi ge­nel olarak bütün insanlara ve Özelde Araplara
    büyük bir lütuf ve yüce bir nimettir. Çünkü

    Resulullah (s.a.v.),
    yeryüzü halkına bir rahmet ve onları hidayete erdirmek üzere Peygamber olarak
    gönderilmiştir. Zira Resulullah (s.a.v.), kendisinin bu vasıflarıyla ilgili
    olarak şun­ları söylemektedir:

    “Ben ancak
    (insanlara) bir rahmet ve (onlara) bir hidayet (olmak için Peygamber olmak için
    gönderildiim.”[55]

    Cenab-ı Allah,
    Resulullah (s.a.v).’i; “Biz, seni ancak a-lemlere bir rahmet (peygamberi
    olarak) gönderdik.” (Enbiyâ: 21/107) şeklinde vasfetmiştir. İşte bu,
    Resulullah (s.a.v.) hak­kında Kur’ân-ı Kerîmin nitelediği vasıflandırmanın en
    güzel bir şeklidir. [56]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in Tevrat’taki Sıfatlan:

     

    Yüce Allah’ın
    Resulullah (s.a.v.) ile ilgili semavi kitaplar­da vasfettiği sıfatları, bazı
    övülmüş özellikleri ve vasıfları yal­nızca ona mahsus kıldığını dikkatli bir
    şekilde incelememiz gerekmektedir. Çünkü bu konu, Resulullah (s.a.v.)’in Pey­gamber
    olarak gönderilişini belgeleyen önemli bilgilerdir. Bundan dolayı bu konuyu
    tekrar anlatmaya ihtiyaç duyduk…

    İmam Buhârî,
    “Sahîh” adlı hadis kitabında şöyle bir hadis rivayet etmiştir:

    “Abdullah b. Amr
    b. As’a, Resulullah (s.a.v.)’in Tev­rat’taki vasıflarından soruldu. -Zira
    Abdullah, müslüman ol­madan Önce Tevrat’ı okuyan birisiydi- Bunun üzerine Abdul­lah:

      ‘Allah’a yemin ederim ki, Resulullah
    (s.a.v.), Kur’an’da geçen bazı sıfatlarıyla Tevrat’ta da vasıflanmıştır. Şöyle
    ki:

      ‘Ey Peygamber! Biz seni insanlara bir şahit,
    bir müjdeci, bir korkutucu ve ümmiler (okuma-yazma bilmeyen o zamanın cahil
    Arapları) için de bir koruyucu olarak gönderdik. Sen el­bette benim kulum ve
    resulümsün. Ben sana “el-Mütevekkil” ismini verdim. Bu Peygamber;
    kötü huylu, katı kalpli ve çarşı­larda rast gele bağırıp çağıran birisi
    değildir. O, kötülüğü kötü­lükle uzaklaştırmaz. Aksine (kendisine yapılan
    kötülüğü) affe­der ve bağışlar. Allah, eğilip (haktan) sapan bir milleti bu pey­gamberin
    irşadıyla “La ilahe İllallah” tevhit sözünü söylemele­ri suretiyle
    doğrultmadıkça onun ruhunu almayacaktır. Allah, bu tevhid kelimesiyle; birçok
    kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açacaktır.”[57]

    Gerçekten Yüce Allah,
    bu söz ile; haktan eğilip sapan mil­letleri düzeltti, kör gözleri açtı, ölü
    kalpleri diriltti, İslam nuru­nu dünyanın dört bir tarafına yaydı, dünyaya nur
    ile adaleti ve hikmet ile ilimi doldurdu, “La ilahe illallah” Tevhid
    sancağını yüceltti, cahilliye döneminde yaşayan insanların; görmeyen,
    işitmeyen, hiçbir kimseye zarar veremeyen ve kendisine tapa­na bir fayda
    sağlamayan taşlara taptıktan sonra Allah’ın dinine toplu halde girmesini
    sağladı. Hakkın nurunu görmeyi sapıklı­ğın kör ettiği gözleri, kelime-i tevhidi
    işitmeyi sapıklığın sağır ettiği kulakları ve Allah’ın varlığı ile birliğinin
    delillerini mü­şahede etmeyi sapıklığın perdelediği gözlen bununla açtı…

    Birde bakıyorsunuz ki,
    bu söz sebebiyle; gözlerde ve ku­laklarda oluşan perde yok olmuş ve haktan
    eğrilip sapan mil­letlerin üzerine çökmüş bulut dağılmıştı!! Bundan dolayı da
    birçok nesillerin üzerine karanlığın çökmesinden bir müddet sonra (bu söz
    sebebiyle) hidayet, dünyanın dört bir tarafına yayılmıştır.

    Birde bakıyorsunuz ki,
    bu söz sebebiyle; koyun çobanlan, milletlerin liderleri ve alemin hükümdarları
    olmuş!! İzzet, üs­tünlük, devlet ve hükümdarlık onların olmuş!! [58]

     

    Resulullah (s.a.v.)’in Ahlakı ve Şemaili:

     

    Müminlerin annesi Hz.
    Aişe (r.a.)’a, Resulullah (s.a.v.)’in ahlakı soruldu. O da:

    – ‘Onun ahlakı
    “Kur’an” idi[59]
    diyerek lafız yönünden az ve mana yönünden çok geniş olan bu sözü söyledi.

    Bu çok önemli cümlenin
    manası; Resulullah (s.a.v)’in ah­lakının ve şemailinin, Kur’ân-ı Kerîm’de canlı
    bir varlık olarak ortaya çıktığı ve vücut bulduğu şeklindedir.

    Zira Kur’an’ın
    çağırdığı fazilet, dinin teşvik ettiği ahlak ve cömertlik ancak Resulullah
    (s.a.v.)’de ve onun ahlakında orta­ya çıkmış ve vücut bulmuştur. İşte bundan
    dolayı Resulullah (s.a.v.); insanlar için mükemmel bir model, örnek bir
    şahsiyet, Kur’an’ın adaplarına ve yüce faziletlerine bürünen ve bunu konuşmakta
    olan canlı bir vücut haline getiren bir hâl almıştır, işte bütün bunlardan
    dolayı izzet ve celal sahibi Allah’tan, bu yüce peygambere şöyle güzel bir övgü
    gelmiştir:

    “(Ey Muhammedi)
    Gerçekten sen, ‘büyük bir ahlak’a’ sahipsin.”[60]

    Bunun açıklamaya ve
    izaha ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Her ne kadar bazı insanlar; olgunluk ile
    faziletin zirvesine yüksel­miş de olsalar ve efendilik ile yüceliğin doruk
    noktasına ulaş­mış ta olsalar, Yüce Allah, bu insanlarda bulunması mümkün
    olmayan özellikleri, şemailleri, vasıfları vb şeyleri Resulullah (s.a.v.)’e
    vermiştir.

    İşte bütün bunlar,
    Resulullah (s.a.v.)’in bu özellikler ve vasıflar ile insanlar arasında
    benzersiz kaldığı ve Kur’ân-ı Ke-rîm’in de bize en güzel bir şekilde
    vasıflandırdığı özellikleri ve şemailleridir. Nitekim Yüce Allah, Resulullah
    (s.a.v.) hakkın­da şunları söylemektedir:

    “Andolsun ki
    içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün ve
    müminlere karşı da rauf ve rahim bir Peygamber gelmiştir. “[61]
    Görüldüğü üzere Yüce Allah, Resulullah (s.a.v.)’i, en güzel övgüler ve çok
    önemli yüce va­sıflarla ve özelliklerle vasıflandırmıştır. Zira Allah,
    Resulullah (s.a.v.)’i kendi kudsî isimlerinden olan “Rauf ve
    “Rahim” isimleriyle niteleyerek “müminlere karşı da ‘Rauf ve ‘Ra­him,
    .”buyurmuştur.

    Abdullah ibn Abbas
    (r.a.) bu iki isim hakkında şöyle der: “Yüce Allah’ın bu kudsî iki isminin
    arası sadece Hz. Muham-med (s.a.v.)’de bir araya gelmiştir,”

    İşte Resulullah
    (s.a.v.)’in bu durumu; Yüce Allah’ın, onu, alemler üzerine kadrü kıymetini
    yükselttiği ve bütün nebiler ile resuller üzerine üstün kıldığı bir makamdır.
    Şimdide bu ayeti kerimeyi dikkatli bir şekilde inceleyelim:

    Yüce Allah, bu
    peygamberi göndermek suretiyle bize olan yüce nimetini ve büyük faydalarım
    bildirmek için ayeti keri-me’nin   
    Arapça    metninde    geçen   
    “Lekad”    sözcüğünde,

    “Lâm’u’l-Kasem”
    ile “Kad” edatları ard arda tekit üslubuyla şöyle gelmiştir:”Le
    kad câe küm Resulün” (Andolsun ki size bir Peygam­ber gelmiştir.) Yani ey
    insanlar! Size kadrü kıymeti büyük ve şanı yüce olan bir Peygamber gelmiştir.
    Daha sonrada Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İçinizden” yani sizin
    beşer cin­sinizden Arap, Haşimî ve Kureyşî bir Peygamber. Siz onun kendi
    içinizdeki şerefini, soyunu, doğruluğunu, güvenirliliğini, temizliğini ve her
    türlü kötülüklerden uzak olduğunu bilirsiniz. Daha sonrada Yüce Allah, bu
    peygamberin bibliyografyasının güzelliğini apaçık bir şekilde şöyle
    anlatmaktadır: “Sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen.” yani sizin
    günaha, zorluğa ve sıkıntıya düşmeniz kendisine zor ve güç gelen “Size düş­kün”
    yani hidayet bulmanıza, dünyevî ve uhrevî faydaların size ulaşmasına düşkündür.
    “Müminlere karşıda rauf ve ra­him.” yani ümmetine karşıda
    alabildiğine sevgisi çok, şefkatli, merhametli, ümmeti için sadece bütün
    güzelliği ve ihsanı iste­yen, hayr ve kurtuluşunu arzulayan bir kimsedir.

    İşte Kur’ân-ı Kerîm,
    Resulullah (s.a.v.)’in faziletliğini böy­le övüyor. İzzet ve celâl sahibi
    Allah’ın bu seçkin peygambere olan güzel övgüsü baksana ne güzel!! [62]

     

    Resulullah
    (s.a.v.)’in, Ümmetine Şefkat ve Merhamet Görüntüleri:

     

    Biz, bu peygamberin
    ümmetine olan şefkat ve merhameti­nin çok az bir kısmını belki anlayabiliriz. Çoğunu
    ise anlaya-mayabiliriz. Ama yinede Resulullah (s.a.v.), ümmetinin; zillete
    düşmesinden, sapıtmasından veya -önceki ümmetlerin kendi­lerine gelen
    peygamberleri yalanlamaları veya Allah’ın şeria­tından ve dininden yüz
    çevirmeleri sebebiyle azaba uğramaları gibi- azaba uğramasından ve helak
    olmasından korktuğu için onların böyle bir duruma düşebileceğini hatırladığı
    zaman göz­leri doluyordu. Resulullah (s.a.v.)’in, ümmeti için korkuya ve
    endişeye kapılıp ağlamasının sebebi işte budur. Yüce Allah ise Resulullah
    (s.a.v.)’in bu durumunu gördüğünde ona şöyle gü­vence verdi:

    “Oysa sen onların
    içinde bulunduğun müddetçe Allah on­lara azap edecek değildir. Yine onlar (in
    içlerinde) istiğfar e~ denler varken de Allah onlara azap edecek
    değildir.”

    Bundan dolayı Yüce
    Allah, kendilerine gönderilen pey­gamberleri yalanlamalarından ötürü geçmiş
    ümmetlere isabet eden kökten helak ve yok olmayı, Resulullah (s.a.v.)’in bere­keti
    sebebiyle bu ümmetten kaldırmıştır.

    Hz. Peygamber(sav)’e
    gelince ise Allah onu, alemlere rahmet olarak göndermiştir. İşte bu özellikten
    Ötürü Resulullah(sav), bütün mahrukata bir rahmet, öldürülmekten kurtulan
    münafıklara verilen güvence sebebiyle onlara bir rahmet ve gelmekte olan azabı
    ertelemek suretiyle kafirlere bir rahmet olmuştur.

    Az önce geçen
    Kur’an’ın, Resulullah (s.a.v.) hakkındaki açık ifadesini dikkatli bir şekilde
    inceleyelim:

    “Oysa sen onların
    içerisinde bulunduğun müddetçe Allah onlara azap edecek değildir.” Sanki
    ayet şöyle demektedir: “Ey Muhammedi -Onlardan önce geçen ümmetlerde olduğu
    gibi- Allah’ın sana bir ikramı olarak onları kökten yok etme şeklinde helak
    etmeyecektir. İşte bu, Yüce Allah’ın bu ümmet sebebiyle yeryüzü halkına
    bahşettiği rahmet eserleri ile Resulullah (s.a.v.)’in ümmetine olan şefkat ve
    rahmet görüntü-lerindendir. Nitekim bu husus; Müslim’in, “Sahîh” adlı
    hadis kitabında Abdullah b. Amr b. As’tan şöyle rivayet edilmiştir:

    Enfâl: 8/33- “Hz.
    Peygamber (s.a.v.), Hz. İbrâhîm (a.s)’ın; “Rabbim! (insanların tapmakta
    oldukları) o putlar insanlardan çoğunu saptırdı. Doğrusu (insanlardan) bana
    uyan bendendir. Bana karşı gelen kimseyi de (sana bırakırım). Çünkü sen,
    (dilediği­ni) bağışlarsın ve (dilediğine de) merhamet edersin.” (İbrâhîm:
    14/36) sözünü okudu. Ardından da Hz. İsa (a.s)’ın: “Eğer sen insanlara
    azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan
    muhakkak ki sen aziz ve hakim olan-sm.”(Maide: 5/118) sözünü okudu. Daha
    sonrada ellerini kal­dırıp:

      ‘Allahım! Ümmetim, ümmetim’ buyurdu ve
    ağladı. Bu­nun üzerine Şanı Yüce Allah:

      ‘Ey Cebrail! Muhammed’e git. -Rabbin en iyi
    bilen ol­makla birlikte- niçin ağladığını ona sor?’ buyurdu. Cebrail’de ona
    gelip (ağlamasının sebebini) sordu. Cebrail’de, Resulullah (s.a.v.)’den aldığı
    bilgiyi -bunu en iyi bilen Allah olduğu hal­de- Ona bildirdi. Yüce Allah:

      ‘Ey Cebrail! Muhammed’e git ve ona: ‘Ümmetin
    konu­sunda muhakkak Biz seni razı edeceğiz, seni üzmeyeceğiz’ de. [63]

    Nitekim Yüce Allah,
    Resulullah (s.a.v.)’in bu durumu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Rabbin sana
    yakında  (nimetlerini)   verecek 
    ve sende (bunlara) hoşnut olacaksın. “‘

    Ey Allah’ım! Bizi
    dünya ve ahirette Resulullah (s.a.v.)’e uyan ve seven ümmetinden kıl.[64]

     



    [1] Okuyucunun dikkatine: Burada peygamberlerin sonuncusu
    olan Resulullah (s.a.v.)’in risaleüni sadece kısa bir şekilde zikrettik.
    Genişçe allatmadık. Çünkü Kesulullah (s.a.v.)’in hayatım ve davetini anlatmak
    için detaylı bir kitaba ihtiyaç ardır. Bundan dolayı da Resulullah (s.a.v.)’in hsyatı
    ve daveti kısa bir şekilde an­ılacaktır. (Yazar).

    [2] Ahzâb: 33/40.

    [3] Bu hadisi; Tirmizî, Menâkib (3610)’da rivayet
    edilmiştir. Tirmizî de bu hadis hakkında, “hasen” demiştir. Ayrıca bu
    hadisi Ahmed b. Hanbel’in, “Müsned” adil kitabında rivayet edilmiştir.
    (Benzeri hadisler için b.k.z: Mislim, Fezâil 1(2276); Tirmizî, Menakib 1(3609),
    (3847), (3848) (ç).

    [4] Bu hadisi; Tirmizî, Menakib (3618)’de rivayet
    etmiştir. Tirmizî, bu hadis h&-_ kında “hasen” demiştir. (Benzeri
    hadisler için b.k.z: Buhâri, Enbiyâ 3, Tefsir Isra suresi 5; Müslim, İmân 327,
    328, Fezâil 3; Tirmizî, Kıyamet 10, Menakib 1, Ttfsir İsrâ suresi 19; Darimi,
    Mukaddime 8; Ebu Davûd, Sünnet 13; İbn Mace, Zühd37; Müsned, 1/281, 295, 2/435,
    540, 3/6,144, 5/388) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 497-498.

    [5] Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Adnan’a kadar olan soy
    zincirindeki isimlerde yoksa da Adnan’dan Hz. İbrâhîm (a.s)’a ve Hz. İbrâhîm
    (a.s)’daı Hz. Adem (a-s^a kadar o!an İsimlerde ihtilaf vardır. Fakat Buhârî,
    Tarih’inde Resulullah (s.a.v.) >n Adnan’dan sonra Hz. İbrâhîm (a.s)’a kadar
    uzanan yedi ceddini daha sayar. Abo_” lalı ibn Abbas (r.a.)’dan gelen bir
    rivayetle; Resulullah (s.a.v.), nesebini sayd1!? zaman Meadd b. Adnan’dan ileri
    geçmez arada dururmuş. (ç).

    [6] Bununla ilgili hadis için b.k.z: Buhârî,
    Mcnâkibu’l-Ensâr 28 (ç).

    [7] Gerçekten de Yüce Allah ne kadar Peygamber göndermişse
    hepsi de kavminin seçkinlerinden, ileri gelenlerinden şeref]ilg-indendir.
    Kur’ân-i Kerîm’de kıssaları katılan peygamberlerin hayatları incelendiğinde bu
    apaçık bir şekilde görülür, (ç).

    [8] Bu hadis için b.k.z: Buhârî, İman 37, Bed’ü’I-Vahy I,
    Şehâdât 28, Cihat 11, 99, J°2> 122, Cizye 13, Tefsirü Âl-i İmrân 4, Edeb 8,
    İstizan 24, Ahkâm 40; Müslim, y*ad73 (1773); Tirmizî, İsti’zan 24 (2718)(ç).

    [9] Bu hadisi;   
    el-Esbehânİ,   
    Delâilü’n-Nübüvvet,   
    1/65’de   rivayet    etmiştir, eranî’de, e]-Evsâf ta rivayel
    etmiştir- Tabcrânî, bu hadisin güzelliğine işaret N   ‘ŞTtI” (Ayrıca bu hadisi; Beyhâkî, İbn
    Adiy ve îbn Kesîr’de, el-Bidâye ve’n-Ihifye, de 2/255-256 rivayet etmiştir.)
    (ç).

    [10] Bu hadisi; Müslim, Fezâil 1 (2276)’de rivayet
    edilmiştir. Tirmizf de, Menâkib 1 (3609)’da rivayet etmiştir. Tirnıizî, bu
    hadis hakkmda, ‘HaseitSahîh’ demiştır Hadisin tamamı için b.k.z; îbn Esîr,
    el-Câmİırl-Usûl, 8/535.

    [11] Tırmizî, Menâkib (3610) (ç)..

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 498-500.

    [12] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/ 260.

    [13] Musned, 1/ 8, 277 (ç).

    [14] İbn îshâk, Siyer, sh. 25 (M. Hamidullah tahkiki ve
    ta’lüri) (ç).

    [15] ibn Kesîr, el-Bidaye ve7n-Nihaye, 1/ 260.

    [16] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 1/ 260.

    [17] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 500-501.

    [18] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 501-502.

    [19] İbn ishâk, Siyer, sh. 10-18 (M. Hamidullah tahkiki ve
    ta’liki) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 502-503.

    [20] Hz. Peygamber (s.a.v.), oğlu Kasım’a nispetle bu
    isimle künyelenmiştir. Medine’deki Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i,
    “Ebu’l-Kasım” (Kasım’m babası) diye çağırırlardı, (ç).

    [21] Yine Resulullah (s.a.v.), oğlu İbrahim’e nispetle bu
    isimle künyelenmiştir. Bu, “ibrahim’in babası” anlamında kullanılır,
    (ç).

    [22] “Muhammed” kelimesi, hamd kökünden
    gelmiştir. Tef îi babından geldiğinlen dolayı mübalağa ifade eder. “Tekrar
    tekrar övülmüş” manasmdadır. Yüce Allah, Resulullah (s.a.v.)Mn bu İsmini,
    Kur’ân-ı Kerîmin dört yerinde zikretmiştir. Bunla’-da; Âl-i İmrân: 3/144,
    Ahzâb: 33/40, Muhammed: 47/2, Feth: 48/29’dur. (ç).

    [23] “Ahmed” kelimesi, hamd kökünden gelir. İsmi
    tafdil siğasındadır. “En çok hamd eden” anlamında kullanılır. Bununla
    ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Ayrca bu ismi, Hz. İsa, Saff: 61/6’da
    haber vermiştir. Ahmed kelimesi, Yunanca’daki Faraklit kelimesinin
    karşılığıdır. Bununla ilgili açıklama daha önce geçmişti, (ç).

    [24] “el-Mâhî” kelimesi, “mahv”
    kökünden gelir. Mahveden, yok eden, ortadan kal­dıran demektir. Küfrü kaldıran
    veya kendisine tabi olanlardan kötülükleri kâdıran anlamında yorumlar
    yapılmıştır. Ayrıca bunun dışında başka açıklamalarda yapıl­mıştır, (ç).

    [25] “el-Akib” kelimesi, “sonuncu”
    demektir. Bazı rivayetlerde, “kendinden sonra Peygamber olmayan” diye
    açıklama gelmiştir. Nitekim ayet ve birçok hadistea gelen delil; Resulullah
    (s.a.v.)’den sonra Peygamber olmayacağını, onun “Hâtemü;l-Enbiyâ”
    olduğunu belirtmiştir. Şu halde “Âkİb” ismi, Resululiah (s.a.v.)’in
    bu mümtaz yönünü belirtmektedir, (ç).

    [26] ‘el-Hâşir” kelimesi, “toplayan”
    demektir. Kıyamet günü ilk önce Resulullah (s.a.v.) diriltilecek sonrada geri
    kalan insanlar onun peşinden diriltüecektir. Bir başka hadiste;
    “Kendisinden arz ilk yarılacak olan benim” buyurmuştur. Yani k-yamet
    günü ilk dirilen o olacaktır. Daha sonrada diğerleri diriltilip onun peşnden
    haşir edileceklerdir, (ç).

    [27] Bu isimlerin geçtiği yerler ise şuralardır: Buhârî,
    Menâkıb 17, Tefsirü Saff suresi !: Müslim, Fezâil 125 (2354); Muvatta,
    Esmaırn-nebi 1; Tirmizî, Edeb 67 (2842).

    [28] Saff: 61/6.

    [29] Hz. Peygamber (s.a.v.)’den önce Muhammed ismini
    kullananlar şunlardır: Mı-hammed b. Uheyha b. Cülah ei-Evsî, Muhammed b.
    Mesleme e]-Ensarî (sahabe), Muhammed b. Berrâ el-Berkî, Muhammed b. Süfyân b.
    Mücaşî, Muhammed b. Humrân el-Cufî, Muhammed b. Huzaî es-Sülemî. Tarihçilerin
    belirttiğine göre; bu altı kişiden başka Muhammed İsmini alan bir başkası
    joktur. İlk olarak Muhammed ismini alan şahsın, Muhammed b. Süfyân b. Mücaşî
    olduğu söylenmtktedİr. (ç).

    [30] Tercümesini yapmakla olduğumuz kitabın orijinal
    metninde, Mulıammed yeme Ahmed ismi geçmektedir. Bunun bir matbaa hatası olduğu
    kanısındayız. Tercürneet ise Ahmed yerine Muhammed ismi kullanılmıştır.(ç).

    [31] İmam Kadı İyâz, cş-Şitâ, s. 90 (Osmanlı Baskısı).

    [32] Bu hadisi, İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/127’de
    rivayet etmiştir.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 504-507.

    [33] Buraya kadar olan kısım, Ahzâb: 33/45’te de geçmektedir.
    Ayrıca bu konuyla ı]gıli olarak şuralara da bakılabilir. Feth: 48/8; Fâtır:
    35/24; Sebe’- 34/28- Furkân-25/56; Enbiyâ: 21/107 (ç).

    [34] Bu hadisi Buhârî, Tefsirü Feth suresi 3, Büyü 50’de
    rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel’de Müsned, 3/74’de rivayet etmiştir..

    [35] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 507-508.

    [36] İbn İshâk, Siyer, sh.26-28 (M. Hamidullah tahkiki ve
    ta’liki) (ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 508-510.

    [37] ibn Kesîr, cl-Bidâye ve;n-Nihâye, slı.275.

    [38] Resulullah’ın Halime es-Sa’diyye’nin yanındayken
    göğsünün yarılmasına dair diğer rivayetler için b.k.z: Dârimi, Mukaddime 3,
    Miisned, 4/184. (ç)

    Resulullah
    (s.a.v.)’in İsrâ ve Mi’raç gecesinde göğsünün yarılmasına dairrivayd-ler için
    b.k.z: Buhâri, Salât 1,

    Hacc
    76, Enbiyâ 5, Tevhid 37; Müslim, İman 260 262, 263 (163), 264 (164); Müsned,
    5/143, 4/184; Nesai, Salât

    2
    (ç).

    [39] Bakara: 2/127 (ç).

    [40] Saff:61/61(ç).

    [41] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 2/275.

    [42] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:
    510-514.

    [43] Resulullah (s.a.v.)’in evlendiği kadınlar şunlardır: V
    Hatice binti Hüveylid, 2-pvfc binti Zem’a, 3- Aişc bint Ebi Bekr, 4- Hafsa
    binti Ömer, 5- Zeynep binti aIı5. .6- Zeynep binti Huzeyme, 7-Ümmü Seleme binti
    Ebi Ümeyye, 8- Ümmü . «abibc binti Ebi Süiyân, 9- Meymune binti Haris, 10-
    Cüveyriye binti Haris, 11-fjtfye binti Huzeyy.

    [44] Bu konuyu. “Ahkam Tefsiri” 2/330 adlı
    kitabımızda detaylı bir şekilde anlâtık.

    [45] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 514-515.

    [46] Aclmıî, Keşfii’1-Hafa, H.No:164 (ç).

    [47] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 515-518.

    [48] Cum’a: 62/2 (Benzeri ayetler için b.k.z: Bakara:
    2/129; Âl-i İmrân: 3/20) (ç)

    [49] Yazarımız Sabûnî, burada milliyetçilik gibi bir
    duyguya kapılmamakladır, öı-sözde de belirtildiği üzere, bu kitap. Şeriat
    Fakültesindeki Öğrencilere verilen ken-t’eranslardan oluşmaktadır. Bu
    konferansla” ise, Arap Öğrencilere hitaben yapıim^-tır (ç)

    [50] Hacc: 22/73

    [51] Nahl: 16/58-59

    [52] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 518-521.

    [53] Kurtubî, Câmiul-Ahkamri-Kufan, 7/97

    [54] İbn Kesîr. Muhtasarı İbn Kesîr Tefsin. 1/ 624 (Hadis
    için b.k.z: Buhârî, Menakıb 1D(Ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 521-524.

    [55] Müslim, Fezâil 3 26, Bin- 87; Tirmizî, Da’vât 118; ibn
    Mace. ikâme 25, 189; Ebu Davûd, Sünnet 10 (ç)

    [56] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 524-525.

    [57] Buhârî, Tefsir-i Feth Suresi 3, Büyü’ 50; Müsncd,
    3/174

    [58] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 525-527.

    [59] Ahmed b. Hanbel, Müsncd, 6/183 (ç)

    [60] Kalem: 68/4

    [61] Tevbe: 9/128

    [62] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 527-529.

    [63] Müslim, iman (202)

    [64] Duha: 93/5

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 529-531.

  • Hz. Mesih İsa (A.S)

    HZ.
    MESİH İSA (A.S)
    1

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz.
    İsa (a.s)’ın, İncil’de Belirtilen Soyu:
    2

    Hz.
    Isa (a.s)’in, İndilerde Geçen Soyu:
    3

    Müslümanlara
    Göre Hz. Meryem Kimdir?:
    4

    Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın, Hz. Meryem’i Koruması Altına Alması:
    5

    Hz,
    Meryem’in, Yüce Allah’a Gönül Vererek Yetişmesi:
    6

    Hz.
    Meryem’in Hz. Mesih İsa (as) İle Müjdelenmesi:
    7

    Hz.
    Meryem’in Hamilelik Müddeti:
    8

    Hz.
    Meryem’in Suçlanması:
    9

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Doğumu:
    11

    Hz.
    İsa (a.s) ın Hayatı:
    12

    Herodes’un,
    Hz. İsa (a.s)’ı Öldürmeye Karar Vermesi:
    13

    Hz.
    İsa (a.s)’ın, Yahudi Alimleriyle Olan Tartışması:
    13

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Peygamberliğinin Başlaması:
    14

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Daveti:
    14

    Yahudilerin,
    Hz. İsa (a.s)’a Karşı Hile Kurmaları ve Öldürmeye Teşebbüs Etmeleri:
    15

    Hz.
    İsa (a.s)’in Çarmıha Gerilme Meselesi:
    17

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Kendisini İnsanlığa Feda Etme Meselesi:
    18

    Havariler
    Kimlerdir?:
    19

    Hıristiyanlarca
    Kabul Edilen İnciller:
    20

    Bu
    İncilerin Doğruluk Payı Var mıdır?:
    21

    Hıristiyanların,
    Hz. îsa (a.s) Hakkındaki İnançları:
    23

    Hz.
    İsa (a.s)’ın Mucizeleri:
    26

    Hz.
    İsa (a.s) Yeryüzüne İnecek mi?:
    27

                                                    

     

     

     

    HZ. MESİH İSA (A.S)

     

    “Meryem oğlu İsa
    sadece peygamberdir. Ondan ön­cede peygamberler geçmiştir. Onun annesi (Meryem)
    dos­doğru bir kimsedir.” (Maide: 5/75) [1]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Soyu:

     

    Hz. İsa (a.s)’ın soyu
    şu şekildedir: Mesih Isa, Hz. Mer­yem’in oğludur. Allah’ın salât ve selâmı onun
    üzerine olsun.

    Hz. İsa (a.s),
    İsrailoğullan peygamberlerinin sonuncusu­dur.

    İsmi, İsa’dır. Lakabı
    ise Mesih’tir.[2]Annesi Hz. Mer­yem’e
    nispetten dolayı “İbn Meryem” (Meryem oğlu)” diye
    künyelenmiştir. Çünkü babasız olarak doğmuştur.[3] Hz.
    İsa, İbranice’de, “Yeşû’ ” diye bilinir. Manası ise
    “Kurtuluş” (veya arı, duru) demektir. İncil’de ise -noktalı Şın
    harfinin ye­rine noktasız “Sin” harfi ile- “Yesû”‘ diye
    geçer.

    Hz. İsa (a.s),
    Allah’ın kulu ve peygamberi olup temiz, if­fetli, kötülüklerden uzak, Aîlah’a
    gönül veren bakire Mer­yem’e Allah’ın attığı bir kelimesidir.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Meryem ile ilgili bu özellikleri şöyle anlatmaktadır:

    “(Yine Allah,
    müminlere) îmrân ‘in kız\ Meryem ‘i de örnek verdi ki o, “ırzım
    korudu.” Bizde, o(nun rahmin)e, ruhumuz­dan üfledik. O, Rabbinin sözlerini
    ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden (Allah ‘a) itaat edenlerden oldu.”[4]

    Hz. Muhammed (s.a.v)
    bütün peygamberlerin sonuncusu olduğu gibi, Hz. İsa (a.s)’da İsrailoğullan
    içerisindeki pey­gamberlerin sonuncusudur. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.), hem
    nebilerin ve hem de resullerin sonuncusudur.[5]
    Allah’ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun. [6]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın, İncil’de Belirtilen Soyu:

     

    Hz. İsa b. Meryem
    (a.s)’in soyu daha önce nakledilmiştir. Fakat Hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s)’ı
    kendilerinin yanında Yesû’ b. Yûsuf en-Neccâr (Yûsuf en- Neccar’m oğlu Yesû’)
    diye ad­landırdıklarından dolayı onun soyunu, Yûsuf en-Neccâr’a da­yandığını
    iddia ederler. İşte bunun sebebi ise; Hz. Meryem’in, Hz. İsa (a.s)’a hamile
    kalmazdan önce Yûsuf en-Neccâr’ın, Hz. Meryem’i (evlilik için) istemesidir.

    Hz. Meryem hamile
    kalınca, Yûsuf en-Neccâr’a rüyasında -Hz. Meryem’in her türlü kötülüklerden
    uzak olması gerekti­ğinden dolayı onunla evlenmesi, ona bir iftira ve şüphe
    atılma­sı ihtimali olması itibariyle- (onunla evlenmek için) onu iste­yeceğini
    etrafına yayması ve ondan vazgeçmesi gerektiği em­redildi.

    Matta İncil’inin 1-20
    bölümü arasında, Hz. Meryem’in bu özellikleri anlatılmıştır. Yûsuf en-Neccârda,
    İsrailoğulları gençlerinden olup salih bir kimseydi. Yûsuf en-Neccâr’m te­miz
    ve iffetli bir yaşayışı vardı. Daha sonra Hz. Meryem’in iffetini, temiz bir
    kimse olduğunu vb Özelliklerini görünce onu (evlilik için) istedi. Fakat ikisi
    arasında evlilik veya cinsel iliş­ki (yahut flört) meydana gelmemişti. Yûsuf
    en-Neccâr’ın, Hz. Meryem’i evlilik için istemesi; evlilik öncesi birleşme olmaksızın
    (flört hayatı yaşamaktan uzak) sadece normal bir evlilik istemesi şeklinde idi.

    Barnaba İncil’in de
    anlatıldığına göre; Yûsuf en-Neccâr, Hz. Meryem’de iffctlilik, dine bağlılık
    vb. özellikler görünce, onun, kendisiyle evlenmesini arzuladı. Dolaylı yollarla
    (veya direkt olarak) ona evlenme teklifinde bulundu. Zira Yûsuf en-Neccâr;
    salih, nefsine boyun eğdiren ve takva sahibi önemli kimselerin içerisinde yer
    almaktaydı. Hem kendisinde ve hem de Hz. Meryem’de bulunan bu güzel
    özelliklerden dolayı Hz.

    Meryem’e evlenme
    teklifini arzu etmesinin sebebi işte bundan[7]  dolayı idi.

    Harız îbn Kesîr’in;
    Yûsuf en-Neccâr’m   Hz   Meryem’e olaylı yollarla evlenme teklifinde
    bulunduğuna daiSede ite Hz. Meryem’m Hz. Isa (a.s)’a hamile kalmasından sonra
    ıkısı arasında geçen konuşmaya dair naklettiği rivayetleri[8] inşallah
    ilen ki sahifelerde anlatacağız. [9]              

     

    Hz. Isa (a.s)’in, İndilerde Geçen Soyu:

     

    Hz. İsa (a.s)’ın soyu
    sadece Matta ve Luka İndilerinde geçmektedir. O kadar İncil’in içerisinde
    sadece bu ikisinin Hz. İsa (a.s)’m soyu ile ilgili bilgi vermesi sebebiyle bu
    iki İncîl, bu yönüyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Fakat ne gariptir ki, bu iki
    İncîl arasında da; Hz. İsa (a.s)’ın soyunu anlatma bakı­mından çok farklılıklar
    ve birleştirilmesi mümkün olmayan açık çelişkiler bulmaktayız. Buradan şunu
    anlıyoruz ki, Kitap Ehli; kendi İndilerin Önüne geleni araştırmadan ve tahkik
    et­meden yazmış, doğru bilgileri kesin olarak tespit etmeden on­lara
    inanmış,” din adamlarının ileri sürdüklerini ve İndilere ka­rıştırdıklarının
    hepsini düşünmeden tasdik etmişlerdir. Kısaca­sı; Kur’ân-ı Kerîm’in de
    belirttiği gibi,[10] Tevrat ve İncîl kesin­likle
    tahrif edilip değiştirilmiştir.

    Şimdi de, İndilerin[11] en
    büyükleri kabul edilen, Hıristi­yanlarca da en çok tanınmış ve en meşhur olan
    Luka ve Matta İndileri arasındaki Hz. İsa (a.s)’ın soyu üe ilgili zıtlığa ve çe­lişkiye
    bir göz atalım:

    Hz. İsa (a.s)’ın Luka
    İncîl’indeki Soyu: Yesû’ b. Yûsuf en-Neccar b. Hâlî b. Lâvî b. Melkî Yehûzâ b.
    Ya’kûb b. İshâk b. İbrâhîm (a.s)

    Hz. İsa (a.s)’m Matta
    İncîl’indeki Soyu: Hz. İsa (a.s)’m Matta İncîl’indeki soyu ise şu şekildedir:
    Yesû’ b. Yûsuf en-Neccâr b. Ya’kûb b. Mettân b. Yeâzır. Yehûzâ b. Ya’kûb b.
    İshâk b. İbrâhîm (a.s) [12]

    Hz. İsa (a.s)’m
    soyunu, başından sonuna kadar dikkatle incelediğimizde iki İncîl arasında şu
    gibi büyük farklılıkların bulunduğunu görürüz:

    1. Luka
    İncil’i; Hz. İsa (a.s)’m soyunun başlangıcı olarak, “Yûsuf b. Hâlî”
    diyor.

    Matta İncil’i ise; Hz.
    İsa (a.s)’m soyunun başlangıcı ola­rak, ‘Yûsuf b. YaVûb” diyor.

    2. Luka
    İncil’i; Hz. İsa (a.s)’ın, Nâsân b. Davûd (a.s)’m çocuklarından olduğunu
    söylüyor.

    Matta İncil’i ise; Hz.
    İsa (a.s)’m, Süleyman b. Davûd (a.s)’m çocuklarından olduğunu söylüyor.

    3. Luka
    Tncîl’i; Hz. İsa (a.s)’m atalarının, hükümdar ve meşhur kimselerden olmadığını
    söylüyor.

    Matta İncil’i ise; Hz.
    İsa (a.s)’m atalarının, hükümdar ve meşhur kimselerden olduğunu söylüyor.

    4. Luka
    İncil’i; Hz. İsa (a.s) ile Hz. Davûd (a.s) arasında 41 nesil vardır derken,

    Matta İncil’i; Hz. İsa
    (a.s) ile Hz. Davûd (a.s) arasında 16 nesil bulunduğunu söylüyor.[13]

    Anlamıyorum, Hz. İsa
    (a.s)’m soyu hakkında Hıristiyan­larca kabul edilen bu kutsal kitaplarda geçen
    farklılıklar ile çelişkilerin birleştirilmesi ve açıklanması nasıl mümkün olur?
    Çünkü bugün Hıristiyanlardan yüz milyonlarca insan, buna inanıyor!!

    Ey Allahım! Kur’ân-ı
    Kerîm’in de belirttiği gibi, bunun, kutsal kitapları değişikliğe uğratan
    onların din adamlarının de­ğiştirmesinden olmasını diliyorum!![14]

     

    Müslümanlara Göre Hz. Meryem Kimdir?:

     

    Hz. Meryem; Allah’a
    gönül bağlamış, dosdoğru, tertemiz bir bakire, faziletin (peygamberliğin)
    kucağında terbiye edilmiş, her türlü kötülüklerden uzak ve temiz bir şekilde
    hayat yaşamış, Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’inin çeşitli yerlerinde övmüş
    olduğu ve Kur’an’da ismi geçen İmrân’m kızı Mer­yem’dir.

    Yüce Allah’ın, Hz.
    Meryem’i övdüğü ayetlerinden birisi de şudur:

    “Mahrem, yerini
    (veya iffetini) sapasağlam korumuş Imrân km Meryem’i de (Allah örnek
    vermiştir). Biz, ona, ruhumuz­dan (Cebrail, Allah’ın ruhundan onun elbisesinin
    yakasından rahmine ulaştıracak şekilde) üflemiştir. O, Rabbinin sözlerini ve
    kitaplarını doğrulamıştı ve gönülden (Allah’a) itaat eden­lerden idi.”[15]

    Hz. Meryem’in babası
    İmrân, İsrailoğulları alimlerinden büyük bir alim ve büyük bir zat idi.

    İbn îshâk’m da
    naklettiğine göre; İmrân’m hanımının yani Hz. Meryem’in annesinin[16]
    çocuğu olmuyordu. Bu nedenle İnırân’ın hanımı, bir gün “Eğer hamile
    kalırsam doğacak ço­cuğumu Allah’ın azatlısı olarak Beytü’l-Makdis’in (Mescid-i
    Aksa) hizmetine vereceğim” diye adakta bulundu. Yüce Al­lah’ta onun bu
    duasını kabul etti. Kadında Hz. Meryem’e ha­mile kaldı. Ne zamanki, kadın doğum
    yapınca çocuğun kız olduğu ortaya çıktı. Halbuki îmrân’ın hanımı, doğacak çocu­ğun
    Beytü’l-Makdis’te hizmet etmesi için onun erkek olmasını istiyordu. Bunun
    üzerine mazeretli ve üzgün bir kimse gibi, Yüce Allah’a şöyle yalvarmaya
    başladı:

    “(îmrân’ın
    karısı) Meryem’i doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- o yine de: ‘Ey
    Rabbim! Onu (sana adakta bulunduğumu) kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir.

    Ona, Meryem adını
    verdim. ‘Onu’ ve ‘soyunu’ kovulmuş şey­tanın şerrinden sana sığındırıyorum’
    dedi.”[17]

    İmrân’m hanımı üzgün
    bir şekildeki duasının aksine Yüce Allah’, bu kız çocuğunu güzel bir biçimde
    kabul buyurdu. O-nu, iyi bir şekilde yetiştirdi. Onu ve oğlu Hz. İsa (a.s)’ı,
    ko­vulmuş şeytanın şerrinden korudu. [18]

     

    Hz. Zekeriyyâ (a.s)’ın, Hz. Meryem’i Koruması Altına Alması:

     

    Hz. Meryem çok küçük
    yaşta iken İmrân öldü. Hz. Mer­yem’in, kendisini koruması altına alacak ve
    işlerini yürütecek birisine ihtiyacı vardı. Bu sebeple İmrân’m hanımı, kızı Hz.
    Meryem’i alıp Beytü’l-Makdis’e (Mescid-i Aksa) götürdü ve orada devamlı olarak
    ikamet etmekte olan “Abid Kimselere” teslim etti. Çünkü kızı, onların
    imamlarının ve liderlerinin kı­zıydı. Bu nedenle de onlar, “Hz. Meryem’i
    kim koruması altı­na alacak ve işlerini kim yürütecek?” diye birbirleriyle
    mün a-kaşa edip ihtilafa düştüler.

    Hz. Zekeriyyâ (a.s), o
    asırda İsrail oğullarının peygamberi idi.

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    Hz. Meryem’i koruması altına almayı istiyordu. Çünkü kendisi, Hz. Meryem’in
    teyzesinin kocası (yani eniştesi) idi. Bir rivayete göre ise; teyzesinin kocası
    idi. Bundan dolayı Hz. Zekeriyyâ (a.s), Hz. Meryem’i koruması altına almaya
    diğerlerine göre daha hak sahibi idi. Fakat Hz. Zekeriyyâ (a.s) yine de
    aralarındaki münakaşayı ve ihtilafı kaldırmak için onlarla birlikte kura çekimine
    katılmayı kabul etti. Kura, kendisine çıktı. Hz. Zekeriyyâ (a.s), Hz. Meryem’i
    böylece koruması altına aldı.

    Hz. Zekeriyyâ (a.s),
    Hz. Meryem’i koruması altına aldık­tan sonra onun için Mescid’de, ondan başka
    bir kimsenin g i-remeyeceği güzel bir yer ayırdı. Hz. Meryem, kendisi için ay­rılan
    yerde Allah’a gece-gündüz ibadet ediyor ve Mescid’in hizmetiyle ilgili üzerine
    düşen görevi yapıyordu. Hatta güzel hal ve takvada o kadar ileri gitmişti ki,
    İsrail oğullan içerisinde örnek bir kimse olarak anlatılır oldu. Zira Hz.
    Meryem göster­diği güzel davranışları, üstün ahlakı ve şerefli vasıfları sebe­biyle
    İsrail oğulları arasında şöhret bulmuştu.

    Hz. Meryem, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s)’ın gözetimi altındayken Hz. Zekeriyyâ (a.s) onda acayip işlerle
    karşılaşırdı. Hz. Zekeriyyâ (a.s), Hz. Meryem’in yanma girdiği zaman çarşıda
    bulunmayan ve o zamanda var olmayan yiyecekler ile meyve­leri onun yanında
    buluyordu; kışın yaz meyvesini, yazın ise kış meyvesini buluyordu. Dehşet ve
    şaşkınlık içerisinde Hz. Mer­yem’e:

    – Bu sana nereden
    geliyor?’ diye sorardı. Hz. Meryem’de, ona:

    – Bu, Allah tarafından
    gelen bir rızıktır’ diye cevap verir­di.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Meryem ile Hz. Zekeriyyâ (a.s) arasında geçenleri şöyle anlatmaktadır:

    “Zekeriyyâ ‘yi
    da, Meryem ‘i Zekeriyyâ ‘nın koruması altına verdi. Zekeriyyâ, her ne zaman
    (Meryem’in bulunduğu) yere girse onun yanında bir yiyecek bulurdu. (Şaşkınlık
    içerisinde ona:) ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. (O da:) ‘Bu,
    Allah tarafından (gelen bir yiyecektir)’ derdi. Çünkü Al-toh, dilediği (kimseye)
    hesapsızca rızık verir.”[19]

     

    Hz, Meryem’in, Yüce Allah’a Gönül Vererek Yetişmesi:

     

    Hz. Meryem,
    günahlardan ve haramlardan uzak olarak gü­zel ve iffetli bir şekilde yetişti.
    Beytü’l-Makdis’in etrafında Allah’ın himayesi ve gözetimi altında O’nun
    inayetiyle (kötü­lüklerden) korunmuş olarak yaşadı.

    Melekler, Hz. Meryem’e
    gelip ona Allah katındaki üstün ve yüce makamını haber verirlerdi. Kendisini,
    Yüce Allah’ın diğer kadınlar[20]
    arasından seçtiğini, her türlü pisliklerden ve kötülüklerden temizlediğini
    müjdelerlerdi. Kendisinden; dün­yada ve ahirette şanı yüce olacak, beşikte ve
    yetişkinlik çağma girdiğinde insanlarla konuşup onlara Allah’ın dinini tebliğ
    edecek ve salih kimselerden olacak bir çocuğu müjdelerlerdi. Ayrıca onu, ibadet
    konusunda gayretli olmaya ve Allah’a hu­şu’ ile itaat etmeye teşvik ederlerdi.
    İşte Hz. Meryem; çirkin ve pis işlerden uzak, temiz ve ibadet üzere böyle
    yetişmişti.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Meryem ile ilgili bu durumları şöyle anlatmaktadır:

    “Hani melekler
    (Meryem ‘e): ‘Ey Meryem! Şüphesiz Allah seni (diğer kadınlar arasından) seçip
    (her türlü kötü ve çirkin şeylerden) temizledi ve seni dünya kadınlarından
    üstün tuttu. Ey Metyem! Huşu ile secdeye kapan demişlerdi.”[21]

    Yine Yüce Allah,
    bununla ilgili olarak şöyle buyurmakta­dır:

    “Hani melekler
    (Meryem’e): ‘Ey Meryem! Allah (varolu­şu) kendinden (olan) bir kelimeyi sana
    müjdeliyor, ismi, Mer­yem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada ve ahirette de (onun)
    şanı yücedir. (Allah katındaki mevkisi sebebiyle) yakın kılınanlar­dandır. Beşikte
    ve yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacak-tır. Üstelik sâlih
    kimselerdendir’ demişlerdi. “[22]

     

    Hz. Meryem’in Hz. Mesih İsa (as) İle Müjdelenmesi:

     

    Hz. Meryeni, kız
    çocuklarının ulaştığı ergenlik çağma eriştiğinde 13 yaşında idi.

    Günlerden bir gün Mescid’de
    bulunduğu yerden dışarı çık­tı. İstirahat ve dinlenmek için Beytü’l-Makdis’in
    doğu tarafına doğru yürüdü.[23]
    Yürürken farkında olmadan ev halkından ve kavminden uzaklaşmıştı. O sırada
    birdenbire parlak yüzlü güzel ve yakışıklı bir delikanlı yanma çıkageldi. Hz.
    Meryem, (o gelen adamdan) korktu ve ürperdi. Kendisine bir şey yapaca­ğından
    endişelendi. Ansızın karşısına çıktığından dolayı ve onun hayal olabileceğini
    düşündüğünden, onun bu durumu hakkında şüphe duydu. Kendisine yardım edecek ve
    destek verecek kimsenin bulunmadığı bir yerde, onun, kendisine bir kötülük
    edeceğinden korkarak ondan uzaklaşmaya başladı ve ona:

    “Ben, senden
    Rahman’a sığınırım. Eğer (Allah’tan) korhıyorsan, (bana dokunma!) dedi.”
    (Meryem: 19/18)

    Hz. Meryem, kendisine
    bulunduğu yerde görünen bu adamı, sıradan normal bir kimse olduğunu
    zannetmişti. Halbuki bu kimsenin, Allah’ın peygamberlik ve hikmet vereceği, şan
    ı-nm yüce olacağı ve temiz bir çocuk müjdelemek için gönderdiği bir melek
    olabileceği aklına hiç gelmemişti. Daha sonra o kimseye bir baktı ki, o, insan
    şekline girmiş Cebrail (a.s).

    Melek, Hz. Meryem’in
    korkusunu ve ürpertisini giderip ona kalbini rahata kavuşturacak hakikati haber
    verdi. Daha sonrada gömleğinin yakasından rahmine ulaşacak şekilde Hz. Meryem’e
    üfledi. İşte Hz. Meryem, bu üfleme üzerine Hz. İsa (a. s)’ a hamile kaldı.

    Nitekim Yüce Allah’ta,
    bu olayı şöyle anlatmaktadır:

    “Kitap’ta
    (Kur’ân-ı Kerîm’de) Meryem (e dair anlattığı­mız kıssayı da müşriklere) anlat.
    Hani Meryem, ailesinden ay­rılarak (Beytü’l-Makdis’in) doğu yönünde bir yere
    (ibadet et­mek için yalnız başına bir kenara) çekilmişti. Onlardan giz­lenmek
    içinde bir perde germişti. Derken Bizde ona ruhumuzu (Cebrail’i) göndermiştik.
    (Cebrail) ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. (Meryem, onun, birdenbire çıka
    gelmesine ve o-nun, kendisine bir şey yapacağından korkarak) “Ben senden,
    rahman (olan Allah)’a sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyor-san (bana
    dokunma)” dedi. O da: “Ben, Rabbinin sana (gü­nahlardan arınmış yahut
    hayr üzere yetişmiş) tertemiz bir oğul vermek için (müjdelemek için) gönderdiği
    bir elçiden başka bir şey değilim,” dedi.”[24]

    Tefsircilerin
    naklettiğine göre; Hz. Meryem’in elbisesinin yakasından rahmine ulaşacak
    şekilde üfleyen ve bu üfleme ile Hz. Meryem’in Hz. İsa (a.s)’a hamile kalmasını
    sağlayan, R u-hu’1-Emin   veya   Ruhu’I-Kudüs   diye  
    bilinen   Hz.   Cebrail (a.s)’dir.

    Vahyi peygamberlere
    indirenin ve Hz. Meryem’in hamile kalmasını sağlayanın Hz. Cebrail (a.s)
    olduğuna, Yüce A1-lah’ın şu ayeti kerimesi delil olarak getirilmiştir:

    “(Ey Muhammed)
    uyarıcılardan olman için kalbine Kuran-, Ruhu’l-Emin (Cebrail) indirdi. ”
    (Şuara: 26/193-194)

    Buna göre bütün
    peygamberlere ve bizim peygamberimize vahyi indiren hiç şüphesiz Hz. Cebrail
    (a.s)’dır.

    Ebu Hayyân,
    “el-Bahru’1-Muhît” adlı tefsir kitabında Cebrail’in, Hz. Meryem’e,
    melek şeklinde değil de insan şek­linde görünmesinin nedeni ile ilgili olarak
    şöyle der:

    “Melek, Hz.
    Meryem’e, kendisine söyleyeceği sözleri bi 1-dirmek ve sözlerinden dolayı
    kendisinden ürküp kaçmasın diye ona insan şeklinde göründü. Eğer Hz. Meryem’e,
    melek şeklinde görünseydi, Hz. Meryem, ondan kaçardı. O zaman da meleğin,
    kendisine söyleyeceği sözleri dinlemeye kadir ola­mazdı.

    Bu olay, Hz. Meryem’in
    iffetli ve son derece haramdan sakınan bir kadın olduğuna delildir. Zira Hz.
    Meryem, güzel ve yakışıklı bu delikanlıdan Allah’a sığınmıştı. Cebrail’in Hz.
    Meryem’e böyle güzel bir şekilde gelmesi, Hz. Meryem’i ve iffetini denemek
    içindi……”[25]

    Hz. Meryem, kendisine
    böyle tenha bir yerde gelenin, in­san değil de bir melek olduğunu anlayınca
    rahatladı ve sevindi. Fakat meleğin, kendisini bir çocukla müjdelemesi ile ilgii
    sö­züne şaşırdı. Çünkü kendisi, bekardı ve evlenmemişti. Üstelik insanlardan
    hiçbiri ona yaklaşmamıştı. İffetli ve hiçbir günaha da bulaşmamıştı. Bekarlığı
    da devam etmekteydi. Kendisine bir erkek yaklaşmadığı halde çocuğunun olması
    nasıl mümkün olurdu?

    Yüce Allah, Hz.
    Meryem’in bu durumunu kendi dilinden Şöyle haber vermektedir:

    “Meryem: ‘Bana
    bir insan yaklaşmamışken ve üstelik ben, kötü bir kadın olmadığım halde nasıl
    oğlum olur’ dedi. ” (Mer­yem: 19/20)

    Hz. Meryem’in bu sözü
    üzerine Cebrail’in ona cevabı şu oldu: “Bu, Allah’ın bir dilemesi ve
    istemesidir. Şanı Yüce A1lah, hiçbir şeyden aciz değildir. Bir işi yapmak
    istediğinde o işe sadece “ol” der ve o da anında oluverir.

    Nitekim Yüce Allah,
    Cebrail’in Hz. Meryem’e söylediği bu sözler ile ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “Cebrail: ‘Bu
    böyledir. Çünkü Rabbin, ‘Bu (işi yapmak) bana kolaydır Onu (senden doğacak
    çocuğu) insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız. Hem bu,
    önce­den kararlaştırılmış bir iştir diyor’ dedi, ” (Meıyem: 19/21) [26]

     

    Hz. Meryem’in Hamilelik Müddeti:

     

    Hz. Meryem, Hz.
    İsa’ya, hamile kaldığında 13 yaşındaydı. Fakat alimler, Hz. Meryem’in
    hamileliğinin ne kadar sürdüğü konusunda ihtilaf etmişlerdir. Alimlerin bu
    konudaki görüşleri şunlardır:

    1. Bir
    rivayete göre; Hz. Meryem’in hamilelik müddeti, bir saattir.

    2. Başka bir
    rivayete göre; Hz. Meryem’in hamilelik müd­deti, dokuz saattir.

    3. Başka bir
    rivayete göre; Hz. Meryem’in hamilelik müd­deti, 8 aydır.

    Son görüş, Abdullah
    ibn Abbas (r.a)’dan rivayet edilmiş­tir.

    Sahîh olan görüş ise;
    Hz. Meryem’in, normal bir kadının hamileliği gibi tabii bir hamilelik müddeti
    geçirmesi ve normal bir kadının doğum yapması gibi tabii bir doğum yapmış olm
    a-sidır.

    İbn Kesîr, bu
    görüşlerle ilgili olarak şöyle der:

    “Kuvvetli
    rivayetlere göre; Hz. Meryem, Hz. İsa’yı kar­nında normal hamile kadınlar gibi
    9 ay müddetle taşımıştır. Yine diğer hamile kadınlar gibi zamanı geldiğinde
    doğum yapmıştır. Eğer bunun aksine bir durum söz konusu olsaydı, bu mutlaka
    Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılırdı. Bazıları, bu iddiala­rına; Yüce Allah’ın şu
    ayetini delil göstermişlerdir:

    “Meryem, İsa ‘ya
    gebe kaldı. Bu sebeple (çocuk karnında olduğu halde, aile halkından ve insanlardan)
    uzak bir yere çe­kildi. Doğum sancıları Meryem ‘i, bir hurma ağacının dibine
    gitmeye mecbur etti… “(Meryem: 19/22-23)

    Bu ayeti kerimede
    (‘gebe kaldı’ kelimesinin başında) ge­çen “fe” harfi, atıftır. Bu da,
    “hamileliğin aşamalı” olduğunu gösterir. Doğrusu her şey kendine özgü
    durumlara göre “aş a-ma” kaydeder.

    Nitekim ‘fe’ harfinin
    atıf olup ‘aşama’ anlamı ifade ettiği durum, Yüce Allah’ın şu ayetinde de
    apaçık şekilde görülmektedir:

    “Sonra nutfeyi
    (meniyi) kan pıhtısına çevirdik, kan pıhtısı­nı da bir çiğnemlik et yaptık, bir
    çiğnemlik etten kemikler ya­rattık, kemiklere de et giydirdik. Sonra onu
    (eskisinden farklı) bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Al­lah,
    ne yücedir.” (Mü’minim: 23/14) Bilindiği gibi insanın bu ayeti kerimede
    bahsedilen “yaratılış aşamaları” arasında 40’ar günlük süre vardır.
    Nitekim aynı bu husus, sıhhatinde ittifak edilen Sahîh bir hadiste de bu
    şekilde bildirilmektedir.”[27]

    Tefsircilerin
    kaydettiğine göre; Cebrail, Hz. Meryem’in elbisesinin yakasından rahmine
    ulaşacak şekilde üfürmüştür. Bu üflemeyle Hz. Meryem, normal bir kadının
    kocasından hamile kaldığı gibi hamile kalmıştır.

    İbn Kesîr; Cebrail’in,
    Hz. Meryem’in elbisesinin yakasın­dan rahmine değil de ağzına üflediği ile
    ilgili Übey b. Ka’b (r.a)’a nispet edilen bir rivayeti reddederek şöyle der:

    “Bu rivayet,
    Kur’ân-ı Kerîm’de bu kıssanın anlatılması es­nasında kullanılan ifadelere
    aykırı düşmektedir. Zira bu kıssa, Kur’ân-ı Kerîm’de Cebrail’in, Hz. Meryem ile
    konuşmak üzere onun yanma Allah tarafından gönderildiğine, onun elbisesinin
    yakasından rahmine ulaşacak şekilde üflediğine ve bu üflemesi de onun rahmine
    sirayet ederek hamile karmasına yol açtığına delalet etmektedir. Nitekim Yüce
    Allah, Hz. Meryem’in bu durumu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Biz, (Cebrail
    aracılığıyla) ruhumuzdan, ona, (elbisesinin yakasından rahmine ulaşacak
    şekilde) üflemiştik.” (Fahrim: 66/12)

    Bu ayeti kerimede
    geçen “öna” zamiri, Cebrail’in üfleme­sinin, onun ağzına değil de
    rahmine sirayet ettiğini gösterir.[28]

     

    Hz. Meryem’in Suçlanması:

     

    Rivayet edildiğine
    göre; Hz. Meryem’de hamilelik belirti­leri yavaş yavaş fark edilmeye
    başladığında onun bu durumu­nu ilk anlayan akrabalarından Yûsuf en-Neccâr
    denilen kimse oldu.                                                     
                      

    İbn Kesîr’in
    kaydettiğine göre; bu adam, salih ve çokça ibadet eden kimselerdendi. Aynı
    zamanda Hz. Meryem’in dayısınm oğluydu. Hz. Meryem’in dine çok bağlılığını,
    iffetlili-ğini ve çokça ibadet eden bir kimse olduğunu bildiğinden do­layı ve
    bunun yanı sıra kocası olmadığı halde yinede hamile kaldığını gördüğünden
    dolayı ondaki bu hamileliğe çok şaşır­mıştı. Günün birinde Hz. Meryem ile
    konuşurken bu konuyu ona şöyle açmıştı:

      ‘Ey Meryem! Tohumsuz ekin hiç olur mu?’ diye
    sordu. Hz. Meryem’de:

      ‘Evet! Olur. Yoksa sen, Allah’ın ekini ilk
    yarattığı gün tohumsuz olarak yarattığını bilmiyor musun?’ diye cevap ver­di.
    Yûsuf tekrar:

      ‘Su olmadan ağaç hiç yetişir mi?’ diye sordu.
    Hz. Mer­yem:

      ‘Evet! Allah’ın ilk defa ağacı su olmadan
    yarattığını, a-ğacı ve suyu da ayrı ayrı yarattıktan sonra suyu, ağacın hayatı­na
    vesile kıldığını bilmiyor musun?’ diye cevap verdi. Yûsuf:

      “Erkek olmadan kadından hiç çocuk doğar
    mı?’ diye sor­du. Hz. Meryem:

      ‘Evet! Sen, Allah’ın Adem’i erkeksiz ve kadınsız
    yarat­tığını bilmiyor musun?’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Yû­suf, ona:

       ‘Öyleyse sen, bana kendi durumunu anlat?’
    dedi. Hz. Meryem’de:

      ‘Doğrusu Allah, bana kendi katından (ismi)
    İsa (lakabı) Mesih ve (sıfatı) Meryem oğlu olan bir kelimeyi müjdeledi’ dedi.[29]

    Yûsuf en-Neccâr, Hz.
    .Meryem’in bu sözlerinden sonra onun her türlü kötülüklerden ve çirkin
    şeylerden uzak olduğunu ve ondaki hamileliğin hikmet sahibi Allah’ın bir
    istemesi ve dilemesi olduğunu anladı.

    Süddî’nin,
    sahabelerden sağlam bir senetle rivayet ettiğine göre; Hz. Meryem, günün
    birinde (aynı zamanda Hz. Zekeriyyâ’nın hanımı olan) teyzesinin yanma girmişti.
    Teyze­si, ona:

    – Duydun mu, ben hamileyim?’
    dedi. Hz. Meryem’de ona:

    – Bende hamileyim,
    bunu duymuş muydun?’ dedi. Böyle deyince teyzesi, Hz. Meryem’le kucaklaşmış ve
    ona:

    – Doğrusu ben,
    karmmdaki yavrunun senin karnındaki yavruna eğildiğinin (bir çeşit secde
    ettiğinin)[30] farkına varıyo­rum’ dedi.

    İmam Malik bu konu ile
    ilgili olarak şöyle der: “Bu olay; Hz. İsa (a.s)’m, Hz. Yahya (a.s)’dan
    daha üstün olduğuna delâ­let etmektedir. .

    Hz. Meryem’in hamile
    olduğu haberi İsrailoğulları içeri­sinde kısa zamanda yayıldı. (Bu olaydan
    kaynaklanan) üzüntü ve keder, Hz. Zekeriyyâ(as)’ın ev halkına girdiği gibi Hz.
    Meryem’in de ev halkına girmişti. Çünkü bazı zındıklar; Hz. Meryem’in,
    Beytü’l-Makdis’te beraber ibadet ettikleri Yûsuf en-Neccâr ile cinsel ilişkide
    bulunduğu ile ilgili iftirada bu­lunmuşlardı. Başkaları da; Hz. Meryem’in, Hz.
    Zekeriyyâ (a.s) ile cinsel ilişkide bulunup ondan hamile kaldığı şeklinde
    iftira­da bulunmuşlardı.

    İbn Cerir et-Taberi bu
    konu ile ilgili olarak şöyle der: “Zındıklar; Hz. Zekeriyyâ (a.s)’m, Hz.
    Meryem ile zina edip onu hamile bıraktığı şeklinde iftirada bulundular. Bundan
    dolayı da Hz. Zekeriyyâ (a.s)’ı öldürmek istediler. Onların bu durumunun
    farkına varan Hz. Zekeriyyâ (a.s), onlardan kaçıp gitti. Onlarda, Hz. Zekeriyyâ
    (a.s)’m peşine düştüler. Kaçmak­ta iken, bir ağaç (Allah’ın izniyle) ikiye
    yarıldı. Hz. Zekeriyyâ (a.s)’da, onun içine girdi. Ağaçta kapanıverdi. Fakat
    dışarıda kalan eteğinin ucunu şeytan yakalayiverdi. Sonra onun, o ağa­cın içine
    girmiş olduğunu Hz. Zekeriyyâ (a.s)’m kavmine gös­terdi. Kavmi, testere
    getirerek Hz. Zekeriyyâ (a.s).’m içinde bulunduğu ağacı baştan aşağıya
    biçtiler. Hz. Zekeriyyâ (a.s), kafir Yahudilerin elleriyle işte böyle şehit
    edilmiştir.”[31]  Al­lah’ın saîât ve selâmı onun üzerine olsun. [32]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Doğumu:

     

    Meşhur ve yaygın olan
    görüşe göre; Hz. İsa (a.s), Beytü’I-Lahm’da doğmuştur.[33] Hz.
    Meryem, çocuğa Yahudiler tarafından bir kötülük yapılacağından korktuğu için
    onu hemen alıp Beytü’l-Makdis’e götürmüştür. Kur’ân-ı Kerîm, bize, Meryem
    Sûresinde; Hz. İsa (as)’ın doğumunu şöyle anlatmıştır.

    Bu kıssa, özet olarak
    şu şekildedir: Hz. Meryem, Beytü’l-Lahm’da iken hamilelik müddeti tamamlanıp
    doğum sancıları şiddetlendi. Bu sancılar, Hz. Meryem’i kuru bir hurma ağacı­nın
    gövdesine dayanmaya mecbur etti. Bu kuru hurma ağacı­nın gövdesi, doğum
    sancılarının şiddetinden sallandı. Nihayet Hz. İsa (a.s) doğdu. Hz. Meryem,
    kavminin, -babasız olarak doğurduğu bu- çocuğu görünce yadırgayacaklarını ve
    kendisi­ni suçlayacaklarından korkarak üzüntü içerisinde şöyle der: “Keşke
    bun (u doğurma) dan önce Öîseydim de unutulup git­miş olsaydım ” (Meryem:
    19/23)

    Hz. Meryem, ölümü,
    dini açısından temenni etmişti. Çün­kü bu doğumdan dolayı dini inancı
    hususunda; Yahudilerin kötü düşüneceğinden ve kavmi ile aile halkı arasında
    ayıplana­cağından korkmuştu

    Hz. Meryem, çocuğunu
    doğurduğu sırada meyvesi olma­yan hurma ağacının gövdesine dayandığında, doğum
    sancıları­nın şiddeti ağacı salladı. Hemen üzerine yaş, olgun ve ballı hurmalar
    döküldü. Bu taze hurmalardan yiyip etrafta nehir ol­madığı halde Allah’ın
    kendisi için gönderdiği sudan doyasıya içti.

    Hz. Meryem’e yapılan
    bu ikramların hepsi, Allah’a olan imanına ve itaatine karşılık Allah tarafından
    ona verilmiş bir ikramı ve Allah’ın kulu ile peygamberi olan çocuğu Hz. İsa
    (a.s)’a bir inayetidir.

    Hz. İsa (a.s)’m
    doğumunu yaptıktan sonra (ilk önce Beytü’l-Makdis’e götürdü ve orada bir müddet
    kaldıktan son­ra) çocuğunu kucağına alarak kavmine getirdi. Kavmi, Hz. İsa
    (a.s)’ı görünce, bu büyük olay ve durum karşısında hem kork­tular ve hem de
    şaşkına döndüler. Bunun üzerine Hz. Meryem hakkında kötü düşünceler beslemeye
    başladılar. Çünkü evlen­memiş bir kızın nasıl çocuğu olurdu? Üstelik Hz.
    Meryem’in soyunu ve aile halkının durumunu bildiklerinden dolayı bu ko­nudaki
    şüpheleri ve korkuları daha artmıştı. Zira Hz. Meryem, onların yanında şerefli
    ve faziletli bir kadındı. Babası İmrân ise, Yahudilerin ileri gelenlerinden ve
    eşraftandı. Üstelik bun­ların yanı sıra Yahudi alimlerinin lideri konumundaydı.
    Aile halkı ise; faziletli, izzet-i nefısli ve dine bağlı bir aile idi. Buna
    göre babası ve aile halkı böyle olduğu halde Hz. Meryem bu kötü ve çirkin
    durumla insanların yanma nasıl gelebilir ve bu kötü işi nasıl işleyebilirdi?!..

    Hz. Meryem, Allah’ın
    emri üzerine bu konuda onlarla ko-nuşmayıp sustu. Soru soranlara da,
    kendileriyle konuşması için ve kendisine yöneltilen suçlamaları cevaplaması
    için henüz memedeki yavrusuna işaret ediyordu.

    Halbuki Hz. Meryem’in
    -onlar tarafından da- temiz ve günahsız olduğunun bilinmesine rağmen bunun
    henüz kundak­ta olan bir bebeğin konuşmasından ve onların itham ile iftirala­rına
    -annesinin suçsuzluğuna dair- cevap vermesinden daha üstün bir delil olamaz.

    Nitekim Yüce Allah,
    Meryem Sûresinde; Hz. İsa (a.s)’ın doğumunu şöyle anlatmaktadır:

    “Nihayet Meryem
    Isa ‘ya gebe kaldı. Bu sebeple onunla (çocuk karnında olduğu halde aile
    halkından ve insanlardan) uzak bir yer (olan Beytü’l-Lahm’a) çekildi. Doğum
    sancıları Meryem’i (meyvesi olmayan kuru) bir hurma ağacının dibine gitmeye
    mecbur etti. (Meıyem, kavminin babasız olarak do­ğurduğu bu çocuğu görünce
    yadırgayacaklarını ve kendisini suçlayacaklarım bildiğinden dolayı) : ‘Keşke bu
    (çocuğu do-ğurma)dan önce öleydim de adım sanım unutulsaydı’ dedi. (Meryem
    böyle bir durumdayken) altından ona (Cebrail veya Isa tarafından) şu ses geldi:
    ‘(Karşı karşıya kaldığın sıkıntının şiddeti sebebiyle) üzülme sakın! Rabbin,
    senin ayağının altın­da bir ırmak (küçük bir su) akıttı. (Meyvesi olmayan kuru)
    hurma ağacını (n dalını da) kendine doğru (tutup) silkele ki üstüne taze hurma
    dökülsün! (Hurmalardan) ye! (Ve akan su­dan) iç! (Bu sevimli çocuk sebebiyle)
    gözün aydın olsun. (Eğer Çocuğu kucağına alıp aile halkına ve insanlara doğru
    gider­ken) insanlardan birisini görecek olursan (çocuk hakkında sa-na soru
    sorduklarında ve iftirada bulunduklarında) ben (susmaya) çok esirgeyici Allah’a
    oruç adadım[34] Bundan dolayı bugün
    (sizden) hiç kimseyle konuşmayacağım’ de! Derken ço­cuğu (kucağına) alıp
    kavmine getirdi. (Kavmi onunla birlikte çocuğu gördüklerinde:) ‘Ey Meryem!
    Doğrusu (Şimdiye ka­dar) görülmedik bir şey yaptın. Ey Harun ‘un kız kardeşi,[35]
    baban kötü birisi değildi. Annende zina eden birisi değildi’ dediler. Bunun
    üzerine (onlara, İsa ile konuşmalarını işaret ederek kundaktaki) çocuğu
    gösterdi. (Onlar buna hem kızarak v*e hem de hayrete düşerek:) ‘Biz kundaktaki
    çocukla nasıl ko­nuşabiliriz? ‘ dediler. Bunun üzerine (İsa, Allah tarafından
    dile gelerek:) ‘Şüphesiz ben, Allah’ın kuluyum. (Allah) bana kitabı (olan İncîl
    ‘i) verdi. (Yakın bir gelecekte) beni Peygamber kıl­dı. Nerede olursam olayım
    beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe (kendisine) namaz kılmamı ve (insanlara)
    zekat vermemi emretti. Birde, anneme iyi davranmamı öğütledi. Ve beni bedbaht
    ve bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kalacağım
    günde selam olsun bana’ dedi.”[36]

     

    Hz. İsa (a.s) ın Hayatı:

     

    Hz. İsa (a.s),
    doğumunun 8. gününde annesi Hz. Meryem onu alıp Beytü’l-Makdis’e götürerek
    orada sünnet ettirdi.[37]

    Hz. Meryem,
    Cebrail’in; kendisine, Hz. İsa (a.s)’ı müjde­lediği sırada emrettiği gibi onun
    adını Yesû’ (İsa) koydu.

    Sünnet olma,
    peygamberlerin sünnetlerinden[38] ve
    fıtrat­tan[39] olan bir şeydir. Üstelik
    Hz. İbrahim (a.s)’dan itibaren de diğer nebilerin ve resullerin şeriatında da
    vardır. Barnaba İn­cil’inde ise; Hz. İsa (a.s)’m sünnet olduğu ile ilgili şöyle
    bir ibare vardır:

    “Rabbin şeriatı
    gereği (doğumunun) 8 ‘inci günü dolunca çocuğu altp Mûsâ ‘nın kitabında da
    yazılı olduğu gibi- sünnet ettirmek üzere Mabed (Beytü’l-Makdis)’e götürdüler.
    Sünnet ettirip adım hamilelikten önce meleğin emrettiği gibi ‘Yesu’ (İsa)
    koydular.”

    Hz. İsa (a.s),
    Beytü’l-Lahm’dan uzakta düz, yüksek ve suyu bol olan bir yerde annesi Hz.
    Meryem ‘in himayesi altında ye­tişti… Nitekim Yüce Allah’ta, Hz. İsa (a.s)’in
    bu yetişmesini şöyle anlatmaktadır:

    “Biz, Meryem oğlu
    İsa ‘yi ve annesini, (Bizim her şeyi ya­ratmaya kadir olduğumuza dair) bir
    mucize hidık. Üstelik her ikisini de, ‘düz ve suyu bol olan yüksek bir yere’
    yerleştirdik.” (Mü’minun: 23/50) [40]

     

    Herodes’un, Hz. İsa (a.s)’ı Öldürmeye Karar Vermesi:

     

    Hz. İsa (a.s)’m
    doğduğu dönemde orada Kayser Auguste (Oğustos) adına hüküm süren Herodes diye
    adında zalim bir vali/hükümdar vardı.

    “Herodes, bazı kahinlerden;
    yakında bütün Yahudilerin başına geçecek bir çocuğun doğacağını haber aldı.
    Bunun üze­rine Beytü’1-Lahm’da doğacak bütün çocukların Öldürülmesini
    emretti.”

    Bu kıssa, sadece Matta
    ve Barnaba İndilerinde anlatılmış­tır.

    Yûsuf en-Neccâr’a,
    rüyasında, doğan çocuğu ve annesini, bu zorba vali/ hükümdarın kötülüğünden
    koruması için onları Mısır’a götürmesi emir olunmuştu. Uykudan uyanınca hemen
    çocuğu ve annesini alıp Mısır’a götürmüş ve orada, Herodes ölünceye   kadar 
    kalmışlardı.   Herodes   ölünce,  
    Yûsuf  en-Neccâr’a, rüyasında;
    tekrar çocuğu ve annesini alıp onlarla birlikte eskiden oturmakta oldukları
    şehre geri dönmeleri emir olunmuştu.  
    Çünkü  orada çocuğu öldürmek  isteyen 
    zalim Herodes ölmüştü. Bundan dolayı da Yûsuf en-Neccâr ikisini alıp
    eskiden oturdukları şehre geri götürmüştü.”[41]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın, Yahudi Alimleriyle Olan Tartışması:

     

    Hz. İsa (a.s) 7 yaşına
    ulaştığında, annesi ve Yûsuf en-Neccâr ile birlikte Mısır’dan (Filistin’deki)
    el-Halîl şehrine gelip “Nasıra” kasabasına yerleşti. Nasıra
    kasabasına binâen (veya Hz. İsa’ya yardım eden) anlamına gelen Nasıra
    kelime-sine nispetle Hıristiyanlara “Nasâra” denilmiştir.[42]

    Çocukluğu, hikmetler
    ve nimetler içerisinde Allah’ın ve yakınlarının gözetiminde geçmiştir.

    12 yaşma gelince,
    annesi Hz. Meryem ve Yûsuf en-Neccar ile birlikte -Tevrat’ta yazılı Rabbin emri
    gereği- Yüce Allah secde etmek için Kudüs’teki Beytü’l-Makdis’e gittiler.
    İbadet­lerin ve duaların bitiminde İsa’yı kaybettiler. Hiçbir yerde bu­lamadılar.
    Akrabalarıyla birlikte eve dönmüştür zannederek geri geldiyseler de onu
    bulamadılar. Annesi Hz. Meryem, am­casının oğlu Yûsuf en-Neccâr ile birlikte
    akraba ve komşuların arasında aramalarına rağmen İsa’yı bulamadılar. Kayboluşu­nun
    3’üncü gününde onu, Beytü’l-Makdis’te, Yahudi alimleri­nin arasında onlarla
    “Namusu Ekber” konusunda tartışırken buldular. Orada bulunan
    kimseler, onun soru ve cevaplarına hayret edip:

    – Okuma-yazmayı
    öğrenmemiş olan çocuk, bu kadar ilmi nereden aldı?’ diyerek şaşkınlıklarını
    belirttiler. Annesi, onu görünce:

    – Nedir senin bize
    yaptığın? Üç gündür seni arıyoruz’ di­yerek onu azarladı. Bunun üzerine
    annesine:

    – Sen! Allah’a
    hizmetin, anne-babadan önce gelmesinin gerekli olduğunu bilmiyor musun?’ diye
    cevap verdi. Daha sonra onlarla birlikte Nâsıra’ya döndü.[43]

    Tarih, Hz. İsa (a.s)’m
    çocukluk hayatının bu kısmından i-tibaren Peygamber oluşunun başlangıcına kadar
    geçen bu fet­ret dönemi hakkında bir şeyler yazmıyor. Buna göre Hz. İsa (a.s)’m
    geçirmiş olduğu 17 senelik bu müddeti nerede ve nasıl geçirdiği bilinmiyor. [44]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Peygamberliğinin Başlaması:

     

    Hz. İsa (a.s) 30 yaşma
    gelmişti. Hıristiyanların yanında, Yuhanna el-Ma’medân (Vaftizci Yuhanna) diye
    bilinen Hz. Yahya (a.s)’m yanına geldi. Hz. Yahya (a.s)’da, onu vaftiz etti.[45]
    Vaftizden sonra Hz. İsa (a.s)’a, Ruhu’l-Kudüs (Cebrail)” geldi. Bundan
    sonra Hz. İsa (a.s), (Yahudiye) çölünde bulunan insanların arasında aç ve susuz
    olmak üzere 40 gün oruç tuttu. Vahiy yoluyla “İncil” diye bilinen
    Yüce Allah’ın kutsal kitabı Hz. İsa (a.s)’a nazil oldu. Bu andan itibaren Hz.
    İsa (a.s)’m risâleti başlamış oldu.

    Kur’ân-ı Kerîm, Hz.
    İsa (a.s)’m peygamberliğinin ne za­man başladığına ve bunun nasıl nazil
    olduğuna dair bir bilgi vermiyor. Fakat İndilerin ifadelerine göre; Hz. İsa
    (a.s), 30 yaşma girdiği sıralarda peygamberliğinin başladığında ittifak
    edilmektedir. Tarihçilerin ve bazı tefsircilerinde ifadeleri bu yöndedir:

    İslam alimler bu
    konuyla ilgili olarak şöyle derler:

    “Peygamberlik
    çoğunlukla (peygamberlere) 40 yaşında gelir. Hz. İsa (a.s)’a gelince ise, o, 30
    yaşındayken Peygamber olmuştur. Bu durum, sadece Hz. İsa (a.s)’a özgü bir
    özelliktir. Çünkü Hz. İsa (a.s), 40 yaşma ulaşmadan önce semaya kaldı­rılmıştır.
    Bundan dolayı Hz. İsa (a.s)’m peygamberliğine dair delil, Yüce Allah’ın şu
    ayeti kerimesidir:

    “Hani Meryem oğlu
    İsa: ‘Ey İsrail oğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan Tevrat ‘ı
    doğrulayan ve benden son­rada ismi Ahmet olacak bir peygamberi müjdeleyen
    Allah’ın size gönderdiği ‘birpeygamberiyim’ demişti.” (Saff: 61/6) [46]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Daveti:

     

    Hz. İsa (a.s),
    Allah’ın kendisine vahyettiği hak dine davet faaliyetini, Yahudi toplumu
    içerisinde yürüttü. Çünkü Yahudi toplumu, Yüce Allah’ın Hz. Mûsâ (a.s)’a
    indirdiği Rabbani şeriattan sapmışlar ve azmışlardı. Bu sebeple bu toplumun içerisinde
    aşırı sapmalar, hurafeler ve bidatler yerleşmişti. İsrail oğullarının üzerinden
    bu şekilde uzun zaman geçmişti. Bu za­man içerisinde; kalpleri katılaşmış,
    Allah’ın Hz. Mûsâ (a.s)’a gönderdiği ilahi şeriatı tahrif etmişler, Tevrat’ın
    nasslarmı o-yuncak haline getirmişler ve kendilerine gönderilen peygam­berlerin
    gösterdiği doğru yoldan sapmışlardı.

    Bunun üzerine onları;
    doğru yol olan Allah’ın dinine çe­virmesi ve Allah’ın dini içerisine
    karıştırdıkları tahrifatı ve hu­rafeleri düzeltmesi için Yüce Allah, onlara,
    Hz. İsa (a.s)’ı Pey­gamber olarak gönderdi.

    Hz. İsa (a.s), onlara;
    Allah’ın emirlerini tebliğ etmeye ve kendisine indirilen yeni dinin teşri
    kılınmış hükümlerini öğ­retmeye başladı. Bu hükümlerin bir kısmı; Hz. Mûsâ
    (a.s)’m şeriatında haram kılınan bazı şeyler, onların azgınlıkları ve
    sapıklıkları sebebiyle onlara bir ceza olarak helal kılınmış ve bazı helal olan
    şeylerde haram kılınmıştı. Fakat o sırada Yahu­dilerin, Hz. Mûsâ (a.s)’dan
    kalmış kendilerine ait cezai hü­kümleri vardı.

    Nitekim Şanı Yüce
    Allah, Hz. İsa (a.s)’m diliyle bu duru­mu şöyle anlatmaktadır:

    “Benden önce
    gelen Tevrat’ı (n hükümlerini) tasdik edici olarak (Mûsâ ‘nın şeriatında:)
    ‘Size haram kılınan bazı şeyleri helal yapayım’ diye (Peygamber olarak
    gönderildim). Size (söylediklerimin doğruluğuna delâlet eden) bir ayet (veya
    bir delil) getirdim. Artık (beni yalanlamak ve bana muhalefet et­mek konusunda)
    Allah ‘tan korkun. (Size yapmanızı söylediğim emirlerde) bana itaat edin. Şüphe
    yok ki, Allah benimde Rahbim ve sizinde Rabbinizdir. Öyleyse Allah’a ibadet
    edin. Dosdoğru yol işte budur. ” (Âl-i İmrân: 3/50-51)

    Yüce Allah, Hz. İsa
    (a.s)’m peygamberliğini tasdik etmek ve risaletini teyit etmek için onun elinde
    apaçık mucizeler meydana getirmiştir… Hz. 
    İsa (a.s)’m göstermiş olduğu bu mucizeleri, inşallah
    “Mucizeleri” bahsinde açıklayacağız.

    Hz. İsa (a.s), daveti
    sırasında Yahudilerin inatçılıkları ve kibirlenmeleri ile karşılaştı. Bunların
    yanı sıra alaylı tavırlar, küçük düşürücü sözler ve hareketler ile de
    karşılaştı. Özellikle de, hahamlarından ve din adamlarından tepki gördü.

    Zalim ve günahkar
    kimselerin tahrif ettiği -kendisinden önce Hz. Mûsâ (a.s)’m getirdiği- Rabbani
    şeriatın esasları ve dini kavramlar etrafında onlarla zorlu ve yorucu bir
    mücadele­ye girişti. İbadet etmek için Mabed’e çekilmiş zahitler, vaizler ve
    mabet hizmetçileriyle tartışıyor, onların hepsini keskin ve parlak delillerle
    susturuyor, onlara gerçek manada Allah’ı an­latıyor, dosdoğru olmayı emrediyor,
    yollarının ve gidişatları­nın yanlışlığım açıklıyor, riyakarlıklarını ve
    bozukluklarını gözler önüne seriyordu. Nihayet onlar, köşeye sıkışmışlardı.
    Bunun üzerine ondan kurtulmaya karar verdiler.
    [47]

     

    Yahudilerin, Hz. İsa (a.s)’a Karşı Hile Kurmaları ve
    Öldürmeye Teşebbüs Etmeleri:

     

    Yahudilerin ileri
    gelenleri ile din adamları bir araya gelip toplandılar ve Hz. İsa (a.s)’ın
    durumu hakkında birbirleriyle istişare ederek:

      ‘Doğrusu bu adamın (kendi düşüncemiz
    doğrultusunda Hz. Mûsâ (a.s)’m getirmiş olduğu ilahi şeriatı tahrif ederek
    oluşturduğumuz) dinimizi yıkmasından ve insanları (bizim di­nimizden
    kopartarak) kendisine bağlamasından korkuyoruz’ dediler. Mabed hizmetçilerinin
    lideri, diğerlerine:

      ‘Bir adamın ölmesi, halkın, onun izinden
    yürümesinden daha hayırlıdır’ dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s)’m öldürül­mesi
    fikrinde anlaştılar.

    – Roma hükümdarı
    Kayser adına Yahudileri hükümdarlığı altında bulunduran Romalı Vali Pilatos
    ekBinti’ye giderek; ‘Hz. İsa (a.s)’m, Yahudiler üzerine hükümdar olmayı
    istediği ve mevcut düzeni devirmek için çalıştığı” şeklinde iddialarda
    bulunarak valiyi Hz. İsa (a.s)’a karşı kışkırttılar. Üstelik valiye
    söyledikleri bu sözleri çok süslü bir şekilde süsleyerek söyledi­ler. Sonunda
    vali, Hz. İsa (a.s)’ı çarmıha germek ve bu şekilde öldürmek suretiyle ondan
    kurtulmaya karar verdi. O zamanlar, bir kimsenin öldürülmesine karar
    verildiğinde onu bu şekilde öldürürlerdi.

    Fakat Hz. İsa (a.s),
    kavminin kendisiyle ilgili hilesinin farkına vardı. Bunun üzerine valinin
    adamlarından gizlendi. Valinin adamlarından hiçbirisi, Hz. İsa (a.s)’i
    yakalayıp öldü­rülmek üzere valiye teslim etmek için yerini bulamadılar. Ha­varilerden
    birisi, valinin adamlarına:

      ‘Mesih İsa, eşeğinin üzerinde, Kudüs’e girdi’
    diye ihbar­da bulundu. Diğer Havariler ise Hz. İsa (a.s)’ı, temiz bir kalp ile
    karşıladılar. Hz. İsa (as), onlara:

      ‘Sizden birisi, hem benimle birlikte
    yiyip-içiyor ve hem de beni (valinin adamlarına) teslim etmeyi istiyor’ dedi.
    Daha sonrada onlara vasiyet etmeye başlayarak:

      ‘İnsan oğlunun[48]
    babasına[49] döneceği vakit yaklaşmış­tır.
    Ben, sizin benimle gelmeniz mümkün olmayan bir yere gidiyorum. Şu vasiyetimi
    çok iyi tutun: ‘Sizinle birlikte bu­lunmak üzere Peygamber olarak gönderilecek
    ‘Faraklit[50] diye birisi gelecek.
    ‘Faraklit’, size, hakkın ve doğruluğun Özünü getirdiğinde beni de size haber
    verecektir. Bunları, size, zama­nı gelince hatır laya siniz diye söylüyorum.
    Yine ben size şunu da söylüyorum ki; ben Rabbime döneceğim. (Size uymanızı
    vasiyet ettiğim) o Peygamber gelecek ve sizi topluca doğru yola sevk edecek.
    Geçmişe ait haberler verip benden Övgüyle size bahsedecek. Artık kısa bir
    müddet sonra beni göremeye­ceksiniz’ dedi. Daha sonrada gözlerini semaya
    dikerek:

    – ‘Vakit geldi’ dedi.
    (Sonrada Allah’a hitaben:) ‘Ben seni dünyada yücelttim. Bana emretmiş olduğun
    görevi de tamam­ladım’ dedi.

    Hz. İsa (a.s), Havarileri
    ile birlikte içerisinde kendisinin ve Havarilerin bir araya geldiği yere
    gittiler. Fakat Havarilerden Yehûza el-Esharyotî denilen hain bir adam vardı.
    Bu, Hz. İsa (a.s)’ın ‘sizden biriniz, hem benimle birlikte yiyip-içiyor ve hem
    de beni (valinin adamlarına) teslim etmeyi istiyor’ diye işaret ettiği
    Havarilerinden münafık olan birisi idi. Bu adam, Hz. İsa (a.s)’ın saklandığı
    yeri biliyordu. Hz. İsa (a.s)’ı yaka­layıp öldürmek isteyen valinin adamlarını
    görünce 30 dirhem karşılığında onun saklandığı yeri onlara gösterdi. Hz. Isa
    (a.s)’m saklandığı yere girdikleri zaman, Allah, bu hain Yehûza el-Esharyotî’yi
    Hz. İsa (a.s)’m şekline çevirdi. Bunun üzerine valinin adamları, onu, Hz. İsa
    (a.s) zannettiklerinden dolayı onu yakaladılar ve çarmıha germek suretiyle onu
    Öldür­düler. Yüce Allah ise Hz. İsa (a.s)’ı kendi katma yükseltti.

    Nitekim Yüce Allah bu
    olayı şöyle anlatmaktadır:

    “Oysa onlar, İsa
    ‘yi öldürmediler ve çarmıha geremediler. Fakat (İsa ‘nın havarilerinden münafık
    olan hain birisi) onlara (İsa ‘nın) benzer(i olarak) gösterildi. İsa (‘nın
    ölüp-Ölmedigi hakkında) ihtilafa düşenler ondan yana şüphe içindedirler. Bu hususta,
    onların bilgileri yoktur. Onlar ancak (bu konuda) zanna dayanmaktadırlar. Onu
    gerçekten öldürememişlerdir. Bilakis Allah, onu, ‘kendi katma’yükseltmiştir
    ” (Nisa- 4/157-158)[51]

    Yüce Allah, Hz. İsa
    (a.s)’ı kendi katına yükselttiğinde o 33 yaşındaydı. Buna göre Hz. İsa (a.s)’ın
    İsrail oğullarını davet ettiği müddet 3 sene idi. Çünkü Hz. İsa (a.s), 30
    yaşındayken İsrail oğullarına Peygamber olarak gönderilmişti.[52]  Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. [53]

     

    Hz. İsa (a.s)’in Çarmıha Gerilme Meselesi:

     

    Hz. Isa (a.s)’ın
    çarmıha gerilme meselesindeki biz Müs­lümanların inancı, önünden ve arkasından
    hiçbir batılın gire­mediği Kur’ân-ı Kerîmin haber verdiği en sağlam ve doğru
    i-nançtır. Bu da şu şekildedir:

    “Şanı Yüce Allah,
    Hz. İsa (a.s)’ı Yahudilerin tuzağından kurtarıp ruhu ve bedeni ile birlikte
    diri olarak[54] kendi katma yükseltmiş,
    Hz. İsa (a.s)’in saklandığı yeri valinin adamlarına gösteren bu hain münafık
    Yehûza el-Esharyotî’yi de Hz. İsa (a.s)’ın şekline çevirmiş ve valinin adamları
    da bu hain müna­fığı Hz. İsa (a.s) zannederek çarmıha germişlerdir.”

    Yüce Allah’ın bu hain
    münafık adamı, Hz. İsa (a.s)’m şek­line çevirmesi suretiyle Hz. İsa (a.s)’ın
    yerine bu adamın çar­mıha gerilmesi, Yüce Allah’ın kulu ve resulü olan Hz. İsa
    (a.s)’a bir ikramıdır.

    Görüldüğü üzere
    Müslümanların Hz. İsa (a.s) hakkındaki inançları, onun çarmıha gerildiğini
    iddia eden Hıristiyanların inançlarından daha temiz, daha üstün ve daha
    şereflidir.

    Valinin adamları, Hz.
    İsa (a.s) zannıyla yakaladıkları bu haine her türlü eziyeti ve cefayı yaptılar.
    Sonrada iki elini ve iki ayağını odun parçalarına germek suretiyle çivileyerek
    çar­mıha gerdiler ve insan oğlunun işlemiş oldukları günahlara kefaret olması
    için ve insanlığa feda ederek öldürdüler. Yahu­diler gibi Havariler de, çarmıha
    gerilme meselesinde şüpheye ve büyük ihtilafa düştüler. Çünkü çarmıha kim
    gerilmişti? Hz. İsa (a.s) mı? Yoksa Yehûza el-Esharyotî mi?

    İşte bu şüphe ve
    ihtilafın sebebinin kaynağı şu idi: “Bu ha­in münafık adam, Hz. İsa
    (a.s)’in yerini gösterdiğinde onlar­dan, kendilerinin önünde Hz. İsa (a.s)’m
    bulunduğu yere gir­meyi istedi. Çünkü burada Hz. İsa (a.s)’m dışında kimse yok­tu.
    Bundan dolayı Yüce Allah, Hz. İsa (a.s)’ı kendi katına yük­seltti ve bu adamı
    Hz. İsa (a.s)’m şekline çevirdi. Tam bu sıra­da valinin adamları oraya
    girdiklerinde, orada Yüce Allah’ın Hz. İsa (a.s)’a benzettiği Yehûza
    el-Esharyotî’den başka hiçbir kimseyi bulamadılar.” İşte bundan dolayı
    Havariler:

    – Eğer bu İsa ise,
    arkadaşımız Yehûza nerede? Eğer bu Yehûza ise, İsa nerede?’  Çünkü valinin adamları, çarmıha germek için
    onu yakaladıklarında, o, valinin adamlarına:

    – Ben Yehûza
    el-Esharyotî’yim. İsa değilim’ diyordu. Va­linin adamları ise onun bu sözüne
    gülerek:

    – Sen, İsa değilim
    demekle bizi yalanlamak mı istiyorsun? Hiç kuşkusuz ki, sen Yesû’ (İsa)sın
    diyorlardı. Bu sırada Ha­variler, çarmıha gerilme meselesinde ihtilaflara ve
    münakaşa­lara devam ederken onu çarmıha gerdiler.

    Kur’ân-ı Kerîm ise;
    Hz. İsa (a.s)’m çarmıha gerildiği yo­lundaki Yahudi ve Hıristiyanların
    inançlarını ret ederek Müs­lümanların kabul ettiği doğru ve sağlam inancı
    anlatmıştır.

    Çarmıha gerilme ve
    insanlığa feda edilme meselesindeki Ya­hudilerin ve Hıristiyanların bu
    inançlarının yanlışlığını Kur’ân-ı Kerîm, açık bir şekilde şöyle ortaya
    koymaktadır:

    “Bir de;
    küfretmeleri, ‘Meryem’e büyük iftirada bulunma­larından ve Allah’ın resulü
    Meryem oğlu İsa Mesih’i öldür­dük’ demelerinden ötürüdür. Oysa onlar, İsa’yı
    öldürmediler ve çarmıha geremediler. Fakat (İsa ‘nın Havarilerinden müna­fık
    olan hain birisi,) onlara, (Isa ‘nın) benzer (i olarak) göste­rildi. İsa ‘nın
    (ölüp-ölmediğine, semaya kaldırılıp-kaldırılmadığına, çarmıha
    gerilip-gerilmediği vb. konularda) ihtilafa düşenler, ondan yana şüphe
    içindedirler. Bu (Mesih İsa ‘nın durumu) hakkında, onların bilgileri yoktur.
    Onlar an­cak (bu konuda) zanna dayanmaktadır. Halbuki onu gerçekten
    öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, onu, “kendi katına yükselmiş­tir.”
    (Nisa: 4/156-158)

    Ne acayiptir ki;
    Hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s)’ın, hem çarmı­ha gerilmek suretiyle öldürüldüğünü
    kabul ediyorlar ve hem de Hz. İsa (a.s)’ın ilah olduğuna ve Allah’ın oğlu
    olduğuna inanı­yorlar!!.

    Şair ne güzel
    söylemiş:

    “Ey İsa’ya
    tapanlar! İlah (olarak kabul ettiğiniz şahıs) Ya­hudi bir kimsenin eylemiyle
    çarmıha geriliyorsa, bu ne biçim ilahtır?” şeklinde size bir sorumuz var.
    Kafası çalışandan bu­nun cevabını istiyoruz.

    Yüce Allah ise kendisi
    hakkında şunları söylemektedir:

    “Allah,
    (zalimlerin) söyledikleri şeylerden çok yüce ve münezzehtir.” (İsra:
    17/43) [55]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Kendisini İnsanlığa Feda Etme Meselesi:

     

    Hıristiyanlar:
    “Hz. Mesih İsa (a.s), adem oğullarının işle­miş olduğu günahlarından ve
    hatalarından kurtarmak için çar­mıha gerilmiştir” derler!!!

    Bu görüş, doğru
    olabilir mi? İlahi adalete ve aklı selime uyar mı? Hz. İsa (a.s)’ın suçu neydi
    ki, yaratıkların günahları­na kefaret olması için çarmıha gerilmiş olsun? Bir
    insanı, baş­kasının yerine cezalandırmamız adalet midir? Örneğin; senin
    kardeşin adam öldürme veya zina etme suçunu işlese, senin suçun ne ki onun
    işlediği suçun ve günahın cezasını çekesin? Çünkü Rabbani hüküm, “Kendi
    (günah) yükünü taşıyan hiç kimse bir başkasının (işlediği günahın) yükünü
    taşımaz.” (En’am: 6/164) ve “Her insan kazandığıyla (Allah katında)
    rehin alınmıştır.” (Müddessir: 74/38) şeklinde ortaya çıkmak­tadır. İlahi
    adalet ise “Kim iyi bir iş yaparsa, faydası kendisi-nedir. Kim de kötülük
    yaparsa, zararı kedisinedir.” (Fussilet: 41/46) şeklinde tecelli etmiştir.

    Zaten sağlam düşünce
    de, cezanın yalnızca suçu işleyen kimseye verileceğine hükmeder. Fakat kilise
    adamlarının, gafil zihinlere soktukları hasta düşüncelere ve kör taassuba ne
    diye­lim!

    Reşid Rızâ,
    “Tefsirü’l-Menâr” adlı tefsirinde bu konuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Hıristiyanlara
    gelince; onlar da, Hz. İsa (a.s)’ın sonunun böyle kötü ve çirkin bir şekilde
    olduğunu kabul ettiler. Üstelik bunu, dinlerinin esası ve inançlarının temel
    direklerinden say­dılar. Öyle ki Hz. İsa (a.s)’m çarmıha gerildiğine inanmayanı
    mümin kabul etmezler. Böyle birisinin salih amelleri, ibadetlefi ve iyilikleri
    Hz. İsa (a.s)’m çarmıha gerildiğine inanmadıkça kendisine fayda sağlamaz.

    Bu inanca Ahdi
    Kadim’de de (Tevrat’ta) bir esas buldular, gu esasın üzerine de, Hz. İsa (a.s)’ın
    çarmıha gerilmesi mese­lesinin oturtup:

    – ‘Hz. Adem (a.s),
    bütün insanlığın ilkidir. Allah’ın kendi­sine yemesini yasak ettiği ağaçtan
    yemek suretiyle Allah’a is­yan etmişti. Bundan dolayı günahkar olmuş ve onun
    soyundan gelecek bütün insanlarda -onun işlemiş olduğu bu günahtan dolayı-
    günahkar olarak ahirette ebediyen helak, olmak suretiy­le cezaya müstahak
    olmuşlardır.’ Böylece Adem oğullarının hepsi -veraset yoluyla- günahkar olarak
    dünyaya germektedir. Böylece hem kendilerinin işlemiş oldukları günahlarının yü­künü
    ve hem de babalarının günahının yükünü taşıyorlardı. Allah’ın adalet ve rahmet
    sıfatları bulunduğundan dolayı bu suçu ve günahı cezasız bırakması O’nun
    adaletine yakışmaz. Eğer bunu yerine getirmezse adil olmaz. Bundan dolayı ken­dinden
    olan ‘oğlunun ruhunu’ hem orada olup ceset olsun -bundan dolayı da “bu
    kadının (Meryem’in) oğlu” olmakla mü­kemmel bir insan ve “Allah’ın
    oğlu” olmakla mükemmel bir “ilah” olarak- ve hem de bütün
    günahlardan masum olsun, sonrada insanlar gibi yaşasın, onlar gibi yiyip-içsin,
    onlar gibi acı duysun, Allah’ın ve O’nun -şeriatının düşmanları gelip çir­kin
    ve kötü bir şekilde onu öldürsünler, iki elini ve iki ayağını odun parçalarına
    germek suretiyle çivileyerek çarmıha gersin­ler ve yüzüne vurmalarından, alay etmelerinden
    sonra öldür­sünler diye Adem’in soyundan bir kadının (Meryem’in) rah­mine
    bırakmıştır.

    İşte bunların hepsi,
    ne kendisinin ve ne de diğer insanların elemediği bir günahtan (Hz. Adem’in
    işlediği günahtan) dola­yı, onun insanlığa feda edilmesi içindir…”[56]

    Derim ki: Bu sözlerin
    aslı astan olmayıp saçma sapan sözlerdir. Çünkü söyledikleri gibi olsa o zaman
    Allah’ın adalet ve rahmet sıfatları gerçekleşmiş olmaz. Zira günahsız bir kim­seye
    başkasının işlediği suçun cezasını çektirmek ve suçsuz bir kimseye de
    başkasının işlediği günahın cezasını vermek adalet değildir. Sonra bu inanç,
    aslında onların elindeki kutsal kitaba ters düşmektedir. Çünkü Tesniye
    kitabında:

    – “Babalar
    çocuklarının yerine, çocuklarda babalarının ye­rine öldürülemez. Doğrusu her insan,
    günahı (veya hatası) kar­şılığında dürülür” denmektedir. [57]

     

    Havariler Kimlerdir?:

     

    Hz. İsa (a.s)’ın,
    “Havariler” diye adlandırılan arkadaşları ve öğrencileri vardı.
    Bunlara, kalplerinin temizliği ve sır sak­lamalarının (veya gidişatlarının)
    düzgünlüğü sebebiyle “Hava­riler” denilmiştir. Üstelik bunlar, Hz.
    İsa (a.s)’m “Ensâr” (yar­dımcılar) mdandır. Bunlar tıpkı, Resulullah
    (s.a.v.)’e Medi­ne’de “yardım eden sahabelerine” benzerler.

    Nitekim Yüce Allah,
    Havarileri anlatmış ve onları şöyle övmüştür:

    “İsa, onların
    (Yahudilerin) kafirliklerini (kesin bir şekilde) anlayınca; ‘Allah uğrunda
    benim ‘yardımcılarım’ kimlerdir?’ dedi. Havariler de: ‘Biz, Allah (yolunun)
    yardımcılarıyız, Al­lah’a inandık ve O’na teslim olduğumuza (sende) şahit ol
    (Bunları İsa’ya söyledikten sonra Yüce Allah’a:) ‘Ey Rabbimizl İndirdiğin
    (İncil’e ve ondan önceki kitaplara) iman ettik ve peygamberin (olan İsa ‘nın)
    ardınca gittik. Bizi, şahit olanlarla beraber yaz’ dediler.”[58]

    Yüce Allah, her
    peygambere, “yardımcılar” (Ensâr) ve “Havariler” nasip
    etmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v.) bu ko­nuda şöyle buyurmaktadır:

    “Benden önce
    Allah, bir ümmete Peygamber gönderdiğin­de, mutlaka ona, ümmetinden,
    ‘yardımcılar’ ve ‘Havariler’ vermiştir.”[59]

    Hz. İsa (a.s)’ın
    Havarileri 12 tanedir. Bunların isimleri şöyledir:

    1. Simotin.
    (Ona, Petros’da denilir.)

    2. Endrâvus.
    (Sem’an’m kardeşi)

    3. Ya’k’ûb
    (b. Zebdî)

    4. Yuhanna
    (b. Zebdî. YaVûb’un kardeşi)

    5. Bersolmâvus

    6. Filips

    7. Matta
    (el-Aşşâr)

    8. Tomas.

    9. Ya’k’ûb
    (b. Halefi).

    10. Lebavus

    11. Simoun
    (el-Kanunî)

    12. Yehûza
    (el-Esharyotî)[60]

    Sonuncu sırada yer
    alan Yehûza el-Esharyoti -daha Önce­de anlatıldığı gibi- Havarilikten dönmüş,
    Hz. İsa (a.s)’a hainlik etmiş ve valinin adamlarına Hz. İsa (a.s)’ın yerini
    göstermişti.

    Bu isimler, Matta
    İncil’inde anlatıldığı üzere, Havarilere aittir.

    Bunlardan başka
    Barnaba ve Tedavus diye iki talebesi daha vardır. Fakat bunlar, Hz. İsa (a.s)’a
    ilah demediklerinden dolayı kilise onları Havarilerden saymamıştır.

    Barnaba’nm.
    “Barnaba İncili” diye bilinen bir İncil’i vardı. Bu İncil’in
    içerisinde, kilisenin inançlarına uymayan şeyler ve Hz. İsa (a.s)’m geleceğini
    müjdelediği “Ümmi pey­gamberin (Hz. Muhammed’in) vasıflan bulunduğundan
    dola­yı, kilise, bu İncîl’i bugün muteber saymamaktadır.

    Nitekim Yüce Allah,
    bir ümmi peygamberin geleceğinin, Ehli-i Kitabın kitaplarında bulunduğuna dair
    şöyle buyurmak­tadır:

    “Yanlarındaki
    ‘Tevrat ve İncil’de yazılı’ buldukları o Re­sule, o ümmi Peygambere uyanlar
    (var ya!) İşte o Peygamber, onlara, iyiliği emreder, kötülükten men eder, temiz
    (ve güzel) olan şeyleri helâl ve pis (ve zararlı) olan şeyleri de haram kilar.”[61]

     

    Hıristiyanlarca Kabul Edilen İnciller:

     

    İncîl: Dört semavi
    kitaptan biridir. Yüce Allah, bu dört semavi kitabı peygamberlerine
    indirmiştir. Bu dört kitabında, Allah tarafından indirilmiş olduğuna iman etmek
    ve içerisin­deki hükümleri tasdik etmek her mümin için farzdır. Bunlar:

    1. Tevrat[62]

    2. İncîl[63]

    3. Zebur[64]

    4. Kur’ân-ı
    Kerîm.[65]

    Tevrat, Hz. Mûsâ
    (a.s)’a indirilmiştir. İncîl, Hz. İsa (a.s)’a indirilmiştir. Zebur, Hz. Davûd
    (a.s)’a indirilmiştir.

    Kur’ân-ı Kerîm ise
    efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e indirilmiştir.[66]

    “İncîl”
    kelimesi, Arapça olmayıp İbranice’dir. “Müjdele­me” manasındadır.

    Bugün Hıristiyanlarca
    muteber olan dört İncîl bulunmak­tadır. Bunlar:

    1. Matta
    İncili

    2. Yuhanna
    İncili

    3. Luka
    İncili

    4. Markos
    İncili.[67]

    Barnaba İncili diye
    bilinen bir başka İncîl daha vardır. Fa­kat kilise bugün bu İncili muteber
    saymamaktadır. Halbuki Hakka ve doğruya en yakın olanı da bu İncil’dir.[68]

     

    Bu İncilerin Doğruluk Payı Var mıdır?:

     

    Şurası kesindir ki,
    bugün Hıristiyanların ellerinde mevcut İndilerden hiçbirisi Yüce Allah’ın kulu
    ve peygamberi olan Hz. İsa (a.s)’a indirmiş olduğu asıl Rabbani İncîl değildir.

    Kur’ân-ı Kerîm’inde
    ifade ettiği gibi, bu İncillerin hepsinin içerisine tahrifat ve değiştirmeler
    girmiştir. Çünkü bu İncillerin hepsinin arasında açık bir şekilde zıtlık ve
    çelişki vardır. Üste­lik: Şanı Yüce Allah, Hz. İsa (a.s)’a, bir tek İncîl
    indirmiştir. Buna göre 4 (veya daha çok) încîl nasıl olabilir?

    Üstad en-Neccâr,
    “Kasasü’I-Enbiyâ” adlı kitabında ko­nuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Kur’ân-ı Kerîmin
    bahsettiği, Hz. İsa (a.s)’a indirilen İn­cil’in aslı bugün nerede? Bugün Hz.
    İsa (a.s)’ın getirdiği ve müjdeleme görevini yerine getirdiği İncîl, hiçbir
    yerde mevcut değildir. Fakat şu anda Hıristiyanların ellerinde bulunan İncil­lerin
    hepsi, Hz. İsa (a.s)’ın talebeleri veya başkaları tarafından birtakım ilaveler,
    eksiltmeler, değiştirmeler ve tahriflerle ya­zılmış hikayelerdir!

    Halbuki Hz. Mesih İsa
    (a.s), Havarilerine İncil’i getirmişti. Fakat zamanla insanlar, bu asıl İncil’i
    terk etmişler. Bu da, asıl İncil’in kaybolmasını beraberinde getirmiştir.
    Bundan dolayı da asıl İncil’e değil de, Hz. İsa (a.s)’m talebelerinden bazıları­nın
    veya talebelerinin talebesinin yahut ta daha sonra gelen kimselerin yazdığı
    kitaplara sarılmışlar. Zamanla da İnciller feci bir şekilde o kadar çoğaldı ki
    sayıları 100’ü aşmıştır.

    Bilinen şu ki; kilise
    bugün, kendi düşünce yapısına ters o-lan İndileri atmış ve bugün bilinen dört
    İncil’i kabul etmiştir. Çünkü bu terk edilen İncillerin, nereden ve ne yolla
    geldiği, hakiki yazarlarının tam olarak kimler olduğu, tercüme edenler ile
    ravilerinin ne derece güvenilir oldukları, dine bağlılıkları ve dürüstlükleri
    kesin olarak bilinmiyor. Üstelik bu İncillerin ara­sında gerçek anlamda korkunç
    ihtilaflar ve çelişkiler var. Çün­kü birinin doğru dediğine, diğeri yanlış
    diyor. Buna göre söz­lerinin biri doğru ise diğerleri yanlış oluyor demektir…”[69]

    Bugün Hıristiyanların
    ellerinde mevcut olan İndiler, Hz. Meryem ile oğlu Hz. İsa (a.s) ve onun
    doğumundan yeryüzün­deki hayatının sonuna kadar geçen olaylara ait Hıristiyan
    inan­cına uygun olarak düzenlenmiş tarihi kıssalardan ibarettir. Ni­tekim bu
    İnciller, vaftizci Yuhanna (Hz. Yahya) ile ilgili ha­berleri de aynı şekilde
    anlatmaktadır.

    Bu İndilerden
    hiçbirisi, Hz. İsa (a.s) hayatta iken yazıl­mamış olup onun semaya
    kaldırılışından sonra yazılmıştır.

    Bugün Hıristiyanlarca
    kabul edilen 4 İncil’i birazda olsa anlatmakta fayda olacaktır. Zira okuyucu,
    bu İnciller hakkında bilgi aldığında, bu İncillerin tamamen ilahi kaynaklı
    olmadığı­nı anlayacaktır:

    1. Matta İncili: Bu İncîl, bugün Hıristiyanların ellerinde bulunan İncillerin en eskisi
    ve Hz. İsa (a.s)’ın semaya kaldırı­lışından 4 sene sonra İbranice olarak
    yazılmış ilk İncil’dir. Bu­gün Hıristiyanların ellerinde mevcut olanı, bunun
    tercüme e-dilmiş şeklidir. Fakat bunu kim tercüme etmiştir? Tercüme edilmiş
    aslı nerededir ki, asit ile tercümesi arasında bir bağlan­tı tamamlanabilsin?
    İşte bu vb soruların hiçbirisinin, Hıristi­yanların yanında cevabı yoktur.

    Öyleyse bu İncil’i
    tercüme edenin kim olduğu bilinmeyen ve tercümesi yapılan, fakat asıl nüshası
    mevcut olmayan bir vesikanın ilmî değeri ne olabilir? Üstelik bu İncil’in, Hz.
    İsa (a.s)’a veya talebelerine ulaşan bir senedi bile mevcut değil­dir!!

    2. Markos İncili: Bu İncîl, Hz. İsa (a.s)’m semaya kaldırı­lışından 23 sene sonra
    Yunanca olarak yazılmıştır. Yalnız Hı­ristiyanlar, bu İncil’in yazıldığı tarih
    hususunda ihtilaf etmiş­lerdir.

    Bir grup; bu İncil’i,
    Havarilerin reisi Petros (Simoun)’un yazdığını söylerler. Diğer bir grup ise;
    bu İncil’i, Markos’un, Pavlos ve Petros’un ölümlerinden sonra yazdığını
    söylerler.

    “Mürşidü’t-Tâlibîn”
    adlı kitapta geçtiği üzere; “Markos İncil’i, M.S. 61 ‘de Petros’un
    Hıristiyanlığa hizmet edenlere faydalı olması için yazdığı bir kitaptır.

    Bu İncil’in önemli
    olan bir noktası da; Hz. İsa (a.s)’m ilah oluşunu kabul etmemesidir.

    Görüldüğü üzere; bu
    İncil’i kesin şekliyle yazanın kim ol­duğu hususunda Hıristiyan tarihçileri
    arasında ihtilaf ve şüphe vardır. Nitekim Hz. İsa (a.s)’ın da bu İncil’i
    yazmadığı ve yaz­dırmadığı da aynı şekilde sabit olmaktadır. Buna göre insan,
    nasıl olurda bu İncil’e güvenebilir?!

    3. Luka İncili:
    Bu İncil’in, Hz. İsa (a.s)’ın semaya kaldırı­lışından 20 sene sonra yazıldığı
    hususunda Hıristiyan tarihçile­ri ittifak etmişlerdir.

    Luka’nm, Hz. İsa
    (a.s)vın talebesi veya talebesinin talebesi olmadığında Hıristiyan tarihçileri
    tarafından ittifak edilmiştir. Luka, hayatında Hz. İsa (a.s)’ı hiç görmemiş
    olan ve İseviliği kuran mutaassıp bir Yahudi olan Pavlos’un talebesidir.

    Pavlos, Hıristiyanlara
    açık bir şekilde kötülük eden birisi idi. Luka, Pavlos’un Hıristiyanlara
    acımasızca yaptığı kötülük­leri görünce onun hileli yolundan çıkıp
    Hıristiyanlığa girdi ve Hz. İsa (a.s)’a iman ettiğini açıkladı. Daha sonrada
    Pavlos’un sara hastalığına tutulduğunu, bu haldeyken Hz. İsa (a.s)’m ona mesh
    ettiğini, Hz. İsa (a.s)’m kendisine tabi olanlara eziyet etmekten onu
    menettiğini, bundan sonrada Hz. İsa (a.s)’m kendisine güvence verip İncil’i okutmakla
    görevlendirdiği ve Pavlos’un hilelerinin böylece kiliseye de girdiği şeklinde
    iddi­ada bulundu. Üstelik insanlara ölü hayvan etini yemeyi ve içki içmeyi
    mubah kılmıştı.            ı

    Luka, kendi İncil’ine,
    Matta ve Markos İncillerinde olma­yan, okuyucuyu açık bir şekilde şüpheye
    düşüren çok sayıda ilaveler katmıştır.”[70]

    Yine ilim, Luka’ya
    şüpheyle ve üstadı Pavlos’a ise, Hıris­tiyanlığın temel inançlarını tahrif etme
    suçlamasıyla bakıyor. Luka İncil’ine ise, Hz. İsa (a.s)’m onu ne imla ettirdiği
    ve ne de kitabet yönüyle bir ilgisinin bulunmadığını tespit ediyor.

    4. Yuhanna İncili: Bu İncîl ise, Hz. İsa (a.s)’ın semaya kaldırılışından 32 şene sonra
    yazılmıştır.

    Kilise, bu İncil’in,
    Hz. İsa (a.s)’m talebelerinden biri olan Yuhanna el-Zebdfnin yazması olduğunu
    iddia etmektedir. Fa­kat büyük Hıristiyan tahkik çilerinin çoğu, bu İncil’in,
    bu havariye nispet edilmesini kabul etmeyerek Miladi 2. asırda İsken­deriye
    Medresesi talebelerinden birisi tararından bu İncil’in tasnif edildiğini
    açıklamaktadırlar.

    Yazınıma 500
    Hıristiyan ilim adamının katıldığı Britanica Ansiklopedisinde, bu İncîl
    hakkında şu ifadeler kullanılmıştır:

    “Şek ve şüphe yok
    ki, Yuhanna İncil’i, uydurma bir kitap­tır. Çünkü bu İncil’i yazan kimse,
    bununla, havarilerden iki aziz olan Yuhanna ile Matta’yı birbirine zıt
    göstermek istemiş­tir. Üstelik bu yalancı yazar, kitabın metinlerinde, Hz. İsa
    (a.s)’m sevdiği havarinin kendisi olduğunu iddia etmiştir.”

    Bu İncil’in önemli
    olan bir noktası ise; Hz. İsa (a.s)’ın i-lahlığma delalet eden ifadelerin
    yalnızca bu İncil’de mevcut olmasıdır.

    Fakat ne acayiptir ki,
    kilise, bu İncil’in, Yüce Allah’ın Hz. İsa (a.s)’a indirdiği dini esaslara ters
    olduğunu ve Hz. İsa (a.s)’m havarilerinden olan Yuhanna’ya nispetinin Sahih ol­madığını
    yakinen bildiği halde itikadi konularda bu İncîl’e iti­mat ediyor!

    Üstad en-Neccâr,
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabında, bu­günkü Hıristiyanların ellerinde
    bulunan İncülerin birbirleriyle olan zıtlıklarından, çelişkilerinden,
    ihtilaflarından ve insanın onlarda yazılı olanların sağlam olmadığını kolayca
    anlayacağı şekilde anlatır. Bu konuda geniş bilgi için oraya başvurabilir.

    Sonuç olarak; bugün
    Hıristiyanların ellerinde mevcut olan bu İndilerin, Yüce Allah’ın, Hz. İsa
    (a.s)’a indirdiği İncil’den tamamen başka olduğunu, tahrif edildiğini, senet
    zincirlerinde ilk kaynakla irtibatlarının kopuk olduğunu ve metinlerde çeliş­kilerin
    olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bu da, onlardaki haberle­rin ve hükümlerin
    güvenirliliğinin ve sağlamlılığının olmadı­ğına yeterlidir! [71]

     

    Hıristiyanların, Hz. îsa (a.s) Hakkındaki İnançları:

     

    İnsanlardan hiçbiri,
    Hıristiyanların, Hz. İsa (a.s) meselesi hakkında ihtilaf ettikleri kadar
    peygamberlerden hiçbirinin meselesi hakkında ihtilaf etmemişlerdir. Yine Hz.
    İsa (a.s)’m peygamberliği etrafında yapılan münakaşalar kadar diğer pey­gamberlerden
    hiçbirinin peygamberliği etrafında münakaşalar meydana gelmemiştir.

    Ne gariptir ki;
    Yahudiler ve Hıristiyanlar, Hz. îsa (a.s) me­selesi hakkında münakaşaya dalıp
    hiçbiri hakkı bulamamış ve ifrat ile tefrite düşmüşlerdir. Çünkü Yahudilere
    göre; Hz. İsa (a.s), “zina çocuğu” dur. Zira normalde her çocuğun bir
    baba­sının olması gerekmektedir. Halbuki Hz. İsa’nın bir babası yoktur. Buna
    göre İsa’nın bir babası olmadığına göre, onun, “zina çocuğu olması
    lazımdır” şeklinde iddiada bulunmuşlar­dır. Hıristiyanlara göre ise; Hz.
    İsa (a.s), “Allah’ın ©ğlu”dur. Çünkü Hz. İsa (a.s), Allah’ın ruhundan
    yaratılmıştır. Allah’ın ruhu ise, kendisinden bir parçadır. Buna göre Hz. İsa
    (a.s)’m “Allah’ın oğlu olması gerekir” şeklinde iddiada bulunmuşlar­dır.

    Aslında her iki
    grupta, Hz. İsa (a.s) meselesi hakkında aşı­rıya kaçmışlardır. Zira bir kısmı;
    Hz. İsa (a.s)’m, “Allah’ın oğlu” olduğunu söylüyor. Diğer kısmı ise;
    Hz. İsa (a.s)’ın, “zi­na çocuğu” olduğunu söylüyor. Doğru olan ise
    Kur’ân-ı Ke-nm’in bildirdiği olup o da şudur:

    Hz. İsa (a.s), Yüce
    Allah’ın peygamberlerinden bir pey­gamberdir. Yüce Allah, onu, doğru yolu
    göstermekle ve apaçık mücizelerle İsrail oğullarına Peygamber olarak
    göndermiştir. Annesi Hz. Meryem ise; iffetli, dosdoğru, tertemiz, gönlünü Allah’a
    bağlayan, ırzını koruyup herhangi bir erkekle yakınlığı olmayan ve samimiyetle
    Allah’a kulluk eden bir kadındır.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hıristiyanların ve Yahudilerin bu gö­rüşlerinin aksine Hz. İsa (a.s) ile annesi
    Hz. Meryem hakkında şu şahane ifadeleri kullanmıştır:

    “Meryem oğlu İsa,
    bir peygamberden başka bir şey değil­dir. Ondan öncede nice peygamberler gelip
    geçmiştir. Annesi (Meryem) de, dosdoğru (bir kadın) dır. İkisi de (diğer
    insanlar gibi) yemek yerlerdi. (Buna göre yaşamak için yemeğe muhtaç olan bir
    insan nasıl ilah veya Allah ‘in oğlu olabilir?) Bir de, Bizim, ayetleri onlara
    nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonrada onların, (söylediklerinin batıl olduğunu
    açıkça kanıtlayan bel­geleri açıkladığımızda) nasıl yüz çevirdiklerine bir bak!”[72]

    Bu ayeti kerime;
    Hıristiyanların, Hz. İsa (a.s)’m, “Allah’ın oğlu” ve Yahudilerin ise,
    Hz. İsa (a.s)’ın, “Zina çocuğu” oldu­ğu şeklindeki iddialarını,
    “Hz. İsa (a.s)’m sadece bir Peygam­ber ve annesi Hz. Meryem’inde dosdoğru
    bir kadın olduğu” biçiminde reddetmektedir. Ayrıca ayeti kerimedeki şu
    yüce edebe bakınız ki, Hz. Meryem ve oğlu Hz. İsa (a.s)’ın normal birer insan
    gibi yemek yedikleri şöyle ifade edilmektedir: “İ-kisi de yemek
    yerlerdi” Ayeti kerime bu ifadeyle, Hz. İsa (a.s)’m normal bir şekilde
    diğer insanlar gibi yemek yemeğe ve bir şeyler içmeye ihtiyacının olduğuna
    işaret ediyor. Yüce Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını güzel bir
    şekilde anlatmış oluyor. Zira yemek yiyen kimsenin, fazlasını çıkar­maya ve
    dolayısıyla büyük abdestini yapmaya ve tuvalete git­meye ihtiyacı vardır. Buna
    göre mahlukat üzerinde tasarruf sahibi olan bir ilahın veya oğlu olacak
    kimsenin, böyle bir ih­tiyacının olması ona nasıl layık olur?!

    Kur’ân-ı Kerîm,
    Hıristiyanların “inanç” bakımından 3 fır­kaya ayrıldıklarım detaylı
    bir şekilde açıklamıştır. Şöyle ki:

    1. Bir
    firka; Hz. İsa (a.s)’m, Allah’ın ruhundan yaratılması itibariyle onun bizzat
    “Allah’ın oğlu” olduğuna inanmaktadır­lar.

    2. Bir
    fırkada; Hz. İsa (a.s)’ın, bizzat kendisinin “Allah” olduğuna
    inanmaktadırlar. Bunlara göre Allah, Hz. İsa (a.s)’ın şekline girerek
    insanları, işlemiş oldukları günahlardan kur­tarmak için tekrar yeryüzüne
    inecektir.

    3. Bir fırka
    ise; Teslis akidesine (Ekânim-i Selâse’ye) yani Üç esastan oluşan
    “bir”e inanmaktadırlar, Bu üç esas ise şun­lardır:  “Baba” (haşa Allah)
    “oğul” (İsa) ve Ruhu’l-Kudüs. Bunlara göre bu üç esas, bir tek
    ilahtır. Bir olan da, üç ilahtır.

    Üstad en-Neccâr,
    “Kasasu’l-Enbiyâ” adlı kitabında ko­nuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Hıristiyanlar;
    baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs diye üç esas­tan oluşmuş bir “Allah”
    inancını meydana getirmişlerdir. Bun­lara göre bu üç esas, bir ilahtır. Buna
    göre Allah, -onların gö-rüşlerindeki farklılığa göre- baba veya oğuldur. Bu
    babada, Hz. Meryem’e hulul etmiş ve daha sonrada (Hz. Meryem’in rahminde bir
    müddet kaldıktan sonra) insan şekline gelip Hz. İsa (a.s) olarak doğmuştur.

    Aslında Hz. İsa (a.s),
    bu inancı onlara ne söylemiş ve ne de öğretmiştir. Fakat Hıristiyanlar,
    dinlerini putperestler ara­sında yaymaya başladıklarında putperestler
    ilahlarının birta­kım şekillere girerek çarmıha gerildiği ve kendilerini
    insanlığı kurtarmak için feda ettikleri şeklinde bazı temel esaslara ina­nıyorlardı.
    İşte bu putperestler, beraberlerinde getirdikleri bu inançları da
    Hıristiyanlığa getirerek bu inançlar doğrultusunda oluşturdukları din ile bu
    yeni dinin arasını uzlaştırmak istedi­ler. Daha sonrada Hz. İsa (a.s)’ı ilah
    edinip:

    – ‘Baba;
    Ruhu’l-Kudüs’ü şekillendirip birleşmiş, Hz. Mer­yem’in rahminde ceset bulmuş ve
    insanlardan bir ilah olarak ortaya çıkmıştı. Böylece Allah, oğul esasına göre
    indirgemiştır.”[73]

    İnsan ister istemez;
    “Hz. İsa (a.s), diğer insanlar gibi bir kadının rahminden çıktığı ve
    doğduğu halde nasıl ilah olabilir? Veya yiyen, içen, uyuyan, yorulan, üzülen ve
    hamama gitmeye ihtiyacı olan bir kimse nasıl ilah olabilir?” diye sorular
    sorabi­liyor. Halbuki tek ilah olan Allah, Hıristiyanların söyledikleri­nin
    aksine kendisi hakkında şunları söylemektedir:

    “Allah, (zalim
    kimselerin) söyledikleri şeylerden çok yüce ve münezzehtir.”[74]

    Kur’ân-ı Kerîm,
    Hıristiyanların bu batıl ve sapık görüşleri­ni reddetmiştir. Bunun yanı sıra
    onların, Hz. İsa (a.s) meselesi hakkındaki yalan, iftira ve sapıklıklarım
    ortaya koyarak kütur-lerini ve inatçılıklarını şöyle anlatmıştır:

    “Ey Ehli-i Kitap!
    Dininizde taşkınlık ettneyin. Allah hak­kında ancak (O’na yakışan) gerçeği
    söyleyin. Meryem oğlu Mesih isa’da, (sizin söylediklerinizin aksine) Allah’ın
    bir pey­gamberi, Allah’ın Meryem’e (Cebrail vasıtasıyla) ulaştırdığı kelimesi
    ve (kaynağı) kendisinden olan bir ruhtur. Artık Al-lah’d ve peygamberlerine
    iman edin. (Kendi teslis inancınıza göre) Allah üçtür demeyin. Kendi yararınıza
    olarak bu (teslis inancı) ndan vazgeçin. (Sizin iddia ettiğinizin aksine)
    Allah, sadece bir tek ilahtır. Çocuk (sahibi) olmaktan münezzehtir. Göklerde
    olanlar ve yerde olanlar O’nundur. (Hiçbir kimseye muhtaç olmayan) Allah, vekil
    olarak yeter.”[75]

    Şanı Yüce Allah,
    Hıristiyanların bu sapık inancı hakkın­daki küfürlerini doğrulayıcı mahiyette
    Maide Sûresinde şöyle buyurmaktadır:

    “Meryem oğlu Mesih,
    (gerçekten) ‘Allah’ın (bizzat) kendisidir’ diyenler, andolsun ki kafir
    olmuşlardır. Halbuki Mesih, (onlara): ‘Ey israil oğulları! Benim de Rabbim ve
    sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Zira her kim (Allah’tan başkasına
    ibadet etmek suretiyle) Allah’a şirk koşarsa, mu­hakkak Allah ona
    (muvakkitlerin yurdu olan) cenneti haram. kılar. Onun varacağı yer, ateştir.
    Zalimlerin hiçbir yardımcı­ları yoktur. ‘Allah (gerçekten) üçün üçüncüsüdür’
    diyenler de, andolsun ki kafir olmuşlardır. Halbuki (vahdaniyet sıfatına sahip)
    bir tek ilahtan başka (ikinci) bir ilah yoktur. (İsa hak­kında)
    söylediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kafir olan­lara açıklı bir azab
    dokunacaktır. Hâlâ Allah’a tevbe edip O’ndan mağfiret dilemezler mi? Halbuki
    Allah, bağışlayıcıdır ve merhamet sahibidir. Meryem oğlu İsa, bir peygamberden
    başka bir şey değildir. Ondan öncede nice peygamberler gelip geçmiştir. Annesi
    de, dosdoğru (bir kadın) dır. İkisi de (diğer insanlar gibi) yemek yerlerdi.
    (Buna göre yaşamak için yeme­ğe muhtaç olan bir insan, nasıl ‘ilah’ veya ‘Allah
    ‘in oğlu’ ola­bilir?) Birde, Bizim ayetleri onlara nasıl açıkladığımıza bir
    bak! Sonrada onların, (söylediklerinin batıl olduğunu açıkça kanıtlayan
    belgeleri açıkladığımızda) nasıl yüz çevirdiklerine bir bak!”[76]

    Yahudiler ve
    Hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s)’ın babasız olarak doğmasına hayret ediyorlar.
    Halbuki Hz. Adem (a.s)’ın duru­mu, Hz. İsa (a.s)’m durumuna göre daha hayret
    vericidir. Çün­kü Hz. Adem (a.s), hem babasız ve hem de annesiz olarak
    doğmuştur. Buna göre Hz. Adem (a.s)’ı topraktan yaratıp son­rada ona
    “ol” demekle olu verdiren Allah, Hz. İsa (a.s)’ı da babasız olarak
    yaratmıştır. Zira Şanı Yüce Allah, her şeyi yapmaya gücü yetendir. Çünkü o bir
    şey yapmak istediğinde yerde  ve  gökte 
    bulunan  hiçbir  şey 
    O’nu  yapmaktan  aciz bırakamaz. İşte bundan dolayı Kur’ân-ı
    Kerîm, Hz. İsa (a.s)’m bu durumunu, Hz. Adem (a.s)’m şu duruma benzetmiştir:

    “Doğrusu Allah
    katında İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Çünkü Allah onu, topraktan
    yarattı. Sonrada ona ‘ol’ dedi. O da (anında insan) oluverdi.”[77]

     

    Hz. İsa (a.s)’ın Mucizeleri:

     

    Hz. İsa (a.s)’ın
    mucizeleri pek çoktur. Bunlardan bazıları­nı, Kur’ân-ı Kerîm haber vermiştir.
    Bu mucizeler diğer pey­gamberlerin mucizeleri gibi (Hıristiyanların iddia
    ettikleri üze­re) Hz. İsa (a.s)’m ilah oluşuna değil de peygamberliğinin doğ­ruluğuna
    delâlet etmektedir.

    Hz. İsa (a.s)’ın
    mucizelerinden bazıları şunlardır: “Hasta­ları iyileştirme”,
    “körleri iyi etme”, “ölüleri diriltme”, “gaybtan haber
    verme”, “beşikteyken konuşma.” Hz. İsa (as)’ın bunlar­dan başka
    daha birçok mucizeleri vardır.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İsa (a.s)*m bu mucizelerinden bazılarını şöyle anlatmaktadır:

    ”Hani Allah
    (peygamberleri toplayacağı günde): ‘Ey Meryem oğlu İsa! Senin ve annenin
    üzerindeki nimetimi[78] ha­tırla.
    Hani seni, (kavmine karşı bir hüccetinin sabit olması i-çin) Ruhu’l-Kudüs
    (Cebrail) ile desteklemiştim. Beşikte iken (mucize olmak üzere) ve yetişkin
    iken de (insanlara Allah’ın davetini tebliğ etmek için) insanlarla
    konuşuyordun. Hani sa­na kitabı, hihneti, Tevrat’ı ve İncil’i Öğretmiştim. Hani
    sen, Benim iznimle çamurdan kuşa benzer bir şey yapıyordun da (o yaptığın
    şeklin) içine üflüyordun ve Benim iznimle kuş oluyordu. Sen, anadan doğma körü,
    abraşı, Benim iznimle iyi edi­yordum. Hani Ölüleri Benim iznimle (kabirden
    canlı olarak) diriltiyordun. Hani îsrailoğullarım (seni Öldürmek istedikle­rinde
    Yahudileri) senden çekmiştim. Kendilerine apaçık “mu­cizeler”
    getirdiğin zaman içlerinden küfredenler: ‘Bu, apaçık bir sihirden başkası
    değildir’ demişlerdi.[79]

     

    Hz. İsa (a.s) Yeryüzüne İnecek mi?:

     

    Hz. İsa (a.s)’m
    meselesi bundan sonra da bitmiş kapanmış değildir. Risalet görevini tamamlamak
    ve davetini insanlara tebliğ etmek için yeryüzüne tekrar inecektir.[80] Şu
    anda Hz. İsa (a.s), semada dilidir. Yüce Allah, onu, ruhu ve bedeni ile bir­likte
    kendisine kaldırmıştır. Kur’an, onun, Allah katma kaldırı­lışını haber
    vermiştir.[81]

     Bundan dolayı bizde, Kur’an’rn buna dair
    verdiği habere ve Resulullah (s.a.v.)’inde buna dair anlat­tığına inanırız.
    Zira Resulullah (s.a.v.), Hz. İsa (a.s).’m yeryü­züne ineceğine dair şöyle
    buyurmuştur:

    “Meryem oğlu İsa,
    muhakkak ‘ileri bir zamanda’ sizin içi­nize adaletli bir hakim olarak
    inecektir. (İndiğinde Hıristiyan­larca kutsal olan) haçı kıracak, domuzu
    Öldürecek ve cizye vergisini kaldıracak.”[82]

    Yeryüzüne indiğinde
    “Kur’an’m Şeriatı” ile hükmede­cektir. Bundan dolayı da hiçbir
    kimseden İslam dininden başka bir dini kabul etmeyecektir. Rabbimin salâtı ve
    selamı; onun, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in, diğer nebile­rin ve
    resullerin üzerine olsun. [83]

     



    [1] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 444.

    [2] Hz. İsa (a.s)’a, “Mesih” denilmesinin bazı
    sebepleri şunlardır: Yeryüzünde çok seyahat etmesi ve hiçbir yeri vatan edinmemesi,
    dinini zamanın fitnelerden kurta-ması, Yahudilerin ona ve annesine türlü
    iftiralar atmaları ve onu yalanlamaları, düz tabanlı olduğu için, herhangi bir
    hastalık üzerine elini meshedip sürdüğü zaman o kişinin şifa bulması sebebiyle,
    Ibranice “mübarek” anlamına geldiği için… (ç).

    [3] B.k.z: Âî-i îmrân: 3/45 (ç).

    [4] Tahrim: 66/12.

    [5] Bazı  
    çevreler,  Ahzab:  33/40’da 
    geçen  ayete  dayanarak; 
    Hz.   Peygamber (s.a.v.)’den sonra
    da resulün gelebileceğini iddia etmektedirler. Zira AhzabSûre-sinde Hz. Peygamber
    (s.a.v.)’in, “nebilerin sonuncusu” olduğu bildirimektedir. Fakat bu
    kimselerin bu iddiaları birçok yönden çürütülmektedir. Örneğin:

    a. Lügat
    manası itibariyle nübüvvet, risalet kelimesinden daha geneldir. Çün­kü resul,
    verilen haberi götürme manasmdadır. Nebi -ise; haber + yükselme = risalet
    şeklindedir.

    b.
    Peygamberlerin sayısını bildiren hadisi şerifle; (Müsned, 5/178, Heysemi,
    Mecmau’z-Zevâhid, 8/210, Beyhâki, Sünen, 9/4) risalet, nebilerin sayısı
    içerisinde yer almaktadır. Buna göre nübüvvet, risaletten daha geneldir.

    c. Hz.
    Peygamber (s.a.v.)’in birçok hadisi şeriflerinde nübüvvet ve risaletin sona
    erdiği bildirilmektedir. Bu hadisler için b.k.z; Buharı, Menâkib İ8, Tefsirü
    Sure-i İsrâ 5; Müslim, Fezâil 22, İman 327; Ebu Davûd, Fiten 1; Tİrmizî,
    Menâkıb 8, Fiten  43,   Kıyamet  
    10;  Dârimi,  Mukaddime 
    8,3;  Müsned,  2/398,412,436, 3/79,248, 4/81,84,127,128,
    5/278; İbn Mace, İkame 25.

    d. Hz.
    Peygamber (s.a.v.) birçok hadisi şeriflerinde, kendisinden sonra eğer bir nebi
    ve resul gelseydi bunun, Hz. Ömer ya da Hz. Ebu Bekr olacağı bildirilmek­tedir.
    Buna göre bu hadisler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sonra bir nebinin ve resu­lün
    gelmeyeceğini belirtmektedir.

    e. Üstelik Hz.
    Peygamber (s.a.v.), kendi zamanında peygamberliğiniilan eden yalancı Müseylime
    ile mücadele etmiştir. Daha sonrada Müseylime, Müslümanlar tarafından
    Öldürülmüştür. Çünkü Müseylime için geçerli olan şey, risaletini ilan eden
    herkes içinde geçerlidir.

    f. Hz.
    Peygamber (s.a.v.), bazı hadisi şeritlerinde kendisinden sonra birçokyabancı
    nebi ve resulün çıkacağını belirtmiştir.

    g.
    Üstelik bugün risaletini ilan eden kimseler, böyle yapmakla; Hz. Peygam­ber
    (s.a.v.)’in getirmiş olduğu hak dine gölge düşürmektedirler. Bö/\e bir şey, en
    ǰk İslam düşmanlarım sevindirir, (ç)

    [6] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 444-445.

    [7] Matla İncîl’i, 1-20.(ç).

    [8] İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 2/65 (ç).

    [9] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 446-447.

    [10] Konuyla ilgili ayetler için bkz: Bakara: 2/75; Nisa:
    4/46; Maide: 5/3,4 (ç).

    [11] “Ahd-i Cedid’i meydana getiren bu kitapların sayası
    27’dir. Zaman içinde içinde bu eserler üç kısma ayrılmıştır:

    1. Tarihi
    Kitaplar ki, bunlar dört İncîl ile .

    2.
    Talimi Kitaplar: Pavlos’un mektupları ile “Katolik” diye adlandırılan yedi
    mektup,

    3.
    Peygamberlik Yuhanna vahyi.

    Hz. İsa (a.s) Aramca
    konuştuğu haide başta İndiler olmak üzere Ahdi Cedid

    kitaplarının hepsi
    Grekçe (Yunanca)’dır. Sadece Matta İncil’inin Aramca olduğu söylentisi varsa da
    orjinali mevcut değildir.

    Ahd-i Cedid’i meydana
    getiren 27 kitabın metinlerine ait pek çok yazma bı-lumnaktadır. Ve bunların
    tamamı Grekçe’dir. Ve hiçbiri Ahdi Cedid yazarlarına ait değildir. Orijinal
    nüshalar, ilk Hıristiyan cemaatler tarafından kutsal metin olarak
    benimsenmemiştir. 27 kitabın tamamını veya bir kısmını ihtiva eden el
    yazmaların sayısı 5.000’den fazladır ve her biri diğerinden farklıdır. Ahd-i
    Cedid;e ait papirüs­ler üçüncü veya dördüncü asra aittir. Yani Hz. İsa
    (a.s)’dan 200300 veya 300-400 yıl sonrasından kalmadır. Bu papirüsler ve
    muhtevaları, birbirinden oldukça farld-dır. Bu el yazmalardan Codex Bezae
    olarak adlandırılanı altmcı asra yani Hz. I-sa’dan 500-600 yıl sonraya aittir.
    İndileri, ‘Resullerin İşfcri’ni ve oldukça eksik olarak Yuhanna’nm üçüncü
    mektubunu ihtiva eden Codex Bezae, Latince ve Gnk-çe olarak iki dilde
    yazılmıştır. Latince metin, Grekçe’nin tercümesi değldir. Ve bu İkİ metin
    arasında 2000’den fazla fark vardır.

    Kutsal metinlerin -belki de fazlaca istinsahından dolayı- nüshalar
    arasında pek çok değişiklik ve fark gözlenmektedir. Öyle ki Grekçe metnin veya
    eski tercü­melerin tamamıyla aynı olan iki nüshası bile yoktur. NüshaSararası
    farklılıkların 17. asrın sonuna doğru yaklaşık otuz bin olduğu tahmin
    edilmektedir. Bugün bu rakam iki yüz elli bine çıkmıştır. Bu kadar varyant ve
    farklılık arasında asıl metne ulaşırı­nın imkansızlığı ortadadır. Tenkitçiferin
    ortak kanaatine göre. Ahd-i Cedid’in gerek tamamının ve gerekse içlerinden
    sadece birinin doğru ve detaylı bir orijinal metnini bize ulaştıran hiçbir
    belge yoktur.”(Doç. Dr. Abdullah Aydemir, îslami Kaynaklara Göre Peygamberler,
    s. 251) (ç)

    [12] Matta, î/16(ç).

    [13] Matta 1/6-7 Aynca diğer çelişkiler ve farklılıklar
    için b.k.z: Prof. Dr. Mehmet Aydın, Müslümanların Hıristiyanlığa Karşı Yazdığı
    Reddiyeler ve Tartışma Konı-lan; Doç. Dr. Abdullah Aydemir, İslami Kaynaklara
    Göre Peygamberler, sh. 235 256; G. Tümer ve A. Küçük, Dinler Tarihî, sh.
    154-155; Maurice Bucaille, Müspet Dini Açısından Tevrat, İncîl ve Kur’an (ç).

    [14] “Ahd-i Cedîd’i (İncil’i) teşkil eden kitaplar
    aynı zamanda ortaya çıkmış ve aynı tarihte yazılmış olmayıp Ahd-î Atik
    (Tevrât)’te de olduğu gibi. uzun süre şifahi (sözlü) olarak nakle-dilmİştir.
    Hıristiyan inancına göre, bu kitapları Hz. İsa (a.s) ne yazmış ne de
    yazdırmıştır. O sadece tebliğ etmiştir. Havailer ise bunları uzun süre Şifahi
    olarak nakletmiş!erdir. Bu sebeple Allah’ın vahyettiği ve Hz. İsa (a.s)’m
    tebliğde bulunduğu gerek İncîl korunamamıştır. Kitab-ı Mukaddes gerçekte,
    farklı yazarların, farklı devirlerin ve farklı edebi tarzların kitaplarından
    meydana gelmş- I tir. Bir yazar ismi altında bazen birçok kişi yazmış ve
    yazdıklarını tanınrriış bilinin ismine izafe etmişlerdir. Tarihi kitaplar,
    siyasi ve dini nutuklar, dualar, hikmet ki­tapları, felsefi konuşmalar ve kanun
    mecmuaları vardır. Bu ilhamla coşup yazan tarihçi yazdığına “Mûsâ”
    imzası atmış veya hiç imzalamamış, filozof da “Süley­man” imzası
    atmıştır. Kitabı Mukaddes yazarları genelde söyleyeceklerişeyin arka­sında
    gölgede kalmışlardır.

    Az öncede ifade
    edildiği gibi Hz. İsa (a.s) yazmaz, devamlı konuşurdu. Vâı-yini yazdırmayan
    veya tarihi sebeplerle yazdırmak istemeyen Hz. İsa (a,s)’ın Hava­rileri ve
    onları izleyenlerden her biri kaybolan veya hayatı -Hıristiyan inancına göre-
    unutulmaz bir acı ile son bulan rehber için birer hatıra yazmışlardır. İnctller
    Hz. İsa (a.s)’m söyledikleri veya yaptıklarının karışık ifadeleriyle İncîl
    yazarlarının başka kaynaklardan da öğrenmiş olduklarının tekrarından ibarettir.
    Bu haliyle İncîl, ne Kur’an ve ne de hadis gibidir. İncîl bir bakıma bazıları sahabe,
    bazıları da daha sonraki nesillerce kaleme alman siyer veya Hz. Peygamber’in
    hayatına ait eserlere benzemektedir. {M. Hamİdullah, Kuran Tarihi, s. 17-19)

    Bir yazarın ifade
    ettiği gibi, Hz. îsa(a.s)’m hayatını ve doktrinini, dört tanesi elde bulunan
    İndilerden anlayamayız. İnciller, ilmi bir hal tercümesi (biyografi) değil,
    eski Hıristiyanlığın problemlerine dokunan ve yine Hıristiyanların kullanaca­ğı
    birer “Manevi Tarih” ve birer “Katekese”den başka bir şey
    değildirler. İncil’in bugünkü muhteviyatının tarihi bir muamelenin sonucu
    olarak kabul edilmesi gec-kir. (A. Schimmel, Dinler Tarihine Giriş. sh. 117)

    Hz. İsa (a.s)’ı bizzat
    görüp duyanlar azalıp Hıristiyan cemaatler çoğılınca Mesihi krallık beklentisi
    zayıflamaya başlayınca, Hz. İsa(a.s)’m sözferinin yazıya aktarılma zarureti
    ortaya çıkmıştır. Böylece “Havarilerin Hatıratı”da denilen İnciler
    kaleme alınmıştır. Ancak 3. yüzyılın başında Ahd-i Cedid’e ait liste
    oluşturmaya başlanmıştır. 4. Yüzyılın ikinci yansmda Grek (Ortodoks) kiliselerinde
    muhtelif kişiler tarafından liste hazırlanmıştır. Bunlardan bir kısmı ise vahiy
    kitabını da li-teye eklemiştir. Grek kilisesinde Ahd-i Cedid’in listesi 4.
    Yüzyılın ikinci yarısında lespit edilmiştir. Vahiy kitabıyla (asıl İncil’le)
    ilgili tartışmalar ise 7 asır devam etmiştir. Latin (Katolik) kiliselerinde
    İtalya ve Gaules’ta 5. Asrın balarında Ahd-i Cedid listesi tespit edilmiştir.
    Sonuç olarak 8 Nisan 1546’da Trenle konsilinde Ahd-i Cedid’e dair liste,
    bugünkü şekliyle resmen ilan edilmiştir. (Hikmet Tanyu, Ahd-ı Cedid, sh.
    501-503) Bu ilanın, Hz. İsa (a.s)’dan 16 asır sonra olduğa gerçeğinin altı
    çizilmelidir

    Kilise 4 asır boyunca
    bütün Hıristiyanlar tarafından tasvip ve tasdik edilen bir listeden mahrum
    kalmıştır. 2. Yüzyılın ortalarına kadar hep bir tek İncil’den balse-diimesine
    rağmen bugün kilisenin benimsediği sayı dörttür. (Doç. Dr. Abdullah Aydemir,
    a.g.e, s. 252-253) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî,
    Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 447-450.

    [15] Tahrım: 66/12.

    [16] Rivayetlere göre; Hz. Meryem’in annesinin adı,
    Hanne’dir. (ç).

    [17] Al-imrân:3/36.

    [18] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 450-452.

    [19] Âi-i İmrân: 3/37.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 452-453.

    [20] Hadisi şeritlerde geçtiği üzere; diğer seçkin
    kadınlarda şunlardır: Hz. Hatice, Hz-Fatıma, Firavunun hanımı Asiye ve Hz.
    Aİşe. Fakat ayetler ile hadislerde geçen ifadelerden kastedilen anlam; onlardan
    her birinin kendi zamanlarındaki kadınlar3 nispetle olan üstünlük ve
    efdaliyeileridir, (ç).

    [21] Âl-ı İmrân: 3/42-43.

    [22] Âl-i İmrân: 3/45-46.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 454-455.

    [23] B.k.z: Meryem: 19/16 (ç).

    [24] Meryem: 19/16-19.

    [25] Ebu Hayyân el-Endelusî, el-Bahru’1-Mubît, 6/180.

    [26] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 455-458.

    [27] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nibaye, 2/64.

    [28] îbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye,2/65 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 458-460.

    [29] B.k.z: Al-i İmrân: 3/45; Nisa: 4/157 (ç).

    [30] Buradaki secde etmekten maksat, saygı ve ihtiram secdesidir.
    Bu, selamlaşma anmda yapılan temenna eğilişi gibidir. Nitekim bu, bizden önceki
    milletlerin serilannda caizdi.

    [31] İbn Cerir et-Taberî. Tarihu’r-Rüsul ve’1-Mülük, 2/22.

    [32] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 460-463.

    [33] Beytü’l-Lahm, Beytü’l-Makdis’in yani Mescid’i Aksanın
    yanında bulunan bir yerin ismidir. (Yakuti, Mucemu’l-Büldan, 1/521)

    Matta (2/1) ve  Luka (4/14) göre;
    Hz İsa (a.s), Beytül lahm’da doğmuşken, Markos ve Yuhanna’da Hz. İsa (a.s)’ın
    nerede doğduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. Bu incillerin birbirleri
    arasındaki farklılıkların ve değişikliklerin 
    olduğunu gösteren kanıttır. (ç.)

    [34] “Bizden önceki milletlerin şeriatlarında
    konuşmayarak oruç tutmak meşru idi. Fakat bu uygulama bizirn şeriatımızca nesh
    edilmiştir, (ç).

    [35] Burada kastedilen; ibadet hususunda Hz. Hârûn (a.s):a
    benzeme olabilir ya da  Hz. Meryem, Hz.
    Mûsâ (a.s)’m soyundan geldiğinden dolayı bu isim ona verilmiş olabilir yahut
    Hz. Meryem’in Hârûn adında bir kardeşi olabilir veya Hz. Maryem’e verilmiş bir
    lakap vb bir şey olabilir, (ç).

    [36] Meryem: 19/22-33.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 463-466.

    [37] “Sünnet olma işi, Hz. İbrahim (a.s) ile
    başlamıştı. Daha sonra bu sünnet olma ışi İsrailoğularma geçmişti, (ç).

    [38] Hureyre’den naklen Hz, Peygamber (s.a.v.) şöyle
    buyurmuştur; “ferahım ‘ eygamber, 120 yaşındayken keserle sünnet
    oldu.” (Buhârî, Enbiyâ 8, İstİ’zan 51; “slıra, Fezâil 151) Diğer
    rivayetlerde ise; ilk sünnet olan kimsenin, Hz. îbrâhîm) olduğu
    belirtilmektedir, (ç).

    [39] Hz. Peygamber (s.a.v.), ntrattan oîan şeyleri
    sayarken, bunların içerisinde; “sifarna”yi da saymıştır. Bununla
    ilgili hadisler için b.k.z: Buhârî, Libas 63,64, Ed?” 5l’ Müs!im>
    Taharet 9,10; Ebu DavÛd, Taharet 29, Tereccül 16; Tirmizî, 2/270    Nesai>  
    Taharet   9>’°>   Zinct  
    55>  İbn   Mace>  
    Taharet   8;   Müsned 239,283,41O,489, 4/564; Muvatta.
    Sıfatu’n-Nebi 3. (ç).

    [40] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 466-467.

    [41] Üstad Neccâr, KısasÜ’l-Enbiyâ, sh. 386.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 467-468.

    [42] Zaten 
    Kur’ân-ı  Kerîmde ve  sünnette, 
    Hıristiyanlar için kullanılan kelime; “Nasara” kelimesidir,
    (ç).

    [43] Hz. Isa (a.s)’ın hayatı ve daveti ile ilgili bu bilgi,
    Matta ve Barnaba ficîl’inden nmişti.

    [44] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 468-469.

    [45] Hz. Yahya, Hz. İsa (a.s)’i tevbe guslüyie yıkadı.
    Buna, Hıristiyanferca vaftiz denir.

    [46] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 469-470.

    [47] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:
    470-472.

    [48] Bununla kendini kastediyor, (ç).

    [49] Bununla ise Allah’ı kastediyor. (Hıristiyanlıkta
    Allah’tan daha ziyade “baba” ‘ olarak bahsedilmektedir. Dört İncil’de
    çeşidi vesilelerle Hz. İsa (a.s)’ın 150 defa baba” kelimesini kullandığı
    belirtilrrekte, kelimenin Ahd-i Cedid’dc 300 kez geçı görülmektedir.) (ç).

    [50] Faraklit, Hz. İsa (a.s)’m müjdelediği peygamberdir.
    Faraklit, Yüce Alah’m; Benden sonra ismi Ahmed olan bir peygamberin geleceğini
    müjd;leyen…”(Saif:”) ayetinde geçen Ahmed kelimesinin Yunanca’daki
    karşılığıdır. Bu inüjdefeme, Peygamber efendimizin gönderileceğini
    kesinleştirmektedir. Hz. İsa (a.s)’ın ‘insan oğlunun, babasına döneceği vakit
    yaklaşmıştır’ sözü ise Hıristiyan&nn, Hz. İsa (a.s)’m “Allah’ın
    oğlu” olduğu iddiasna dayanmaktadır. Halbuki Allah, zalim­lerin bu büyük
    iddialarından uzaktır.

    [51] Benzeri bir ayet için b.k.z: Al-i İmrân: 3/54 (ç).

    [52] İbn Kesîr, el- Bidaye, 2/95.

    [53] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 472-475.

    [54] Ya’kubî, Tarih, 1/79.

    [55] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 475-477.

    [56] Reşid Rıza, Tefsirii’l-Menâr, 6/25.

    [57] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 478-480.

    [58] Âl-i İmrân: 3/52-53.

    [59] Müslim, İmân 80 (50).

    [60] Bu isimler için b.k.z: Taberî, Tarih, 2/24; İbn İshâk,
    es-Siret, 4/255 (ç).

    [61] A’raf: 7/157.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 480-482.

    [62] Kanun”, “talim”, “şeriat”
    anlamında olan Tevrat, Eski Alıid Kitapları arasında yer alan ve Hz. Musa’ya
    nispet olunan 5 kitaptan birinin adıdır. Bu şekilde “Yahudi­ler, cüz ile
    küllü isimlendirmişlerdir. Aslında Yahudiler, Tevrat’ın, 5 kitaptan üçifl”
    cüsünün adı olduğunu bilirler. Ancak beş kitabın hepsine birden Tevrat ismini
    «-ririer. Bu beş kitap sırasıyla şunlardır:

    1- Tekvin, 2- Huruç, 3-Tevrât (Levilüer), 4- Sayılar, 5- Tesniye (B.k.z:
    Prof. Dr-Süleyman Toprak, Prof. Dr. Ş. Gölcük, Kelam, sh. 308).

    [63] “incîl” kelimesinin aslı Yunanca
    “Evangelium” olup oradan da Arapça’ya gç-miştir. İncîl kelimesi,
    “beşaret” ve “talim” manasındadır. (ç).

    [64] Zebur kelimesinin çoğulu, “Zubûr”dur. Bu da,
    “Zuhura” kelimesinden almmş-tır. “‘Yazma” manasına gelir.
    Bugün Hz. Davûd (a.s)’a gönderilen Zebur’un asıl bir nüshası yoktur. Eski
    Ahid’de yani Tevrat’ta yer alan “Mezâmİr’in” Zebur olabifc-ceği
    söylenir. Bunlar; şiir şeklinde, manzum ahlakî öğütler ve nasihatlerden
    ibarettir,(ç).

    [65] Kur’an” kelimesi; “kıraat”,
    “tilavet” yani “okumak” anlamındadır, Kur’an fe-iımesi
    ayrıca “toplama” manasına da gelir. Ayrıca Kur’an’m; Hak, Hüdâ,
    Tenzil, rurkân, Zikrâ, Nûr, Mübin, Bürhân ve Azîz gibi daha pek çok ismi
    vardır, (ç).

    [66] Bu kitapların ne zaman indirildiğine dair şöyle bir
    hadisi şerif nakledlmiştir: Fevrât, Musa’ya Ramazan’ın ilk altı gecesinde nazil
    olmuştur. Zebur Davud’a Kamazamn ilk on iki gecesinde nazil olmuştur. Zebur,
    Tevrat’ın nazil olmasından °~ sene sonra nazil olmuştur. İncîl, Meryem oğlu
    İsa’ya, Ramazan ayının ilk on ekiz gecesinde nazil olmuştur. încîl’in nazil
    olması Zebur’un nazil olmasından “iı/   
    SCne sonra olmuştur, Furkan (Kur’ârn Kerîm) ise. Muhammed’e, Ramazanın
    “* yirmi dört gecesinde nazil olmuştur. {Suyuti, CamiuVSağir, H. No:2734)
    (c).

    [67] “İsiama göre Hıristiyanlığın muteber saydığı dört
    İncil’den hiçbirini Hz. İsa (a.s)’a nispet etmek mümkün değildir. Çünkü bu dört
    İncîl, ne Hz. İsa (a.s)’a vahy edilen asıl İncil’dir ve ne de onun yaşadığı
    dönemde kaieme alınmıştır. Mevcut İnciller, Hz. İsa’nın semaya kaldırılmasından
    çok sonra muhtelif kimseler tarafiı-dan kaleme alınmıştır. Ve ilk dönemlerde
    (bu İnci İler) “Havarilerin Hatıratı” otrak tavsif edilmiştir. Ancak
    încilleri Havarilere nisbet etmek de doğru değildir. Her ne kadar kilise, bu
    İncîl kitaplarının ktfsal kabul edilmesi için Havarilere nisbetini şart
    koşuyorsa da buna evet demek mümkün değildir.” (Doç. Dr. Abdıllab.
    Aydemir, a.£.e, s. 253) (ç)

    [68] Çünkü bu İncîlde, Hz. Peygamber (s.a.v)’in
    gönderileceğine dair bilgi ile Tevhİd inancı İşlenmektedir, (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 482-484.

    [69] Üstad Abdulvahhab en-Neccar, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 391.

    [70] Üstad Ahdulvahhab en-Neecar, Kasasul-Enbiyâ. s. 400.

    [71] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 484-488.

    [72] Maide: 5/75.

    [73] Abdulvehhab en-Neccâr, Kasasu’l-Enbiyâ, s. 454.

    [74] îsrâ’: 17/43.

    [75] Nisa: 4/171.

    [76] Maide: 5/72-75.

    [77] Âl-i İmrân: 3/59.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 489-494.

    [78] Burada nimet ile kastedilen; Yüce Allah’ın. Hz.
    Meryem’i tertemiz klnıası ve onu bütün dünya kadınları arasından seçip üstün
    duruma getirmesidir, (ç).

    [79] Maide: 5/110.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 494-495.

    [80] Kur’ân-ı Kerîm,Hz. İsa (a.s)’uı öldürüldüğü ve çarmıha
    gerüdiği tezini reddd-mektedir. O, öldürülmemiş, ve çarmıha gerilmemİştir.
    Allah, onu, kendi katna yüceltmiş ve yükseltmiştir. (Nisa: 4/157-158) Hz.
    İsa’ya ait bu yüceltme ve yüc-seltme işinin; beden ile mi, yoksa ruh ile mi;
    beden ve ruh diri olarak mı, yoksa beden ölü yalnız ruh olarak mı gerçekleştiği
    hususu kapalıdır. Bu konu, asırlar boyu Kur’an yorumcularını meşgul etmiştir.
    Bu konuyu aydınlığa kavuşturmaya çalîşan Tarihçi, ve Müfessirler belli ölçüde
    Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarından ve onların sözlü geleneğinden etkilenmişi
    erdir. Yine Hz. İsa’nın, nüzulü ve kıyametten önce dönüşü konusu da
    tartışılmaktadır. Hadislerde yer alan Hz. İsa’nın dönüşü konusu, müfessirleri,
    ayetlerde geçen kelimeleri (Al-i İmrân: 3/55; Nisa: 4/156-159; Maide:
    5/117).yoruma zorlamış ve”ahad” olsalar da onları değerlendirmeye
    alma­lardır. Yalnız bu hadislerin, akideyi ilgilendirmediğine dikkat edilmesi
    geıeken bir Konudur. Ayrıca tarih boyunca ümmetin büyük bir bölümü, Mesih
    düşthcesini; uyuşukluk, pısırıklık, ve tembelliğe bir kalkan olarak
    kullanılışlardır. Bu konuda geniş bilgi İçin şu eserlere bakılabilir:Doç. Dr.
    Abdıilah Aydemir, a.g.e, s. 254; Mahmut Şeltut, İsa’nın Refi, Ank. Üniv.
    İlahiyat Fak. Dergisi, XXIII, 319-324, ğ«k- 1978 (tere. E. Ruhi Ftğlah); E. R.
    Fığlalı, Kadtyanilik, İzm. 1986. s. 5-15 (ç).

    [81] Bk.z:Âl-i İmrân: 3/55 (ç).

    [82] Buhârî, Enbiyâ 51 (118); Müslim, İman (155); Ebu
    Davûd, Melâhim (4324). Hadisin tamamı için b.k.z: İbnü’1-Esîr, Camiu’ 1-Usûl,
    10/327. (Bu hadiste; Haçın kırılması, Hıristiyanlığın iptaline delildir.
    Domuzun öldürülmesi ve cizyenin kali-nlması ise, artık İslam’dan başka bütün
    din sahiplerine tanınan müsamahaların son bulacağını ifade eder. Esasen Hz. İsa
    (a. s)’m ad aletli bir hakim olarak tekrar dünya­ya inmesi meselesi de o büyük
    peygambere yapılan iftiralannve o yolda meydana getirilen hurafelerin kökü
    kazınıp ‘İslam’ın her yere hakim olması’ ve ‘bütün haü-katlerin tamamen
    anlaşılması’ manasıyla da tevili mümkündür. Bu konuyla üg<n olarak b.k.z: M.
    Sofuoğlu, Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi 7/3263; A. Davutoğlu, Müslim tercümesi ve
    şerhi, 1/203-104 (ç).

    [83] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 495-496.

  • Hz. Mûsâ (A.S)

     

    HZ. MÛSÂ (A.S) 1

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın Soyu:
    3

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın Doğumu:
    4

    Firavunun
    Hükümdarlık Müddeti:
    5

    Firavunun
    Rüyası:
    5

    Hz.
    Mûsâ (a.s) ile Hz. Hârûn (a.s), Ne Zaman Doğdular?
    . 6

    Yüce
    Allah’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’i Koruması ve Firavunun Sarayında Yetiştirmesi:
    6

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’a Annesinin Dışındaki Süt Annelerinin Yasaklanışı:
    7

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın,   Bir   Kıptî’yi  
    Öldürmesi  ve Medyen Ülkesine
    Hicreti:
    9

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın, Şuayb’ın Kızıyla Evlenmesi ve Hayvanlarını Otlatması:
    11

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın Mısır’a Tekrar Dönmesi ve Cenab-ı Allah ile Tur Dağında Konuşması
    14

    Hz.
    Mûsâ (a.s)’ın, Mısır’a Gitmesi ve Firavunu Yüce Allah’a İman Etmeye Çağırması:
    16

    Hz.
    Mûsâ (a.s) ile Sihirbazlar, Firavunun Huzurunda:
    17

    Firavunun
    Sapıklıkta Sonuna Kadar Devam Etmesi:
    20

    Firavun
    Hanedanının, ‘Dokuz Mucize’ ile İmtihan Edilmesi:
    21

    Firavun
    ile Askerlerinin Helak Olması:
    23

    İsrailoğulları
    Tih Çölünde:
    25

    İsrailoğulları
    Tarihinden Alınacak İbretler:
    27

    Hz.
    Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)’in Kıssası:
    28

    Hz.
    Mûsâ (a.s) ‘in Ölümü:
    30

     

     

     

     

    HZ. MÛSÂ (A.S)

     

    “(Ey Muhammedi
    Sana indirdiğimiz) Kitap (Kur’an)’da (Firavun ile olan kıssasını, o müşriklere)
    anlat. Çünkü o, seç­kin kılınmış bir kimse ve (tarafımızdan) gönderilmiş bir
    pey­gamberdir.” (Meryem: 19/51)

    Hz. Mûsâ (a.s)’m,
    Firavunla olan kıssası[1]
    Kur’ân-ı Ke-rîm’in bir çok surelerinde çeşitli şekil ve üsluplarla anlatılmış­tır.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m, İsrail
    oğullarıyla olan kıssası[2] ise,
    keza açık, detaylı ve net bir şekilde geniş olarak, özellikle de A’raf[3]  ve Kasas[4]
    surelerinde; kendine özgü bir şekilde or­taya konulmuş ve açıklanmıştır.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m
    Firavun ile olan kıssası[5] ise;
    sadece hir şahsın, bir hükümdarla ve bir peygamberin büyük bir zorbayla
    arasında geçen tek bir kıssadan ibaret olmayıp her zaman ve her mekanda
    tekerrür edebilecek ve her vakit ile her zamanda ortaya çıkabilecek bir
    kıssadır. Bu kıssa; zor bir olayın gerçek­te şekillenişi, hak-batıl arasında
    mücadele edenlerin çatışması ve Rahman’ın ordusu ile şeytanın ordusu arasında
    alışılmış bir savaşın kıyasıya mücadelesidir. Allah’ın veli kullan ile Al­lah’ın
    düşmanları arasında geçmekte olan bu savaş, insan var­lığının ortaya çıkışından
    ve yine davetçilerin, ıslahatçıların, nebilerin ve resullerin hayat sahnesine
    çıkmasından itibaren kıyamete kadar devam edecektir

    Tağut, batıl davası ve
    şeytanın ordusundan oluşmuş ço­ğunlukta bulunan bir kesimin yanında durarak;
    imana, tevhide ve semavi risaletlere karşı meydan okumaktaydı. Hakk ise;
    hayırlı kimselerin özünden, nebiler, resuller, davetçiler ve ısla­hatçılardan
    oluşmuş azınlıkta bulunan bir kesimin yanında durmaktaydı. İman ile küfür ve
    Hak ile tağut arasındaki bu sa­vaş kızışıp şiddetlendi. Sonuçta ise çok yorucu
    ve zorlu bir mücadelenin sonunda iman, küfre karşı zaferi kazandı ve Hak
    böylece batıla karşı yücelmiş oldu. Çünkü yardım, iman ordu­sunun yanındaydı.
    Yüce Allah, bunu destekleyici mahiyette şöyle buyurmaktadır:

    “Doğrusu Biz,
    (batıla karşı mücadele eden) peygamberle­rimize ve (onların destekçileri olan)
    müminlere, dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri kıyamet gününde
    yardım ederiz”[6]

    İşte iman ve hakkın;
    küfre ve tağuta karşı zafer kazanması, dünya hayatındaki Allah’ın sünnetidir.
    Allah’ın sünnetinde ise bir değişme olmaz. Kötülük, kocaman inatçı bir düşman
    sure­tinde bulunur. Barışı, selameti, insafı ve vicdanı yoktur. Hal­buki Hak
    ise Rabbani daveti yerine getirmeyi ister. Hayrı, hedef tutar. Sevgi,
    kardeşliğe ve insanlığa çağırır. Yeryüzünde 1 yaşayan halklar arasında adaleti
    ve barışı yerleştirmeyi çalışır!.

    Kötülük; kızgınlığı
    açıkça belli olan, kirlenmiş, ama sesi kesilmiş ve köpek dişlerini sırıtarak
    gösteren bir varlığa bü| rünmüş olarak durmaktadır. Bu nedenle de Allah’ın
    peygaı berleri ile veli kullarında bulunan Rabbani davetin üstün mezif yetini,
    temizlik ve safiyetini yok etmek istemektedir.

    Buna, Kur’ân-ı
    Kerîm’in anlattığı kıssalar da tehdit yollu açık seçik örnekler verilir. Çünkü
    peygamberler, azgın ve taş-km kimseler tarafindan kötülüğe hedef
    tutulmuşlardır. Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

    “Kafirler,
    (kendilerine gönderilmiş) peygamberlerine: ‘Ya bizim (mensup olduğumuz şirk)
    dinine geri dönersiniz ya da sizi, memleketimizden çıkarırız’ dediler. Bunun
    üzerine Rabbleri, peygamberlere: ‘Biz, (size ve bana karşı yaptıkları
    haksızlıklardan dolayı) zalimleri mutlaka helak edeceğiz. On­lardan sonrada
    yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, makamım­dan ve tehdidimden korkanlar
    içindir’ diye vahyetti. Peygam­berler de (Allah’tan) yardım istediler. Böylece
    (Allah’ın yar­dımıyla) her inatçı zorba hüsrana uğradı. “[7]

    İşte bu düşünce, her
    zaman her vakitte bulunabilen tağutlarm düşünce şeklidir. Bu düşünce şekli,
    hiçbir zaman delil ve ispat yoluyla anlaşılmaz. Akıl ve mantık ölçüsü yok­tur.
    Onun yolu ancak; “saldırma”, “korkutma”,
    “cezalandırma” ve “azablandırma” şeklindedir.

    Nitekim Yüce Allah, bu
    yolu, Firavunun ağzından naklen şöyle buyurmaktadır:

    “Onların
    oğullarını öldürüp kadınlarını da sağ bırakmak suretiyle elbette biz onları
    ezecek üstünlükteyiz. “(A’râp 7/127)

    İşte bu düşünce, Hz.
    Mûsâ (a.s) zamanında yaşayan Fira­vunun düşünce şeklidir. Genel olarak ise, her
    zamanda ve her mekanda var olabilecek “Firavunluğun” düşünce
    şeklidir.

    Peygamberlerin düşünce
    şekli ise; akıl ve hikmet doğrul­tusunda gelişen bir düşünce şeklidir. İşte bu
    düşünce şekli, kendisine çeşitli eziyetleri ve zulümleri tattırdıktan sonra kav­mine
    şu sözü söyleyen Hz. Mûsâ (a.s)’m sözünde de şöyle or­taya çıkmaktadır:

    “Mûsâ, (Firavunun
    sözlerinden ve tehdidinden dehşete ka­pılan) kavmine: ‘Allah’tan yardım isteyin
    ve (başınıza gelebi­lecek olan şeylerde) sabredin. Yeryüzü şüphesiz ki (Firavun
    değil,) Allah’ındır. Allah, kullarından dilediğini yeryüzüne mirasçı kılar.
    Sonuç; (Firavun ve onun hanedanının değil,) muttakilerindir’ dedi.”[8]

    Görüldüğü üzere, bu
    ayeti kerimede; bütün resullerin ve nebilerin davetlerinde yön ve hedefin bir
    tek olduğu güzel bir şekilçle bize açıklanmış oluyor. Nitekim aynı şekilde
    burada sapıklık ehli ile batıl davetçilerin tek gaye ve tek hedefte ittifak
    etmeleri de ortaya çıkıyor. İşte bu durum, hak ile batıl ve hida­yet ile
    sapıklık arasındaki mücadelenin her vakit ve her zaman da tekerrür etmiş bir
    şeklidir. Bunun sonucu ise -daha öncede geçtiği üzere- inanç ashabının ve iman
    ehlinin zaferi kazanma­sı ve sapık ile zalimler topluluğunun ise hezimete
    uğratılması şeklinde ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, bu sonucu şöyle haber vermektedir:

    “Biz, yeryüzünde
    muşta zaf olanlara iyilikte bulunmak, onları (yeiyüzünde) önderler kılmak,
    onları (mülk ve egemen­likte başkalarına) vâris yapmak, onlara yeryüzünde
    (egemen­lik vennek suretiyle) imkan hazırlayıp yerleştirmek ve onlara Firavun,
    Haman ve ikisinin askerlerine de (israil oğullarının hakimiyeti altına
    girmekten) çekinmekte oldukları şeyleri gös­termek istiyorduk.”[9]

    İşte bu kıssa, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ın Firavun ile olan kıssasın­dan bir ibret tablosudur. Bu kıssa, sadece
    Hz. Mûsâ (a.s) ilef smırlanmayıp bütün nebiler ve resullerin kıssaları içinde
    ge1çerlidir. [10]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın Soyu:

     

    Tarihçilerin
    kaydettiğine göre; Hz. Mûsâ (as)’m soyu şu şekildedir: Mûsâ b. İmrân b. Yashur
    b. Kâhis b. Lâvi b. Ya’k’ûb b. İshâk b. İbrahim.[11]

    Yüce Allah, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ı, Firavuna, kendi risaletini tebliğ etmek için göndermek istediğinde,
    Hz. Mûsâ (a.s)’a des­tekçi ve yardımcı olarak kardeşi Hz. Hârûn (a.s)’ı onunla
    bir­likte Peygamber olarak göndermiştir.[12]

    İşte Hz. Hârûn (a.s)’ın, Hz.
    Mûsâ (a.s) ile birlikte Firavuna gönderilmesi 
    görevi,  Hz.  Musa’nın:  
    “Ailemden   kardeşim Harun’u
    bana vezir yap” (Tâhâ: 20/30) şeklinde yapmış ol­duğu duadan dolayı idi. [13]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın Doğumu:

     

    Hz. Mûsâ (a.s),
    Allah’ın en büyük düşmanlarından biri o-lan tuğyan ve zorbacılığıyla meşhur
    olan tağut Firavunun za­manında doğdu.

    Firavun, Allah’ın
    mülkünde O’nunla çekişti. Azgınlığını ve isyanını ilan etti. Rablığmı ve
    Allah’ın dışında tek tapılacak ilahın kendisi olduğunu iddia etti. İşte bu
    tağutun ismi, Velid b. Mus’ab idi.[14]
    Lakabı ise, Firavun idi. Firavun lakabı, Mısır ülkesinde zorbacılığıyla
    tanınmış her hükümdara verilen bir isimdi. Aynı şekilde Kisra lakabı da, eski
    Fars şehirlerindeki hükümdarlardan her biri için kullanılan bir lakaptı. Kayser
    la­kabı da, Rum şehirlerindeki hükümdarlardan her biri için kul­lanılan bir
    lakaptı.

    Firavun Velid, -Hz.
    Yûsuf (a.s)’ın İslam’a davet ettiği-kardeşi Kâbûs’un ölümünden sonra onun
    yerine tahta geçmişti. Kâbus, Hz. Yûsuf (a.s)’m davetinden kaçınıp iman etmemiş­ti.[15]
    Kâbus, zorbacı ve bilgili bir kimseydi. Hz. Yûsuf (a.s), Kâbus zamanında,
    Rabbinin komşuluğuna göç etmişti. Kâ­bûs’un saltanatı ise uzun bir müddet
    sürdü. Kâbûs’un bu salta­natı zamanla daha da şiddetlendiyse de bir müddet
    sonra hefak olup gitti.

    Firavun Velid,
    kardeşinin yerine tahta geçince, İsrail oğul­larına karşı olan zalimliği daha
    da arttı ve onlara, çeşitli zulumleri ve işkenceleri tattırdı. Firavunun İsrail
    oğullarına karşı giriştiği zulmü neredeyse İsrail oğullarının soyunu
    bitirecekti. Bu zalim ve zorbacı Firavun, kardeşi Kâbus’dan daha da
    az-gmlaşmış, daha da kafırleşmiş ve zorbalaşmıştı. Firavunun sal-tanatlık
    günleri gitgide daha da şiddetlendi. Hz. Yûsuf (a.s)’m ölümünden sonra
    İsrailoğulları ise, atalarının dini üzerindeydi-ler. Atalarının dini ise, Hz.
    İbrahim (a.s)’m kolaylık dini olan Haniflik dini idi.

    İsrail oğulları, Hz.
    Yûsuf (a.s)’m ölümünden sonra kendi­lerine daha önceden ve sonradan hiçbir
    kimsenin tattırmadığı zulmü ve işkenceyi bu zalim ve zorbacı Firavundan
    gördüler. Firavunlar içerisinde, bu zorbacı Firavundan daha zalimi ve daha
    azgını o zamana kadar daha hiç gelmemişti.

    Nitekim Yüce Allah.
    Kasas Sûresinde, Firavunun bu zul­münü ve azgınlığını şöyle anlatmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    İman eden bir topluluk için Mûsâ ve Firavundun kıssasını olduğu gibi sana
    anlatacağız. Firavun, yeryüzünde (egemen olduğu topraklar üzerinde) zorbalığa
    yö­neldi. Ve halkını da (istediği şekilde kendisine boyun eğip itaat edecekleri
    ve hiç kimsenin itaatsizlik edemeyeceği şekilde) fır­kalara ayırdı. İçlerinden
    bir fırkayı (Israiloğullarını) muşta’zaf bularak onların oğullarını boğazlıyor
    ve kızlarını da (hizmetçi olmak üzere) sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, (böyle
    yaptığından dolayı) fesatçılardandı. Bizde, yeryüzünde (bu) muşta’zaf olanlara
    iyilikte bulunmak, onları yeıyüzünde ön­derler kılmak, onları (mülk ve
    egemenlikte başkalarına) varis yapmak, onlara yeıyüzünde (egemenlik vermek
    suretiyle) im­kan hazırlayıp yerleştirmek ve onlara, Firavun, Haman ve iki­sinin
    askerlerine de (İsrail oğullarının hakimiyeti altına gir­mekten) çekinmekte
    oldukları şeyleri göstermek istiyordu.”[16]

     

    Firavunun Hükümdarlık Müddeti:

     

    Firavun, İsrailoğullan
    içerisinde 400 seneden fazla yaşa­mıştı. Firavun, onları kötü işkencelere maruz
    bırakıyor, onları zorla emri altına alarak en kötü ve değersiz işlerde hizmetçi
    olarak iş gördürüyordu. Ayrıca onları, daha iyi emri altına al­mak için çeşitli
    fırkalara da ayırmıştı.[17]
    Onlardan bir fırka bi­na inşa etmede, bir fırka ziraatla uğraşmakta, bir fırka
    insanın pislikleri temizleme yani bugünkü anlamda kanalizasyon işin­de
    çalışmakta ve çalışmaya ehil görülmeyenden de cizye alın­maktaydı.

    Nitekim Yüce Allah,
    Kur’an’da bu konuyu şöyle anlat­maktadır:

    “Size işkence
    eden, kadınlarınızı (hizmetçi olarak kullan­mak için) sağ bırakıp oğullarınızı
    boğazlayan Firavun hane­danından sizi kurtarmıştık…”[18]

    Her türlü şeyden
    münezzeh Yüce Allah, Israiloğullarını, bu tağut ve zalimin şerrinden kurtarıp
    ve onun zulüm ile tuğ­yanından İsrailoğullarmı çekip çıkararak feraha
    kavuşturmak için onlara Hz. Mûsâ (a.s)’ı Peygamber olarak gönderdi.[19]

    Hz. Musa (a. s)’m İsrail
    oğullarına Peygamber olarak gön­derilişi, hiç kuşkusuz onlara bir rahmet ve
    onları, bu zalim zorbaci hükümdarın zulmünden kurtarmak içindi. [20]

     

    Firavunun Rüyası:

     

    Firavun, bu işi de
    kontrol etmek için; onların arasından çe­şitli temsilciler de seçti. Fakat
    ebeler, Firavundan korktukla­rından dolayı İsrail oğulları kadınlarından doğan
    her erkek ço­cuğu hemen doğar doğmaz öldürmek suretiyle Firavunun em­rini
    yerine getiriyorlardı. Kız çocuklarına gelince ise onları erkek çocuklarının
    aksine öldürnıeyip hizmetçi olarak kullan­mak için ve onları zorla emirleri
    altına almak için sağ bırakı­yorlardı. İşte Yüce Allah’ın “Kadınlarınızı
    sağ bırakıp oğulla­rınızı boğazlayan ” (Bakara:2/49) ayetinin anlamı
    bundan do­layı idi. O vakitte doğan İsrail oğullarının erkek çocukları, işte
    Firavunun emriyle böyle öldürülmekteydi. Böylece Firavun, o sırada doğan
    çocukları öldürttüğü gibi ondan sonra da öldürt-me işine devam etti. Firavunun
    adamları, İsrail oğulları içeri­sinde hamile olan kadınlara eziyet etmeye
    başladılar. Öyle e-ziyet ediyorlardı ki, sonunda kadın, çocuğunu düşürüyordu. O
    sırada İsrailoğulları içerisinde bulunan yaşlılar ve ihtiyarlar; erkek
    çocuklarının öldürülmesi ve kadınların çeşitli işkencele­re tabi tutulmasından
    dolayı onlar arasında da ölümler hızlan­dı.

    Bunun üzerine
    Mısır’daki Kıptî liderler, İsraiîoğulları içe­risinde doğan erkek çocuklarının
    öldürülmesini ve ihtiyarla­rında ölüp gittiğini görünce telaşa kapılarak hemen
    Firavunun huzuruna çıkıp ona:

      “Sen, İsrail oğullarını küçük
    çocuklarını Öldürüyorsun. Üstelik ölüm, onların içerisinde bulunan ihtiyarlar
    ve yaşlılar arasında da meydana gelmeye başladı. Yakında bizim dışımız­da
    işleri yapacak hiçbir kimsenin kalmamasından ve bundan dolayı da bütün işlerin
    bizim üzerimize kalmasından korkuyo­ruz. Sen, onların erkek çocuklarını sağ
    biraksan iyi olacak” dediler.

    Bunun üzerine Firavun,
    adamlarına; İsrail oğullarının er­kek çocuklarının hepsinin helak olmaması
    için, doğan erkek çocuklarını, bir yıl öldürmelerini ve bir yılda sağ
    bırakmalarını emretti.”[21]

     

    Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hârûn (a.s), Ne Zaman Doğdular?

     

    İsrail oğullarının
    erkek çocuklarının öldürülmesiyle onlar üzerindeki işkencenin artmasından ötürü
    Firavun, Kıptî lider­lerin istekleri üzere, İsrail oğullarının doğan erkek
    çocuklarını bir yıl öldürmelerini ve bir yıl ise sağ bırakmalarını emretmiş­ti.

    İşte Hz. Hârûn (a.s),
    erkek çocuklarının öldürülmeyip sağ bırakıldığı yıl içerisinde doğmuştu.[22] Hz.
    Mûsâ (a.s)’da, erkek çocuklarının öldürüldüğü yıl içerisinde doğmuştu.

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın
    doğumuna gelince onun doğumu, daha önce geçtiği üzere, erkek çocuklarının
    öldürüldüğü yıla rast­lamıştı. Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi doğum yapacağı zaman yak­laştığında,
    Firavunun yapmış olduğu zulmü gördüğünden do­layı kederi ve tasası daha da
    artmıştı. Bunun üzerine Yüce Al­lah, onun üzüntüsünü gidermek için ona, (ilham
    vasıtasıyla) korkamamasmı ve üzülmemesini vahyetti. Çünkü doğacak o-lan bu
    çocuğun durumu; büyük olacak, Allah onu Firavunun tuzağından koruyacak ve daha
    sonrada onu peygamberlerinden kılacaktı. Böylece Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)?m
    annesinin kalbine sükuneti attı ve ona oğlunun öldürülmesine dair bü­kerim
    gelmediği müddetçe oğlunu emzirmesini, korku geldi­ğinde ise oğlu için odun ve
    tahta parçalarından bir sandık yapmasını, daha sonrada oğlunu onun içine
    koymasını ve onu Nil Nehrine bırakmasını ve bundan dolayı da üzülmemesi ge­rektiğini
    ona (ilham yoluyla) vahyetti. Çünkü oğlu, Yüce Al­lah’ın koruması ve gözetimi
    altındaydı. Allah ise koruma ve yardım bakımından her şeye gücü yetendi…

    Nitekim Yüce Allah,
    Kasas Sûresinde, Hz. Mûsâ (a.s)’m annesiyle ilgili olan bu durumu şöyle
    anlatmaktadır:

    “Musa’nın
    annesine; ‘onu emzir, onun için (onun öldü­rülmesinden) korktuğun zaman (odun
    ve tahta parçalarından yaptığın sandığın içerisine koymak suretiyle) onu
    (Mısır’daki Nil nehrinin) suya bırak! (Suda boğulmak, kaybolmak gibi ona bir
    zarar geleceğinden) korkma! Ve (ondan ayrılacağından dolayı da) üzülme!
    Şüphesiz Biz, onu, sana (uygun bir şekilde) döndürecek ve onu peygamberlerden
    kılacağız’ diye (ilham ya da rüya şeklinde) vahyettik, “[23]

     

    Yüce Allah’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’i Koruması ve Firavunun
    Sarayında Yetiştirmesi:

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın
    annesi, oğlunu gizli olarak doğurmuş­tu.[24]
    Annesi, Yüce Allah’ın korumasına güvenmiş olduğun­dan dolayı oğlunu rahatlık
    içerisinde emzirmeye devam etti.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m
    annesi, Firavunun kan döken zebanileri­nin, oğlunu bulup öldürecekleri
    hususunda korkuya düşünce, bir sandık yapıp onun içerisine biraz pamuk döşedi.
    Daha sonrada oğlunu, sandığın içerisine koyup sandığın ağzını kilitledi ve
    sandığı Nil Nehrine bıraktı. Kızma da sandığı uzaktan takip etmesini emretti.
    Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi, bunların hepsini, her şeyden münezzeh Allah’ın (ilham
    veya rüya vasıtasıyla olan) vahyi ile yapmıştı.[25] Hz.
    Mûsâ (a.s)’m annesi, her şey­den münezzeh Allah’ın bu çocuğu koruyacağını, onu
    tekrar kendisine döndüreceğini ve Firavunun gözü önünde olsa bile onu öldürmeye
    güç yetirenleyeceğine kesin olarak inanmıştı.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m
    annesi, sandığı Nil Nehrine bırakınca su, sandığı alıp götürür bir vaziyette
    iken dalga sandığı bir yukarı kaldırıyor, bir aşağı indiriyordu. En sonunda
    sandık, bu şekliy­le Firavunun sarayına ulaştı. Firavunun cariyeleri bir ara
    Nil nehrinde yıkanır ve süslenir bir vaziyette iken Nil nehrinde kendilerine
    doğru akıp gelmekte olan -Hz. Mûsâ (a.s)’ın için­de bulunduğu- sandığı durdurup
    aldılar. Onlar, sandığın içeri­sinde bir mal olabileceğini zannetmişlerdi.
    Cariyeler, sandığı buldukları şekilde alarak efendileri olan Firavunun karısı
    Asi-ye’ye götürdüler. Sandığı açtıklarında, içerisinde bir çocuk buldular.

    Yüce Allah, anında Hz.
    Mûsâ (a.s)’m sevgisini, Asiye’nin kalbine atmıştı. Asiye’nin kocası olan
    Firavun, bu olayın üze­rine çıka geldiğinde, onların yanında bir çocuk gördü ve
    onu, öldürmeyi isteyerek hemen cellatlarına onu öldürmelerini em­retti.[26]
    Bunun üzerine Asiye, Firavuna, çocuğu kendisi için sağ bırakmasını istedi.
    Çünkü Asiye’nin çocuğu olmuyordu.

    Nitekim Yüce Allah,
    Kur’ân-ı Kerîm’de, Asiye’nin bu sö­zünü şöyle anlatmaktadır:

    “(Bu çocuğu
    öldürme! Belki o,) hem benim için ve hem de senin için göz aydınlığı (huzur
    kaynağı) olur. Onu öldürmeyin. Belki size faydası dokunur veya onu oğul
    ediniriz.”[27]

    Günün birinde Asiye,
    Firavuna, Hz. Mûsâ (a.s)’ı uzatarak: “Hem benim ve hem de senin için
    “göz aydınlığı” olan bu ço­cuğu al” demişti. Firavun ise
    Asiye’ye: “Bu çocuk, senin için göz aydınlığıdır.[28]
    Benim ona ihtiyacım yoktur” diye karşılık verdi.

    Bazılarının
    naklettiğine göre: “Eğer Firavun, Hz. Mûsâ (a,s) için; “benim içinde
    göz aydınlığıdır” demiş olsaydı; belki Allah, onu, Hz. Mûsâ (a.s) ile iman
    etmeye ulaştırırdı. Tıpkı Asiye’nin böyle söylemesinden dolayı hidayete ermesi
    gibi. Fakat Firavun ise Asiye’nin aksine, bu sözü söylemeyi terk ettiğinden
    dolayı mesut olamadı ve hidayete eremedi Aksine o, azgın ve zalim bir kimse
    olarak hayatını sürdürdü.[29]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’a Annesinin Dışındaki Süt Annelerinin
    Yasaklanışı:

     

    Asiye’nin, Firavundan;
    Hz. Mûsâ (a.s)’ı bağışlamasını is­tediği ve Firavun’un da, Hz. Mûsâ (a.s)’ı,
    hanımı Asiye’nin hatırı için bağışladığı andan itibaren Hz. Mûsâ (a.s),
    Asiye’nin yanı başında Firavunun sarayında hayatını sürdürdü.

    Allah, Hz. Mûsâ
    (a.s)’m sevgisini, Asiye’nin kalbine -daha Öncede geçtiği üzere-
    yerleştirmişti. Aynı şekilde Hz.

    Mûsâ (a.s)’ı,
    (zamanla) Firavuna, hem sevdirmişti ve hem de merhamet göstermesini
    sağlatmıştı. Nitekim Yüce Allah’ın şu ayeti, bunu doğrulamaktadır:

    “(Allah, Musa’nın
    annesine) ‘Bana ve Musa’ya ‘düşman olan’ biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Firavunun
    ev halfa ile diğer insanlar tarafından sevilmen için ve) benim gözetimim
    altında yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim.”[30]

    Asiye, Hz. Mûsâ (a.s)
    için hem onu emzırecek ve hem de onu terbiye edecek bir süt annesi bulmak için
    süt annelerini araştırmaya başladı. Hz. Mûsâ (a.s), getirilen her süt annenin
    göğsünü emmekten kaçınıyordu. Hz. Mûsâ (a.s) bu durumda iken açlığı ve ağlaması
    daha da arttı. Firavunun karısı Asiye ise Hz. Mûsâ (a.s)’m açlıktan dolayı
    helak olmasından korku­yordu. Bunun üzerine bizzat kendisi Hz. Mûsâ (a.s) için
    süt annelerini araştırmaya başladı. Hz. Mûsâ (a.s)’rn kız kardeşi, sonradan
    sonraya Hz. Mûsâ (a.s)’ı gözetleyip durumunu öğre­niyordu. İşte Hz. Mûsâ
    (a.s)’m kız kardeşi, bu durumunu gör­müştü. Bunun üzerine hemen Asiye ‘nin
    yanına gelip ona; ço­cuk için temiz ve güvenilir süt emziren bir kadını
    kendisine getirebileceğini arz edip bu süt emzireni bir ücret karşılığında
    getireceğine taahhüt etti. Bunun üzerine Asiye, ona:

    – “O süt emziren
    kadını bana getir! Eğer onun göğsünü emerse sana çeşitli ikramlarda bulunurum’
    dedi. Bunun üzeri­ne Hz. Mûsâ (a.s)’m kız kardeşi, Asiye’nin söylediklerini an­nesine
    haber verdi.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m
    annesi, bu süt emzirme işini kabul edip hemen Asiye’nin yanma gitti. Allah, Hz.
    Mûsâ (a.s)’m annesi­nin kalbine sebat vermemiş olsaydı çocuğu gördüğünde az kal­sın
    daha “bu benim çocuğum” diyecekti. Fakat Firavunun aile­si, süt
    annenin Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi olduğunun farkına varmadı. Hz. Mûsâ (a.s)’m
    annesi, oğlunu alarak bir odanın içerisine girip göğsünü eliyle oğlunun ağzına
    verdi. Hz. Mûsâ (a.s)’da annesinin göğsünü istekle ve lezzetle kanmcaya kadar
    emmeye başladı. Hz. Mûsâ(a.s)’ın karnı iyice doymuştu. Bu­nun üzerine Asiye,
    çocuğun bu şekilde emmesine çok sevindi. Hz. Mûsâ (a.s)’m annesine, bu çocuğu
    emzirmesi için sarayda kalmasını istedi, kaldığı takdirde kendisine çeşitli
    hediyeler vereceğine ve çeşitli ikramlarda bulunacağına dair vaatte bu­lundu.
    Bunun üzerine Hz. Mûsâ (a.s)’in annesinin iffeti açığa çıkıp Asiye’ye:

    – “Eğer kendin
    onu bana vermeyi uygun bulursan, onu e-vime götüreyim ve kendi çocuğuma
    baktığım ve koruduğum gibi onu şefkatle ve gözetimimle bakıp koruyacağıma dair
    sa­na söz verebilirim. Çünkü ben, evimi ve çocuklarımı bu çocuk yüzünden terk
    etmeye güç yetiremem” dedi.

    Bunun üzerine Asiye,
    çocuğu görmek için ara sıra getir­mesi şartıyla çocuğu, Hz. Mûsâ (a.s)’m
    annesine vermeye razı oldu. Süt anne, bir müddet sonra tekrar kendisine
    getirecekti. Çünkü çocuğun sevgisi, Asiye’nin kalbine düşmüştü. Böylece
    Allah’ın (Tâhâ: 20/ 39’da geçen) vaadi yerine gelmiş oldu.

    Hz. Mûsâ (a.s),
    annesinin, kendisini emzirmesi için -Allah’ın izniyle-geri annesine dönmüştü.
    Annesi ise oğlunun, Firavun himayesi ve gözetimi altında bulunduğundan dolayı
    güven ve kalbi mutmainlik içerisindeydi. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de
    bu kıssayı şöyle anlatmaktadır:

    “Musa’nın annesi,
    (oğlunun, Firavunun eline düştüğünü işittiğinde) yüreği bomboş olduğu halde
    sabah etti. Eğer mü­minlerden olması için kalbini pekiştirmemiş olsaydık,
    neredey­se onu (ona sabır vererek kalbine güç bağışlamamış olsaydık, ileri
    derecedeki keder ve üzüntüsünden dolayı oğlunun Fira­vunun yanına gittiğini)
    açığa vuracaktı. (Fakat onun kalbine sabrı ve metaneti yerleştirdiğimizden
    dolayı onu açığa vurma­dı.) Mûsâ ‘nın kız kardeşine, ‘onu izle (ve durumunu
    takip et)’ dedi O da, Musa’yı uzaktan gözetledi. Onlarda onun, (Mûsâ ‘nın kız
    kardeşi olduğunun) farkında değillerdi. (Ama) ön­ceden Biz, onun süt
    annelerinin memesini kahul etmemesini sağladık. (Bundan dolayı da getirilen
    hiçbir süt annenin me­mesini emmiyordu. Bunun üzerine çocuğun açlıktan helak ol­masını
    engellemek için başka süt anneler araştırmaya başladı­lar. Mûsâ ‘nın kız
    kardeşi onların Mûsâ için süt anne aradıkla­rını görünce:) “Size, sizin
    adınıza ona bakacak ve ona iyi dav­ranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?
    Dedi. Böylece Mûsâ ile (birlikte kalmak suretiyle) gözü aydın olsun (ondan
    ayrılık dolayısıyla da) tasalanmasın ve Allah’ın (kendisine yapmış olduğu
    yavrusunu geri çevireceğine dair) vadinin mutlak ger­çek olduğunu bilsin diye
    annesine geri verdik. Ama onların çoğu (Allah’ın vadinin hak olduğunu)
    bilmezler (de bundan dolayı şüpheye düşerler) “[31]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın,  
    Bir   Kıptî’yi   Öldürmesi 
    ve Medyen
    [32]
    Ülkesine Hicreti:

     

    Hz. Mûsâ (a.s),
    Firavunun sarayında gençlik çağma gir­mişti. Bu sırada Firavunun sarayında
    hükümdarların çocukla­rının yaşadığı gibi izzetli ve şerefli bir şekilde
    hayatını sürdü­rüyordu. Firavunun bineklerine biniyor, onun giydiği elbisele­rin
    benzerini giyiyordu. Artık insanlar, Hz. Mûsâ (a.s)’ı5 “Mû­sâ b.
    Firavun” yani Firavunun oğlu Mûsâ diye çağırıyorlardı. İnsanlar, ona,
    Firavunun (üvey) oğlu olmasından dolayı saygı­da ve hürmette bulunuyorlardı.
    Hz. Mûsâ (a.s)’da çok kısa bir zamanda gelişip gençlik çağma ulaşmıştı.

    Günlerden bir gün
    şehre girdi. Bir ara şehrin yollarında ve sokaklarında gezip dolaşıyordu.
    -Vakit, öğle vaktiydi. Dük­kanlar kapalı olduğundan dolayı insanlar, evlerinde
    idiler- Hz. Mûsâ (a.s) yolda yürürken İsrail oğullarından bir adam ile Fi­ravun
    hanedanından olan Kıptî bir adam, birbiriyle kavga edip birbirlerine vuruyor ve
    birbirlerine giriyorlardı. Kıptî adam, İsrail oğullarına mensup adamın hakkını
    yemişti. Bunun üzeri­ne Hz. Mûsâ (a.s) yolda giderken, İsrail oğullarına mensup
    a-dam, bu Kıptî’nin haksızlığından kurtarması için Hz. Mûsâ (a.s)’dan yardım
    isteyince, Hz. Mûsâ (a.s), asıl itibariyle kendi kavminden olan bu adamı
    Kıptî’nin haksızlığından kurtarmak ve eziyeti ondan uzaklaştırmak istedi. Bunun
    için de Kıptî a-dama doğru yönelip onun çenesine bir yumruk vurdu.

    Bu durum, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ın aleyhine olmuştu. Çünkü Kıptî adam, ölü olarak yere yıkılıp hareketsiz
    kalmıştı. Halbu­ki Hz. Mûsâ (a.s), Kıptî’yi öldürmek istememişti. Çünkü Hz.
    Mûsâ (a.s) İsrail oğullarına mensup adama haksızlığından do­layı Kıptî’yi
    sadece ondan uzaklaştırmayı istemişti. Fakat so­nuçta ölüm ile karşılaşmıştı.

    Hz. Mûsâ (a.s),
    Kıptî’nin ölmesine üzülüp yaptığına piş­man olmuştu. Bunun üzerine Allah’a
    yönelerek on dan bağış­lanmayı ve yine O’ndan mağfireti ve rahmeti istemişti.
    Fakat Hz. Mûsâ (a.s)’m, Kıptî adamı öldürdüğünü; Yüce Allah’tan ve İsrail
    oğullarından başka gören hiçbir kimse olmamıştı. Hz. Mûsâ (a.s) Kıptî’yi
    öldürünce, yaptığı işin sonucunu beklemek için korkar bir vaziyette şehirde
    sabahladı. Bu olayı işiten Kıp-tîlerin ileri gelenleri, bu olayı açığa
    çıkarması için Firavunun yanma gidip ona:

    – “İsrail
    oğulları, bizden bir adamı öldürdüler. Bizim hak­kımızı onlardan al ve onlara
    bu konuda kolaylık gösterme! Yoksa onlar, bize karşı böyle yapmaya devam
    ederler” dediler. Firavun ise onlara:

    – “Katili ve
    onun, sizden olan adamı öldürdüğüne dair bir de şahit getirin!” dedi.

    Bunun üzerine
    Kiptiler, katili ve bu konuyla ilgili haberle­ri araştırmak üzere şehirde gezip
    dolaşıyorlardı. O sırada Hz. Mûsâ (a.s)’da yolda giderken bir gün önce,
    Kıptîlere mensup adama karşı kendisine yardım ettiği İsrail oğullarına mensup
    adamı görmüştü. İsrail oğullarına mensup bu adam, düşmanı Kıptîlere mensup bir
    adama karşı yine yardım istiyordu.

    Hz. Mûsâ (a.s)’da,
    İsrail oğullarına mensup bu adamın ya­nına kızgın bir şekilde varıp Kıptî’yi
    yakalayıp İsrailliye yar­dım etmek istiyordu. Fakat İsrailli adam, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ın yüzünde kızgınlık izleri gördüğünden ve onun: “Doğrusu sen,
    besbelli bir azgınsın.” (Kasas: 28/18) sözünü duyduğundan ötürü Hz.
    Mûsâ’nm, kendisini yakalamak için geldiğini sana­rak ona: “Ey Mûsâ! Dün
    bir (Kıptî’nin) canına kıydığın gibi (bugün de) benim mî canıma kıymak
    istiyorsun?” (Kasas 28/ 19) dedi.

    Kıptî adam, onun bu
    sözünü işitip oradan hemen ayrılıp kendi taraftarlarına gidip onlara; dünkü
    Kıptî’yi öldürenin, Mûsâ olduğunu söyledi. Katili aramakta olan Kiptiler, hemen
    Firavuna giderek ona durumu anlattılar. Bunun üzerine Fira­vun, askerlerine;
    Mûsâ’nm, Kıptîlere mensup bir adamı öldür­düğünden dolayı onu aramalarım ve
    yakalayıp getirmelerini emretti. Firavunun askerleri, Hz. Mûsâ(a.s)’ı şehrin
    yollarında ve sokaklarında aramak üzere şehre gittiler.

    Firavun hanedanından
    mümin olduğunu gizleyen bir a-dam, -rivayetlere göre bu adamın ismi, Hazkıl
    idi- hemen Hz. Mûsâ (a.s)’a’gelerek Firavunun, kendisi hakkında vermiş ol­duğu
    emri haber verip ona, Mısır ülkesinden çekip gitmesini söyledi. Çünkü Firavunun
    askerleri, Hz. Mûsâ (a.s)’ı nerede bulurlarsa onu yakalayıp Firavuna
    götürecekler ve o da Kıptî adama karşı Piz. Mûsâ (a.s)’ı öldürmek isteyecekti.
    Bunun ü-zerine Hz. Mûsâ (a.s), hem Firavunun zulmünden kurtulmak ve hem de
    Allah tarafından peygamberliğe hazırlanmak için jvledyen ülkesine doğru
    yöneldi. Rabbine; kendisini dosdoğru bir yola iletmesi, Firavunun zulmünden
    kurtarması (ve düş­manlarda hiçbir kimsenin göremeyeceği şekilde kendisini in­sanların
    gözlerinden saklaması) için dua etti. Hz. Mûsâ (a.s)’in Medyen’e doğru yol
    aldığını haber alan Firavun, hemen onun peşi sıra casuslar gönderdi. Casuslar
    da Hz. Mûsâ(a.s)’ı ara­mak üzere yollara döküldüler. Fakat Hz. Mûsâ (a.s)’ı düşman­larından
    hiçbir kimse göremedi.[33]

    Nitekim Yüce Allah, bu
    olayı Kasas Sûresinde şöyle an­latmaktadır:

    “Mûsâ, halkının
    (Firavun hanedanının veya kendi ailesi­nin) haberinin olmadığı bir sırada (öğle
    vaktinde) şehre girdi ve orada birbirleriyle dövüşen iki adam gördü. Birisi,
    kendi adamlarından (israil oğullarından kendi dinine mensup bir adam), diğeri
    de düşmanlarındandı (Kıptilerdendi). Kendi ta­rafından olan adam, düşmanına
    karşı Mûsâ ‘dan yardım istedi. Bunun üzerine Mûsâ, ona bir yumruk vurdu ve onun
    ölümüne sebep oldu. Mûsâ, ‘Bu (Öldürme işi,) şeytanın işindendir. Çün­kü şeytan
    (düşmanlığı) besbelli saptırıcı bir düşmandır.’ (Mû­sâ:) ‘Ey Rabbim! Doğrusu
    (yaptığım bu işle) kendime zulmet­tim. (Bu yaptığımdan dolayı) beni bağışla’
    dedi. Bunun üzeri­ne Allah onun (bu yaptığını) bağışladı. Şüphesiz ki Allah (ha­taları
    bağışlamak suretiyle) Gafur ve (utanç verecek şeyleri gidermede de) Rahîm
    olandır. Mûsâ: ‘Rabbim1. Bana verdiğin (makam, izzet) nimet hakkı için artık
    suçlulara asla yardımcı (ve destek) olmayacağım’ dedi’.

    Şehirde (Kıptî’yi
    öldürdükten sonra yaptığı için sonucunu beklemek için) korku içinde etrafı
    gözetleyerek sabahladı. (Er­tesi gün yolda giderken) birde baktı ki, dün
    kendisinden (o öl­dürdüğü Kıpti’ye karşı) yardım isteyen kimse (yine bir Kıptî tarafından
    haksızlığa uğradığından dolayı) bağırarak Mû-sâ’dan yine yardım istiyordu..
    Mûsâ, ona (İsrail oğullarına mensup kişiye): ‘Doğrusu sen, besbelli bir
    azgınsın. Mûsâ (yi­ne İsrail oğullarına mensup adama yardım etmek için)
    ikisinin de (hem Mûsâ ‘nın ve hem de İsrail oğullarına mensup adamın da)
    düşmanı olan (Kıptî’yi) yakalamak isteyince; (Musa’nın kendisine doğru kızgın
    bir şekilde geldiğini gören İsrail oğul­larına mensup adam, Musa’nın kendisini
    yakalamak istediğini zannederek:) ‘Ey Mûsâ! Dün bir (Kıptî’nin) canına kıydığın
    gibi (bugün de) benim mi canıma kıymak istiyorsun? Sen an­cak (beni de öldürmek
    suretiyle) yeryüzünde (bu ülkede) bir zorba olmayı mı istiyorsun? Sen, (öfkeni
    yenerek ve öldürül­meyi hak edeni de öldürerek ) ıslah edicilerden olmayı
    istemiyorsun?’ dedi.

    Şehrin Öte başından
    (lıızlıca) koşarak (Firavun haneda­nından mümin olduğunu gizleyen) bir adam
    gelip Musa’ya: ‘Ey Mûsâ! İleri gelenler (Kıptî’yi öldürdüğünden dolayı ona
    karşılık olarak) seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen (bu ülkeden)
    çık (başka bir yere) git! Doğrusu ben sa­na (samimiyetle) öğüt verenlerdenim.
    Bunun üzerine Mûsâ, korku içerisinde etrafını gözetleyerek oradan (Mısır’dan)
    çıktı ve: “Rabbim! Beni, (arkamdan gelebilecek) zalimler toplulu­ğundan
    kurtar’ dedi.[34]

    (Medyen tarafına
    yöneldiğinde Mûsâ:) “Umarım ki Rabbim., beni, (buraya gitmekle) doğru yola
    iletir” dedi.”[35]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın, Şuayb’ın Kızıyla Evlenmesi ve
    Hayvanlarını Otlatması:

     

    Hz. Mûsâ Kelimullah,
    kurtuluşu isleyen mazlum bir adarnın misali gibi, Mısır ülkesinden çıkıp Medyen
    ülkesine doğru ayaküstü yürüyerek gitti. Fakat Firavun hanedanından birinin
    kendisine yetişir korkusuna kapılmıştı. Üstelik Medyen’e g i-derken yanına
    yiyecek bile almamıştı. Bundan dolayı da ağaç yaprağı yiyerek karnını
    doyuruyordu. Medyen ülkesine varı n-caya kadar sekiz gece boyunca, yolculuğuna
    devam e tti. Niha­yet açlıktan ve yorgunluktan takati keşi İmiş bir vaziyette
    iken bir ağacın altına oturdu. Abdullah ibn Abbas bu konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Hz. Mûsâ (a.s),
    Mısır’dan çıkıp Medyen’e gitti. Mısır ile Medyen arasında sekiz gecelik bir
    yürüyüş v ardır. Hz. Mûsâ (a.s), bu yolculuğu sırasında taze ot ve ağaç
    yaprağından başka yiyecek olarak bir şey yememişti. Yalınayak yürüdüğünden
    dolayı ayaklarının altı parçalanmıştı. Hz. Mûsâ (a.s), Allah’ın yarattığı temiz
    ve iyi kullarından birisi olduğu halde bir ağacın gölgesinde oturmuştu. Çünkü
    açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Bundan dolayı da yediği taze otlar (veya
    baklalar) daha hala karnında duruyordu. O, yarım bir hurmaya biie
    muhtaçtı.”[36]

    Hz. Mûsâ (a.s),
    dinlenmek için oturduğu bir sırada çoba n-ların Suladığı büyük bir kuyudan
    koyunlarını sulamak isteyen iki kızın, çobanların az ilerisinde, koyunlarını
    otlattıklarını gördü. Fakat onlar, kendi koyunlarını diğer koyunlara karıştırmamak
    için[37]
    koyunlarını diğer koyunlardan ayrı bir yerde bekletiyorlardı. Bundan dolayı Hz.
    Mûsâ (a.s), onların bu du­rumuna çok üzülüp onların yanına gitti ve erkeklere
    karşı boyle yapmalarının sebebini sordu. Onlarda, kendilerinin, bu k o-yunları
    gütmek zorunda olduklarını, çünkü babalarının ihtiyar ve yaşlı olduğunu,
    babalarının yanında bu koyunların güdül-mesi ve sulanması görevini üzerine
    aldıklarım söylediler. B u-nun üzerine Hz. Mûsâ (a.s), onların koyunlarını sul
    adı. Daha sonrada bir ağacın gölge yerine oturarak Rabbine dua etti.

    Nitekim Yüce Allah,
    Kasas Sûresinde, Hz. Mûsâ (a.s) ile Şuayb’m kızları arasında geçen kıssayı
    şöyle anlatmaktadır:

    “Mûsâ, Medyen (e
    yakın) bir su (kuyusuna) varınca, ku­yunun kenarında davarlarını sulayan bir
    insan topluluğu gördü. Onlardan ötede de davarlarını (diğer çobanların
    koyunlarıyla karıştırmamaktan) alıkoyan iki kadın buldu. (Onların yanma
    giderek:) ‘Bu yaptığınız da nedir?’ (Niye bu çobanlan geçip sizde koyunlarınızı
    sulamıyorsunuz?)’ dedi. Onlar da: ‘Çobanlar (kuyunun başından) ayrılana kadar
    biz, (koyunlarımızı) s u-lamayız. (Ancak onlar iş lerini bitirdikten sonra
    koyunlarımızı sularız.) Babamız da çok yaşlıdır. (Onun yaşlılığı sebebiyle buna
    gücü yetmiyor. Üstelik babamızın yanında bu koyunları güdecek erkek çocukları
    da yoktur. Bundan dolayı da koyunl a-n gütme ve sulama görevini üzerimizi
    aldık)’ dediler.

    Bunun üzerine Mûsâ,
    (iyilik yapmak ve darda kalana yardımcı olmak maksadıyla) onların yerine
    davarlarını suladı. Sonrada (bir ağacın) gölgesine çekildi ve: ‘Rabbim! Doğrusu
    bana indireceğin hayra[38]
    muhtacım’ dedi.”[39]

    İbn Kesîr,
    “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı tarih kitabında konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Çobanlar,
    davarlarını sulama işini bitirdikten sonra kuy u-nun ağzına büyük bir kaya
    parçasını koyuyorlardı. Daha sonra da bu iki kız, koyunlarını sulamak için
    onlardan sonra kuyu­nun ağzına gelerek çobanların davarlarından artta kalan
    suyla içendi koyunlarını sulardı. Fakat o gün ise Hz. Mûsâ (a.s), k u-yunun
    başına gelerek kuyunun ağzındaki o büyük kaya parç a-smı tek başına kaldırdı ve
    kızlar için kuyudan su çıkardı ve onların koyunlarını bu su ile suladı. Daha
    sonrada o kaya par­çasını tekrar eski yerine koydu. O güne kadar k uyunun
    ağzında bulunan o kaya parçasını ancak on kişi bir araya gelerek yerin­den
    kaldırabilirmiş. Hz. Mûsâ (a.s) ise, kaya parçasını tek başma kaldırmış[40] ve
    daha sonrada tekrar eski yerine tek başına koymuştu.

    Bunun üzerine kızlar,
    Hz. Mûsâ (a.s)’m yukarıda  geçen duasını
    işitmişler ve hemen babalarının yanma dönüp Hz. M û-sâ (a.s)’m kendilerine
    yapmış olduğu iyiliği ve (ne kadar) güçlü olduğunu anlattılar. Babalarından da,
    onun bu güzel davra­nışlarından dolayı ona ikramdan bulunmasını ve koyunlarını
    güttüğünden dolayı ona bir ücret vermesini istediler. Babaları da, kendisinin
    çağırdığını söylemeleri için kızlarından birini ona gönderdi. Kızda yüzünü örtüp
    utana utana bir şekil de yürüyerek Hz. Mûsâ (a.s)’a gelip ona:

    – “Bize yaptığın
    sulama hizmetinin karşılığı olarak ücretini ödemek için babam seni
    çağırıyor” dedi. Hz. Mûsâ (a.s)’m herhangi bir şüpheye kapılmaması için
    Şuayb’m kızı, Hz. Mûsâ (a.s)’a bu şekilde açıkça söyledi. Bu da; kızın ne kadar
    iffet­li, hayalı ve kendisini koruduğunu göstermektedir.

    Bunun üzerine Hz. Mûsâ
    (a.s), Şuayb’m yanına gelip ona, başından geçen olayı anlattı. Şuayb ise ona:

    “Korkma! Artık
    zalimler topluluğundan kurtuldun” dedi. (Kasas: 28/25) Daha sonrada
    koyunlarını gütmek şartıyla kızlaından birisiyle onu evlendirdi..

    Bu yaşlı adamın kim
    olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır.
    Bunlardan bazıları şunlardır:

    1. Bazıları;
    onun, Hz. Şuayb (a.s) olduğunu söylemiştir. Alimlerin çoğuna göre, meşhur olan
    görüşte budur. Hasan el -Basri, bu görüşü; Malik b. Enes’ten naklen açık bir
    şekilde şöyle ifade etmiştir: Hz. Şuayb (a.s), kavminin Allah tarafı n-dan
    helak oluşundan sonra uzun bir müddet yaşamıştı. Nihayet Hz. Mûsâ (a.s) onunla
    buluşmuş ve onun kızıyla evlenmiştir.

    2. Bazıları;
    onun, Hz Şuayb (a.s)’m kardeşinin oğlu old u-ğunu söylemiştir.

    3. Bazıları
    da; onun, Hz. Şuayb (a.s)’m amcasının oğlu ol­duğunu ve Yüce Allah’ın Medyen
    halkına gönderdiği Pe y-gamber Şuayb’m olmadığını söylemiştir.

    Tercih edilen görüş,
    birinci görüştür. Bu da, tefsircilerden çoğunun kabul ettiği görüştür.”[41]

    Hz. Mûsâ (a.s), Hz.
    Şuayb’m kızıyla evlendikten sonra şart koşulan müddeti tamamlayıncaya kadar
    onun koyunları otlattı. Rivayete göre bu müddet, on yıldı.[42]

    Rivayet edildiğine
    göre; Hz. Peygamber (s.a.v.)’, Mu­sa’nın (Şuayb’m koyunlarını sekiz mi? Yoksa
    on yıl mı otla t-tığı ile) iki süreden hangisini tamamladığı soruldu. O da:

    – “İki süreden en
    tamam ve en mükemmel olanını tama m-lamıştır” buyurdu.[43]

    Hz. Mûsâ (a.s)’m
    koyunları otlatmış olduğu bu müddet, Hz. Şuayb (a.s)’ın kızıyla evlendiğine
    karşılık ona verdiği mehir idi.

    Hz. Mûsâ (a.s) koyun
    otlattığına göre; insanlardan hiçbir kimseye de bu gibi işlerle uğraşmasında
    bir ayıplık söz konusu değildir. Çünkü yaratılmışların efendisi olan Hz.
    Muhammed (s.a.v.)’de koyun otlatmıştı. Sahih bir hadisi şerifte, Resulullah
    (s.a.v.)’in şöyle söylediği nakledilmiştir:

    “Hiçbir Peygamber
    yoktur ki, koyun otlatmamış olsun” buyurdu. Sahabeler:

      ‘Ey Allah’ın resulü! Sende mi koyun
    otlattın?’ diye sor­dular. O da:

      ‘Ben Kureyş’in koyunlarını
    “Karârît”[44]
    denilen yerde otlatırdım* buyurdu.”[45]

    Nebiler ve resuller
    açısından koyunları otlatmak da bir çok hikmetler vardır: Onlar bu sayede
    sükunetliğe ve tevazuya al ı-şırlar. Ayrıca bu durum, onlar için, ümmetini
    idare etmek ve yönetmek için bir alıştırma mahiyetindedir. Tıpkı çobanların
    koyunların istediği gibi kumanda ettiği gibi onlarda, ümmeti e-rini, Öyle
    yönetirler ve önderlik ederler. Çünkü onlar, ümmetin durumunu düzeltip
    yönettiklerinden ve önder olduklarından ümmetin sorumluluklarını üzerlerine
    almışlardır. İşte peygamberler, koyun gütmelerinden dolayı ümmetlerin
    önderliğine böyle gelmişlerdir. Allah’ın salât ve selâmı onların hepsinin
    üzerine olsun. [46]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın Mısır’a Tekrar Dönmesi ve Cenab-ı Allah
    ile Tur Dağında Konuşması

     

    Hz. Mûsâ (a.s), Medyen
    ülkesinde on sene kaldıktan sonra kalbine vatanının özlemi düştü. Bunun üzerine
    vatanı olan M ı-sır ülkesine hanımı ve çocuklarıyla dönmeye karar verip yola
    koyuldu.

    Bir ara Hz. Mûsâ
    (a.s), soğuk karanlık bir gecede yolunu şaşırdı. Yanlışlıkla Tur dağının sağ
    tarafına kadar gelmişti. Fakat önüne çıkan dağ geçidinden hangisine gideceğine
    dair bir işaret bulamadı. Hava şartlarının çok kötü olmasından d olayı ateş
    yakıp çevresini ve ailesini ısıtmak için çakmağını çıkarıp çaktı. Ama çakmak
    ateş çıkarmadı. Üstelik çakmağı tutuştur a-cak bir şeyde bulamadı. Gecenin
    bütün karanlığı ve soğukluğu şiddetlenmişti.

    Aynı zamanda Hz. Mûsâ
    (a.s)’m hanımı da hamile idi. Bu sırada hanımının doğumu da yaklaşmıştı. Bunun
    üzerine ha­nımını bir yere oturttu. Bir yandan kötü hava şartları ve bir yandan
    da hanımının hamile olması Hz. Mûsâ (a.s)’ı şaşkınlığa uğramıştı. Ne yapacağını
    şaşırmıştı. Bu durumunu gidermek için bir ayağa kalkıyor, bir oturuyordu. Belki
    bir şey görürüm veya bir şey işitirim diye utku gözetlemeye başladı. Hz. Mûsâ
    (a.s) bir ara böyle bir durumda iken Tur dağının yan tarafında bir ışık gördü.
    Onu da, bir ateş zannetti.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Mûsâ (a.s)’ın bu durumunu şöyle anlatmaktadır:

    “Hani Mûsâ (Tur
    dağının yan tarafında) bir ateş görmüş­tü de ailesine durun! Ben bir ateş
    gördüm. Size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren
    bulurum’ demiş­ti.” (Tâhâ: 20/10)

    Hz. Mûsâ (a.s), Tur
    dağının yakın bir yerine ulaştığında gökten orada bulunan bir ağaca doğru
    uzanmış büyük bir ateş demeti gördü. Hz. Mûsâ (a.s), gördüğü şeyden dolayı şaşırmı
    ş-tı. Fakat Hz. Mûsâ (a.s) ateşe yaklaştıkça -ateş ağaca indiğin­den dolayı-
    ağaç geri geri çekilmeye başladı. Hz. Mûsâ (a.s), ağacın geri geri çekildiğini
    görünce korkup geri dönmeye k a-rar verdi. Bu sırada Cenab-ı Allah’ın hitabını
    işitti. Allah ona ayakkabısını çıkartmasını ve daha sonrada şu kutsal olan Tuva
    vadisine girip Tur dağına yaklasmcaya kadar gitmesini emretti. Çünkü Cenab-ı
    Allah, bir yandan onunla konuşuyor. Daha sonrada onu Peygamber olarak seçiyor
    ve peygamberliğ ini tebliğ etmesi için Firavuna gönderiyor.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Mûsâ (a.s)’m bu durumunu Tâhâ Sûresinde topluca şöyle anlatmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Mûsâ ‘nın haberi sana geldi mi? Hani Mûsâ (Medyen’den vatanı olan Mısır’a
    dönerken kötü hava şartlarının yüzünden yolunu şaşırmış ve bu sırada Tur
    dağının yan tarafında) bir ateş görmüştü de ailesine (beraberinde bu­lunan
    hanımına ve çocuklarına olduğunuz yerde) durun (ve ayrılmayın.) Ben (uzakta)
    bir ateş gördüm-. Size ondan bir kor (bir değneğin ucunda veya fitil haline
    getirilmiş otları tutuştu­rarak oradan bir ateş) getiririm veya ateşin yanında
    bir.yol gösteren (yanlışlıkla girdiğimiz bu yolu bilen veya bana yolu
    gösterecek kimseleri) bulurum’ demişti.

    Ateşin yanına gelince[47]: ‘Ey
    Mûsâ! Şüphesiz Ben, (sana hitap eden ve seninle konuşan) senin Rabbinim.
    (Ayaklannda-ki) ayakkabılarını çıkart. Çünkü sen, kutsal (tertemiz veya mübarek
    kılınmış) Tuva vadisindesin ve Ben, seni (peygamberli­ğe) seçtim. Şimdi (sana)
    vahyolunanlan dinle[48]

    “Şüphesiz ki Ben
    Allah’ım! Benden başka hiçbir “ilah” yoktur.                                                                                   

      Öyleyse (beni dinle, bana itaat et ve bana
    hiçbir kimseyi | ortak koşmaksızın yalnızca) bana ibadet et. 

    -Beni (her an ve her
    zaman) hatırlamak için namaz kıl.[49]

    -Kıyamet mutlak olarak
    gerçekleşecektir.

    -(Fakat Ben onun)
    vaktini (insanlardan) gizli tutarım.

    -Her canlı (dünyada
    iken) işlediğinin karşılığını görsün diye (kıyameti mutlaka gerçekleştireceğim)

      O’na (kıyametin kopacağına) inanmayan,
    kıyametin ko­pacağını tasdik etmeyen ve (Benim emirlerime muhalefet ko­nusunda)
    arzularının peşinden giden kimse, seni bundan (kı­yametin kopacağına
    inanmaktan, tasdik etmekten ve kıyamet için  
    hazırlanmak maksadıyla  amel
    etmekten)   alıkoymasın. Yoksa helak olursun.”[50]

    İşte Hz. Mûsâ (a.s)
    böylece Peygamber seçildi ve “Tur-u Sina” diye isimlendirilen Tur
    dağının yanında Rabbiyle böyle konuştu. Bu konuşma sırasında Allah, ona
    Firavuna ve onun hanedanına karşı peygamberliğinin doğruluğunu gösteren mucize
    vermişti. Bu mucize ise “asa” ile “el” mucizesi idi. Ayrıca
    Allah, ona, kendisine davet etmesi için Firavuna gitmesini em­retti. Bunun
    üzerine Hz. Mûsâ (a.s), Rabbinden; risâleti tebliğ ederken kendisine yardımcı
    olması için kardeşi Harun’u da kendisiyle birlikte Peygamber olarak
    göndermesini istedi. Ni­tekim Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’m bu isteğini şöyle
    anlat­maktadır:

    “Mûsâ: ‘Rabbitn!
    Doğrusu ben, onlardan (Firavun hane­danından) bir kişi öldürdüm. (Oraya
    gittiğimde bundan dolayı beni buldukları takdirde) beni öldürmelerinden
    korkarım. Kardeşim Harun’un dili, benimkinden daha düzgündür. Onu, benimle
    birlikte yardımcı olarak (Peygamber) gönder ki, (Hâ­tûn, gerek duyulacak
    yerlerde) beni tasdik etsin. Çünkü (Fira­vun ve onun hanedanına tek başına
    gittiğim takdirde) beni ya­lanlayacaklarından korkarım” dedi. Bunun
    üzerine Allah: ‘Senin (bu) gücünü, kardeşin (Hârûn) ile pekiştireceğiz. İkini­ze
    de öyle bir güç vereceğiz ki onlar, ayetlerimiz sayesinde size
    erişemeyeceklerdir. (Onlar, sizin tebliğiniz karşısında size zarar verme
    imkanını bulamayacaklardır)’ buyurdu. “[51]

    Bazı tefsirciler[52] bu
    konuda şöyle demektedirler: Hz. Mû­sâ (a.s), bu ateşe yaklaştığında ateşin
    gökten orada bulunan bir ağaca doğru uzandığım ve bu ateşin dumansız ve büyük
    bir ateş olduğunu ve ateşi yeşil bir ağacın içinde alevlenmekte o1duğu halde
    ağacın yeşilliğini artırmaktan başka bir şey yapm a-dığıtıı gördü. Hz. Mûsâ
    (a.s), bu duruma çok şaşırmıştı. Üstelik Hz. Mûsâ (a.s), ateşe yaklaştığında
    -ateş ağaca indiğinden do­layı- ağacın kendisinden uzaklaştığını görünce
    korkusu daha da arttı ve geri dönmeye karar verdi. Bu defa da ateşin alevi
    kendisine doğru yaklaşıyordu. Bunu gören Hz. Mûsâ (a.s), ne yapacağını
    şaşırmıştı ki tam bu sırada Rabbi ona Ku tsal Tuva vadisinde seslendi. Yüce
    Allah, ona ilk önce, bastığın yerin kutsal bir yer olmasından dolayı tazim ve
    saygı göstererek a-yakkabısraı çıkartmasını emretti. Ayrıca ona sağ elinde bulu­nan
    asayı yere atmasını emretti. Bunun üzerine o da onu yere attı. Elinde olanı
    yere attığında asa, koşan bir yi lan oluvermiş­ti. Daha sonrada Allah ona,
    elini koltuğunun altına yani koynuna koymasını ve sonrada geri ç ıkarmasmı
    emretti. Hz. Mûsâ (a.s) elini koynundan çıkardığında el inin bembeyaz olduğunu
    ve güneş gibi pırıl pınl parlamakta olduğ unu gördü.[53]

     

    Hz. Mûsâ (a.s)’ın, Mısır’a Gitmesi ve Firavunu Yüce Allah’a
    İman Etmeye Çağırması:

     

    Hz. Mûsâ (a.s),
    Rabbiyle Tur dağında konuşup Peygamber olduktan sonra geri dönüp ailesiyle
    birlikte Mısır’a doğru yürüyüp gitti. Mısır’a bir gece yarısı vardı. Cenab-ı
    Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’m kardeşi Harun’a, Hz. Mûsâ (a.s)’ın kendisine doğru
    gelmekte olduğunu ve onunla buluşmasını müjdeledi, ayrıca kendisini, Hz. Mûsâ
    (a.s)’m yardımcısı ve onunla birlik­te Firavunu Allah’a davet etmek için
    Peygamber olarak gön­derdiğini bildirdi.

    Daha sonra Hz. Hârûn
    (a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’ı karşılayıp bir araya gelerek Firavunu Allah’a kulluk
    etmeye çağırmak üzere ona gittiler. Saraya vardıklarında Hz. Mûsâ (a.s),
    Firavunun huzuruna girmek için kapıdan kendisine izin vermesini istedi. Kapıcı
    ise Hz. Mûsâ (a.s)’a: “Firavuna ne söylemek istiyorsun?” diye sordu.
    Hz. Mûsâ (a.s) ise kapıcıya: “Firavuna alemlerin Rabbinin peygamberinin
    geldiğini söyle?” diye ce­vap verdi. Kapıcı ise Hz. Mûsâ (a.s)’m bu
    sözlerinden korkup hemen efendisinin huzuruna girerek Hz. Mûsâ (a.s)’m söyle­diği
    ve ondan işittiği sözleri Firavuna şöyle haber verdi:

    – “Kapıda deli
    bir adam bulunup kendisinin alemlerin Rabbinin peygamberi olduğunu iddia
    ediyor” dedi. Firavun:

    – “Onu içeri
    al” dedi.

    Hz. Mûsâ (a.s),
    beraberinde Hz. Hârûn (a.s) olduğu halde Firavunun huzuruna girdiler. Daha
    sonra Hz. Mûsâ (a.s) ko­nuşmaya başlayarak Firavunu Allah’a kulluk etmeye davet
    edip ona Rabbinin risaletini tebliğ etti.[54]
    Firavun ise Hz. Mûsâ (a.s)’ın bu sözleriyle alay ederek ona:

    – “Burada benden
    başka bir ilah var mıdır?” diye sordu.

    Daha sonra Firavun Hz.
    Mûsâ (a.s)’ı inceleyip düşünerek onu kendi sarayında yetiştirdiği Mûsâ olduğunu
    anlayıp ona, daha Önceki durumuna dair -Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı gibi-şöyle
    dedi:

    “Çocukken biz
    seni (Nil nehrinden alarak) yanımızda alıp yetiştirmedik mi? Ve sen hayatının
    birçok yıllarını (Kıptî’yi öldürmezden önceki dönemini) aramızda geçirdin ve
    yapaca­ğın işi (bizden olan Kıptî’yi öldürme işini) yaptın. Sen (bu ka­dar iyi
    imkanlarda yetiştiğin halde ve bunun karşılığı olarak bir Kıptî’yi öldürmekle)
    nankörlük edenlerdensin’ dedi. (Fira­vun Musa’nın davetine cevap vermekten
    kaçınıp ona iyilikleri hatırlattı.) Mûsâ: ‘Ben, bu (Kıptî’yi öldürme işini)
    cahillerden olduğum halde yaptım. (Bu işin öldürmek noktasına ulaşaca­ğını
    bilmiyordum ve bu olay; Yüce Allah’ın, beni, hidayet ve vahyi  ile 
    lütuflandırıp  Peygamber
    yapmasından önce  idi.) Bundan dolayı siz
    (in beni öldüreceğinizden korktuğum için (Medyen’e) kaçtmı. Sonrada Rabbim bana
    hüküm (peygam­berlik ve ilim) ihsan etti. (Böylelikle bilgisizlik ve
    sapıklıktan kurtuldum) ve beni peygamberlerden kıldı.”

    İşte senin başıma
    kalktığın bu nimet[55],
    İsrailoğullannı (emrin altında kullanmak üzere) köle ettiğin içindir’ dedi.
    (Bunun üzerine Firavun ise:) ‘Alemlerin Rabbi dediğin de ne­dir? ‘ dedi. (Mûsâ
    ‘da:) ‘Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulu­nanların Rabbidir? Eğer siz yakın
    (yani eşyayı delilleri ile bi­lip delil) getirebilenlerden iseniz (bu
    böyledir)’ dedi.[56]

     

    Hz. Mûsâ (a.s) ile Sihirbazlar, Firavunun Huzurunda:

     

    Hz. Mûsâ (a.s),
    Rabbinin asaletini Firavuna anlatmaya devam ediyor. Firavun ise onu, hapiste
    cezalandırma ve kovma gibi tehditlerde ve vaatlerde bulunuyordu. Hz. Mûsâ (a.s)
    ise ona:

      “Biz sana apaçık delillerle gelen
    kimseleriz” dedi. Fira­vun ise:

    – “Senin yanındaki
    de nedir?” diye sordu.

    Hz. Mûsâ (a.s)’da
    yanında bulunan asayı yere attığında asa büyük bir ejderha oluvermişti. Elini
    de koynuna koyup çıkar­dığında ise eli, güneşin parlamakta olan ışığından bir
    parçası gibi olmuştu.[57]
    Firavun, Hz. Mûsâ (a.s)’m göstermiş olduğu bu mucizeler karşısında şaşkınlığa
    uğrayıp hemen üst düzey devlet yöneticilerini çağırdı ve onlarla Hz. Mûsâ
    (a.s)’m du­rumunu istişare etti. Onlar, Firavuna, Hz. Mûsâ (a.s)’ın getir­diği
    mucizeleri boşa çıkarabilmek için sihirbazlarının ona karşı toplanmaları
    gerektiğini söylediler.[58]
    Çünkü onlar böyle söy-iemekte, Hz. Mûsâ (a.s)’ı normal sihirbazlardan biri
    olduğunu zannetmişlerdi.

    Bir müddet sonra
    sihirbazlar Firavunun huzurunda toplan­dılar. Firavun onlardan, “Musa’nın
    sihrine karşı bütün güç ve kuvvetlerini toplamalarını ve hedeflerini
    birleştirrmelerini” istedi. Eğer bunu başarırlarsa kendilerini, “mal
    ve makam ile mükafatlandıracağını” ve Musa’yı yendiklerinde ise onları,
    “kendisine yakın kimselerden yapacağına” dair söz verdi.[59]

    Daha sonra her iki
    taraf, önemli bir günde[60]
    şehrin geniş bir yerin de halkın huzurunda bir araya geldiler.[61]

    Sonuç ise; sihirbazlar
    sayı bakımından çoğunlukta[62] ol­duklarından
    dolayı onlar, Hz. Mûsâ (a.s)’dan yanında bulun­durduğunu yere atmasını
    istediler. Hz. Mûsâ (a.s)’da, onlara, kendilerine saygıdan dolayı ve onları
    yeneceğine inandığından kendilerinin yanlarında bulundurduklarını yere atmasını
    istedi.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Mûsâ (a.s) ile sihirbazlar arasın­da geçen olayı şöyle anlatmaktadır:

    “Sihirbazlar: ‘Ey
    Mûsâ! Sen mi (asanı) atacaksın yoksa (yanımızdakileri) atanlar biz mi olalım?’
    dediler. Musa’da: ‘(ilk önce) siz atın!’ dedi. (Bunun üzerine sihirbazlar,
    yanla­rında bulundurdukları ipleri yere) atınca (attıkları ipleri çeşit­li hile
    ve göz bağcılık yaparak) halhn gözlerini büyülediler, (yaptıkları hileler ile)
    onlara korku saldılar ve büyük bir sihir getirdiler.

    Biz de, Musa’ya:
    ‘Asanı (yere) bırak’ diye vahyettih. Bir de (sihirbazlar ile halk) ne
    görsünler! (Yere atılan asa,) onla­rın uydurduklarını yakalayıp yutuyor.
    Böylece hak yerini bul­du ve sihirbazların yaptıkları şeylerde boşa
    gitti….”[63]

    Sihirbazlar,
    yanlarında bulundurdukları iplerini ve değ­neklerini yere attılar. Sihirbazlar,
    çeşitli hile ve gözbağcılık ile yere attıklarını yılan haline dönderdiklerinden
    dolayı; ‘Fira­vun hakkı için, şüphesiz biz (Mûsâ ‘ya karşı) mutlaka üstün ge­leceğiz’
    dediler.”[64]

    Hz. Mûsâ (a.s),
    sihirbazların yere attıkları iplerin ve değ­neklerin sanki koşan yılanlar gibi
    vadiyi dolduran ve birbiri üzerine binen dağlar gibi gösterildiğini gördüğünde
    onların, bu yaptıklarına karşılık içine bir korku düşmüş ve dehşete kapıl­mıştı.
    Fakat Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a, önünde yükselip kalkmakta ve hareket
    etmekte olanların hepsi karşısında süku­nete erdirdi ve ona korkmamasını, çünkü
    kendisinin onlara karşı zafer kazanacağına ve kendisine yardım edileceğine dair
    vahiyde bulundu. Bundan dolayı Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a, yanında
    bulundurduğu asasını yere atmasını emretti. Hz. Mûsâ (a.s)’da asasını yere
    attığında, asa, büyük bir ejderha oluverip sihirbazların yalan ve dolandan
    yapıp da yere attıkları yılanların vb. şeylerin hepsini yakalayıp yutuverdi.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. Mûsâ (a.s)’m sihirbazlara karşı durumunu şöyle anlatmaktadır:

    “(Sihirbazların
    çeşitli hile ve gözbağcılıkları ile yaptıkları dalaverelerle yere attıkları
    ipleri ve değnekleri koşan yılanlar gibi gördüğünde Mûsâ taşıdığı yapı
    nedeniyle veya insanların bunlardan dolayı tereddüte kapılıp kendisine tabi
    olamayacak­larından dolayı) içinde bir korku hissetti. (Musa’nın durumu­nu
    gören Yüce Allah, ona:) ‘Ey Mûsâ! Onların bu yaptıklarından dolayı korkma!
    Çünkü (bu mücadeleden) üstün çıkacak olan sensin sen. Sağ elinde bulunan (asayı
    yere) at da onların (gerçeğe aykırı olarak) yaptıkları (bu gösteri ve
    uydurmaları­nı) yutuversin. Çünkü onların bu yaptıkları sadece bir sihirbaz
    hilesidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla başarı kazanamaz’ dedik.[65]

    Tarihçilerin
    kaydettiğine göre;[66] Hz.
    Mûsâ (a.s) elinde bulunan asayı yere attığında, asa, uzun ve kaim bir boynu ile
    insanı ürküten korkunç büyük bir yılan haline dönüvermişti. Öyle ki asanın bu
    hale dönüştüğünü gören insanlar, ondan u-zaklaşmaya ve kaçmaya başlamışlardı.
    Bu yılan, firavun ve halkın gözlerine doğru koşan yılanlar gibi görünen
    sihirbazla­rın iplerini ve değneklerini hızlı bir şekilde birer birer toplayıp
    yutmaya başladı. Bu sebepledir ki insanlar, onun yaptığından etkilenerek korku
    içerisinde, bozguna uğramış bir vaziyette, dehşet içerisinde ve zor bir durumda
    kalmışlardı. Daha sonra Hz. Mûsâ (a.s), büyük bir yılan şekline dönüşen asasını
    tekrar eline alınca, eskiden olduğu gibi -sihirbazların yılanlarını ve
    değneklerini yutmuş olduğu halde- asa haline donuverdi. Hz. Mûsâ (a.s)’m
    göstermiş olduğu bu mucizenin; büyü, göz bo­yama, hayal, yalan, iftira ve
    sapıklık olmadığını iyiden iyiye anlamış olan sihirbazlar, bu mucizenin ancak
    Yüce Allah tara­fından yapılabilecek bir mucize olduğunu kabullenmişler ve Hz.
    Mûsâ (a.s)’a inananların da ilki olmuşlardı. Çünkü Allah, kalplerindeki gaflet
    perdesini aralamış ve kalplerini içinde ya­ratmış olduğu hidayet nuruyla
    aydınlatmış ve kalplerinin katı­lığını gidermişti. Onlarda kalplerine yönelerek
    huzurunda sec­deye kapanmışlardı. İşte bu sihirbazlar, Firavunun düşmanı olan
    Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı zafer kazanmaları için ve galip gelmeleri için
    getirttiği sihirbazlardı.

    Sihirbazlar, Hz. Mûsâ
    (a.s)’m göstermiş olduğu bu mucize karşısında iman edip Şanı Yüce Allah’ın
    birliğini kabul etmiş­lerdir. Çünkü sihirbazlar, bu mucizenin; sihir,
    gözbağcılık, ya­lan ve iftira olmadığını kesin ve net olarak anlamışlardı. Fira­vuna
    karşı peygamberliğinin doğruluğuna bir delil olması için Hz. Mûsâ (a.s)’m
    eliyle ortaya çıkan bu mucize, ancak galip gelen Allah’ın mucizelerinden bir
    mucizeydi.

    Sihirbazlar bu
    mucizeyi gördüklerinde, bunu yapmaya in­sanın güç ye kudret yetiremeyeceğine
    anlamışlardı. (Çünkü kendileri, sihri en ince noktalarına kadar bilen
    kimselerdi.) İşte bu mucize, (insanlara garip ve) acayip gibi görünen şeyleri
    ya­pan ancak ilahi bir güç ve kuvvetten kaynaklanmaktaydı. İşte sihirbazlar, bu
    ilahi güç ve kuvvet karşısında yenilgiye uğra­dıklarından dolayı Allah’a
    yönelerek huzurunda secdeye ka­pandılar ve: “Alemlerin ve Mûsâ ile
    Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.”(Şuam: 26/47-48)

    Firavun, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ı aciz bırakamayıp aksine Hz. Mûsâ (a.s)’ın, kendisini aciz bıraktığının
    farkına vardığından dolayı Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı kaybettiği güç ve kuvvetinin
    tek­rar kendisine dönmesini sağlamak için ve yenilgisini örtbas etmek için
    -daha önce hile ve düzenbaz kimseler olan- sihir­bazlara: “Doğrusu Mûsâ
    sizlere sihri (asıl) öğreten büyüğü-nüzdür. Andolsun ki (Musa’ya inandığınızdan
    dolayı sizlerin) ellerini ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim. Hurma
    kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin (azabının)daha çetin ve daha devamlı
    olduğunu yakında bileceksiniz.” (Tâhâ: 20/71)

    Ayette de görüldüğü
    üzere; Firavun, sihirbazları Allah’a iman ettiklerinden dolayı öldürmek, asmak
    ve elleri ile ayakla­rını çaprazlama olarak kesmek ve onları, Hz. Mûsâ (a.s)’m
    kendilerine sihir öğretmek suretiyle onun emri altına girerek onu kendilerine
    sihir öğretmek suretiyle onun emri altına gire­rek onu kendilerine lider
    seçtikleri şeklinde ithamda bulundu.

    Halbuki Firavun, Hz.
    Mûsâ (a.s)’m daha önceden onları tanı­madığını ve onlarla birlikte bir araya
    gelmediğini yakîni bir bilgi ile biliyordu. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s), bu olaydan
    önce yaklaşık on sene Medyen halkı içerisinde kalmıştı. Bu sebeple Hz. Mûsâ
    (a.s), nasıl olurda onlara sihri öğreten büyükleri (ve liderleri olur)?!
    Üstelik Hz. Mûsâ (a.s), onları bir araya topla-nıadığı gibi onların bir
    meydanda kendisine karşı toplandıkla­rını dahi bilmiyordu. Bilakis Firavun,
    sihirbazları, Hz. Mûsâ (a.s)’ın davetini ve mucizesini boşa çıkarabilmek içki
    onları ülkenin çeşitli yerlerinden çağırıp bir araya getirip onları Hz. Mûsâ
    (a.s)’a karşı kışkırtmıştı. Sonunda ise Firavun mağlup olduğundan dolayı kendi
    hatasını örtbas edip kapatabilmek için uğraşmaktaydı. Çünkü Firavun, Hakkın
    karşısında hiçbir şeyin fayda sağlamayacağını bilmemekteydi.

    Sihirbazlara gelince
    ise onlar, iman üzere sebat ederek Fi­ravunun ceza ve tehditlerine aldırış
    etmediler. Üstelik onlar, cesurca ve imanlarının yardımıyla, Firavunun
    zalimliğini ve zorbalığını, ona meydan okurcasına onun yüzüne karşı şöyle
    söylediler: “(Ey Firavun!) Seni bize gelen apaçık delillere ve bizi
    yaratana tercih edemeyiz. (Hakkımızda) ne hüküm vere-ceksen ver! Çünkü sen
    ancak bu dünya hayatına hükmedebilir­sin. (Senin hükmün, dünyada geçerli
    olabilir. Daha önceden işlemiş olduğumuz) hatalarımızı (günahlarımızı) ve
    (Allah’ın ayetine ve peygamberinin mucizesine karşı çıkmak için) bize; zorla
    yaptırdığın sihri (n günahım) bağışlasın diye biz, Rabbimize iman ettik. Çünkü
    Allah (bizim için senden veya ona itaat edenlere vereceği sevap ve ecirden)
    daha hayırlı ve (kendisine isyan eden kimselere cezası da daha) devamlı­dır.”[67]

    Said b. Cübeyr, bu
    sihirbazların durumu ile ilgili olarak şöyle der:

    “Sihirbazlar (Hz.
    Musa’nın göstermiş olduğu mucize kar­şısında Allah’a yönelerek onun huzurunda
    yere kapanarak) secde ettikleri zaman, cennette kendileri için hazırlanmış olan
    ve oraya varışlarını beklemekte olan süslü köşklerini ve saray­larını gördüler.
    Bundan dolayı sihirbazlar, Firavunun tehdit ve cezalandırmalarına aldırış
    etmediler. Bilakis hakkı, Firavunun yüzüne karşı söylediler.”[68]

    Zalim Firavun, tehdit
    ettiği şeyle onların ellerini ve ayak­larını çaprazlama keserek şehit etti.
    Firavun onları, en kötü bir şekilde cezalandırmıştı. Fakat bununla birlikte
    Firavunun teh­dit ve korkutması, onları, Allah’a olan imanlarından vazgeçir­medi.

    Sonuçta ise onlar,
    şehitler ve iyi kullar olarak öldüler. Al­lah onların hepsinden razı olsun.

    Abdullah ibn Abbas
    (r.a), bu sihirbazlar hakkında şöyle der:

    “Onlar, günün ilk
    başlarında sihirbazdılar. Günün sonları­na doğru ise (Allah katında) iyi kullar
    ve şehitler oldular.” [69]

     

    Firavunun Sapıklıkta Sonuna Kadar Devam Etmesi:

     

    Firavun, Hz. Mûsâ
    (a.s)’ın doğruluğunu gösteren ve galip getirici mucizeler ile kesin delilleri
    görmüştü. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ Kelimullah (a.s) ‘in getirdiği apaçık
    mucizelerden yüz çevirerek küfründe sonuna kadar devam etti ve inadında ısrar
    etti.

    Devletin üst düzey
    yöneticileri, Firavunu; Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve onun kavmini serbest bıraktığı
    takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını söyleyerek Firavunun bu hareketini
    kınayarak onu, Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte iman edenlere karşı kış­kırttılar.
    Bunun üzerine Firavun perişanlıktan, yenilgiden ve otoritesizlikten kurtulup
    Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte i-nıan edenlere karşı üstün gelmek için
    devletin üst düzey yöne­ticilerine; Hz. Mûsâ (a.s)’m kavminin erkeklerini
    öldürmeye ve kadınlarını hizmetçi olarak kullanmak için sağ bırakmaya dair
    onlara söz vermek suretiyle onların bu konudaki zihnini ve kalbini teskin etti.

    Daha sonra Firavun,
    kavminin ileri gelenlerine vermiş ol­duğu sözü yerine getirmek için pratiğe
    dökmeye başlayınca, İsrailoğulları, kendilerini kuşatan Firavunun zulmünü,
    eziyeti­ni, zorbalığını şikayet etmek suretiyle bunlara tahammül göste­remediler.
    Hz. Mûsâ (a.s) ise onlara, Firavunun bu yaptıklarına karşı sabretmelerini tavsiye
    etti ve onlara bu şekilde devam ettikleri takdirde güzel bir sonuca
    ulaşacaklarını vaat etti.

    Nitekim Yüce Allah, bu
    konuyu şöyle anlatmaktadır:

    “Firavunun
    kavminden Heri gelenleri, (Firavuna:) ‘Mû­sâ ‘yi ve kavmini yeryüzünde
    (üstünlük sağlamak ve halkının dinini değiştirmek suretiyle Mısır
    topraklarında) bozgunculuk çıkartsınlar ve ilahlarını (ilah durumunda olan seni
    ve üstelik senin tapmakta olduğun ilahlarını) terk etsinler diye mi serbest
    bırakıyorsun?’ dediler. (Bunun üzerine Firavun, ileri gelenle­rine cevap vermek
    üzere:) ‘Onların erkek çocuklarını öldürte-cek ve kadınlarını (lıizmetçi olarak
    kullanmak için) sağ bıra­kacağız. (Böyle yapmakla kendilerinin önceden de
    olduğu gibi, halen elimizin altında zillet içinde yaşayacaklarını bilsinler
    dive) elbette biz, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz dedi.[70]

     

    Firavun Hanedanının, ‘Dokuz Mucize’ ile İmtihan Edilmesi:

     

    Firavun zulüm yapmak
    suretiyle insanlara üstünlük kurma fikri kaplayıp Allah’a karşı azgınlaşmada,
    Hz, Mûsâ (a.s)’ı yalanlamada ve İsrail oğullarına eziyet etmede sonuna kadar
    devam etti. Yüce Allah’ta, Hz. Mûsâ (a.s)’a; Firavun ile hane­danının,
    İsrailoğullarını serbest bırakmayı engellemelerine ve onları yalanlamalarına
    ceza olarak yakında onların üzerine şiddetli bir azabın geleceğini bildirmesini
    emretti… Onların üzerine azab gelince, Hz. Mûsâ (a.s)’a Rabbinden;
    kendilerinin üzerine gelen azabı kaldırmasını istemek üzere ona geldiler.

    Hz. Mûsâ (a.s)’da,
    onlara; iman etmek ve kendisine tabi olanlara eziyet etmemeleri şartıyla Rabbinden
    kendilerinin ü-zerine gelen azabın kaldırılmasını isteyeceğini söyledi. Onlar­da,
    Hz. Mûsâ(as)’a iman-edeceklerine ve kendisine tabi olan müminlere eziyet
    etmeyeceklerini dair söz verdiler.[71]

    Bunun üzerine Allah,
    indirdiği azabı onlardan kaldırdığın­da onlar, tekrar eski azgınlıklarına dönüp
    Hz. Mûsâ (a.s)’a verdikleri sözlerinde durmadılar ve Allah’a karşı isyan
    ettiler. Onların, sözlerinde durmamalafından ötürü Allah onların üze­rine
    çeşitli musibetler ve belâlar gönderdi.

    Bu bela ve
    musibetlerin hepsi de, onların, akılları başlarına gelsin ve Hakka dönsünler
    diye Allah tarafından bir korkutma ve ikaz mahiyetindeydi.

    Yüce Allah’ın, Firavun
    hanedanının üzerine gönderdiği bu mucizevi azaplar dokuz tane olup onlar
    şunlardır:

    1. Kıtlık ve Kuraklık: Bu; Kur’ân-ı Kerîm’de “seneler” şeklinde
    ifade edilmiştir. Ayette geçen “seneler” tabirinden maksat ise,
    Firavunun hanedanına isabet eden kuraklık senele­ridir. Böylece Firavunun
    hanedanı, bu seneler içerisinde ekin­lerden kâr ile gelir alamıyorlar ve ko
    yunlarından da süt elde edemiyorlardı.

    2. Mahsullerin Azalması: Bu; musibetler, afetler, salgın­lar ve hastalıklar
    sebebiyle ağaçlarında mahsullerin azalması şeklinde meydana gelmiştir.

    3. Tufan: Bu
    da; ekinleri ve meyveleri telef eden yağmur­ların çoğalması şeklinde meydana
    gelmiştir.

    Bu rivayet, Abdullah
    ibn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre ise, bu bela; Nü nehrinin,
    onların üzerine taşması şeklinde vuku bulmuştur.

    4.  Çekirgeler: Yüce Allah, bunları; görülmemiş bir şekil­de Firavun
    hanedanını üzerine göndermiştir.

    Bu çekirgeler,
    yeşillikleri biçip talan ediyor ve kalabalık olmalarından dolayı da güneş
    ışığının yere değmesini dahi engelliyorlardı. Onlar, geriye ne bir ekin ve ne
    de bir meyve bırakıyorlardı.

    5. Küçük Kene:
    Bu da; hububatları bozan güvedir. Bir ri­vayete göre ise; bu, herkes tarafından
    bilinmekte olan bir ke­nedir. Başka bir rivayette ise; bu, Firavun hanedanının
    yattığı yerleri altını üstüne getiren ve onların kapalı evleri ile yaşama­larına
    imkan vermeyen sivri sinektir.[72]

    6.  Kurbağa: Bu herkesçe bilinmekte olan kurbağadır. Bu
    kurbağalar, onların yanında öyle çoğaldı ki, onların yaşamları­nı bulandırmaya
    başladı. Çünkü bu kurbağalar; onların yemek­lerinin ve su kaplarının içerisine
    düşüyor, onların sergilerinin ve elbiselerinin üzerine sıçrıyordu. Hatta
    onlardan birisi bir Şey yemek veya içmek için ağzını açacak olursa, çevredeki
    kurbağalardan biri gelip ağzına atlıyordu.

    7. Kan: Bu
    da; apaçık mucizelerden biridir. Çünkü içtikle­ri sular onlar için kana
    dönüşüyordu. Bundan dolayı kuyudan, nehirden ve her nereden içmek için biraz su
    aldıklarında o su­yun, hemen o anda taze bir kana dönüştüğünü görüyorlardı.
    Fakat bundan hiçbir  şey tamamıyla İsrail
    oğullarına zarar vermiyordu.

    8. Asa:
    Asanın, koşan şekildeki yılana (veya ejderhaya) dönüştüğüne dair Hz. Mûsâ
    (a.s)’ın mucizelerinden birisi olan bu mucize, daha önce (iki defa) geçmişti.

    9. El: Hz.
    Mûsâ (a.s), elini koynuna koyduğunda elini bembeyaz olarak çıkarmaktaydı.

    Nitekim Yüce Allah, bu
    mucizeler hakkında şöyle bilgi vermektedir:

    “Andolsun ki Biz,
    Mûsâ ‘mn (peygamberliğine ve kendisini Firavuna gönderen Yüce Allah’tan
    getirmiş olduğu haberlerin doğruluğuna delil olacak) ‘dokuz tane’ apaçık mucize
    verdik (Bundan dolayı Ey Muhammedi Mûsâ ‘mn onlara geldiği za­man hakkında)
    İsrail oğullarına sor (u sor). Hani onlara, Mû­sâ gelmişti de (bütün bu
    mucizelere ve bunları gözleriyle gör­mesine rağmen) Firavun, Musa’ya: ‘Ey Mûsâ!
    Doğrusu ben, seni büyülenmiş zannediyorum’ demişti. Musa’da: ‘Andolsun ki (Ey
    Firavun!) Sende bu mucizeleri apaçık deliller olarak göklerin ve yerin
    Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu elbette biliyorsun. (Fakat inat
    etmektesin. Bu bakımdan) doğ­rusu Ey Firavun! Bende senin helak olacağını
    sanıyorum’ dedi.[73]

    Yine Yüce Allah bu
    konuyla ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Andolsun ki Biz,
    Firavun hanedanını düşünüp ibret al­maları için “yıllarca kuraklık”
    ve “mahsullerin azalmasıyla” cezalandırdık Onlara (sağlık ve bolluk
    şeklinde) bir iyilik gel­diğinde, bu (bolluk bizim sayemizde geldiği için bu
    bolluk), bizim hakkımızdır’ dediler. Eğer onlara (kıtlık, kuraklık, hasta­lık
    şeklinde) bir fenalık gelirse, (bunları,) Mûsâ ile beraberin­deki (mümin)lerin
    uğursuzluğu (olarak) kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak
    Allah katındandır. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.

    Onlar: ‘Bizi onunla
    büyülemek için ne kadar mucize gös-terirsen göster biz sana inanacak değiliz
    dediler. Bunun üzeri­ne Biz de ayrı ayrı mucizeler olmak üzere onlara
    “tufan”, “çekirge”, “küçük kene”,
    “kurbağalar” ve “kan” gönderdik. Yine de (Musa’ya iman
    etmeyerek) büyüklük tasladılar. (Kü­fürleri, isyanları Allah ‘a, resulüne ve
    müminlere eziyet verme­leri sebebiyle) onlar, günahkar bir topluluk idiler’[74]

    Burada kastedilen;
    Yüce Allah’ın Firavun hanedanının ü-zerine çabucak gelebilecek olan dünyevi
    azaplardan bir çoğu­nu çeşitli şekillerde göndermesidir. Bundan dolayı da Yüce
    Allah onların üzerine ayrı ayrı azaplar olarak, tufanı, çekirge­leri, küçük
    keneyi, kurbağalan, kanı vb şeyleri göndermiştir.

    Firavun hanedanı ne
    zaman ki bir azabı gördüklerinde üz­gün ve pişman olduklarım açıklamak üzere
    kendilerinin üzeri­ne gelen azabı ve cezayı kaldırmak için Rabbine dua etmesini
    istemek üzere Hz. Mûsâ (a.s)’a geliyorlardı. Hz. Mûsâ (a.s)’da onlara iman
    etmeleri şartıyla Allah’a dua edeceğini söylüyordu. Onlarda kendilerine teklif
    edilen bu şartı kabul ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ (a.s)’da Allah’a dua
    edi­yordu. Hz. Mûsâ (a.s)’ın duası üzerine o azab, onlardan kaldı­rıldığı zaman
    onlar daha önceden üzerinde oldukları küfür ve şirke tekrar dönüyorlardı. Bu
    durum, Firavun ve onun askerle­rinden hiçbir kimsenin kurtulamadığı büyük azab
    gelinceye kadar devam etti. Bu büyük azab ise Firavun ve onun askerle­rinin
    denizde boğulması olayıdır.

    Nitekim Yüce Allah, bu
    büyük azabı şöyle anlatmaktadır:

    “Onlar, (Allah’ın
    dininden çıkan) fasık bir kavim idi. (On­lar, günah işlemekte ve Musa’ya
    verdikleri sözlerinde durma­dıklarından dolayı) Bizi öfkelendirince onlardan
    intikam aldık. Bundan dolayı onların hepsini suda boğduk. Üstelik onları
    sonradan gelecek olanlara geçmiş bir örnek ve ibret kıldık. “[75]

     

    Firavun ile Askerlerinin Helak Olması:

     

    Firavun; küfrünü,
    inadını, Allah’ın peygamberi ve Al­lah’ın kendisiyle konuştuğu Hz. Mûsâ (a.s)’a
    karşı muhalefeti­ni sonuna kadar sürdürdü. Hz. Mûsâ (a.s)’m, çeşitli azap ve mucizelerle
    Firavunu korkutması ve uyarması da ona bir fayda sağlamadı. Üstelik Firavun,
    Hz. Mûsâ (a.s)’a, İsrail oğullarının kendisi ile birlikte gitmesine izin
    vereceğine dair vermiş oldu­ğu sözde de durmadı.

    Bundan dolayı Yüce
    Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a; İsrailoğulları ile birlikte gece yarısı Mısır
    ülkesinden çıkıp Filistin ülkesine gitmesini emretti. Bunun üzerine Hz. Mûsâ
    (a.s) ve onunla bir­likte bulunan İsrailoğulları hazırlandılar.

    Rivayete göre; İsrail
    oğullarının, çocukları dışındaki sayısı 600.000’den fazlaydı. Hz. Mûsâ (a.s),
    İsrailoğulları ile birlikte geceleyin Mısır’dan çıkıp Kızıldeniz yönünde
    bulunan Süveyş kanalına doğru yürüyüşe geçti. Firavun ve onun askerlerine de
    yakalanmamak için yürüyüşlerini çabuklaştırarak hızlı hızlı yürümeye başladılar.

    Firavun ertesi gün
    olduğunda, Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve İsrail oğullarını şehirde göremeyince, onların,
    ülkeden çekip gitmiş olduklarını anladı. Firavun neye uğradığını şaşırmış bir
    vazi­yette hemen bütün ordusunu hazırladı.

    Bir rivayete göre;
    Firavunun süvarileri 100.000 kişiydi. Askerlerinin toplam sayısı ise
    1.600.000’den fazlaydı.[76]

    Firavun, onların
    Mısır’dan ayrılışlarının ikinci gününün sabahında askerleri ile birlikte onlara
    ulaştı. Bu sırada iki topluluk birbirini gördü. İsrail oğulları sayı bakımından
    zayıf ol­dukları için tehlikeyi hissedip helak olacaklarım zannettiler. Çünkü
    önlerinde deniz, arkalarında ise düşmanları durmaktay­dı. Kendileri ile Ölüm
    arasında sadece birkaç saat veya bir an kalmıştı. Bu durumda Allah’a tevekkül
    etmeleri gerekirken bağırma ve sızlanma şeklinde kargaşa çıkartarak:

    – “Ey Mûsâ!
    Doğrusu biz, (düşmanlar tarafından erişilip) yakalanacağız” dediler.

    Bunun üzerine Hz. Mûsâ
    (a.s), onların belirginleşmiş kor­kularım sakinleştirdi. Onlardan korkuyu
    gidermek içinde asa­sını kaldırıp denize vurdu. Deniz, Allah’ın kudreti
    sayesinde yarıldı. İsrail oğullarının boylan sayısınca 12 kuru yol meyda­na
    geldi. Mucize olarak bu 12 yol arasında deniz suları yüksek bir dağ gibi
    hareketsiz kaldı. Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte bulunan İsrail oğulları,
    görenlerin akıllarını hayrete düşürecek şekilde bu büyük mucizeyi gördükten
    sonra Firavun ve asker­lerinden kurtulacaklarına dair müjdelenmiş olarak koşar
    adım­larla -yürüdükleri yer, Allah tarafından kurutulduğundan ötü­rü- denizin
    zemininden yürüyüp gittiler.

    Nihayet
    İsrailoğulları, denizi sapasağlam geçip en sonda gelenlerle birlikte tamamen
    denizden çıktıklarında, Firavun, ordusunun başında Öncü komutanı olarak Hz.
    Mûsâ (a.s) ve Israiloğullarını denizde yetişip yakalamak için onların arkasın­dan
    denizin kıyısına geldi. Tam bu sırada Hz. Mûsâ (a.s), de­nizi, Firavun ve
    askerlerinin giremeyeceği yani kendileri ile onlar arasında denizin bir engel
    teşkil edeceği bir şekle dön­dürmek için asasıyla denize tekrar vurmayı istedi.
    Fakat Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a denizi terk ettiği hal üzere bırakmasını emret­ti.
    Çünkü Allah, onların denizde boğulmasını istiyordu. Şöyle ki: “(Ey Mûsâ!)
    Denizi (yarıp kavmini geçirdikten sonra onu terk ettiğin hal üzere) açık olarak
    bırak. Çünkü onlar, boğula­cak bir ordudur” (Duhân: 44/24) ayette geçen
    “denizi açık olarak” ifadesinden maksat, denizi kendi halinde sakin
    olarak “bırak” demektir.

    Firavun, denizin
    kıyısına geldiğinde denizde yollar açıldı­ğını, o dehşetli ve hayret verici bu
    manzarayı kendi gözleriyle gördü. Bunun, Yüce Allah’ın bir eseri olduğunu iyice
    anladı. Bundan dolayı da ürperdi ve denizin içine doğru ilerleyip gir­mekten
    korktu. İsrail oğullarını takibe çıktığına bin pişman oldu. Ama pişmanlığı,
    kendisine bir fayda sağlamadı. Askerle­rine karşı sağlam ve cesur görünmek
    zorunda kaldı. Saldırgan ve güçlü rollere girdi. Ahlaksız ve inkarcı karakteri,
    küçümse­yip itaati altına aldığı batıl davasının peşinden koşturduğu as­kerlerine:

    – “Görmüyor
    musunuz, deniz, benden ve benim heybetim­den korktuğundan dolayı benim için
    nasıl da açılıp yol oldu. Bana itaat etmekten ve tapmaktan vazgeçip kaçan
    kölelerime mutlaka yetişeceğim. Onları yakalayıp ülkeme (kahredilmiş ve
    kovulmuş olarak) geri götüreceğim” dedi.

    Firavun böyle
    söylerken de içinden, denizden kurtulmanın bir yolunu bulmayı istiyordu. Bundan
    dolayı da kendisi arkada kalıp askerlerine, önünde durmakta olan denizi
    küçümseyerek cesaretlendirip onları denize doğru yürütmeyi düşünüyordu. Ama ne
    gezer! Artık vakit geçmişti ve ecel saati gelip çatmıştı.

    Firavun, bir ileri bir
    geri gidiyor ve askerlerini denize gir­mek için teşvik ediyordu. Kendisi ise
    denize girmekten kaçmı­yordu.

    Tam bu sırada Cebrail
    dişi kısrak at üzerinde oraya gelip Firavunun erkek atının önüne geçerek atını
    ileri doğru sürmeye başlayınca Firavunun atı da» Cebrail’in dişi kısrak atının
    peşi­ne düştü. Cebrail hemen kısrağını süratlendirerek açık durum­da olan deniz
    yollarından biline girdi. Firavunun atı da koşarak denizdeki yola girdi.
    Firavun artık bir şey yapacak durumda değildi. Zira askerleri de onun denize
    girdiğini görünce onun peşi sıra hızla açık durumda olan deniz yollarına
    girdiler. Artık hepsi denize girmişlerdi. İlk başta açılan deniz yollarına
    giren­ler, karşı kıyıya çıkmak üzereyken Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a denizin
    eski haline dönmesi için asasıyla denize vurma­sını emretti. Hz. Mûsâ (a.s)’da
    asasıyla denize vurduğunda de­nizin büyük dağlar gibi havaya kalkmış bulunan
    dalgaları eski haline geri döndü. İsrail oğulları dışında Firavun ve askerle­rinden
    hiçbir kimse kurtulamadı. Zira deniz, Firavun ve asker­lerini içine çekip
    boğmuştu.

    Nitekim Yüce Allah,
    Şuarâ Sûresinde bu olayı şöyle an­latmaktadır:

    “Derken (Firavun
    ve askerleri onların Mısır’dan ayrılış­larının ikinci günü) güneşin doğduğu
    vakitte (onların denize girdikleri sırada) onların ardına düşüp yetiştiler. İki
    topluluk birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları, (Musa’ya): Eyvah!
    (Düşmanlarımız tarafından) yakalanacağız’ dediler. Mûsâ ise (Allah’ın kendisine
    vermiş olduğu vaadin güveni ile: ‘Düş­manlarınız) asla (size yetişemeyeceklerdir!)
    Muhakkak ki Rabbim (onların bize yetişip zarar vermelerine fırsat vermeye­cek
    şekilde) benimdir ve bana dosdoğru yolu gösterecektir’ dedi. Bunun üzerine Mûsâ
    ‘ya: ‘Asanı (önünde bulunan) denize vur’ diye vahyettik O denizde hemen (İsrail
    oğullarının boyla­rı sayısınca 12 yola) yarıldı ve (denizden ayrılan) her bir
    par­ça büyük bir dağ gibi (lıavaya kalkmış dalgalar) oldu. Sonrada diğerlerini
    (Firavun ve askerlerini açık olan) deniz (yollarına doğru) yaklaştırdık. Mûsâ
    ‘yi ve beraberindekileri topluca (de­nizden çıkartmak suretiyle denizde
    boğulmaktan) kurlardık.

    Daha sonra ise
    diğerle/ini (Firavun ve askerlerini, açık olan denizyollarına girdiklerinde
    hepsini) suda boğduk. (Ve onlar­dan hiçbir kimse kurtulamadı.)”[77]

    Deniz, Firavun ve
    askerlerinin üzerine kapanınca onlardan hiçbir kimse kurtulamayıp hepsi
    boğuldu. Firavuna gelince ise o, denizin dalgaları arasında boğulma ve ölümün
    yaklaştığı bir sırada Allah’a iman ettiğini ve O’na teslim olduğunu söyledi.

    Nitekim Yüce Allah,
    Firavunun bu durumunu şöyle an­latmaktadır:

    “Nihayet Firavun,
    boğulacağı anda: ‘israil oğullarının iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına
    inandım. Artık bende Müslümanlardanım’ dedi. (Başın sıkıştığından dolayı, daha
    önce değil de) şimdi mi inandın? Halbuki daha önce (Allah ‘a) başkaldırmıştım
    Üstelik (hem kendini ve hem de başkalarım dosdoğru yoldan saptırdığın, İsrail
    oğullarına zulmettiğinden dolayı) bozgunculuk edenlerdendin.”[78]

    Fakat Firavunun,
    dalgalar arasındayken yapmış olduğu imam ve günahlarından tövbe etmesi kendisine
    hiçbir fayda sağlamadı. Üstelik denizin dalgalan içinde askerleriyle birlikte
    helak oldu. [79]

     

    İsrailoğulları Tih Çölünde:

     

    Yüce Allah, Firavun ve
    askerlerini denizin dalgalan ara­sında boğmak suretiyle helak edip İsrail
    oğullarını da çetin bir azaptan kurtarınca, Hz. Mûsâ (a.s)’a, İsrail oğullan
    ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru gitmesini emretti.

    Bu emir üzerine hemen
    yola koyuldular. Yolda gittikleri bir sırada İsrailoğulları şiddetli bir
    şekilde susadılar. Bunun Üzerine sitemli bir şekilde Hz. Mûsâ (a.s)’a şikayette
    bulundu­lar. Ondan, kendilerine su bulup getirmesini istediler. Allah’ta, Hz.
    Mûsâ (a.s)’a; asasıyla orada bulunan taşa vurmasını emret­ti. Hz. Mûsâ (a.s)’da
    asasıyla orada bulunan taşa vurdu. Taş, İsrail oğullarının içerisinde bulunan 12
    boydan her birisinin ondan akan suyu içebileceği şekilde 12 gözeye ayrılıp,
    ondan su fışkırdı. Daha sonra Allah, onlara gayret ve zahmet çek-meksizin rızık
    olarak gökten “bıldırcın” ve “kudret helvası”nı gönderdi.[80]

    Sonrada Allah, Hz.
    Mûsâ (a.s)’a; İsrail oğullarına vaat et­tiği kutsal şehre onları sokmasını
    emretti.

    Hz. Mûsâ (a.s) ile
    birlikte bulunan İsrailoğullan, Allah ta­rafından kendilerine vaat edilen
    kutsal şehre yaklaştıklarında orada Heysanlıların[81]
    kalıntılarından ve Ken’anlılardan oluşan zalim bir kavmin yerleşmiş olduğu bir
    şehir buldular.

    Hz. Mûsâ (a.s),
    onlara; şehre girmelerini, onlarla savaşma­larını ve onlaıı kutsal şehirden
    çıkarmalarını emretti. Fakat onlar bunu yapmaktan kaçınıp cihattan kaçtılar ve
    düşmanla­rıyla karşılaşmaktan korktular. îsrailoğulîan, Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı
    Allah’ın emrinden çıktıklarını gösteren şu sözleri söyle­diler:

    “Ey Mûsâ! Onlar
    orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz. Şu halde sen ve Rabbin
    gidin (bizim yerimize onlarla siz) savaşın. Biz burada oturacağız. “[82]

    Tarihçilerin
    kaydettiğine göre; Hz. Mûsâ (a.s), İsrail oğul­larına bu kutsal şehre
    girmelerini istemezden önce şehir halkından haber getirmeleri için İsrail
    oğullarından birkaç kişiyi o kutsal şehre gönderdi.

    Tefsirciler bununla
    ilgili olarak şöyle derler: “Hz. Mûsâ (a.s)’tn kutsal şehir halkından
    haber getirmeleri için şehre gönderdiği kimseler, 12 kişiydiler.”

    Bu kişiler, o kutsal
    şehre gittiler. Şehre vardıklarında hal­kın iri ve cüsseli kimseler olduğunu
    gördüler. Şehir halkının bu halleri, onları korkuya düşürdü. Daha sonra onlar,
    -Hz. Mû­sâ (a.s), onlara; gördüklerini İsrail oğullarına anlatmamalarını tembih
    ettiği halde yine de- gördüklerini İsrail oğullarına haber vermek için geri
    döndüler. Geri dönenler, şehir halkında ne gördülerse hepsini İsrail oğullarına
    anlattılar. Bunun üzerine İsrailoğulları düşmanlarının yanma varıp onlarla
    savaşmaya ve cihat etmeye dair kendilerinde güç ve kuvvet bulamadılar.

    Zaten İsrailoğulları,
    Mısır’da, Kıptîlerin hakimiyeti altında kaldıkları müddetçe zillet ve
    zorluklara alıştıklarından dolayı böyle bir hayata razı olmuşlardı. İşte bundan
    dolayı Allah’ın emrini yerine getirmekten kaçındılar ve düşmanlarıyla da sa­vaşmaktan
    korktular. Onların bu davranışları üzerine Allah, onları, Tih çölüne attı ve
    onları kırk sene çölde bıraktı. Böyle­ce onlar çölde sersem sersem dolaşıyorlar
    yok oluyorlar, ölü­yorlar, sağa-sola doğru göçüp gidiyorlardı ve daha sonra
    tekrar dönüp dolaşıp eski yerlerine geliyorlardı.

    Nitekim Yüce Allah,
    İsrail oğullarının Tih çölünde kaldık­larına dair şöyle buyurmaktadır:

    “Allah (Musa’ya):
    ‘(Cihat etmekten kaçındıkları için) ora­sı onlara kırk yıl yasaklanmıştır. (Bu
    müddet içinde) orada şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sende yoldan çıkmış toplum
    için üzülme!’ dedi.”[83]

    Bu, Yüce Allah’tan
    onlara bir ceza idi. Bu ceza onlardan zillet ve zorluk üzere yaşamaya alışan bu
    ilk nesil yok olup gidinceye kadar devam etti.. Onların yerine, çölde hür
    yetişen ve izzetle yaşayan bir nesil geldi. Bu nesil, Yuşa b. Nûn ile birlikte
    kutsal şehre (Arzı Mukaddes’e) girdiler. [84]

     

    İsrailoğulları Tarihinden Alınacak İbretler:

     

    Kur’ân-ı Kerîm,
    Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere in­karla, lütuf ve ihsana isyanla
    karşılık veren bu azgın ve asi top­luluğun hayatım daha sonra gelen insanların
    ibret alması için onlardan çokça bahsetmiş ve onların başından geçen hadisele­re
    ve olaylara geniş yer vermiştir.

    Bunların yanı sıra
    Yüce Allah; onların üzerine nimetlerini çoğaltmış, onları düşmanlarının
    tuzağından kurtarmış ve düş­manları olan Firavun ile askerlerini de denizin
    dalgalan ara­sında helak etmiştir.

    Fakat İsrail oğullan,
    Allah’ın kendilerine vermiş olduğu sayılamayacak kadar çok olan güzellikler ve
    ihsanlardan sonra buzağıya tapmışlar, peygamberleri olan Hz. Mûsâ (a.s)’m da­vetinden
    yüz çevirmişler, kendilerine gönderilen birçok pey­gamberi öldürmüşler, iyi
    kimselerin kanlarını dökmüşler ve daha birçok tüyler ürpertici işler
    yapmışlardır.

    Sonunda ise Allah,
    İsrail oğullarını maymunlara ve do­muzlara çevirmiş, onlara gazap etmiş, onlara
    lanet etmiş ve onlara horluk ile yoksulluk damgasın! vurmuştur.

    Nitekim Yüce Allah,
    bunun sebebini şöyle anlatmaktadır:

    “israil
    oğullarının üstüne horluk ve yoksulluk damgası vu­ruldu ve Allah’ın gazabına
    uğradılar. (Allah, İsrail oğullarına verilen bu cezaların sebebini şöyle
    açıklıyor) İşte bu, (onlara verilen cezalar) Şüphesiz ki Allah’ın ayetlerini
    inkar ettikle­rinden ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri de haksız yere
    öldürdüklerinden dolayı idi. İşte bu (nları yapmalarının sebebi ise) isyan
    etmelerinden ve aşırı gitmelerinden dolayı idi.” (Bakara: 2/61)

    Yine Yüce Allah,
    onların bu durumunu şöyle anlatmakta­dır;

    “Allah onlara
    zulmetmedi. Ama onlar kendilerine (çeşitli şekillerde) zulmediyorlar.”
    (Âl-i Imrân: 3/117)

    Eğer biz, İsrail
    oğullarının işlemiş oldukları günahları ve suçları genişçe anlatmaya kalksak,
    (diğer anlatmamız gereken şeyler için) bize yer kalmaz. Üstelik büyük bir cilt
    kitap yaz­mak gerekir. Çünkü onların hayatları, insanlık hakkında işle­dikleri
    günahlar bir yana, sadece peygamberler ile Yüce Allah hakkında işledikleri
    sürekli günahlar ile doludur. Zira onlar, Şanı Yüce Allah’a çeşitli iftiralarda
    bulunmuşlardır. Örneğin; Allah’ı cimrilikle ve aşırı cimrilikle suçlamışlar,
    yine Allah’a acizliği ve zulmü isnat etmişlerdir. 

    Nitekim Yüce Allah,
    İsrail oğullarının bu durumunu şöyle anlatmaktadır:

    “Yahudiler:
    ‘Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)’ dediler. (Böyle) söylediklerinden dolayı
    (Yüce Allah’ın zatına yakışma­yan bir nitelemede bulunmalarından ötürü) onların
    elleri bağ­lansın ve onlara lanet olsun. Hayır, Onun iki elide açıktır. Nasil
    dilerse (cömertliğinden) öyle infak eder….. “[85]

    İsrail oğullanılın
    hayatında görülen başka tarihi olaylar ve hadiseler daha vardır. Fa’kat onların
    hayatlarının uzun ve geniş olması itibariyle sadece bir kısmını anlatmayı uygun
    bulduk.[86] Allah,
    doğru yola ileten ve başarılı kılandır. [87]

     

    Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)’in Kıssası:

     

    Kur’ân-ı Kerîrri,
    bize, Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)[88]
    arasında geçen kıssayı anlatmıştır.

    Bu kıssa, ilim talep
    etme yolunda alçakgönüllülüğü göste­ren bir kıssadır.

    Bu kıssa, Hz. Mûsâ
    (a.s) ile Hz. Hızır (a.s) arasında gayb ve garip gibi görünen haberlere dair
    geçmiş bir kıssadır….

    Yüce Allah, gayb ve
    garip gibi görünen haberleri bu salih kula yani Hz. Hızır’a bildirmiştir. Fakat
    Ulu’1-azm peygam­berlerinden biri olan Hz. Mûsâ (a.s), gayb ve garip gibi görü­nen
    haberleri tanıyıp anlayamamıştır…

    Bazen Şam Yüce
    Allah’ın yarattığı birisinde, önemli işler olabilir. Çünkü bazen ikinci
    derecede olan, birinci derecede olanın bilmediği şeyi bilebilir…

    Bu kıssalar; geminin
    delinmesi olayı, çocuğun öldürülmesi olayı ve yıkılan duvarın yapılması
    olayıdır.

    Bu kıssaların hepsi,
    Kur’an ile sünnette açıklanmış haber­lerden ve normalde garip gibi görünen
    işlerdendir.

    Resulullah (s.a.v.)
    gözetici ve faydalı üslubuyla, Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s) arasında
    geçen kıssayı bize haber ver­miştir.

    Buhârî ile Müslim,
    Übey b. Ka’b yoluyla Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

    “Mûsâ, İsrail
    oğullan içinde bir gün hutbe anlatmaya kalk­tığı sırada kendisine:

      “İnsanların bilgi yönünden en bilgilisi
    hangisidir?” diye sordular. Musa’da:

    – “Benim”
    dedi.

    Mûsâ, bu konudaki
    bilgiyi Allah’a havale etmedi. Bundan dolayı da Allah, onu, (böyle cevap
    vermesinden ötürü) kınamış ve ona:

      “İki denizin bitiştiği yerde benim bir
    kulum vardır ki o, (bilgi yönünden) senden daha bilgilidir” diye vahyetti.
    Mû­sâ’da, Allah’a:

      “Ya Rab! Ben onunla nasıl
    buluşabilirim?” diye sordu. Allah:

    – “Bir balık al
    ve onu içerisinde su bulunan bir kovanın i-çine koy. Onu yanında taşı. Onu
    nerede kaybedersen, işte o kulum orada (demek)tir” buyurdu.

    (Bunun üzerine Mûsâ,
    bir balık alıp kovanın içine koydu ve yanındaki genç arkadaşına[89]

      “Balığı nerede kaybedersen, onu bana
    haber ver” diye tembih etti.)

    Mûsâ, beraberinde genç
    bir arkadaşı olduğu halde yola koyuldu. İki denizin bitiştiği yerde bulunan
    büyük bir kaya parçasının yanma varıp orada başlarını yere koyup uyudular.
    Kovanın içindeki balık, kımıldayarak kovadan sıçrayıp denize düştü. Fakat
    Allah, balık için denizin akışını tuttu ve denizin yüzeyinde bir halka
    oluşturup balığın ondan gizli bir yol bula­rak denizin içerisine doğru
    girmesini sağladı.

    Genç uyandığında
    balığın denizin içine düştüğünü gördü. -paha sonra uyanan Musa’ya haber vermeyi
    unuttu. Sonra ikisi de, o günün geri kalanı ve bütün gece boyunca yürüdüler. Er­tesi
    gün olduğunda, Mûsâ, genç arkadaşına:

       ‘Kuşluk yemeğimizi bize getir (de yiyelim).
    Doğrusu bu yolculuğumuzdan epey bir yorgunluk çektik’ (Kehf: 18/62) de­di.

    Halbuki Mûsâ, Allah
    tarafından kendisine emir olunan ye­rin ötesine geçmedikçe yorgunluk
    duymamıştı. Genç arkadaşı, Musa’ya:

    – Gördün mü? Kayaya
    sığındığımız vakit balığı (n denize düştüğünü sana haber vermeyi) unuttum. Onu
    sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu. (Doğrusu balık) şaşılacak şekil­de
    denizin içinde yolunu tut(up git)ti’ (Kehf: 18/63) dedi.

    Balığın şaşılacak bir
    şekilde denizin içinde yolunu tutup gitmesi Musa’yı ve genç arkadaşını şaşkına
    çevirmişti. Mûsâ:

    – “İşte
    aradığımız (yer) orasıdır (Kehf: 18/64) dedi.

    Tekrar izlerini takip
    ederek geldikleri yere geri döndüler. Büyük kaya parçasının yanma
    vardıklarında, bir elbiseye bü­rünmüş (ve elbisenin bir tarafını ayaklarının
    altına, bir tarafını da başının altına sermiş ve arkasının üzerine dümdüz
    yatmış olan) Hızır’ı gördüler. Mûsâ, ona selam verdi. Hızır’ da:

    – (Kimsenin
    bulunmadığı) bu yerde (Allah’ın) selamı ha! Kimsin sen?’ diye sordu. Musa’da:

    – Ben, (Allah’ın sana
    gönderdiği) Musa’yım!’ dedi. Hızır:

    – İsrail oğullarının
    Musa’sı mısın?’ diye sordu. Mûsâ:

    – Evet! (İsrail
    oğullarının Mûsâ’sıyım. Sende bir ilim bu­lunduğu bana haber verildi.) Sana
    öğretilen rüşdü[90] bana öğ­retmen için sana
    geldim’ dedi. Hızır:

    – Sen  benimle (beraber bulunmaya) sabredemezsin’
    (Kehf: 18/67) dedi. Çünkü Ey Mûsâ! Ben, Allah’ın kendi il­minden bana öğrettiği
    öyle bir ilme sahibim ki, sen, onu bile­mezsin. Sen ise, Allah’ın kendi
    ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim vardır ki, onu da, ben bilemem’ dedi.
    Mûsâ:

    – inşallah’ sen,  benim, sabrettiğimi göreceksin.  Senin (yaptığın) iş (lere) de karşı gelmem’
    (Kehf: 18/69) dedi. Hızır, Musa’ya:

    – Eğer bana uyarsan,
    sana bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma’ (Kehf: 18/70)
    dedi.

    Bunun üzerine sahile
    doğru yürüyüp gittiler. Sahilde bir gemiye rastladılar. Kendilerini gemiye
    almaları için, gemi sa­hipleriyle konuştular. Gemi sahipleri, Hızır’ı
    tanıdılar. Hızır ile Musa’yı, ücretsiz olarak gemiye aldılar. Bunun üzerine
    Hızır ile Mûsâ, gemiye bindiler. Hızır, Musa’nın beklemediği bir anda ansızın
    ayağıyla geminin bir tahtasını söktü. Mûsâ, Hı­zır’a:

    – Bunlar, bizi,
    ücretsiz olarak gemiye alan bir topluluk. Sen ise onların gemisini delmeye
    çalışıp batırmak istiyorsun. (Yoksa sen,) ‘gemi halkını boğmak için mi deldin?
    Gerçekten sen, (zararı) büyük bir iş yaptın’ (Kehf: 18/71) dedi.

    Resulullah (s.a.v.)
    sözüne devamla şöyle dedi: “Musa’nın, Hızır’a karşı bu ilk. davranışı, bir
    dalgınlık ve unutkanlık eseri idi…

    O sırada bir serçe,
    geminin kenarına konup denizden bir yudum su almıştı.

        Hızır, Musa’ya:

    ü ‘Senin ilmin ve
    benim ilmim, Allah’ın ilminin yanında, şu serçenin (gagasıyla) denizden aldığı
    bir yudum su kadar!’ dedi.

    Daha sonra gemiden
    çıktılar. Deniz sahilinde yürüyüp git­tikleri sırada başka çocuklarla oynayan
    bir oğlan çocuğu gör­düler. Hızır, hemen oğlanın başını tutup koparmak
    suretiyle onu Öldürdü. Mûsâ, Hızır’a:

    – ‘Tertemiz bir canı,
    hiç bir kimseyi öldürmediği halde kat­lettin ha!’ (Kehf: 18/74) dedi. Hızır’da,
    Musa’ya:

      ‘Ben,, sana, benimle beraberliğe
    sabredemedin, deme­dim mi?’ (Kehf: 18/75) dedi.

    Süfyan derki: ‘Bu,
    birinci tepkisinden daha ağır idi.’ Mûsâ, Hızır’a:

       ‘Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam,
    artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan son Özre ulaştın’ (Kehf:
    18/76) dedi.

    Bunun üzerine (yine
    yola koyulup) gittiler. ‘Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek
    istediler. Köy halkı ise, onları, misafir etmekten kaçındılar. Bu arada, orada
    yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar.’ (Kehf: 18/77) Hızır, eliyle
    onu doğrulttu. Mûsâ, Hızır’a:

    – ‘Bunlar, yanlarına
    geldiğimiz halde bizi misafir etmeyen ve bize yemek vermeyen bir topluluk.
    İsteseydin elbette bu yap­tığın iş karşılığında bir ücret alırdın’ (Kehf:
    18/77) dedi. Hı­zır’da, Musa’ya:

      ‘İşte bu, benimle senin aramızın
    ayrılmasıdır. Şimdi sa­na, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber
    verece­ğim’ (Kehf: 18/78) dedi.

    Resulullah (s.a.v.)
    devamla: ‘Allah, Musa’ya rahmet etsin. İsterdim ki, o, sabretseydi. Bu sayede
    Allah, bize, ikisi arasın­da geçen işleri haber verirdi!!’ buyurdu.”

    Bu hadisi, Buhârî ile
    Müslim rivayet etmiştir.[91]

    Bir İkaz: Allame
    Kurtubi derki: “Allah’ın veli kullarının kerametleri, mütevatir ayetler
    ile haberlerin gösterdiğiyle sa­bittir. Veli kulların kerametlerini ancak inkarcı
    olan bidatçi ile sapık olan kimseler kabul etmez. Halbuki Yüce Allah’ın, Hz.
    Meryem hakkında naklettiği haberler ise; kışın yaz meyveleri­nin ve yazın ise
    kış meyvelerinin ortaya çıkması şeklindedir. Bunlar ( da, Hz. Meryem’in, eliyle
    kuru ) hurma ağacını sal-lamasıyla ağacın meyve verir bir hale dönmesi
    biçimindedir. Halbuki Hz. Meryem, Peygamber değildi…Hz. Hızır’ın ise gemiyi
    delmesi, çocuğu öldürmesi ve yıkık duvarı yapması da aynı şekilde kerametin
    ortaya çıktığını göstermektedir.”[92]

     

    Hz. Mûsâ (a.s) ‘in Ölümü:

     

    Hz. Mûsâ kelimullah
    (a.s), Tih çölünde kardeşi Hz. Hanından sonra ölmüştür.

    Hz. Mûsâ (a.s ),
    İsrailoğullarmı; Allah’ın, kendilerini sa­vaşmakla emrettiği kutsal şehre
    sokamadı. Fakat bu kutsal şeh­re, İsrailoğullarmı, Yuşa b. Nun soktu.Bu konuya
    daha önce değinmiştik.Bu sebeble de bu konuyu tekrar anlatmaya gerek yoktur.

    Hz. Mûsâ (a.s)
    öldüğünde, 120 yaşında idi.

    Buhârî’nin, Hz. Mûsâ
    (a.s)’m ölümüyle ilgili rivayet ettiği hadiste deniyor ki: “Ölüm meleği,
    Musa’nın canını almak için onun yanma gelmişti. Mûsâ, ölüm meleğine şiddetli
    bir şekilde “baktı. Bunun üzerine ölüm meleği, (onun bu bakışından) kork­tu
    ve gözü karardı. Daha sonra Yüce Allah’a:

    – Ey Rabbim! Sen beni
    öyle bir kuluna gönderdin ki, o kulun, ölmek istemiyor’ diye dua etti.

    Daha sonra Yüce Allah,
    ölüm meleğini üzerinden o hali kaldırdı. Onu tekrar Musa’nın (canını alması
    için) görevlendi­rip ona:

    – Musa’ya tekrar dön
    de ona:’elini bir sığırın sırtına koy­masını  
    ve   elinin,   sığırın 
    sırtındaki  tüylerden  ne  
    kadarmı kapsıyorsa, o her bir tüye karşılık ona bir yıl ömür
    verileceğini söyle!’ dedi. Ölüm meleği, Musa’nın yanma varıp Allah’ın , kendisi
    hakkında ne buyurduğunu ona söyledi. Mûsâ, bu ilahi mesajı duyunca:

    – Ey Rabbim! Bu kadar
    yıl yaşadıktan sonra ne olaca­ğım?’ diye sordu. Allah’ta:

    – (Müddet bittiğinde,)
    öleceksin’ buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ:

    – Öyleyse ölüm şimdi
    gelsin’ deyip Allah’tan; bir taş atı­mı mesafeye kadar kendisini kutsal şehir
    (Kudüs)’e yaklaştır­masını (ve orada ölüp oraya gömülmesini) diledi.

    (Hadisin ravisi) Ebu
    Hureyre der ki: “Resulullah (s.a.v.) sözüne devamla şöyle buyurdu:

    ‘Eğer ben, Musa’nın
    gömüldüğü yerde sizinle birlikte bu-lunsaydım, onun mezarının, yol kenarında ve
    kızıl bir kum te­pesinin yanında bulunduğunu sizlere mutlaka gösterirdim.[93]

    Allah’ın salât ve
    selâmı, Hz. Musa’nın üzerine olsun.

    Amin. [94]

     



    [1] Hz. Mûsâ (a.s)’m ismi Kır’ân-ı Kerîm’in 34 Sûresinde
    olmak üzere toplam 136 yerinde geçmektedir. Bunlar şunlardır: Bakara: 2/51, 53,
    51, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; Âl-i İmrân: 3/84; Nisa: 4/153,
    153, 164; Mâide: 5/20, 22, 24; En’âm: 6/84, 91, 154; A’râf: 7/103, 104, 115,
    117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155,
    159, 160; Yûnus: 10/75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; Hûd: 11/17. 96, 110;
    İbrahim: 14/5, 6, 8; İsrâ: 17/2, 101, 101; Kehf: 18/60, 66; Meryem: 19/51;
    Tâhâ: 20/9, 11, 17, 19, 36, 40. 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77. 83, 86, 88, 91;
    Enbiyâ: 21/48; Hacc: 22/44; Mü’minûn: 23/ 45, 49; Furkân: 25/35; Şuarâ: 26/10,
    43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; Nemi: 27/7, 9, 10; Kasas: 28/3, 7, 10, 15, 18, 19,
    20, 29. 30, 31, 36, 37. 38, 43, 44. 48, 76; Ankebût: 29/39; Secde: 32/23;
    Ahzâb: 33/7. 69: Saffât: 37/114, 120; Gâfir: 40/23, 26, 27, 37, 53; Fussilet:
    41/45; Şür: 42/13; Zulıruf: 43/46; Ahkâf: 46/12, 30; Zâriyat: 51/38; Necm:
    53/36; Saff: 61/5; Naziât: 79/15; A’lâ: 87/19.

    Hz. Mûsâ (a.s)’m Kur’ân-s ‘Kerîın’de geçtiği kıssaları için b.k.z.
    Bakara: 2/40-100; Nisa: 4/153-155; Maide: 5/20-26; A’râf:7/103-17l; Yûnus:
    10/75-93; Hûd: 11/96-102; İbrahim: 14/5-8; İsrâ: 17/101-104; Mü’minûn:
    23/45-49; Şuarâ: 26/10-68; Nemi: 27/7-14; Kasas: 28/3-83: Ankebût: 29/39-40:
    Secde: 32/23-26; Saffât: 37/114-122: Gâfir: 40/23-46, 53-54; Zuhruf: 43/46-54;
    Zariyât; 51/38-40; Saff: 61/5: Nâziat: 79/15-25 (ç).

    [2] Bakara: 2/40-100: Nisa: 4/153-155; Mâide: 5/20-26;
    A’râf: 7/128-171; İbrahim: 14/5-8: Meryem: 19/51-53; Tâhâ: 20/77-98; Şuarâ:
    26/52-68; Nemi: 27/9-14; Sec­de: 32/23-26; Saffât: 37/i 14-115: Gâfir:
    40/53-54: Saff: 61/5; Nâziât: 79/15-25 (ç).

    [3] A’râf: 7/128-171 (ç).

    [4] Kasas: 28/3-83 (ç).

    [5] B.k.z: Yûnus: 10/75-93: Hûd: 11/96-102; isrâ:
    17/101-104; Tâhâ:20/40-76; Mü’minûn: 23/45-49; Şuarâ: 26/ 10-68;
    Kasas:28/36-42; Ankebût: 29/39-40; Gâfir: 40/23-46; Zuhruf: 43/46-54: Zariyât:
    51/38-40 (ç).

    [6] Mümin (Gâfir): 40/51 (Konuyla ilgili benzeri ayet için
    b.k.z: Tevbe: 9/40) (ç).

    [7] İbrahim: 14/13-15.

    [8] A’râf: 7/128.

    [9] Kasas: 28/5-6..

    [10] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 382-388.

    [11] Hz. Mûsâ (a.s)’ın soyu için b.k.z: İbn Cerir etTaberî,
    Tarih, 1/198; İbnü’l- Esir, ci-Kâmii, 1/169; İbn Sa’d, Tabakât, 1/55; Mes’udî,
    Murûcu’zZeheb, 1/48; Hâkim, el-Müstedrek, 2/574; İbn Kuteybe, el-Maârif, sh.20
    (ç)

    [12] Bununla ilgili olarak b.k.z: Kasas: 28/33-35; Meryem:
    19/53; Şuarâ: 26/12-14 (Ç).

    [13] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 388-389.

    [14] B.k.z: İbn Cenr et-Taberî, Tarih, 1/199; İbnü’1-Esîr,
    el-Kâmil, 1/170 (ç).

    [15] Hz. Yûsuf”(a.s)’ın davetini kabul eden Firavun,
    Reyyân b. Velid idi. Hz. Yûsuf (a.s), Reyyân’m ölümünden sonra onun yerine
    geçen ve aynı soydan gelen Kâbûs’u da Allah’a iman etmeye davet etmiş ise de
    ona kabul ettiismemişti, (B.k.z: İbn Cerîret-Taberi, Tarih, 1/187; îbnü’I-Esîr,
    el-Kâmil; 1/147 (ç).

    [16] Kasas: 28/3-6.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 389-390.

    [17] Geçmişte Firavun bu şekilde bir uygulama yapıyordu.
    Günümüzde bazı ülleler, halkı müsiüman olan ülkeleri sömürmek ve zayıflatmak
    için oradaki etnik grupları bahane ederek onların arasına sınırlar çizmekte.
    Böylece bu ülkeler güçsüz bırakılıp onları köle gibi kendi çıkarları
    doğrultusunda kıilanmaktadırlar. İşte Firavunun düşüncesi de buydu. Fakat
    Firavun, İsrail oğullan hakkında bunları düşünürken Hz. Mûsâ (a.s)’m kendisinin
    başına bela olacağını hiç düşünmemişti. Çünkü Atah’ın hilesi, Firavun ve onun
    gibilerinin hilesinden daha büyüktür, (ç).

    [18] Bakara: 2/49 (Konuyla ilgili benzeri ayetler için
    b.k.z: A’râf: 7/14; İbrâhîm: 14/6.

    [19] İsrail oğul lannm bulunmuş olduğu durumdan kurtulması
    için Yüce Allah, on&ra Hz. Mûsâ (a.s)’ı Peygamber olarak göndermişti.
    Kur’âm Kerîm ise bize, tüm pey­gamberlerin davetlerini ve yöntemlerini örnek
    almamız için onların hayatlarını anlatmaktadır. (ç).

    [20] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 391-392.

    [21] Sa’bbi, KasasiTl-Enbiyâ, s, 167-168. (Ayrıca b.k.z:
    Îbnü’1-Esîr, ei-Kâmil, 1/170-171; İbn Cerîr et-Taberî, Tarih, 1/199-200) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 392-394

    [22] Hz. Hârûn (a.s)’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’dan ne zamandan
    önce doğdığu hususunda tarihçiler arasında ihtilaf vardır. Burada geçtiği üzere
    Hz. Hârûn (a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’dan bir yıl önce doğmuştur. Diğer bir rivayete
    göre ise Hz. Hârûn (a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’dan üç sene önce doğmuştur. Yazarımız
    Sabûnî, burada ilk görüşü nak­lederken, Hz. Hârûn (a.s)’ın hayatını müstakil
    olarak anlatırken ise ikinci görüşü nakletmiştir. Ayrıca Hz. Hârûn (a.s)’ın,
    Hz. Mâsâ (a.s)’dan bir yaş büyük olduğuna dair b.k.z: İbn Cerir et-Taberî,
    Tarih. 1/200 (ç).

    [23] Kasas: 28/7-8.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 394-395.

    [24] Çünkü Hz. Mûsâ (a.s)’in doğduğu yıl, İsrail
    oğullarından doğan çocukların öldü­rüldüğü yıldı. Bundan dolayı da annesi, Hz.
    Mûsâ (a.s)’ı gizli olarak emziriyadu.(ç).

    [25] Eş’ariler, Hz. Mûsâ (a.s)’ın annesine gelen bu vahye
    dayanarak onun, ‘kadın bir Peygamber’ olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat
    Eş’ariierin bu görüşü gerçeğe uygun değildir. Bu konuyla ilgili geniş açıklamalar
    için b.k.z: Prof. Dr. Süleyman Toprak ve Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük, Kelam, s.
    289-290 (ç).

    [26] Firavunun, Hz. Mûsâ (a.s)’ı gördüğünde onu öldürmeye
    kalkışrnasınmsebebi, Hz. Mûsâ (a.s)’ın İsrail oğullarına ait bir çocuk olması
    endişesinden dolayı idi. Çünkü kendisinin tahtmı gördüğü rüyada İsrail
    oğullarından doğıcak bir çocuk ele geçirecekti. Bununla ilgili olarak b.k.z:
    Said Havva, el-Esas-ı İî’t-Tefsir, 10/481 (ç).

    [27] Kasas: 28/9.

    [28] Çünkü bu çocuk, Asiye’nin iman etmesine sebep
    olacaktı, (ç).

    [29] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Cerîr et-Taberî,
    Tarih, 1/202; İbnul-Esîr, el-Kâmil, 1/173 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 395-397.

    [30] Tahâ: 20/39.

    [31] Kasas: 28/10-13.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 397-400.

    [32] Medyen: Kulzum denizinin üst tarafında Tefcük şehrinin
    hizasında Tebük’e altı merhale kadar uzaklıkta, Tcbük’ten büyük birbirine komşu
    iki şehirdir. Hz. Mûsâ (a.s)’m davarlan suladığı kuyu üzerine bir bina yapıimış
    olarak halen durmaktadır. Medyen’e, Hz. İbrahim (a.s)’m oğlu Medyen’den dolayı
    “fvfedyen” ismi verilmiştir. (Ya’kud, Mu’cemu’l-Buldan, 1/299. 5/77)
    (ç).

    [33] Ayın durum. Mekke’den Medine’ye hicret ederken Hz.
    Peygamber (s.a.v.)’iiı de basma gelmişti, (ç).

    [34] Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.) de Mekke’den
    Medine’ye hicret ederken şöyle diyordu: “Rabbim! Beni dahil edeceğin yere
    (Medine’ye) hoşnutluk ve esen­likle dahil et. Çıkaracağın yerden de (Mekke’den
    de) hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet
    ver.” (İsrâ: 17/80) (ç).

    [35] Kasas: 28/15-21.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 400-404.

    [36] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Cerîr ei-Taberî,
    Tarih, 1/205; Îbnü’1-Esîr, cl-Kâmil, 1/1 76; İbn Asâkir, Tarih, 6/322 (ç).

    [37] Bu olay, kızların ne kadar iffetli ve edepli olduğunu
    gösterir, (ç).

    [38] Yani nimete, yardıma vb bir şeye ihtiyacım var
    demektir (ç).

    [39] Kasas: 28/23-24.

    [40] On kişinin kaldırabildiği bu koskoca kaya parçasının,
    karnı sırtına geçmiş bir vazıyette olan Hz. Mûsâ (a.s) tarafından kaldırılmasında
    garipsenecek bir durum yoktur. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s), bunu. Allah’ın izniyle
    yapmıştı, (ç).

    [41] İbn Kesir, el-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/243-244 (ç).

    [42] Alimler arasında bu 
    müddet* hususunda  ihtilaf
    vardır.  Bu ihtilaf,  Kasas: 28/27’deki ayetin delaleti zannİliginden
    ve bazı değişik hadislerden kaynaklanmak­tadır. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s)’a ayette;
    ilk önce sekiz yıl şartı koşuluyor. Fakat bunu on yıla tamamladığında bunun bir
    lütuf olacağı belirtilmektedir. Bundan dolayı da Hz. Mûsâ (a.s)’m bu iki
    rakamdan hangisini tamamladığı ayette belirtilmediğinden ve  değişik hadislerden  ötürü 
    bu  konu  alimler arasında ihtilaflıdır.   Yazarımız Sabûnî’de, bu müddetin on sene
    olduğu görüşünü benimsemiştir, (ç).

    [43] Bu hadisi, el-Bezzar ve İbn Ebî Hatim çeşitli
    senetlerle rivayet etmiştir. Ayrıca buna benzeyen bir hadisi, Buhâri ve İbn
    Mace de rivayet etmiştir. Bu hadislerin hepsİ için İbn FCesîr’in tarihine
    bakılabilir, (ç).

    [44] Kararît” lafzı hakkında iki görüş vardır.
    Birincisi: Bir para birimi olarak “Kı-rât’ın” çoğulu olmasıdır. Buna
    göre Karârît. Kırât’m çoğuludur. Bazılarına göre, dirhemin altıda biridir.
    Bazılara göre ise, dinarın onda birisinin yarısıdır. Ki bu, dinarın yirmide
    birisi eder. Diğer bazıları da. dinarın (1/24) yirmi dörtte biri olarak hesap
    etmiştir. İkincisi ise:Karârit, Mekke yakınında bulunan bir yerin adı olması­dır.
    Ibrâhîm el-Harbi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in burada koyun güttüğünü bildirmiş­tir.

    Buna göre hadiste geçen Karârît kelimesi; para birimi olarak alındığında
    Hz. “cyganıber (s.a.v.)’in para karşılığında Kureyş’in koyunlarını
    otlattığı Mekke’nin dışmda bulunan bir yer olduğu anlaşılır. Tarihi olaylara
    ikinci görüş daha uygun düşmektedir, (ç).

    [45] Buhârî, İcâre 3.

    [46] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 405-410.

    [47] Kasası 28/30’da bu nidanın, ağaç cihetinden geldiği
    bildirilmektedir, (ç).

    [48] Merhum Said Havva, bu ifadeden şu sonuçlan
    çıkarmaktadır: “İlk önce Yüce Allah Hz. Mûsâ (a.s)’a takınacağı tavırda
    mütevazi olmasını öğretti. Çünkü, ayak­kabılarını çıkartması emrini verdi. Sonrada
    edebini takınmasını istedi. Buda şunu göstermektedir; edebin Öğretilmesi ve
    öğrenilmesi, terbiyede sağlıklı bir başlangıç­tır. Nice eğitici var ki. edebi
    öğretmekle işe başlamadığından, hiçbir şey elde ede­memiş ve onun öğrettikleri
    kendi aleyhine sonuç vermiştir. Bu bakımdan, her bir resulün, kavminden takva
    ve İtaat olmak üzere iki şey istendiğini görmekteyiz, ilmi elde etmek hakkını
    vermeleri gerekir.”

    (Said Havva, el-Esâsi fi’t-Tefsir, 9/34} (ç).

    [49] Bu. Tevhidden sonra namazdan daha büyük fariza olmadığının
    bîr delilidir, (ç).

    [50] Tâhâ: 20/9-16 (Benzeri ayetler için b.k.z: Kasas:
    28/29-32, Nemi: 27/7-12; Naziâl: 79/15-16) (ç).

    [51] Kasas: 28/33-35 (Benzeri ayetler için b.k.z: Tâhâ:
    20/25-39) (ç).

    [52] B.k.z: Taberî, Tarih. 1/206-207; İbnü’1-Esîr.
    el-Kâmil, 1/178-179 (ç)

    [53] Konuyla ilgili ayetler için h.k.z: Nemi: 27/12, Kasas:
    28/32 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 410-414.

    [54] Hz. Mûsâ (a.s)’m bu durumu için b.k.z: Tâhâ: 20/4S44,
    47-48; Şuara: 26/10-18; Naziat: 79/17-19 (ç).

    [55] “Yani İsrâiloğullarını, zelil köleler japtığın
    için bu böyle olmuştur. Böylelikle Hz. Mûsâ (a.s), Firavunun lütuf diye
    göstermeye çahşttği ‘Hz. Mûsâ {a.s)1! besst-mesini’ kökten çürütmüş olmakta ve
    buna “nimet” adının verilmesini kabul etm-mektedir. Çünkü böyle bir
    işin asıl sebebi; İsrail oğularının kökleştirilmesi, Hz. Mûsâ (a.s)’ın
    Firavunun yanında büyümesinin sebebi olmuştur. Eğer onlara in­memiş olsaydı,
    Hz. Mûsâ (a.s)’ı anne babası yetiştirmiş olacaktı.” (Said Havva. el-Esas
    fi’t-Tefsir, 10/275) (ç)

    [56] Şuarâ: 26/18-28 (Benzeri ayetler için b.k.z: A’râf:
    7/103-105) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 414-416.

    [57] B.k.z: A’râf: 7/106-108; Şuarâ: 26/30-33 (ç).

    [58] B.k.z: A’râf: 7/109-112 (ç) ].

    [59] [B.k.z: A’râf: 7/113-114 (ç).

    [60] B.k.z: Tâhâ: 20/59 (ç).

    [61] Halkın önünde Hz. Mûsâ (a.s)’m sihirbazları Allah’a
    davet ettiğine dair b.k.z; Tâhâ: 20/61 -62 <ç).

    [62] Bu sihirbazların sayısı hakkında ihtilaf vardır.
    Muhammed b. Kab’a göre bunk-nn sayısı, seksen bin; Kasım b. Ebi Berde’ye göre
    yetmiş bin; Süddi’ye göre otuz bm küsur; Ebu Ümame’ye göre on dokuz bin; İbn
    İshâk’a göre on beş bin; Kabüi Ahbar:a göre on iki bin; Abdullah ibn Abbas’a
    göre yetmiş veya kırk kişi idiler, (ç).

    [63] A’râf:7/115-I19.

    [64] Şuarâ: 26/44.

    [65] Taha: 20/68-69.

    [66] B.k.z: tbn Cenret-Taherî, Tarih, 1/209-210 (ç).

    [67] Tâhâ: 20/72-73 (Sihirbazlar ile ilgili ayetler için
    b.k.z: A’râf: 7/113-126; Yûnus: 10/80,82, Tâhâ: 20/61-73, Şuarâ: 26/38-51) (ç).

    [68] İbn  Cesîr,
    el-Bidlye ve’n-Nihâye, 1/256.

    [69] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 416-422.

    [70] Arâf: 7/127-129.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 422-423.

    [71] Bununla ilgili olarak b.k.z: A;râf: 7/134-136 (c).

    [72] Bazı rivayetlerde bunun, küçük bir cins maymun olduğu
    belirtilmektedir, (ç).

    [73] İsrâ: 17/101-102.

    [74] A’râf: 7/130-133.

    [75] Zuhruf: 43/55-56.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 424-428.

    [76] Bu rivayeti; îbn Kesîr, “el-Bİdâye ve:n-Nİhâye,
    1/253’te kaydetmiştir.

    [77] Şuara: 26/60-66.

    [78] Yûnus: 10/90-91 (Benzeri ayetler için b.k.z:
    A’râf:7/136, İsrâ:17/103; Tâhâ: 20/78, Şuarâ: 26/66; Kasas: 28/40; Duhân:
    44/24) (ç).

    [79] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 428-432.

    [80] B.k.z: Bakara: 2/57; A’râf: 7/160 (ç).

    [81] Tarihçiler, Heysanlılan, tarih kitaplarında geçen
    Hititler olarak kabul emektcdrler (ç).

    [82] Maide: 5/24.

    [83] Maide: 5/26..

    [84] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 432-435.

    [85] Maİde: 5/64.

    [86] Yazarımız Sabûnî’nin de belirttiği gibi İsrail
    oğullarının talihleri çok geniş ve uzundur. Geniş bilgi için Kur’ân-ı Kerîm
    ayetlerine, tefsir kitaplarına ve taribkitapnna bakılabilir, (ç)

    [87] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 435-436.

    [88] Alimler arasında Hz. Hızır (a.s)’ın Peygamber olup
    olmadığı konusuihtilafhdns Bazısı onun bir Peygamber olduğunu iddia ederken,
    bazısı da onun veli bir kul ot­luğunu iddia etmişlerdir. Merhum Elmalın Hamdi
    de, Hızır’ın yaşamadığı gÖrüji-nü kabul etmektedir. B.k.z: Hak Dini Kur’an
    Dili, 5/370-371.

    [89] Kuran-i Kerîm’de bu şahsın ismi açık bir şekilde
    geçmemektedir. Fakat bu şiı-sm, Yuşa b. Nûn olduğu ileri sürülmektedir, (ç).

    [90] Yani dosdoğru görüşlülük, doğru görüş, bilgi vb şey
    demektir, (ç).

    [91] Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsirü Sure-i Kehf 2.4:
    Müslim. Fezail 170-174 (2380); Tirmizî, Tefsirü Sure-i Kehf İ; Müsııed: 5/ 117,
    118.

    [92] Kurtubt, el-Camîu li Ahkâmi’1-Kur an, 11/ 28 (ç)..

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 437-442.

    [93] Buhârî, Cenaiz 69, Enbiyâ 31; Müslim, Fezail 157,158;
    Nesai, Cenaiz 121; Müsned: 2/7, 269. 315, 351, 513, 533 (ç).

    [94] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 442-443.

  • Hz. İbrâhîm (A.S)

    HZ.
    İBRÂHÎM (A.S)
    1

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Hayatı:
    1

    Hz.
    İbrahim (a.s)’ın Soyu:
    2

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Künyesi:
    4

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Doğumu:
    5

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in Babası Azer’i Tevhid Dinine Davet Etmesi:
    6

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in Kavmi Arasında Yetişmesi:
    8

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Kavmiyle Tartışması:
    10

    Kavminin
    Bayramdan Dönüşü:
    11

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Yargılanması:
    12

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in Ateşe Atılması:
    13

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın Evlenmesi:
    14

    Hz.
    İbrâhîm Halil(a.s)’ın Nemrut İle Olan Tartışması:
    16

    Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in Mısır’a Hicret Etmesi:
    17

    Hz.
    İsmâîl (a.s)’ın Doğumu:
    19

    Zemzemin
    Çıkarılması ve Beytü’I-Atîk’in (Kabe’nin) Yapılması:
    20

    Hz.
    İsmâîl (a.s)’ın Kurban Edilme Kıssası:
    22

    Kurban
    Edilen Kimdir?
    . 24

    Hz.
    İbrahim (a.s)’in Vefatı:
    26

     

     

     

     

    HZ. İBRÂHÎM (A.S)

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Hayatı:

     

    “(Ey Muhammed
    Sana indirdiğimiz) kitapta (yani Kur ‘an ‘da) İbrâhîm’i de (babasıyla olan
    kıssasını o müşriklere) anlat. Çünkü o, gerçekten sıddık (yani dosdoğru) bir
    peygamberdir.” Meryem.: 19/41)

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    kendisinden sonra gelen peygamberlerin atasıdır. Hz. İbrâhîm (a.s), Resulullah
    (s.a,v)’in en büyük atasıdır. Zira Resulullah (s.a.v), Hz. İsmâîl(a.s)’m
    soyundan gelmektedir. Hz. İsmâîl(a.s) ise Hz. İbrâhîm (a.s)’m oğludur. Buna
    göre Hz. İbrâhîm (a.s), Resulullah (s.a.v)’in en büyük atası olmaktadır.

    Şanı Yüce Allah, Hz.
    İbrâhîm (a.s)’a mahsus değerli hususiyetler ve özellikler vermiştir. Bu özellik
    ve hususiyetlerden bazıları şunlardır:

    1. Allah
    onu, peygamberlere ata,[1]

    2. Muttakilere
    imam,[2]

    3. Gönderilmiş
    peygamberlere örnek[3]

    4. Resul  ve 
    nebiler  arasından  onu 
    “Halil”  yani  dost edinmiş.[4] Çünkü
    O, Halilü’r-Rahman yani Rahman’m dostudur.

    5. Kendisinden
    sonra gelen peygamberler, onun soyundan türemiş.[5]
    Bundan dolayı da nesiller birbirini takip etmiştir.

    İsrailoğulları
    peygamberlerinin hepsi de, Hz. İbrâhîm (a.s)’m soyundandır. Çünkü İsrail
    oğulları peygamberleri, Hz.İshâk (a.s)’m oğlu olan Hz.Yakub(a.s)’m
    çocuklarından gelmişlerdir. Hz.İshâk (a.s) ise Hz. İbrahim (a.s)’in oğludur.

    Hz. İbrâhîm (a.s) ile
    başlayan peygamberlik ağacının dalları, yine onun soyundan gelen resullerin ve
    nebilerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’e kadar devam etmiştir.[6] Çünkü
    Hz. Muhammed (s.a.v) daha Öncede geçitği üzere- Hz. İsmail (a.s)’ın soyundan
    gelmiştir. Hz. İsmâîl (a.s) ise Hz. İbrâhîm (a.s)’ın büyük oğludur. Nitekim
    Yüce Allah bu peygamberlik ağacının dallarının durumunu şöyle anlatmaktadır:

    “ibrahim’e,
    İshâk’ı ve Yâkub’u müjdeledik, “soyundan gelenlere” “kitap”[7] ve
    “peygamberlik”[8]
    verdik. Üstelik İbrahim’e, hem dünyada[9]
    mükafatını verdik ve hem de ahirette[10] o,
    salihlerden olacaktır.”[11]

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    Peygamber olarak gönderildikten sonra çeşitli belalarla imtihan edilmiştir.
    Örneğin; sabr gibi Zira Hz. İbrâhîm (a.s)’m imanı, sarsılmayan, dalgalanmayan
    ve ölüm korkusu ile zayıflığın giremediği sağlam bir dağ misâli gibidir. Çünkü
    oğlu İsmâîl’i boğazlamakla emrolunduğunda bu mihnet ve sıkıntısı daha da
    artmıştı. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s), Allah’a ibadette, itaatta ve Allah’ın
    emirlerine karşı boyun eğmede örnek bir kimse idi. işte bunlardan dolayı Allah
    onu, kendisinden sonra gelen peygamberlere örnek numunesi kılmış ve aynı
    zamanda kıymet ile değerliliğinden dolayı da onu tek başına bir
    “ümmet” kılmıştı.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m tek başına bir “ümmet” oluşunu şöyle
    anlatmaktadır:

    “İbrâhîm şüphesiz
    Allah’a boyun eğen ve Ona yönelen tek başına bir “ümmet” idi.
    Müşriklerden de olmamıştır.”[12]

    Ayeti kerimede de
    görüldüğü üzere; Yüce Allahm ondan büyük övgülerle bahsettiğini görmemiz
    garipsenecek bir durum değildir. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s):

    a.
    Peygamberlerin atası,

    b.
    Muttakilerin imamı,

    c. İmanın
    temsilcisi,

    d. Sabır
    konusunda imtihan edilmiş,

    e. Şükür
    konusunda da Allah tarafından yardım edilmiş

    f.  Allah’ın kendisine vermiş olduğu nimetler
    konusunda Allah’a lütufkar bir kul olmuştu.

    işte bütün bunlardan dolayı
    Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’ı “Halil” yani dost olarak kendisine
    seçmiştir. [13]

     

    Hz. İbrahim (a.s)’ın Soyu:

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m
    soyu, tarihçilerin belirttiğine göre; İbrâhîm b. Târeh b. Nâhûr b. Sâruğ b. Rau
    b. Fâlığ b. Âmir b. Şâlıh b. Erfahşed[14] b.
    Sam b. Nuh ile bitmektedir. Hz. İbrâhîm (a.s) ile Hz. Nûh (a.s) arasında 1000
    seneden fazla bir zaman dilimi vardır.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu
    soyunu tarihçiler Tevrat’tan aldıkları bilgilerle nakletmişlerdir.[15]

    Görüldüğü üzere
    tarihçiler, Hz. İbrâhîm (a.s)’m babasının ismini “Târeh” diye
    nakletmektedirler. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. İbrâhîm (a.s)’ın babasının
    ismi “Azer” diye geçmektedir.[16]

    Kur’an’dan nakledilen
    bu haber güvenilmesi gerekli olan Sahîh  
    bir   haberdir.[17]
    Tarihçilerin,   Hz.   İbrâhîm  
    (a.s)’m babasının isminin “Tareh” olduğuna dair ileri
    sürdükleri görüşü ise Tevrat’a dayanarak nakletmişlerdir. Tevrat ve İncil’de
    tahrif edildiğinden ötürü müslümanlann yanında bu iki kaynağın başka
    görüşlerinde olduğu gibi bu görüşünde de bir sağlamlığı ve güvenilirliği
    yoktur. Çünkü Tevrat ve İncil’den nakledilen görüşlerin bir dayanıklılığı
    yoktur.

    Bu durum bazı
    tefsircilerin, tarihçilerin kervanı içerisinde gittiklerini gösteren
    garipsenecek durumlardan biridir. Çünkü bazı tefsirciler, tarihçilere
    dayanarak, Hz. İbrahim (a.s)’ın babasının isminin “Tareh” olduğunu
    iddia etmişlerdir. Kur’an’da geçen “Azer” isminin ise, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ın amcasının ismi olduğunu söylemişlerdir.

    Buna göre tefsirciler,
    Kur’an’da geçen Hz. İbrâhîm (a.s)’m babasının isminin “Azer” olduğuna
    dair nassı, -Hz. İbrâhîm (a.s)’in peygamberlerin atası bir Peygamber olması vb.
    bir sebepten dolayı ve Hz. İbrâhîm (a.s)’m müşrik bir babanın oğlu olduğunu def
    etmek için/- te’vil etmişlerdir. Üstelik tefsirciler bu konuda büyük bir çaba
    sarfederek Hz. İbrâhîm (a.s)’m babasının isminin “Azer” değil de
    “Tareh”olduğuna dair birçok deliller de getirmişlerdir. Halbuki Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın müşrik bir babanın oğlu olması onun Allah katındaki makamına
    bir zarar getirmediği gibi şeref ve haysiyetini de azaltmaz. Çünkü hidayet
    ancak Allah’ın eliyledir. Zira Allah, dilediğini sapıtır ve dilediğini de
    hidayete eriştirir. Çünkü Allah, hidayete erecekleri en iyi bir şekilde bilir.

    Buna   bir  
    örnek   olması   bakımından  
    şöyle   bir   örnek verilebilir.   Firavun’un 
    karısı   Asiye,   mümine  
    bir  kadın,[18]
    Nuh’un oğlu Ken’an, kafir[19] ve
    Lûl’un karısı da kafir idi.[20]
    Bunların kafir olması, bu peygamberlerden hiçbirinin şeref ve haysiyetine
    hiçbir şekilde zarar vermediği gibi onların şeref ve haysiyet vb.
    özellliklerini de azaltmaz!!

    Halbuki Resulullah
    (sav), Hz. İbrâhîm (a.s)’m babasının isminin “Azer” olduğunu bize
    haber vermiştir. Bu konudaki hadisi şerifi, Buharı şöyle rivayet etmiştir:

    “Kıyamet gününde
    İbrâhîm “babası Azer” ile (babasının) üzeri tozlu ve siyahlı bir
    haîde karşılaşacaktır. Bunun üzerine îbrâhîm babasına:

      Ben. sana (dünyadayken) bana asi olma demedim
    mi? Diyecek. Babası da, ona:

      İşte bugün sana asi olmayacağım, diye cevap
    verecek. Bunun üzerine İbrâhîm:

    – Ya Rabb! Sen bana
    insanlar diriltilecekleri gün beni rezil etmeyeceğini vaad etmiştin. Şimdi
    Allah’ın rahmetinden çok uzak   
    olan    babamın    vaziyetinden    daha   
    çok    utanmayı gerektirecek hangi
    rüsvaylık olabilir? diyecek. Allah’da:

    – (Ya İbrâhîm) Ben
    cenneti kafirlere haram kılmışımdır, buyuracak. Bundan sonra Yüce Allah
    tarafından:

    – Ya İbrâhîm! Şu iki
    ayağının altındaki nedir? Denilir. Bunun üzerine İbrâhîm. (ayağının altına) bakar
    ve ayaklan arasında kana bulanmış bir sırtlan görür (ki İbrahim’in babası bu
    çirkin şekle çevrilmiştir) Bu çirkin manzara üzerine onun ayaklarından
    yakalanır ve ateşe (yani cehenneme) atılır.[21]

    İşte bu hadisi şerif,
    Hz. îbrâhîrn (a.s)’m babasının isminin “Azer” olduğunu gösteren bir
    delildir. Bu görüş, bunun dışındaki görüşe meylettirmeyen doğru olan görüştür.

    İbn Kesir, bununla
    ilgili olarak şöyle der:

    “ibrahim.
    “Babası Azere”: (Allah’ı bırakıp da) putları mı ilah ediniyorsun?,
    demişti. ” (En’am: 6/74).

    İşte bu ayeti kerime
    Hz.İbrâhîm (a.s)’ın babasının isminin “Azer” olduğunu ispatlıyor.
    Aralarında İbn Abbas’mda bulunduğu soyları araştıran alimlerin çoğu, Hz.
    İbrahim (a.s)’m babasının isminin “Tareti” olduğunu ifade
    etmişlerdir. Denildi ki: “Tareh, Azer’in taptığı bir putun ismi olduğu
    için bu kelime (yani Tereh ismi) Azer’e bir lakap olarak takılmıştır.

    Ibn Cerîr:
    “Doğrusu Hz. İbrâhîm (a.s)’ın babasının ismi Azer’dir. Belki babasının iki
    ismi de olabilir ya da bu iki isimden biri onun lakabıdır, diğeri de özel
    ismidir” der. Ibn Cerîr’in bu sözünün gerçeklik payı büyüktür. Yine de doğruyu
    en iyi bilen Allah’tır.”[22]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Künyesi:

     

    İbn Asâkir’in,
    İkrime’den rivayet ettiğine göre; “Hz. İbrâhîm (a.s), “Ebu
    Dayfan” yani misafirlerin babası diye künleyenmiştir.

    Bu konuda derim ki:
    Belki de bu künye, Hz. İbrâhîm (a.s)’a; çok misafirin gelmesinden dolayı
    verilmiş olabilir. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s), cömert ve misafirperverliğini en
    güzel bir şekilde yapar ve misafirini cömert bir biçimde ağırlardı. Çünkü Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in kendisi cömert bir kimseydi. Misafirlerine buzağı keser ve et
    kızartır ve en güzel yiyecekleri çıkarırdı.”[23]

    îbn Cerîr, Süddi’nin
    şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

    ‘”Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ın yiyecek ve içecek çeşitleri çok olup bunlardan kendisine gelen
    misafirlere yedirir ve onlara ziyafetler verirdi.”[24]

    Kur’ân-ı Kerîm ise,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’a gelen misafirler ile ilgili kıssayı anlatmıştır. Bu kıssada
    misafirler ile kastedilen meleklerdir. Onlar, Lût kavmini, yapmış oldukları
    çirkin işten dolayı helak etmek için giderken, yolları üzerinde bulunan Hz.
    İbrâhîm (a.s)’a da bir çocuk müjdelemek için uğramışlardı.

    Hz. İbrâhîm (a.s) ise
    onları ilk anda gördüğünde onları insan zannetmişti. Bundan dolayı gelen
    misafirlerini ağırlamak için hemen ailesinin yanına koşarak gidip onlar için
    bir buzağı kesip sonra da onu kızartarak onlara getirip önlerine indirmişti.
    Fakat onlar kendileri için kesilip kızartılan buzağının etinden yemeyip ondan
    uzak durdular. Bu durum ise Hz. îbrâhîm (a.s)’m kendisinde, onlara karşı bir
    şüphenin meydana gelmesine sebep oldu. Bu sırada Hz. İbrâhîm (a.s),
    garipsenecek ve korkmuş bir şekilde onlara bakmaya başladı. Nihayet melekler,
    ona kendilerinin meleklerden olduğunu haber verdiler. Bunun üzerine Hz. İbrâhîm
    (a.s)’dan korku ve şüphe gitmiş oldu.

    Yüce Allah bu kıssayı
    Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    îbrâhîm ‘in şerefli misafirlerinin haberi sana gelmedi mi? Hani onlar (İbrâhîm
    ‘in) girip: “Selam” demişlerdi, o da (tarafımdan) tanınmayan bir
    topluluğa “selâm” demişti. (Misafirlerin gelmesi üzerine misafirlerin
    yanından gizlice sıvışıp) hemen ailesinin yanına giderek (onlara, malının en
    hayırlılarından olan) semiz bir buzağı (yi kesip kızartarak kendisine gelen
    misafirlere) getirmiş ve onların önüne sürüp “Yemez misiniz?”
    demişti. (Onlarda yemeyince) onlara karşı içinde bir korku hissetti. (İbrâhîm
    ‘in bu durumunun farkına varan misafirler) “Korkma!” dediler. (Daha
    sonra da) ona bilgili olacak bir çocuğu müjdelediler.”[25]

    işte bu ayeti kerimeler;
    Hz.İbrâhîm Halîl (a.s)’ın cömertliğini anlatan canlı örneklerdir. Zira Hz.
    İbrâhîm (a.s), hiç tanımadığı misafirlerine dahi deve, sığır, buzağı vb. şeyler
    boğazlar ve gelen misafirlerine, bu kestiklerini kızartıp önlerine sunar ve
    onları en güzel bir şekilde ağırlardı, işte Hz. İbrâhîm (a.s)’ın bu hali; yüce
    kimselerin ahlakından ve cömert kimselerin özelliklerindendir. Araplarda bu
    övülmüş özellikleri, cömertliği ve ikramlılığıyla tanıdıkları Hz. İbrahim’in
    oğlu İsmail’den almışlardır. Çünkü Hz. İsmail (a.s)’da, misafirperverlikte ve
    cömertlikte babasına benzemekteydi. [26]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Doğumu:

     

    Bazı Tarihçilerin
    naklettiğine göre, Hz. İbrâhîm (a.s)[27]
    (bugünkü) Şam şehrinin civarında bulunan Kasyun dağı yanındaki
    “Berze” denilen köyde doğmuştur.

    Siyerci ve tarihçilerin
    yanında meşhur olan sahîh görüşe göre; Hz. İbrâhîm (a.s), Keldânî’lerin ülkesi
    olan Babil’de doğmuştur.

    İbn Kesîr’de, birinci
    görüşü naklettikten sonra Sahîh olan görüşün; Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Babil’de
    doğduğu görüşünü nakletmiştir. Fakat bu yer (yani Berze köyü), Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a nisbet olunmuştur. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s), kardeşinin oğlu Lût(a.s)’a
    yardıma geldiğinde orada namaz kılmıştır.”[28]

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    babası 75 yaşında iken doğmuştu. Hz.İbrâhîm Azer’in en büyük oğludur.
    Hz.İbrâhîm’den sonra ise Azer’in şu çocukları doğmuştu: Nâbar ve Hârân.

    Hz. Lût (a.s), Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m kardeşi Hârân’m oğludur. Ehl-i Kitap ise Hz.İbrâhîm’in, Azer’in
    ortanca oğlu olduğunu iddia etmektedir. Çünkü Hârân, doğduğu şehir olan
    Keldâni’lerin ülkesinde -bununla Babil kastediliyor- babası hayattayken
    ölmüştü. Fakat Sahîh olan görüş, birinci görüştür.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    genç yaştayken “Sâre” denilen bir kadın ile evlendi. Sâre çocuğu
    olmayan kısır bir kadındı.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    babası ve hanımıyla birlikte Keldânilerin ülkesinden çıkıp Ken’anlıların
    ülkesine hicret etti ki, burası mukaddes şehirlerdi. Bunun üzerine Harran’da
    bir müddet kaldılar. Harran şehri, Şam bölgesine yakın bir şehirdi. Buranın
    halkı, bu sırada yedi yıldıza tapmaktaydılar. Şam bölgesi halkı ile Cezire
    halkı, -İbn Kesîr’in de anlattığı gibi-buranın sapık akidesi üzerineydi.
    Bunlar, ibadet ederken kuzey kutbuna yönelir, çeşitli dua ve hareketlerle yedi
    yıldıza taparlardı. Bu nedenledir ki, Şam’ın yedi eski kapısından herbirinin
    üstünde bu yıldızlardan birinin heykeli bulunurdu. Halk, bu yıldızlar için
    bayram ve şenlikler tertipler, kurbanlarkeserlerdi. Harran halkı da bu şekilde
    putlara ve yıldızlara tapıyorlardı.

    O sırada yeryüzü
    üzerinde Hz. İbrâhîm (a.s), hanımı Sare ve kardeşinin oğlu Hz. Lût (a.s)
    dışında bulunanların hepsi kafirdiler. Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’ı, kesin
    hüccetle ve kati delille gönderdi ve bu sapıklıkları ortadan kaldırdı. Çünkü
    Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a, küçüklüğünden itibaren rüşdü yani dosdoğru
    görüşlülüğü vermişti.[29]
    Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s) güçlü bir azme ve isabetli görüşe sahip bir
    kimseydi. Zira o, kavmiyle mücadele ve münazara edip Yüce Allah’ın yardımıyla
    onlara keskin deliller getiriyor ve kat’i kanıtlarıyla da onlara galip
    geliyordu. Buna karşılık onlar, Hz. İbrâhîm (a.s)’a cevap vermeye güç
    yetiremiyorlardı.[30]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’in Babası Azer’i Tevhid Dinine Davet
    Etmesi:

     

    Kur’ân-ı Kerîm; Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın babası Azer’i tevhid dinine davet ettiğini bize anlatmıştır.
    Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s)’m babası putlara tapan ve Nemrut’u ilah olarak kabul
    eden müşrik bir kimseydi. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s)’m kendisi için
    insanlar arasında ilk nasihat edilecek kişi babası idi. Bu nedenle Hz. İbrâhîm
    (a.s), babasına öğüt vermekten nasihat etmekten ve Allah’ın azabından
    sakmdırmaktan geri durmayıp tebliğinde devam etti.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m
    babasına olan davetinde, kendisine insanların en yakını olan ve kendisi
    hakkında iyilikten başka bİr şey istemeyen anne-babaya saygıda nasıl olması
    gerektiğinde her çocuk için olması gerekli bir örneklik vardır.[31]

    Çünkü Hz. İbrâhîm
    (a.s)’m babasına karşı söylemiş olduğu sözde sert çıkışmıyor, davetini kabul
    etmediğinde onu ayıplamıyor ve kınamıyordu. Bunların yanısıra babasına, bütün
    edep ve vakarıyla hitap ediyor ve ona en güzel lütuf ifade eden kelimelerle
    cevap veriyor ve güzel hal ile hareketlerle işaretlerde bulunuyordu. Babasıyla
    olan münakaşasında ve mücadelesinde, zarar veremeyen, görmeyen, işitmeyen ve
    sahibine hiçbir fayda sağlamayan taşlardan ve bakırdan yapılmış putlara tapmada
    hatalı olduğunu ona en güzel bir şekilde açıklıyordu. Ayrıca babasına, güç
    yetiremediğini ve iyilik ile faydayı da birbirinden ayıramadığına dikkat
    çekiyordu. Çünkü bu putlar, kendileri hakkında bunları dahi yapamadığına göre,
    başkalarından zararı uzaklaştırmaya nasıl güç yetirebilir idi? Veya herhangi
    bir şeyi yapmada istenileni yine kendisine tapanlara tahakkuk ettirmeye nasıl
    olur da güç yetirebilir idi?!..

    İşte Hz. İbrâhîm
    (a.s), babasına olan davetini, edebli ve vakarlı olarak hikmetle, güzel öğütlerle
    ve nasihatlerle yapmıştır.[32]

    Fakat Hz. İbrahim
    (a.s)’m babası, oğlunun kendisine hikmetle ve özveriyle yapmış olduğu bu
    nasihatleri ve öğütleri kabul etmedi. Hatta Hz. İbrahim (a.s)’m kesin
    delillerle ve kati kanıtlarla ileri sürdüğü düşüncelere de itibar etmemiştir.
    Bunların aksine sapıklığında ve inadında ısrar etmiştir, ilahlarını ve
    tağutlarmı da, kötülükle ve çirkinlikle bahsetmeye başlayınca bu sefer oğlunu
    dövmekle ve hatta sözlerine devam ettiği takdirde öldürmekle tehdit etmiştir.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İbrâhîm (a.s) ile babası Azer arasında geçen bu kıssayı Kur’an’da şöyle
    anlatmaktadır:

    “(Ey Muhammedi
    Sana indirdiğimiz) kitap’ta (yani Kur’an’da) İbrahim’e dair (yani babası ila
    olan kıssasında müşriklere) anlat. Çünkü o, gerçekten sıddîk (yani dosdoğru)
    bir peygamberdir. Hani o babasına: “Ey babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve
    sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana
    gelmemiş bir ilim (yani vahiy ve Allah bilgisi) bana gelmiştir. Öyleyse (putlara
    tapmayı bırakıp) bana tabi olda seni dosdoğru bir yola ileteyim. Babacığım!
    (Allah’ı bırakıp ta) şeytana tapma! Çünkü şeytan rahmana (karşı gelerek
    emirlerine muhalefet edip ona) isyan etmiştir. Babacığım! Doğrusu Rahman azabı
    sana dokunurda şeytanın velisi(doslu) olursun diye korkarım. (Bunun üzerine
    babası ona) “Ey İbrâhîm! Sen benim ilahlarımı beğenmiyor musun ha?
    Andolsun ki (putlara küfredip hakaret etmek ve onları ayıplamaktan)
    vazgeçmezsen, seni taşlarım, uzun bir süre benden ayrıl git!” demişti. ibrahim’de:
    “Selâm olsun sana! Senin için Rabbim’den mağfiret dileyeceğim. Zira o,
    bana karşı çok lütufkardır.”[33]

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    babası için mağfirette bulunmuştur. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s) duaları arasında
    babası için mağfirette bulunacağına dair kendi kendine söz vermişti. Bundan
    dolayıda Hz. İbrâhîm (a.s), babası için Rabbinden mağfiret dilemiş ve yine
    ondan babasından razı olmasını istemiştir. Zira Hz. İbrâhîm (a.s), Rabbine
    şöyle dua etmişti:

    “(Ey Rabbim!)
    Babamı bağışla. Çünkü o, sapıklığa düşmüş kimselerdendir. “(Şuam: 26/86)[34]

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
    babası için yapmış olduğu bu istiğfarı, biç kuşkusuz babasının iman etmesini
    arzuladığından dolayı idi. Fakat ne zaman ki babasının şirk ile putlara tapmaya
    ısrar ettiği ve Allah’ın dinine bağlananlara düşmanlığı ortaya çıktığında Hz.
    İbrâhîm (a.s), babasından uzaklaşmış ve onunla olan ilgisini kesmişti.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın bu durumuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “İbrahim’in
    babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden dolayı idi.[35]
    Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli
    ve yumuşak huylu idi.”[36]

    Bu anlatılanlarda;
    yüce peygamberlere uymada, onların mükemmel yolu üzere yürümede ve onların
    güzel gidişatında, tevhid ve iman ehli için açık dersler ile ibretler vardır.

    Buna göre Hz. İbrahim
    (a.s), babasından ve Hz. Nûh (a.s)’da oğlundan -Allah’a olan düşmanlıkları ve
    kafir oldukları ortaya çıktığında- uzaklaşmıştır, işte bu durum, imanın
    kemalindendir. Hz. İbrahim (a.s)’ın babasıyla ve Hz. Nûh (a.s)’m da oğluyla
    olan akrabalıkları din kardeşliğinden daha yüce ve daha kutsal değildir. Çünkü
    dini yakınlık ile kardeşlik, soy bağlılığı ve kardeşliğinden daha üstündür.

    İşte bu anlatılanlar,
    Allah’ın peygamberlerinin davetinde rol oynadığı mükemmel örneklerdir. Nitekim
    Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s)’in bu durumu ile ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “ibrahim ve
    onunla beraber olanlarda (yani müminlerde) sizin için uyulacak güzel bir örnek
    vardır. Zira hani onlar, kavimlerine: “Biz sizden ve Allah’tan başka
    taptıklarınız (ilahlar)dan uzağız. Sizin dininizi kabul etmiyoruz. Üstelik
    bizimle sizin aranızda yalnızca Allah ‘a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve
    öfke başgÖstermiştir” dediler. Yalnız ibrahim’in babasına; “Andolsun
    ki, senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat sana Allah’tan gelecek herhangi bir
    azabı savmaya gücüm yetmez. ” Sözü, bu örneğin dışındadır.”[37]

    İşte bu ayeti kerimede, Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın imanının sıdk üzere olduğunu gösteren açık bir delil değil
    midir? veya Hz. İbrâhîm (a.s)’m babasından uzaklaşmasının sebebi; -iman bağları
    yok olduğunda- baba ile oğul arasındaki bağında kopmasının gerçekleşmesi
    babasının oğluna karşı açıkça düşmanlığını ilan etmesinden dolayı değil midir?
    bunda garipsenecek bir durum söz konusu değildir. Çünkü Hz. İbrâhîm Halil(a.s)
    , imanın ve akidenin doğruluğu hususunda en güzel Örnek olan peygamberlerin
    atasıdır. işte bütün bunlardan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), Rahman’m dostu olmaya
    hak kazanmıştır. [38]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’in Kavmi Arasında Yetişmesi:

     

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    Babil’de “Nemrut b. Ken’an” ismiyle tanınan ‘tağut’,[39]
    zalim ve zorbacı hükümdar olan ve -Allah’ın değilde- kendi görüşüyle insanlara
    hükmettiği bozuk bir ortamda yetişmişti.

    Nemrut, Babil ülkesini
    kendi idaresi altına almıştı. Bu sırada Babil halkı da, şirkin ve putçuluğun
    içerisinde yüzmelerinin dışında, bolluk ve genişlik içerisinde yaşayıp, kendi
    elleriyle putları yontuyorlar ve daha sonra da Allah’ı bırakıp onları Rabbler
    ediniyorlardı.

    İşte böyle bir sırada
    Nemrut sahip olduğu mülk ve saltanatının havasına kapılıp ve çevresindeki
    topluluğunda cehalet içerisinde yüzmesinden istifade ederek Babil’de kendisini
    mutlak otoriter olarak görünce kendisini ilah olarak ilan edip insanları
    kendisine tapmaya çağırmıştı. Babil halkı ise o sırada putlara tapıyorlardı.

    Nemrut’u da bu batıl
    davaya sevk eden şey; kavminin işitmeyen, görmeyen, ve kendilerine tapanlara
    bir fayda ve zarar sağlayamayan taşlardan ve bakırdan yapılmış putlara
    tapmasıydı. Fakat Nemrut ise putların aksine, konuşabiliyor, düşünebiliyor,
    meseleleri anlayabiliyor, hissedebiliyor ve herhangi bir şeyin farkına
    varabiliyor, iyi olan şeyleri halka çoğaltabiliyor, kötülüğü onlardan
    kaldırabiliyordu. O zaman kendisi niçin ilah olmuyordu ki? Çünkü kendisi bu
    tapmaya kavminin taptığı putlardan ve Allah’tan başka ilah edindikleri
    şeylerden daha layıktı.

    İşte Hz. İbrahim
    (a.s), böyle bir ortamda yetişmişti. Bundan dolayıda Allah ona, doğru
    görüşlülüğü vermiş ve yine onu hidayete erdirmişti. Böylece Hz. İbrâhîm (a.s),
    böyle bir ortamda görüşünün İsâbetliliğîyle ve düşüncesinin güçlülüğüyte, Yüce
    Allah’ın bir tek olduğunu, doğurmadığını ve birisi taralından da
    doğrulmadığını, kainatı hükmü altına aldığını ve alemi idare ettiğini bilmişti.

    Yine Hz. İbrâhîm (a.s)
    bu ortamda bu putların, kendisine tapanlara ve bu heykellerin, kendisini
    yontanlara bir fayda sağlamayacağının farkına varmıştı, işte bütün bunlardan
    dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmini körlük içerisinde bulunmuş oldukları bu şirk
    ile cahiliyetten kurtarmaya karar verdi.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    Rabbine karşı kalbi imanla dopdolu, Allah’ın kendisine yardım edeceğine dair
    vaadine güvenle ve yakînle dolu, Yüce Allah’ın kendisine gayb ve iman hususunda
    vahyettiğine inanan bir kimse idi. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s), bunlara rağmen Yüce
    Allah’dan basiretim, Allah’ın kudretine yakinen inanmasını ve güvenmesini
    artırmasını istemişti. Bundan dolayı da Hz. İbrâhîm (a.s), Rabbinden öldükten
    sonra dirilmeye dair olan apaçık mucizesini görmeyi ve öldükten sonra dirilmeyi
    yakînen görmeyi istedi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s), Rabbinden, ölen kimseleri
    nasıl dirilteceğini görmeyi talep etti. Bunun üzerine de Rabbi, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a şöyle hitap etti:

    “Allah
    (İbrâhîm)e: “Ey İbrâhîm! Yoksa ölüleri nasıl dirilteceğime) inanmadın
    mı?” deyince, İbrâhîm: “Evet! (Senin ölüleri nasıl dirilteceğine hiç
    kuşkusuz inandım fakat) kalbim   
    (in    bu    konuda)   
    mutmain    olmasını    (istedim)” demişti.[40]

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    gerçektende Allah’a iman etmiş ve O’nu doğrulamış bir kimse idi. Fakat Hz.
    îbrâhîm (a.s), Allah’ın kudretinin acayipliklerini görmek, kalbinin buna
    mutmain olması ve yakîni imanını artırması için bunu apaçık bir şekilde görmeyi
    istedi. Yüce Allah da, Hz. İbrâhîm (a.s)’in bu isteğini yerine getirmek üzere
    ona; dört çeşit kuş almasını, onları çeşitli parçalara bölüp daha sonrada
    onları biraraya getirerek kendisine doğru yöneltip çağırmasını emretti. Bunun
    nedeni ise kuşların parçalarının hangisine ait olduğu bilmesi ve onları
    yaratanı düşünmesi içindi. Daha sonra Hz. İbrâhîm (a.s), Allah’ın emrettiği
    şekilde dört çeşit kuş alıp bunların etlerini ve tüylerini birbirine
    karıştıracak şekilde parçalamış, onların bu parçalarını birbirine karıştırmış
    ve onların parçalarını çeşitli paylara ayırıp her bir payı bir dağın üzerine
    bıraktı. Daha sonra da onları kendisine çağırdı. Kuşlarda -Allah tarafından,
    Hz.  ibrâhîm (a.s)’m  bu gelişini görüp şahadet etmesi için uçarak
    değilde- koşarak Hz. İbrâhîm (a.s)’a Allah’ın izniyle geldiler.

    Her parça kendi
    benzeriyle bir araya gelince, parçaların herbiri aslî yerine döndü. Bunun
    üzerine kuşlara, derhal Allah tarafından gizlice ruh üflendi. Böylece kuşlar,
    Allah’ın izniyle Hz. İbrâhîm (a.s)’a gelmeye güç yetirebildiler. Hz. İbrâhîm
    (a.s) ise Yüce Allah’ın yaratma ve istediği an herhangi bir şeyi meydana
    getirmesi huşunda apaçık delillerini görmüş oldu. Her şeyden münezzeh olan Yüce
    Allah herhangi bir şeyi yapmak istediği zaman o şeye sadece “ol”
    deyince, o şey anında oluverir.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu durumuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Hani İbrâhîm:
    “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” demişti.
    Allah’da: “(Ey İbrâhîm! Yoksa ölüleri nasıl dirilteceğime) inanmadın
    mı?” deyince, İbrâhîm: “Evet! (Senin ölüleri dirilteceğine hiç
    kuşkusuz inandım. Fakat) kalbim   
    (in    bu    konuda)   
    mutmain    olmasını    (isledim)” demişti.[41]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Kavmiyle Tartışması:

     

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    kavmini Allah’a ibadet etmeye çağırmada yumuşak davranan bir kimse idi. Bundan
    dolayıda kavmi ve aile halkını putlardan vazgeçip Allah’a ibadet etmeye dönmeyi
    hatırlatıyordu. Bunun içinde ilk önce babasını iman etmeye davet etti. Fakat
    babası oğlunun davet ettiği ilaha iman etmekten kaçındı. Daha sonrada kavmini
    Allah’a iman etmeye çağırdı. Bunun üzerine kavmi, Hz. İbrâhîm (a.s)’in davetine
    yanaşmadılar ve onun risâletiyle de alay ettiler.

    Fakat Hz. İbrâhîm
    (a.s), onların bu yaptıklarına karşı merhameti, yumuşaklığı, iyi davranmayı ve
    dikkatli davranmayı elden kaçılmıyordu. Üstelik onları içerisinde bulunmuş
    oldukları körlük ve sapıklıkta bırakıp gitmeyi istemedi bile. Aksine onların
    içerisinde bulunmuş oldukları bu batıl inançtan onları kurtarmaya karar vermiş
    ve her ne kadar onlardan çok eziyet görmüş olsa veya hayatını tehlikeye atmış
    olsa bile yine de onları dosdoğru yola döndermeye gayret etmişti.

    Hz. İbrâhîm (a.s), görüşü
    isabetli olan zeki bir kimse idi. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s), kavmine
    karşı göstermiş olduğu deliller ile kanıtların, sabah aydınlığı gibi ortaya
    çıkacağım biliyordu. Çünkü his ve görme, bir şeyde birleşmediği müddetçe
    yeryüzündeki kuraklıkta güzel bir bitki bile bitmez, işte bundan dolayı Hz.
    İbrâhîm (a.s), kavmine delillerle görmelerini aydınlatmayı ve kalpleriyle
    hislerini birleştirmeyi istedi. Bunu yapmasının sebebi ise, belki onların
    içerisinde bulunmuş oldukları sapıklıktan dönmeleri ve yine fayda sağlamayan,
    görmeyen ve sahibine hiçbir fayda sağlamayan taşlardan yapılmış putlara
    tapmaktan alıkoymayı söylemekle kendiliklerinden hakkı bulabilirler
    düşüncesiydi.

    Günün birinde Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ın kavminin büyük bir bayramı vardı. Halk, şehirden çıkıp bayram
    yerine gidiyorlardı. Çünkü halk, bu bayram günlerinde kendileri için bir
    tescili ve rahatlama buluyordu. Şehirden çıkıp bayram yerine gitmek istedikleri
    bir sırada Hz. İbrâhîm (a.s)’ın yakınları da ondan kendilerine arkadaşlık etmek
    suretiyle bayram yerine gelmesini istediler. Hz. İbrâhîm (a.s) ise onlarla
    arkadaşlık edip bayram yerine gitmekten kaçındı. Halkın bayram yerine gitmesini
    fırsat bilen Hz. İbrâhîm (a.s), onlardan bazılarının işitebilecekleri bir
    şekilde putlarını kıracağına yemin elti. Buna binaen Hz. İbrâhîm (a.s),
    yakınlarına bir hastalık görüntüsü verdi. Halbuki Hz. İbrâhîm (a.s)   da 
    bir  hastalık  yoktu.  
    Fakat  Hz.   İbrâhîm 
    (a.s)’daki hastalık onların putlara tapmasından kaynaklanan iğrençlikten
    kaynaklanmaktaydı. Bu sebeple yakınları bulaşıcı bir hastalık korkusuyla ondan
    uzaklaştılar. Bunun üzerine Hz. İbrahim (a.s). geride kalanlara seslenerek:

    “- Allah’a yemin ederim
    ki! Siz arkanıza dönüp gittikten sonra putlarımıza tuzak kuracağım” dedi.
    Gericle kalanlar, Hz. İbrâhîm (a.s) ise putlarla başbaşa kalmıştı. Hemen
    puthaneye gidip putları eliyle tokatlamaya ve ayağıyla da tekmelemeye başladı.
    Daha sonra da eline bir balta alıp onların üzerine vurarak  kırıyordu.  
    Ta  ki  putlar,  
    kırılmış  küçük   parçalar oluncaya kadar, Hz. İbrahim (a.s),
    kırılan bu parçalan, sağa-sola yaydı. Büyük putu kırmayıp onu sağlam bıraktı.
    Bunun nedeni ise; sağlam bıraktığı bu pul ile onlara karşı putlarını küçük
    düşürmek. Allah’ın hak dinine yardım etmek, onların kırılmaya ve horlamaya
    layık olan putlarına tapmalarının bâtıl bir 
    yol olduğunu  göstermek  amacıyla 
    idi.  Bunun üzerine baltayı da
    sağlam bıraktığı büyük puiun boynuna bağlayıp astı. Zira putları balta ile
    kırıp parçalamıştı. [42]

     

    Kavminin Bayramdan Dönüşü:

     

    Kavminin bir kısmı
    bayramdan dönüp -adetleri üzere-direkt puthaneye doğru yürüyüp gittiler. Bu
    davranış, onların, putlara sevgi ‘ve yakınlıklarını göstermek ve onlara itaati
    tukdim etmek içindi. Önden gidenler puthaneye vardıklarında gördükleri korkunç
    haller karşısında şaşkına döndüler ve dehşete düştüler. Çünkü onlar, tapmış
    oldukları ilahlarını birikinti halinde kırılmış ve ufalmış bir vaziyette
    görmüşlerdi. Bunun üzerine olayın dehşetinden puthanenin etrafına koşuşturup
    putların içine düşmüş oldukları zilleti ve küçüklüğü arkadan gelenlere haber
    verdiler. Neye uğradığım şaşıran   
    halk,    lopiu    bir   
    şekilde    bağırmaya    başladılar.

    Seslerinden     dolayı    
    neredeyse     yeryüzünün     bir    
    kısmı sallanacaktı. Daha sonra kendilerine gelen halk:

    “İlahlarımıza
    bunu kim yaptı? Doğru (bunu yapan) zalimlerdendir.” (Enbiyâ: 21/59)

    Kısa bir müddet sonra
    hepsi susmuştu. Halk kırılmış, ufalmış ve param parça olmuş bu ilahlarının
    önünde korku ve şaşkınlık içerisindeydiler. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Tam
    bu sırada halkın arasından bir ses; Hz. İbrâhîm (a.s)’m putlara dair olan
    vadini onlara şöyle anlattı:

    “İbrâhîm denilen
    bir gencin, onları diline doladığını işitmiştih.” (Enbiyâ: 21-60)

    Yani bu putları
    paramparça edenin İbrâhîm olması gerek, dedi. Bunun üzerine halk, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’i, eliyle yaptıklarına bir ceza olarak’en şiddetli cezayla cezalandırmaya
    kadar verdiler. Hz. İbrâhîm (a.s)’i en şiddetli bir şekilde cezalandırmalarının
    sebebi; buna bir daha teşebbüs edenlere bir ibret olması içindi. Bu sebeple Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in putlar hakkında söylediklerini ispatlamak için onun insanların
    gözü önüne getirilmesini istediler. Bunun üzerine Hz. îbrâhîm (a.s), insanların
    gözü önüne getirilerek onun bu sözlerine ve yaptıklarına karşılık, cezaların en
    şiddetli olanını ona gerekli gördüler.

    Şüphesiz ki halkın
    büyük bir yerde toplaması Hz. İbrâhîm (a.s)’rn işine yarar. Çünka Hz. İbrâhîm
    (a.s) böylece onların inandıkları putların bozgunculuğunu delillerle onlara
    gösterebilecekti. Hz. İbrâhîm (a.s)’m cezalandırılacağı yere, topluluklar
    geliyor ve gelenler git gide çoğalıyordu. Hz. ibrâhîm (a.s)’ın olayına rağbet
    edenlerin hepsi; Hz. İbrâhîm (a.s)’dan intikam almaya susamış aç köpekler gibi
    sadece kendi arzularını yerine getirmek için onun akıbetini cezalandınlışını
    görmek istiyorlardı.

    Daha sonra Hz. İbrâhîm
    (a.s)’i bu kalabalık topluluğun ortasına getirdiler ve onu deliller ve şahitler
    karşısında yargılamaya başladılar. [43]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Yargılanması:

     

    Halk, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ı yargılamaya başladı. Bu sırada Hz. İbrâhîm (a.s)’ın vereceği cevabı
    işitmek ve onun sorgulanmasını görmek isteyen kimseler oraya toplanmıştı. Hz.
    İbrâhîm (a.s)’a sorulan ilk soru “Ey İbrâhîm! Bunu ilahlarımıza sen mi
    yaptın?”(Enbiyâ: 21/62) sorusuydu.

    Halbuki Hz. İbrâhîm
    (a.s), hikmet sahibi dahi bir kimse idi. Her ne kadar sonuç belli ise de onlara
    maksadını açıklamak ve risaletini tebliğ etmek için tartışmayı başka bir yere
    çekti. Bunun içinde ilk Önce -belki de dosdoğru yola dönerler diye- delilini
    onlara devamlı kılmak için onların yÖnel em ivecekleri bir cevaba hikmetli bir
    yola çekerek şöyle dedi: “Belki de o işi şu büyükleri yapmıştır.
    Konuşabiliyorlarsa, onlara sorun.” (Enbiyâ: 21/63)

    Hz. İbrâhîm (a.s), bu
    kesin delilini, onları gaflet uykusundan uyandıracak ve baygınlıktan ayıltacak
    şekilde onların yüzlerine vururcasma çarptı. Bunun üzerine onlar, kendi
    kendilerine yönelerek kendi nefislerini kınamaya başlayarak şöyle diyorlardı:
    “(Kendi nefislerini kınayarak) haksız olanlar sizsiniz siz.”(Enbiya:
    22/64) “Sizler ilahlarınızı korumasız ve gözetleyicisi olmaksızın
    puthanede yalnız başlarına bıraktınız. Siz böyle yapınca, onlara inanmayan bir
    kimse de gelip ilahlarımızı parçalayıp ufaltmış. O putperest topluluk Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in bu sözleri karşısında müthiş bir şaşkınlığa düştü. Dilleri
    tutuldu ve düşünceli bir vaziyette başlarını önleri eğip sustular. Daha sonra
    da Hz. İbrâhîm (a.s) ile konuşmaya yönelerek ona:   “Bunların konuşmayacağım

    andolsun ki sende
    bilirsin. “(Enbiyâ: 21/65) Yani Ey İbrâhîm! Bu ilahlarımızın soruya cevap
    vermeyeceklerini, sözü işitmeyeceklerini sende bilirsin! ilahlarımız, sağır ve
    cansız birer taş parçaları oldukları halde nasıl olurda bizim onlara
    kendilerini kimin kırdığına dair soru sormamızı istersin” dediler.

    Böylece o
    putperestler, ilahlarının acizliğini ve onların kendi etraflarında olup biteni
    bilme hususundaki eksikliğini ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın sözüne karşılık
    ilahlarının güç ve kuvvetten yoksun olduğunu kabul ettiler.

    Sonunda Hz. İbrâhîm
    (a.s), azgınların hilesini ve tuzağım güzel bir biçimde boşa çıkarmış oldu.
    Vaktaki Hz. İbrâhîm (a.s), apaçık delili ortaya çıktığında onları, bu aklı
    selim düşünceye sarılmalarını sağlamak için şahane bir fırsat yakalamıştı. Zira
    Hz. İbrâhîm (a.s), hakkı ortaya koyduktan ve o hakkı gündüzün öğle vak^indeki
    güneşin parlaklığı gibi ortaya çıkardıktan sonra onların cehâletliklerini güzel
    bir üslupla yüzlerine vurmaya ve batıl üzere sebat göstermelerini kınamaya
    şöyle başladı: “O halde, Allah ‘ı bırakıpta size hiçbir fayda ve zarar
    veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de, Allah’ı bırakıp
    taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?”(Enbiyâ: 21/66-67)

    O putperestler böylece
    savunmuş oldukları düşüncede mağlup olunca, durumlarının ortaya çıkmasından
    korktular. Artık kendileri için ilahları hakkında Hz. İbrâhîm (a.s)’m delillerini
    inkar edip galebe çalacakları bir delilleri ve kanıtları kalmadı. Tağuti
    sistemlerde olduğu gibi tağut konumunda bulunan kimselerde zor durumda
    kaldıklarını görünce aynen burada olduğu gibi hareket ederler. Çünkü bu yöntem,
    beşeri sistemlerde hiç değişmeyen bir yöntemdir, işte o putperestlerde Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m sözleri karşısında uğradıkları yenilgilerini örtbas etmek ve
    batıl yolda olduklarını gizlemek suretiyle Hz. İbrâhîm (a.s)’a karşı güç ve
    kuvvete sarılıp şöyle dediler: “Bir şey yapacaksanız, onu ateşte
    yakında   .-ilahlarınıza yardım
    edin.” (Enbiyâ: 21/68) [44]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’in Ateşe Atılması:

     

    O putperestler, Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ı -ilahlarını paramparça ettiğinden dolayı- bir ceza olarak onu
    yakmayı istediler. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s)’i nasıl yakacaklardı? Sonunda onu
    kızgın bir ateşe atmaya gerek duydular. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s), ilahlarına
    hürmette saygısızlıkta aşırı gittiğinden ve haberleri olmadığı bir sırada
    ilahlarını paramparça ettiğinden göğüslerinde tutuşmuş kinlerini alevlendirmelerinden
    dolayı ona karşı bir tepkileri oluşmuştu. Göğüslerinde tutuşmuş bu kinlerini
    ancak onu ateşte yakmakla söndürebilirlerdi. Bunun içinde onu yakmaya karar
    verdiler.

    Bunun üzerine halk,
    sağdan-soldan ve ordan-burdan odun toplamaya başladılar. Bunu, ilahlarına bir
    yakınlık ve taptıklarına bir iyilik olsun diye yapıyorlardı. Bu odun toplama
    işine bütün putperest halk katılıyordu.

    Hatta hasta olan kadın
    bile “iyileştiği takdirde İbrahim’in ateşte yanması için mutlaka odun
    toplayacağına” dair adakta bulunuyordu. Direklere varıncaya kadar odun
    toplamaya devam ettiler. Neredeyse topladıkları odunlar, Hz. İbrâhîm (a.s)’in
    yakılacağı yerin alanını daraltmıştı. Odun toplama işi sona erdiğinde ateşi
    yaktılar. Bunun üzerine ateş tutuştu ve alevlendi. Ateşin alevi, semaya doğru
    yükseldi ve ışıkları etrafa yayıldı. Daha sonra da Hz. İbrâhîm (a.s)’i bağlayıp
    ateşin içerisine mancınıkla attılar. Fakat Hz. İbrâhîm (a.s), Allah’ın gözetimi
    ve koruması altındaydı. Bundan dolayı da Hz. İbrâhîm (a.s), ateşin içerisine düştüğünde
    ateş onu yakmadı.  Sadece kendisini
    bağladıkları ip yandı.  O sırada şöyle
    bir Rabbani ses geldi:  “Ey ateş!
    İbrahim’e serin ve zararsız ol”(Enbiyâ: 21/69)

    Yüce Allah’ın kulu ve
    peygamberi olan Hz. İbrâhîm Halilullah(a.s)’ı korumasındaki büyük mucizesi
    böylece ortaya çıkmış oldu. Üstelik onların Hz. İbrâhîm (a.s)’a karşı kurmuş
    oldukları tuzaklarını tam zamanında geri çevirmişti. Şöyle ki:
    “(Müşrikler) İbrahim’e karşı bir tuzak kurmak istediler. Fakat Biz onları
    (n bu tuzaklarını başa çıkarmakla onları) hüsrana uğratık.” (Enbiyâ:
    21/70)

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m
    kavmiyle olan kıssasının anlatıldığı bu ayeti kerimeler, Enbiyâ Sûresinde
    topluca şöyle geçmektedir:

    “Andolsun ki
    (peygamberliğinden) önce İbrahim’e doğru görüşlülüğü verdik. Biz onu (n buna
    ehil olduğunu) biliyorduk. Hani o’ babasına ve kavmine: “Atalarımızı
    bunlara tapar bulduk” demişlerdi. (Bunun üzerine İbrâhîm onlara:)
    “Andolsun ki sizlerde atalarınızda apaçık bir sapıklık
    içerisindesiniz” deyince, (onlar:) “Sen bize gerçeği mi getirdin?
    Yoksa bizimle eğleniyor musun?” dediler. O da: “Hayır! Rabbiniz,
    göklerin ve yerin Rabbidir ki onları da o yaratmıştır. Ve ben buna şahitlik
    edenlerdenim. Allah’a yemin ederim, ki, siz dönüp (bayram, yerine) gittikten
    sonra putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım” dedi. Derken kendisine
    (başvurup bu putları puthaneye geldiklerinde gördükleri manzara karşısında)
    “Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Doğrusu o (bunu yaptığından dolayı)
    zalimlerdendir” dediler. (İbrahim’in putlarına karşı bir tuzak hazırlanacağına
    dair yemin ettiğini işiten kimseler) “İbrâhîm denilen bir gencin onları
    (kıracağını) diline doladığını işitmiştik” dediler. (Emretmek yetkisini
    ellerinde bulunduranlar:) “O halde onu (yargılamak için) halkın gözü önüne
    getirin. Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek onun aleyhine) şahitlik
    ederler” dediler. (Bunun üzerine İbrahim’i halkın önüne getirip ona!)

    “Ey İbrahim!
    İlahlarımıza hu işi sen mi yaptın?” dediler. O da (Kırmaksızın bıraktığı
    putu kastederek:) “O işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabüiyorlarsa onlara
    (yani kırılan putlara) sorun” dedi. Bunun üzerine kendi nefislerine dönüp
    “haksız olanlar, sizsiniz siz” dediler. Sonra da eski kafalarına
    (yani batıl davalarına) döndüler ve ona: “Bunların konuşamayacağını
    andolsun ki sende bilirsin ” dediler. O da: “O halde Allah’ı
    bırakıpta (kendilerine taptığınız takdirde) size hiçbir fayda (tapmayacak
    olursanız da) zarar veremeyecek olan putlara ne diye taparsınız? Size de Allah
    ‘ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Akletmiyor musunuz?” dedi.
    Onlar da (halka hitaben:) “Bir şey yapacaksanız, onu (ateşte) yakın da
    ilahlarınıza yardım edin ” dediler. Biz de (onların bu tuzaklarına karşı
    ateşe:) “Ey Ateş! İbrâhîm. ‘e serin ve zararsız ol” dedik. (Onlar)
    İbrahim ‘e karşı (onu yakmakla) tuzak kurmak istediler. Fakat Biz de onları (n
    bu tuzaklarını boşa çıkarmakla onları) hüsrana uğrattık.”[45]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Evlenmesi:

     

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    büyüyüp gençlik çağına gelince “Sare” denilen bir kadınla evlendi.
    Sare’nin, yanısıra Hz. İsmâîl(a.s)’m annesi olan “Hacer” ile
    evlenmiştir.

    Daha sonra Yüce Allah,
    yaşlî olmasına rağmen Hz. İbrâhîm (a.s)’a Sare’den “İshâk” adında bir
    çocuk verdi. Bu da, küfürlerinden ve ahlaksızlıklarından ötürü kendilerini
    helak edip yurtlarını harap etmek için Lût kavminin beldesine giderken Hz.
    İbrâhîm (a. s)’a uğrayıp geçen melekler tarafından verilmişti. Bu müjdeyi perde
    arkasından işiten Sare’nin yüzü birden bire değişerek:

    – “Vay başıma
    gelenlere! Ben bir kocakarı kocamda ihtiyar olmuşken nasıl doğurabilirim?
    Doğrusu bu, şaşılacak bir şey ” dedi. (Hûd: 11/72)

    Sare’nin bu sözüne
    karşılık melekler:

    “Ey evin hanımı!
    Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olmuşken nasıl Allah’ın işine
    şaşarsın? O, övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir” dediler.

    Yüce Allah, yaşlı
    olmasına rağmen Hz. İbrâhîm (a.s)’a Sare’den böylece bir oğlan çocuğu verdi.
    İşte bu, Yüce Allah’ın kudretine ve Hz. İbrâhîm (a.s)’m duasını kabul ettiğine
    dair bir delildir. Zira Hz. îbrâhîm (a.s), kendisinin etmiş olduğu duayı kabul
    eden Allah’a şöyle hamdetmişti:

    “İhtiyarlamışken,
    bana İsmâîl ve İshâk’ı veren Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbim, (kendisine
    özveriyle yapılan) duaları işitendir.”[46]

    Hz. İbrâhîm (a.s).
    babası[47] ve
    karısıyla birlikte Keldânilerin ülkesinden çıkıp Ken’ anlıların ülkesine hicret
    etti. Burası, mukaddes şehirlerdendir. Muhacirler, buraya yakın
    “Harran” adında bir yere yerleştiler. Hz. İbrâhîm (a.s)’m babası
    burada vefat etti. Vefat ettiğinde 250 yaşındaydı. Harran halkı, yedi yıldıza
    tapmaktaydılar. Bundan dolayı onlar, “Sâbiiler”den[48]
    idiler. Onlar arasında da puta tapıcılık yıldızlara tapma zamanla yayılmıştı.

    îbn Kesîr,
    “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı tarih kitabında bu konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Şam şehrini imar
    edenlerde bu dine (yani Sabiilik dinine) mensuptular. Buranın halkı, ibadet
    ederken Kuzey Kutbuna yönelir, çeşitli dua ve hareketlerle yedi yıldıza
    taparlardı. Bu nedenledir ki, Şam’ın yedi eski kapısından herbirinin üstünde bu
    yıldızlardan birinin heykeli bulunurdu. Halk, bu yıldızlar için bayram ve
    şenlikler tertipler ve kurbanlar keserlerdi. Harran halkıda işte bu şekilde
    putlara ve yıldızlara tapıyorlardı. O sırada yeryüzü üzerinde Hz. İbrâhîm
    (a.s), hanımı Sare ve kardeşinin oğlu Hz. Lût (a.s) dışında bulunanların hepsi
    kafir idiler.

    Yüce Allah da Hz.
    İbrâhîm (a.s)’ı; (kesin hüccetle ve kati delillerle Peygamber olarak
    gönderdiğinden dolayı) ondan bu kötülükleri giderdi ve onların bu
    sapıklıklarını da ondan uzaklaştırdı. Çünkü Cenab-ı Allah    küçüklüğünde ona dosdoğru görüşü (veya
    hidayeti) vermiş ve onu peygaber olarak görevlendirmişti. Büyüdüğünde ise onu
    dost edinmişti.

    Nitekim Yüce Allah, bu
    konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Andolsun ki
    (peygamberliğinden) önce İbrahim’e dosdoğru görüşü (veya hidayeti) verdik. Biz
    onu (n buna ehil olduğunu) biliyorduk. ” (Enbiyâ: 21/51)”[49]

     

    Hz. İbrâhîm Halil(a.s)’ın Nemrut İle Olan Tartışması:

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    çetin ve zor bir dönemde yaşamıştı. Hz. İbrâhîm (a.s)’ın yaşadığı dönemdeki
    insanlar, şirk ve sapıklık içerisindeydiler. Hz. İbrâhîm (a.s) zamanında
    kendisinin Rabb olduğunu iddia eden ve şanı yüce olan Allah’ın büyüklüğü ile
    hakimiyeti konusunda tartışan zorbacı, zalim ve tağut (azgın) bir melik ortaya
    çıkmıştı.

    Bu melik, kendisinin
    Allah’tan başka bir ilah olduğunu iddia etmişti. İşte bu zorbacı melik,
    “Nemrut b. Ken’an” adında birisiydi. Nemrut, dört dünya meliğinden
    birisiydi. -Anlatıldığı üzere- dünyada melikler dört taneydi. Bunların ikisi
    mümin, ikisi de kafirdir. Mümin olanlar: -Kur’an’in Kehf Sûresinde (83-98
    arası) anlattığı üzere- Zulkarneyn(a.s) ile Hz. Süleyman 6. Davûd(a.s), kafir
    olanlar ise, Nemrut ile Buhtu’n-NasrI[50]dır.
    Bunların dışında kalanlara gelince ise onlar, dünya meliki olmayıp sadece bir
    şehrin meliki veya dünyada birçok şehrin meliki idiler. Örneğin: Firavun gibi.
    Firavun sadece Mısır ülkesinin melikiydi.[51]

    Tarihçilerin
    naklettiğine göre; Nemrut’un melikliği 400 sene sürmüştür. Nemrut bu süre
    zarfında haddi aşmış, böbürlenmiş, zalimce davranmış ve Rabb olduğunu iddia
    etmişti. İşte bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s) onunla tartışmış, akimin
    kıtlığını ortaya koymuş delillerini boşa çıkarmış ve kuvvetli kanıtlarla onu
    susturmuştu.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m
    Nemrut ile olan ilk tartışması, Hz. İbrâhîm (a.s)’m Nemrut’un huzuruna
    girdiğinde Nemrut ona:

    – Ey İbrâhîm! Rabbin
    kimdir? Senin, benden başka Rabbin var mıdır? 
    Şeklinde  sorduğu soru ile
    gerçekleşmiştir.   Hz. İbrâhîm (a.s) ise
    ona akli ve imani bir sözle cevap verdi:

    – “Rabbim
    dirilten ve öldürendir” (Bakara: 2/258) yani doğrusu o Allah, insanı
    yokluktan var eden, sonra da onu öldüren ve sonra da onu tekrar dirilten
    büyük  bir ilahtır. Bundan dolayı o
    Allah, her şeye kadirdir. Öldürme ve diriltme, Allah’ın kudretindeki
    görüntülerden yalnız bize görünen bir görüntüdür.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu
    sözlerine karşılık akılsız ve ahmak Nemrut alaycı bir şekilde Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a gülerek:

    – “Bende diriltir
    ve öldürürüm” (Bakara: 2/258) yani bende senin ilahının yaptığım yapmaya
    güç yetiririm, diye karşılık verdi. Hz. İbrâhîm (a.s) ise ona:

    – Nasıl diye sordu.
    Nemrut’ta:

      Bekle de gör, dedi ve hemen kapıdaki
    nöbetçiyi çağırıp ona:

      Git! Ve bana zindandan iki adam getir,
    dedi.  Bunun üzerine nöbetçi zindana
    giderek öldürülmelerine dair idam kararı verilmiş iki adamı alıp hemen
    Nemrut’un yanma getirdi:

    Nemrut cellada;
    birisinin boynunu vurmasını emretti. O da öldürülmesi emredilenin boynunu vurdu
    ve adam öldü. Bunun üzerine Nemrut Hz. İbrâhîm (a.s):a:

    – İşte bunu Öldürdüm,
    dedi. Nemrut sağ kalan diğerinin ise serbest 
    bırakılmasını   emretti.   Bunun 
    üzerine  ikinci   adam serbest bırakıldı. Nemrut Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a:

    – İşte bunu da
    dirilttim, dedi.

    İşte bu tartışma
    Nemrut’un zayıflığı ve ahmaklığı ile böyle neticelendi. Çünkü Nemrut, diriltme
    ve öldürme suretiyle gücünü ve kudretini açığa vurmak istedi. Halbuki bu iki
    özellik, Allah’ın kudretinin Özelliklerinden ve onun ezeli sıfatlarındandır.

    Nemrut’un zindandan
    getirttiği adamlardan birisini idam edip öldürmesi ve diğerini ise affedip
    diriltmesi, onun bu yolla zayıflığını ve küçüklüğünü ortaya koymaktadır. İşte
    bu cahilliğin ve geri kafalılığın zirvesidir.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    Nemrut’un küçüklüğünü, aklmm kıtlığını ve düşüncesindeki geri kafalılığı
    görünce onunla, inatçılığın ve tartışmanın mümkün olamayacağı başka bir delile
    geçti. Çünkü bu delil, müstekbirlerin sırtını yere vuran ve her inatçının
    ağzına gem vuran kesin bir delildir. Bundan dolayı Hz. İbrâhîm (a.s) Nemrut’a
    şöyle diyor:

       “Şüphesiz Allah,  güneşi doğudan getiriyor.   Haydi (bakalım) sende onu batıdan
    getirsene!” (Bakara: 2/258)

    İşte buradaki Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m delili, mücadeleye ve büyüklenmeye fayda sağlamayan keskin bir
    delildir. Çünkü bu delil, apaçık bir delil olup Hz. İbrâhîm (a.s), bununla
    Nemrut’a şöyle demekteydi: Eğer sen iddia ettiğin gibi dirilten ve öldüren bir
    kimse, dilediği her şeyi yapan ve hiçbir engelle karşılaşmayan ve hiçbir güç
    tarafından da mağlup edilemeyen aksine her şeyi emri ve hakimiyeti altına alan
    bir ilah isen, haydi bu işi yap bakalım! Yapamazsın. Demek ki iddia ettiğin
    gibi biri değilsin. Sen ve herkes pekala biliyorsunuz ki, sen bu işin
    üstesinden gelemezsin. Bırak bu ilahlık işini. Çünkü sen bir sivrisineği bile
    yaratmaktan veya ona galip  gelmekten
    acizsin!…

    Hz. İbrâhîm (a.s)
    burada tartışmayı sona erdirdi ve küfredeni, şaşırıp dona bıraktı. Çünkü Hz.
    İbrâhîm (a.s) onun sapıklığını, cahilliğini, yalan iddiada bulunduğunu, tuttuğu
    yolun yanlışlığını bu iddialarıyla cahil kavmi yanında üstünlük tasladığını
    ortaya çıkardı.

    Nitekim Yüce Allah,
    Hz. İbrâhîm (a.s) ile Nemrut arasında geçen bu tartışmayı şöyle anlatmaktadır:

    “(Ey Muhammed)
    Allah kendisine hükümranlık verdi diye İbrâhîm ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin
    mi? Hani İbrâhîm ona: “Rabbim dirilten ve öldürendir” demişti. O da
    “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. Bunun üzerine İbrâhîm, ona
    “Şüphesiz Allah güneşi doğudan getirir! Haydi bakalım sen de onu batıdan
    getirsem!” demişti. Küfreden (İbrahim’in bu davranışı karşısında) şaşırıp
    kaldı. Allah zalimler topluluğunu doğru yola (yani hidayete) eriştirmez,”[52]

    İşte hakkın sesi,
    güçlü bir şekilde böyle ortaya çıktı. Batılın sesi ise hak karşısında gizlenip
    böyle kala kaldı. Yani hak böyle ortaya çıkmış, batıl ise sözü ağzında
    geveleyip durmuş.

    Süddî’nin anlattığına göre,
    bu tartışma ateşten çıktığı gün Hz. İbrâhîm (a.s) ile Nemnit-arasmda geçmiştir.
    Çünkü o güne kadar ikisi bir araya gelmiş değildi. O gün ikisi biraraya gelerek
    tartışmışlardı. [53]

     

    Hz. İbrâhîm (a.s)’in Mısır’a Hicret Etmesi:

     

    Kıtlık ve kuraklık
    bütün Şam bölgesindeki ve Filistin’deki şehirleri kaplamıştı. Bunun üzerine Hz.
    İbrâhîm (a.s), Mısır’a hicret etti.

    Mısır yolculuğu
    sırasında ona, karısı Sare arkadaşlık etmişti. Sare övülecek bir güzelliğe
    sahipti.

    İşte Hz. İbrâhîm
    (a.s), beraberinde hanımı Sare olduğu halde Mısır’a girdi. Bunlar Mısır’a
    girdiği sırada şehrin giriş kapısında bulunan görevli adamlardan birisi
    Sare’nin bu güzelliğini görünce, onun güzelliğini hemen gidip Mısır kralına haber
    verdi.

    Mısır şehrinin bu
    kralı, zorbacı ve zalim bir kimseydi. Bu kral, Amâlikalı olan Arap krallarından
    birisiydi, ismi Sinan b. Ulvan idi. Bu zâlim ve tağut kralın adetlerinden
    birisi de, bir adamın yanında güzel bir kadının bulunduğunu işittiğinde o
    kadını, o adamdan zorla almasıydı.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’da
    Mısır ülkesinde konaklayınca bu zalim kral, Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hanımı olan
    Sare’ye zulmetmeyi yani sarkıntılık etmeyi ve onu kendisine ayırmayı istedi.
    Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s)’ı yanına çağırtıp ona, Sare ile olan akrabalık
    bağını sordu. Hz. İbrâhîm (a.s), (Sare hakkında “benim hanımımdır”
    diyecek olursa onun yüzünden kendisinin öldürüleceğinden çekindiğinden dolayı)
    “O kızkardeşimdir” dedi. Hz. İbrâhîm (a.s) bu sözüyle din
    kardeşliğini kastetmiştir. Çünkü müminler ancak birbirleriyle
    kardeştir.(Hucurât: 49/10)

    Kral, Hz. İbrâhîm
    (a.s); Sâre’yi kendisine göndermesini emretti. Bunun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s),
    hemen kralın huzurunda çıkıp Sare’nin yanma gelerek ona:

      Bu zorba senin, “benim hanımım”
    olduğunu öğrenirse, senin   için   bana  
    galebe   çalar.   Eğer  
    sana   (benim   neyin olduğumu)  soracak 
    olursa,  “kızkardeşinı  olduğunu 
    söyle!” Çünkü   sen,   zaten 
    “İslami  yönden   (din)  
    kardeşimsin.   Bu yeryüzünde (yani
    Mısır ülkesinde) senden ve benden başka bir mümin bilmiyorum.” dedi.

    Kral, (adam
    göndererek) Sare’yi yanma getirtti. Sare’de geldi. (Sare’nin gidişinin
    akabinde) Hz. İbrâhîm (a.s), hemen namaza durdu.

    Sare, kralın yanma
    girince kral (onu ayakta karşıladı. Fakat elini ona uzatamadı. Eli şiddetli bir
    şekilde tutulu kaldı. Artık ayaklarıyla tepinmeye başlamıştı. Sare’ye:

    – “Elimi  salması 
    için  Allah’a dua et!  Sana bir zarar vermeyeceğim!” dedi.
    Sare’de Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın eli -eskisi gibi- serbest bırakıldı.
    Ama kral, ikinci defa tekrar Sare’ye sataşmak istedi.  Fakat eli Önceki gibi veya ondan daha
    şiddetli bir şekilde tutuldu. Sare’ye:

    – “Elimi  salması 
    için Allah’a dua et!   Sana bir
    zarar vermiyeceğim!” dedi. Sare’de Allah’a dua etti. Bunun üzerine kralın
    eli -eskisi gibi- serbest bırakıldı. (Ama kral normal hale dönüp) tekrar
    Sare’ye sataşmak istedi. Kralın eli, önceki iki seferden daha şiddetli bir
    şekilde tutuldu. Sare’ye:

    – “Elimi  salması 
    için Allah’a dua et!  Sana bir
    zarar vermeyeceğim!” dedi. Sare’de Allah’a duâ etti. Bunun üzerine kralın
    eli -eskisi gibi- serbest bırakıldı. Kral,” kadını getiren adamı çağırıp
    ona:

      “Sen bana insan değil, bir şeytan
    getirmişsin!  Bunu ülkemden hemen
    çıkar!” diye emir verdi.

    Kral, (Sare’de gördüğü
    bu hallerden dolayı) ona “Hacer” adında bir cariyeyi hediye olarak
    verdi. Bunun üzerine Sare Hz. İbrâhîm (a.s)’m yanma geldi. O sırada Hz. İbrâhîm
    (a.s), namaz kılıyor (ve hanımım zalim kraldan kurtarması için dua ediyordu.)
    Sare’nin geldiğini hissedince namazını bitirip ona eliyle işaret ederek:

    – “Nasılsın? Ne
    haber?” dedi. Sare’de:

    – “(Hayırdan
    başka bir şey yoktur) Allah tam zamanında kafirlerin hilesini geri çevirdi.
    (Yani bana zarar vermek için uzattığı eli, Allah tararından tutula kaldı) ve
    (kral) bana da “Hacer” adında bir cariyeyi hediye olarak verdi”
    dedi.

    (Hadisi anlatan) Ebu
    Hureyre (r.a): “Ey gök suyunun oğulları! (Yani ey gök suyu ile istifade
    eden kimseler!) Bu kadm (yani Hacer, sizin annenizdir), Allah onu her türlü
    kötülükten ve Hz. İbrâhîm Halil(a.s) bir ikram olarak (kralın zulmünden)
    korunmuştur” dedi.[54]

     

    Hz. İsmâîl (a.s)’ın Doğumu:

     

    Hz, İbrahim (a.s),
    beraberinde hanımı Sâre ve onun cariyesi olan Hacer ile birlikte Mısır’dan
    Filistin’e hicret etti.

    Sâre, çocuğu olmayan
    kısır bir kadındı. Kocasına bir erkek çocuğu veremediğinden dolayı devamlı
    olarak üzülüyordu. Çünkü o, yetmiş yaşma varmıştı. Artık ihtiyar bir kimse
    olmuştu. Bundan dolayı cariyesi Hacer’i Hz. İbrâhîm (a.s)’a hediye ettikten
    sonra kocasının, onunla evlenmesini istedi. Böylece Sare;

    – “Belki Allah
    İbrahim’e cariyeden ikisininde hayatını aydınlatan bir erkek çocuk verir de,
    hayatın zorluğunu yüklenmede babasına yardımcı olur” diye düşünüyordu.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    hanımının bu görüşünü kabul edip onun isteğine boyun eğdi. Daha sonra da Hz. İbrahim
    (a.s), Hacer ile evlendi. Hacer, Hz. İbrâhîm (a.s)’e zeki ve akıllı bir erkek
    çocuğu doğurdu. O da Hz. İsmâîl(a.s)’dır. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz.
    Muhammed b. Abdullah (sav)’de onun soyundandır. Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’a
    yaşlı olmasına rağmen bu çocuğu verdi. Bundan sonra da Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
    kendisi de toparlanıp gayrete geldi. Hz. İbrâhîm (a.s) bu sırada 86 yaşma
    ulaşmıştı. Belki Sare, sevinçle Hz. İbrâhîm (a.s)’a ortak olabilirdi. Fakat
    kıskançlığını kalbindeki sessizliğe gömemedi.

    Aksine üzüntü ve keder
    kasırgalarından çoğu ona doğru esti. Gece uykusu ve sükunetlik, kendisine haram
    oldu. Sabahladığında çocuğa bakmaya dahi güç yetiremiyordu. Hacer’i bile
    görmeye tahammül edemiyordu. Böylece hastalıklı kalbi için bir şifa bulamadı.
    Ancak Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Hacer’i ve çocuğunu evinden uzaklaştırması ve
    Hacer’in, gözünün önünden uzak kalmasıyla şifa bulabilirdi, işte bu durum,
    Allah’ın hikmetindendi. Çünkü Allah, onun böyle yapmasını diliyordu.

    Allah, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a karısının emrine itaat etmesini vahyetti. Böylece Hz. İbrâhîm (a.s),
    karısının ricasını kabul etti.

    Bunun üzerine Hz.
    İbrâhîm (a.s), Hacer ve oğlu İsmâîl’i alıp Mekke’nin büyük kayaları olan
    dağlara varıncaya kadar sahraları ve ıssız çölleri yürüyerek geçip gitti.
    Nihayet buraya vardıklarında Hz. İbrâhîm (a.s), karısını ve oğlunu beraber
    oturacak ve konuşup arkadaşlık edecek birileri olmadığı halde bu ıssız çöl
    yerinde bıraktı. O sırada Mekke’de hiçbir kimse olmadığı gibi evler ve binalar
    da yoktu.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    karısı ve oğlunu -bu ıssız çöl yerinde-zemzeme yakın büyük bir gölgeliğin yanma
    terk etti. Daha sonra Hz. İbrâhîm (a.s), karısının ve oğlunun yanma içerisinde
    hurma bulunan meşin bir dağarcıkla, içerisinde su bulunan bir su kabını da
    bıraktı. Daha sonra da Hz. îbrâhîm (a.s), Filistin’e dönmeyi istediğinde Hacer,
    Hz. îbrâhîm (a.s)’m arkasından gelerek ona:

    – “Ey İbrâhîm!
    İçerisinde ne oturup konuşacak bir kimse ve ne de arkadaşlık edecek bir kimse
    bulunmayan bu ıssız çöl yerinde bizi bırakıp da nereye gidiyorsun?” dedi.
    Hz. İbrâhîm (a.s), Allah’ın emrini yerine getirememekten ve onun emrin­den
    vazgeçme korkusundan dolayı Hacer’in bu sözüne aldırış etmedi. Hacer ise sözünü
    tekrar tekrar Hz. İbrâhîm (a.s)’m ar­kasından söylediyse de Hz. îbrâhîm (a.s),
    Hacer’in bu sözle­rine aldırış etmedi. Bunun üzerine Hacer, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a:

    – “Ey İbrâhîm!
    Bizi bu ıssız çöl yerinde bırakmanı sana Allah mı emretti?” diye sordu.
    Hz. İbrâhîm (a.s), Hacer’in bu sözüne karşılık.

    – “Evet! Sizi bu
    ıssız çöl yerine bırakmamı Allah emretti” diye cevap verdi. Bunun üzerine
    Hacer:

    – “Öyleyse Allah
    bize yeter. O, bizi zayi etmez ve himaye­siz bırakmaz” dedi.

    Allahu Ekber…
    Gerçekten bu acayiplikleri yaptıran, Al­lah’a olan imandır. Zaten acayiplikler
    arka arkaya geliyor. Hz. îbrâhîm (a.s), az kalsın daha Allah’ın emrini yerine
    getireme­yecekti. Öyle Yüce Allah Hz. İbrâhîm (a.s), içerisinde ne bir komşu,
    ne konuşacak bir arkadaş bulunmayan ıssız bir çöl yeri olan bu vahşi yerde
    hanımıyîa birlikte süt emmekte olan çocu­ğunu bırakmaya nasıl oluyor da kalbi
    mutmain oluyor!!

    Hacer ise içerisinde
    ne su, ne yiyecek, bulunan; açlığa ve öldürülmeye, susuzluğa ve saldırgan vahşi
    hayvanlara maruz kalabileceği büyük kayalıkların bulunduğu bir yerde tek başına
    kalmaya nasıl oldu da razı oldu?![55]

    Gerçektende bu; Hz.
    İbrâhîm (a.s) ile hanımı Hacer’in kalbini sükunete kavuşturan Allah’a
    imanlarıydı. Çünkü Hz. İbrâhîm (a.s), Allah’ın emrini yerine getirme yolunda,
    hanı­mını ve çocuğunu geniş ve bitkisiz bir yerde Allah’a teberru etmişti.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    hanımından ve çocuğundan biraz uzak­laşınca Beytü’l-Haram’a doğru yönelip durdu
    ve ellerini kaldı­rarak şu duayı okumaya başladı:

    “Rabbimizf Ben
    çocuklarımın bazısını namaz kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında
    çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! insanların gönüllerini onlara
    meylettir. Şükretme­leri için onları ürünlerle rızıklandır.” (İbrâhîm:
    14/37)[56]

     

    Zemzemin Çıkarılması ve Beytü’I-Atîk’in (Kabe’nin)
    Yapılması:

     

    Hacer, bu ıssız çöl
    yerinde tek başına kalmıştı. İsmail’i emziriyor ve kendisi de, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’m kendileri için bı­raktığı kırbadaki sudan içiyordu. Nihayet kırbadaki
    su tüke­tince, hem kendisi ve hem de çocuğu susadı. Hacer, çocuğu­nun
    susuzluktan dolayı toprak üstünde sızlanarak yuvarlandı­ğına bakmaya başladı.
    Bu acıklı manzarayı görmemek için, oradan kalkıp ileriye doğru koştu. Oraya en
    yakın tepenin, safa tepesi olduğunu gördü. Tepenin üstüne çıktı; sonra bir
    kimseyi görür ümidiyle oradan vadiye baktı. Ama vadide hiçbir kim-seVi
    göremedi. Safa’dan vadiye indi. Vadinin ortasına geldi­ğinde bütün gücünü
    topladı ve sonra da yorgun kimse gibi koş­tu ve vadiyi aştı. Merve tepesine
    ulaştı. Tepenin üstüne çıktı. Sonra bir kimseyi görür ümidiyle etrafa göz
    gezdirdi. Ama hiç kimseyi göremedi. Hacer bu şekilde (Safa ile Merve arasında)
    yedi defa gitti-geldi.[57]

    Bir ara Merve tepesi
    üstünde iken bir ses işitti ve sesin sa­hibine:

      “Ey ses sahibi! Eğer sen, yardım edecek
    güç ve kuvvette, isen bize yardım et! (Eğer yetişip yardım etmezsen, ben ve ya­nımdaki
    oğlum helak olup gideceğiz) diye seslendi. Bir de ne görsün, bugünkü zemzem
    kuyusunun yerinde bir melek, topu-ğuyla -yada kanadıyla- toprağı kazıyor.
    Nihayet suyu çıkardı. Hacer hemen zemzemin çıktığı yere gelerek suyun etrafa
    akıp gitmemesi için etrafını,toprakla çeviriyor ve eliyle de suyu to­parlamaya
    çalışıyor, bir yandan da suyu avuçlayarak kırbasını doldurmaya devam ediyordu.
    Su avuçlandıktan sonra yine ye­rinden kaynıyordu….

    Hacer, bu sudan içti
    ve çocuğunu da emzirdi. Melek de:

      “Ey Hacer! Telef ve helak olmaktan
    korkma. İşte şurası -yerden yüksek bir kum tepesine işaret ederek- Allah’ın evi­dir.
    O evi, bu çocuk ile babası yapacaktır. Doğrusu Allah o işin ehlini telef
    etmez!” dedi. Daha sonrada melek, oradan kaybo­lup gitti.

    Beytullah’m yeri, (o
    sırada) tepe gibi olup yerden yük­sekteydi. Uzun zaman seller, sağını-solunu
    kazıyıp götür­müştü.

    Kuşlar suya doğru
    yönelmeye başlayıp onun etrafında dö­nüp duruyorlardı. Hacer’de bu şekilde
    yaşarken günün birinde Cürhümlülerden bir topluluk bugünkü Mekke’nin bulunduğu
    yerden geçerken uzaktan, kuşların zemzemin bulunduğu yerde dönüp durduklarını
    gördüler.

    “Bu kuş, bir
    suyun üzerinde dolaşmaktadır. Oysa biz va­diyi susuz bir yer olarak
    bilirdik” dediler. Bir ya da iki haber­ciyi, kuşların dönüp durdukları
    yere gönderdiler. Haberciler, zemzemin çıktığı yere doğru geldiklerinde bir de
    ne görsünler! Issız bir çöl vadisinde bir kadın ve oğlu. Üstelik yanlarında bir
    de su çıkmaktaydı.

    Haberciler hemen geri
    dönüp geride kalanlara orada su gördüklerini söylediler. Bunun üzerine bütün
    kafile oraya yö­neldi. Onlar geldiklerinde Hacer, zemzem suyunun yanın­daydı.
    Ona:

      “Senin yanında konaklayıp yerleşmemize
    izin verir mi­sin?” diye sordular. O da:

      “Bu su için bizden bir hak (yani
    mülkiyet) talebinde bu­lunmamanız şartıyla evet!” diyerek izin verdiğini
    açıkladı. On­larda Hacer’in bu şartına karşılık:

    – “Evet”
    dediler.

    Hacer’in ve oğlunun
    görüşecek ve konuşacak birilerine ih­tiyaç duydukları bir sırada Cürhürnlülerin
    gelişi, Hacer’i se­vindirmişti. Cürhümlüîerde oraya yerleştiler. Akrabalarına
    da haber saldılar. Onlarda yanlarına gelip yerleştiler. Böylece o-raya bir
    kısım hane halkı yerleşmiş oldu.

    Daha sonra Mekke’de[58]
    evler çoğaldı. Hacer’in oğlu İs­mail’de büyüyüp delikanlılık çağma geldi ve
    Cürhümiülerden birisinin kızıyla evlendi. Aynı zamanda onlardan Arapça’yı da
    Öğrenmişti… Mekke, ıssız çöllükten ve vahşi bir yer olmaktan kurtulmuştu.
    Çünkü Cürhürnlülerin oraya yerleşmelerinden itibaren sakinleri çoğalmıştı.

    Bir müddet sonra Hacer
    vefat etti.[59]

    Hz. îbrâhîm (a.s) ise
    Hacer’den ve oğlundan uzak bir yer olan Filistin ülkesinde hayatını devam
    ettiriyordu. Sayısız se­nelerin acılarından sonra Hz. İbrahim (a.s), hanımı
    Hacer’i ve oğlu İsmail’i bir gece rüyasında gördü ve kalbi, onların hasre­tiyle
    yanıp tutuşmaya başladı. Hasretini ve özlemini gidermek için sahraları ve ıssız
    çölleri yürüyüp geçti. Nihayet Mekke’ye vardı.[60]
    Fakat karısını bulamadı. Zira kansı, kendisi Filis­tin’de iken vefat etmişti.
    Oğlunu ise okunu yontup düzeltir bir vaziyette buldu. Hz. İbrâhîm (a.s), oğlunu
    görünce onu tamdı ve ona hemen sarıldı. Yani bir babanın hasretini ve özlemini
    gidermek için oğluyla yaptığı gibi onun aynısını yaptı. Daha sonra oğluna;

    – “Ey İsmâîl!
    Yüce Allah bana önemli bir işi emretti” dedi. İsmail’de:

      “Allah sana, ne yapmamı emrettiyse hemen
    onu yerine getir” dedi. Hz. İbrâhîm:

    – “Sen bana, bu
    işte yardım edeceksin” dedi. İsmail’de:

    – “Bende sana
    yardım ederim” dedi. Hz. İbrâhîm (a.s):

    – “Allah bana,
    kendisi için orada -eliyle zemzeme yakın, yerden yüksek tepeyi yani bugünkü
    Beytulîah’m yerini işaret ederek- bir ev (yani Kabe’yi)[61]
    yapmamı emretti” dedi.

    Bunun üzerine ikisi
    birlikte Kabe’nin temellerini kazmaya başladı. Hz. İsmâîl taşları getiriyor,
    Hz. İbrahim ise Kabe’nin duvarlarını örüyordu. Kabe’nin duvarları yüksekliğinde
    Hz. İbrahim (a.s)’ın uzanıp kaldırması zorlaşmca bugün “Makam-ı
    İbrâhîm” diye anılan taşı[62] Hz.
    İsmâîl getirip Hz. îbrâhîm (a.s)’ın ayağının altına iskele gibi koydu. Hz.
    İbrahim’de onun üzerine çıkarak yapı işine devam etti. Hz. İsmâîl ise babasına
    taş getirip vermeye devam etti. Böylece taş, Kabe’nin yapımı bitinceye kadar
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m ayağı altında Kabe’nin her tarafına dolaştırıldı. Kabe’nin
    yapımı[63]
    bittikten sonra her iki­si, Yüce Allah’a şöyle dua ettiler:

    “Ey Rabbimiz!
    Bizden (yapmış olduğumuz şu hizmeti) ka­bul et. Doğrusu hakkıyla işiten ve
    kemaliyle bilen sensin sen!”(Bakara: 2/127)

    Böylece şerefli Kabe’nin
    yapımını bitirdiler.[64] İşte
    Mek-ke-i Mükerreme, bu zamandan itibaren imar edilmiş ve Allah orayı koruyup
    muhafaza etmiştir.[65]

     

    Hz. İsmâîl (a.s)’ın Kurban Edilme Kıssası:

     

    Hz. İbrâMm (a.s),
    uyurken öyle bir rüya gördü rüyasında: “Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’e;
    oğlu İsmail’i kendisi için kurban kesmesini emrediyordu.” O sırada Hz.
    İbrâhîm (a.s)’in İsmail’den başka bir çocuğu yoktu. Üstelik Allah, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a yaşlı ve ihtiyar olduğu bir sırada İsmâîl’i vermişti. Ve şimdi de geri
    istiyordu.

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    uykusundan uyandıktan sonra tereddüt­süz, kayıtsız ve şartsız olarak Allah’ın
    emrini yerine getirmek için hemen Filistin’den Mekke’ye geldi. Hz. îbrâhîm
    (a.s), Mekke’ye oğlunun yanma geldiğinde[66]
    onun, Allah’ın emrini kabul etmedeki ölçüsünü ve Allah’a olan itaatini görmek
    için Allah’ın kendisine emretmiş olduğu işi oğluna haber vermeyi isteyerek ona:

    “Ey oğlum!
    Doğrusu ben, uykuda iken seni (Allah ‘in isteği doğrultusunda) boğazladığımı
    gördüm. Bir düşün! (Bu konuda) Ne dersin?” dedi. (Saffât: 37/102) Yani Hz.
    İbrâhîm (a.s), oğlunun kalbinin huzur ve sükunete kavuşması için ve oğluna
    Allah’ın emrini zorla kabul ettirmektense daha kolay ve hoş bir şekilde Allah’ın
    bu emrini oğluna arz etti. Bunun, Allah’ın emri olduğunu duyan oğlu, yumuşak
    bir şekilde kabul etti.

    Hz. İsmail’in Allah’ın
    emrine karşı olan sonsuz itaati ve bunu kabul etmede gösterdiği cüretkarlığı,
    babası Hz. İbrâhîm (a.s)’ı çok sevindirdi. Hz. îsmâîl(a.s), babasının bu sözüne
    ka r-şılık şöyle cevap verdi:

    “Ey babacığım! Ne
    ile emrolunduysan onu yap. Allah di­lerse, sabredenlerden olduğumu göreceksin.
    “(Saffât: 37/102)

    Hz. İsmail’in bu
    davranışı, büyük bir iyilik, Allah’tan b ü-yük bir başarı, -babada ve oğulda-
    dağları şiddetle sallayan ve bu konuda Allah’a kullukta ubudiyyetin en güzel
    bir şekliyle -babada ve oğulda tezahür eden bir imandı.

    Baba oğlunu, kurban
    kesmekle emrolunuyor ve Allah’ın emrini yerine getirmeye koşuyor. Oğul ise
    babasıyla istişare ediyor ve Allah’ın hükmüne yönelerek ve boyun eğerek kabul
    ediyor.

    Sanki bu iş, avuç
    dolusu sudan bir yudum gibi. Çünkü o-ğul, babasına, sevdiğini kaybetmenin
    verdiği acıyı hafifletmeyi isteyerek onu maksadına ulaştırmak için yolların en
    güzeliyle irşat ederek şöyle diyor:

    – “Ey babacığım!
    Beni boğazlamak istediğin zaman iple sıkıca bağla. Üstelik bağımı iyi yap ki
    bıçağın tenime değdi­ğinde hareket etmeyeyim. Ölümün bana daha hafif ve kolay
    olması  için bıçağını  iyice keskinleştir.  Boğazımı 
    bıçak ile kesmede çabuk davran ki bıçak beni çabuk öldürsün. Çünkü Ölüm,
    çok çetin ve zordur. Aynı zamanda bana bakınca, ka I-binde yumuşama meydana
    gelirde benim hakkımda Allah’ın sana emrettiği işi yerine getirmede kötü bir
    durum meydana gelebilir. Hz. İbrâhîm (a.s) ise oğluna:

      “Ey oğlum! Sen bana Allah’ın emrettiği
    işi yerine geti r-mede ne güzel yardımda bulundun” dedi.

    Daha sonra Hz. İbrâhîm
    (a.s), oğlunu bağrına bastı ve onu Öpmeye başladı. Çünkü oğluyla son defa ve
    dalaşıyordu. Daha sonra Hz. İbrâhîm (a.s), oğlunu Allah’a teslim etmek üzere
    yanı üzere yere yatırdı. Elini ve ayağını omzundan bağladı. Bıçağı boğazına
    koydu. Boynunun altından bıçağı bastırdı. Fakat bıçak kesmedi. Bıçağı elinde
    ters çevirdi. Yine kesmedi. Sanki bıçak, sert bir ağaç veya taş parçasıyla
    karşılamıştı. Hz. İsmâîl, babasına:

      “Ey babam! Beni yüzümün üzerine yatır.
    Çünkü sen, b a-na baktığın da, bana karşı acıma hissin gelirde benim hakkı m-da
    senin ile Allah’ın emrini yerine getirme arasında engel te ş-kil edersin”
    dedi.

    Bunun üzerine Hz.
    İbrâhîm (a.s), oğlunun söylediğini ya p-tı. Daha sonra da bıçağı, oğlunun
    ensesine koyup bastırdı. B ı-çak yine kesmedi. Çünkü Yüce Allah bıçağı, kesin
    hususi hükmü altına almıştı. Böylece Hz. İbrâhîm (a.s), imtihanı k a-zanmış
    oldu. Bunun yanı sıra ilahi ses, şu şekilde geldi:

    “Ey ibrâhîm!
    Rüyayı gerçek yaptın. İşte Biz iyi davranan­ları böyle mükafatlandırırız”
    diye seslendik. Doğrusu (İbra­him’e yapılan) hu (iş) apaçık bir imtihan idi.
    Ona (bu yaptığı davranışa karşılık) fidye olarak büyük bir kurbanlık ver­dik.”[67]

     

    Kurban Edilen Kimdir?

     

    Daha önce anlattığımız
    üzere, Hz. İbrâhîm (a.s)’m kurban etmekle emrolunduğu oğlu, Hacer’in soyundan
    olan Hz. İsmâîl (a.s)’dır. Alimlerin çoğunun itimat ettiği Sahih olan görüşte budur.
    Çünkü bu kıssanın Mekke’de meydana gelmesi, Hz. İbrahim (a.s)’m hanımı Hacer’i
    ve oğlu İsmail’i daha önce  o-raya
    bırakıp gitmesinden dolayıdır. Zaten Hz. İsmâîl, o esnada Mekke’de
    yaşamaktaydı. İshâk ise o sırada daha bilinmiyordu. Üstelik İshâk, Mekke’ye hiç
    gelmemişti bile. Hz. İsmâîl ise küçüklüğünde iken Mekke’ye annesi Hacer ile
    birlikte gelmiştir.”[68]

    Ehl-i Kitabın inancına
    göre;[69]
    kurban edilen Hz. İsmâ-îl(a.s) olmayıp Hz. İshâk(a.s)’dır. Bu görüş, Kur’anî
    nasslara muhalefet ettiğinden dolayı batıl ve merdut bir görüştür.

    İbn Kesîr, bu konuyla
    ilgili olarak şöyle der:

    “Kur’an’m açık
    ifadesi budur. (Yani Hz. îsmâıl(a.s)’ın kurban edildiğidir. Kur’an’daki ve
    hadisteki) bu ifadeler, kur­ban edilenin Hz. İsmâîl(a.s)’ın olduğu hususunda
    hemen he­men bir delil gibidirler.[70]
    Çünkü bu ayetler de, kurban edile­nin kıssası anlatılmakta,[71]
    sonrada şöyle denilmektedir:

    “iyilerden bir
    Peygamber olacak “İshâk”ı İbrahim ‘e müj­deledik. ” (Saffât:
    37/112)

    Hz. İshâk(a.s)’m Hz.
    İbrahim (a.s)’a müjdelenmesi -ayetlerdeki konunun sıralanışında da görüldüğü
    gibi – Hz. İs-mâîl(a.s)’m Mekke’de iken kurban edilişinden sonra olmuş­tu.[72]
    Çünkü Hz. İbrahim (a.s)’m Allah’a olan imanın kuvve t-lenmesi ve itaati,
    Mekke’ye gelip oğluna Allah’ın emri ni ilet­tikten sonra ortaya çıkmıştı. Hz.
    İbrahim (a.s)’m bu imtihanı kazanmasından dolayı Allah ona, Hz. İsmail’in
    dışında başka bir çocuğu verip ona, -yukarıda geçen ayette görüldüğü
    üzere-İshâk’ı müjdelemiştir.

    Kurban edilenin Hz. İshâk
    olduğunu söyleyenlerin[73] da­yanakları
    İsraili rivayetlerdir. Halbuki İsrail oğullarının kitapları tahrif edilmiştir.
    Üstelik onların yanında bulunan Tevrat’ta Yüce Allah, Hz. îbrâhîm (a.s)’a;
    bekar olan oğlunu kurban etmeşini emretmişti. Halbuki Hz. İsmâîl ‘as o sırada
    bekardı. (ve Hz. İshâk(a.s) ise o sırada henüz daha mevcut değildi) İsrail
    oğullarını böyle bir yalan söylemeye iten faktör; Arapları çekemeyişleridir.
    Çünkü    Hz. îsmâîl, Hz. Muhammed
    (s.a.v)’inde mensup olduğu Hicaz bölgesi Araplarmın atasıdır. Hz. İshâk ise,
    İsrail oğullarının atası Hz. Yakub’un babas ıdır. Hz. Yakub’un diğer ismi de
    “İsrail”dir. İsrail oğullan bu yüce şerefi, Araplardan alıp kendilerine
    mal etmek istediler. Bu nedenle de Allah’ın kelamını tahrif ettiler ve ilaveler
    yaptılar. Üstelik onlar, yalancı bir kavimdirler. Çünkü onlar, üstünlük ve
    şerefin Allah’ın elinde bulunduğunu ve bunları istediği he r-hangi bir yere
    vereceğini bir türlü kabul etmediler.

    Selef alimlerinden bir
    çoğunun söylediğine göre[74], Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m kurban olarak takdim ettiği oğlu, Hz. İshâk(a.s)’dır. Fakat
    bunu söyleyenler, bu görüşlerini Yüce Allah Ka’bu’l-Ahbar’dan veya Ehl-i Kitap’m
    kitaplarından almışlardır.[75]
    Çünkü Hz. İshâk (a.s)’ın kurban edildiğine dair Resulullah (sav)’den sahîh bir
    hadis nakledilmemiştir. Üstelik bu görüşten dolayı kutsal kitabımız olan
    Kur’an’m açık ifad e-lerini de terk edemeyiz.

    Dikkat edildiği
    takdirde, kurban olarak takdim edilenin, Hz. İshâk olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’in
    ifadelerinden anlaşılmıyor. Biraz düşünürsek, kurban edilenin Hz. İsmâîl
    olduğunu  Kur’an’m  ifadelerinden 
    anlarız.   Hatta bu  husus Kur’an’daki ayetlere bakıldığında-
    kesin ifadelerle belirtilmiş­tir.

    Kurban edilenin Hz.
    İshâk değil de Hz. İsmâîl olduğu hu­susunda İbn Ka’b el-Kurazî’nin getirmiş
    olduğu delil, ne kadar güzel ve ilginçtir. Kurazî’nin getirmiş olduğu delilin
    kaynağı, Yüce Allah’ın şu ayeti kerimesidir:

    “ibrahim’e,
    İshâk’ı ve (onun oğlu) Yakub’u müjdeledik” (Hûd: 11/71)

    Kurazî derki: Bu
    ayette ilk önce Hz. İshâk’in daha so nra da Hz. İshâk’in oğlu Yakub’un doğacağı
    Hz. îbrâhîm (a.s)’a müjdeleniyor. Buna göre Hz. İshâk(a.s)’m çocuğu doğmadan
    kendisi de daha henüz küçücük bir çocuk iken- Hz. İshâk(a.s)’m kurban edilmesi
    Hz. İbrâhîm (a.s)’a emrediliyor. Küçücük bir çocuk iken kurban edilmesi
    emredilen bir insanın daha sonra çocuğu hiç doğar mı? Bunun aklen ve naklen
    olma­sı mümkün değildir. Çünkü bu, ayette geçen müjdeleme ile çelişki
    halindedir.[76]

    Rivayet olunur ki;
    Halife Ömer b. Abdulaziz, Şam’da ya­şamakta olan bir yahudiye haber salarak
    huzuruna çağırtmıştı. Yahudi alimlerinden olduğuna kanaat getirdiği o adama
    Ömer b. Abdulaziz:

    – “Hz. İbrâhîm
    (a.s)’a, iki oğlundan hangisinin kurban 
    e-dilmesi emredilmişti” diye sormuş. Yahudi alimi de:

    – “Hz.  İsmâîl’in kurban edilmesi emredilmişti.  Allah’a yemin ederim ki, Ey Mü’minlerin
    Emiriî Yahııdilerde bunu biliyorlar. Fakat onlar, atanız Hz. İsmâîl’in kurban
    edilmesi hakkındaki ilahi emre boyun eğişi ve sabredişi, faziletinin ve
    üstünlüğünün Allah tarafından anlatılışını çekemediklerinden dolayı Arap
    topluluğunu kıskanırlar. Bu sebeple kurban keşi1me emrinin Hz. İsmâîl hakkında
    verilmediğini bile bile inkar ediyorlar. Bu husustaki emrin Hz. îshâk hakkında
    verildiğini ileri sürerler. Çünkü Hz. İshâk, onların atasıdır” şeklinde c
    e-vap vermişti.”[77]

    Meşhur olduğu üzere,
    Hz. Peygamber(sav), “İki kurban­lığın oğlu” diye çağrılırdı.[78]
    “İki kurbanlık” ile kastedilen ise, Hz. İsmâîl ile Hz. Peygamber’in
    babası Abdullah’tır.[79]

     

    Hz. İbrahim (a.s)’in Vefatı:

     

    Hz. İbrahim
    (a.s),Sahîh olan rivayete göre, 175 yaşınday­ken vefat etmiştir.

    Hz. İbrahim (a.s)’m
    hayatı, önemli büyük mücadelelerle, cihat, sabr ve imtihan ile geçmişti. İşte
    bütün bunlardan dolayı Yüce Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’ı peygamberlerin atası
    kılmıştır.

    Ayrıca Allah, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ı dostluğa seçmiş[80] ve
    onu dine karşı çok itaatkar olmada,[81]
    uysallıkta[82] ve ona çok­ça yönelip
    tövbe etmede[83] insanlar için örnekti.
    İşte bütün bunlardan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm (a.s)’ı, övmüş ve onu insanlara
    örnek bir kimse kılmıştır. Şöyle ki:

    “Rabbi, İbrahim’i
    birtakım emirlerle imtihan etmiş, o da bu emirleri yerine getirmişti. Bunun
    üzerine Allah, ona: “Sem insanlara önder kılacağım ” demişti. O da:
    “Soyumdan da (ge­lenleri önder kıl) deyince, “Zalimler, benim ahdime
    erişemez ” buyurmuştu.”[84]

    Hz. İbrâhîm (a.s),
    Allah’ın komşuluğuna göç edince oğul­lan Hz. İsmâîl (a.s) ile Hz. İshâk (a.s)
    onu, beni Hays kabilesi­nin yaşadığı Habrun kasabasında aynı kabileden Aftan b.
    Sahr adlı bir adamın tarlasındaki mağaraya, hanımı Sare’nin yanma demettiler.
    Habrun kasabası, bugün Kudüs tararında “Halil” şehri olarak bilinen
    bir yerdir. Bu Habrun kasabası, daha önce “Erba’ kasabası” diye
    bilinirdi.

    Hz. İsmâîl (a.s) ise
    137 yaşındayken vefat etmiştir.[85]

    Beytullah’a yakın
    “Hicr” denilen yerde annesi Hacer’in yanma derhedilmiştir.[86]
    Allah’ın salât ve selamı onların hep­sinin üzerine olsun.

    Hamd alemlerin Rabbi olan
    Allah’a mahsustur. [87]

     



    [1] Hz. İbrâhîm (a.s)’dan itibaren peygamberlik, iki kola
    ayrılmaktadır. Bınlardan birincisi, Hz.İsmâîl (a.s)’ın koni, ikincisi ise
    Hz.îshâk (a.s)’m oğlu olaı Hz. YaTcûb (a.s)’ın kolu. Buna göre Hz. İbrâhîm
    (a.s)’dan sonra gelen peygamberler, bu iki kol ile Hz, İbrâhîm (a.s)’a
    dayanmaktadırlar. Bundan dolayı da Hz. İbrâhîm (a.s), ken­disinden sonra gelen
    peygamberlerin atası olmaktadır. Bununla ilgili olarak bk.z: Ankebût: 29/27
    (ç).

    [2] Bununla ilgüi olarak bakınız: Bakara: 2/124 (ç).

    [3] Bu konuda b.k.z: Nahl: 16-120-122 ayetleri ile
    tefsirlerine (ç).

    [4] Konuyla ilgili olarak B.k.z: Nisa: 4/125; İsrâ: 17/73;
    Nahl: 16/121(ç).

    [5] B.k.z: Ankebût: 29/27(ç).

    [6] Bu ifadeler Hz.Peygamber (s.a.v)’den sonra resul veya
    nebi geleceği» iddia e-denlere verilen güzel bir cevaptır. Bununla ilgili
    açıklama İnşallah ileride yapılacaktır.(ç)b

    [7] Ayette geçen “kitap” ifadesinden maksat,
    Tevrat, încîl, Zebur ve Kur’ân-ı Ke­rîm’ dir.(ç)

    [8] Ayette geçen “peygamberlik” ifadesi İle de;
    Hz. ibrâhîm (a.s)’ın soyundan gelen­lere peygamberliğin verileceği
    kastedilmiştir. Hz. İbrâhîm (a.s)’dan sonra gelen peygamberlerin hayatları
    iyice incelendiğinde bu açıkça göriilecektir.(ç).

    [9] Hz. İbrâhîm (a.s)1 a dünyada verilen nimet, güzel
    övgü, kıyametin sonuna kadar ona getirilecek olan salat-ü selâm. Bununla ilgili
    olarak bakınız Salli ve Barik dulanna. (ç).

    [10] Hz. İbrahim (a.s)’a ahirette verilecek nimet İse;
    Sarihlerden yani cennet ehlinden oîmasıdır.(ç).

    [11] Ankebût: 29/27. {Ayette Hz.İsmâîl (a.s)’dan
    bahsedilmemesinin sebebi onun durumunun bilinen bîr husus olmasından dolayıdır.
    Bununla ilgili oarak b.k.z: Said Havva, eJ-Esas-ı fi’t:Tefsir, 11/110 Nesefi
    tefsirinden naklen). Ayrıca bu konuda b.k-z: Nisa: 4/54(ç).

    [12] Nahl: 16/120.

    [13] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 332-334.

    [14] Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, Rau’dan itibaren 5 atası tarafımızdan
    eklenmiştir, (ç).

    [15] Tevrat, Tekvin 11/26, Yazarımız Sâbûnî’nin bahsettiği
    bu tarihçilerden bazları şunlardır: Taberî Tarihür’r-Rusül ve;l-Mülûk 1/119;
    İbn Esir, el-Kâmil, 1/94; îbn Haldun, Tarih, 2/33; Belâzurî Ensâbu’3-Eşref,
    1/5; İbn Asakir, Tarih, 2/136-137 vb tarihçilerdir.(ç).

    [16] Ayet içinb.k.z: En’âm: 6/74 (ç).

    [17] Doç. Dr. Abdullah Aydemir bu konuda şunları söyler:
    “‘İslam bilginlerim bazıla­rı “Azer” kelimesinin, Hz. İbrahim
    (a.s)’m babasının lakabı veya erkek kardeşinin ismi yahut babasının adı veya
    bir putun adı olması ihtimallerinden bahsederek Kur’ân-ı Kerîm’in zahirinden
    uzaklaşmışlar ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın babasının adının “Tareh”
    olduğunu iddia etmişlerdir. Buna sebepte, hu adın “Tekvin” de böyle
    tespit edilmiş olmasıdır. (Tekvin, 11/26) Buna Sahîh hadislerde bir işaret
    yoktur. Bu, İslam’a girmiş olan mühtedilerce ortaya afılmış bir isimdir.
    Buharı, “et-Târihü’l-Kebîr”inde; Hz. İbrâhîm (a.s)’ın babasının adını
    “‘Azer” olarak zikretmiş ve bu ismin Tevrat’ta “Tareh”
    olarak zabt edildiğine de dikkatimizi çekniştir. Bütün te­lam tarihçileri, Hz.
    îbrâhîm (a.s)’ın nesebini îespit ederken mutlaka bu “Tareh”
    kelimesinden söz etmişlerdir. Fakat Buharî dışında hemen hemen hiçbiri bunun
    Tevrat’ın rivayeti olduğuna dikkat etmemiştir. Bu rivayet. Kur’an’a açıkça
    zıttır. Bu zıtlık sebebiyle Tevrat’ın bu konudaki açıklaması ve tarihçiler ile
    tefsircilerin kty-dettikleri rivayetlere itibar edilemez.” Doç. Dr.
    Abdullah Aydemir, İslami Kaynaklara Göre Peygamberler, s. 64 (ç).

    [18] Hz. Asiye’nin mümin bir kadın olduğuna dair b.k.z:
    Tahrîm: 66/11 (ç).

    [19] Hz-Nûh (a.s)’m oğlunun kafir dduğuna dair b.k.z: Hûd:
    11/42,45-46 (ç).

    [20] Hz.Lût (a.s)’ın hanımının kafir olduğuna dair b.k.z: A
    “raf: 7/83; Tahrîm: 66/11; Ayrıca Tahrîm: 66/11’de,

    Hz.Nûh (a.s)’m hanımının da kafir olduğu anlatılmakâdır.

    [21] Buharı,Tefsir Şuarâ Sûresi 232 (288-289), Enbiyâ 11
    (24); Müsned 4/53.

    [22] İbn Kesîr, cl-Bidâye ve”n-Nihâye, 1/142.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 335-338.

    [23] îbn Asâkir, Târih, 2/157 (ç),

    [24] İbn Cerir et-Talim, Tarih. 1/127 (ç),

    [25] Zâriyât: 51/24-28 (Benzeri ayetler için b.k.z: Hûd:
    11/69-76; Hicr: 15/51-60;,’ Ankebut: 29/31/33) (ç).

    [26] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 338-340.

    [27] Hz. İbrâhîm (a.s)’ın ismi Kur’ân-ı Kerîm’in 25 Sûresinde
    olmak üzere toplam 69 yerinde geçmektedir. Bunlar şunlardir: Bakara:2/124, 125,
    125, 126, 127, 130, 132, ‘ 133. 135, 136, 140, 258, 258, 258, 260; Âli İmran:
    3/33, 65, 67, 68, 84, 95, 97;’ Nisa: 4/54, 125, 125, 163; En’âm: 6/74, 75, 83,
    161; Tevbe: 9/70. 114, 114; Hûd: 11/69. 74, 75. 76; Yûsuf: 12/6, 38; İbrâhîm
    14/ 35; Hicr: 15/51; Nahl: 16/120, 123; Meryem: 19/41, 46, 58; Enbiyâ: 21/51,
    60, 62, 69; Hacc: 22/26, 43, 78; Şuarâ: 26/69; Ankebût: 29/16. 31; Alızâb:
    33/7; Saffât: 37/83, 104, 109; Sâd: 38/45; Şura: 42/13; Zuhruf: 43/26; Zâriyât:
    51/24; Necm: 53/37; Hadîd: 57/26; Mümtehine: 60/4, 4: Alâ: 87/19. Ayrıca
    Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. İbrâhîm (a.s)’tn ismine binaen İbrâhîm Sûresi vardır.
    Hz. İbrâhîm (a.s)’m kıssasrın geçtiği sureler şunlardır: Ba- ;| kara:
    2/124-134, 258, 260; En’âm: 6/74-90; Tevbe: 9/114. Hûd: 11/67-76; İbrahim: |
    14/35-42: Hicr: 15/51-60: Nahl: 16/120-122; Meryem: 19/41-50; Enbiyâ: 21/51-73;
    | Hacc: 22/26-30; Şuarâ: 26/69-89; Ankebût: 29/16, 24-27, 31. 33; Saffât:
    37/83-113; Sâd: 38/45-47- Zuhruf: 43/26-29; Zâriyât: 51/24-37; Mümtehine:
    60/4-6(ç).

    [28] İbn Kesîr, et-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/143 (ayrıca b.k.z:
    İbn Asâkir, Tarih, 2/137) (Ç).

    [29] Bununla ilgili olarak b.k.z: Enbiyâ: 21/51 (ç).

    [30] Konuyla ilgili olarak b.k.z: Bakara: 2/258; En’âm: 6/74-90;
    Meryem: 19/41-50; Enbiyâ: 21/51-73; Şuarâ: 26/69-89; Ankebût: 29/24-27; Saffât:
    38/83-113; Zuhruf: 43/26-29 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 340-342.

    [31] Hz. İbrâhîm (a.s)’ın bu tavrında, günümüz
    Müslümanlarının ibret alması için gerekli çok önemli mesajlar bulunmaktadır,
    (ç).

    [32] Said Havva, Hz. îbrâhîm (a.s)’m bu tavrından alınacak
    dersleri şöyle sıralami-tadır:

    Birincisi: Hz.
    îbrâhîm (a.s), babasına işlediği bu hatanın gerekçesine dikkat etmesi
    gerektiğini söylüyor. Bunu söylerken de babasının içinde olduğu durumdaki ısrar
    ediş ve aşırı fikri sabitten vazgeçmesi için uyandırıcı bir üslup kullandı.
    Çünkü yaratıklar arasında en şerefli mevkiye sahip olanlar peygambaterdir. Ama
    insanlar onlara ibadet bile etmişlerdir. Bunlara ibadet eden kiliseler hakkında
    verilen hü-kümse, apaçık bir sapıklıktır. (Çünkü ibadet yalnız Allah’adır.) Taş
    veya ağaca ibadet edenin durumu- ne olabilir peki? Çünkü bu tür şeyler,
    kendisine İbadet edenin zikrini işitmez, ibadet edişini bile görmez, kendilerine
    İbadet edenlerin başına gele­bilecek bir belayı savamaz, onun hiçbir ihtiyacını
    da karşılayamazlar.

    İkincisi: Hz.
    tbrâhîm (a.s), babasını hakka davet ederken yumuşak ve ince bir üs lupla
    yaklaştı ona. Babasını kara cahillikle, kendisini de üstün bir bilgi ile
    niteleme­di. Ancak “Sende bulunmayan bir miktar ilim bende var, bu ise
    dosdoğru yolu gös­teren bilgidir” dedi. Farz etti ki ben ve sen bir yolda
    gitmekteyiz ve o yolu ben, senin bilmediğin bir şekilde ve senden daha tazla
    bümdeteyim. O halde sen bana uy ki, kaybolmaktan ve başka yollara sumaktan seni
    kurtarayım” dedi.

    Üçüncüsü: Hz.
    İbrâhîm (a.s), babasını üzerinde bulunduğu yolu izlemekten nehyetti. Gerekçe
    olarak da şunu gösterdi: c’ÇünkÜ bütün nimetlerin kendsinden geldiği rahman
    olan Allah’a başkaldıran şeytan, seni putlara ibadet etmek çukuruna düşürdü ve
    onlan sana cazip gösterdi. Sen gerçekte Ailah’a değil ona ibadet etnik­tesin”
    dedi.

    Dördüncüsü: Ona akıbetinin kötülüğünü hatırlatarak korkuttu. Bu
    (putlara ibadetin başına getireceği sıkıntı ve vebali hatırlattı. Bununla
    birlikte gereken cdeb ölçülei-ne de riayet etti. Çünkü mutlaka cezaya
    çarptırılacağım ve onun azap göreceğini açıkça söylemedi. Aksine “Sana bir
    azabın gelip dokunmasından koıkanm” diye­rek, az olacağı hissini veren
    belirtisiz bir ifade kullaıdı. Şöyle demiş gibi oldu: “Ben rahman olan
    Allah’ın azap rüzgarlarından bir esintinin gelip sana dokunrm-smdan korkuyorum.
    Şeytanın dostluğunu ve şeytanın arkadaşları araşma girişini, onunla birlikte
    olmayı da azaptan dalıa büyük gösterdi. Nitekim Allah’ın rızasının bizzat
    sevaptan daha büyük olması gibi. Babasına verdiği her öğüdün başına da
    “babacığım'” sözlerini eklenerek ona adeta yalvardı, kafir dahi olsa
    babaya saygı göstermek gereğini hissettirerek onun duygularını okşamaya çalıştı.”
    (Said Havva, el-Esâsı iî’t-Tefsir, 8/468^69; Ncsefi tefsirinden naklen) (ç).

    [33] Meryem: 19/41 -47 (Konuyla İlgili olarak benzer
    ayetler için b.k.z: En’Sm: 6/74, Enbiyâ: 21/51-56; Şuarâ: 26/69-83; Saffât:
    37/S3-87; Zuhruf: 43/26-28) (ç).

    [34] Bununla ilgili oiarak b.k.z: İbrâhîm: 14/41 (ç).

    [35] Hz.  
    İbrâhîm  (a.s)’m babası  Azer 
    için  mağfiret isteyeceğini
    bildiren  söz, Mümtahine: 60/4; Meryem:
    19/47!de geçmektedir.(ç).

    [36] Tevbe: 9/114..

    [37] Mümtahine: 60/4.

    [38] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 342-347.

    [39] “Tağut”, Yüce Allah’ın Kur’ânı Kerîm’de
    kullandığı bir kavramdır. Bundan dolayı “tağut” kavramının ayrı bir
    özelliği vardır. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan Firavun, Nemrut, Ebu Lehep,
    Hâman birer tağuttu. Bunlar, Kur’ân-ı ICerîm’in ör­nekleme olarak verdiği bir
    tiplemedir. İslam şehidi Seyyid Kutub, tağut kavumuu şöyle izah etmektedir!

    “Tağut”,
    insan hatırasına hakim olan, hakka zulmeden Allah’ın kullan için çizdiği
    sınırları çiğneyen her şeydir. Onda, Allah’a inancın eseri olmadığı gibi
    Allah’ın koyduğu şeriatle de alakası yoktur. Allah’a bağlantısı olmayan her
    program ve A-lah’a bağlanmayan her çeşit düşünce, sistem,edcb ve alışkanlık
    tağuttur. Otoritesini Allah’ın sisteminden olmayan her idare Allah’ın şeriatı
    üzere durmayan her çeşit sistem, hakka tecavüz eden her düşmanlık tağuttur.
    Allah’ın otoritesine, uluhiyetine, hakimiyetine düşman olmak en kötü
    düşmanlıktır ve en şiddetli azgın­lıktır. Bu, hem lafız, hem de mana itibariyle
    tağut kavramına girer.”

    (İslam Şehidi Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur an. 1/292) (ç).

    [40] Bakara: 2/260.

    [41] Bakara: 2/260.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 347-350.

    [42] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 350-352.

    [43] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:
    352-354.

    [44] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 354-356.

    [45] Enbiyâ: 21/51-70.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 356-358.

    [46] îbrâhîm: 14/39.

    [47] Bununla ilgili gerekli açıklama daha önce geçmişti,
    (ç).

    [48] Sabitler, Kur7an’da Bakara: 2/62; Mâide: 5/69 ve Hacc:
    22/17 olmak üzere top­lam üç yerde geçmektedir. Fakat alimler bu Sahillerin
    kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. İbn Kesîr, Sabiilerin kimler
    olduğu hususundaki görüşleri şöyle sıralanmaktadır;

    1. Mecusi,
    Yahudi ve Hıristiyanlar arasında kendilerine ait bir dinleri olrrayan bir
    topluluktur.

    2. Eh)-i
    Kitaptan Zebur’u okuyan bir topluluktur.

    3. Meleklere
    tapan bir topluluktur.

    4. Gün de beş defa kıbleye doğru yönelmiş olarak ibadet eden topluluktur.

    5. Irak’ın
    ötesinde bir topluluk olup Kuşaklardır. Bunlar bütün peygamberlere ia-nan, her
    yıl otuz gün oruç tutan ve günde beş vakit yemene doğru Jönelerek namaz kılan
    kimselerdir.

    6. Allah’ı bir
    tek oİarak tanıyan, fakat amel edecekleri bir şeriatı bulunmayan ve küfür sözü
    söylemeyen bir topluluktur.

    7. Bir dine
    mensupturlar. Ceziretü’I-Musul’da yaşamışlardır. “Allah’tan başka İlah
    yoktur” derlerdi. Onların ne bir ameli, ne bir peygamberi ve ne de bir
    kitabı vardır. Sadece    “La   ilahe  
    illallah”   sözünü   söylerlerdi.    Fakat  
    bir   peygambere   de inanmazlardı. İşte bundan dolayı Mekkeli
    müşrikler. Hz. Peygamber (s.a.v) ile as­habına: “Sabiiler”
    diyorlardı. Çünkü bunlar, insanları “La ilahe illallah'” sözüne çağın
    yor 1 ardı. Bu benzerlikten ddayı Mekkeli müşrikler onları, Sabiilere benzeti­yorlardı.

    8. Dinleri,
    Hıristiyanların dinine benzeyen fakat kfcleleri güneye doğru olan ve Hz. Nûh
    (a.s)’m dini üzere olan bir topluluktur.

    9. Dinleri,
    Yahudilik ile Mecusiliğin karışımından oluşan kestikleri yenntyen ve
    kadınlarıyla evlenilmeyen bil* topluluktur.

    10. Bir
    peygamberin, davetçinin kendisine ulaşmadığı kimselerdir.

    (îbn Kesîr,
    Tefsirü’1-Kurani’l-Azim. 1/94. Daru:l-Kalem)

    Bu görüşler özetlenerek alınmıştır. Bu konuda daha geniş bilgi
    b.k.z:Fahreddîn er-Râzî, Tefsiri Kebîr. 3/56, ank, 1998; Seyyid Kutub,
    Fizilali’1-Kur/an, 1/156-157, İst, 1992; Elmahlı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur’an
    Dili, 1/375; Mevdudi,Tarih Bo­yunca Tevhİd Mücadelesi, 2/46-47 (ç).

    [49] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/132.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 358-361.

    [50] Batılı tarihçiler. Buhtunnasr’ın, tarihteki,
    “Nabokodonasscr” olduğunu ileri sirmüşîerdir. (ç)

    [51] İbn Cerir et-Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’1-Müiük, 1/240;
    îbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/140.

    [52] Bakara: 2/258.

    [53] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 361-364.

    [54] Buharî, Enbiyâ 9. Büyü 100, Hibe 36, Nikah 12. İkrah
    6; Müslim, Fazâil 154(2371); Ebu Dâvud, Talâk 16(2212): Tirmizî, Tefsir sure-i
    Enbiya 3165, Müsncd. 2/404: îbn Hacer el-Askalanî, Fethü’1-Bâri. 6/388 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 365-367.

    [55] Yazarımız SaMnî’nin de belirttiği üzere; Hz. Hacer’in
    bu tavrı gerçektende bü­yük bir önem arz etmektedir. Çünkü Hz. Hacer’de
    Allah’ın emrine kesin bir boyun eğme ve itiraz etmeme vardır. Bunu da yaptıran
    aıcak Hz. Hacer’in Allah’a olan imanıydı. Hz. Hacer, bu iman sayesinde.Allah’ın
    emrine karşı gelrremiş ve orada kalmaya razı olmuştu. Zira orada kalmasını
    Allah emrettiyse buna razı olması gerektiğİmn farkındaydı. Fakat orada bir
    Mekke şehrinin kurulacağın, Kabe’nin tek­rar inşa edileceğini ve oğlu İsmail’in
    soyundan peygamberlerin ve resullerin sonaı-cusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in
    geleceğini bilmiyordu. Ama hikmdi ilahiyenin farkında değildi. Ayrıca urada
    müslüman kadınlar için alınacak önemli ibretler dersler vardır!! (ç)

    [56] Buharî, Enbiyâ 12 (3, 4. 6) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 367-370.

    [57] Bugün Mekke’ye hacı olmak için giden insanlar; Hz.
    Hacer’den kalma bu sayı yaparak Safa ile Merve arasında gidip gelirler, (ç).

    [58] “Mekke” kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’in iki
    yerinde geçmektedir. AVİ İrnrân: 3/96 ve Feth: 48/24. Mekke vo Bekke
    isimlerinin, imla ve telaffuz farkına rağmen aynı yere verîien isim olduğunu
    söyleyen tarihçiler bulunduğu gibi; Mekke’nin, Harem sınırlan ile birlikte tüm
    bölgeyi içine alan umumi bir isim; Bekke’nin ise sadece Beytullah’in veya
    Mescidi Haram’ın ismi olduğunu söybyen tarihçilerde vardır. Mekke’ye, günahları
    eksilttiği veya giderdiği ve orada zulüm yapaılan helak ettiği, zorbaların ve
    zalimlerin boyunlarını kırdığı, kibir ve gururları yok ettiği ve insanlar orada
    toplanıp biriktiği, için “Mekke” ismi verilmiştir.

    M. Asım Koksal, Peygamberler Tarihi, 1/182 (ç).

    [59] Hz. Hacer bugün Kabe’nin bitişiğinde yarım daire
    şeklinde bir duvarla çevrili i’Hicr” diye anılan yerde gömülür,(ç).

    [60] Hz. İbrâhîm (a.s)’ın Mekke’ye dördüncü gelişiydi. Hz.
    îsmâîl (a.s) bu sırada 30 Maşında bulunuyordu. İşte Hz, İbrâhîm (a.s), bu
    gelişinde oğlu Hz. İsmâîl (a.s) ile Kabe’yi inşa etmiştir. Diğer iki gelişinde
    oğlu Hz. İsmâîl (a.s) ile buluşamamıştı. Bu üa gelişi de -daha önce geçen-
    Buharı”nin rivayet ettiği hadiste geçmiştir, (ç).

    [61] “Kabe”ye, Kabe denilmesinin sebebi, dört
    köşeli olduğu yahut Mekke’de kum­lan ilk bina olması itibariyle veya
    çevresinden tepe gibi yükseklik bulunduğu için verilmiştir. Esasen Araplar, her
    yüksek eve “Kabe” derlerdi, (ç).

    [62] Hz. İbrâlıîm (a.s), bu taşın üzerinde durmuş olduğu
    içindir ki ona “Makam-ı İbrâhîm” ismi verilmiştir, (ç).

    [63] Rivayetlere göre Kabe 11 defa yapılmıştır:

    1. Yüce Allah,
    gök halkının Beyt-i Ma’muru tavaf ettikleri gibi yeryüzü halkının da tavaf ve
    ziyaret etmeleri için Beyt-i Ma’mur’un yeryüzündeki bir örneği olması üzere
    melekleri gönderip ilk Kabe’yi yaptırmıştır.

    2. Kabe’nin ikinci
    yapılışı, Hz. Adem (a.s) tarafından dır.

    3. Hz. Adem
    (a.s)’ııı vefatından Hz. Adem’in oğullan Kabe’yi taş ve şmur ile tekrar
    yapmışlardır.

    4. Tufan ile
    Kabe’nin binası yok olduğundan dolayı Hz. îbrâhîm (a.s) ve oğlu Hz. İsmâîl
    (a.s) tarafından inşa edilmiştir.

    5. Üzerinden
    zaman geçip yıkılınca Kabe’yi bu seferde Amalikalılar yemiştir.

    6. Bu defa
    Cürhümlüler tarafından yapılmıştır.                                           

    7.  Kusayb. Kilâb tarafından yapılmıştır.

    8. Kureyşliler
    tarafından yapılmıştır.

    9. Abdullah b.
    Zübeyr tarafından yapılmıştır.

    10. Haccâc-ı
    zalim tarafından yapılmıştır.

    11. Osmanlı padişahlarından Ahmed ve oğlu Murad tarafından
    yapılmştır.Ayrıca günümüzde Kabe’nin etrafında yeni düzenlemeler yapılmaktadır.
    Kabe’yle ilgili bilgiler için b.k.z: Bakara: 2/127-129; Âl-i İmrân: 96-97 (ç).

    [64] Buharî, Enbiyâ 12 (3, 4; 6); İbn Hacer el-Askalani.
    Fethö’1-Bâri, 6/396.

    [65] Hz. İbrâhîm (a.s), Kabe’nin yapımı sırasında bugün
    Hacerü’l-Esved” denilen taşı da yerine yerleştirmişti. Rivayete göre, Hacerü’l-Esved
    taşı, cennetten Hz. Adem (a.s)’m yanında gelmişti. Hacerü’l-Esved taşı
    cennetten çıktığı zaman kardan daha ak olduğu halde Adem oğullarının müşrik ve
    kafir olanları onu. günahları ile ka­rartmış (Müsned, 1/307; Tirmizî ve îbn
    Mâce) her cahiliyet ve İslam devrinde birbi­ri ardınca meydana gelen
    yangınlarda o taş daha kara bir haîe gelmiştir.(ç)

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 370-375.

    [66] Rivayetlere göre; Hz. îsmâîl (a.s) bu sırada yedi
    yaşındaydı, Hz. İbrâhîm (a.s)’ın ise Mekke’ye gelişinin ilkiydi.(ç)

    [67] Saffât: 37/104-107 (Hadisi şerifte bu kurbanlığın
    birkaç olduğu anlatıimaktadır. Bu hadis için B.k.z: Ahmed b. Hanbel, Müsned,
    1/297) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 375-377.

    [68] Hz. İsmâîl (a.s)’m annesi Hz. Hacer ile birlikte
    Mekke’ye gelişini bildiren uzun­ca hadis daha önce geçmişti, (ç)

    [69] Bununla ilgiii olarak B.k.z: Tevrat, Tekvin, 16-23
    bah.(ç).

    [70] Doç. Dr. Abdullah Aydemir, Kurbanlığın, Hz. İshâk
    (a.s) değil de Hz. îsnıâîl (a.s) olduğuna dair hadisleri ve haberleri şöyle
    sıralamaktadır:

    1.
    Bubarî,   Enbiyâ   12’de ve 
    Ahmed b.   Hanbel’in Müsned
    adlı  eserinin 1/347’de geçen rivayetler
    buna delildir. (Kısaltılarak alınmıştır)

    2. Hz.
    Peygamber (s.a.v) bir vesile ile: “Ben iki kurbanlığın oğluyum” bu­yurmuştur.
    (B.k.z: Keşfu’1-Hafa, 1/199) İslam tarihçileri iki kurbanlıktan birinin Hz.
    Peygamber (s.a.v)’in babası Abdullah, diğerinin de Hz. İsmâîl (a.s) olduğunu
    açıklamışlardır.

    3. İslam’ın
    ilk devirlerinde, Hz. İsmâîl (a.s) için kesilen koçun başını, iki boynuzu ile
    birlikte Kabe’de asılı’bir halde bulunduğunu ve başın kuru­muş  olduğuna dair muhtelif senetİerle rivayet
    edilen hadisler (b.k.z: Müsned, 4/68; 5/379-380) ve tarihi rivayetler
    mevcuttur. Tek başına sa­dece bu rivayet bile kurbanlığın Hz. İshâk (a.s)
    değil, Hz, İsmâîl (a.s) ol­duğuna delil olarak yeter. Çünkü Mekke’de hakim olan
    Hz. İsmâîl (a.s)idi. Hz. İshâk (a,s)’m küçükken Mekke civarına geldiğine dair
    elde hiçbiı delil yoktur.

    4. Hz.
    Peygamber (s.a.v)’den “Gerçekten kurbanlık İsmail’dir” (Kurtubi,
    Tefsir, 15/100-101) mealinde bir hadis de rivayet edilmiştir.

    5. Rivayete
    göre; el-Esmâî şöyle demiştir: “Bir gün kurbanlığın kim oldu ğunu Ebu Amr
    ibn el-Alâ’dan sormuştum. Cevabında bana: i(Ey Esma! Sen aklını mı yitirdin?
    Hz. İshâk (a.s) Mekke’ye nereden gelmiş? Mekke’de ikamet eden Hz. İsmâîl
    (a.s)’dır.

    6. îbn
    Abbas(ra): “Cam Allah yoluna kurban edilmek İstenen Hz. İsmâîl (a.s)’dır.
    Yahudiler ise kurbanlığın Hz. îshâk (a.s) olduğunu iddia ettiler ve (böylece
    de) yalan söylediler” demiştir.

    7. İbn Ka’b
    el-Kurâzî ile ilgili rivayet daha önce geçmişti.

    (Doç Dr. Abdullah Aydemir, a.g.e, sh. 72-73) (ç)

    [71] Saffât: 37/99-112 (ç).

    [72] “Kurbanlığın Tevrat’ta (Tekvin, 22/1-19) Hz.
    İshâk (a.s) olarak ismen açıklan­mış olmasına rağmen, yine Tevrat’a dayanarak
    bunun bir yalan ve tahrif olduğunu isbat etmek mümkündür. Şöyle ki: Yüce Allah
    Tevrat’ta. Hz. İbrâhîm (a.s)’e şu emri verir: ”Şimdi oğlunu, biricik oğlunu.
    İshâk’ı al… kurban olarak takdim et!” (Tekvin, 22/2) Eğer Tevrat’ı
    dikkatlice okursak Hz. İshâk’ın “biricik” oğul olmadı­ğını görürüz.
    Çünkü (Tevrat’a göre) Hz. İshâk doğduğu zaman Hz. İsmâîl 14 yaşın­da idi.
    (Tekvin, 17/24-25) Tevrat’a göre Hz. İbrâhîm (a.s) ile Hz İsmâîl (a:s) aynı
    günde sünnet olmuşlardır. (Tekvin, 17/25-26) Hz. îshâk doğduğu zaman Hz. İbrâ­hîm
    (a.s) 100 yaşma basmıştı. (Tekvin, 21/5) O halde Hz. İshâk için kullanılan biri­cik
    sıfatı yanlıştır. Kendisinden 14 yıl önce dünyaya gelmiş ağabeyisi Hz. İsmail
    varken, Hz. İshâk’a “‘biricik” oğul denmez. Bu açık bir tahriftir. Muhtemelen
    bu biricik sıfatı Hz. İsmail’e aittir. Bu isim de bilerek tahrif
    edilmiştir.” (Doç, Dr. A. Aydemir, age. sh.73-74) (ç).

    [73] Bu görüşte olan kimselerin delilleri için b.k.z: Doç.
    Dr. Abdullah Aydemir, age, sh. 69-71 (ç).

    [74] Bu görüşte olanlar şunlardır: Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz.
    Abbas, Abdullah b. Mes’ud, Ebu Mûsâ eUEş’arİ, Ebu Hureyre, Ka’bu’l-Ahbar, Vehb
    b. Münebbih ve daha bazı tabiin ve onlan takip eden İslam büyükleri de
    kurbanlığın Hz. İshâk ol­duğu yolunda kanaat beyan etmişlerdir. B.k.z; Taberî,
    Tarih, 1/402; Taberî, Tefsir, 23/71; Zemahşerl Keşşaf, 4/56-57; İbnü’l-Cevzî
    Tefsir, 7/72; îbnü’I-Esîi\ el-Kâmü, 1/108, 109, -110, ibn Kayyim el- Cevziyye,
    Zadü’1-Mead, 1/29; Fahreddîn er-Râzî, Tefsiri Kebîr. 26/153-154; Kurtubi,
    Tefsir, 15/100-101; İbn Kesîr, Tefsir, 4/43-44; İbn Kesir, el-Bidâye, 1/159 (ç)

    [75] Tabressi, bu konuyla ilgili olarak şöyle der:
    “Kurbanlığın, Hz. İshâk olduğunu İddia edenler, Ehl-i Kitap olan Yahudi ve
    Hıristiyanlara dayanıyorlar. Onların bu konuda ittifak etmiş olmalarını öne sürerek,
    görüşlerini takviye cihetine gidiyorlar.

    [76] Ibn Kesîr. cİ-Bk!âye ve’n-Nihâye. 1/158.

    [77] îbn Kesîr: el-Bidâye, ve’n-Nihâye, 1/160.

    [78] Bununla ilgili hadis için b.k.z: Acluni, Keşlu’1-Hafa,
    1/199 (ç).

    [79] İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, 1/160 vd; îbn Kesîr,
    el-Bidaye ve;n-Nihaye, 1/160; Zemahşeri, el-Keşşât; 4/56, İbnül-Esîr, el-Kâmil,
    1/108; Tabressi, Tefsir, 4/453, et-Tusi, Tefsir, 8/474; Aynca konuyla ilgili
    olarak İvad İbrâhîm tarafindan “MecelletiT 1-Ezher” adlı derginin
    üçüncü sayısının sh. 241 ve devamında bir maka­le yayın lanmışîır.(ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 377-382.

    [80] Bununla ilgili olarak b.k.z: Îbnü’1-Esîr, el-Kâmil,
    1/123-124; Taberî, Tarihü’r-Rüsul ve’1-Müluk, 1/160-161; İbn Kesîr, el-Bidâye
    ve’n-Nihaye, 1/174. Ayrıca Hz. İbrâhîm (a.s)’m 200 yaşında vefat ettiğine dair
    rivayetlerde vardır, Fakat yazarımız Sabunî, birinci görüşü tercih etmiştir,
    (ç).

    [81] Konuyla ilgili olarak b.k.z: Nisa: 4/125, İsrâ: 17/73;
    Nahl: 16/121(ç).

    [82] Konuyla ilgili olarak b.k.z: Hûd: 11/75 (ç).

    [83] Konuyla ilgili olarak b.k.z: Hûd: 11/75 (ç).

    [84] Bakara: 2/124.

    [85] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Kesîr, el-Bidâye
    ve’n-Nihâye, 1/193; Talvn Tarihü’l-Rûsul ve’1-Müluk, 1/162; Mes’udi,
    Mumcu’z-Zeheb, 2/48 (ç).

    [86] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Kesîr, el-Bidâye
    ve’n-Nihaye, 1/193; Tarvn Tarihü’l-Rüsul vc’1-Miiluk, 1/162; İbnü’î-Esîr,
    el-Kâmil, 1/125; İbn Haldun, Taııl. 2/39; İbn Sa’d, Tabakât, 1/52 (ç).

    [87] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 382-383.

  • Ûlu’l-Azm Olan Peygamberler

    ALTINCI BÖLÜM1

    ÛLU’L-AZM
    OLAN PEYGAMBERLER
    .. 1

    HZ. NUH (A.S) 1

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Soyu:
    1

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:
    2

    Hz.Nûh
    (a.s)’ın Yeryüzüne Gönderilen Resullerin İlki Oluşu:
    3

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Yaşadığı Müddet:
    4

    Nûh Kavminin
    Putlara Tapması:
    5

    Putçuluğun
    Yayılışı Ve İnsanların Putlara Tapmasının Sebebi:
    7

    Kavminin,
    Kendisini Yalanlamaları Üzerine Hz.Nüh’un Buna Sabretmesi:
    8

    Hz. Nûh
    (a.s)’a Yapılan Çeşitli Suçlamalar:
    9

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın, Kendi Kavmini Allah’a Davet Etmesi:
    10

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Gemiyi Yapması:
    12

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Çocukları:
    14

    Kafirlerin
    Helak Edilişinden Sonra Tufan’ın Sona Ermesi:
    15

    Gemi Halkının
    Tufandan Kurtulduktan Sonra Yeryüzüne İnmeleri:
    15

    Hz. Nûh ile
    Beraberindeki Müminlerin Gemide Kaldıkları Müddet:
    16

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Vefatı:
    16

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Kendi Şahsına Ait Bazı Özellikleri:
    16

     

     

    ALTINCI
    BÖLÜM

     

    ÛLU’L-AZM OLAN PEYGAMBERLER

     

    HZ. NUH (A.S)

     

    “Andolsun ki Biz Nuh’u
    kavmine (Peygamber olarak) gönderdik (kavmine Peygamber olarak gönderilişinden
    itiba­ren onların) aralarında elli yıl müstesna olmak üzere bin yıl
    kaldı.” (Ankebût: 29/14) [1]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Soyu:

     

    Tarihçilerin[2]
    belirttiğine göre; Hz. Nûh (a.s)’ın soyu şu şekildedir:

    Nûh İbn Lâmek b.
    Mettuşalah ibn Ahnûh yani İdrîs’dir. Buna göre Hz. İdrîs(a.s), Hz. Nûh (a.s)’ın
    büyük atası yani de­desinin babası olmaktadır.

    Hz. Nûh (a.s)’m soyu,
    Şîd ibn -Ebu’l-Beşer olan- Hz. A-dem (a.s) ile sona ermektedir.[3]

    Hz. Nûh ile Hz.
    Adem’in arası 1000 seneden fazla bir zaman vardır. Tevrat’ın rivayetine göre[4] ise
    ikisinin arasında ge­çen zaman, 1056 yıl olarak belirtilmektedir.

    Buharı’nin rivayetine
    gelince ise; Buhârî, İbn Abbas (r.a)’m şöyle söylediğini rivayet etmiştir:

    “Hz. Adem ile Hz.
    Nûh arasında on nesil vardı, (bu on neslin) hepsi de İslam dini
    üzereydiler.”[5]

    îbn Kesir,
    “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı kitabında bu ha-is ile ilgili olarak
    şöyle der:

    “Hadisi şerifin
    metninde geçen “Karn” yani “nesil” keli­mesinden maksat,
    100 sene ise -nitekim insanların çoğu bu :elimeyi işittiklerinde ilk olarak ona
    100 sene anlamını verir-er- demek ki Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında (100×10=)
    1000 ;ene geçmiştir. Ama bu, İbn Abbas’m koymuş olduğu “(Bu n neslin)
    hepside İslam dini üzereydiler” kaydına ters düş-nemektedir. Çünkü bu
    durumda ikisinin arasında Müslüman almayan başka nesiller geçmiş olabilir.
    Fakat Ebu Ümâme’nin hadisi ise, ikisinin arasında sadece on neslin geçmiş
    olduğuna delâlet etmektedir. İbn Abbas’m rivayet ettiği hadis ise, ikisi
    arasında geçen nesillerin Müslüman oldukları kaydını eklemiş­tir ki bu da,
    tarihçilerin ve diğer Ehl-i Kitab’ın ortaya attıkları “Kabil ve oğullan
    ateşe tapınışlardır1′ iddiasını çürütmektedir.

    Ebu Ümâme’nin hadisini
    ise İbn Hibbân, “Sahili”[6] adlı
    kitabında ondan şöyle rivayet etmiştir:

    “Adamın birisi
    Resulullah (sav)’e:.

      Ey Allah’ın resulü! Adem(a.s) Peygamber
    miydi?” diye sordu, Resulullah (s.a.v)’de:

      Evet! O, Allah ile konuşan (yani Allah’ın
    kelamına mu­hatap olan) bir peygamberdi, diye cevap verdi. Bunun üzerine o
    adam:

      Hz. Adem ile Hz. Nûh arasında ne kadar zaman
    geçti?” Diye tekrar sordu. Resulullah (s.a.v)’de:

    – On nesil, diye cevap
    verdi.”[7]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Kur’an’da Zikredilmesi:

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın
    Kur’ân-ı Kerîm’in 43 yerinde[8]
    zikredil­miştir. Hz. Nûh (a.s)’m kıssası ise Kur’an’da detaylı bir şekil­de
    birçok surelerde anlatılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: A’raf Sûresi (59
    ile 64 arası), Hûd Sûresi (25 ile 48 arası), Müminûn Sûresi (23 ile 30 arası),
    Şuara Sûresi (105 ile 122 arası), Kamer Sûresi (9 ile 17 arası) vb. sureler.[9]

    Ayrıca Kuv’ân-ı
    Kerîm’de “Nûh Sûresi” diye isimlendiri­len bir sure ise Hz. Nûh
    (a.s)’ın ismine mahsus olarak zikre­dilmiştir.

    Kısacası bu surelerin hepsi,
    Hz. Nûh (a.s)’ın Peygamber olarak gönderilişine, peygamberliğine, davet
    metodunu kav­minin bile bile inkarına ve isyanına, onların eziyetlerine karşı
    göstermiş olduğu uzun bir müddet sabredişini, yalanlayıcılarm üzerine yapmayı
    gerekli kıldığı azap -ki oda boğulmadır- ve ona iman edenlerin kurtuluşunu
    anlatmaktadır. Hz. Nûh (a.s)’m kıssası ise geniş olarak birazdan
    anlatılacaktır. [10]

     

    Hz.Nûh (a.s)’ın Yeryüzüne Gönderilen Resullerin İlki Oluşu:

     

    Tarihçilerin
    naklettiğine göre; Hz. Nûh (a.s) Cenab-ı Al­lah’ın yeryüzü halkına Peygamber
    olarak gönderdiği resullerin ilkidir. Bundan dolayı da Rabbi ona, kavmini
    uyarmasını ve onlara Allah’ın azabından sakındırmasını emretmiştir. Buna göre
    Hz. Nuh (a.s) uyarıcı nebilerin ve resullerin ilki olmakta­dır. Bunun delilleri
    ise şunlardır:

    a. Nitekim
    Yüce Allah da bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

    “Kavmine elem
    verici bir azap gelmezden önce onları “uyar” diye Nuh’u, kavmine
    (Peygamber olarak) gönderdik.”[11]

    b. Buna
    başka bir delil ise Buhârî ve Müslim’in 
    Sa-hîh’lerinde rivayet edilmiş olan şefaat hadisidir. Hz.
    Peygam-ber(sav) bunu şöyle anlatmaktadır:

    “Allah kıyamet
    günü, öncekileri ve sonrakileri tek bir düz­lükte toplar. Bakan onları görür,
    çağıran onları işitir, güneş onlara yaklaşır. Gam ve sıkıntı insanların
    tahammül edemeye­cekleri ve güç yetiremeyeçekleri dereceye ulaşır. Öyle ki in­sanlar:

    – Babanız Adem var!
    Derler. Ona gelerek:

    – Ey Adem! Sen
    insanların atasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Kendi ruhundan sana
    üfledi, (bütün isimleri sana öğret­ti) meleklerini senin önünde secde ettirdi.
    Seni cennete yerleş­tirdi. (Bunlardan dolayı Allah katında itibarın ve makamın
    var) Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu halimizi ve
    başımıza şu geleni görmüyor musun?” derler. Adem:

    Bugün Rabbinı
    öfkelidir. Daha önce bu kadar öfkelen­medi ve bundan sonra da böylesine
    öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok. Çünkü cennette iken Allah)
    beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa karşı geldim. (ben
    cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıka­rıldım. Bugün günahlarım
    affedilirse bana yeter) Nefsim! Nef­sim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Nuh’a
    gidin! diyecek. Bunun üzerine insanlar Nuh’a gelecekler ve ona:

      Ey Nûh! Sen yeryüzü halkına gönderilen resullerin
    ilki­sin. Allah seni çok şükreden bir kul[12] diye
    isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri
    görmüyor   musun?   Rabbin  
    katında   bizim    için  
    şefaatte bulunmaz mısın?” diyecekler. Nûh’da:

    – Bugün Rabbim çok
    öfkelidir. Daha önce hiç bu kadar öf­kelenmedi ve bundan sonra da böylesine
    öfkelenmeyecek! Çünkü benim bir dua hakkım vardı. Bende onu kavmimin a-leyhine
    (beddua olarak) kullandım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin.
    İbrahim’e gidin! diyecek…”[13]

    Nakledilen bu hadisi
    şerife göre; Hz. Nûh (a.s), yeryüzü halkına gönderilen ilk resuldür. Bu görüş
    birçok alimin ileri sürdüğü Sahîh bir görüştür. Fakat hadisi şerifte geçen bu
    ifade, Hz. Nûh(a)’dan önce hiçbir Peygamber gönderilmemiştir şek­linde
    değildir. Çünkü Hz. Nûh’dan önce Hz.Adem, Hz. Şid ve Hz. İdrîs gibi nebiler
    vardır. Bunların hepsi Hz. Nûh (a.s)’dan “önce Peygamber olarak
    gönderilmişlerdir. Fakat Hz. Nûh (a.s)’dan önce gönderilen bu nebiler, resul
    değildirler. Bu mü­nasebetle, Hz. Nûh (a.s) ilk resuldür. Ama ilk nebi
    değildir. Çünkü nübüvvet (yani nebüik) ile risalet (yani elçilik) arasında bir
    farkın olduğu herkes tarafından bilinen bir özelliktir. Zira resul; Yüce
    Allah’ın kendisine bir şeriatla vahyettiği ve insan­lara, Allah’ın kendisine
    vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tuttuğu kimseye denir.

    Nebi ise; Yüce Allah’ın
    kendisine bir şeriatla vahyettiği, fakat insanlara, Allah’m kendisine
    vahyettiğini tebliğ etmekle sorumlu tutmadığı kimseye denir.[14] Yine
    de doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [15]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Yaşadığı Müddet:

     

    Hz. Nûh (a.s) uzun bir
    müddet yaşamıştır. Bundan dolayı da çok ömürlü olmuştur. Zira Hz. Nûh (a.s)
    ömür bakımından peygamberlerin en uzun ömürlü olanı ve mücadele bakımın­dan da
    onlardan en fazla olanı idi.[16]
    Çünkü Hz. Nûh (a.s), pey­gamberlerden bir çoğunun tahammül edemeyeceği
    eziyetlere tahammül etmiş, kavmini, gece-gündüz ve açık-gizli olarak Allah’a
    davet etmiş ve onların arasında 950 sene kalarak onla­ra vaaz etmiş, hikmetle
    ve nasihatle onları putlara tapmaktan men edip bir olan Allah’a ibadet etmeye
    çağırmıştır. Fakat Hz.Nûh (a.s) bu yaptıklarının karşılığında onlardan, yalanla­manın,
    zulmün, yüz çevirmenin ve zorbalığın bütün şekliyle karşılaştı. Zira onların
    kalpleri taştan daha katılaşmış ve akılla­rı demirden daha da sertleşmişti.

    Hz. Nûh (a.s) onların
    arasında uzun bir müddet kaldığı halde onlardan çok azı iman etmişti. Nitekim
    Yüce Allah, bu durumu şöyle haber vermektedir:

    “Çok az kimse
    onunla (yani Nuh’la) birlikte iman etmişti.” (Hûd:lI/40)

    Hz. Nûh (a.s) ile birlikte
    iman edenlerin sayısı hakkında çeşitli görüşler vardır. Bunlardan bazıları
    şunlardır:

    a. Bazı
    tefsirciler; Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenlerin sayısını on kişi olarak
    bildirmektedir ki bunlar, Hz. Nûh (a.s) ile birlikte tufan esnasında gemiye
    binen kimselerdir.[17]

    b. Diğer
    bazı tefsirciler de; Hz. Nûh (a.s) ile birlikte iman edenlerin sayısını kırk
    kişi olarak bildirmektedir.

    c. îbn
    Abbas’tan nakledilen Sahîh rivayete göre, onlar ka­dınlarıyla birlikte seksen
    kişi idiler.[18]

    İşte bu son görüş, Hz.
    Nûh (a.s) ile birlikte iman edenler hakkındaki tefsircilerin görüşlerinden en
    güvenilir olanıdır. Çünkü onlar Allah tarafından boğulmaktan kurtulmuştur. Hz.
    Nûh (a.s)’m bu sıkıntılı musibetler ile yaşadığı bu uzun müd­det zarfında -ki,
    bu peygamberlerden sabır sahibi olan ulu’1-azm peygamberlerin tahammül etmeye
    güç yet irebileceği sı­kıntı, kendisini müdafaa, zulüm, bela vb. şeylerle dolu
    olan zor bir hayat devresi sırasında- nail olduğu zorluğun sınırının orta­ya
    çıkması da bunu göstermektedir.

    İşte bütün bunlardan
    dolayı Hz. Nûh (a.s); Yüce Allah’ın, yaratılmışların efendisi Hz. Muhammed
    (s.a.v)’e hitaben geç­tiği:

    “(Ey Muhammed)
    Peygamberlerden “ulu’l-azm” (yani a-zim sahibi) olanların (eziyetler,
    sıkıntılar vb. şeyler, karşısında) sabrettiği gibi sen de (onlar gibi) sabret.
    ” (Ahkâf: 46/35) ){ bu sözünde zikredilen ilulu’l-azm”
    peygamberlerdendir. Zira Yüce Allah, bu sözünde, Hz. Muhammed (s.a.v)’e,
    ulu’1-aznı peygamberlerin metodu ve yolu üzere yürümeyi emretmiştir.

    Ulu’1-azm peygamberler
    ise beş kişi olup şunlardır:

    1. Hz. Nûh
    (a.s)

    2. Hz.
    İbrahim (a.s)

    3. Hz. Mûsâ
    (a.s)

    4. Hz. İsa
    (a.s)

    5. Bunların
    en sonuncusu ise Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.[19]
    Allah’ın salât ve selâmı onların hepsinin üzerine olsun.

    Bazı tarihçilerin
    naklettiğine göre; Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’ı kavmine Peygamber olarak
    gönderdiğinde o, 50 yaşın­daymış. Onların arasında 950 sene kalmış ve kavminin
    helak edilişinden sonra da 350 sene daha yaşamış. Buna göre Hz. Nûh (a.s)’m
    ömrü, 1350 sene olmuş olur.

    Asıl itibariyle bu
    görüş, Tevrat’tan nakledilmiştir.[20] -Bu
    görüşün kendisinde kalbin tam olarak mutmain olmayacağı Tevrat’ın naklettiği
    diğer rivayetler gibi mübalağa vardır- Hal­buki Tevrat’ın naklettiği bu görüşü
    almakla, Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı

    “(Nûh kavmine
    Peygamber olarak gönderilişinden itiba­ren onların) aralarında
    “elliyıl” müstesna olmak üzere bin yıl kaldı. “(Ankebût: 29/14)
    bu görüşü terk etmekteyiz. İşte bu a-yeti kerime, delaleti kati ve yakın bir
    sabitlikle sabit olmuştur.

    Bundan dolayı bizini,
    Kur’an’m belirttiği görüşün dışında ka­lan rivayetlere ve haberlere ihtiyacımız
    yoktur. [21]

     

    Nûh Kavminin Putlara Tapması:

     

    Ayeti Kerimelerin, Hz.
    Nûh (a.s)’m kıssası hakkında işaret ettiği üzere; Hz. Nûh (a.s), Allah’a şirk
    koşan, taşlardan ve ba­kırlardan yapılan putlara tapan, Allah’tan başkasını
    ‘ilah” e-dinen, ve bu taptıkları şeylerin, kendisine veya kendisine ta­panlara
    gelebilecek herhangi bir zararı uzaklaştıracağına, fay­da sağlayacağına,
    gördüğüne, işittiğine, hayrı kendileri için çekip çıkarmaya güç yetireceğine,
    kendilerinden her türlü kö­tülüğü uzaklaştıracağına, Allah’ı bırakıp onların
    sadece kendi­lerine fayda sağlayacağına ve zenginleştireceğine inanan bir kavme
    Peygamber olarak gönderilmişti.

    İşte Hz. Nûh (a.s)’ın
    Peygamber olarak gönderildiği bu kavim putlara tapan ve Allah’a şirk koşan
    kavimlerin ilkidir.[22]
    Bundan dolayı Cenab-ı Allah, Hz. Nûh (a.s)’ı onlara, putları bırakıp Allah’a
    ibadet etmedikleri takdirde başlarına gelecek olan Allah’ın azabıyla onları
    uyarmak ve korkutmak amacıyla Peygamber olarak göndermişti.

    Nitekim Yüce Allah bu
    durumu şöyle haber vermektedir:

    “Kavmine elem
    verici bir azap gelmezden önce onları u-yar diye Nuh’u kavmine (Peygamber
    olarak) gönderdik. O da: “Ey kavmim! Şüphesiz ki ben, (Allah tarafından)
    size gönde­rilmiş apaçık bir uyarıcıyım. (Putları bırakıp yalnızca) Allah ‘a
    ibadet edin. Ondan ittika edin ve (Allah’ın vahyettiği doğrultuda) bana itaat
    edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın ve ece­linizi belli bir süreye kadar
    ertelesin… ” demişti.”[23]

    Hz.Nûh’un kavminden
    önce yaşayan insanlar Allah’a iba­det eden, ona hiçbir şeyi ortak koşmayan,
    taşlardan ve bakır­dan yapılmış putlara tapmayı bilmeyen, Allah’ın vahdaniyeti­ne
    yani birliğine inanan mümin kimseler olup fıtrat dini olan Tevhid yani İslam
    dini üzereydiler. İşte bütün bunlardan dola­yı Yüce Allah, puta tapanları
    uyarmak ve Allah’ın yabanla­rından sakındırmak için onlara bir resul gönderdi.
    Uyarmak ve korkutmak için “Rasib oğullan” denilen bir kavme
    gönderilen ilk resul, Hz. Nûh (a.s)’dır. Bu kavim, sapıklık içerisine dal­mış,
    inat ve sapkınlıklarını artırmış ve büyük bir şekilde haddi aşmışlardı. İşte
    Hz. Nûh (a.s), bunlara Peygamber olarak gön­derilmişti. Hz. Nûh (a.s), onlara
    apaçık deliller ve kesin kanıt­lar getirdiği halde onlardan yüz çevirmenin,
    zulmün, akılsızlı­ğın, sapıklığın, eğlencenin ve alayın her türlüsüyle karşılaş­mıştı.
    Nitekim

    Yüce Allah, Hz. Nûh
    (a.s)’m bu durumunu “Nûh Sûresin­de” şöyle anlatmaktadır:

    “Nûh: “Ey
    Rabbiml Doğrusu ben, kavmimi gece-gündüz (senin bana vay ettiklerine) çağırdım.
    Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklaşmalarını artırdı. Doğrusu ben, senin
    onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda (çağırışımı işitmemek için)
    parmaklarını kulaklarına tıkadılar (tanınma­mak için) elbiselerine hüründüler
    (davetime karşılık devamlı olarak) direndiler ve büyüklendikçe büyüklendiler.
    Ayrıca ben onlara (davetime) açıktan açığa gizliden gizliye de söyledim ve:
    “(İşlemiş olduğumuz günahlardan dolayı) Rabbinizden bağışlamayı dileyin
    ki- doğrusu O sizi çok bağışlayandır- size gökten bol bol yağmur indirsin, sizi
    mallar ve oğullarla des­teklesin, sizin için bahçeler var etsin ve ırmaklar
    akıtsın. Ne oluyorsunuz ki Allah’a büyüklüğü yaklaştıramıyorsunuz. Oysa sizi
    merhalelerden geçirerek o yaratmıştır. Allah ‘in göğü yedi kat üzerine nasıl
    yarattığını görmez misiniz? Aralarında aya aydınlık vermiş ve güneşin ışık
    saçmasının sağlamıştır. Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra da
    sizi oraya (yani yer altında) geri döndürür ve yine sizi oradan geri çıkarır.
    Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmemiz için
    onu (yani yeryüzünü) size yayan O’dur, de­dim”[24]

    Bu ayeti kerimeler;
    Hz. Nuh’un kavminden önce yaşayan insanların mümin kimseler olduklarını,
    putlara tapmayı ve Yü­ce Allah’a şirk koşmayı bilmediklerini göstermektedir.
    Nite­kim Yüce Allah’ın:

    “(İlk Önce)
    İnsanlar bir tek ümmetti. Allah, insanların ihti­lafa düşecekleri konularda
    aralarında hüküm vermek için pey­gamberleri müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdi
    ve onlarla bir­likte de hak kitaplar indirdi.”[25]
    ayeti kerimesi hakkında İbn Abbas’m şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

    “Hz. Adem ile Hz.
    Nûh arasında on nesil vardı, (bu on neslin) hepside Hak şeriat (yani İslam
    şeriatı) üzereydiler. Da­ha sonra ihtilafa düştüler.”[26]
    Bunun üzerine Allah, peygamber­leri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere
    göndermiştir. İşte “İnsanlar bir tek ümmetti. Daha sonradan ihtilafa
    düştüler” ayeti, Abdullah b. Mes’ud’un kıraatinde bu şekildedir.

    Katâde’de bununla
    ilgili olarak şöyle söylediği rivayet e-dilmiştir:

    “İnsanlar (ilk önce)
    toplu halde hidayet üzereydiler. Daha sonradan ihtilafa düştüler. Bunun üzerine
    Allah, (bu ihtilafa düşenlere) peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere
    göndermiştir. Bunlara gönderilen peygamberlerin ilki de Hz. Nûh(a)’dır. [27]

     

    Putçuluğun Yayılışı Ve İnsanların Putlara Tapmasının Sebebi:

     

    Daha öncede geçtiği
    üzere Hz.Nûh’ım kavmi, putlara ta­pan toplulukların ilkidir. Zira onlardan
    önceki insanlar, tevhid ve iman üzere olup putçuluğu bilmeyen ve putlara
    tapmayan kimselerdi. Nûh kavminin putlara tapan kimseler olduğuna dair delil;
    şanı yüce olan Allah’ın, Kur’ân-ı Kerîm’inde Hz. Nûh (a.s)dan haber vererek
    naklettiği şu ayetlerdir:

    “Nûh: “Ey
    Rabbiml Doğrusu bunlar (yani kendilerine senden aldığım vahiyleri tebliğ
    ettiğim bu kavmim, senin emir­lerini dinlemeyip) bana isyan ettiler ve malı,
    çocuğu kendisine sadece zarar getiren kimseye (yani halk, malı, çocuğu ahirette
    kendisine sadece zarar getirecek olan liderlere) uydular. (Bu liderler halka
    karşı kendilerinin hidayet ve hak üzere oldukla­rını göstermek için) büyük hileler
    kurup insanlara: “Sakın i-lahlannızı (yani putlara tapmayı) bırakmayın.
    Hele hele vedd, Suvâ, yeğus, Yeük ve Nesrputlarından asla vazgeçmeyin” de­diler.
    Böylece (O liderler kavmimin) birçoğunu saptırdılar. (Benim söylediklerimi
    değil de, liderlerinin sözlerini dinleye­rek putlara tapan) zalimlerin,
    sapıklıklarından başka bir şeyini artırma!” dedi.”[28]

    Ayeti kerimede ismi
    geçen bu putlar, Hz. Nûh (a.s)’m Peygamber olarak gönderilişinden önce yaşamış
    salih kimsele­rin isimleri ve mukarrabin meleklerin isimleridir.

    Nûh kavmi, bu Salih
    kimselerin yaptıkları güzel işleri de­vamlı olarak hatırlamak istediklerinden
    dolayı -bu iddialarına binâen- onlar için heykeller diktiler. Nûh kavmi onların
    hey­kellerini yapmakla, onların yaptıkları güzel işleri hatırlayarak
    unutmayacak ve iyi işlerde onları örnek edinip aynısını yap­maya
    çalışacaklardı. Nûh kavmi, bu iddialarına binaen uzun zamanlar geçince bu
    putlara tapar hale geldiler. Buharı ve Müslim’in Sahîlı’lerinde Hz.
    Aişe(ra)’dan şöyle rivayet edil­miştir:

    “Resulullah
    (s.a.v)’in (ömrünün sonlarına doğru) hasta­landığında hanımlarından bazıları
    “Mariyete” isminde bir kili­seden söz ettiler. Hanımlarından Ümmü
    Seleme ve Ümmü Habîbe, hicret dolayısıyla Habeşistan’a gitmişler ve kiliseyi
    orada görmüşlerdi. Kilisenin güzelliğini, içindeki suretleri an­lattılar. Bunun
    üzerine Resulullah (sav) başını kaldırarak:

    – Onlardan sâlih bir
    kişi öldüğü zaman onun (öldüğü ye­rin) yanı başında bir tapınak yaparlar ve
    içine de ölen kişinin suret ve heykellerini koyarlar. Kıyamet günü onlar, şanı
    yüce oîan Allah katında yarattıklarının en şerlisidirler” buyurdu.”[29]

    Buharı, Yüce Allah’ın:
    “(Nûh kavminin liderleri halka:) “Sakın ilahlarınızı (yani putlara
    tapmayı) bırakmayın. Hele hele Vedd, Suva, Yeğus, Yeük ve Nesr putlarından asla
    vaz­geçmeyin” dediler/’ (Nûh: 71/23) ayeti hakkında İbn Abbas’dan şöyle
    rivayet etmiştir:

    “Nûh kavminde
    mevcut olan putlar sonradan Araplara in­tikal etmiştir.[30]
    Şöyle ki: “Vedd adlı put, Dümetü’l-Cendcl’deki olup Kelb kabilesine aitti.
    Süvâ adındaki put, Hüzeyl kabilesine aitti. Yeğus adındaki put, (önce) Murad’m sonrada
    Sebe’ şehri yanındaki Cevf vadisinde bulunan Gutayfoğullanna ait oldu. Yeük,
    Hemedân’ın idi. Nesr, Âl-i Zilkelâ’dan Himyer’in putuydu. Buradaki put
    isimleri, aslında Nûh kavminden Salih kimselerin isimleri idi. Bunlar ölünce
    şeytan, bu salih kimseler? Kavimlerine; “Salih kimselerin ha­yattayken
    oturmuş oldukları yerlere (onların hatırasına) putlar dikin ve onlara bu
    kimselerin isimlerini verin” diye ilham etti. Halk bu ilhama uyup
    söyleneni yaptılar. Başlangıçta bu putlara tapınma yoktu. Ancak bu putları
    yapanlar ölünce ve onlar hak­kındaki bilgi de unutulunca bu putlara tapılmaya
    başlandı.”[31]

    Bu konuda derim ki:
    Nûh kavmindeki salih kimselerin, zamanla insanlar onları hatırlamak için
    elleriyle heykeller ya­pıp daha sonra da onlara tapmalarından dolayı İslam
    şeriatı, ruh sahibi herkesin el ile suretlerinin ve heykellerinin tasvir
    edilmesini yasaklamıştır. Böylece heykeller edinmeyi ve resimlerin yapılmasını
    İslam şeriatı haram kılmıştır. İşte heykel­lerin ve resimlerin yapılmasının
    haram kılınmasının sebebi bundan dolayıdır.

    Buharı, Sahîh’inde Hz.
    Peygamber(sav)’in şöyle buyur­duğunu nakletmiştir;

    “Kıyamet gününde
    insanların azap bakımından en şiddetli­si olanlar, Mûsâvvir (yani Allah’ın
    yarattıklarına benzer şeyler yapan)lerdir. Kıyamet gününde o Mûsâvvirlere;
    “Haydi baka­lım! Yarattıklarınızı diriltin” denilir”[32]

    Bu konuda şöyle bir
    hadis daha rivayet edilmiştir: “Melekler, içerisinde köpek, suret (yani
    resim), heykel ve cünub bulunan bir eve girmezler.”[33]

    Yine bu konuda şöyle
    bir hadis rivayet edilmiştir:

    “Her kim bir
    suret yaparsa, Yüce Allah kıyamet günü o-nun yapmış olduğu suret ve heykeli
    karşısına getirecek ve ona, can (yani ruh) verene kadar azap edecektir. Zaten
    onun, ona can (yani ruh) vermesi de mümkün değildir.”[34]

    Bu anlatılanların hepsi
    insanların putlara tapmalarını en­gellemek suretiyle kötülük yollarını kapatmak
    (yani seddu’z-zerâi)[35] ve
    akideyi korumak için yapılmıştır. Nitekim Nûh kavminde meydana gelen bu fesat
    ve kötülük, daha sonra baş­kalarıyla ve onlardan da daha sonra gelenlere
    intikal etmiştir. [36]

     

    Kavminin, Kendisini Yalanlamaları Üzerine Hz.Nüh’un Buna
    Sabretmesi:

     

    Hz. Nûh (a.s)
    Allah’dan kendisine indirileni tebliğ etmek suretiyle kavmiyle mücadeleye
    girişmiş ve hiçbir kimsenin tahammül ve kudret göstermeye gücünün yetmeyeceği
    kavmi­nin eziyetlerine ve zulümlerine karşı sabretmiştir.

    Hz.Nüh’un kavmi ile
    olan mücadelesi, batın1 olan şeylere karşı yapılan mücadeleydi. Sabrı ise
    kavminin liderlerine, ezi­yetlerine, zorluklarına ve zulümlerine karşı idi.

    Hz. Nûh (a.s) yaklaşık 1000
    sene gibi uzun bir müddet zarfında Allah’ın davetine tebliğden vazgeçmemiş,
    Allah’ın rızasına gerekli olan nasihat ve hatırlatmaya başladığı andan itibaren
    zaafa düşmemiş, dimdik ayakta kalmış ve onlara karşı mücadelesini en güze] bir
    şekilde sürdürmüştür. Fakal Hz. Nûh (a.s)’ın bu davranışına karşılık olarak işe
    Nûh kavmine men­sup müşrikler, Hz.Nûh’u davetinden vazgeçirmek ve her türlü
    sabır ile sebattan onu müstağni kılmak için alay eden ve eğlen­ceye alan
    gruplar oluşturmuşlardı. Müşrikler bununla da ye­tinmeyip Hz. Nuh’u çeşitli
    ithamlarla suçlamışlardı ve çeşitli iftiralarda bulunmuşlardı. Onların bu
    davranışları, Hz.Nûh’un Allah’a olan imanını, teslimiyetini, sabrını ve
    mücadelesini daha da artırıyordu. Bundan dolayı Hz. Nûh (a.s), Allah’a ya­kın
    olan ve sabırlı olan ulu’1-azm peygamberlerdendi. [37]

     

    Hz. Nûh (a.s)’a Yapılan Çeşitli Suçlamalar:

     

    Hz. Nûh (a.s)’m,
    kavmine yapmış olduğu tebliğ karşılı­ğında ona yapılan ithamlar şunlardı:

    1. Hz. Nûh
    (a.s)’m akılsızlıkla ve sapıklık ile suçlanması: Yüce Allah bunu şöyle
    anlatmaktadır:

    “(Nûh) kavminin
    ileri gelenleri (Nuh’a): “Doğrusu biz, senin apaçık sapıklık içerisinde
    olduğunu görüyoruz” dediler. Nûh’da: “Ey kavmim! Bende bir
    “sapıklık”yoktur. Ben ancak alemlerin Rabbinin peygamberiyim,
    Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum, sizin bilmediğiniz şeyleri
    ben Allah katından (Jıaber ile) biliyorum. Sakınmanızı ve böylece rahme­te
    uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için aranızdan biri vasıtasıyla Rabbinizden
    size haber gelmesine mi şaşırıyorsu­nuz?” dedi.”[38]

    2. Hz, Nûh
    (a.s)’in delilik ile suçlanması.

    a. Yüce
    Allah, Kur’ân-ı Kerîm’indc bunu şöyle anlatmak­tadır:

    “(Ey Muhammedi
    Senin kavminden olan) bu putperestler­den önce de Nûh kavmi (kendilerine Allah
    tarafından Peygam­ber olarak gönderilen Nûh ‘u da) yalanmış ve (bununla da ye­tinmeyip)
    kulumuzu yalanlayarak ona; “deli”dir dediler ve o, (kavmi tarafından
    risaletini yerine getirmekten) alıkonulmuştur.[39]

    b.
    Kur’ân-ı  Kerîm,  onların kendi 
    dillerinden  Hz.  Nûh (a.s)’i delilikle nasıl suçladıklarını
    şöyle haber vermektedir:

    “Bu   adamda  
    (yani  Nûh ‘da)   nedense  
    biraz   “delilik”[40] var…

    3. Hz. Nûh
    (a.s)’m tartışmasının çokluğuyla ve (Allah ka­tından bir azap getireceğini
    söylemesinden ötürü) Allah’a karşı iftira etmekle suçlanması.

    Yüce Allah, Kur’ân-ı
    Kerîm’de bu konuda onlardan naklen şöyle buyurmaktadır;

    “Ey Nûh! Bizimle
    gerçekten tartıştın. Hem de (bizimle o-lan) tartışmam çoğalttın, eğer sen
    gerçekten doğru sözlü kim­selerden isen tehdit ettiğin azabı başımıza
    getir” dediler.”[41]

    4.  Hz. Nûh (a.s)’ın, taşlama ile tehdit
    edilmesi: ‘-“‘   Yüce Allah, bunu
    şöyle anlatmaktadır:

    “(Nûh kavminin
    ileri’gelenleri) “Ey Nûh! Eğer bu işe (ya­ni tebliğine) sek vermezsen,
    şüphesiz “taşlanacak” kimseler­den olacaksın ” dediler.”[42]

    5. Hz. Nuh
    (a.s)’ın yaptığı tebliğe, Nuh kavminin olay ve eğlence yoluyla karşılık
    vermeleri.

    Yüce Allah, bunu ise
    şöyle haber vermektedir:

    “(Nuh) gemiyi
    yaparken kavminin ileri gelenleri (Nuh’un) yanına uğradıkça (yaptığı işten
    dolayı) onunla “alay ederler­di” oda: “Bizimle (yaptığımız bu
    işten dolayı) “alay ediyorsu­nuz”. Ama (siz bizimle) “alay
    ettiğiniz” gibi (Allah’ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) bizde
    sizinle “alay edeceğiz” derdi.”[43]

    Nuh kavminin ileri
    gelenleri ve alt tabakadakiler, Hz. Nûh (a.s)’ın azmini ve gayretini köreltmek
    için eziyetlerini ve suç­lamalarını işte böyle davetçi, Hz. Nûh (a.s) gibi
    böyle bir şekil üzere bulunduklarında iftiralar ve suçlamalar, kafirlerin her
    zaman onlara karşı kullandığı bir silah olmuştur.

    Nûh kavmine mensup
    müşriklerin bu durumu, sadece Nûh kavmine ait bir özellik olmayıp kıyamete
    kadar gelecek olan bütün müşrikler ile yaratılmışların efendisi olan Hz.
    Muham-med (sav)’e şöyle demişlerdi:

    “(Mekkeli
    müşrikler) “Ey kendisine kitap indirilen kimse! Sen (böyle şeyleri
    söylediğinden dolayı) mutlaka “delisin” dediler.”[44]

    “Zalimler,
    (müminlere) “Siz sadece “büyülenmiş” bir a-dama
    uyuyorsunuz” diyorlar. ” (İsrâ: 17/47)

    Yine Mekkeli müşrikler
    Hz.Muhammed(sav) hakkında şöyle diyorlardı. “Kafirler; (kendilerine
    Peygamber olarak gönderdiğimiz Muhammed’e dair) “bu, çokça yalancı olan
    bîr ‘sihirbazdır’ dediler.” (Sâd: 38/4)

    Din düşmanları ve kafirler,
    her Peygamber ve davetçi bu şekil üzerine bulunduklarında devamlı olarak onlara
    karşı suçlama ve iftira silahını işte böyle kullanmaktadırlar. Bundan dolayı da
    davetçilerin ve ıslahatçıların, bu çeşit silahın bugün­kü soğuk savaş
    çeşidinden olduğunu mutlaka bilmesi gerek­mektedir. [45]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın, Kendi Kavmini Allah’a Davet Etmesi:

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın hayatı,
    zorlu ve sıkıntılı bir hayat olup kavmiyîe olan mihneti, elem verici.şiddetli
    bir mihnetti. Çünkü Hz. Nûh (a.s), kavmi arasında uzun nesiller ve zamanlar
    kaldı­ğı halde onlarda; sağır bir kulak, kapalı bir kalp ve taşlaşmış bir
    akıldan başka bir şey göremedi. Zira onların nefisleri, bü­yük bir kaya
    parçasından daha sert ve kalpleri, demirden daha sert bir hal almıştı.

    Hz. Nûh (a.s)’ın uzun
    müddet devam ettiği nasihat ve ö-ğüdü onlara bir fayda sağlamadı. Ayrıca
    Allah’ın azabıyla korkutması ile de onları yaptıkları şeylerden alı koyamadı.
    Zi­ra Hz. Nûh (a.s) onlara, nasihat ve öğüdü artırdıkça, onların daha da
    inadını ve kibrini artırıyordu. Ne zamanki Hz. Nûh (a.s) onlara Allah’ı
    hatırlatınca, bu hatırlatması onların sapık­lık fesadını daha da artırıyor ve
    diğer çeşitli sapıklık yollarına yöneliyorlardı. Üstelik Hz. Nûh (a.s)’ın
    davetine aldırış etmiyorlar ve Hz. Nûh (a.s)’m onları, Allah’ın azabıyla kor­kutması
    ve uyarması da bir fayda vermiyordu.

    Hz. Nûh (a.s) kavmi
    arasında yaklaşık 950 sene davetçi, öğütçü ve nasihatçi olarak kaldı. Bu zaman
    zarfında Hz. Nûh (a.s) onları sapıklıktan kurtarmak ve onları taşlar ile
    bakırlar­dan yapılmış putlara tapmaktan uzaklaştırmak için “hikmetli
    yolların” hepsini kullandı. Buna rağmen Nûh kavminin ileri gelenleri ile
    birlikte bulunan diğer kimseler ise hiçbir şekilde kurtuluş yolunu bulamadılar.
    Fakat Hz. Nûh (a.s), onlarm bu yaptıklarına rağmen gece-gündüz ve gizli-açık
    olarak davetine devam etti. Ama bunların hepsine rağmen Nûh kavminin kalp­leri
    yumuşamadığı gibi hakkı da bulamadılar.

    Ayrıca ihsanı kötülüğe
    ve lütfü zorluğa tercih ettiler. Bu­nunla yetinmeyip Hz. Nûh (a.s)’ı dövmeye,
    eziyet etmeye ve zulmetmeye yeltendiler. Fakat Hz. Nûh (a.s)’ın onların bu yap­tıkları
    karşısında şöyle demeye devam ediyordu: ‘*Ey Allahım! Kavmimi bağışla. Çünkü
    onlar, hakikati bilmiyorlar.”

    Tefsircilerin
    naklettiğine görefHz. Nûh (a.s), kavmine gi­diyor ve onları putlara tapmaktan
    vazgeçip bir olan Allah’a ibadet etmeye davet ediyordu. Bunun üzerine kavmi,
    Hz. Nûh (a.s)’a karşı bir araya toplanıp memleketten terk ettirecek bir şekilde
    onu dövüyorlar, bayıltmcaya kadar boğazını sıkıyorlar, soma da eti kemiğinden
    soyulmuş bir vaziyette hasırın içeri­sinde yolun kenarına atıyorlar ve ona:

      Bugünden itibaren (almış olduğun bu yaralar
    ile) yakın bir zamanda ölürsün ve azığın ile Cenab-ı Allah’a dönersin,
    diyorlardı. Onlar bu sözleri sarf ettikleri halde yine de Hz. Nûh (a.s) onlara
    -yaralı olduğu halde- geri dönüyor ve onları Al­lah’a davet ediyor. Fakat
    onlar, Hz. Nûh (a.s)’m bu hareketine karşılık yine daha önce yaptıkları
    hareketlerin benzerlerini ya­pıyorlardı.”

    İşte Nûh kavmi, Hz.
    Nûh (a.s)’a böyle eziyet ediyor ve ona zulmediyorlardı. Buna rağmen Hz. Nûh
    (a.s), kavminin kendisine bu yaptıklarına karşılık sabrediyor ve onlara azabın
    gelmesi için duada bulunmuyor, onlar için ve oğullan için hayr ve kurtuluşu
    umuyor ve:

      Belki Allah, onların soylarından davetimi
    kabul edecek ve kendisine iman edecek kimseleri çıkarır, diyordu. Bununla
    birlikte uzun bir müddet Hz. Nûh (a.s) ile beraber, onlardan iman edenler çok
    azdı. Hz. Nûh (a.s)’ın peygamberliği müddetinde ilk nesil yok olup gidince,
    onların yerine onlardan sonra daha kötüsü ve Allah’ın rahmetinden uzak olan
    kimseler geldi. Fakat yeni gelen bu nesil, oğullarına, Hz. Nuh’a iman etmeme­lerine
    dair tavsiyede bulunuyorlardı. Çocuk ergenlik çağına eriştiğinde babası,
    oğluna:

    – Ey oğlum! Bu adamın
    davetinden sakm ve ona yüz ver­me. Yoksa seni atalarının dininden ve
    ilahlarından geri gönde­rir, diyordu.

    Hz. Nûh (a.s), onların
    iman etmeyeceklerinden ümit ke­since, onların azaba uğratılması için Yüce
    Allah’a şöyle duada bulundu:

    “Nûh: “Ey
    Rabbim! (Gece-gündüz ve gizli-açık olarak kavmime tebliğde bulundum. Fakat
    bunun karşılığında onlar uzun bir müddet geçtiği halde iman etmediklerinden
    dolayı) kafirlerden yeryüzünde dolaşan hiçbir kimseyi bırahna! Çün­kü sen
    onları (yeryüzünde dolaşır bir vaziyette) bırakırsan (sana iman etıniş olan)
    kullarını (senin hak) yolundan çıkarır­lar, (sonra onlar) kötüden ve Öz
    kâfirden başkada çocuklar doğurmazlar”[46]

    Buna göre tufan, Hz.
    Nûh (a.s)’ın bu duasından sonra ol­muştur. Abdullah ibn Mesud (r.a)’ın şöyle
    söylediği rivayet edilmiştir:

    “Sanki ben, Hz.
    Peygamber(sav)’i, “Kan akıtıncaya kadar kavminin dövdüğü ve yüzündeki
    kanlan silmeye çalışan ve kavmi hakkında:

    – Ey Allah’ım! Kavmimi
    bağışla. Çünkü onlar hakikati bilmiyorlar” diyen peygamberlerden bir
    peygamberi anlattığını gorur gibiyim.[47]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Gemiyi Yapması:

     

    Hz. Nûh (a.s),
    kavminin iman etmesinden ümit kesince, uzun bir müddet bekledi. Daha sonra
    Cenab-ı Allah, kendisiyle birlikte iman edenlerden başka kavminden hiçbir
    kimsenin i-man etmeyeceğini ona variyetti.

    Yüce Allah bu olayı
    Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatmakta­dır:

    “Nûh ‘a,
    kavminden (seninle birlikte) iman edenlerden başkası iman etmeyecektir. Onların
    yaptıklarına üzülme ” diye (Allah tarafından) vahyolundu.”[48]

    Bunun yanı sıra Hz.
    Nûh (a.s), kavminin helak edilmesi ve yok edilmesine dair dua etmek suretiyle
    Allah’a sığındı. Bu­nun üzerine Allah, Hz. Nûh (a.s)’ın duasını kabul etti ve
    ona; “kavminin tufan ile helak edileceğini ve onlardan hiç kimsenin
    kalmayacağını” bildirdi.

    Bunun üzerine Yüce
    Allah, Hz. Nûh (a.s)’a kendisiyle bir­likte iman eden müminler,töpluluğunun
    tufan sırasında gerekli olan gemiye binmelerKiçin bir gemi yapmasını vahyetti.
    O zamana kadar Hz.Nûn ve kavmi gemi yapmasını bilmiyorlardı. İşte bundan dolayı
    Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a, gemi yapma­sını vahyetti ve ayrıca ona, gemiyi
    nasıl yapması gerektiğini de öğretti, nitekim YüCe Allah bu olayı şöyle
    anlatmaktadır:

    “(Ey Nûh!)
    gözetimimiz ve denetimimiz altında gemiyi yap. Zalimler hakkında Bana başvurma.
    Çünkü onlar suda bo­ğulacaklardır.”[49]

    Yüce Allah, Hz. Nûh
    (a.s)’a az önce (Yani Hûd: ll/37de) geçen emri vermişti ki, geri çevrilmeyen
    ilahi azap o kavme geldiğinde kendisi, affedilmeleri için Allah’a müracaatta bu­lunmasın
    ve şefaatçi olmasın diye. Çünkü Hz. Nûh (a.s), kav­mine gelen azabı gözüyle
    gördüğü takdirde olabilir ki onlar için yüreği yurkalaşirdı. Çünkü gözle
    görmek, duymak gibi değildir.

    Hz. Nûh (a.s),
    Allah’ın gözetimi ve denetim altında gemi­yi yapmaya başladı. Kavmi ise ona
    uğradığında, onunla yaptığı iş hususunda olay ediyorlar, eğleniyorlar ve ona:

    – Ey Nûh! Sen daha
    düne kadar bir Peygamber olduğunu iddia ediyordun. Bugün ise marangoz olmuşsun,
    diyorlardı. Ayrıca kavmi bununla da yetirmeyip Hz. Nûh (a.s)’m basma toplanıyor
    ve onun yaptığına bakarak hem alay ediyor ve hem de gülüşüyorlardı. Hz. Nûh
    (a.s) ise işi hususunda iyi olup kendisiyle alay eden ve gülen kimselere karşı
    şöyle cevap ve­riyordu:

    (Nûh) gemiyi yaparken,
    kavminin ileri gelenleri (Nuh’un) yanma uğradıkça (yaptığı işten dolayı) onunla
    alay ederlerdi. Oda:

    -“Bizimle
    (yaptığımız bu işten dolayı) alay ediyorsunuz. Ama (siz bizimle) alay ettiğiniz
    gibi (Allah’ın azabı üzerinize geldiğinde o zaman) bizde sizinle alay edeceğiz.
    Rezil edecek olan azabın kime geleceğini ve kime sürekli azabın ineceğini pek
    yakında göreceksiniz, derdi.”[50]

    Hz. Nûh (a.s), geminin
    yapımını bitirince Cenab-ı Allah ona, kendisiyle birlikte ailesini ve iman
    etmiş müminler toplu­luğunu dişi ve erkek olmak üzere her gruptan hayvanları
    yeni­lecek cinsten canlı yani ruhu bulunan ve neslinin devamını sağlamak için
    yukarıda sayılanların dışında kalan hayvanları gemiye yüklemesini emretti.

    Daha sonra Allah, gemi
    yapımının bittiğini ve tufanın baş­layacağına dair bir alameti ona gösterdi ki
    o alamet, tandırın su ile dolup taşmasaydı. Tefsircilerden çoğunun görüşüne
    göre bu tandırdan maksat; yeryüzünün şeklidir. Yani yeryüzünün diğer ;
    yerlerinden suyun kaynamasıdır.  İşte
    bu,  Hz. Nûh (a.s)’m L müminler ile
    birlikte gemiye binmesinin vaktiydi. Bundan son­ra tufan ve bütün yeryüzü halkı
    için boğulma olacaktı. Tufanın başlamasından itibaren gemideki yolcuların
    dışında yeryüzün­de kalanlardan hiçbiri boğulmaktan kurtulamadı…”[51]

    Ne zaman ki Yüce Allah’ın
    belirttiği alamet görününce Hz. Nûh (a.s), ailesi ve müminler gemiye bindiler.
    Daha önce­den yeryüzü halkının bilmediği ve ondan sonrada yağdırmadı­ğı bir
    yağmuru Allah, semadan yeryüzüne gönderdi… Yüce Allah yeryüzüne emrederek
    bütün vadi ve yeryüzünün diğer köşelerinden su çıkarttı. Bunun üzerine yeryüzü
    geniş yollara ve başka şekillere ayrılarak kaynadı. Nitekim Yüce Allah bu olayı
    “Kamer Sûresf’nde şöyle anlatmaktadır:

    “(Kavminin
    yalanlaması üzerine Nûh ‘da Rabbine) “Ben (onlara karşı) yenildim ve
    (artık onların iman edeceklerine dair ümidimi kestiğimden dolayı onlara
    göndereceğin bir azap ile) bana yardım et” diye dua etti. Bunun üzerine
    Bizde gök kapılarını sağanak sağanak boşanan (yani peş peşe ve oldukça fazla
    yağan) sularla açtık. Yeryüzünde de (adeta gürül gürül kaynayan) pınarlar
    fışkırttık, nihayet su, (yani bulutlardan a-kan sular ile yerden fışkıran
    pınarlar) Yüce Allah’ın dilediği şekilde Levh-i Mahfuz’da olacağı) takdir
    edilen bir emre göre birleşti. Nuh’u da tahtadan yapılmış çiviyle çakılmışa
    (yani gemiye) bindirdik. (Nûh ‘a karşı) nankörlük edilmiş olana mü­kafat olmak
    üzere (gemi) Bizim gözetimimizle yüzüyordu.”[52]

    Su, yeryüzünde bulunan
    dağın en büyüğünün doruk nokta­sını da aşarak on beş zira daha fazla yükseldi.
    Tufan, yeryüzü­nün uzunluğu ve eninde bütün her tarafını kaplamıştı. Tufanın
    yeryüzünün her yerini kaplaması itibariyle, tufan ile birlikte göz kapakları
    bulunan canlılardan hiçbirisi dahi yeryüzünde kalmayıp hepsi yok olup
    gitmiştir. Böylece su, Nûh kavminin üzerini de aşmış ve tufan, onları alıp
    götürmüştü. İşte tufan ile geminin dışında kalan bütün insanlar yok olup,
    insanlık tekrar Hz. Nûh (a.s) ile başladığından dolayı Hz. Nûh (a.s)’a
    “İkinci Ebu’l-beşer” denilmiştir. Çünkü tufandan sonraki yeryüzü
    halkı, Hz.Nûh ve gemide bulunan müminlerden türemiştir.

    Allah’a iman etmeyen
    Hz.Nûh’un oğlu ise, babasıyla bir­likte gemiye binmemiş ve helak olup
    gidenlerden olmuştur. Nitekim Yüce Allah, Hz.Nûh ile oğlu arasında geçen
    kıssayı şöyle anlatmaktadır:

    “(Nûh müminlere:)
    “Gemiye binin! (Su üstünde) yürümesi de (rotayı takip edişi sırasında)
    durması da Allah ‘in adıyladır. Doğrusu Rabbim, gafurdur ve rahimdir”
    dedi. Gemi dağlar gibi dalgalar içinde onları götürürken Nûh, bir kenarda ayrı
    kalmış oğluna: “Bizimle beraber gel ve gemiye hin! Kafirlerle birlikte
    olma (yoksa sende onlar gibi suda boğulur ve cehen­neme girersin) diye
    seslendi. O da: ”Bir dağa (gider) sığını­rım. (O dağ) beni sudan (yani
    boğulmaktan) kurtarır” deyince, Nûh: “Bugün Allah’ın rahmet edeceği
    kimselerden başkası için Allah’ın emrinden (yani tufandan ve suda boğulmaktan)
    kurtaracak (Hiçbir kimse) yoktur” dedi. Bunun üzerine arala­rına dalga
    girdi. Zaten oğlu da boğulanlardandı. Denildi ki: “Ey yeryüzü! Suyunu yut.
    Ey gökyüzü! Sende (yağmurunu) tut. Bunun üzerine su çekildi. (Allah’ın Nuh’a
    kavmini helak ede­ceğine dair) iş de bitti. Gemide Cûdî (dağına) oturdu ve
    “za­limler topluluğu yok olsun ” denildi.[53]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Çocukları:

     

    Hz. Nûh (a.s)’m dört
    çocuğu vardı. Bunlar Sâm, Hâm, Yâfes ve Ken’an idi. Ken’an’a gelince o, tufan
    esnasında helak olanlarla birlikte helak olmuştu… Çünkü o, Nûh kavmi gibi
    kafirlerdendi. O, kâfir olmakla birlikte babasının teklifine rağ­men babasıyla
    gemiye binmekten kaçınmıştı ve daha da ileri giderek:

    – “Beni sudan
    koruyacak yüksek bir dağa sığınırım”

    diyordu. Diğerleri
    gibi oda boğulmaktan kurtulamadı. O, memleketlerinde bulunan dağların en doruk
    noktasına kadar çıkmıştı. Fakat babasının davetini kabul etmedikçe Allah, ona
    bir mutluluk yolu yazmadı. Hz. Nûh (a.s) ise oğlunu şu sözle­riyle çağırıyordu:

    “- Ey oğlum!
    Bizimle birlikte gemiye bin. Dağın tepesine çıkmakla kurtulacağını
    zannetme.” Oğlu ise Hz. Nûh (a.s)’m bu davetine gerekli önemi vermedi.
    Bunun üzerine Hz.Nûh, arzusuna ulaşamamış ve başarılı olamamış bir vaziyette
    oğluna konuşmaktan vazgeçip oğlunun kurtulması için Rabbine şöyle dua ediyordu:

    “Nûh Rabbine:
    “Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdir. Se­nin (ailemi kurtaracağına dair)
    sözünde haktır. Üstelik sen, hakimlerin en hakimisin” diye yalvardı.”
    (Hûd: 11/45)

    Hz. Nûh (a.s)’m bu
    duası üzerine Cenab-ı Allah, Hz. Nûh (a.s)’ı şöyle azarlamaktaydı:

    (Bunun üzerine
    Allah’da:) “Ey Nûh! O katiyyen senin ailenden (yani kendilerini
    boğulmaktan kurtarmaya dair söz verdiğim aile halkından) değildir. Çünkü o,
    (nun iman etmemekle yaptığı iş) saüh olmayan bir iştir. O halde bilgin olmayan
    bir şeyi Benden isteme! Cahillerden olmaman (ve böylece dilemen caiz olmayan
    bir şeyi istememen) için sana öğüt veriyorum ” dedi.”[54]

    Hz. Nûh (a.s)’rn diğer
    üç oğluna gelince ise onlar, gemiye bindiklerinden dolayı boğulmaktan
    kurtuldular ve onların soylarından yeryüzü halkı meydana gelmiştir. Zira
    tufandan kıyamete kadar geçen müddet zarfındaki yeryüzü halkı, Hz. Nûh (a.s)’ın
    üç oğluna nisbet edilirler. Çünkü Yüce Allah bunlar hakkında şöyle
    buyurmaktadır:

    “Onun (yani Nûh
    ‘un) “soyunu” (oğullan vasıtasıyla) sürekli kıldık. “(Saffât:
    37/77)

    Buna göre Sâm,
    Arapların; Hâm, Habeşlilerin; Yâfes, Rumların atasıdır. Bu konuyla ilgili
    olarak bazı nebevi hadisler rivayet olunmuştur.

    a. Bu    hadislerden    birisi;    
    Ahmed    b.     Hanbel’in, Resulullah(sav)’den rivayet
    ettiği şu hadisi şeriftir:

    “Sâm, Arapların;
    Hâm, Habeşlilerin; Yâfes, Rumların atasıdır.”[55]

    b. Bezzâr,
    “Müsned” adlı eserinde Resulullah (s.a.v)’den şöyle rivayet etmiştir:

    “Nuh’un Sârn,
    Hâm, Yâfes adında oğulları vardı. Şam’dan, Araplar, Farslar, Rumlar türemiş
    olup hayr bunlardır. Yâfes’den, Ye’cüc-Me’cüc, Moğollar ve Slavlar türemiştir
    ki bunlarda hayr yoktur. Hâm’dan da, Kiptiler, Berberîler ve Sudanlılar
    türemiştir.”[56]

     

    Kafirlerin Helak Edilişinden Sonra Tufan’ın Sona Ermesi:

     

    Yeryüzü halkı tufan
    ile boğulduktan sonra kafirlerden hiçbir kimse yeryüzünde kalmadı. Bunun
    üzerine Allah semaya, yağmurunu tutmasını ve yeryüzüne ise çoğalıp taşan
    sularını içine çekmesini ve tekrar eski canlılığına dönmesini emretti.

    Gemi. “Cûdî”
    adı verilen bir dağın tepesine ulaştı. Bu dağ, Irak’taki Musul şehrinin yanında
    akmakta olan Dicle Nehrinin kenarında bulunan büyük bir dağdır.[57]

    Yüce Allah’ın şu ayeti
    kerimesi de buna işaret etmektedir:

    “Denildi ki:
    “Ey yeryüzü! Suyunu tut. Ey gökyüzü! Sende (yağmuru) tut. Bunun üzerine su
    çekildi. (Allah’ın Nuh’a kavmini helak edeceğine dair) iş de (böylece) bitti.
    Gemide “Cûdî” (dağına) oturdu ve zalimler topluluğu yok olsun”
    denildi.”[58]

     

    Gemi Halkının
    Tufandan Kurtulduktan Sonra Yeryüzüne İnmeleri:

     

    Gemi Cûdî dağının
    tepesine oturduğunda Yüce Allah, Hz. Nûh (a.s)’a ve onunla birlikte gemide
    bulunan müminlere, aziz ve rahman olan Allah’ın selameti, güveni ve bereketiyle
    ondan inmelerini emretti. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’inde bu kıssayı
    ise şöyle anlatmaktadır:

    “(Allah
    tararından Nuh’a: “Ey Nûh! Bizim katımızdan (boğulmaktan kurtulup esenliğe
    kavuşmuş olarak) selametle (gemiden) inin. Sana ve seninle birlikte olan
    ümmetlere hayr ve bereketler olsun ” denildi.”[59]

    Hz. Nûh ve onunla
    birlikte bulunan müminler yüz elli gün gemide kaldıktan sonra Muharrem ayının
    onuncu günü olan “Aşûrâ” gününde gemiden inmişlerdi. Bunun üzerine
    Hz. Nûh (a.s) bu Aşûrâ gününde tufandan kendilerini kurtardığı için Allah’a bir
    şükür ifadesi olarak oruç tuttu. Allah, Hz. Nûh ile birlikte bulunan müminlere
    de oruç tutmalarmı emretti. Onlarda, o gün Allah’a bir şükür ifadesi olarak
    oruç tuttular. Bu Âşûrâ gününde tutulan bu oruç, İsrail oğullarına tevarüs
    yoluyla geçti. İslam dini geldiğin de ise bugün Aşûrâ gününde tutulan orucu
    kabul edip onayladı. Bu günde oruç tutulacağına dair Resulullah (s.a.v)’den
    çeşitli hadisler nakledilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

    a.
    Resulullah (s.a.v), Medine-i Münevvere’ye geldiğinde Yahudilerin Aşûrâ gününde
    oruç tuttuklarını gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) onlara:

    – Tuttuğunuz bu oruç
    ne orucudur? Diye sordu. Onlarda:

    – Bugün Salih bir
    gündür. Zira bugün Yüce Allah’ın İsrail oğullarını düşmanlarından kurtardığı
    gündür. (İsrail oğullarını bu düşmanlarından kurtardığı için) Hz. Mûsâ, bugünde
    Allah’a bir şükür ifadesi olarak oruç tuttu” dediler. Bunun üzerine
    Resulullah (s.a.v):

    – Biz Musa’ya sizden
    daha layıkız, buyurdu ve o günde oruç tuttu ve ashabına da o günde oruç
    tutmalarını emretti.”[60]

    b.
    Tirmizfnin rivayet etliğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

    “Aşûrâ günü
    orucunun kendinden önceki seneye kefaret olmasını Allah’tan kuvvetle ümit
    ediyorum.”[61]

     

    Hz. Nûh ile Beraberindeki Müminlerin Gemide Kaldıkları
    Müddet:

     

    Daha önce de
    belirttiğimiz üzere; Hz.Nûh ile beraberinde bulunan müminlerin gemide
    kaldıkları müddet, yüz elli gündür. Bu rivayet, İbn Abbas (r,a)’dan
    nakledilmiştir.

    İbn Kesîr,
    “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinde de naklettiği üzere İbn
    Abbas(ra) şöyle demiştir:

    “Hz.Nûh ile
    birlikte gemide çoluk çocuklarıyla birlikte seksen kişi vardı. Onlar gemide yüz
    elli gün kaldılar. Yüce Allah gemiyi Mekke’ye doğru yöneltti. Gemi, Kabe’nin
    etrafında kırk gün dönüp-dolaştı. Daha sonra gemiyi Cûdî dağına doğru yöneltti
    ve Cûdî dağının tepesinde karar kıldı.”[62]

     

    Hz. Nûh
    (a.s)’ın Vefatı:

     

    Hz. Nûh (a.s) tufandan
    önce 950 sene kavmi içerisinde yaşamış ve tufandan sonra da bir müddet[63] -bu
    müddeti en iyi bilen Allah’tır- daha kaldıktan sonra vefat etmiştir.

    İbn Abbas(r.a)’ın
    şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

    “Hz. Nûh (a.s)
    1000 seneden fazla yaşamıştır. Onun ömrü, insanoğlu içersinde yaşayanların en
    uzun Ömürlü olanıydı.”

    Fakat İbn Abbas
    (r.a)’dan nakletmiş olduğumuz bu rivayetin sıhhatinde gerçek bir kopukluk
    vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de (yani Ankebut: 29/14’de) anlatıldığı üzere
    Hz.Nûh, kavmi ile birlikte risâletle görevlendirildiğinden itibaren 950 sene
    yaşamıştır.

    Bu konudaki görüşlerden
    tercih edilene göre; Hz. Nûh (a.s), Mekke-i Mükerreme’de bulunan Mescid-i
    Haram’ın yakınına defhedilmiştir. Rahmeti geniş olan Allah, Hz. Nûh (a.s)’a
    rahmet etsin. [64]

     

    Hz. Nûh (a.s)’ın Kendi Şahsına Ait Bazı Özellikleri:

     

    1. Hz. Nûh
    (a.s), bir şeriat ile gelmiş resullerin ilki,

    2. Yaş
    bakımından peygamberlerin en uzun olanı,

    3. Gönderilmiş
    peygamberlerin şeyhi,

    4. Peygamberler
    içerisinde kavmini şirkten sakındiranların ilki,

    5. Halkı
    Allah’a davet edenlerin de ilki,

    6. Allah,
    Hz.Nûh’u,  “şükredici bir kul”
    (İsrâ: 17/3) diye isimlendirmiş,

    7. Misâk
    olma hususunda Yüce Allah, Hz.Muhammed (s.a.v)’den sonra onu zikretmiş,[65]

    Allah’ın salât ve selamı
    onların hepsinin üzerine olsun. [66]

     



    [1] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 301.

    [2] Hz. Nûh (a.s)’m bu şekilde soyunu zikreden tarihçilerden
    bazıları şunlardır: İbn Kesîr, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 1/100; İbn Esîr,
    el-Kâmil, 1/47; Mes’ûdî, Murucu’z-Zeheb, 1/37; Belâzürî, Ensabü’l-Eşraf, 1/3;
    Ya’kubî, Tarih, I/8(ç).

    [3] Hz. Nûh (a.s)’in, Hz. İdrîs (a.s) ile Hz. Adem
    (a.s)’in oğlu Şü arasındaki soy silsi­lesinde dört kişi vardır. Bunlarda
    şunlardır: Yerd b. Mehlâil b. Kayn b. Enuş. bunu da yukarıda ismi zikredilen
    tarihçiler nakletmiştir.(ç).

    [4] TevrâL Tekvin 7/6, 9/28-29 (ç).

    [5] Buharî’nin rivayet ettiği bu hadisi, Buhaıî’nİn
    Sahîh’mde bulamadım. Ayrıca bu hadis için Concardanca’da da bir şey
    geçmemektedir. Yalnız bu hadisle ilgili olarak b.k.z: İbn Kesîr, Tefsir 1/218,
    Daru’l-Kalem Hakim, Müstedrek, n/546-547.(ç).

    [6] îbn Hibbân, Sahih, VHI/24. H.No: 6157(ç).

    [7] îbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/100 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 301-302.

    [8] Al-i İmrâtv. 3/33: Nisa: 4/163; En’âm: 6/84; A’râf:
    7/59. 69; Tevbe: 9/70; Yûnus: 10/71; Hûd: 11/25, 32, 3, 42, 45, 46, 48, 89;
    İbrahim: 14/9; tsrâ: 17/3. 17; Meryem: 19/58; Enbiyâ: 21/76; Hacc: 22/42;
    Müminûn: 23/23; Furkâıı: 25/37; Şuarâ: 26/105, 106. 116: Ankcbût: 29/14; Ahzâb:
    33/7; Saffât: 37/75, 79; Sâd: 38/12; Ğafir (Mümin): 40/5, 31; Şûra: 42/13; Kâf:
    50/12; Zâriyât: 51/46; Necm: 53/52; Kamer: 54/9; Hadîd: 57/26; Tahrîm: 66/10;
    Nûh: 71/1, 21, 26. Bunlardan on tanesi izafetle gelmiştir, (ç)

    [9] Hz. Nûh (a.s)’m kıssası, Kur’ân-ı Kerîm’in 28
    Sûresinde geçmektedir. Bunludan beşi dalıa Önce yazarımız Sabunî taralından
    nakledilmiştir. Geri kalan on düt sure­de ise bazen detaylı ve bazen de kısa
    olmak üzere Hz. Nûh (a.s)m kıssası anlaü-rnıştır. Bu dokuz sure ise şunlardır:
    Yûnus: 10/71-74; Enbiyâ: 21/72, 77: Furkân: 25/37; Ankebût: 29/14-15; Saffât:
    37/75-82; Ğafir (Mümin): 40/5; Zâriyât : 51/46; Necm: 53/2; Nûh: 1 28 (ç)

    [10] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 303.

    [11] Nûh: 71/1.

    [12] B.k.z: İsrâ: 17/3.

    [13] Bu hadisin geçtiği yerler için B.k.z: EHıharî, Enbiyâ
    3, 8, Tefsir Beni İsrail S, Tefsir Nûh. Tefsir Bakara 1, Tevhid 19, 36, 37,
    Rikâk 51; Müslim, İmân 327 (194), 322 (193); Tirmizî, Kıyamet 11 (2436) tbn
    Esir; Câmhı’1-Usûl, 10/482; İbn Hacer el-Askalanî, Fethüi-Bâri; 6/371 (ç).

    [14] Bu konuda geniş bilgi için B.k.z sh: 8 (ç).

    [15] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 304-306.

    [16] Hz.Nûh (a.s)’in ne kadar yaşadığı konusunda alimler
    ansında ihtilaf vardır. Bu-nunia ilgili açıklama birazdan yapılacaktır. Ayrıca
    yine bu konu, Hz.Nûh (a.s)’in kıssasının sonunda tekrar bahsedilecektir, (ç).

    [17] Burada kadınlar hariç tutulmuştur.(ç).

    [18] Eu rivayet için b.k.z: Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i
    Kebir, 17/228; Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmı’1-Kur’an, 9/35; îbn Kesir, el-Bidâye
    ve’n-Nibâye. 1/98; Taberî, Tarîhur-Rüsûl ve’1-Mülûk, 1/95. Ayrıca bu üç
    rivayetin dışında onların sayısı ile ilgili olarak 7, 8. 12, 13, 20 rivayetleri
    nakledilmiştir, (ç).

    [19] Ulu’1-azm peygamberleri ile ilgili bir hadis için
    b.k.z: Hakim, Mesledrek. 2/546.

    [20] Tevrat, Tekvin. 7/6; 9/28-29 (ç).

    [21] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 306-309.

    [22] Nûh kavminin taptıkları putların isimleri; Nûh:
    71/23’de geçtiği üzere şunlardır: Ved, Suva, Yeuk ve Nesr. Aslında bunlar, Nûh
    kavminin salİh kimseeriydi. Fakat Nûh kavmi, aşın gittiklerinden dolayı Allah’ı
    bırakp bu salİh kimselere taptılar.(ç).

    [23] Nûh: 71/1-3.

    [24] Nuh: 71/5-20.

    [25] Bakara: 2/12-13.

    [26] Hakim, Müstedrek, 2/546-547 (ç).

    [27] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 309-312.

    [28] Nûh: 71/21-24.

    [29] Buharî, Salât48, 54, Cenaiz 71, MenâkibırL-Ensâr 37;
    Müslim. Mesâcid 16, 18; Nesâi, Mesackl 13, Müsiıed 6/51; İbn Hacer eî-Askaianî,
    FethiTl-BÜn, 3/208 (ç).

    [30] Bazıları bu putların Araplara intikal ettiği değilde
    sadece isimlerinin Araplara intikal ettiği görüşündedir. Bununla ilgili olarak
    b.k.z: Said Ha’va, el-Esâs-ı fi’t-Tefsir, 15/361 (ç).

    [31] Buhârî, Tefsir Sure-i Nûh 1; İbn Esir, Câmiu’1-Usûi..

    [32] Buharı, Libâs 89, 91, 92, 95, Edeb 75, Tevhid 56;
    Müslim, Libas 96, 97, 98, 99; Nesâi Zinet 112, Müsned 1/275, 426; 2/26, 55, 4
    (ç).

    [33] Buharı, BediH-Halk 7, 17, Nikâh 76, Mağazî 12, Enbiyâ
    8. Libas 92, 95 Müslim Libas 85, 86, 96; Ebu Davut, Taharet 89, Libas 44, 45;
    Tirmizî, Edeb 44; Nesâi Taharet 167, Sayd 9, 11, Zinet 110; Darimi, İsti’zan
    34, Müsned 1/83, 104, 107, 139, 146, 148, 150, 277; 2/90; 4/28, 29, 3,; 6/143,
    246, 330 (ç).

    [34] Buharı, Tabir 45, Büyü 104, Libas 97; Müslim, Libas
    100, 99; Ebu Dâvud, Edeb 88; Tirmizî Libas 19; Nesaî. Zinet 112; Müsned 1/216,
    241, 246, 308, 350, 359, 360; 2/145, 504 (ç).

    [35] SeddiTz-Zerâyi: ”Kötülüğe vesile olan sebepleri
    engelleyerek ortadan kaldırmak­tadır.” Zerîa, vesile demektedir. Buna göre
    harama vesile olan haram, helale vesile olan helal, vacib’e vesile olan vacib
    ve mubaha vesile olanda mubah olmaktadır. Hanefiler, bu delili uygulamalı
    olarak kullanırlar, (ç).

    [36] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 312-315.

    [37] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 315-316.

    [38] A’râf: 7/60-63.

    [39] Kamer: 54/9.

    [40] Mii’minûn: 23/25.

    [41] Hûd: 11/32.

    [42] Şuarâ: 26/116.

    [43] Hud: 11/38.

    [44] Hicr: 15/6.

    [45] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 316-318.

    [46] Nuh: 71/26-27.

    [47] Buharî. Enbiyâ 54; Müslim, Cihad 104: îbn Mâce, iten
    23 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 319-321.

    [48] Hûd: 11/36.

    [49] Hûd:ll/37.

    [50] Hûd: 11/38-39.

    [51] Tufanın bütün yeryüzünü mü yoksa yeryüzünün belirli
    bir kısmını mı kapladığı konusu alimler arasında ihtilalidir. Yazarımız
    Sâbûm’de tufanın bütün yeryiziinü kapladığı görüşünü benimsemektedir. Doğruyu
    en iyi bilen Allah’tır, (ç).

    [52] Kamer: 54/10-14.

    [53] Hûd: 11/41-44.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 322-323.

    [54] Hûd: 11/46 (Hz.Nûh (a.s)’ın Allah tarafından
    azarlanmasına dair genççe bilgi masumiyetler bahsinde geçmişti. Geniş bilgi
    için oraya bakılabilir) (ç).

    [55] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 2/546; Tirmizî, Sünen, 5/365;
    Halcim, Müstedrek, 2/546.

    [56] Bu hadis Bezzâr1 in Müsned adlı kitabında rivayet
    edilmiştir. Bu hadisin senedi-de bulunan Yezid b. Sinan Ebu Ferve er-Rchâvî
    tümden zayıf bir ravi olup güveri-lir birisi değildir. Aynca bu hadisin bir
    benzerini İbn Abdİlberr rivayet «iniştir. “Yine buna benzeyen başka bir
    hadiste Said b. Müseyyeb’ten rivaye! cdihniştir. (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 326-327.

    [57] Hûd Sûresi ayet 44′ te, Hz,Nûh’un gemisinin Cûdî
    dağına oturduğu bildirilmekt-dir. Şimdiye kadar Müslüman tarihçiler ile
    tefsirciler, bu ayetten yola çıkrak, Cûdî dağının, Irak’taki Musul şehrinin
    yanında akmakta olan Dİcle kenarnda olduğunu söylemektedirler. Üstelik
    yeryüzünün başka bir yerinde “Cûdî” dağı adında bir dağda yoktur.
    Buna rağmen ne hikmetse, Hz. Nuh’un gemisi, Ararat yani Ağrı d-gında
    aranmaktadır. Her halde bu Tevrat’ın tahrif edilmediğim ispatlamak için
    3a-pılan bir oyundur. Çünkü Tevrat’a göre Hz. Nuh’un gemisi Ağrı dağına
    oturmıştur.

    [58] Hud: İl/44.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 328.

    [59] Hûd: 11/48.

    [60] Buhârî, Savm 69. Menâkibu’l-Eiısâr 52, Tefsir süre
    Yûnus 1, Tefsir sure Tâhâ 2. Enbiyâ 24; Müslim, Siyam 127-130; Ebu Dâvud, Savm
    63; Dârimî, Savm 46; Müsned, 1/291, 310, 336, 340; 2/359: 4/409 (ç).

    [61] Tirmizî, Savm 47; Ebu Dâvud, Savm 53: İbn Mâce, Siyam
    41, Müsned 5/308, 311, 295-297, 304, 307; Müsiim, Siyam 196 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 328-330.

    [62] îbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye,   1/98.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 330.

    [63] Bu konuda alimlerin ihtilafları var. Çünkü Kur’ân-ı
    Kerîm ve Nebevi sünnetten Hz.  Nûh  (a.s)’m ne kadar yaşadığına  dört bir rivayet yok.  Sadece Ankebut: 29/14’de Hz.Nûh (a.s)’m 1000
    seneden 50 ytl eksik olmak üzere 950 yıl peygan-berlik yaptığı
    bildirilmekledir. Alimler bu konuda kendilerini zorlamaya giderek birçok
    görüşler iieri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin çoğu Tevrat, Tekvin 9/28-29:dan
    alınmıştır. İbn Kesîr ve yazarımız Sabimi, bu konuda kesin bir görüş ileri
    sürmekten kaçınmaktadırlar. Sadece Kur’an’in verdiği bilgiyİe yetinmektedirler,
    (ç).

    [64] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 330-331.

    [65] Bununla ilgili olarak b.k.z: Ahzâb: 33/7 (ç).

    [66] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 331.

  • Kurân-I Kerîm’de Tasvir Ettiği Üzere Hz. Adem (A.S)


     


    BEŞİNCİ BÖLÜM
    1


    KURÂN-I KERÎM’DE
    TASVİR ETTİĞİ ÜZERE HZ. ADEM (a.s)

    1


    Hz. Adem
    (a.s)’ın Kıssası

    1


    Hz. Adem
    (a.s)’ın Yaratılmasından Alınması Gereken İbret Tablosu
    .
    1


    Hz. Adem
    (a.s)’ın İnsanlığın İlk Atası Olması

    2


    Hz. Adem
    (a.s)’ın İnsanlardan Yaratılanların İlki Olduğuna Dair Deliller
    .
    3


    Darwin
    Teorisi Ve Bunun Kur’an Ve Vakıayla Çelişmesi

    5


    Darwin
    Teorisinin İlmi Çerçevede Çürütülmesi

    5


    Darwin
    Teorisinin Gerçek Amacı:

    6


    Bazı İlim
    Adamlarının Bu Teoriyi Kabul Etmesi:

    6


    Üstad
    Neccâr’ın Bu Konuyla İlgili Önemli Bir Görüşü:

    7


    Hz. Adem
    (a.s)’ın Yaratılması Sırasında Geçtiği Merhaleler
    .
    7


    1. Toprak
    Merhalesi:

    7


    2. Çamur
    Merhalesi:

    8


    3. Yaratılış Merhalesi:
    8


    Hz. Adem
    (a.s)’ın Nesli:

    8


    Meleklerin
    Hz. Adem (a.s)’a Secde Etmeleri:

    9


    İblis
    Meleklerden midir?
    .
    9


    Hz. Havva’nın
    Yaratılışı:

    11


    Ayetlerde
    Geçen Cennetin “Huld Cenneti” Olduğuna Dair Cumhurun Delilleri:

    11


    İblisin Hz.
    Adem (a.s)’i Aldatması:

    12


    Hz. Adem
    (as)’ın Oğulları Habıl İle Kabil’in Kıssası

    12


    Hz. Adem
    (a.s)’in Yeryüzünde İstihlâf Edilmesinin Hikmeti:

    13


    Hz. Adem
    (a.s) Nebi midir?:

    14


    Hz. Adem (a.s)’ın
    Peygamberliği Etrafında Dolaşan Şüpheler
    .
    14


    Melekler ile
    Cinler Arasındaki Fark Nedir?
    .
    15


    Şeytanlar ile
    Cinler Arasındaki Fark:

    17


    Hz. Adem
    (A.S)’ın Kıssasından Alınması Gereken İbretler
    .
    18


    Hz. Adem
    (a.s)’ın Vefatı

    19

     



    BEŞİNCİ BÖLÜM

     



    KURÂN-I KERÎM’DE TASVİR
    ETTİĞİ ÜZERE HZ. ADEM (a.s)

     


    Hz. Adem (a.s)’ın
    Kıssası

     

    Hz. Adem (a.s)’m
    kıssası, bütünüyle insanlığın kıssasıdır. Onun hayatı, Yüce Allah’ın, bu
    dünyanın imar olunmasını, bu varlığı ortaya çıkarmayı ve bu hayatı tamamlamayı
    ve bu insa­nın ortaya çıkışını kuvvetlendirmeyi istemesi anından itibaren en
    mükemmel bir şekilde yaratılan bu varlığın hayatıdır…!

    Hz. Adem (a.s)’ın
    kıssası, baştan sona mükemmel bir haya­tın kıssası ve insanların yeryüzünde
    görüldüğü andan, her şey Allah’a dönünceye yani kıyamete kadar geçecek olan
    varlığın kıssasıdır…!

    Hz. Adem (a.s)’ın
    kıssası, uzun bir zaman bu alemde yaşa­yıp arkalarına eserler ve nesiller
    bırakarak göçmüş geçmiş de­virlerin kıssasıdır.,Bunu dile getiren şair şöyle
    demektedir:

    “Bu
    eserlerimiz, bizi gösteren eserler imizdir. O halde bun­lar, bizden sonraki
    eserlere bakın diyen nice milletlerin hayat kıssasıdır.”

    [1]

     


    Hz. Adem (a.s)’ın
    Yaratılmasından Alınması Gereken İbret Tablosu

     

    Hz. Adem (a.s) topraktan
    yaratıldı. Soyu ise tabii ve normal olarak evlenme ve üreme yoluyla çoğaldılar
    deyip geçenleyiz. Çünkü Hz. Adem (a.s)’m topraktan yaratılışı, tarihi açıdan
    ö-nemli bir konuyu ve büyük bir yaratılmayı içermektedir. Üste­lik bunda
    herhangi bir şeye, “Kün feyekün” yani “ol” deyince anında
    oluveren ilahi yüceliğin ve Rabbani gücün görüntüleri tecelli etmiştir… İşte
    Hz. Adem (a.s)’m topraktan yaratılışı yeni bir varlığın yaratılmasının ve yine
    bu varlığın yaratılmasındaki icazın doruğunu göstermektedir. Çünkü yeryüzünde
    bulunan bütün insanlar bir “sinek” veya bir “sivrisinek”
    yaratmak üzere bir araya gelip toplansalar bile buna güçlen yetmez. O halde
    kalbi, gözü kulağı ve aklı olan insanı nasıl meydana getirebilir­ler? Çünkü
    “yaratanların en güzeli olan Allah (her şeyden) yü­cedir” (Mü’minûn:
    23/14) İşte bu durumu; yokluktan varlığı yaratan ve zayıftan kuvvetliyi,
    durgunluktan hareketliliği, can­sızdan canlıyı ve ruhu meydana getiren üstün
    ilahi kudretin bir tecellisidir. Zira en güzel bir şekilde ve en iyi bir
    biçimde -Allah’ın ilahi kudretiyle- hareketsiz olan toprak hareketli bir duruma
    geçiyor, cıvık bir durumda olan çamur konuşabilir bir duruma geliyor, cansız
    olan varlık üstün bir insan haline geli­yor. Nitekim Yüce Allah, bunu şöyle
    anlatmaktadır:

    “Onun
    (yüceliğine, kudretinin kemâline delâlet eden) ayet­lerinden biri de;
    “Sizi topraktan yaratması ve ardından da he­men yeryüzüne yayılan insanlar
    olmanızdır”
    [2]

    İşte ayeti kerimede
    geçen, topraktan yaratılan kimse Hz. Adem (a.s)’dır. Ardından yeryüzüne yayılan
    insanları ise onun, neslidir. Aslında Hz. Adem (a.s)’ın bu kıssası, bütün
    yaratılmış­ların kıssasını içermektedir… Çünkü Allah, mahlûku yani Hz. Adem
    (a.s)’ı çamurdan yaratıyor,
    [3] daha
    sonrada onun neslini küçük bir damla sudan yaratıyor
    [4] ve bu
    nesli de kendi vekili olarak yeryüzüne yerleştiriyor, yeryüzünü de bu varlığın
    emri altına veriyor ve adaleti ikame edebilmesi içinde bu insanı hali­fe
    yapıyor.
    [5] 
    Buna rağmen bu zayıf yaratık Rabbine karşı yü­celmeyi
    ve onun mülkünde onunla mücadele etmeyi istiyor ve Allah’ın emirlerine isyan
    etmekle de cesaretlenmektedir!!

    Ademoğlu, dün daha
    bilinen bir şey değilken bugün Al­lah’ın varlığını inkar etmeye yeltenişi garip
    değil midir?!! Yine kendi varlığı, Allah’ın varlığına delil olduğu halde
    Allah’ın ni­metlerine küfretmesi garip değil midir?!! Şöyle buyuran yüce Allah
    gerçekten de güzel söylemiştir:

    “Cam çıksın o
    insanın, o ne nankördür! Allah onu hangi şeyden yaratmış? Onu meniden yaratıp
    merhalelerden geçire­rek ona şekil vermiş; sonrada onu öldürür ve kabre koyar,
    son­ra dilediği zaman onu tekrar diriltir. Hayır! (İnsan) Allah’ın kendisine
    emrettiği şeyi hala yerine getirmemiştir.”
    [6]

    Allah’ın varlığını
    inkar eden ey garip kimse!! Sen Allah’ın varlığını inkar etsen bile kainattaki
    her zerre Allah’ın var oldu­ğuna delalet etmektedir.

    Allah’ın ayetlerini
    yalanlayan ey garip kimse! Varlığındaki her hareket Allah’ın vahdaniyetine yani
    birliğine ve yüce kud­retine delildir.

    Keskin güneş ışığını
    görmeyip de gözünü kapatan ve kaina­tı yönetenlerin sesini işitmeyip de
    kulakları sağır olan ey garip kimse!

    Şöyle buyuran yüce
    Allah, gerçekten de güzel söylemiştir:

    ”Körlük dediğin
    gözlerinki değildir. Asıl göğüslerde olan kalblerin körleşmesidir.”
    [7]

    Şairde bunu şöyle dile
    getiriyor:

    “Hayret! Her şey
    de Allah’ın birliğine delâlet eden alamet­ler, her hareket ve sükûnetlikte
    ebedi şahitler olduğu halde kişi, Allah’a nasıl isyan eder yahut nasıl bilerek
    onu inkar eder?”

    Hz.
    Adem (a.s)’m kıssası, hayretliği gösteren bir kıssa değil midir?! Bu kainatta
    var olan insanın varlığı, Allah’ı düşünmeye ve O’nu tefekkür etmeye çağırmıyor
    mu?! Hz. Adem (a.s)’ın yaratılışı topraktan ve O’na iman ile yakînin
    gerektirdiği ça­murdan değil midir? Çünkü Yüce Allah “Öyleyse insan neyden
    yaratıldığına bir baksın; o insan, erkek ve kadının beli ile gö­ğüsleri
    arasından atıla gelen bir sudan (yani meniden) yaratıl­mıştır. Şüphesiz Allah,
    insanı tekrar yaratmaya kadirdir.”
    [8] bu­yurmaktadır.
    [9]

     


    Hz. Adem (a.s)’ın
    İnsanlığın İlk Atası Olması

     

    Kur’ân-i Kerîm Hz.
    Adem (a.s)’in yaratılışım bize anlatmış ve onun bu varoluş hakkında yeryüzünün
    sathında ortaya çıkan insanlıktan yaratılmış olanların ilki olduğunu bize haber
    ver­miştir. Buna göre Hz. Adem (a.s), yaratılmışların atası yani Ebu’l-beşer
    olup bu alemin temelini oluşturan, yeryüzü sakinle­rinin hepsi ondan türeyip
    çoğalmış ve ondan önce insan türün­den bir varlık yaratılmamıştır. Fakat
    insanın yaratılıp yeryüzüne indirilmesinden Önce orada onun dışında melekler
    yaşamaktay­dılar. Cinlerin de Hz. Adem (a.s)’dan önce yaratılmış mahlûk olması
    da meleklerinki gibidir. İşte bunlardan dolayı Allah’ın ezeli hikmeti bu insanı
    yaratmayı gerekli kılmıştır. Şanı Yüce Allah, meleklere, yeryüzünde bir halife
    yaratacağını haber ver­diğinde onlar, onun neslinden gelen kimselerin kanlar
    dökece­ğini ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaracakları şeklinde cevap vermişlerdi.
    Bunun peşi sıra melekler, Allah’a bu insanı yarat­masındaki “ilahi
    hikmetini” sormuşlar ve böyle bir şeyi de ga­ripsemişlerdi. Zaten şu ayeti
    kerimede buna işaret etmektedir:

    “Hani Rabbin
    meleklere; “Ben, yeryüzünde bir halife yara­tacağım ” demişti. Bunun
    üzerine (melekler): “Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken
    yeıyüzünde fesad (yani bozgun­culuk) çıkaracak ve kanlar dökecek birisini mi
    yaratacaksın? ” demişlerdi. Bunun üzerine (Allah da): “Ben, sizin
    bilmedikleri­nizi bilen birisiyim” dedi.
    [10]

    Allâme Kurtubî,
    “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an’ adlı tef­sirinde bunu şöyle anlatıyor:

    “Kesin olarak
    biliriz ki; “Melekler ancak Allah’ın kendile­rine Öğrettiği şeyleri
    bilmektedirler ve Allah’ın sözünün önüne geçemezler. Çünkü Yüce Allah,
    “Melekler Allah’ın sözünün Önüne geçemezler”(Enbiyâ: 21/27)
    buyurmaktadır. Bunu da melekleri, övme yönüyle söylemiştir… Melekler,
    Allah’a; “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birisini mi ya­ratacaksın?”
    (Bakara: 2/30) diye nasıl soru sorabilir? Buna cevap ise, melekler daha önceden
    yeryüzünde yaşayan cinlerin, birbirlerinin kanlarını döktüklerini ve yeryüzünde
    fesad çıkar­dıklarım görmüşlerdi ve bunu biliyorlardı.

    İşte bu Hz. Adem
    (a.s)’m yaratılmasından önce yeryüzünde cinlerin yaşadığını göstermektedir.
    Zira cinler yeryüzünde fesad çıkarmışlar ve birbirlerinin kanlarını
    dökmüşlerdi. Bunun üze­rine Allah Cebrail’in komutanlığında meleklerden oluşmuş
    bir orduyu onlara gönderdi. Melekler onlarla savaştılar onların bir kısmını
    öldürdüler ve bir kısmını da denizlerdeki odalara ve dağların tepelerine
    sürdüler. İşte bundan dolayı meleklerin “yeryüzünde yaratacaksın”
    sözleri, özel bir soruya yönelik ola­rak gelmiştir. Buna göre bu halife,
    yeryüzünde yaşamış olan cinlerden önce geçen bir yol üzere midir? Yoksa onların
    yolu üzere midir?

    Bir rivayete göre;
    Yüce Allah yaratacağı bu halifenin nes­linden gelen bir topluluğun, yeryüzünde
    fesad çıkaracaklarını ve birbirlerinin kanlarını dökeceklerini meleklere
    bildirmiştir. İşte bundan dolayı da melekler ya, Allah’ın kendisine isyan
    e-deceğini bildiği bu halifenin Allah’ın onu kendi yerine vekil olarak
    bırakmasından şaşırdıklarından dolayı bu sözü söylemiş­lerdir….”
    [11]

    Buna
    göre bizim; meleklerin sorusunu, Allah’ın yarattığına veya dilemesine ve
    isteğine itiraz etmediklerini anlamamız ge­rekmektedir. Onlar sadece Allah’ın
    yaratmak istediği bu varlığın kendisine isyan edeceğini, birbirlerinin kanlarım
    dökecekle­rini ve yeryüzünde fesad çıkaracaklarını bildiği halde- niçin
    yaratmak istediğinin sebebi hikmetinin açıklanması maksadıyla Allah’a bu soruyu
    sormuşlardır. Yoksa -daha önce de geçtiği üzere- başka bir maksattan dolayı
    değildir. Çünkü melekler, Allah’ın emirlerine karşı isyan etmezler ve onlardan,
    Allah’ın emrine karşı bir muhalefetin ve itirazın meydana gelmesinin
    düşünülmesi bile mümkün değildir.


    [12]

     


    Hz. Adem (a.s)’ın
    İnsanlardan Yaratılanların İlki Olduğuna Dair Deliller

     

    Kur’ân-ı Kerîm
    ayetleri; “Hz. Adem (a.s)’m insan türünden yaratılmışların ilki olduğunu
    ve yine ondan önce yeryüzünde bu insan türünden hiçbir varlığın
    yaşamadığını” destekleyici ola­rak gelmiştir. İşte böylece semavi
    kitapların hepside bunda bir­leşmektedir. Bununla birlikte vahye dayanan
    şeriatlar ile dinle­rin bütün mensuplarından “Hz. Adem (a.s)’m
    yaratılmışların atası ve insan cinsinden yaratılmışların ilki olduğu”
    şeklinde gelen haberler ve rivayetlerde bunu desteklemektedir. Kur’ân-ı
    Kerîm’de geçen delillere gelince ise bunlar bazısını nakletmek­le
    yetinebileceğimiz kadar çoktur. Bunlar ise aşağıda geldiği üzere şunlardır:


    1.

    İnsanlara, atalarının Hz. Adem (a.s) olduğunu nisbet et­mek suretiyle nidaların
    tekrar edilmesi.

    Yüce Allah bununla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Ey Ademoğullari!
    Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine gös­termek için elbiselerini soyarak
    ana-babanızı cennetten çıkardıysa, sakın aynı şekilde sizi de fitneye
    düşürmesin…”
    [13]

    Yine Yüce Allah
    bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Ey Adem oğullan!
    Size çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve giyip süsleneceğiniz bir elbise
    indirdik. Takva elbisesi ise, daha hayırlıdır…”
    [14]

    Yiric Yüce Allah
    bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Ey Ademoğulları!
    Her namaz sırasında (veya mescide gi­derken) zinetinizi alın. Yiyiniz, içiniz
    ve israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez..”!

    [15]


    2.
     
    Şanı yüce olan Allah’ın, insanların tamamının
    bir “a-sıP’dan geldiğini haber vermesi.

    Yüce Allah bununla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Ey insanlar!
    Sizi bir tek “nefis” (yani kişiden)den yaratan ve ondan da onun eşini
    yaratan ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan Rabbinizden
    sakının… “
    [16]

    Yine Yüce Allah
    bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Sizi bir tek
    “nefis ” (yani kişi)den yaratan ve gönlünün hu­zura kavuşacağı eşini
    de ondan var eden Allah ‘tır…
    [17]

    Ayeti kerimelerde
    geçen “bir nefis” yani kişiden maksat, ancak Hz. Adem (a.s)’dır.
    Tıpkı Yüce Allah’ın, “eşini de on­dan ” (A ‘raf: 7/189) sözünden
    maksat da ancak Hz. Havva (a.s) olduğu gibi. Çünkü ikisi de -Nisa: 4/1 Me
    geçtiği üzere- insan türünden yaratılmışların aslıdır. Ayeti kerime (yani Nisa:
    4/1 ayeti), Hz. Adem ile Hz. Havva’dan birçok erkekler ve kadınla­rın
    yaratıldığını ve ikisinden bu varlıkların türeyip yayıldığını açıklamaktadır.
    Buna göre Hz. Adem ile Hz. Havva’dan insan­lar doğmuş, bu doğanlar zamanla
    türemişler ve çoğalmışlar. Daha sonrada çoğalan bu varlıklar yeryüzünün çeşitli
    yerlerine dağılmışlar…


    3.
    Yüce
    Allah’ın her yaratığın evlilik yoluyla bir anne ve babadan yaratıldığını haber
    vermesi.

    Hz. Adem (a.s) bundan
    müstesnadır.
    [18] Çünkü Yüce Allah onu
    kendi eliyle
    [19] çamurdan yaratmış, daha
    sonra da ona kendi ruhundan
    [20]
    üflemiştir. Bundan dolayı da Hz. Adem (a.s), bir anne ve babadan meydana
    gelmeyip ancak -Allah’ın varlığına ve O’nun birliğine delalet etmesi için
    insanlara- bir örnek ola­rak tek başına yaratılmıştır. Yüce Allah bununla
    ilgili olarak şöyİe buyurmaktadır:

    “Hani Rabh’in
    meleklere: “Ben, çamurdan bir insan yara­tacağım, onu yapıp ruhumdan ona
    üflediğim zaman ona secde edin ” demişti.”
    [21]

    Yüce Allah, iblisin
    Hz. Adem (a.s)’a secde etmekten ka­çınması hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

    “Allah: “Ey
    İblis! Elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi?
    Yoksa gururlananlardan mı­sın? dedi”.
    [22]

    Yine Yüce Allah bu
    konu ile ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Yarattığı her
    şeyi güzel yaratan, başlangıçta insanı ça­murdan yaratan, sonra da onun soyunu
    küçük bir suyun özün­den var eden, sonrada onu şekillendirip ruhundan ona
    üfleyen Allah’tır.”
    [23]

    Ayeti kerimenin
    metninde geçen “es-sülâle” kelimesi Arapça “selle”
    kelimesinden türemiştir. Bu da; bir şeyi başka bir şeyden çekip çıkarmaya
    denilir. Mesela; kılı hamurdan “çekip çıkardım” da kullanılan anlam
    gibi. Buna göre meni yani damla da, ayette sülâle gibidir. Çünkü meni sırttan
    çekilip çıkarılır. (Bunu Kurtubî ifade etmiştir)
    [24]


    4.
    Hz. Adem
    (a.s)’rn yaratılışının nasıl gerçekleştiğini ve onun, insanların atası
    olduğunun açıklanması.

    Bu Buharı ve Müslim’in
    “Sahîh”lerinde rivayet edilen “şe­faat” hadisinde
    geçmektedir. Bu hadiste; “İnsanlar, kıyamet gününün musibetinden
    kendilerini kurtarmak için şefaat edecek kimseleri araştırırlar. Bunun üzerine
    insanlar, Adem’e gelirler ve ona, kendileri için şefaat etmesini isteyerek:

    – Ey Adem! Sen
    insanların atasısm. Allah seni kendi eliyle yarattı, kendi ruhundan sana üfledi
    (bütün isimleri sana öğretti), melekleri senin önünde secde ettirdi. Seni
    cennete yerleştirdi. (Bundan dolayı Allah katında itibarın ve makamın var)
    Rabb’in nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu hâlimi­zi ve
    başımıza şu geleni görmüyor rnusun? derler. Adem:

    -Bugün Rabb’im
    öfkelidir, daha önce bu kadar öfkelenme­di. Bundan sonrada böylesine
    öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok, çünkü cennette iken Allah)
    beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa karşı geldim. (Ben Cennette
    iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün günahlarım
    affedilirse bana yeter) Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Nuh’a gidin
    diyecek……”
    [25]

     


    Darwin Teorisi
    [26] Ve Bunun Kur’an Ve Vakıayla Çelişmesi

     

    Daha öncede Kur’an ve sünnetten
    zikrettiğimiz nasslar Danvin teorisini hükümsüz kılmakta, insanın çoğalışını ve
    or­taya çıkışını bize açıklamaktadır. Danvin teorisine göre; insanın aslı Hz.
    Adem değildir. Danvin insanların ancak başka bir şey­den çekilip çıkartılması
    suretiyle bir kökten çoğaldığını ve A-dem’in aslından farklı bir şeyden meydana
    geldiği görüşünü ortaya atmıştır.

    Danvin’in görüşüne
    göre; insanın hayatı suyun yüzeyinde ortaya çıkmış küçük mikroplarla başlamış,
    daha sonra bu küçük mikrop evrim geçirerek küçük bir hayvana dönüşmüş, daha
    sonrada bu hayvan yavaş yavaş büyümüş ve kurbağa olmuş, ardından da yine evrim
    geçirerek kurbağa balığa dönüşmüş ve yine evrim geçirerek balık maymuna
    dönüşmüştür. Daha sonra da bu maymun ilerleyip gelişerek yani evrim geçirerek
    medeni-leşmiş ve ardından da insan olmuştur. Bundan dolayı Danvin’in nazarında
    insan medenileşmiş bir maymundur. Zira bu maymun zamanla, dehasıyla ve
    akıllıhğıyla evrim geçirerek insana dö­nüşmeye ve değişmeye güç yetirmiştir.
    Bunun üzerine ba. maymun, anlayışsız ve geri kafalı bir maymunluktan zeki yç
    akıllı bir insan durumuna gelmiştir…

    Böylece Darv/in,
    soyumuzu hayvana bitişik kılmaya çalış­makta ve aşiretimizi kurbağadan ve
    fareden oluşturmaya gayret etmektedir. Fakat biz bu şekle en yakın olarak
    şempanzeyi bulmaktayız. Çünkü bu tür insana benzeme bakımından may­muna en
    yakın olandır. İşte yukarıdan beri anlatmaya çalıştığı­mız şeyler, “evrim
    ve tekamül teorisi” diye isimlendirilen Danvin teorisinin özet şeklidir.
    Kendi soyunun ve sopunun maymundan geldiğini iddia eden Danvin, Kur’an’la açîk
    bir şekilde çelişkili ve semavi kitaplarda geçen Ebu’l-Beşer olan Hz. Adem
    (a.s)’m yaratılışına tamamen aykırıdır. Zira bütün semavi dinlerde, insanların
    çoğalışının Hz. Adem (a.s)’dan ol­duğu bildirilmektedir. Buna göre Hz. Adem
    (a.s), insanların en büyük atası olmaktadır. Bunun aksine saçma sapan teori,
    Darwin’in
    [27] ve onun teorisine
    inanarak kabul eden Danvin teo­risine sığınanlara uymaktadır. İşte böyle
    kimseler maymunlukta onlarla birdirler. İnsanlardan geriye kalanlara gelince
    ise onlar, Hz. Adem (a.s)’dan türemişler ve ona nisbet edilmişlerdir.

    İşte burada akıllı
    olan insanın, goril, şempanze ve diğer maymun familyasından olmaya ve soyunun
    Hz. Adem (a.s)’dan değil de başka bir varlıktan olmasına hiç razı olur mu? Danvinizm,
    sefih akıl ve görüşün en ahmak olanı ve anlayış ile şuurun kaybolmasıdır.
    İnsanın aslı maymundan nasıl türemiş olur. Halbuki Yüce Allah, insan türünü
    keremli kılmıştır. Bun­dan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    “And olsun ki
    Biz, Ademoğullanm keremli kıldık, onların korada ve denizde gezmesini
    sağladık,  temiz şeylerle onları
    rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”
    [28]

    Yine şanı yüce olan
    Allah konuyla ilgili olarak şöyle bu­yurmaktadır:

    “Biz insanı en
    güzel bir şekilde yarattık
    [29]

    Buna göre Yüce
    Allah’ın, ademoğullarmı maymun sınıfın­dan kılması Allah’ın kereminden midir?
    Veya Allah’ın onların soyunu maymuna katması yahut şempanze ile goril
    familyasın­dan kılması Allah’ın üstünlüğünden midir? O zaman biz, Darwin’e tabi
    olanlara deriz ki:

    “Ey maymun ve
    domuzlardan türemiş oğulcağızımız! Biz­den olmaya razı olanlardan mısınız?
    Yoksa böyle söylememize kızanlardan mısınız?”

    Ey Rabbim! Hidayet
    ancak senin etmenle olur.

    Senin
    ayetlerin haktır. Dilediğini onlarla hidayete erdirir­sin. Evrim Teorisi gerçek
    olduğu zaman, dönüşme ve medeni­leşme denilen bir asırda yaşadığımız halde
    diğer geriye kalan maymunlar niçin evrim sonucu medenileşip de insana dönüş­memiştir!!?

    [30]

     


    Darwin Teorisinin İlmi
    Çerçevede Çürütülmesi

     

    Dr. Halim  Atiyye, “Tesadduu Mezheb-i Darwin
    ve’l-İspati’I-İlm Ii Akideti’l Halk” adı altında telif ettiği şahane
    kitapta, Darwin’in görüşünü eleştirmiş ve “Evrim” ile “Teka­mül”
    teorisini de ilmi çerçevede çürütmüştür. Bundan dolayı biz bu kitabın bazı
    bölümlerini, anlamaya veya işitmeye kulak veren kimselere hatırlatmak için
    nakledeceğiz.

    Dr. Halim Atiyye,
    mezkur kitabında bu konuda şöyle der:

    “Cismi ve aklı
    zayıf olan bu insan oğlunun etrafında aslan, fil, ayı, kaplan ve parçalayıcı
    hayvanların birçoğuyla birlikte yaşaması nasıl mümkündür?

    Danvin’in iddiasına
    göre, Evrim ve tekamülden bir şey meydana gelmiş olsa, maymunun medenileşerek
    insan olduğu gibi, önceden evrim sonucuyla maymuna dönüşen maymunla­rın
    seleflerinin de insana dönüşmesi ve zamanımızda da var olan maymunların da
    insana dönüşmesi gerekir!!

    Danvin’in
    iddiasına göre; zamanların dönüşü ve “nesillerin geçmesiyle pirenin file
    dönüşmesi, karıncanın yaban sığırına (veya koyuna) çevrilmesi ve kedinin aslan
    olması mümkün müdür?


    [31]

     


    Darwin Teorisinin Gerçek
    Amacı:

     

    Bu saçma sapan
    teorinin aslının deriliklerinde belli bir amacin hedef tutulduğunu bilmemiz
    gerekmektedir. O da, şanı yüce olan Allah’ın varlığını inkar etmektir.
    [32]
    Çünkü Darwin Allah’ın yarattığı bu varlığın ve bu alemin, Allah tarafından yaratıldığına,
    bu alemi ve insanı tabiatın icat ettiğine inanan kötü ruhlu pis bir Yahudi’dir.

    îşte Danvin, semavi
    dinleri inkar eden ve yine semavi şeri­atların bu teoriyle çoğaldığını iddia
    eden inkarcı bir materya­listtir. Danvin’in iftira, yalan vb. şeyleri getirip
    bize iddiada bulunması garipsenecek bir durum değildir. Zira iftira ve yalan,
    şimdiki ve geçmişteki Yahudilerin ayrılmaz bir tabiatıdır.
    [33] Ne
    zamanki inkarcılığa ve bozgunculuğa çağıran bir davet gördü­ğümüzde mutlaka o
    davetin arkasında pis ve habis ruhlu bir Yahudi elini buluruz.
    [34]

    Örneğin; Aslı Yahudi
    olan Kari Marks,
    [35] komünizmi kurmuştur. Yine
    kökü ve aslı Yahudi olan kafir, günahkar vb. vasıflarla vasıflanmış Freud
    [36]‘da
    aynı şekilde yardımlaşan pis ve habis ruhlu bu Yahudi’dir. Semavi dinleri ve
    şeriatları yık­mak için hepsi, iblisin öğrencileri ve Deccâl’in
    yardımcılarıdır. Bu gibi Yahudi ve Hıristiyanlar, Allah’ın haram kıldıklarını
    mubahlaştirmada ve inkarcılıkta bütün güçlerini ve maddi im­kanlarını harcamak
    suretiyle gece-gündüz çalışırlar.
    [37] Yüce
    Al­lah bu gibi kimselerin durumunu şöyİe anlatmaktadır:

    “(Yahudiler ve
    onların düşüncesinde olanlar) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya koşuşurlar.
    Halbuki Allah, (bu) boz­guncuları (kesinlikle) sevmez..”
    [38]

     


    Bazı İlim Adamlarının Bu
    Teoriyi Kabul Etmesi:

     

    İlimden nasibi
    olamamış ve zoraki yüzeysel olarak açlığını gideremeyecek meyvenin kabuğu
    kadar- bilgi elde etmiş bazı ilim adanılan, bu saçma sapan teorinin doğruluğuna
    ve güveni­lirliğine inanırlar. Bu bozuk felsefi teoriyi kabul ederek araştırı­lıp
    ortaya çıkartılmasına veya tartışılmasına ihtiyaç duymaya­cak bir şekilde
    sağlam ve güvenilir bir teori olduğuna itibar e-diyorlar. Çünkü onlara göre bu
    teori, tartışılmasına veya araştı­rılıp incelenmesine gerek duyulmayan meşhur
    ve çok önemli bir teoridir!!

    Biz sözü onlara
    yönelterek deriz ki: Bu teori sağlamlığı ve güvenilirliği yeterli ilmi
    derecelere ulaşamamış “faraziler” ve “vehimler” den
    oluşmuştur. Ayrıca bu teorinin meşhur oluşu, ilim ve akıl düşüncesi
    çerçevesinde kabul edilmiş olmasını ge­rekli kılmaz. Eğer, bu teori meşhur
    olduğundan ötürü kabul edi­lecekse lanetli şeytanın şöhreti bundan daha
    büyüktür. Ama şeytanın şöhretinin büyük olması, onun doğruluğunu ispatlamaz.

    Yine biz bu batı
    hayranlarına deriz ki: Batılı birçok bilim adamı, bu teoriyi kabul etmemiş ve
    kesin deliller ile kati kanıt­larla bu teoriyi ilmi çerçevede çürütmüştür.
    Safsata ile oluşmuş bu teoriyi reddetmek için yazılan kitaplar arasında
    Amerika’da İlmi Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Criss Morrison’un “el-İlmü
    Yed’ü Ii’1-İman”
    [39] adlı
    kitabı ile dalında uzman olan pro­fesörler ve tabiat bilimcilerinden büyüklerin
    söylemiş oldukları sözlerin bir araya getirilmesiyle oluşmuş -Arapça’ya da
    tercü­me edilmiş- olan “Allah yetecellâ fi Asri’I-İlm” adlı kitabını
    sayabiliriz. Her iki kitap da, her şeye sevk etmek suretiyle ispat etmeyi,
    hedeflemekte ve bu evrim teorisi ile bu kainatın ve ha­yatın tabiattan
    varolduğunu iddia eden kimselerin sözlerini red­detmek için yazılmıştır.

    Ayrıca bu konuda
    “el-İslam ve Nazariyyatü Danvin” adı

    altında yeni bir kitap
    daha yazılmıştır.
    [40]
    Kitabın yazarı, faziletli üstad Muhammed Ahraed Bâşmil’dir. Bu kitap bu konuyu
    anlatma bakımından ilim otoritelerince güzel bulunmuştur. Doğrusu bu kitap
    -diğerlerine nazaran- konuyu derli toplu ele almış ve -insanların faydalanmasına
    sunabilmek için- konuyu geniş bir şekilde anlatmıştır. Yazar, safsata ile dolu
    bu teoriyi tenkit etme konusunda batılı bilim adamlarının büyüklerinden çoğunun
    görüşlerini de bu konuda delil olarak getirmiştir.

    Başka
    bir şekilde bu konu ile ilgili olarak onlara şöyle de­riz: Doğrusu biz,
    Kur’ân-ı Kerîm’e ters düşen ve muhalif olan her görüşü, doğruluğuna ve
    güvenilirliğine bakmaksızın onun yanlış ve batıl olduğuna inanan Müslümanlarız.
    Çünkü sözü söyleyen kimsenin konumu ister ilerleme ve ister ilmî yönden ne
    kadar ileri durumda olursa olsun Kur’an’a ters düşen şeyi bir Müslüman’ın kabul
    etmesi mümkün değildir. O halde Müslü­man bir kimse sağlam bir kanıta ve bir
    delile dayanmayan saç­ma sapan böyle bir teoriye nasıl inanabilir? Veya kabul
    edebi­lir??!”


    [41]

     


    Üstad Neccâr’ın Bu
    Konuyla İlgili Önemli Bir Görüşü:

     

    Bu konuyla ilgili
    olarak üstad Abdulvehhâb en-Neccâr’m “Kasasü’l-Enbiyâ” adlı
    kitabından önemli bir görüş naklet­memiz uygun olacaktır. Çünkü üstad Neccâr,
    bu kitabında Danvin’in görüşünü çürütmek ve kusurları ile zaaf noktalarını ise
    açıklamak için bazı Alman bilim adamlarının görüşlerini getirerek nakletmiştir.
    Bunun kısaca özeti şu şekildedir:

    “Maymun medeni
    olmaktan geri kalmış insandır. İnsan, hiçbir zaman yavaş yavaş ilerletilerek
    bir maymun durumuna gelmemiştir.. Bununla birlikte bu teori, araştırılmaya ve
    ince­lenmeye terkedilmiş teori olmaya devam ettiği müddetçe kesin­likle hiçbir
    kimse için delil olmaz.

    Tabiat yeryüzüne
    kızarak onu acımasız bir şekilde şiddetle sallayıp sarstığını ve yeryüzündeki
    yüksek binaları ve gökde­lenleri yerle bir ettiğini, köşkleri kulübelere
    kattığını, dünyanın yollarını, evlerini, fabrikalarını, saraylarını (ve bunları
    yapanla­rı) yok ettiğini ve yeryüzünü insan nesli yerleşmeden önceki

     

    hale
    döndürdüğünü bir düşünün. Bu durumda goril, şempanze ve diğer maymun türlerinin
    dünyayı insanlar gibi imar edebüe-, çekleri ve yine dünyada (insanlar gibi)
    ıslahatçılar, alimler, mu­citler, kaşifler, Sokrates ve Eflatun gibi yer kürede
    eser bırak­mış, geometri ve mühendislik aletlerini, radyo ve televizyonu,
    uçakları. Hücumbotlarını icat eden bilginlerinde bulunduğu bir dünyayı tekrar
    baştan meydana getirmeleri düşünülebilir mi? Doğrusu ben, (şahsım olarak)
    bunları ne zaman düşünsem, bun-Iann meydana gelmesinin mümkün olmadığını anlar
    maymu­nun daima maymun olarak kalacağını ve maymundan başka bir şey
    doğurmayacağı gerçeğini kesinlikle anlarım”
    [42]  

     


    Hz.
    Adem (a.s)’ın Yaratılması Sırasında Geçtiği Merhaleler

     


    1.
    Toprak Merhalesi:

     

    Hz. Adem (a.s) ın
    yaratılışının esası ve gelişiminin ana maddesi topraktır. Şanı Yüce Allah, Hz.
    Adem (a.s)’ı yaratmak istediğinde meleklerden, çeşitli renklerdeki toprakları
    yeryüzü­nün üzerinden toplamalarını emretti. Bunun üzerine melekler Allah’ın
    emri üzerine istenilen toprakları yeryüzünden topladı­lar. Meleklerin
    yeryüzünden topladıkları bu topraklar, Hz. A-dem (a.s)’m yaratılışında esas
    tutulmuştur.

    Yüce Allah’ın şu ayeti
    buna delâlet etmektedir:

    “Sizi topraktan
    yaratması O’nun varlığının delillerinden-dir. (Sizi topraktan yaratmasının
    hemen akabinde) birer insan olarak yeryüzüne dağıldımz. ” (Rûm: 30/20)

    Sahîh bir hadisi
    şerifte ise Rasulullah (s..a.v) şöyle buyur­maktadır:

    “Allah, Adem’i
    yeryüzünün her tarafından topladığı bir tu­tara topraktan yaratmıştır. Bu
    sebeple ademoğulları toplanan o topraklar ölçüsünde bir kısmı beyaz, bir kısmı
    kırmızı ve siyah, bir kısmı kötü, bir kısmı temiz ve hoş olarak dünyaya gelmiştir”
    [43]

     


    2.
    Çamur Merhalesi:

     

    Allah, meleklerin
    yeryüzünden getirdiği bu çeşitli renkteki topraklan bir araya getirip onları
    suyla karıştırmıştı. İşte Hz. Adem (a.s)’da böylece birbirine tutuşturulmuş
    yapışık çamur­dan oluşmuştur. Yüce Allah’ın şu ayeti buna işaret etmektedir:

    “Biz onları
    (birbirine tutuşturulmuş özlü ve) yapışkan bir çamurdan yaratmışızdır.”
    [44]

    Hz. Adem (a.s) uzun
    bir müddet -yaklaşık olarak kırk sene-çamur şeklinde kalmıştır. Hz. Adem (a.s)
    bu şekilde dururken ona el vb. bir şey ile vurulduğunda ateşte pişene benzeyen
    bir ses onda oluşmuştu. İşte ateşte pişenden maksat, salsâl yani kuru çamur
    lafzıdır.

    Yüce Allah bu konuyla
    ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Allah, insanı
    ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarat­mıştır. Cinleri de, yalın bir
    alevden yaratmıştır.”
    [45]

     


    3.
    Yaratılış Merhalesi:

     

    Yüce olan Allah isteği
    doğrultusunda bu çamur, işitebilen, görebilen, eksiksiz, tam ve normal bir
    insan halini almıştır. Bundan dolayı Allah, ona kendi ruhundan üflemiş
    olduğundan ötürü bu insan, en güzel bir şekilde ve en mükemmel bir biçim­de
    büyük bir ahlak ile cömert bir insan konumuna gelmiştir.

    Bu merhale, Hz. Adem
    (a.s)’ın yaratılışındaki merhalelerin sonuncusudur. Yine bu merhale, Hz. Adem
    (a.s)’m son şeklini almasından ötürü “Yaratılış merhalesi” diye de
    adlandırılmıştır. Hz. Adem (a.s)’in yaratılış merhalesinde yani ruh
    üfîirülmesin-den uzun bir müddet önce -yaklaşık olarak kırk sene- bu mer­halede
    kaldığı bazı rivayetlerde geçmektedir. Berki de “Dehr” yani insan
    süresindeki ayeti kerime, Hz. Adem (a. s)’in bu mer­halede kaldığı müddete
    işaret etmektedir ki Yüce Allah’ın bu ayeti şu şekildedir:

    “İnsan, yaratılıp
    bahse değer bir şey olana (yani ruh üfü-rülene) kadar, şüphesiz uzun bir müddet
    (yaklaşık fark sene) geçmiş mıdır?
    [46]

    Ayeti kerimede geçen
    “insan” kelimesinden maksat, Hz. Adem (a.s)’dır.
    [47]

     


    Hz.
    Adem (a.s)’ın Nesli:

     

    Hz. Adem (a.s)’ın
    nesline ve onun dışındaki insanlardan geriye kalanlara gelince, Allah onları
    türeme ve evlenme yoluy­la yaratmıştır. İnsanoğullarınm yaratılmasında Hz. Adem
    (a.s)’m geçirdiği merhalelerden farklı merhaleler geçirmişler­dir.
    İnsanoğullarının yaratılmasında geçen merhaleler şunlardır:


    1.
    Nutfe
    (damla) merhalesi


    2.
    Alaka
    (kan pıhtısı) merhalesi


    3.
    Mudga (et
    parçası) merhalesi


    4.
    Ruh
    üfürülmesi merhalesi

    Yüce Allah
    insanoğlunun geçirdiği bu merhaleleri şöyle an­latmaktadır:

    “Ey insanlar!
    Öldükten sonra tekrar (Allah tarafından) di~ riltilmekten şüphede iseniz bilin
    ki, neden yaratıldığınızı size açıklamak için, biz sizi (ilk önce) topraktan
    (yani Hz. Adem’in yaratılışı) sonra nutfeden (yani insanoğlunda küçük bir damla­dan)
    sonra kan pıhtısından (yani kanın katılaşmasından) sonra da yapısı belli
    belirsiz bin çiğnem et parçasından yaratmışızdır.”
    [48]

     


    Meleklerin
    Hz. Adem (a.s)’a Secde Etmeleri:

     

    Yüce Allah, Hz. Adem’e
    ruhun üflenmesinden sonra me­leklere, Hz. Adem’e secde etmelerini emretmiştir.
    Fakat melek­lerin Hz, Adem’e yaptıkları bu secde tahiyyât yani selam ve tekrim
    yani saygı secdesidir. İbadet için yapılan secde değildir. Çünkü Yüce Allah
    ibadet etmeye yöneltmeyi kendisinin dışın­da hiçbir kimse için böyle bir şeyi
    kesinlikte emretmez.

    Bazı tefsirciîerin
    söylediği gibi bu secde, Hz. Adem (a.s)’m bizzat şahsında şanı yüce olan
    Allah’a yapılmış bir secdedir. Yoksa Hz. Adem (a.s)’m bizzat şahsına yapılmış
    bir secde de­ğildir. “Hz. Adem (a.s) sadece namaz kılan kimseye nisbetle
    kıble gibi olmuştur. Zira namaz kılan kimse, kıbleye doğru yö­nelerek namazını
    kılar. Önünde bulunan sütre vb. şeye değil. Onun secdeleri alemlerin Rabbi olan
    Allah’adır.” İşte bundan dolayı Hz. Adem (a.s)’a yapılan secde, ona
    nisbetle Allah’a ya­pılmıştır. Böylece Allah onu tertemiz olan meleklere kıble
    kıl­mıştır.

    Yüce Allah’ın
    meleklere emrettiği bu ilahi iş, Hz, Adem (a.s)’ın yaratılışında yapılan bir
    töreni anımsatmaktadır. Melek­lerin Hz. Adem (a.s)’a yaptıkları bu secde de
    Allah’ın yeni ya­rattığı bu çeşit insana saygı ifadesidir. Böylece melekler,
    insa­noğlunun atası olan Hz. Adem (a.s)’a secde etmişlerdir. Bun­dan dolayı da
    Yüce Allah Hz. Adem (a.s)’a dört özelliği mah­sus kılmıştır, bu özellikler, Hz.
    Adem (a.s)’m diğer varlıklara olan üstünlüğünü ve şeref ile yüceliğine işaret
    etmektedir. Bu özellikler ise şunlardır:


    1.
    Allah’ın
    Hz. Adem (a.s)’ı kendi eliyle yaratması

             


    2.
    Kendi
    ruhundan ona üfürmesi


    3.
    Meleklerin
    ona secde etmeleri


    4.
    Bütün
    eşyanın isimlerinin ona öğretilmesi Yüce Allah bununla ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır:

    “Allah, Adem’e
    bütün isimleri Öğretti, daha sonra da eşya­yı meleklere gösterip “eğer
    sözünüzde doğru sözlü kimselerden iseniz bunların isimlerini bana söyleyin
    ” dedi.”
    [49]

    Hz. Mûsâ ile Hz. Adem
    arasında geçen kıssa da bu yüce özellikleri ve vasıfları destekleyen hadisi
    şerifte Hz. Mûsâ, Hz. Adem’e şöyle der:

    “Ey Ademi Sen,
    Allah’ın kendi eliyle yarattığı, ruhundan üflediği, meleklerin secde ettiği ve
    sana bütün eşyanın isimleri­ni öğrettiği Ebu’l-Beşersin (yani insanların
    atasısın) bizi ve kendini cennetten çıkarmana neden olan şey nedir?.. “
    [50]

    Allah, meleklere Hz.
    Adem’e secde etmelerini emredince, iblis dışında bütün melekler Allah’ın bu
    emrine sarılarak toplu­ca secde etmişlerdir. İblis ise Hz. Adem (a.s)’a secde
    etmekten kaçınmış ve kibirlenenlerden olmuştur. İblisin kafir oluşunun sebebi
    ise, kendisinin Hz. Adem’den daha üstün ve ondan daha şerefli olduğu halde,
    “Faziletli olan, faziletli kılınmamışa nasıl secde eder?” şeklinde
    iddiada bulunmasından dolayıdır. Fakat habis ruhlu iblisin -Allah’ın bu emrine
    karşı- cevabı ise şu şe­kilde olmuştur:

    “Beni ateşten onu
    çamurdan yarattın, ben ondan daha üs­tünüm” (Araf: 7/12)

    Yine Yüce Allah,
    îblisin durumunu bir başka surede şöyle anlatmaktadır:

    “Bütün melekler
    toplu halde Adem ‘e secde etmişlerdi. İblis müstesna. Çünkü o,_ büyüklük
    taslamış ve kafirlerden olmuştu.”
    [51]

     


    İblis
    Meleklerden midir?

     

    İblis ile ilgili ayeti
    kerimelerin dış görünüşü “istisna” edatı sebebiyle iblisin
    meleklerden olduğuna işaret etmektedir. Me­sela bununla ilgili olarak Yüce
    Allah şöyle buyurmaktadır:

    “İblis müstesna
    (meleklerin hepsi Adem’e) secde ettiler” (Bakara: 2/34)

    Bazı alimler -ayetin
    dış görünüşünü sözünde bulundura­cak bu görüşü ileri sürerek şöyle derler:

    “Eğer iblis
    meleklerden olmasaydı, melekler gibi Hz. Adem’e secde etmekle mükellef
    tutulmazdı.”

    Bu görüşü savunan
    alemlerin dayandıkları delil, ayeti ke­rimede geçen istisna edatıdır.

    Fakat alimlerden
    tahkikçi olanlara göre; iblis, meleklerden değildir. Onlar, bu konuda kısaca
    aşağıda gelen şu delilleri ileri sürmüşlerdir.


    1. Delil:

    Eğer İblis meleklerden olsaydı, Allah’ın emrine isyan etmezdi. Çünkü melekler,
    Allah’ın emrine karşı isyan edemezler.
       

    Nitekim Yüce Allah,
    Kur’ân-ı Kerîm’de bununla ilgili ola­rak şöyle buyurmaktadır:

    “Melekler,
    Allah’ın kendilerine emrettiği emirlere isyan etmezler ve kendilerine
    emredilenleri yerine getirirler.”
    [52]


    2. Delil:

    Melekler, nurdan yaratılmışlardır. İblis ise ateşten yaratılmıştır.


    a.
    İblis,
    Kur’an’m açık ifadesiyle kendisi hakkında şöyle demektedir:

    “Beni ateşten onu
    çamurdan yarattın (yani ateş, çamura göre üstün olduğundan dolayı) ben ondan
    daha üstünüm” (Sâd: 38/76)

    Buna göre eğer iblis
    meleklerden olsaydı, “Beni nurdan, Adem’i de çamurdan yarattın”
    derdi.


    b.
    Sahîh bir
    hadisi şerifte Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır:

    “Melekler nurdan,
    cinler dumansız alevden, Adem ise size vasfedilenden (yani topraktan)
    yaratılmıştır.”
    [53]


    3. Delil:

    Meleklerde erkeklik ve dişilik söz konusu değildir. Çünkü onlar için nesil ve
    soyda yoktur. Onlar sadece şanı yüce olan Allah’ın yarattığı eşsiz ve mükemmel
    mahlûklardır. Allah onların varlıklarını başlangıçta evlilik ve üreyip
    çoğalmanın dışında yaratmıştır.

    Halbuki cinler ise
    insanlar gibi birbirleriyle evlenirler ve bu yol ile üreyip çoğalırlar. Aynı zamanda
    cinler için nesil ve soy­da söz konusudur. Bundan dolayı Yüce Allah, İblis
    hakkında şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey
    insanoğulları!) Siz beni bırakıp onu (yani iblisi) ve soyunu mu dost
    ediniyorsunuz?” (Kehf: 18/50)


    4. Delil:

    İblisin cinlerden olduğunu ve yine onun fasıklık ve sapıklığından dolayı Adem’e
    secde etmekten kaçındığını göste­ren açık nass Kehf Sûresinde şöyle
    geçmektedir:

    “Hani meleklere:
    “Adem’e secde edin” demiştik. Bunun üzerine iblisten başka
    (meleklerin hepsi Adem’e) secde etmiş­lerdi. İblis ise “cinlerden”
    idi.” (Adem’e secde etmediğinden dolayı) Rabbinin emrinin dışına çıkarak fasıklardan
    olmuştu.
    [54]

    Bu açık ve sarih
    nasslar, cinlerin meleklerden olmadığına bir delil ve kanıt olarak yeter bile!!
    Fazlasına gerek yok!!

    Fakat bazı
    tefsircilerin -birinci görüşü savunanlarm-te’viline göre; “Meleklerden,
    “cinler” diye adlandırılan bir top­luluk kastedilmektedir.

    Tefsircilerin bu
    te’vili, gerçekten ve doğrudan uzaktır. Çünkü kendisine lanet olunmuş İblisin
    meleklerden değil de cinlerden ve şeytandan olduğuna dair görüş, kalbi ve nefsi
    mutmain etmekte ve üstelik vicdanı da rahatlatmaktadır. Zira bu görüşe göre;
    meleklerin birbirleriyle evlenmeleri ve üreyip çoğalmaları söz konusu değildir.
    İblis ise cinler ve insanlar gibi üreyip çoğalabilmektedir.

    Yüce Allah’ın, İblisin
    nesli ve soyu olduğuna delâlet eden şu sözü de bu görüşü desteklemekte ve
    kuvvetlendirmektedir:

    “(Ey
    insanoğulları!) Siz Beni bırakıp onu (yani iblisi) ve “soyunu” mu
    dost ediniyorsunuz? (Kehf: 18/50)

    Buna göre eğer iblis
    meleklerden olsaydı, onun nesli ve so­yu olmazdı. Çünkü meleklerin
    birbirleriyle evlenmeleri ve bu­nun sonucunda nesilleri ve soyları yoktur. Bu
    da, İblisin melek­lerden olmadığını gösteren apaçık bir nasstır. Bu görüşün
    aksi ise gerçekten uzaktır:

    Hasan el-Basrî (rh.a)
    bununla ilgili olarak şöyle der: “İblis, göz açıp kapayacak kadar bile
    meleklerden olmamıştır. O ancak cinlerdendi.”

    İbn Kesir,
    “el-Bidâye ve’n-Nıhâye” adlı kitabında bazı alimlerden alıntılar
    yaparak şöyle der:

    “İblis
    cinlerdendi. Zira cinler yeryüzünde fesat çıkarınca Allah onlara meleklerden
    oluşmuş bir orduyu gönderdi. Melek­ler onlarla savaştılar ve onların bir
    kısmını Öldürdü, bir kısmını da denizlerdeki odalara sürdüler. Cinlerin bir
    kısmı da o zaman melekler tarafından esir alınmıştı. İblis .ise bu savaş
    sırasında meleklere esir düşen kimselerdendi. Melekler onu yanlarına alıp göğe
    götürdüler. Bunun üzerine iblis orada kaldı. Allah, meleklere Adem’e secde
    etmelerini emrettiğinde iblis, Adem’e secde etmekten kaçınmıştı. Bunun üzerine
    de Allah, onu rah­metinden kovmuştu.”
    [55]

    İşte bu anlatılanlarda da
    görüldüğü üzere, iblisin cinlerden olduğunu savunan kimseler için bir delil
    yoktur. Yüce Allah’ın “Hani meleklere: “Adem’e secde edin”
    demiştik. Bunun üzeri-ne iblisten “başka ” (meleklerin hepsi Adem ‘e)
    secde etmişler­di. ” (Kehf: 18/50) ayetinde de görüldüğü üzere, iblis,
    istisna (yani başka/ dışında) edatının delaletiyle de, melekler gibi Adem’e
    secde etmekle emrolmuştur. Ayette geçen “illâ” (yani başka veya dışında)
    edatı, istisnaî munkatı
    [56]
    manasındadır. Bundan dolayı iblis meleklerden olmadığından dolayı Hz. Adem’e
    secde edebilirde, etmeyebilirde. Çünkü iblisin Hz. A-dem’e secde etmekle emr
    olunuşu, celâl ve izzet sahibi olan Rabbinden ona yöneltilerek yapılmış hususi
    bir emirdir. Buna, Yüce Allah’ın şu ayetiyle delil getirilmiştir. “(Allah)
    Sana (Adem’e secde etmeni) emrettiğim halde, seni (ona) secde etmek­ten
    alıkoyan şey nedir? dedi.” (A’raf: 7/12) Bu ayeti kerimede, “İblisin
    meleklerden bağımsız olarak Hz. Adem’e secde etmek­le emr olunduğunu”
    göstermektedir.


    [57]

     


    Hz.
    Havva’nın Yaratılışı:

     

    Yüce Allah Hz. Adem
    (a.s)’ı yarattıktan sonra onu cennete yerleştirmişti, Hz. Adem (a.s)
    beraberinde bir eş ve insan ol­maksızın tek başına cennette gezip
    dolaşmaktaydı. Hz. Adem (a.s) böyle bir durumda bulunduğu sırada günlerden bir
    gün uykuya dalmıştı. Bir müddet sonra uyandığında baş ucunda “Havva”
    diye adlandırılan -Allah’ın kendisi için cennette yal­nızlığını giderecek ve
    onunla birlikte cennette gezip dolaşacak bir kadım buldu. Hz. Havva’ya bu ismin
    verilmesinin sebebi; canlı (yani Hayy)
    [58] bir
    şeyden yaratıldığı için bu isimle adlan­dırılmıştır.

    İbn Abbas (ra)’dan
    rivayet edildiğine göre, Yüce Allah Hz. Havva’yı Hz. Adem’in uyuduğu bir sırada
    ona bir acı hissettirmeden sol eğe kemiklerinden birisini alıp
    [59]
    onunla yaratmıştır. Buna Yüce Allah’ın “Sizi bir tek “nefis”
    (yani ki-şijden yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı “eşini”de ondan
    var eden Allah’tır. ” (A’raf: 7/189) ayeti delil olmaktadır.

    Bilesin ki Yüce Allah,
    Hz. Havva’yı bağımsız olarak tek başına mı? Yoksa Hz. Adem (a.s)m sol eğe
    kemiği vasıtasıyla mı yaratmıştır?
    [60]

    Ayeti kerimelerin dış
    görünüşünün gösterdiğine göre; Hz. Adem ile Hz. Havva’nın (saîât ve selâm
    ikisinin üzerine olsun) yaşadıkları cennet, semâda bulunan “Huld
    ceiıneti”dir.
    [61] Bu
    görüş, ehl-i sünnet alimlerinin cumhurun görüşüdür. Mutezile ve Kaderiyye ise,
    “bu cennetin semada bulunan “Huld cenneti” değil de yeryüzünde
    bulunan ve “Aden ülkesi” denilen yerin cennet olduğu” görüşünü
    ileri sürmüşlerdir.
    [62]
    Onlann bu konu­daki şüpheleri şu şekildedir: “Eğer ayeti kerimelerde geçen
    cennet, semada bulunan “Huld cenneti” olsaydı, iblis bu cennete
    giremezdi. Çünkü Hz. Adem (a.s)’m Allah’ın emrine karşı işlenmiş olduğu
    masiyet, ayette bahsedilen cennette meydana gelmemiştir. Çünkü ayette geçen
    cennet “Kudüs cenneti”dir.


    [63]

     


    Ayetlerde
    Geçen Cennetin “Huld Cenneti” Olduğuna Dair Cumhurun Delilleri:

     

    Alimlerin cumhuru,
    ayetlerde geçen cennetin Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yaşadığı “Huld
    Cenneti” olduğuna dair deliller getirmişlerdir. Bu delillerin en
    önemlileri şunlardır:


    1. Delil:

    Cenab-ı Allah’ın bu cenneti bildirmiş olması. Yü­ce Allah bununla ilgili olarak
    şöyle buyurmaktadır:

    “Ey Adem! Sen ve
    eşin “cennet”te iskan edin…”
    [64]

    Ayette geçen
    “el-cennet” kelimesinin başında bulunan harfi tarif yani elif-lam,
    zihinde daha önceden bilmen şey için kulla­nılır. Zihinde bilinen bu şey ise
    ‘Huld Cenneti’dir.


    2. Delil:

    Yüce Allah (Bakara: 2/36)da Hz. Adem’e işlemiş olduğu masiyetten dolayı bir
    ceza olarak yeryüzüne inmesini emretmiş olması.

    Bu da, cennetin semada
    bulunduğunu gösterir. Çünkü iniş, yüceliği ve yüksekliği gösteril-. Buna göre
    Hz. Adem (a.s), se­mada bulunan “Huld Cenneti”nden yeryüzüne
    indirilmiştir.

    Zira Yüce Allah şu
    ayeti kerimede bunu anlatmaktadır.

    “Onlara,
    “Birbirinize düşman olarak “inin” ve yeryüzünde bir müddet için
    yerleşip geçineceksiniz” demiştik.”
    [65]


    3. Delil:
      
    Yüce 
    Allah’ın  “cenneti”   en 
    güzel  vasıflarla vasfetmiş
    olması. Bu da, onun “Huld Cenneti” olduğunu göste­rir. Yüce Allah
    bunu şöyle anlat maktadır:

    “(Ey Adem!)
    Doğrusu cennette ne acıkırsın ve ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın ve ne
    de güneşin sıcağında kalırsın.
    [66]


    4. Delil;

    “Şefaat Hadisi”nde de geçtiği üzere mahşer günü insanlar Hz.Adem’e
    gelip; “Ey atamız! Cennetin kapısını bizim için açılmasını (Allah’tan)
    iste” derler. Hz. Adem’de; “Zaten atanız (Adem)in (yasak ağacın
    meyvesini yeme) hatası sebe­binden başka, sizi cennetten çıkaran bir şey mi var
    sanki!”
    [67]

    Kurtubî, tefsirinde
    “Ehl-i sünnet alimlerinin, Hz. Adem (a.s)m indirdiği cennetin “Huld
    Cenneti” olduğunda icma ettik­lerini’* muhtasar bir şekilde nakletmiştir.
    [68]

     


    İblisin Hz. Adem (a.s)’i Aldatması:

     

    Hz. Adem ve Hz. Havva
    cennette iskan ettikten sonra şanı yiice olan Allah cennette bulunan bütün
    ağaçları ve meyveleri ikisine mubah kıldı. Fakat ikisini imtihan etmek için
    sadece cennet ağaçlarından bir ağaçtan yemelerini yasakladı. Kur’ân-ı Kerîm,
    Hz. Adem ve Hz. Havva’ya yasak edilen ağacın hangisi olduğunu zikretmemiştir
    veya onun ismini de zikretmemiştir. Yüce Allah’ın haber vermediği bu konuda
    delilsiz ve kanıtsız olarak sözlere dalmaya gerek yoktur.
    [69]

    Hafız İbn Kesîr
    bununla ilgili olarak şöyle der:

    “Yüce Allah
    ayette sözü edilen ağacın adını ve vasıflarını zikretmeyip belirsiz
    bırakmıştır. Eğer bu ağacın adını ve vasıf­larını belirtmekte fayda olsaydı,
    -Kur’an’da belirsiz bırakılan diğer yerlerde olduğu gibi- Allah bunu bize
    belirtir ve gerekli açıklamayı yapardı.”
    [70]

    Yüce Allah, Hz. Adem
    ve Havva’ya lanetli iblisin hilesine karşı sakınıp uyanık olması için uyarıda
    bulunmuştu. Fakat on­lar, Allah’ın -kendilerine yapmış olduğu- bu tavsiyeyi
    unut­muşlar ve iblisin “eğer size yasak edilen bu ağaçtan yerseniz,
    cennette ebedi olarak kalırsınız” şeklindeki sözüyle ikisi de ib­lisin bu
    hilesiyle aldatılmış oldular. Özellikle de iblis, ikisine açık ve bariz yeminle
    yemin ettikten sonra ikisi de, kendilerine yasak edilen bu ağaçtan yediler.
    Buna göre ikisi de cennette ebediyen kalacaklardı. Yüce Allah bunu şöyle
    anlatmaktadır:

    “Şeytan, ayıp
    yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldayıp, “Rabbinizin sizi
    bu ağaçtan menetmesi melek olma­nız veya burada ebedi kalmanızı önlemek
    içindir. Doğrusu ben, size öğüt verenlerdenim” diye ikisine de yemin etti.
    [71]

    Hz. Adem ve Hz. Havva
    kendilerine -Allah tarafından- ya­sak edilen ağaçtan yiyince, elbiseleri yani
    avret yerleri açıldı ve daha sonra Allah’ın emrine muhalefet ettiklerinden
    dolayı da cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiler.

    Bazı tefsircüer bu
    konuda şöyle derler: “Hz. Adem, Al­lah’ın, kendisine yasakladığı ağaçtan
    yemeyi te’vil ederek ve şeytanın yeminine inanarak yemişti. Çünkü Yüce Allah
    ona, adını ve vasıflarını belirsiz bıraktığı ağacın bizzat kendisinden yemeyi
    yasaklamıştı. O halde Hz. Adem (a.s) kendisine yasak­lanan ağacın dışında bu
    ağacın cinsine benzeyen başka bir a-ğaçtan yemiştir, (yani yasaklanan ağaçtan
    değil) Sahüı olan ise Hz. Adem (a.s)’m ilahi azabı unutarak yasaklanan ağaçtan
    ye-mesidir. Çünkü Yüce Allah’ın, “Andolsun ki Biz, daha önce Adem ‘e ahid
    (yani ona yasaklanan ağaçtan yememesi için emir) vermiştik Fakat o (kendisine
    yapılan yasaklamayı) unuttu ve Biz onda (Allah’ın emrine aykırı hareket etme
    konusunda da) bir kasıt (ve yönelme) bulmadık” ayeti de buna delâlet et­mektedir.
    ” (Tâhâ: 20/115)
    [72]

     


    Hz.
    Adem (as)’ın Oğulları Habıl İle Kabil’in Kıssası

     

    Tarihçilerin ve ilim
    ehli kimselerin naklettiklerine göre, Hz. Adem (a.s), Hz. Havva’dan her batın
    doğumda biri erkek, diğe­ri kız olmak üzere yirmi batın (yani kırk) çocuk elde
    etmişti, Hz. Adem (a.s) her batında doğan erkeği ve kızı birbiriyle
    evlendirmiyordu. Bundan dolayı Hâbîl’in, Kabil’in kız karde­şiyle evlenmesi gerekiyordu.
    Fakat Kabil’in kız kardeşi Hâbil’in kız kardeşinden daha güzel ve daha çekici
    olduğundan dolayı Kabil, kız kardeşini kardeşi Hâbil’e vermeyi uygun bul­madı.
    Hz. Adem (a.s) ise Kabil’e, Hâbil’in kız kardeşiyle ev­lenmesini emretmişti.
    Kabil ise Hâbil’in kız kardeşiyle evlen­mekten kaçındı ve kendi kız kardeşiyle
    evlenmeyi istedi. Buna karşılık kız kardeşini Hâbil’e vermeyip ona:

    “-Onunla
    evlenmeye, ben, senden daha layığım ve müsta-hakım” dedi.

    Durum bu şekilde
    uzayıp gidince, Hz. Adem (a.s) ikisine, “Allah’a birer kurban takdim
    etmelerini emretti. Kimin kurbanı kabul edilirse, kabul edilmeyen diğerinin kız
    kardeşini alacaktı ve onlara:

    – “Hanginiz
    onunla evlenmeye layıksa, Allah gökten bir ateş indirecek ve onun kurbanını yok
    edecek” dedi.

    Hâbil, semiz genç bir
    koyunu kurbanlık için ayırdı. Zira Hâbil, koyun sahibi bir kimseydi. Bundan
    dolayı Hâbil, kurban­lık için yanında bulunan koyunların en güzelini seçmişti.

    Kabil ise çiftçi
    birisiydi. Aynca ekin sahibi bir kimseydi de. Kurban için yanında bulunan
    koyunların en kötüsünü seç­mişti.

    Hâbil ve Kabil
    kurbanlarını emredilen yere koydular. Bu­nun üzerine gökten bir ateş inip
    Hâbil’in kurbanını yaktı. Buna göre Hâbiî’in kurbanı kabul olunmuştu. Kabil’in
    kurbanı ise kabul olunmamıştı.

    Kabil, kurbanının
    Allah tarafından kabul edilmeyişine kız­dı. Bunun üzerine kalbindeki
    kıskançlığı ve azgınlığı daha da kabardı ve Hâbil’in yanma varıp:
                                                

    – “Ben seni
    mutlaka öldüreceğim, ta ki kız kardeşimle evleninceye kadar” dedi. Bunun
    üzerine Hâbil ise:

    -“Doğrusu Allah,
    takva sahibi kimselerin kurbanını kabul eder.” şeklinde karşılık verdi.

    Kıssanın sonunda ise
    Kabil, kardeşi Hâbil’i öldürmeyi iste­di ve onu öldürdü. Hâbil’i öldürmesi
    itibariyle hüsrana uğrayan kimselerden oldu. Yüce Allah bu kıssayı Kur’ân-ı
    Kerîm’de şöyle anlatmaktadır:

    “Onlara (yani
    kitap ehline) Adem ‘in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat (ki hasedin ve
    çekemezliğin neler getirdiğini öğrensinler) Hani ikisi (Allah’a) birer kurban
    takdim etmişlerdi de; birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti.
    (Kurbanı kabul olunmayan) O (yani Kabil); “Andolsun (senin kurbanın kabul
    olunduğundan dolayı) seni öldüreceğim” de­mişti. (Kardeşi Hâbil’de ona):
    “Allah, ancak takva sahibi kim­selerin (kurbanını) kabul eder. Eğer beni
    öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben, seni öldürmek için elimi sana
    u-zatmayacağım. Şüphesiz ki ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.
    Dilerim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın.
    Zalimlerin cezası da işte budur” demişti. Bunun üzerine (Kabil) kardeşini
    öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürdü de, hüsrana uğrayanlardan oldu. Sonra
    Allah kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için ona, yeri kazan bir
    karga gönderdi, (bunu görünce) “yazık olsun banal Bu karga gibi olmaktan
    aciz kaldım ve kardeşimin ölüsünü Örtmedim” demişti. Artık pişmanlık
    duyanlardan oldu.
    [73]

    Hadisi şerifte de
    geçtiği üzere, Rasulullah (sav) bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Bir kimse zulüm
    yoluyla öldürüldüğünde öldürülenin ka­nının günahından, Adem’in oğlu (Kabil’de
    kardeşi Habil’i öl­dürdüğünden dolayı) gerekli payını alır. Çünkü o, öldürme
    sün­netini (yani olayını) başlatan kimselerin ilkidir.”
    [74]

     


    Hz.
    Adem (a.s)’in Yeryüzünde İstihlâf
    [75] Edilmesinin Hikmeti:

     

    Hz. Adem (a.s)’ın
    yeryüzündeki istihdafında yüce hikmetler vardır. Çünkü bunlara, Hz. Adem
    (a.s)’ın yaratılış kıssasında geçen ayetlerde işaret edilmişti… Bu hikmetler
    Hz. Adem’in kendisi ile nesli arasında bir bağlantının devam etmesi için yer­yüzünün
    imar edilişindeki Yüce Allah’ın geniş ilmine ve ezeli hikmetine işaret
    etmektedir. Bundan dolayı eğer Yüce Allah nıahlukatı yaratmamış olsaydı,
    yeryüzü imar edilmemiş, orada milletler ve ümmetler ile yaratıklar ve nesiller
    olmazdı. îşte bu hikmetler, meleklerin ilminden uzak olmuştu. Bundan dolayı da
    Yüce Allah onlara bu varlığı yaratmasındaki hikmeti ve garip bir duruma sahip
    bu yeni mahluku istihlâf etmesindeki sırları onlara muttali kılmasının sebebini
    açıklamadıkça, onlar Yüce Allah’ın bu önemli hikmetini anlayamadılar. Yüce
    Allah bu hikmeti Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatmaktadır:

    “Hani Rabbin
    meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Bunun
    üzerine (melekler): “Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken
    yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak ve kanlar dökecek birisini mi
    yaratacaksın?” demişlerdi. Bunun üzerine (Allah’da): “Ben, sizin
    bilmediklerinizi bilen birisiyim” dedi.”
    [76]

    Üstad Abdüîvehhâb
    en-Neccâr, “Kasasü’I-Enbiyâ” adlı kitabında bu konuyla ilgili olarak
    şöyle der:

    “Yüce Allah Hz.
    Adem (a.s)’ı yeryüzüne istihlâf etmekte hiçbir kimseden gizlemiştir. Yalnız bu
    istihlâfın meleklerden gizli tutulması, ilahî hikmetin tek başına bir manayı
    kapsama­dığını göstermek içindir… Eğer Yüce Allah -Adem’in yerine-meleklerin
    yeryüzünde istihlâf etmiş olsaydı, bu kainatın yaratı-lışmdaki sırlar
    bilinmezdi ve oradaki çoğu ilimler ile seçkin kimseler bulunmazdı. Çünkü
    melekler -yaratılış itibariyle- yer­yüzünde bulunan bir şeye ihtiyaçları
    yoktur. Zira onların vasıf­ları ve özellikleri, insanların vasıflarına ters
    düşen ve farklı olan-vasıf üzeredirler. Bundan dolayı gemiler yapılmaz, ekin
    ekümez-biçilmez, eşyanın Özellikleri, kimyevi terkipler, tabiî faydalar,
    psikoloji ve insanın yıllarını harcayarak sonuna ula­şamadığı birçok bilimler
    anlaşılmazdı. Buna göre şanı yüce olan Allah, bunun gibi şeylerden
    münezzehtir.”
    [77]

     


    Hz.
    Adem (a.s) Nebi midir?:

     

    Kati bir şekilde Hz.
    Adem (a.s) nebilerdendir. Bu görüş, a-limlerin cumhurunun görüşü olup bu konuda
    hiçbir ihtilaf yok­tur. İhtilaf sadece Hz. Adem (a.s)ın resul mü? Yoksa resul
    değil midir? Ve elçi olarak bir kavme gönderilmiş midir? hakkında-dır….

    Hz. Adem (a.s)’m
    nübüvvetine dair delillere gelince bunlar, , Kur’ân-ı Kerîm’de ve sünnette
    geçmektedir… Fakat bu deliller, Kur’ân-ı Kerîm’de açık ve bariz bir şekilde
    değildir. Bundan dolayı nübüvvet yani peygamberlik lafzı, Hz. Adem (a.s)’m
    dışında Hz. İbrâhîm, Hz. İsmâîl, Hz. Mûsâ, Hz. İsa ve daha bir­çok
    peygamberlerin de olduğu gibi Hz. Adem (a.s) için pey­gamberlik lafzı açık bir
    işaretle kullanılmamıştır.

    Fakat Yüce Allah ona
    vasıtasız olarak direkt hitap ettiğini Kur’an’da belirtmiş ve bu hitapta ona
    bir yol açarak; bir resul olarak gönderilmeksizin ona bazı şeyleri yapmasını
    emretmiş, bazı şeyleri yasaklamış, birtakım şeyleri helal kılmış ve birta­kım
    şeyleri haram kılmıştır. İşte bu -daha önce anlattığımız gi­bi- nebüiğin
    manasıdır.

    Hz. Adem (a.s)’m
    risâletine yani resul olduğuna gelince ise bunda ihtilaf vardır. Bazı alimlerin
    görüşüne göre; Hz. Adem (a.s), resuldür ve kendi nesline Peygamber olarak
    gönderilmiş­tir. Bazı alimlerin görüşüne göre ise Hz. Adem (a.s), resul ol­mayıp
    sadece nebidir. Buna da, Müslim’in Sahîh’inde geçen şu şefaat hadisini delil
    olarak getirmişlerdir: “İnsanlar, Nuh’a gi­derek ona: “Sen, Allah’ın
    yeryüzü halkına gönderdiği ‘resulle­rin ilkisin’ derler.”
    [78] Buna
    göre eğer Hz. Adem (a.s) resul ol­saydı bu sözü kullanmazlardı, derler.

    Fakat Hz. Adem (a.s)’m
    risaletini yani resul plduğunu sa­vunanlar ise bu sözü, tufandan sonraki
    resullerin ilkinin Hz. Nûh (a.s) olduğu şeklinde te’vil etmişlerdir. Doğrusu bu
    işin hakikatini Allah bilir.

    Tercih edilen görüş
    ise alimlerin cumhurunun, Hz. Adem (a.s)’m nebilerden olduğu görüşüdür.

    Hz. Adem (a.s)’in
    peygamberliği ile ilgili Kur’an’daki delillere gelince ise onlar şunlardır:


    1. Delil:

    Yüce Allah’ın şu sözüdür:

    “Allah, ‘Adem’i,
    Nuh’u, İbrâhîm ailesini (n soyundan ge­lenleri) ve İmrân ailesini (n soyundan
    gelenleri) alemlerin üze­rine seçmiştir.”
    [79]

    Ayeti kerimenin dış
    görünüşü ve risalet ile olduğu kaste­dilmektedir.


    2. Delil:
    Yüce
    Allah’ın şu sözüdür:

    “Onlara
    “inin oradan hepiniz, tarafımdan size bir yol gös­terici mutlaka
    gelecektir. Cundan dolayı Benim yoluma uyanlar için artık korku yoktur, onlar
    üzülmeyeceklerdir” dedik.”
    [80]

    Bu ayeti kerimede ise
    Yüce Allah’ın bir yol göstericiyi göndereceğine dair sözü ve risâlete işaret
    vardır.


    3. Delil:
    Yüce
    Allah’ın şu sözüdür:

    “Daha sonra Rabbi
    onu (yani Adem ‘i peygamberliğe) seçip (işlemiş olduğu günahtan dolayı onun)
    tövbesini kabul etti ve onu hidâyete eriştirdi. “
    [81]

    Ayetin dış görünüşüne
    göre; Yüce Allah’ın onu seçmesi ve onun tövbesini kabul etmesi, ancak Allah’ın
    Hz. Adem (a.s)’ı nübüvvete ve risâlete seçtiğine delâlet etmektedir.

    Nebevi sünnette geçen
    delillere gelince bunlar, Hz. Adem (a.s)’m peygamberliğine açık bir şekilde
    delâlet etmektedir. İşte bu deliller, şu hadislerde geçmektedir:


    1.
    Ebu    Saîd  
    el-Hudri’den   rivayet   edildiğine  
    göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

    “Kıyamet gününde
    Ademoğullarmm efendisi (övünmeksi-zin) benim orada hamd sancağı (övünmeksizin)
    benim elimde­dir ve o gün “Adem ve diğer (Peygamberlerde” dahil olmak
    üzere benim sancağımın altında olmayan hiçbir Peygamber yoktur.”
    [82]


    2.
    Ebu Zerr
    el-Gifari (r.a)’dan rivayet edildiğine göre, o şöyle demiştir:

    “Ey Allah’ın
    Resulü! Nebilerin ilki hangisidir? diye sor­dum. O da:

    – “Adem’dir”
    buyurdu. Ben:

      “Ey Allah’ın resulü! O nebi midir?”
    diye tekrar sordum. O da:

    – “Evet! O Allah
    ile konuşan bir nebidir” buyurdu. Ben:

      “Ey Allah’ın resulü! Resullerin sayısı
    ne kadardır?”diye sondum o da:

    – “Üç yüz on kişilik
    bir grup” buyurdu.” Bu hadisi, Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir.
    [83]

    İşte bu delillerle, Müslüman
    alimlerin Hz. Adem (a.s)’ın nübüvvetinde ittifak ettiklerini görmekteyiz. Zaten
    bunda hiçbir ihtilaf yoktur. Doğruyu en iyi bilen Yüce Allah’tır.

    [84]

     


    Hz.
    Adem (a.s)’ın Peygamberliği Etrafında Dolaşan Şüpheler

     

    Bazen birisi çıkıp da,
    “Hz. Adem peygamberlerden olduğu halde Allah’ın emrine nasıl isyan
    etmiştir? Halbuki peygamber­ler günahları işlemekten korunmuşlardır”
    şeklinde bir söz söy­leyebilir.

    Buna cevap ise şu
    şekildedir. Bu konu daha önce “Pey­gamberlerin Masumiyeti” bölümünde
    genişçe geçmişti. Biz ise bunu şimdi kısaca şöyle Özetleyebiliriz:


    1.
    İşte bu
    yani Hz. Adem (a.s)’ın Allah’ın emrine isyan et­mesi, Hz. Adem (a.s)’dan
    unutarak meydana gelmiştir. Kasten ve bilerek meydana gelmemiştir.

    : Buna delil ise Yüce
    Allah’ın şu sözüdür:

    “Andolsun ki Biz,
    daha Önce Adem’e ahid (yani ona yasak­lanan ağaçtan yememesi için emir)
    vermiştik. Fakat o (kendisi­ne yapılan yasaklamayı) unuttu ve biz onda (Allah
    ‘in emrine aykırı hareket etme konusunda da) bir kasıt (ve yönelme) bul­madık.”
    [85]

    İşte bu, Kurtubî’nin
    de tercih ettiği görüştür.
    [86]


    2.
     
    Hz. Adem (a.s), yasaklanan ağaçtan yeme
    hususunda te’vil etmişti. Çünkü Hz. Adem (a.s), Yüce Allah’ın “ikinizde bu
    ağaca yaklaşmayın” (Bakara: 2/35) ayetinde geçen ağaçtan maksadın, bizzat
    bu ağaç olduğunu zannetmişti. Bundan dolayı da yasaklanan ağacın dışında bu
    ağacın cinsine benzeyen başka bir ağaçtan yemişti. Bundan dolayı Allah’ın
    emrine aykırı mu­halefet meydana gelmiştir.


    3.
    Hz. Adem
    (a.s)’m yasaklanan ağaçtan yemesi peygam­berliğinden önce idi. Bundan dolayı da
    Hz. Adem (a.s), yasak­lanan ağaçtan yediği sırada daha henüz Peygamber değildi.

    Buna delil ise Yüce
    Allah’ın şu sözüdür:

    “Daha sonra Rabbi
    onu (yani Adem ‘ipeygamberliğe) seçip tövbesini kabul etti ve onu hidâyete
    eriştirdi.”
    [87]

     


    Melekler
    ile Cinler Arasındaki Fark Nedir?

     

    Tevhidi düşünceye
    sahip alimler, melekleri şöyle tanıtıyor­lardı:


    1. Melekler:

    Nurani latif istedikleri herhangi bir şekle bü­rünmeye ve girmeye güçleri
    yeter, erkeklik ile dişilikle vasıfla-namayan ve ibadet etmek ile itaat üzere
    yaratılmış varlıklardır.

    Yüce Allah meleklerin
    vasıflarını şöyle anlatmaktadır:

    “Melekler
    Allah’ın kendilerine emrettiğine isyan etmezler ve kendilerine emredilenleri
    yerine getirirler.”
    [88]

    Melekler, üreme
    yoluyla çoğalamazlar, birbirleriyle evle-nemezler olağanüstü güçlere
    sahiptirler ve onlara herhangi bir suret ile hükmedilmez.

    Cinlere gelince ise
    onlar; süflî (saf ateşin karışımından o-luşmuş) dumansız alevden yaratılmış istedikleri
    herhangi bir şekle girmeye güçleri yeten, birbirleriyle üreyip, çoğalabilen
    birbirleriyle evlenip çoğalmaları şeklinde nesilleri olan ve er­keklik ile
    dişilikleri var olan varlıklardır. Onlar insanlar gibi Allah’a ibadet etmekle
    ve itaat etmekle mükelleftir. Onların grisinde müminler ve kafirlerde vardır ve
    belli bir suretleri rdır.

    Melekler ile cinlerin
    yaratılışı arasındaki açık fark ve görü-îi değişiklikler; yaratılışlarının
    temelindeki yücelik sebebiyle duğu bu tariflerden anlaşılmaktadır.


    2.
    Buna göre
    melekler nurdan yaratılmışlardır. Cinler ise imansız alevden yaratılmışlardır,
    Hz. Peygamber(sav)’in şu zü de bunu göstermektedir:

    “Melekler nurdan,
    cinler dumansız alevden ve Adem ise si-vasfedilenden (yani topraktan)
    yaratılmıştır.”
    [89]

    Yüce Allah ise
    cinlerin neden yaratıldığını şöyle latmaktadır:

    “Cinleri de daha
    önce (yani insanın yaratılışından önce) mansız alevden yaratmışızdır.”
    [90]


    4.
     
    Yüce Allah, melekleri bir başlangıcı olan
    yeni bir varlık dinde yaratmıştır, üreyip çoğalmaları olmadığından dolayı
    ceklik ve dişilikleri yoktur.

    Ama cinlere gelince,
    insanlar arasında olduğu gibi dişilik, teklik, ve birbirleriyle evlenme gibi
    durumları vardır.


    5,
    Melekler,
    eşya ve canlı cisimlerin şekline girmeye güçle-/eter. Bu konuda Kur’ân-ı
    Kerîm’den ve sünnetten çok sayıda sslar sabit olmuştur. Mesela; Yüce Allah Hz.
    Cebrail (a.s)’a ir şöyle buyurmaktadır:


    a.

    “Bunun üzerine ona (yani Meryem’e) ruhumuzu (yani brâil’i) gönderdik.
    Fakat (Cebrail) tam bir insan şekline gire-: ona görünmüştü”
    [91]


    b.
     
    Yine Yüce Allah, Hz. İbrahim (a.s)’ın
    misafirlerinden şöyle haber vermektedir: 
    “(Ey Muhammedi) İbrâhîm ‘e ikram edilmiş misafirlerinin haberi sana
    gelmedi mi? Onlar, ibra-hîm’in yanına girip:  
    “Selam olsun sana” demişlerdi, ibra­him ‘de: “Selam size
    ” demişti. İçinden de, onların “tanınmış bir topluluk” olduğunu
    geçirmişti.”
    [92]

    Melekler, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ın yanma erkek insanlar şek­linde girmişlerdi. Hz. İbrâhîm (a.s) onların
    önüne yemek getirip koyduğunda onlar, takdim edilen yemekten kaçındılar.
    Onların bu davranışlarından dolayı Hz. İbrâhîm (a.s)’ın kalbine bir çeşit korku
    düşmüştü. Melekler, Hz. İbrâhîm (a.s)’m bu durumunun farkına varınca Hz.
    İbrâhîm (a.s)’a kendilerinin insan olmadık­larını ve Hz. Lût(a.s)’m kavminde
    bulunan yalancıları helak etmek için Allah’ın onlara gönderdiği melekler
    olduğunu haber verdiler.


    c.
    Melekler,
    Hz. Lût (a.s)’a tüyü bitmemiş güzel ve yakışık­lı bir genç şeklinde
    geldiklerinde, Hz. Lût(a.s)”n kavmi içeri­sinde bulunan akılsız kimseler
    onların geldiklerini haber aldık­larında meleklere kötü fiillerini yapmayı
    arzuladılar. Böylece Hz. Lût(a.s)’ın kavmi içerisinde bulunan kimseler Hz.  Lût (a.s)’a koşarak geldiler.

    Yüce Allah Kur’ân-ı
    Kerîm’de bu olayı şöyle anlatmakta­dır:

    “Elçilerimiz
    (İbrâhîm ‘in yanından çıkıp) Lût’a gelince; on­ların gelmelerinden dolayı
    (kavminin onlara kötü fiillerde bu­lunmaya kalkışacaklarından dolayı) üzüldü ve
    (onları yeterince koruyamayacağından korktuğundan dolayı) endişelenip sıkıldı
    ve işte (bugün) çok çetin bir gün (olacak) dedi. Kavmi (Lût’a misafirlerin
    geldiğini haber aldıklarında) ona koşa koşa geldi-te   Zira onlar, Önceden beri kötü fiiller
    işlerlerdi- (Kavmi’tan misafirlerini istediğinde onlara): “Ey kavmim! İşte
    kızlanın, bunlar sizin (onlardan) daha temizdir. Allah’tan korkun!
    Misafirlerime karşı beni rezil etmeyin. İçinizden doğru düşünen hiçbir kimse
    yok mu? Dedi. Bunun üzerine onlar: “Sende bilir­sin ki, senin kızlarınla
    bir ilgimiz yoktur. Ne istediğimizi sen daha iyi bilirsin” dediler.
    (Lût’ta) “Keşke size karşı koyabile­ceğim bir kuvvetim olsaydı veya sağlam
    bir yere (yani güçlü birisine) sığınsaydım” dedi. (Bunları gören melekler
    Lût’a): “Ey Lûtl Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana
    ilişemeye-ceklerdir. Bir ara geceleyin ailenle birlikte yola çık! Karının
    dışında (ailenden) hiçbir kimse geriye dönüp bakmasın. Doğru­su onların başına
    gelen, onun da başına gelecektir. Onlara ta­yin edilen (helak olma) zamanı
    sabahleyindir. Sabah yakın de­ğil mi? ” dediler.”
    [93]

    Burada görüldüğü üzere
    melekler, istedikleri herhangi bir şekle bürünmeye ve girmeye güçleri yeter.
    Buhârî ve Müs­lim’in Sahîh’lerinde de geçtiği üzere Hz. Ömer (r.a)’dan şöyle
    rivayet edilmiştir:

    “Bir ara
    Resulullah (s.a.v)’in yanında oturmaktaydık. O sı­rada yanımıza elbisesinin
    beyazlığı ve saçının siyahlığı çokça olan üzerinde yolculuk eseri görülmeyen ve
    bizden hiçbir kim­senin tanımadığı birisi yanımıza çıka geldi ve Resulullah
    (s.a.v)’e, imandan, İslam’dan, ihsandan ve kıyametin kopacağı vakitten sordu.
    Resulullah (sav)’de ona geniş bir şekilde cevap verdi. (Yolcu çekip gittikten
    sonra) Resulullah (s.a.v) sahabele­rine:

    – “Soru soranın
    kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sor­du. Sahabeler:

    – “Allah   ve 
    Resulü   (bizden)   daha 
    iyi  bilir”   dediler. Resulullah (s.a.v):

    – “Soru soran o
    kimse Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti, buyurdu.”
    [94]

    Cinlerde istedikleri
    herhangi bir şekle bürünmeye ve gir­meye güçleri yeter. Onlar, insanlardan bir
    topluluk şeklinde Resulullah (s.a.v)’e gelmişler, ondan Kur’an dinlemişler ve
    da­ha sonra da iman edip kavimlerine uyarıcılar ve tebliğciler ola­rak
    dönmüşlerdir.

    Nitekim Yüce Allah bu
    olayı şöyle anlatmaktadır:

    “Hani Kur’an ‘ı
    dinlesinler diye sana cinlerden bir toplulu­ğu yöneltmiştik. Onlar yanına
    gelince (birbirlerine) “Susun (ve Kur’an’ı) dinleyin” demişlerdi.
    (Resulullah’in Kur’an okuması) tamamlanınca her biri birer uyarıcı olarak
    kavimlerine dön­müşlerdi. (Kavimlerine geldiklerinde onlara): “Ey
    kavmimiz! Doğrusu biz, Mûsâ ‘dan sonra indirilen ve kendinden öncekileri (yani
    ondan önce peygamberlere indirilmiş kitapları) doğrula­yan, hakka ve dosdoğru
    yola ileten bir kitap dinledik Ey kav­mimiz! Allah’ın davetçisine (yani
    Muhammed’e) uyun ve ona iman edin ki, Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve
    sizi elem verici bir azaptan kurtarsın. Allah ‘in davetçisine uymayan kim­se
    bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde aciz bırakamaz ve onların on­dan başka dostları
    da yoktur. İşte onlar (yani Allah’ı aciz bı­rakmaya çalışanlar ve Allah ‘dan
    başka dostlar edinenler) apa­çık bir sapıklık içerisindedirler”
    [95]

    Buna göre cinler, bu
    yönden yani istedikleri şekle girmeye ve bürünmeye güçlerinin yetmesinde
    meleklere benzerler. Fa­kat cinler, meleklerden şu konuda farklıdırlar: Cinler
    bir şekle girme ile hükmedilir, melekler ise bir şekil ile hükmedilmez. Bunun
    manası şudur: “Eğer cinler insan ve kuş şekline dönüşseler veya girseler,
    insan, cine doğru bir ok doğrultup atsa insa­nın kılıçla veya mızrakla
    öldürüldüğü gibi ölür. Fakat melek hangi şekle veya surete girerse girsin o
    suret üzerine hükmedilmez. Bundan dolayı eğer insan, meleğe doğru bir ok
    doğrultup attığında veya ona karşı bir cinayet işlemeye kalkış­tığında melek
    öldürülmez. Zira melek, insan veya başka bir şekle girmiş olsa bile ezadan bir
    şey ona nail olmaz.


    6.
    Ayrıca
    melekler, cinlerden şu konularda da farklıdırlar: Melekler yemezler,  içmezler, 
    onların arasında insanlar gibi çekişme ve masiyeti işleme yoktur.
    Bunlarla birlikte istikâmet,” ibadet etmek ve itaat etmek üzere
    yaratılmışlardır. Nitekim Yü­ce Allah, meleklerin bu vasıflarım şöyle
    anlatmaktadır:

    “Melekler,
    gece-gündüz bıkmadan (ve usanmadan Allah’ı) teşbih ederler.”
    [96]

    Yine Yüce Allah,
    onlarla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    “Melekler,
    Allah’ın kendilerine emrettiğine isvan etmezler ve kendilerine emredilenleri
    yerine getirirler.”
    [97]

    Cinlere gelince ise,
    onların arasında müminler, kafirler, iyi­ler, günahkarlar vardır. Bunlardan
    dolayı cinler, bu çerçevede insanlar gibidirler. Nitekim Yüce Allah, iblisinde
    cinlerden ol­ması itibariyle ondan şöyle haber vermektedir:

    “iblis, cinlerden
    idi. (yaptığı kötü fiilden dolayı) Rabhinin emrinin dışına çıktı, (yani fasık
    oldu) ” (Kehf: 18/50)

    Yine Yüce Allah,
    “Cin Sûresinde” cinlerden şöyle haber vermektedir:

    “(Cinler)
    “İçimizde, Müslüman olanlarda yazık edenlerde vardır. Buna göre Müslüman
    olan kimseler işte onlar, doğru yolu arayanlardır. Kendilerine yazık edenlere
    gelince ise onlar, cehennemin odunları oldular.”
    [98]

    Cinler, diğer insanlar
    gibi şer’î hükümlerle ve tekliflerle mükelleftirler. Yüce Allah bu durumu şöyle
    anlatmaktadır:

    “İnsanları ve
    cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattim.
    [99]

    Cinlerin içerisinde de
    Allah’ın emirlerini ve nehiylerini teb­liğ eden resuller ve nebiler vardır.
    Nitekim Yüce Allah bunu şöyle haber vermektedir:

    “Ey insanlar ve
    cinler topluluğu! “içinizden ” (minkum) si­ze ayetlerimi anlatan ve
    bu gününüzün (yani kıyamet gününün) gelip çatacağından sizi uyaran “sizden'[peygamberler
    gelmedi mı?
    [100]

    Ayette geçen
    “minkum” zamiri onların içerisinde hem in­sanlardan bir peygamberin
    ve hem de cinlerden bir peygambe­rin olduğunu gösterir. Hz. Muharnmed
    (s.a.v)’in risâletine ge­lince ise insanlardan ve cinlerden oluşmuş bütün
    yaratıkları kapsamaktadır. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle anlatmaktadır:

    “Alemleri uyarmak
    üzere kulu Muhammed’e furkanı (yani hakkı batıldan ayırdeden Kur’an ‘t) indiren
    Allah, yücelerin yü­cesidir.”
    [101]

    Cinler, insanlardan önce
    yaratılmış yaratıklardır. Yüce Al­lah’ın şu sözü bunu göstermektedir:

    “Doğrusu Biz
    insanı kuru çamurdan, değişmiş ve şekillen­miş kara topraktan yarattık. Cinleri
    de “daha önce” (yani in­sanın yaratılışından önce) dumansız bir
    alevden yarattık. “
    [102]

    Ayette geçen
    “Hamâe” kelimesi, değişikliğe uğrayabilen, siyah çamur, mesnûn
    kelimesi, suret verilmiş; semûm kelimesi ise derideki deliklerin arasından
    nüfuz eden kavurucu sıcak manasmdadır.

    Cinler insanları,
    insanların onları göremeyeceği yerlerden görürler. Allah’ın şu sözü bunu
    göstermektedir:

    “Sizin, onları
    “göremediğiniz” yerlerden o (yani iblis) ve taraftarları sızı
    görürler.
    [103]


    7.
    Bunlardan
    sonra melekler, cinlerden şu konularda da farklıdırlar: “Melekler,
    olağanüstü büyük güçlere sahiptirler. Bundan dolayı da melekler, dağı yerinden
    söküp koparmaya, denizlerin diplerine dalmaya ve yeryüzünü, sakinleriyle
    birlikte altını üstüne çevirmeye güçleri yeter. Nitekim melekler, Hz.
    Lût(a.s)’ın kavminin altını üstüne çevirmişlerdi. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle
    anlatmaktadır:

    “(Lût kavminin)
    memleketlerini altını üstüne çevirdik.” (Hicr: 15/74)

    Nitekim Cebrail (a.s),
    Tur dağını yerinden söküp koparmış ve onu, Allah’ın emrine karşı gelen İsrail
    oğullarının üstüne kaldırmıştı. Yüce Allah bunu ise şöyle anlatmaktadır:

    “Tur dağını
    gölgelik gibi onların üzerine kaldırmıştık. On­lar, tepelerine düşeceğini
    sanmışlardı. Onlara: “Size verdiği­miz kitaba (yani Tevrat’a) sıkıca
    sarılın, içinde olanı düşünün ki takva sahibi kimselerden olasınız.”
    [104]

    Meleklerin kanatlan
    vardır. Bazılarının iki, bazılarının üç, dört veya daha çok kanadı vardır. Yüce
    Allah bununla ilgili o-larak şöyle buyurmaktadır:

    “Hamd, gökleri ve
    yeri yaratan “melekleri ikişer, üçer, h| dörder kanatlı” elçiler kılan
    Allah’a mahsustur. Yaratmada dilediğini artırır.”
    [105]
                                                                

    Sahîh bir hadisi
    şerifte, Resulullah (s.a.v), Cebrail’i ufuğu kapatmış bir vaziyette altı yüz
    kanadı olduğu halde hakiki sure­tinde görmüştür.
    [106]

     


    Şeytanlar
    ile Cinler Arasındaki Fark:

     

    Şeytanlar, cinlerden
    bir topluluktur. Şeytanlar, azgın ve a-sidirler. Liderleri, Allah’ın kendisine
    lanet ettiği iblistir. Bun­dan dolayı cinlerden azgınlaşanlardan her birine
    “şeytan” deni­lir. Tıpkı insanlardan her asi olana “fasık”,
    bile bile inkar eden herkese “kafir” denildiği gibi. Bu anlatılanlara
    göre; her şeytan cindir. Fakat her cin şeytan değildir. Nitekim Yüce Allah bunu
    şöyle anlatmaktadır:

    “(İnsanlardan)   her 
    azgın  şeytana  uyan 
    insanlar var­dır. “(Hacc: 22/3)

    Allah, başarıya ve doğruya
    ulaştırandır.


    [107]

     


    Hz.
    Adem (A.S)’ın Kıssasından Alınması Gereken İbretler

     

    İnsanlığın atası olan
    Hz. Adem (a.s)’m kıssasından bazı öğütler, ibretler, nasihatler vb. şeyler
    bulmaktayız. En önemli­leri şunlardır;


    1.
    Cenab-ı
    Allah, Hz. Adem (a.s)’ı yarattı, ruhundan ona üfledi, melekleri ona secde
    ettirdiğinde ve yeryüzünde onu hali­fe kılmakla bu tür insanı kerem sahibi yani
    üstün kılmıştır. Bu üstünlük, Hz. Adem (a.s) ve onun nesli içindir.


    2.
    Yüce
    Allah her şeye gücü yeter. Zira Yüce Allah, toprak ve çamur gibi küçük bir
    şeyden büyük ve önemli bir şeyi mey­dana getirmiştir. Bundan dolayı Hz. Adem
    (a.s)’ı ilk önce top­raktan yaratmış, daha sonra da onu tam bir insan şekline
    getir­miştir.

    Bu Allah’ın Hz. Adem’i
    yeryüzüne istihlaf etmeye ehil kılmasmdaki hikmetinin işsizliğinin ve
    kudretinin sırlarının do­lup taştığını göstermektedir. Tüm eşyaların isimlerini
    Allah, Hz. Adem (a.s)’a öğretmiştir.
    [108]


    3.
    İnsanın,
    şeytanın hilelerine karşı uyanık ve dikkatli ol­ması gerekmektedir. Çünkü
    şeytan, atamız Hz. Adem (a.s)’ın cennetten çıkmasına sebep olmuş ve şeytanın
    bize olan düş­manlığı, Hz. Adem (a.s) yaratılışından itibarendir. Yani şeyta­nın
    bize olan düşmanlığı yeni olmayıp eskiden beri süregelen biı- olaydır. Yüce
    Allah, şeytanın bu düşmanlığını şöyle haber vermektedir:

    “Şüphesiz,
    şeytan, sizin düşmanınızdır. Buna göre sizde onu düşman edinin..”
    [109]

    Buna göre lanetli
    iblisin vesveselerine ve fısıltılarına karşı aîdanmamamız gerekmektedir. Çünkü
    iblis, bize karşı kıyamet gününe kadar sürecek bir savaş ilan etmiştir.
    [110]


    4.
    İnsan,
    kendisine unutma hasıl olacak şekilde hata ve gü­nah üzere yaratılmıştır. Çünkü
    insan, zayıf bir varlık olarak ya­ratılmıştır. İnsandaki bu zayıflık sebebiyle,
    Hz. Adem (a.s)’dan Allah’ın emrine karşı muhalefet meydana gelmiştir. Bu
    nedenle Hz. Adem (a.s), iblisin davetine icabet etmiş ve Allah’ın kendi­sine yaptığı
    ilahi emri unutmuştu.
    [111]


    5.
    İnsan,
    bir hata işlendiğinde ve pişman olacağı bir şey kendisinde hasıl olduğunda veya
    elem verici bir günahı işledi­ğinde, insana gereken Yüce Allah’ın rahmetinden
    ümit kesme­mesi ve Allah’ın affedeceğine dair olan sözünden ümitsizliğe
    düşmemesidir. Çünkü Yüce Allah, böyle bir şey yaptığımızda nasıl tövbe
    edeceğimizi ve günajı ile masiyetlerden nasıl kurtu­lacağımıza dair-Hz. Adem
    (a.s)’m nasıl tövbe etmesi gerekti­ğini ona öğrettiği gibi- bize de
    öğretmiştir. Yüce Allah bunu, bize şöyle haber vermektedir:

    “Adem, Rabbinden
    “kelimeler”
    [112]
    belleyip aldı. (Adem’in bu kelimeleri söylemesiyle Yüce Allah) Onun tövbesini
    kabul etti. Şüphesiz H tövbeleri çokça kabul eden ve çokça merhamet eden O’dur
    O. “(Bakara: 2/37)


    6.
    Hayat,
    imtihan ve ibtila üzerine kurulmuştur. Allah’a ita­at ve boyun eğmenin ortaya
    çıkması için Hz. Adem (a.s), yasak edilen ağaçtan yemek suretiyle yasak bir şey
    ile imtihan edilinişti. Bundan dolayı da alemlerin Rabbi olan Allah’a
    ubudiyyetin yani ibadetin gerçekleşmesi için Hz. Adem (a.s)’m nesli de,
    emirlerle ve yasaklarla imtihan edilir.


    [113]

     


    Hz.
    Adem (a.s)’ın Vefatı

     

    Bazı tarih ve tefsir
    kitaplarında geçtiği üzere, Hz. Adem (a.s) bin yıl yaşamıştır.

    Allâme Tabcrî, tarih
    kitabında naklettiğine göre; Hz. A-dem (a.s), 936 yıl yaşamış ve bundan sonra
    ölmüştür. Meşhur bir görüşe göre; Hindistan’da cennetten indirildiği Serendip
    da­ğının eteğine demedilmiştir.

    Bir rivayete göre ise;
    Mekke-i Mükerreme’deki “Ebu Kubeys” dağına delnedilrniştir.

    Hz. Adem (a.s) vefat
    vakti yaklaştığında, melekler ona se­madan kefen ve cennetten “hunût”
    [114] ile
    geldiler. Daha sonra onu yıkadılar, kefenlediler, lahitli
    [115] bir
    şekilde çukur kazdılar, cenaze namazım kıldılar ve daha sonra da onu mezara indirdiler
    ve onun üzerini kerpiçle kapattılar ve mezarın üzerine de toprak döktükten
    sonra:

    – Ey Adem oğulları!
    İşte ölüleriniz hakkında tutacağınız yol bu şekildedir” dediler.
    [116]

    Allah, atamız Hz.
    Adem’e rahmet eylesin ve onun toprağını geniş tutsun ve bizi ebedi kılınacak
    yer olan cennette onunla birlikte bir araya getirsin. Amin.

    Hamd, alemlerin Rabbi olan
    Allah’a mahsustur.


    [117]

     

     





    [1]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 240.



    [2]
    Rum: 30/20.



    [3]
    B.k.z: Nahl: 16/4, Kehf: 18/37, Mü;minûn: 23/13-14,
    Hacc: 24/5, Fâtır; 35/11, Yasin: 36/77, Ğafir (Mü’min): 40/67, Necm: 53/46,
    Kıyame: 75/37, İnsan: 76/2, Abese: 80/19…..



    [4]
    B.k.z: Fâtır: 35/11, Ğafir (Mü’mîn): 40/67.



    [5]
    Bakara: 2/30.



    [6]
    Abese; 80/17-23.



    [7]
    Hacc: 22/46.



    [8]
    Târik: 86/5-8.



    [9]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 241-243.



    [10]
    Bakara: 2/30.



    [11]
    Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’I-Kur’an, 1/274.



    [12]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 244-246.



    [13]
    A’râf: 7/24.



    [14]
    Araf: 7/26.



    [15]
    A’râf:7/31.



    [16]
    Nisa: 4/1.



    [17]
    A’râf: 7/189, ayrıca B.k.z: Rûm: 30/21.



    [18]
    Ali imrân: 3/59’da da geçtiği üzere Hz. İsa’nın durumu
    da Hz. Adem’in durumu gibidir. Zira Yüce Allah Hz. Adem’i anasız ve babasız
    yaratmıştır. Hz. İsa’yı ise babasız yaratmıştır. Bu da Yüce Allah’ın varlığını
    kuvvetlendirmekte ve her şeye gücünün yettiğini göstermektedir, (ç)



    [19]
    Sâd: 38/75’de Yüce Allah şöyle “îkı elimle
    yarattığım” buyurmaktadır: Bu ayette geçen “el” tabiri hakkında
    selef ve halef alimleri ihtilaf etmişlerdir. Selef alimleri buradaki
    “el” tabirinin yorumlanamayacağını söylerken halef alimleri ise
    Kur’an’da ve sünnette geçen bu gibi tabirlerin açıklanması gerektiğini
    söylemiştedir. Bundan dolayı da “el” tabirini, “kudret” ile
    yorumlamışlardır. Halef alinlerine göre; bu gibi tabirler yorumlanmadığı zaman
    Allah hakkında kulların teşbih ve tescime düşecekb-rini
    söylemişlerdir.”Fakat Allah’ın sıfatlan konusunda sağlıklı ve tutarlı bir
    inanca sahip olmak için şu Üç temel hususun göz önünde bulundurulması gerekir:


    a.
    Allah’ın
    sıfatlan kendi şanına layık olup yaratıkların sıfatlarına benzemekten mü­nezzehtir.


    b.
    Kur’an’da Allah
    hakkında ispat edilen sıfatlara te’vilsiz iman edlmesi gerekir.

    c.
    Allah’ın sıfatlarının keyfiyeti,İnsan aklının idrakinin ulaşamayacağı bir
    husustur’ fProf. Dr. M. Sait Şimşek- Kur-‘an Kıssalarına Giriş, sh.184) (ç).



    [20]
    Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle
    buyurmaktadır: “Ve ruhumdan ona üfür-düm” (Hicr: 15/29; Sa’d: 38/72)
    Ruh gibi hakkında az bilgiye sahip olduğumuz bir şey hakkında
    söyleyeceklerimizin dini bir anlam taşıyabilmesi İçin mutlaka sarih nasslara
    dayanması gerekir. Ruh hakkında Hz. Peygamber (s.a.v)’e yöneltilen bir somya
    vahiy kanalıyla şöyle cevap varnesİ söylenmiştir: “Deki: Rub, Rabbimin
    ‘şlerindendir. Size ancak az bir bigi verilmiştir.”(İsrâ: 17/85) Gerçi
    ayette az bir bilgi verildiği belirtilmekte. Zalen alimlerin çoğu bu ayette
    geçen “ruh” ifadesinde; bedeni canlı tutan “nüY’un
    kastedildiğini açıklamalardır. Buna göre ruh kavramı, Kur’an ve sünnet
    doğrultusunda bugünkü bilimin verileri ile açıklandığı takdirde Sanırım bu
    anlam tam olarak ortaya çıkaçaktır.(ç)



    [21]
    Sâd: 38/71-72.



    [22]
    Sâd: 38/75.



    [23]
    Secde: 32/7-8.



    [24]
    Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur’ân, 12/109 (ç).



    [25]
    Şefaat hadisinin îbn Hacer el-Askalarâ’nin, Buharî’nin
    Sahîh’i üzerine yazdığı Fethü’I-Bari 6/371’de bulabilirsiniz. (Ayrıca Buharı,
    Enbiyâ 3/8, Tefsir Beni İsrail 5, Tevhid 36, 19, 37, Tefsir, Bakara 1, Rîkâk
    51; Müslim, îman 322 (193), 327 (194); Tirmizî, Kıyamet 11, (2436) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 247-251.



    [26]
    Bu teoriyi ortaya koyan Darwin’in kendisi olması
    itibariyle ona nisbetle “Danvin Teorisi” denmiştir. Darwin 1859
    yılında yazmış olduğu “Türlerin Menşei” adlı kitapta
    “Evrim” düşüncesini ortaya koymuştur. Bu kİtabuı piyasaya çıkmasn-dan
    sonra büyük çalkantılar olmuş ve Darwin’e karşı büyük tepkler meydana gel­mişti.

    İlk sırada Darvvİn’c karşı çıkan kilise olmuşken, daha sonra
    Neo-Darwinizm yani Danvin teorisine karşıt bir grup olmuştur. Bu grup,
    danvinistlerin görüşlerini çürütmek için görüşler ileri sürmüşlerdir. Fakat bu
    teorinin insaniar üzerinle yapmış olduğu etkiyi ve her şeyin yaratıcısının
    Allah değil de tabiat olduğu görüşünün in­sanlar arasında yayılmasıyla vomiş
    olduğu zararları gören Müslüman yazarlarda, konu üzerinde araştırmalar,
    bilgiler vermek suretiyle insanlara bu teorinin zararlarını, nasıl ortaya
    çıktığını, nasıl cevaplar verildiğini vs. şeyleri anlatmak veya yazmak
    suretiyle yardımcı olmaya çalışmışlardır. Zaten yazar, bu konuda yazı
    yazanlardan alıntılar yaparak veya yazılan eserlerden ve yazarlardan
    bahsetmekle okuyucuya ve müslümanlara faydalı olmaya çalışmaktadır. (ç).



    [27]
    Bazı bilim adamları, DanvİnMn bir Yahudi olması
    itibariyle, ataları olan önceki Yahudilerin, Allah’ın emrine karşı
    çıktıklarından Ötürü maymuna döndürüldüklerini bildiğinden böyle bir teoriyi
    ortaya attığım söylemişlerdir.(ç).



    [28]
    Isrâ: 17/70.



    [29]
    Tın: 95/4.



    [30]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 252-254.



    [31]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 254-255.



    [32]
    Danvin’in Allah’ın varlığını inkar etmesindeki neden;
    Kilise’nin. incil’de Hz. Adem’e dair yazılı olan “(Allah Adem’i) kendi
    sureti üzerinde” bu ibareyi “Alah’ın kendi sureti” şeklinde
    yorumlamalarından kaynaklanmaktaydı. Kilise bu ibareyi değişik şekilde
    yorumlayınca Fransız devriminin getirmiş olduğu çalkantiar ile kili­seye karşı
    oluşan tepkilerden dolayı Darwin’de Allah’ı inkar etme yoluna gitmişti. Çünkü o
    devirde kilise ile aydınlar arasında amansız birsürtüşme mevcuttu. Bu sür­tüşmenin
    getirdiği sonuç ise dine karş düşmanlık, Allah’ı inkar vb.konular idi. Bun­lara
    karşılık ise laiklik, dinsizlik, maddiyata düşkünlük, sömürgecilik vb. şeyler
    meydana gelmiştir. Geniş bilgi için b.k.z: Muhaınmed Kutub, Çağdaş Fikir Akımla­rı,
    1/150 (ç).



    [33]
    Darwin bu görüşünü ortaya atmadan önce benzer teoriyi
    “La Marke” denilen bir adam ortaya atmıştı. Fakat bu teori, Fransız
    devriminden önce ortaya atıldğından dolayı insanlar üzerinde pek fazla bir etki
    yapamamıştı. Bundan dolayı da Yahudiler bu teoriye yeterince destek
    verememişlerdi. Ama Fransız devriminden sonra ortaya çıkan çalkantılar İle La
    Marke’nin önceden getirmiş olduğu çalkantılar soıucunda Yahudiler ona destek
    vermişlerdir. Yahudiler, Fransız devrimine kadar Avrupa’daki Hıristiyan
    toplumlarına bir müdahafe yapamiyorlardı. Zira toplum, Yahudilerin mü­dahale
    etmelerine fırsat tanımayacak bir şekilde birbirhe bağlı bulunuyordu. Fransız
    devrimi ile bu fırsatı yakalamışlar ve hedeflerini sağ anlayabilmek içinde,
    kendileri­nin işlerine yarayabilecek kimseleri kullanmşlardır. Hiç kuşkusuz
    bunlardan biri de Danvin’dir.(ç)



    [34]
    Yahudilerin bu tabiatı, Kur’ân-ı Kerîm’de çok bahsedilir.
    Çünkü yeryüzünde en çok tuğyanlık, aşırılık, isyankarlık, hAddi aşma vb. şeyler
    hep Yahudilerden ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı da Kur’an onlardan sıkça
    bahseder. Yahudilerin tabiatıy­la ilgili geniş bilgi İçin Kur’an’a
    bakıîabilir.(ç).



    [35]
    Muhammed Kuîub, Kari Marks ile ilgiii olarak şöyle
    der:

    “Komünizmin,
    Diyalektik Materyalizmin ve materyalist tarih yorumunun baba­sı ve “Din,
    halkların afyonudur” şeklindeki ünlü sözün sahibi olan Marks bir Alman
    Yahudisi olııp 1812 yılında dünyaya gelmiş ve 1883 yılnda ölmüştür.

    Marks. Danvinjst teorinin özünü alarak bundan hareketle, ekonomik bir
    teori ve İnsanlık hayatını madde alemi ile maddenin tekamülünü ara sıra
    hasreden, mad­denin kanunlarını insan üzerine uygulamaya çalışan bir yorum
    ortaya atmıştır. Ajlı zamanda duygu inanç düşünce, hareket kaynaklan, düzenleme
    ve kurumlar gibi hayatı ilgilendiren her bir hususu insanın içinde yaşamış
    oiduğu maddi ortama ve iktisadi evrime bağlı ve onların bir yansıması şeklinde
    değerlendirmiş, bunların maddi ortam ile ekonomik şartlan kesinlikle
    aşamayacağını, onların dışına çıkama­yacağını belirtmiş, bu konuda i asanın
    rolünün iktisadi evrime ve onun gereklerine uygun hareket etmekten İteri
    olamayacağını öne sÜrmiştür. Çünkü bunlar Marks için “birer kesinlik
    (determine)”dir.

    Muhammed Kutub. Çağdaş Fikir Akımları J/159 (ç)



    [36]
    1856 yılında doğan Freud, Avusturyalı bir Yahudi’dir.
    İnceleri bir doktor olarak çalışırken daha sonra sinir ve ruh hastalıklarıyla
    uğraşmaya başkdı. Bunun İçinde bir dispanser 
    turdu. Daha sonra insan ruhu ve onun terkibine dair bir düşünce ortaya
    atmıştır ki bu düşünce, bugün Amerika ve Avrupa’daki bilim Adamlarının çoğu
    tarafından kabul edilmektedir. Zira onun bu düşüncesinin devri çoktan
    kapanmıştır. Freud’un bu düşünsel yorumu için b.k.z: Muhammed Kutub, Çağdaş
    Fikir Akımları, J/169/179.)



    [37]
    Bugün bu gibi kimseler özellikle de televizyon,
    gazete, dergi, broşür vb.yaymlarla insanları bozmak için uğraşmaktadırlar.
    Bunların arkasında ise yine Yahudi vardır.



    [38]
    Maide: 5/64.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 255-257.



    [39]
    Criss Morrison’un bu kitabı, Türkçe’ye çevrilmiştir,
    (ç).



    [40]
    Yazarımız Sâbûnî, Danvin’nin teorisini çürütme
    mahiyetinde yazıhn bu kitaplar­dan sadece bir kaçını zikretmiştir. Kitabın
    yazıldığı zamandan gürümüze kadar bu konuda birçok kitaplar daha yazılmıştır.!
    (ç)



    [41]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 257-259.



    [42]
    Abdulvehhâb en-Neccâr, Kasasü’I-Enbiyâ, s. 29. Burada
    güzel bir bahis vardır. Geniş bilgi için oraya

    bakabilirsiniz.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 259-260.



    [43]
    Bu hadisi, Tîrmizi (2934)de; Ebu Davut (4693) de
    rivayet etmiştir. TLrmizi bu hadis hakkında, “Hasen- Salâh” demiştir.
    B.k.z: İbnü’1-Esîr, Câmiü’1-Usûl, İV/ 31 (Hz. Adem (a.s)’ın toprak merhalesine
    işaret eden ayetler şunlardır: Kehf: 18/37; Hacc: 22/5; Fâtır: 35/11; Ğafir
    (Mü’min): 40/67 vb. ayetler) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 261.



    [44]
    Saffât: 37/1] 
    (Ayrıca bununla ilgili ayetler için b.k.z: En’âm:6/12, A’râf: 7/12;
    Mü’minûn: 23/12; Secde: 37/7; Sâd: 38/71, 76) (ç).



    [45]
    Rahman: 55/14-15 (Ayrıca bununla ilgili ayetîer için
    B.k.z Hicr: 15/26, 28, 35; Secde: 32/8;.İnsan: 76/1-2; Târik: 86/6-7) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 262.



    [46]
    Dehr (İnsan): 76/1.



    [47]
    Alimler, 
    Hz.  Adem  (a.s)’m 
    yaratılışıyla  ilgili  merhaleleri 
    çeşitli  şekillerde gruplandırmaya
    tabi tutmuşlardır. Yazarımız,   bu
    gruplandırmalari   üç mihaleye
    indirmiştir. Bu gruplandırmaların çeşitli olmasının nedeni,   ayetlerde kullanılan i£-delerden kaynakl
    anmaktadır, (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 262-263.



    [48]
    Hacc: 22/5 (Ayrıca b.k.z: Mü’rninûn: 23/13-14) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 263-264.



    [49]
    Bakara: 2/31.



    [50]
    Bu hadisin bu varyantı; Buharî, Tefsir, Kader,
    Tevlıid’de geçmektedir. Hadisin tamamı için b.k.z: İbn Hacer el-Askalani,
    FethıTl-Bâri ala Buharî. VIH/434.



    [51]
    Sâd: 38/73-74.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 264-266.



    [52]
    Tahrim: 66/6.



    [53]
    Bu hadisi, Müslim, Hz. Aişe (r. anha)dan merfu olarak
    “Zühd” (2996)’ (fc rivayet etmiştir.



    [54]
    Kehf: 18/50.



    [55]
    Ibn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nİhâye, 1/67.



    [56]
    İstisnaî munkatı, “illâ” (yani başka, diğer
    hariç vb.) edatından sonra gelen kimse­nin, illâ edatından önce gelenlerden
    olmadığını gösterir. Buna göre iblisin melekte-den olmadığını görürüz. Bu da
    iblisin meleklerden değilde cinlerden olduğunu gösterir. (ç).



    [57]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 266-270.



    [58]
    “Havva” kelimesi, Arap dili kurallarına göre
    Hayy (yani canlı) kelimesinden tüe-mistir. Buna göre Hz. Havva’ya, Havva
    denilmesinin sebebi; bir canlıdan meydana gelmesinden dolayıdır. Bu canlı da,
    hiç kuşkusuz Hz. Adem (a.s)’dır. Bununla ilgili açıklama birazdan yapilacaktır.(ç).



    [59]
    Rivayete göre; Hz. Adem (a.s)’m sol eğe kemiklerinden
    birisinin dinip, onunla Hz. Havva’nın yaratılrnasıyla boşalan yere Allah
    tamundan et lehimlenmjtir. (ç)



    [60]
    Yüce Allah’m: “Ey insanlar! Sizi bir tek
    “nefis” (yani kiş) den yaratan ve ondan da onun “eşini” var
    eden ve o ikisinden de bir çok erkekler ve kadınlar tüetip yayan Rabbinizden
    sakının” (Nisa: 4/1) ve “Sizi bir tek “nefis” (yani
    kişi)den yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı “eşini”de ondan va: eden
    Allah’tır” (A’râf: 7/189) ayetleri ve Rasulullah (s.a.v)’in:

    “Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri (yani
    sol eğe kemiği) yende üst kısımdır. Onu,doğrultmaya kalkarsan kırarsın! Hali
    üzere bırakır­san, eğrilikte devam eder. Kadınlar hakkında âze hayırlı olmanızı
    tavsiye ederim.” (Buharı Enbiyâ 1; Müslim, Rada 61-62) bu sözüde Hz.
    Havva’nın, Hz. Adem (a.s)’dan yaratıldığını gösterir. Hadiste her ne kadar açık
    bir şekildeyaratilma olayı anlatıimasa da ayetler ve yazarın rivayet ettiği
    bunu apaçık bir şekilde desteklemek­tedir. Zaten Havva’ya “Havva”
    denilmesinin sebebi, bir hayy yani canlıdan yaratıl­dığından dolayı bu isim ona
    verilmiştir.(ç).



    [61]
    Huld cenneti, müminlerin öteki alemde yerleşip içinde
    ebedi kalacakları cenıetin ismidir, (ç).



    [62]
    Ibu Kesîr (rh.a); bu görüşün, ehl-i kitaptan
    alındığını ve mevcut Tevrat’ta da tu­nun geçtiğini belirtir. Ayrıca Kurtubî’de,
    tefsirinde (1/302), bu bilgiyi aktarır, (ç).



    [63]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 270-272.



    [64]
    Bakara: 2/35.



    [65]
    Bakara: 2/36 (Ayrıca 
    bununla Ügilİ ayetler için b.k.z: AVâf: 7/13,  18; Sâd: 38/77)(ç).



    [66]
    Tâhâ:2O/118-119.



    [67]
    İbn Hacer el-Askalânî, Fethü’I-Bârî alâ
    şerhî’l-Buharî, VI/371. (Müslim “Sa-hîh”inde Ebu Hureyre’den şöyle
    rivayet etmiştir: “İçinde güneşin doğdığu en hayırlı gün Cuma günüdür; o
    günde Adem yaratıldı, o günde cennete kondu, o günde de “cennetten”
    çıkarıldı ve o günde kıyamet kopacaktır) (ç).



    [68]
    Kurtubî, Câmiu li Ahkamı’1-Kur’an. 1/303 (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 272-273.



    [69]
    İbn Cerîr et-Taberî der ki: “Hz: Adem ve onun
    zevcesi,   cennet ağaçlan arasında
    belirli bir ağacın meyvesini yemekten nehyolunrmışlardı. Odar bu meyveden yemiş­lerdir.
    Bunun hangi ağaç olduğuna dair bir bilgimiz yoktur. Çünkü Allah bu konuda ne
    Kur’ân-ı Kerîm’de bir delil koymuştur, ne de Sahîh sünnette vardır. Onun buğday
    olduğu, üzüm ağacı olduğu, incir ağacı olduğu da söylenmiştir. Bunlardın
    herhangi birisi olabilir. Ancak bilindiği takdirde bilene faydası olmayacağı
    gibi bilinmediği takdirde de zaran olmaz.” (el-Esas fTt-Tefsir: 1/130)
    (ç).



    [70]
    İbn Kesîr, el-Bİdâye ve’n-Nihâye, 1/69.



    [71]
    Araf: 7/20-21.



    [72]
    Kurtubî, el-CâmiuliAhkami’1-Kur’an, XI/251.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 273-275.



    [73]
    Mâide: 5/27-31. Geniş bilgi için b.k.z: İbn Cerîr
    Taberî, Tarihü’I-Taberî, 1/162; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/86).



    [74]
    Bu hadisi, Buharı, Enbiyâ (6/364) de; İbn Hacer
    el-Askalanî, Fethü’l-Bâri’de; Müslim Kasâme (3/1304)de; Ahmed b. Hanbeİ.
    Müsned, 1/383 rivayet etmiştir, (Ay-nca b.k.z: Suyuti, Camiu’s-Sağir, H. No
    4670)(ç)

    İbn Kesîr, bu hadisle
    ilgili olarak şöyle der:

    “Ne var ki kıyamet gününde bazı şahıslarla şöyle bir duruma
    rastlanılabilecktir: Öldürülen, öldürenden hak talebinde bulunacaktır.
    Öldürenin dünjada iken işlediği iyi ameller, öldürülenin bu talebini
    karşılayamayacak, böyle olunca da öldürülenin günahları, öldürenin boynuna
    yüklenecektir. Öldürme dışındaki haksızlıklarla ilgili böyle bir Sahili hadis
    mevcuttur. Adam öldürmekse. Haksızlıkların en büyüğüdür: (İbn Kesîr, el-Bidâye
    ve’n-Nihâye, 1/87) (ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 276-278.



    [75]
    İstihlâf lügatte, tayin etme, vekil bırakma, aday
    göstermelerine geçirme vb. ma­nalara gelir. Yüce Allah’ın Hz. Adem’i istihlâf
    etmesi demek; oıu ve onun soyun­dan gelenleri, yeryüzünde kendi adına vekil
    bırakması yani halife kılması demektir. (Ç).



    [76]
    Bakara: 2/30.



    [77]
    Abdüîvehhâb en-Neccâr, Kasasü’l-Enbiyâ, s. 6.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 278-279.



    [78]
    Buharî, Enbiyâ 3, 8 Tefsir-i Beni İsrail 5; Müslim,
    İman 327 (194); Tirmizî. Kı­yameti 1 (2436).



    [79]
    Ai-i İmrân: 3/33.



    [80]
    Bakara: 2/38.



    [81]
    Tâhâ: 20/122.



    [82]
    Bu hadisi Tirmizî, Menâbb (36İ8)de rivayet etmiştir.
    Tirmizî, bu hadisin, “Hasen Hadis” olduğunu söylemiştir.



    [83]
    Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/178 (Ayrıca bu hadis, îbn
    Hibban’m Sahîh adlı kitabında, Ebu Zerr el-Gıfari’den rivayet edilmiştir.).



    [84]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 280-283.



    [85]
    Tâhâ:20/115.



    [86]
    Kurtubî, Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, 11/251.



    [87]
    Tâhâ: 20/122.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 284-285.



    [88]
    Tahrim: 66/6.



    [89]
    Müslim, Zühd (2996). Bu hadis, daha önce de geçmişti.



    [90]
    Hicr: 15/27.



    [91]
    Meryem: 19/17.



    [92]
    Zâriyât; 54/24-25.



    [93]
    Hûd: 11/78-81.



    [94]
    Bıı hadisi, Buharı ve Müslim, Hz. Ömer b. Hattab’dan
    rivayet etmiştir.



    [95]
    Ahkâf: 46/29-32.



    [96]
    Enbiyâ: 21/20.



    [97]
    Tahrîm: 66/6.



    [98]
    Cinn: 72/14-15.



    [99]
    Zâriyât:51/56.



    [100]
    En’âm: 6/130.



    [101]
    Furkân:25/I.



    [102]
    Hicr: 15/26-27.



    [103]
    A’râf: 7/27.



    [104]
    A’râf: 7/171.



    [105]
    Fâtır: 35/1.



    [106]
    Bu hadis için b.k.z: Buharı, Babü’I-vahy 3 ve İbn
    Hacer el-Askalani, Fethü’1-Bâri, 1/21 BuharTdeki hadis, talik olarak rivayet
    edilmiştir.(ç).

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:285-293.



    [107]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 293.



    [108]
    Fahreddin er-Rân, Yüce Allah’ın Hz. Adem’e öğrettiği isinier
    hakkında şöyle der: “Allah, Adem’e bütün isimleri öğretti.”(Bakara:
    2/31) ayetini siyle tefsir etmiş­lerdir. Allah, Hz. Adem’e eşyanın sıfatlarını,
    vasıflarını ve Özelliklerini bildirmiştir.

    İkinci görüş: -ki
    meşhur olan budur- Buna göre isimler lafzından Allah’ın mu­radı, O’nun sonradan
    yaratmış olduğu ve günümüzde insanların konuşmuş olduğu Arapça, Farsça, Rumca
    vb. muhtelif dillerin isimleridir. Ademoğullan bu dillerle konuşuyorlardı. Hz.
    Adem ölüp çocukları dünyanın her tardına dağılınca, onlardan her biri, bu
    dillerin belirli birisiyle konuşmaya başladı. Böylece konuşulan bu dil, bu
    Adama hakim oldu…. İşte Hz. Adem’in çocuklarının farklı dilleri
    konuşmalarının sebebi bıdur.”

    Fahreddin er-Râzî, Tefsir-i Kebîr, 2/264-265(ç).



    [109]
    Fâtır: 35/6.



    [110]
    Bununla ilgili ayetler için B.k.z: A’râf:
    7/14-18;  Hicr: 15/34^3; Isrâ: 17/62-65
    vb. ayetler (ç).



    [111]
    Bununla ilgili bilgiler ise daha önce geçmişti.(ç).



    [112]
    Bununla ilgili çeşitli görüşler vardır. Biz bunlardan
    banlarını aşağıya kısaca â-dık. Şöyle ki:


    a.
    Mücâhid ve
    Katade, iki rivayetlerinden biline göre şöyle demişlerdir: “Bu kelimeler,
    Cenab-i Hakk’ın, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi
    bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki hüsrana uğramış kimselerden
    oluruz.”(Arâf: 7/23) ayetidir.


    b.
    Said b.
    Cübeyr’in, İbn Abbas (r.a)dan rivayetine göre bu kelimeler, Hz. A-dem (a.s)’m
    şu sözleridir; “(Ey Allah’ım) Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih eA-rîm
    ve sana hamdederim. Ben (yasaklamış olduğun ağacın meyvesinden yemek sue-tiyle
    bir) kötülük işledim ve kendime zulmettim. Beni bağışla. Çünkü sen,
    bağışt-yanlann en hayırhsısın. Senden  
    başka ilah ycktur. Seni teşbih ederim ve sana hamdederim. Ben bir
    kötülük işledim ve kendime zulmettim. Bana rahmet et. Çünkü sen rahmet
    edenlerin en hayırlsisın. Senden başka ilah yoktur. Seni teşbih ederim ve sana
    hamdederim. Ben kötülük işledim ve kendime zulmettim. Tövbemi kabul et. Çünkü
    sen, tövbeleri çok kabul eden ve rahmeti çok olansın.”


    c.
    Hz. Aişe
    (r.a) şöyle demiştir: “Cenab-ı Hakk, 
    Adem’in tövbesini kabul et­meyi dilediği zaman, Hz. Adem, yedi defa
    Kabe’yi tavaf etti. Kabe o zaman kırmızı bir tepecik idi. İki rekat namaz
    kıldığında Kabe’ye yöneldi.

    “Allah’ım! Sen
    benim sımmı da biliyorsun ve gizli olan şeylerimi de Benim özrümü kabul eyle!
    Sen benim ihtiyacımı da biliyorsun, bana istedğimi ver! Sen benim içimde olanı
    biliyorsun ve onun için günahlarımı bağışla! Allah’ım! Senden, kalbimi dolduran
    bir iman ve doğru bir yakîn istiyorum. Ki böylece baıa, ancak senin
    yazdıklarının İsabet edeceğini bifeyim ve bana .ayırdığın nasibe razı
    olayım” dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Allah’da Adem’e:

    -Ey Adem! Günahını
    bağışladım ve senin soyundan kim, senin bana yaptığın bu duayı yaparsa onun
    günahım da mutlaka bağışlarım, gam ve kederini gideririm, fakirliği gözünün önünden
    söker alınm ve o istemese bile, dünya ona akıp gelir.


    d.
    Nehaî şöyle
    demiştir: İbn Abbas’a geldim ve ona, “Adem’in Rabbinden al­dığı kelimeler
    ne idi?” diye sordum o da bana şu cevabı verdi:

    – “Yüce
    Allah,  Hz. Adem ve Havva’ya hacc
    ibadetini öğretti onlarda hacceti-ler. işte bu kelimeler, hacc esnasında
    söylenen dua ve zikirbrdir. Onlar haccı tamam­layınca, Allah onlara:

    – “Ben sizin
    tövbenizi kabul ettim” diye vahyetti.”

    Fahreddin er-Razî, Tefsiri Kebîr, ü/422/423 (ç).



    [113]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 294-297.



    [114]
    Hunût: Ölünün kefenine saçılan güzel kokulu şeylere
    denir{ç).



    [115]
    Lahit: Mezann alt tarafında kıble yönünde ölünün
    sığacağı kadar bir çukur ka­maya denir.(ç).



    [116]
    İbn Cerîr et-Taberî, Tarihü’l-Taberî,   1/158; İbn Kesir. el-Bidaye ve’n-Nihaye,
    I/9İ.



    [117]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 298.