Peygamberler Tarihi Sabuni

Hz. Mûsâ (A.S)

 

HZ. MÛSÂ (A.S) 1

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın Soyu:
3

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın Doğumu:
4

Firavunun
Hükümdarlık Müddeti:
5

Firavunun
Rüyası:
5

Hz.
Mûsâ (a.s) ile Hz. Hârûn (a.s), Ne Zaman Doğdular?
. 6

Yüce
Allah’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’i Koruması ve Firavunun Sarayında Yetiştirmesi:
6

Hz.
Mûsâ (a.s)’a Annesinin Dışındaki Süt Annelerinin Yasaklanışı:
7

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın,   Bir   Kıptî’yi  
Öldürmesi  ve Medyen Ülkesine
Hicreti:
9

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın, Şuayb’ın Kızıyla Evlenmesi ve Hayvanlarını Otlatması:
11

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın Mısır’a Tekrar Dönmesi ve Cenab-ı Allah ile Tur Dağında Konuşması
14

Hz.
Mûsâ (a.s)’ın, Mısır’a Gitmesi ve Firavunu Yüce Allah’a İman Etmeye Çağırması:
16

Hz.
Mûsâ (a.s) ile Sihirbazlar, Firavunun Huzurunda:
17

Firavunun
Sapıklıkta Sonuna Kadar Devam Etmesi:
20

Firavun
Hanedanının, ‘Dokuz Mucize’ ile İmtihan Edilmesi:
21

Firavun
ile Askerlerinin Helak Olması:
23

İsrailoğulları
Tih Çölünde:
25

İsrailoğulları
Tarihinden Alınacak İbretler:
27

Hz.
Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)’in Kıssası:
28

Hz.
Mûsâ (a.s) ‘in Ölümü:
30

 

 

 

 

HZ. MÛSÂ (A.S)

 

“(Ey Muhammedi
Sana indirdiğimiz) Kitap (Kur’an)’da (Firavun ile olan kıssasını, o müşriklere)
anlat. Çünkü o, seç­kin kılınmış bir kimse ve (tarafımızdan) gönderilmiş bir
pey­gamberdir.” (Meryem: 19/51)

Hz. Mûsâ (a.s)’m,
Firavunla olan kıssası[1]
Kur’ân-ı Ke-rîm’in bir çok surelerinde çeşitli şekil ve üsluplarla anlatılmış­tır.

Hz. Mûsâ (a.s)’m, İsrail
oğullarıyla olan kıssası[2] ise,
keza açık, detaylı ve net bir şekilde geniş olarak, özellikle de A’raf[3]  ve Kasas[4]
surelerinde; kendine özgü bir şekilde or­taya konulmuş ve açıklanmıştır.

Hz. Mûsâ (a.s)’m
Firavun ile olan kıssası[5] ise;
sadece hir şahsın, bir hükümdarla ve bir peygamberin büyük bir zorbayla
arasında geçen tek bir kıssadan ibaret olmayıp her zaman ve her mekanda
tekerrür edebilecek ve her vakit ile her zamanda ortaya çıkabilecek bir
kıssadır. Bu kıssa; zor bir olayın gerçek­te şekillenişi, hak-batıl arasında
mücadele edenlerin çatışması ve Rahman’ın ordusu ile şeytanın ordusu arasında
alışılmış bir savaşın kıyasıya mücadelesidir. Allah’ın veli kullan ile Al­lah’ın
düşmanları arasında geçmekte olan bu savaş, insan var­lığının ortaya çıkışından
ve yine davetçilerin, ıslahatçıların, nebilerin ve resullerin hayat sahnesine
çıkmasından itibaren kıyamete kadar devam edecektir

Tağut, batıl davası ve
şeytanın ordusundan oluşmuş ço­ğunlukta bulunan bir kesimin yanında durarak;
imana, tevhide ve semavi risaletlere karşı meydan okumaktaydı. Hakk ise;
hayırlı kimselerin özünden, nebiler, resuller, davetçiler ve ısla­hatçılardan
oluşmuş azınlıkta bulunan bir kesimin yanında durmaktaydı. İman ile küfür ve
Hak ile tağut arasındaki bu sa­vaş kızışıp şiddetlendi. Sonuçta ise çok yorucu
ve zorlu bir mücadelenin sonunda iman, küfre karşı zaferi kazandı ve Hak
böylece batıla karşı yücelmiş oldu. Çünkü yardım, iman ordu­sunun yanındaydı.
Yüce Allah, bunu destekleyici mahiyette şöyle buyurmaktadır:

“Doğrusu Biz,
(batıla karşı mücadele eden) peygamberle­rimize ve (onların destekçileri olan)
müminlere, dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri kıyamet gününde
yardım ederiz”[6]

İşte iman ve hakkın;
küfre ve tağuta karşı zafer kazanması, dünya hayatındaki Allah’ın sünnetidir.
Allah’ın sünnetinde ise bir değişme olmaz. Kötülük, kocaman inatçı bir düşman
sure­tinde bulunur. Barışı, selameti, insafı ve vicdanı yoktur. Hal­buki Hak
ise Rabbani daveti yerine getirmeyi ister. Hayrı, hedef tutar. Sevgi,
kardeşliğe ve insanlığa çağırır. Yeryüzünde 1 yaşayan halklar arasında adaleti
ve barışı yerleştirmeyi çalışır!.

Kötülük; kızgınlığı
açıkça belli olan, kirlenmiş, ama sesi kesilmiş ve köpek dişlerini sırıtarak
gösteren bir varlığa bü| rünmüş olarak durmaktadır. Bu nedenle de Allah’ın
peygaı berleri ile veli kullarında bulunan Rabbani davetin üstün mezif yetini,
temizlik ve safiyetini yok etmek istemektedir.

Buna, Kur’ân-ı
Kerîm’in anlattığı kıssalar da tehdit yollu açık seçik örnekler verilir. Çünkü
peygamberler, azgın ve taş-km kimseler tarafindan kötülüğe hedef
tutulmuşlardır. Yüce Allah bu konuyu şöyle anlatmaktadır:

“Kafirler,
(kendilerine gönderilmiş) peygamberlerine: ‘Ya bizim (mensup olduğumuz şirk)
dinine geri dönersiniz ya da sizi, memleketimizden çıkarırız’ dediler. Bunun
üzerine Rabbleri, peygamberlere: ‘Biz, (size ve bana karşı yaptıkları
haksızlıklardan dolayı) zalimleri mutlaka helak edeceğiz. On­lardan sonrada
yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu, makamım­dan ve tehdidimden korkanlar
içindir’ diye vahyetti. Peygam­berler de (Allah’tan) yardım istediler. Böylece
(Allah’ın yar­dımıyla) her inatçı zorba hüsrana uğradı. “[7]

İşte bu düşünce, her
zaman her vakitte bulunabilen tağutlarm düşünce şeklidir. Bu düşünce şekli,
hiçbir zaman delil ve ispat yoluyla anlaşılmaz. Akıl ve mantık ölçüsü yok­tur.
Onun yolu ancak; “saldırma”, “korkutma”,
“cezalandırma” ve “azablandırma” şeklindedir.

Nitekim Yüce Allah, bu
yolu, Firavunun ağzından naklen şöyle buyurmaktadır:

“Onların
oğullarını öldürüp kadınlarını da sağ bırakmak suretiyle elbette biz onları
ezecek üstünlükteyiz. “(A’râp 7/127)

İşte bu düşünce, Hz.
Mûsâ (a.s) zamanında yaşayan Fira­vunun düşünce şeklidir. Genel olarak ise, her
zamanda ve her mekanda var olabilecek “Firavunluğun” düşünce
şeklidir.

Peygamberlerin düşünce
şekli ise; akıl ve hikmet doğrul­tusunda gelişen bir düşünce şeklidir. İşte bu
düşünce şekli, kendisine çeşitli eziyetleri ve zulümleri tattırdıktan sonra kav­mine
şu sözü söyleyen Hz. Mûsâ (a.s)’m sözünde de şöyle or­taya çıkmaktadır:

“Mûsâ, (Firavunun
sözlerinden ve tehdidinden dehşete ka­pılan) kavmine: ‘Allah’tan yardım isteyin
ve (başınıza gelebi­lecek olan şeylerde) sabredin. Yeryüzü şüphesiz ki (Firavun
değil,) Allah’ındır. Allah, kullarından dilediğini yeryüzüne mirasçı kılar.
Sonuç; (Firavun ve onun hanedanının değil,) muttakilerindir’ dedi.”[8]

Görüldüğü üzere, bu
ayeti kerimede; bütün resullerin ve nebilerin davetlerinde yön ve hedefin bir
tek olduğu güzel bir şekilçle bize açıklanmış oluyor. Nitekim aynı şekilde
burada sapıklık ehli ile batıl davetçilerin tek gaye ve tek hedefte ittifak
etmeleri de ortaya çıkıyor. İşte bu durum, hak ile batıl ve hida­yet ile
sapıklık arasındaki mücadelenin her vakit ve her zaman da tekerrür etmiş bir
şeklidir. Bunun sonucu ise -daha öncede geçtiği üzere- inanç ashabının ve iman
ehlinin zaferi kazanma­sı ve sapık ile zalimler topluluğunun ise hezimete
uğratılması şeklinde ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, bu sonucu şöyle haber vermektedir:

“Biz, yeryüzünde
muşta zaf olanlara iyilikte bulunmak, onları (yeiyüzünde) önderler kılmak,
onları (mülk ve egemen­likte başkalarına) vâris yapmak, onlara yeryüzünde
(egemen­lik vennek suretiyle) imkan hazırlayıp yerleştirmek ve onlara Firavun,
Haman ve ikisinin askerlerine de (israil oğullarının hakimiyeti altına
girmekten) çekinmekte oldukları şeyleri gös­termek istiyorduk.”[9]

İşte bu kıssa, Hz. Mûsâ
(a.s)’ın Firavun ile olan kıssasın­dan bir ibret tablosudur. Bu kıssa, sadece
Hz. Mûsâ (a.s) ilef smırlanmayıp bütün nebiler ve resullerin kıssaları içinde
ge1çerlidir. [10]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın Soyu:

 

Tarihçilerin
kaydettiğine göre; Hz. Mûsâ (as)’m soyu şu şekildedir: Mûsâ b. İmrân b. Yashur
b. Kâhis b. Lâvi b. Ya’k’ûb b. İshâk b. İbrahim.[11]

Yüce Allah, Hz. Mûsâ
(a.s)’ı, Firavuna, kendi risaletini tebliğ etmek için göndermek istediğinde,
Hz. Mûsâ (a.s)’a des­tekçi ve yardımcı olarak kardeşi Hz. Hârûn (a.s)’ı onunla
bir­likte Peygamber olarak göndermiştir.[12]

İşte Hz. Hârûn (a.s)’ın, Hz.
Mûsâ (a.s) ile birlikte Firavuna gönderilmesi 
görevi,  Hz.  Musa’nın:  
“Ailemden   kardeşim Harun’u
bana vezir yap” (Tâhâ: 20/30) şeklinde yapmış ol­duğu duadan dolayı idi. [13]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın Doğumu:

 

Hz. Mûsâ (a.s),
Allah’ın en büyük düşmanlarından biri o-lan tuğyan ve zorbacılığıyla meşhur
olan tağut Firavunun za­manında doğdu.

Firavun, Allah’ın
mülkünde O’nunla çekişti. Azgınlığını ve isyanını ilan etti. Rablığmı ve
Allah’ın dışında tek tapılacak ilahın kendisi olduğunu iddia etti. İşte bu
tağutun ismi, Velid b. Mus’ab idi.[14]
Lakabı ise, Firavun idi. Firavun lakabı, Mısır ülkesinde zorbacılığıyla
tanınmış her hükümdara verilen bir isimdi. Aynı şekilde Kisra lakabı da, eski
Fars şehirlerindeki hükümdarlardan her biri için kullanılan bir lakaptı. Kayser
la­kabı da, Rum şehirlerindeki hükümdarlardan her biri için kul­lanılan bir
lakaptı.

Firavun Velid, -Hz.
Yûsuf (a.s)’ın İslam’a davet ettiği-kardeşi Kâbûs’un ölümünden sonra onun
yerine tahta geçmişti. Kâbus, Hz. Yûsuf (a.s)’m davetinden kaçınıp iman etmemiş­ti.[15]
Kâbus, zorbacı ve bilgili bir kimseydi. Hz. Yûsuf (a.s), Kâbus zamanında,
Rabbinin komşuluğuna göç etmişti. Kâ­bûs’un saltanatı ise uzun bir müddet
sürdü. Kâbûs’un bu salta­natı zamanla daha da şiddetlendiyse de bir müddet
sonra hefak olup gitti.

Firavun Velid,
kardeşinin yerine tahta geçince, İsrail oğul­larına karşı olan zalimliği daha
da arttı ve onlara, çeşitli zulumleri ve işkenceleri tattırdı. Firavunun İsrail
oğullarına karşı giriştiği zulmü neredeyse İsrail oğullarının soyunu
bitirecekti. Bu zalim ve zorbacı Firavun, kardeşi Kâbus’dan daha da
az-gmlaşmış, daha da kafırleşmiş ve zorbalaşmıştı. Firavunun sal-tanatlık
günleri gitgide daha da şiddetlendi. Hz. Yûsuf (a.s)’m ölümünden sonra
İsrailoğulları ise, atalarının dini üzerindeydi-ler. Atalarının dini ise, Hz.
İbrahim (a.s)’m kolaylık dini olan Haniflik dini idi.

İsrail oğulları, Hz.
Yûsuf (a.s)’m ölümünden sonra kendi­lerine daha önceden ve sonradan hiçbir
kimsenin tattırmadığı zulmü ve işkenceyi bu zalim ve zorbacı Firavundan
gördüler. Firavunlar içerisinde, bu zorbacı Firavundan daha zalimi ve daha
azgını o zamana kadar daha hiç gelmemişti.

Nitekim Yüce Allah.
Kasas Sûresinde, Firavunun bu zul­münü ve azgınlığını şöyle anlatmaktadır:

“(Ey Muhammedi)
İman eden bir topluluk için Mûsâ ve Firavundun kıssasını olduğu gibi sana
anlatacağız. Firavun, yeryüzünde (egemen olduğu topraklar üzerinde) zorbalığa
yö­neldi. Ve halkını da (istediği şekilde kendisine boyun eğip itaat edecekleri
ve hiç kimsenin itaatsizlik edemeyeceği şekilde) fır­kalara ayırdı. İçlerinden
bir fırkayı (Israiloğullarını) muşta’zaf bularak onların oğullarını boğazlıyor
ve kızlarını da (hizmetçi olmak üzere) sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, (böyle
yaptığından dolayı) fesatçılardandı. Bizde, yeryüzünde (bu) muşta’zaf olanlara
iyilikte bulunmak, onları yeıyüzünde ön­derler kılmak, onları (mülk ve
egemenlikte başkalarına) varis yapmak, onlara yeıyüzünde (egemenlik vermek
suretiyle) im­kan hazırlayıp yerleştirmek ve onlara, Firavun, Haman ve iki­sinin
askerlerine de (İsrail oğullarının hakimiyeti altına gir­mekten) çekinmekte
oldukları şeyleri göstermek istiyordu.”[16]

 

Firavunun Hükümdarlık Müddeti:

 

Firavun, İsrailoğullan
içerisinde 400 seneden fazla yaşa­mıştı. Firavun, onları kötü işkencelere maruz
bırakıyor, onları zorla emri altına alarak en kötü ve değersiz işlerde hizmetçi
olarak iş gördürüyordu. Ayrıca onları, daha iyi emri altına al­mak için çeşitli
fırkalara da ayırmıştı.[17]
Onlardan bir fırka bi­na inşa etmede, bir fırka ziraatla uğraşmakta, bir fırka
insanın pislikleri temizleme yani bugünkü anlamda kanalizasyon işin­de
çalışmakta ve çalışmaya ehil görülmeyenden de cizye alın­maktaydı.

Nitekim Yüce Allah,
Kur’an’da bu konuyu şöyle anlat­maktadır:

“Size işkence
eden, kadınlarınızı (hizmetçi olarak kullan­mak için) sağ bırakıp oğullarınızı
boğazlayan Firavun hane­danından sizi kurtarmıştık…”[18]

Her türlü şeyden
münezzeh Yüce Allah, Israiloğullarını, bu tağut ve zalimin şerrinden kurtarıp
ve onun zulüm ile tuğ­yanından İsrailoğullarmı çekip çıkararak feraha
kavuşturmak için onlara Hz. Mûsâ (a.s)’ı Peygamber olarak gönderdi.[19]

Hz. Musa (a. s)’m İsrail
oğullarına Peygamber olarak gön­derilişi, hiç kuşkusuz onlara bir rahmet ve
onları, bu zalim zorbaci hükümdarın zulmünden kurtarmak içindi. [20]

 

Firavunun Rüyası:

 

Firavun, bu işi de
kontrol etmek için; onların arasından çe­şitli temsilciler de seçti. Fakat
ebeler, Firavundan korktukla­rından dolayı İsrail oğulları kadınlarından doğan
her erkek ço­cuğu hemen doğar doğmaz öldürmek suretiyle Firavunun em­rini
yerine getiriyorlardı. Kız çocuklarına gelince ise onları erkek çocuklarının
aksine öldürnıeyip hizmetçi olarak kullan­mak için ve onları zorla emirleri
altına almak için sağ bırakı­yorlardı. İşte Yüce Allah’ın “Kadınlarınızı
sağ bırakıp oğulla­rınızı boğazlayan ” (Bakara:2/49) ayetinin anlamı
bundan do­layı idi. O vakitte doğan İsrail oğullarının erkek çocukları, işte
Firavunun emriyle böyle öldürülmekteydi. Böylece Firavun, o sırada doğan
çocukları öldürttüğü gibi ondan sonra da öldürt-me işine devam etti. Firavunun
adamları, İsrail oğulları içeri­sinde hamile olan kadınlara eziyet etmeye
başladılar. Öyle e-ziyet ediyorlardı ki, sonunda kadın, çocuğunu düşürüyordu. O
sırada İsrailoğulları içerisinde bulunan yaşlılar ve ihtiyarlar; erkek
çocuklarının öldürülmesi ve kadınların çeşitli işkencele­re tabi tutulmasından
dolayı onlar arasında da ölümler hızlan­dı.

Bunun üzerine
Mısır’daki Kıptî liderler, İsraiîoğulları içe­risinde doğan erkek çocuklarının
öldürülmesini ve ihtiyarla­rında ölüp gittiğini görünce telaşa kapılarak hemen
Firavunun huzuruna çıkıp ona:

  “Sen, İsrail oğullarını küçük
çocuklarını Öldürüyorsun. Üstelik ölüm, onların içerisinde bulunan ihtiyarlar
ve yaşlılar arasında da meydana gelmeye başladı. Yakında bizim dışımız­da
işleri yapacak hiçbir kimsenin kalmamasından ve bundan dolayı da bütün işlerin
bizim üzerimize kalmasından korkuyo­ruz. Sen, onların erkek çocuklarını sağ
biraksan iyi olacak” dediler.

Bunun üzerine Firavun,
adamlarına; İsrail oğullarının er­kek çocuklarının hepsinin helak olmaması
için, doğan erkek çocuklarını, bir yıl öldürmelerini ve bir yılda sağ
bırakmalarını emretti.”[21]

 

Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hârûn (a.s), Ne Zaman Doğdular?

 

İsrail oğullarının
erkek çocuklarının öldürülmesiyle onlar üzerindeki işkencenin artmasından ötürü
Firavun, Kıptî lider­lerin istekleri üzere, İsrail oğullarının doğan erkek
çocuklarını bir yıl öldürmelerini ve bir yıl ise sağ bırakmalarını emretmiş­ti.

İşte Hz. Hârûn (a.s),
erkek çocuklarının öldürülmeyip sağ bırakıldığı yıl içerisinde doğmuştu.[22] Hz.
Mûsâ (a.s)’da, erkek çocuklarının öldürüldüğü yıl içerisinde doğmuştu.

Hz. Mûsâ (a.s)’ın
doğumuna gelince onun doğumu, daha önce geçtiği üzere, erkek çocuklarının
öldürüldüğü yıla rast­lamıştı. Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi doğum yapacağı zaman yak­laştığında,
Firavunun yapmış olduğu zulmü gördüğünden do­layı kederi ve tasası daha da
artmıştı. Bunun üzerine Yüce Al­lah, onun üzüntüsünü gidermek için ona, (ilham
vasıtasıyla) korkamamasmı ve üzülmemesini vahyetti. Çünkü doğacak o-lan bu
çocuğun durumu; büyük olacak, Allah onu Firavunun tuzağından koruyacak ve daha
sonrada onu peygamberlerinden kılacaktı. Böylece Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)?m
annesinin kalbine sükuneti attı ve ona oğlunun öldürülmesine dair bü­kerim
gelmediği müddetçe oğlunu emzirmesini, korku geldi­ğinde ise oğlu için odun ve
tahta parçalarından bir sandık yapmasını, daha sonrada oğlunu onun içine
koymasını ve onu Nil Nehrine bırakmasını ve bundan dolayı da üzülmemesi ge­rektiğini
ona (ilham yoluyla) vahyetti. Çünkü oğlu, Yüce Al­lah’ın koruması ve gözetimi
altındaydı. Allah ise koruma ve yardım bakımından her şeye gücü yetendi…

Nitekim Yüce Allah,
Kasas Sûresinde, Hz. Mûsâ (a.s)’m annesiyle ilgili olan bu durumu şöyle
anlatmaktadır:

“Musa’nın
annesine; ‘onu emzir, onun için (onun öldü­rülmesinden) korktuğun zaman (odun
ve tahta parçalarından yaptığın sandığın içerisine koymak suretiyle) onu
(Mısır’daki Nil nehrinin) suya bırak! (Suda boğulmak, kaybolmak gibi ona bir
zarar geleceğinden) korkma! Ve (ondan ayrılacağından dolayı da) üzülme!
Şüphesiz Biz, onu, sana (uygun bir şekilde) döndürecek ve onu peygamberlerden
kılacağız’ diye (ilham ya da rüya şeklinde) vahyettik, “[23]

 

Yüce Allah’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’i Koruması ve Firavunun
Sarayında Yetiştirmesi:

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın
annesi, oğlunu gizli olarak doğurmuş­tu.[24]
Annesi, Yüce Allah’ın korumasına güvenmiş olduğun­dan dolayı oğlunu rahatlık
içerisinde emzirmeye devam etti.

Hz. Mûsâ (a.s)’m
annesi, Firavunun kan döken zebanileri­nin, oğlunu bulup öldürecekleri
hususunda korkuya düşünce, bir sandık yapıp onun içerisine biraz pamuk döşedi.
Daha sonrada oğlunu, sandığın içerisine koyup sandığın ağzını kilitledi ve
sandığı Nil Nehrine bıraktı. Kızma da sandığı uzaktan takip etmesini emretti.
Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi, bunların hepsini, her şeyden münezzeh Allah’ın (ilham
veya rüya vasıtasıyla olan) vahyi ile yapmıştı.[25] Hz.
Mûsâ (a.s)’m annesi, her şey­den münezzeh Allah’ın bu çocuğu koruyacağını, onu
tekrar kendisine döndüreceğini ve Firavunun gözü önünde olsa bile onu öldürmeye
güç yetirenleyeceğine kesin olarak inanmıştı.

Hz. Mûsâ (a.s)’m
annesi, sandığı Nil Nehrine bırakınca su, sandığı alıp götürür bir vaziyette
iken dalga sandığı bir yukarı kaldırıyor, bir aşağı indiriyordu. En sonunda
sandık, bu şekliy­le Firavunun sarayına ulaştı. Firavunun cariyeleri bir ara
Nil nehrinde yıkanır ve süslenir bir vaziyette iken Nil nehrinde kendilerine
doğru akıp gelmekte olan -Hz. Mûsâ (a.s)’ın için­de bulunduğu- sandığı durdurup
aldılar. Onlar, sandığın içeri­sinde bir mal olabileceğini zannetmişlerdi.
Cariyeler, sandığı buldukları şekilde alarak efendileri olan Firavunun karısı
Asi-ye’ye götürdüler. Sandığı açtıklarında, içerisinde bir çocuk buldular.

Yüce Allah, anında Hz.
Mûsâ (a.s)’m sevgisini, Asiye’nin kalbine atmıştı. Asiye’nin kocası olan
Firavun, bu olayın üze­rine çıka geldiğinde, onların yanında bir çocuk gördü ve
onu, öldürmeyi isteyerek hemen cellatlarına onu öldürmelerini em­retti.[26]
Bunun üzerine Asiye, Firavuna, çocuğu kendisi için sağ bırakmasını istedi.
Çünkü Asiye’nin çocuğu olmuyordu.

Nitekim Yüce Allah,
Kur’ân-ı Kerîm’de, Asiye’nin bu sö­zünü şöyle anlatmaktadır:

“(Bu çocuğu
öldürme! Belki o,) hem benim için ve hem de senin için göz aydınlığı (huzur
kaynağı) olur. Onu öldürmeyin. Belki size faydası dokunur veya onu oğul
ediniriz.”[27]

Günün birinde Asiye,
Firavuna, Hz. Mûsâ (a.s)’ı uzatarak: “Hem benim ve hem de senin için
“göz aydınlığı” olan bu ço­cuğu al” demişti. Firavun ise
Asiye’ye: “Bu çocuk, senin için göz aydınlığıdır.[28]
Benim ona ihtiyacım yoktur” diye karşılık verdi.

Bazılarının
naklettiğine göre: “Eğer Firavun, Hz. Mûsâ (a,s) için; “benim içinde
göz aydınlığıdır” demiş olsaydı; belki Allah, onu, Hz. Mûsâ (a.s) ile iman
etmeye ulaştırırdı. Tıpkı Asiye’nin böyle söylemesinden dolayı hidayete ermesi
gibi. Fakat Firavun ise Asiye’nin aksine, bu sözü söylemeyi terk ettiğinden
dolayı mesut olamadı ve hidayete eremedi Aksine o, azgın ve zalim bir kimse
olarak hayatını sürdürdü.[29]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’a Annesinin Dışındaki Süt Annelerinin
Yasaklanışı:

 

Asiye’nin, Firavundan;
Hz. Mûsâ (a.s)’ı bağışlamasını is­tediği ve Firavun’un da, Hz. Mûsâ (a.s)’ı,
hanımı Asiye’nin hatırı için bağışladığı andan itibaren Hz. Mûsâ (a.s),
Asiye’nin yanı başında Firavunun sarayında hayatını sürdürdü.

Allah, Hz. Mûsâ
(a.s)’m sevgisini, Asiye’nin kalbine -daha Öncede geçtiği üzere-
yerleştirmişti. Aynı şekilde Hz.

Mûsâ (a.s)’ı,
(zamanla) Firavuna, hem sevdirmişti ve hem de merhamet göstermesini
sağlatmıştı. Nitekim Yüce Allah’ın şu ayeti, bunu doğrulamaktadır:

“(Allah, Musa’nın
annesine) ‘Bana ve Musa’ya ‘düşman olan’ biri onu alsın.’ (Ey Mûsâ! Firavunun
ev halfa ile diğer insanlar tarafından sevilmen için ve) benim gözetimim
altında yetiştirilmen için sana kendi sevgimi lütfettim.”[30]

Asiye, Hz. Mûsâ (a.s)
için hem onu emzırecek ve hem de onu terbiye edecek bir süt annesi bulmak için
süt annelerini araştırmaya başladı. Hz. Mûsâ (a.s), getirilen her süt annenin
göğsünü emmekten kaçınıyordu. Hz. Mûsâ (a.s) bu durumda iken açlığı ve ağlaması
daha da arttı. Firavunun karısı Asiye ise Hz. Mûsâ (a.s)’m açlıktan dolayı
helak olmasından korku­yordu. Bunun üzerine bizzat kendisi Hz. Mûsâ (a.s) için
süt annelerini araştırmaya başladı. Hz. Mûsâ (a.s)’rn kız kardeşi, sonradan
sonraya Hz. Mûsâ (a.s)’ı gözetleyip durumunu öğre­niyordu. İşte Hz. Mûsâ
(a.s)’m kız kardeşi, bu durumunu gör­müştü. Bunun üzerine hemen Asiye ‘nin
yanına gelip ona; ço­cuk için temiz ve güvenilir süt emziren bir kadını
kendisine getirebileceğini arz edip bu süt emzireni bir ücret karşılığında
getireceğine taahhüt etti. Bunun üzerine Asiye, ona:

– “O süt emziren
kadını bana getir! Eğer onun göğsünü emerse sana çeşitli ikramlarda bulunurum’
dedi. Bunun üzeri­ne Hz. Mûsâ (a.s)’m kız kardeşi, Asiye’nin söylediklerini an­nesine
haber verdi.

Hz. Mûsâ (a.s)’m
annesi, bu süt emzirme işini kabul edip hemen Asiye’nin yanma gitti. Allah, Hz.
Mûsâ (a.s)’m annesi­nin kalbine sebat vermemiş olsaydı çocuğu gördüğünde az kal­sın
daha “bu benim çocuğum” diyecekti. Fakat Firavunun aile­si, süt
annenin Hz. Mûsâ (a.s)’m annesi olduğunun farkına varmadı. Hz. Mûsâ (a.s)’m
annesi, oğlunu alarak bir odanın içerisine girip göğsünü eliyle oğlunun ağzına
verdi. Hz. Mûsâ (a.s)’da annesinin göğsünü istekle ve lezzetle kanmcaya kadar
emmeye başladı. Hz. Mûsâ(a.s)’ın karnı iyice doymuştu. Bu­nun üzerine Asiye,
çocuğun bu şekilde emmesine çok sevindi. Hz. Mûsâ (a.s)’m annesine, bu çocuğu
emzirmesi için sarayda kalmasını istedi, kaldığı takdirde kendisine çeşitli
hediyeler vereceğine ve çeşitli ikramlarda bulunacağına dair vaatte bu­lundu.
Bunun üzerine Hz. Mûsâ (a.s)’in annesinin iffeti açığa çıkıp Asiye’ye:

– “Eğer kendin
onu bana vermeyi uygun bulursan, onu e-vime götüreyim ve kendi çocuğuma
baktığım ve koruduğum gibi onu şefkatle ve gözetimimle bakıp koruyacağıma dair
sa­na söz verebilirim. Çünkü ben, evimi ve çocuklarımı bu çocuk yüzünden terk
etmeye güç yetiremem” dedi.

Bunun üzerine Asiye,
çocuğu görmek için ara sıra getir­mesi şartıyla çocuğu, Hz. Mûsâ (a.s)’m
annesine vermeye razı oldu. Süt anne, bir müddet sonra tekrar kendisine
getirecekti. Çünkü çocuğun sevgisi, Asiye’nin kalbine düşmüştü. Böylece
Allah’ın (Tâhâ: 20/ 39’da geçen) vaadi yerine gelmiş oldu.

Hz. Mûsâ (a.s),
annesinin, kendisini emzirmesi için -Allah’ın izniyle-geri annesine dönmüştü.
Annesi ise oğlunun, Firavun himayesi ve gözetimi altında bulunduğundan dolayı
güven ve kalbi mutmainlik içerisindeydi. Nitekim Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de
bu kıssayı şöyle anlatmaktadır:

“Musa’nın annesi,
(oğlunun, Firavunun eline düştüğünü işittiğinde) yüreği bomboş olduğu halde
sabah etti. Eğer mü­minlerden olması için kalbini pekiştirmemiş olsaydık,
neredey­se onu (ona sabır vererek kalbine güç bağışlamamış olsaydık, ileri
derecedeki keder ve üzüntüsünden dolayı oğlunun Fira­vunun yanına gittiğini)
açığa vuracaktı. (Fakat onun kalbine sabrı ve metaneti yerleştirdiğimizden
dolayı onu açığa vurma­dı.) Mûsâ ‘nın kız kardeşine, ‘onu izle (ve durumunu
takip et)’ dedi O da, Musa’yı uzaktan gözetledi. Onlarda onun, (Mûsâ ‘nın kız
kardeşi olduğunun) farkında değillerdi. (Ama) ön­ceden Biz, onun süt
annelerinin memesini kahul etmemesini sağladık. (Bundan dolayı da getirilen
hiçbir süt annenin me­mesini emmiyordu. Bunun üzerine çocuğun açlıktan helak ol­masını
engellemek için başka süt anneler araştırmaya başladı­lar. Mûsâ ‘nın kız
kardeşi onların Mûsâ için süt anne aradıkla­rını görünce:) “Size, sizin
adınıza ona bakacak ve ona iyi dav­ranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi?
Dedi. Böylece Mûsâ ile (birlikte kalmak suretiyle) gözü aydın olsun (ondan
ayrılık dolayısıyla da) tasalanmasın ve Allah’ın (kendisine yapmış olduğu
yavrusunu geri çevireceğine dair) vadinin mutlak ger­çek olduğunu bilsin diye
annesine geri verdik. Ama onların çoğu (Allah’ın vadinin hak olduğunu)
bilmezler (de bundan dolayı şüpheye düşerler) “[31]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın,  
Bir   Kıptî’yi   Öldürmesi 
ve Medyen
[32]
Ülkesine Hicreti:

 

Hz. Mûsâ (a.s),
Firavunun sarayında gençlik çağma gir­mişti. Bu sırada Firavunun sarayında
hükümdarların çocukla­rının yaşadığı gibi izzetli ve şerefli bir şekilde
hayatını sürdü­rüyordu. Firavunun bineklerine biniyor, onun giydiği elbisele­rin
benzerini giyiyordu. Artık insanlar, Hz. Mûsâ (a.s)’ı5 “Mû­sâ b.
Firavun” yani Firavunun oğlu Mûsâ diye çağırıyorlardı. İnsanlar, ona,
Firavunun (üvey) oğlu olmasından dolayı saygı­da ve hürmette bulunuyorlardı.
Hz. Mûsâ (a.s)’da çok kısa bir zamanda gelişip gençlik çağma ulaşmıştı.

Günlerden bir gün
şehre girdi. Bir ara şehrin yollarında ve sokaklarında gezip dolaşıyordu.
-Vakit, öğle vaktiydi. Dük­kanlar kapalı olduğundan dolayı insanlar, evlerinde
idiler- Hz. Mûsâ (a.s) yolda yürürken İsrail oğullarından bir adam ile Fi­ravun
hanedanından olan Kıptî bir adam, birbiriyle kavga edip birbirlerine vuruyor ve
birbirlerine giriyorlardı. Kıptî adam, İsrail oğullarına mensup adamın hakkını
yemişti. Bunun üzeri­ne Hz. Mûsâ (a.s) yolda giderken, İsrail oğullarına mensup
a-dam, bu Kıptî’nin haksızlığından kurtarması için Hz. Mûsâ (a.s)’dan yardım
isteyince, Hz. Mûsâ (a.s), asıl itibariyle kendi kavminden olan bu adamı
Kıptî’nin haksızlığından kurtarmak ve eziyeti ondan uzaklaştırmak istedi. Bunun
için de Kıptî a-dama doğru yönelip onun çenesine bir yumruk vurdu.

Bu durum, Hz. Mûsâ
(a.s)’ın aleyhine olmuştu. Çünkü Kıptî adam, ölü olarak yere yıkılıp hareketsiz
kalmıştı. Halbu­ki Hz. Mûsâ (a.s), Kıptî’yi öldürmek istememişti. Çünkü Hz.
Mûsâ (a.s) İsrail oğullarına mensup adama haksızlığından do­layı Kıptî’yi
sadece ondan uzaklaştırmayı istemişti. Fakat so­nuçta ölüm ile karşılaşmıştı.

Hz. Mûsâ (a.s),
Kıptî’nin ölmesine üzülüp yaptığına piş­man olmuştu. Bunun üzerine Allah’a
yönelerek on dan bağış­lanmayı ve yine O’ndan mağfireti ve rahmeti istemişti.
Fakat Hz. Mûsâ (a.s)’m, Kıptî adamı öldürdüğünü; Yüce Allah’tan ve İsrail
oğullarından başka gören hiçbir kimse olmamıştı. Hz. Mûsâ (a.s) Kıptî’yi
öldürünce, yaptığı işin sonucunu beklemek için korkar bir vaziyette şehirde
sabahladı. Bu olayı işiten Kıp-tîlerin ileri gelenleri, bu olayı açığa
çıkarması için Firavunun yanma gidip ona:

– “İsrail
oğulları, bizden bir adamı öldürdüler. Bizim hak­kımızı onlardan al ve onlara
bu konuda kolaylık gösterme! Yoksa onlar, bize karşı böyle yapmaya devam
ederler” dediler. Firavun ise onlara:

– “Katili ve
onun, sizden olan adamı öldürdüğüne dair bir de şahit getirin!” dedi.

Bunun üzerine
Kiptiler, katili ve bu konuyla ilgili haberle­ri araştırmak üzere şehirde gezip
dolaşıyorlardı. O sırada Hz. Mûsâ (a.s)’da yolda giderken bir gün önce,
Kıptîlere mensup adama karşı kendisine yardım ettiği İsrail oğullarına mensup
adamı görmüştü. İsrail oğullarına mensup bu adam, düşmanı Kıptîlere mensup bir
adama karşı yine yardım istiyordu.

Hz. Mûsâ (a.s)’da,
İsrail oğullarına mensup bu adamın ya­nına kızgın bir şekilde varıp Kıptî’yi
yakalayıp İsrailliye yar­dım etmek istiyordu. Fakat İsrailli adam, Hz. Mûsâ
(a.s)’ın yüzünde kızgınlık izleri gördüğünden ve onun: “Doğrusu sen,
besbelli bir azgınsın.” (Kasas: 28/18) sözünü duyduğundan ötürü Hz.
Mûsâ’nm, kendisini yakalamak için geldiğini sana­rak ona: “Ey Mûsâ! Dün
bir (Kıptî’nin) canına kıydığın gibi (bugün de) benim mî canıma kıymak
istiyorsun?” (Kasas 28/ 19) dedi.

Kıptî adam, onun bu
sözünü işitip oradan hemen ayrılıp kendi taraftarlarına gidip onlara; dünkü
Kıptî’yi öldürenin, Mûsâ olduğunu söyledi. Katili aramakta olan Kiptiler, hemen
Firavuna giderek ona durumu anlattılar. Bunun üzerine Fira­vun, askerlerine;
Mûsâ’nm, Kıptîlere mensup bir adamı öldür­düğünden dolayı onu aramalarım ve
yakalayıp getirmelerini emretti. Firavunun askerleri, Hz. Mûsâ(a.s)’ı şehrin
yollarında ve sokaklarında aramak üzere şehre gittiler.

Firavun hanedanından
mümin olduğunu gizleyen bir a-dam, -rivayetlere göre bu adamın ismi, Hazkıl
idi- hemen Hz. Mûsâ (a.s)’a’gelerek Firavunun, kendisi hakkında vermiş ol­duğu
emri haber verip ona, Mısır ülkesinden çekip gitmesini söyledi. Çünkü Firavunun
askerleri, Hz. Mûsâ (a.s)’ı nerede bulurlarsa onu yakalayıp Firavuna
götürecekler ve o da Kıptî adama karşı Piz. Mûsâ (a.s)’ı öldürmek isteyecekti.
Bunun ü-zerine Hz. Mûsâ (a.s), hem Firavunun zulmünden kurtulmak ve hem de
Allah tarafından peygamberliğe hazırlanmak için jvledyen ülkesine doğru
yöneldi. Rabbine; kendisini dosdoğru bir yola iletmesi, Firavunun zulmünden
kurtarması (ve düş­manlarda hiçbir kimsenin göremeyeceği şekilde kendisini in­sanların
gözlerinden saklaması) için dua etti. Hz. Mûsâ (a.s)’in Medyen’e doğru yol
aldığını haber alan Firavun, hemen onun peşi sıra casuslar gönderdi. Casuslar
da Hz. Mûsâ(a.s)’ı ara­mak üzere yollara döküldüler. Fakat Hz. Mûsâ (a.s)’ı düşman­larından
hiçbir kimse göremedi.[33]

Nitekim Yüce Allah, bu
olayı Kasas Sûresinde şöyle an­latmaktadır:

“Mûsâ, halkının
(Firavun hanedanının veya kendi ailesi­nin) haberinin olmadığı bir sırada (öğle
vaktinde) şehre girdi ve orada birbirleriyle dövüşen iki adam gördü. Birisi,
kendi adamlarından (israil oğullarından kendi dinine mensup bir adam), diğeri
de düşmanlarındandı (Kıptilerdendi). Kendi ta­rafından olan adam, düşmanına
karşı Mûsâ ‘dan yardım istedi. Bunun üzerine Mûsâ, ona bir yumruk vurdu ve onun
ölümüne sebep oldu. Mûsâ, ‘Bu (Öldürme işi,) şeytanın işindendir. Çün­kü şeytan
(düşmanlığı) besbelli saptırıcı bir düşmandır.’ (Mû­sâ:) ‘Ey Rabbim! Doğrusu
(yaptığım bu işle) kendime zulmet­tim. (Bu yaptığımdan dolayı) beni bağışla’
dedi. Bunun üzeri­ne Allah onun (bu yaptığını) bağışladı. Şüphesiz ki Allah (ha­taları
bağışlamak suretiyle) Gafur ve (utanç verecek şeyleri gidermede de) Rahîm
olandır. Mûsâ: ‘Rabbim1. Bana verdiğin (makam, izzet) nimet hakkı için artık
suçlulara asla yardımcı (ve destek) olmayacağım’ dedi’.

Şehirde (Kıptî’yi
öldürdükten sonra yaptığı için sonucunu beklemek için) korku içinde etrafı
gözetleyerek sabahladı. (Er­tesi gün yolda giderken) birde baktı ki, dün
kendisinden (o öl­dürdüğü Kıpti’ye karşı) yardım isteyen kimse (yine bir Kıptî tarafından
haksızlığa uğradığından dolayı) bağırarak Mû-sâ’dan yine yardım istiyordu..
Mûsâ, ona (İsrail oğullarına mensup kişiye): ‘Doğrusu sen, besbelli bir
azgınsın. Mûsâ (yi­ne İsrail oğullarına mensup adama yardım etmek için)
ikisinin de (hem Mûsâ ‘nın ve hem de İsrail oğullarına mensup adamın da)
düşmanı olan (Kıptî’yi) yakalamak isteyince; (Musa’nın kendisine doğru kızgın
bir şekilde geldiğini gören İsrail oğul­larına mensup adam, Musa’nın kendisini
yakalamak istediğini zannederek:) ‘Ey Mûsâ! Dün bir (Kıptî’nin) canına kıydığın
gibi (bugün de) benim mi canıma kıymak istiyorsun? Sen an­cak (beni de öldürmek
suretiyle) yeryüzünde (bu ülkede) bir zorba olmayı mı istiyorsun? Sen, (öfkeni
yenerek ve öldürül­meyi hak edeni de öldürerek ) ıslah edicilerden olmayı
istemiyorsun?’ dedi.

Şehrin Öte başından
(lıızlıca) koşarak (Firavun haneda­nından mümin olduğunu gizleyen) bir adam
gelip Musa’ya: ‘Ey Mûsâ! İleri gelenler (Kıptî’yi öldürdüğünden dolayı ona
karşılık olarak) seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen (bu ülkeden)
çık (başka bir yere) git! Doğrusu ben sa­na (samimiyetle) öğüt verenlerdenim.
Bunun üzerine Mûsâ, korku içerisinde etrafını gözetleyerek oradan (Mısır’dan)
çıktı ve: “Rabbim! Beni, (arkamdan gelebilecek) zalimler toplulu­ğundan
kurtar’ dedi.[34]

(Medyen tarafına
yöneldiğinde Mûsâ:) “Umarım ki Rabbim., beni, (buraya gitmekle) doğru yola
iletir” dedi.”[35]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın, Şuayb’ın Kızıyla Evlenmesi ve
Hayvanlarını Otlatması:

 

Hz. Mûsâ Kelimullah,
kurtuluşu isleyen mazlum bir adarnın misali gibi, Mısır ülkesinden çıkıp Medyen
ülkesine doğru ayaküstü yürüyerek gitti. Fakat Firavun hanedanından birinin
kendisine yetişir korkusuna kapılmıştı. Üstelik Medyen’e g i-derken yanına
yiyecek bile almamıştı. Bundan dolayı da ağaç yaprağı yiyerek karnını
doyuruyordu. Medyen ülkesine varı n-caya kadar sekiz gece boyunca, yolculuğuna
devam e tti. Niha­yet açlıktan ve yorgunluktan takati keşi İmiş bir vaziyette
iken bir ağacın altına oturdu. Abdullah ibn Abbas bu konuyla ilgili olarak
şöyle der:

“Hz. Mûsâ (a.s),
Mısır’dan çıkıp Medyen’e gitti. Mısır ile Medyen arasında sekiz gecelik bir
yürüyüş v ardır. Hz. Mûsâ (a.s), bu yolculuğu sırasında taze ot ve ağaç
yaprağından başka yiyecek olarak bir şey yememişti. Yalınayak yürüdüğünden
dolayı ayaklarının altı parçalanmıştı. Hz. Mûsâ (a.s), Allah’ın yarattığı temiz
ve iyi kullarından birisi olduğu halde bir ağacın gölgesinde oturmuştu. Çünkü
açlıktan karnı sırtına yapışmıştı. Bundan dolayı da yediği taze otlar (veya
baklalar) daha hala karnında duruyordu. O, yarım bir hurmaya biie
muhtaçtı.”[36]

Hz. Mûsâ (a.s),
dinlenmek için oturduğu bir sırada çoba n-ların Suladığı büyük bir kuyudan
koyunlarını sulamak isteyen iki kızın, çobanların az ilerisinde, koyunlarını
otlattıklarını gördü. Fakat onlar, kendi koyunlarını diğer koyunlara karıştırmamak
için[37]
koyunlarını diğer koyunlardan ayrı bir yerde bekletiyorlardı. Bundan dolayı Hz.
Mûsâ (a.s), onların bu du­rumuna çok üzülüp onların yanına gitti ve erkeklere
karşı boyle yapmalarının sebebini sordu. Onlarda, kendilerinin, bu k o-yunları
gütmek zorunda olduklarını, çünkü babalarının ihtiyar ve yaşlı olduğunu,
babalarının yanında bu koyunların güdül-mesi ve sulanması görevini üzerine
aldıklarım söylediler. B u-nun üzerine Hz. Mûsâ (a.s), onların koyunlarını sul
adı. Daha sonrada bir ağacın gölge yerine oturarak Rabbine dua etti.

Nitekim Yüce Allah,
Kasas Sûresinde, Hz. Mûsâ (a.s) ile Şuayb’m kızları arasında geçen kıssayı
şöyle anlatmaktadır:

“Mûsâ, Medyen (e
yakın) bir su (kuyusuna) varınca, ku­yunun kenarında davarlarını sulayan bir
insan topluluğu gördü. Onlardan ötede de davarlarını (diğer çobanların
koyunlarıyla karıştırmamaktan) alıkoyan iki kadın buldu. (Onların yanma
giderek:) ‘Bu yaptığınız da nedir?’ (Niye bu çobanlan geçip sizde koyunlarınızı
sulamıyorsunuz?)’ dedi. Onlar da: ‘Çobanlar (kuyunun başından) ayrılana kadar
biz, (koyunlarımızı) s u-lamayız. (Ancak onlar iş lerini bitirdikten sonra
koyunlarımızı sularız.) Babamız da çok yaşlıdır. (Onun yaşlılığı sebebiyle buna
gücü yetmiyor. Üstelik babamızın yanında bu koyunları güdecek erkek çocukları
da yoktur. Bundan dolayı da koyunl a-n gütme ve sulama görevini üzerimizi
aldık)’ dediler.

Bunun üzerine Mûsâ,
(iyilik yapmak ve darda kalana yardımcı olmak maksadıyla) onların yerine
davarlarını suladı. Sonrada (bir ağacın) gölgesine çekildi ve: ‘Rabbim! Doğrusu
bana indireceğin hayra[38]
muhtacım’ dedi.”[39]

İbn Kesîr,
“el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı tarih kitabında konuyla ilgili olarak
şöyle der:

“Çobanlar,
davarlarını sulama işini bitirdikten sonra kuy u-nun ağzına büyük bir kaya
parçasını koyuyorlardı. Daha sonra da bu iki kız, koyunlarını sulamak için
onlardan sonra kuyu­nun ağzına gelerek çobanların davarlarından artta kalan
suyla içendi koyunlarını sulardı. Fakat o gün ise Hz. Mûsâ (a.s), k u-yunun
başına gelerek kuyunun ağzındaki o büyük kaya parç a-smı tek başına kaldırdı ve
kızlar için kuyudan su çıkardı ve onların koyunlarını bu su ile suladı. Daha
sonrada o kaya par­çasını tekrar eski yerine koydu. O güne kadar k uyunun
ağzında bulunan o kaya parçasını ancak on kişi bir araya gelerek yerin­den
kaldırabilirmiş. Hz. Mûsâ (a.s) ise, kaya parçasını tek başma kaldırmış[40] ve
daha sonrada tekrar eski yerine tek başına koymuştu.

Bunun üzerine kızlar,
Hz. Mûsâ (a.s)’m yukarıda  geçen duasını
işitmişler ve hemen babalarının yanma dönüp Hz. M û-sâ (a.s)’m kendilerine
yapmış olduğu iyiliği ve (ne kadar) güçlü olduğunu anlattılar. Babalarından da,
onun bu güzel davra­nışlarından dolayı ona ikramdan bulunmasını ve koyunlarını
güttüğünden dolayı ona bir ücret vermesini istediler. Babaları da, kendisinin
çağırdığını söylemeleri için kızlarından birini ona gönderdi. Kızda yüzünü örtüp
utana utana bir şekil de yürüyerek Hz. Mûsâ (a.s)’a gelip ona:

– “Bize yaptığın
sulama hizmetinin karşılığı olarak ücretini ödemek için babam seni
çağırıyor” dedi. Hz. Mûsâ (a.s)’m herhangi bir şüpheye kapılmaması için
Şuayb’m kızı, Hz. Mûsâ (a.s)’a bu şekilde açıkça söyledi. Bu da; kızın ne kadar
iffet­li, hayalı ve kendisini koruduğunu göstermektedir.

Bunun üzerine Hz. Mûsâ
(a.s), Şuayb’m yanına gelip ona, başından geçen olayı anlattı. Şuayb ise ona:

“Korkma! Artık
zalimler topluluğundan kurtuldun” dedi. (Kasas: 28/25) Daha sonrada
koyunlarını gütmek şartıyla kızlaından birisiyle onu evlendirdi..

Bu yaşlı adamın kim
olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda çeşitli görüşler vardır.
Bunlardan bazıları şunlardır:

1. Bazıları;
onun, Hz. Şuayb (a.s) olduğunu söylemiştir. Alimlerin çoğuna göre, meşhur olan
görüşte budur. Hasan el -Basri, bu görüşü; Malik b. Enes’ten naklen açık bir
şekilde şöyle ifade etmiştir: Hz. Şuayb (a.s), kavminin Allah tarafı n-dan
helak oluşundan sonra uzun bir müddet yaşamıştı. Nihayet Hz. Mûsâ (a.s) onunla
buluşmuş ve onun kızıyla evlenmiştir.

2. Bazıları;
onun, Hz Şuayb (a.s)’m kardeşinin oğlu old u-ğunu söylemiştir.

3. Bazıları
da; onun, Hz. Şuayb (a.s)’m amcasının oğlu ol­duğunu ve Yüce Allah’ın Medyen
halkına gönderdiği Pe y-gamber Şuayb’m olmadığını söylemiştir.

Tercih edilen görüş,
birinci görüştür. Bu da, tefsircilerden çoğunun kabul ettiği görüştür.”[41]

Hz. Mûsâ (a.s), Hz.
Şuayb’m kızıyla evlendikten sonra şart koşulan müddeti tamamlayıncaya kadar
onun koyunları otlattı. Rivayete göre bu müddet, on yıldı.[42]

Rivayet edildiğine
göre; Hz. Peygamber (s.a.v.)’, Mu­sa’nın (Şuayb’m koyunlarını sekiz mi? Yoksa
on yıl mı otla t-tığı ile) iki süreden hangisini tamamladığı soruldu. O da:

– “İki süreden en
tamam ve en mükemmel olanını tama m-lamıştır” buyurdu.[43]

Hz. Mûsâ (a.s)’m
koyunları otlatmış olduğu bu müddet, Hz. Şuayb (a.s)’ın kızıyla evlendiğine
karşılık ona verdiği mehir idi.

Hz. Mûsâ (a.s) koyun
otlattığına göre; insanlardan hiçbir kimseye de bu gibi işlerle uğraşmasında
bir ayıplık söz konusu değildir. Çünkü yaratılmışların efendisi olan Hz.
Muhammed (s.a.v.)’de koyun otlatmıştı. Sahih bir hadisi şerifte, Resulullah
(s.a.v.)’in şöyle söylediği nakledilmiştir:

“Hiçbir Peygamber
yoktur ki, koyun otlatmamış olsun” buyurdu. Sahabeler:

  ‘Ey Allah’ın resulü! Sende mi koyun
otlattın?’ diye sor­dular. O da:

  ‘Ben Kureyş’in koyunlarını
“Karârît”[44]
denilen yerde otlatırdım* buyurdu.”[45]

Nebiler ve resuller
açısından koyunları otlatmak da bir çok hikmetler vardır: Onlar bu sayede
sükunetliğe ve tevazuya al ı-şırlar. Ayrıca bu durum, onlar için, ümmetini
idare etmek ve yönetmek için bir alıştırma mahiyetindedir. Tıpkı çobanların
koyunların istediği gibi kumanda ettiği gibi onlarda, ümmeti e-rini, Öyle
yönetirler ve önderlik ederler. Çünkü onlar, ümmetin durumunu düzeltip
yönettiklerinden ve önder olduklarından ümmetin sorumluluklarını üzerlerine
almışlardır. İşte peygamberler, koyun gütmelerinden dolayı ümmetlerin
önderliğine böyle gelmişlerdir. Allah’ın salât ve selâmı onların hepsinin
üzerine olsun. [46]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın Mısır’a Tekrar Dönmesi ve Cenab-ı Allah
ile Tur Dağında Konuşması

 

Hz. Mûsâ (a.s), Medyen
ülkesinde on sene kaldıktan sonra kalbine vatanının özlemi düştü. Bunun üzerine
vatanı olan M ı-sır ülkesine hanımı ve çocuklarıyla dönmeye karar verip yola
koyuldu.

Bir ara Hz. Mûsâ
(a.s), soğuk karanlık bir gecede yolunu şaşırdı. Yanlışlıkla Tur dağının sağ
tarafına kadar gelmişti. Fakat önüne çıkan dağ geçidinden hangisine gideceğine
dair bir işaret bulamadı. Hava şartlarının çok kötü olmasından d olayı ateş
yakıp çevresini ve ailesini ısıtmak için çakmağını çıkarıp çaktı. Ama çakmak
ateş çıkarmadı. Üstelik çakmağı tutuştur a-cak bir şeyde bulamadı. Gecenin
bütün karanlığı ve soğukluğu şiddetlenmişti.

Aynı zamanda Hz. Mûsâ
(a.s)’m hanımı da hamile idi. Bu sırada hanımının doğumu da yaklaşmıştı. Bunun
üzerine ha­nımını bir yere oturttu. Bir yandan kötü hava şartları ve bir yandan
da hanımının hamile olması Hz. Mûsâ (a.s)’ı şaşkınlığa uğramıştı. Ne yapacağını
şaşırmıştı. Bu durumunu gidermek için bir ayağa kalkıyor, bir oturuyordu. Belki
bir şey görürüm veya bir şey işitirim diye utku gözetlemeye başladı. Hz. Mûsâ
(a.s) bir ara böyle bir durumda iken Tur dağının yan tarafında bir ışık gördü.
Onu da, bir ateş zannetti.

Nitekim Yüce Allah,
Hz. Mûsâ (a.s)’ın bu durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Hani Mûsâ (Tur
dağının yan tarafında) bir ateş görmüş­tü de ailesine durun! Ben bir ateş
gördüm. Size ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren
bulurum’ demiş­ti.” (Tâhâ: 20/10)

Hz. Mûsâ (a.s), Tur
dağının yakın bir yerine ulaştığında gökten orada bulunan bir ağaca doğru
uzanmış büyük bir ateş demeti gördü. Hz. Mûsâ (a.s), gördüğü şeyden dolayı şaşırmı
ş-tı. Fakat Hz. Mûsâ (a.s) ateşe yaklaştıkça -ateş ağaca indiğin­den dolayı-
ağaç geri geri çekilmeye başladı. Hz. Mûsâ (a.s), ağacın geri geri çekildiğini
görünce korkup geri dönmeye k a-rar verdi. Bu sırada Cenab-ı Allah’ın hitabını
işitti. Allah ona ayakkabısını çıkartmasını ve daha sonrada şu kutsal olan Tuva
vadisine girip Tur dağına yaklasmcaya kadar gitmesini emretti. Çünkü Cenab-ı
Allah, bir yandan onunla konuşuyor. Daha sonrada onu Peygamber olarak seçiyor
ve peygamberliğ ini tebliğ etmesi için Firavuna gönderiyor.

Nitekim Yüce Allah,
Hz. Mûsâ (a.s)’m bu durumunu Tâhâ Sûresinde topluca şöyle anlatmaktadır:

“(Ey Muhammedi)
Mûsâ ‘nın haberi sana geldi mi? Hani Mûsâ (Medyen’den vatanı olan Mısır’a
dönerken kötü hava şartlarının yüzünden yolunu şaşırmış ve bu sırada Tur
dağının yan tarafında) bir ateş görmüştü de ailesine (beraberinde bu­lunan
hanımına ve çocuklarına olduğunuz yerde) durun (ve ayrılmayın.) Ben (uzakta)
bir ateş gördüm-. Size ondan bir kor (bir değneğin ucunda veya fitil haline
getirilmiş otları tutuştu­rarak oradan bir ateş) getiririm veya ateşin yanında
bir.yol gösteren (yanlışlıkla girdiğimiz bu yolu bilen veya bana yolu
gösterecek kimseleri) bulurum’ demişti.

Ateşin yanına gelince[47]: ‘Ey
Mûsâ! Şüphesiz Ben, (sana hitap eden ve seninle konuşan) senin Rabbinim.
(Ayaklannda-ki) ayakkabılarını çıkart. Çünkü sen, kutsal (tertemiz veya mübarek
kılınmış) Tuva vadisindesin ve Ben, seni (peygamberli­ğe) seçtim. Şimdi (sana)
vahyolunanlan dinle[48]

“Şüphesiz ki Ben
Allah’ım! Benden başka hiçbir “ilah” yoktur.                                                                                   

  Öyleyse (beni dinle, bana itaat et ve bana
hiçbir kimseyi | ortak koşmaksızın yalnızca) bana ibadet et. 

-Beni (her an ve her
zaman) hatırlamak için namaz kıl.[49]

-Kıyamet mutlak olarak
gerçekleşecektir.

-(Fakat Ben onun)
vaktini (insanlardan) gizli tutarım.

-Her canlı (dünyada
iken) işlediğinin karşılığını görsün diye (kıyameti mutlaka gerçekleştireceğim)

  O’na (kıyametin kopacağına) inanmayan,
kıyametin ko­pacağını tasdik etmeyen ve (Benim emirlerime muhalefet ko­nusunda)
arzularının peşinden giden kimse, seni bundan (kı­yametin kopacağına
inanmaktan, tasdik etmekten ve kıyamet için  
hazırlanmak maksadıyla  amel
etmekten)   alıkoymasın. Yoksa helak olursun.”[50]

İşte Hz. Mûsâ (a.s)
böylece Peygamber seçildi ve “Tur-u Sina” diye isimlendirilen Tur
dağının yanında Rabbiyle böyle konuştu. Bu konuşma sırasında Allah, ona
Firavuna ve onun hanedanına karşı peygamberliğinin doğruluğunu gösteren mucize
vermişti. Bu mucize ise “asa” ile “el” mucizesi idi. Ayrıca
Allah, ona, kendisine davet etmesi için Firavuna gitmesini em­retti. Bunun
üzerine Hz. Mûsâ (a.s), Rabbinden; risâleti tebliğ ederken kendisine yardımcı
olması için kardeşi Harun’u da kendisiyle birlikte Peygamber olarak
göndermesini istedi. Ni­tekim Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’m bu isteğini şöyle
anlat­maktadır:

“Mûsâ: ‘Rabbitn!
Doğrusu ben, onlardan (Firavun hane­danından) bir kişi öldürdüm. (Oraya
gittiğimde bundan dolayı beni buldukları takdirde) beni öldürmelerinden
korkarım. Kardeşim Harun’un dili, benimkinden daha düzgündür. Onu, benimle
birlikte yardımcı olarak (Peygamber) gönder ki, (Hâ­tûn, gerek duyulacak
yerlerde) beni tasdik etsin. Çünkü (Fira­vun ve onun hanedanına tek başına
gittiğim takdirde) beni ya­lanlayacaklarından korkarım” dedi. Bunun
üzerine Allah: ‘Senin (bu) gücünü, kardeşin (Hârûn) ile pekiştireceğiz. İkini­ze
de öyle bir güç vereceğiz ki onlar, ayetlerimiz sayesinde size
erişemeyeceklerdir. (Onlar, sizin tebliğiniz karşısında size zarar verme
imkanını bulamayacaklardır)’ buyurdu. “[51]

Bazı tefsirciler[52] bu
konuda şöyle demektedirler: Hz. Mû­sâ (a.s), bu ateşe yaklaştığında ateşin
gökten orada bulunan bir ağaca doğru uzandığım ve bu ateşin dumansız ve büyük
bir ateş olduğunu ve ateşi yeşil bir ağacın içinde alevlenmekte o1duğu halde
ağacın yeşilliğini artırmaktan başka bir şey yapm a-dığıtıı gördü. Hz. Mûsâ
(a.s), bu duruma çok şaşırmıştı. Üstelik Hz. Mûsâ (a.s), ateşe yaklaştığında
-ateş ağaca indiğinden do­layı- ağacın kendisinden uzaklaştığını görünce
korkusu daha da arttı ve geri dönmeye karar verdi. Bu defa da ateşin alevi
kendisine doğru yaklaşıyordu. Bunu gören Hz. Mûsâ (a.s), ne yapacağını
şaşırmıştı ki tam bu sırada Rabbi ona Ku tsal Tuva vadisinde seslendi. Yüce
Allah, ona ilk önce, bastığın yerin kutsal bir yer olmasından dolayı tazim ve
saygı göstererek a-yakkabısraı çıkartmasını emretti. Ayrıca ona sağ elinde bulu­nan
asayı yere atmasını emretti. Bunun üzerine o da onu yere attı. Elinde olanı
yere attığında asa, koşan bir yi lan oluvermiş­ti. Daha sonrada Allah ona,
elini koltuğunun altına yani koynuna koymasını ve sonrada geri ç ıkarmasmı
emretti. Hz. Mûsâ (a.s) elini koynundan çıkardığında el inin bembeyaz olduğunu
ve güneş gibi pırıl pınl parlamakta olduğ unu gördü.[53]

 

Hz. Mûsâ (a.s)’ın, Mısır’a Gitmesi ve Firavunu Yüce Allah’a
İman Etmeye Çağırması:

 

Hz. Mûsâ (a.s),
Rabbiyle Tur dağında konuşup Peygamber olduktan sonra geri dönüp ailesiyle
birlikte Mısır’a doğru yürüyüp gitti. Mısır’a bir gece yarısı vardı. Cenab-ı
Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’m kardeşi Harun’a, Hz. Mûsâ (a.s)’ın kendisine doğru
gelmekte olduğunu ve onunla buluşmasını müjdeledi, ayrıca kendisini, Hz. Mûsâ
(a.s)’m yardımcısı ve onunla birlik­te Firavunu Allah’a davet etmek için
Peygamber olarak gön­derdiğini bildirdi.

Daha sonra Hz. Hârûn
(a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’ı karşılayıp bir araya gelerek Firavunu Allah’a kulluk
etmeye çağırmak üzere ona gittiler. Saraya vardıklarında Hz. Mûsâ (a.s),
Firavunun huzuruna girmek için kapıdan kendisine izin vermesini istedi. Kapıcı
ise Hz. Mûsâ (a.s)’a: “Firavuna ne söylemek istiyorsun?” diye sordu.
Hz. Mûsâ (a.s) ise kapıcıya: “Firavuna alemlerin Rabbinin peygamberinin
geldiğini söyle?” diye ce­vap verdi. Kapıcı ise Hz. Mûsâ (a.s)’m bu
sözlerinden korkup hemen efendisinin huzuruna girerek Hz. Mûsâ (a.s)’m söyle­diği
ve ondan işittiği sözleri Firavuna şöyle haber verdi:

– “Kapıda deli
bir adam bulunup kendisinin alemlerin Rabbinin peygamberi olduğunu iddia
ediyor” dedi. Firavun:

– “Onu içeri
al” dedi.

Hz. Mûsâ (a.s),
beraberinde Hz. Hârûn (a.s) olduğu halde Firavunun huzuruna girdiler. Daha
sonra Hz. Mûsâ (a.s) ko­nuşmaya başlayarak Firavunu Allah’a kulluk etmeye davet
edip ona Rabbinin risaletini tebliğ etti.[54]
Firavun ise Hz. Mûsâ (a.s)’ın bu sözleriyle alay ederek ona:

– “Burada benden
başka bir ilah var mıdır?” diye sordu.

Daha sonra Firavun Hz.
Mûsâ (a.s)’ı inceleyip düşünerek onu kendi sarayında yetiştirdiği Mûsâ olduğunu
anlayıp ona, daha Önceki durumuna dair -Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı gibi-şöyle
dedi:

“Çocukken biz
seni (Nil nehrinden alarak) yanımızda alıp yetiştirmedik mi? Ve sen hayatının
birçok yıllarını (Kıptî’yi öldürmezden önceki dönemini) aramızda geçirdin ve
yapaca­ğın işi (bizden olan Kıptî’yi öldürme işini) yaptın. Sen (bu ka­dar iyi
imkanlarda yetiştiğin halde ve bunun karşılığı olarak bir Kıptî’yi öldürmekle)
nankörlük edenlerdensin’ dedi. (Fira­vun Musa’nın davetine cevap vermekten
kaçınıp ona iyilikleri hatırlattı.) Mûsâ: ‘Ben, bu (Kıptî’yi öldürme işini)
cahillerden olduğum halde yaptım. (Bu işin öldürmek noktasına ulaşaca­ğını
bilmiyordum ve bu olay; Yüce Allah’ın, beni, hidayet ve vahyi  ile 
lütuflandırıp  Peygamber
yapmasından önce  idi.) Bundan dolayı siz
(in beni öldüreceğinizden korktuğum için (Medyen’e) kaçtmı. Sonrada Rabbim bana
hüküm (peygam­berlik ve ilim) ihsan etti. (Böylelikle bilgisizlik ve
sapıklıktan kurtuldum) ve beni peygamberlerden kıldı.”

İşte senin başıma
kalktığın bu nimet[55],
İsrailoğullannı (emrin altında kullanmak üzere) köle ettiğin içindir’ dedi.
(Bunun üzerine Firavun ise:) ‘Alemlerin Rabbi dediğin de ne­dir? ‘ dedi. (Mûsâ
‘da:) ‘Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulu­nanların Rabbidir? Eğer siz yakın
(yani eşyayı delilleri ile bi­lip delil) getirebilenlerden iseniz (bu
böyledir)’ dedi.[56]

 

Hz. Mûsâ (a.s) ile Sihirbazlar, Firavunun Huzurunda:

 

Hz. Mûsâ (a.s),
Rabbinin asaletini Firavuna anlatmaya devam ediyor. Firavun ise onu, hapiste
cezalandırma ve kovma gibi tehditlerde ve vaatlerde bulunuyordu. Hz. Mûsâ (a.s)
ise ona:

  “Biz sana apaçık delillerle gelen
kimseleriz” dedi. Fira­vun ise:

– “Senin yanındaki
de nedir?” diye sordu.

Hz. Mûsâ (a.s)’da
yanında bulunan asayı yere attığında asa büyük bir ejderha oluvermişti. Elini
de koynuna koyup çıkar­dığında ise eli, güneşin parlamakta olan ışığından bir
parçası gibi olmuştu.[57]
Firavun, Hz. Mûsâ (a.s)’m göstermiş olduğu bu mucizeler karşısında şaşkınlığa
uğrayıp hemen üst düzey devlet yöneticilerini çağırdı ve onlarla Hz. Mûsâ
(a.s)’m du­rumunu istişare etti. Onlar, Firavuna, Hz. Mûsâ (a.s)’ın getir­diği
mucizeleri boşa çıkarabilmek için sihirbazlarının ona karşı toplanmaları
gerektiğini söylediler.[58]
Çünkü onlar böyle söy-iemekte, Hz. Mûsâ (a.s)’ı normal sihirbazlardan biri
olduğunu zannetmişlerdi.

Bir müddet sonra
sihirbazlar Firavunun huzurunda toplan­dılar. Firavun onlardan, “Musa’nın
sihrine karşı bütün güç ve kuvvetlerini toplamalarını ve hedeflerini
birleştirrmelerini” istedi. Eğer bunu başarırlarsa kendilerini, “mal
ve makam ile mükafatlandıracağını” ve Musa’yı yendiklerinde ise onları,
“kendisine yakın kimselerden yapacağına” dair söz verdi.[59]

Daha sonra her iki
taraf, önemli bir günde[60]
şehrin geniş bir yerin de halkın huzurunda bir araya geldiler.[61]

Sonuç ise; sihirbazlar
sayı bakımından çoğunlukta[62] ol­duklarından
dolayı onlar, Hz. Mûsâ (a.s)’dan yanında bulun­durduğunu yere atmasını
istediler. Hz. Mûsâ (a.s)’da, onlara, kendilerine saygıdan dolayı ve onları
yeneceğine inandığından kendilerinin yanlarında bulundurduklarını yere atmasını
istedi.

Nitekim Yüce Allah,
Hz. Mûsâ (a.s) ile sihirbazlar arasın­da geçen olayı şöyle anlatmaktadır:

“Sihirbazlar: ‘Ey
Mûsâ! Sen mi (asanı) atacaksın yoksa (yanımızdakileri) atanlar biz mi olalım?’
dediler. Musa’da: ‘(ilk önce) siz atın!’ dedi. (Bunun üzerine sihirbazlar,
yanla­rında bulundurdukları ipleri yere) atınca (attıkları ipleri çeşit­li hile
ve göz bağcılık yaparak) halhn gözlerini büyülediler, (yaptıkları hileler ile)
onlara korku saldılar ve büyük bir sihir getirdiler.

Biz de, Musa’ya:
‘Asanı (yere) bırak’ diye vahyettih. Bir de (sihirbazlar ile halk) ne
görsünler! (Yere atılan asa,) onla­rın uydurduklarını yakalayıp yutuyor.
Böylece hak yerini bul­du ve sihirbazların yaptıkları şeylerde boşa
gitti….”[63]

Sihirbazlar,
yanlarında bulundurdukları iplerini ve değ­neklerini yere attılar. Sihirbazlar,
çeşitli hile ve gözbağcılık ile yere attıklarını yılan haline dönderdiklerinden
dolayı; ‘Fira­vun hakkı için, şüphesiz biz (Mûsâ ‘ya karşı) mutlaka üstün ge­leceğiz’
dediler.”[64]

Hz. Mûsâ (a.s),
sihirbazların yere attıkları iplerin ve değ­neklerin sanki koşan yılanlar gibi
vadiyi dolduran ve birbiri üzerine binen dağlar gibi gösterildiğini gördüğünde
onların, bu yaptıklarına karşılık içine bir korku düşmüş ve dehşete kapıl­mıştı.
Fakat Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a, önünde yükselip kalkmakta ve hareket
etmekte olanların hepsi karşısında süku­nete erdirdi ve ona korkmamasını, çünkü
kendisinin onlara karşı zafer kazanacağına ve kendisine yardım edileceğine dair
vahiyde bulundu. Bundan dolayı Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a, yanında
bulundurduğu asasını yere atmasını emretti. Hz. Mûsâ (a.s)’da asasını yere
attığında, asa, büyük bir ejderha oluverip sihirbazların yalan ve dolandan
yapıp da yere attıkları yılanların vb. şeylerin hepsini yakalayıp yutuverdi.

Nitekim Yüce Allah,
Hz. Mûsâ (a.s)’m sihirbazlara karşı durumunu şöyle anlatmaktadır:

“(Sihirbazların
çeşitli hile ve gözbağcılıkları ile yaptıkları dalaverelerle yere attıkları
ipleri ve değnekleri koşan yılanlar gibi gördüğünde Mûsâ taşıdığı yapı
nedeniyle veya insanların bunlardan dolayı tereddüte kapılıp kendisine tabi
olamayacak­larından dolayı) içinde bir korku hissetti. (Musa’nın durumu­nu
gören Yüce Allah, ona:) ‘Ey Mûsâ! Onların bu yaptıklarından dolayı korkma!
Çünkü (bu mücadeleden) üstün çıkacak olan sensin sen. Sağ elinde bulunan (asayı
yere) at da onların (gerçeğe aykırı olarak) yaptıkları (bu gösteri ve
uydurmaları­nı) yutuversin. Çünkü onların bu yaptıkları sadece bir sihirbaz
hilesidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla başarı kazanamaz’ dedik.[65]

Tarihçilerin
kaydettiğine göre;[66] Hz.
Mûsâ (a.s) elinde bulunan asayı yere attığında, asa, uzun ve kaim bir boynu ile
insanı ürküten korkunç büyük bir yılan haline dönüvermişti. Öyle ki asanın bu
hale dönüştüğünü gören insanlar, ondan u-zaklaşmaya ve kaçmaya başlamışlardı.
Bu yılan, firavun ve halkın gözlerine doğru koşan yılanlar gibi görünen
sihirbazla­rın iplerini ve değneklerini hızlı bir şekilde birer birer toplayıp
yutmaya başladı. Bu sebepledir ki insanlar, onun yaptığından etkilenerek korku
içerisinde, bozguna uğramış bir vaziyette, dehşet içerisinde ve zor bir durumda
kalmışlardı. Daha sonra Hz. Mûsâ (a.s), büyük bir yılan şekline dönüşen asasını
tekrar eline alınca, eskiden olduğu gibi -sihirbazların yılanlarını ve
değneklerini yutmuş olduğu halde- asa haline donuverdi. Hz. Mûsâ (a.s)’m
göstermiş olduğu bu mucizenin; büyü, göz bo­yama, hayal, yalan, iftira ve
sapıklık olmadığını iyiden iyiye anlamış olan sihirbazlar, bu mucizenin ancak
Yüce Allah tara­fından yapılabilecek bir mucize olduğunu kabullenmişler ve Hz.
Mûsâ (a.s)’a inananların da ilki olmuşlardı. Çünkü Allah, kalplerindeki gaflet
perdesini aralamış ve kalplerini içinde ya­ratmış olduğu hidayet nuruyla
aydınlatmış ve kalplerinin katı­lığını gidermişti. Onlarda kalplerine yönelerek
huzurunda sec­deye kapanmışlardı. İşte bu sihirbazlar, Firavunun düşmanı olan
Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı zafer kazanmaları için ve galip gelmeleri için
getirttiği sihirbazlardı.

Sihirbazlar, Hz. Mûsâ
(a.s)’m göstermiş olduğu bu mucize karşısında iman edip Şanı Yüce Allah’ın
birliğini kabul etmiş­lerdir. Çünkü sihirbazlar, bu mucizenin; sihir,
gözbağcılık, ya­lan ve iftira olmadığını kesin ve net olarak anlamışlardı. Fira­vuna
karşı peygamberliğinin doğruluğuna bir delil olması için Hz. Mûsâ (a.s)’m
eliyle ortaya çıkan bu mucize, ancak galip gelen Allah’ın mucizelerinden bir
mucizeydi.

Sihirbazlar bu
mucizeyi gördüklerinde, bunu yapmaya in­sanın güç ye kudret yetiremeyeceğine
anlamışlardı. (Çünkü kendileri, sihri en ince noktalarına kadar bilen
kimselerdi.) İşte bu mucize, (insanlara garip ve) acayip gibi görünen şeyleri
ya­pan ancak ilahi bir güç ve kuvvetten kaynaklanmaktaydı. İşte sihirbazlar, bu
ilahi güç ve kuvvet karşısında yenilgiye uğra­dıklarından dolayı Allah’a
yönelerek huzurunda secdeye ka­pandılar ve: “Alemlerin ve Mûsâ ile
Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.”(Şuam: 26/47-48)

Firavun, Hz. Mûsâ
(a.s)’ı aciz bırakamayıp aksine Hz. Mûsâ (a.s)’ın, kendisini aciz bıraktığının
farkına vardığından dolayı Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı kaybettiği güç ve kuvvetinin
tek­rar kendisine dönmesini sağlamak için ve yenilgisini örtbas etmek için
-daha önce hile ve düzenbaz kimseler olan- sihir­bazlara: “Doğrusu Mûsâ
sizlere sihri (asıl) öğreten büyüğü-nüzdür. Andolsun ki (Musa’ya inandığınızdan
dolayı sizlerin) ellerini ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim. Hurma
kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin (azabının)daha çetin ve daha devamlı
olduğunu yakında bileceksiniz.” (Tâhâ: 20/71)

Ayette de görüldüğü
üzere; Firavun, sihirbazları Allah’a iman ettiklerinden dolayı öldürmek, asmak
ve elleri ile ayakla­rını çaprazlama olarak kesmek ve onları, Hz. Mûsâ (a.s)’m
kendilerine sihir öğretmek suretiyle onun emri altına girerek onu kendilerine
sihir öğretmek suretiyle onun emri altına gire­rek onu kendilerine lider
seçtikleri şeklinde ithamda bulundu.

Halbuki Firavun, Hz.
Mûsâ (a.s)’m daha önceden onları tanı­madığını ve onlarla birlikte bir araya
gelmediğini yakîni bir bilgi ile biliyordu. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s), bu olaydan
önce yaklaşık on sene Medyen halkı içerisinde kalmıştı. Bu sebeple Hz. Mûsâ
(a.s), nasıl olurda onlara sihri öğreten büyükleri (ve liderleri olur)?!
Üstelik Hz. Mûsâ (a.s), onları bir araya topla-nıadığı gibi onların bir
meydanda kendisine karşı toplandıkla­rını dahi bilmiyordu. Bilakis Firavun,
sihirbazları, Hz. Mûsâ (a.s)’ın davetini ve mucizesini boşa çıkarabilmek içki
onları ülkenin çeşitli yerlerinden çağırıp bir araya getirip onları Hz. Mûsâ
(a.s)’a karşı kışkırtmıştı. Sonunda ise Firavun mağlup olduğundan dolayı kendi
hatasını örtbas edip kapatabilmek için uğraşmaktaydı. Çünkü Firavun, Hakkın
karşısında hiçbir şeyin fayda sağlamayacağını bilmemekteydi.

Sihirbazlara gelince
ise onlar, iman üzere sebat ederek Fi­ravunun ceza ve tehditlerine aldırış
etmediler. Üstelik onlar, cesurca ve imanlarının yardımıyla, Firavunun
zalimliğini ve zorbalığını, ona meydan okurcasına onun yüzüne karşı şöyle
söylediler: “(Ey Firavun!) Seni bize gelen apaçık delillere ve bizi
yaratana tercih edemeyiz. (Hakkımızda) ne hüküm vere-ceksen ver! Çünkü sen
ancak bu dünya hayatına hükmedebilir­sin. (Senin hükmün, dünyada geçerli
olabilir. Daha önceden işlemiş olduğumuz) hatalarımızı (günahlarımızı) ve
(Allah’ın ayetine ve peygamberinin mucizesine karşı çıkmak için) bize; zorla
yaptırdığın sihri (n günahım) bağışlasın diye biz, Rabbimize iman ettik. Çünkü
Allah (bizim için senden veya ona itaat edenlere vereceği sevap ve ecirden)
daha hayırlı ve (kendisine isyan eden kimselere cezası da daha) devamlı­dır.”[67]

Said b. Cübeyr, bu
sihirbazların durumu ile ilgili olarak şöyle der:

“Sihirbazlar (Hz.
Musa’nın göstermiş olduğu mucize kar­şısında Allah’a yönelerek onun huzurunda
yere kapanarak) secde ettikleri zaman, cennette kendileri için hazırlanmış olan
ve oraya varışlarını beklemekte olan süslü köşklerini ve saray­larını gördüler.
Bundan dolayı sihirbazlar, Firavunun tehdit ve cezalandırmalarına aldırış
etmediler. Bilakis hakkı, Firavunun yüzüne karşı söylediler.”[68]

Zalim Firavun, tehdit
ettiği şeyle onların ellerini ve ayak­larını çaprazlama keserek şehit etti.
Firavun onları, en kötü bir şekilde cezalandırmıştı. Fakat bununla birlikte
Firavunun teh­dit ve korkutması, onları, Allah’a olan imanlarından vazgeçir­medi.

Sonuçta ise onlar,
şehitler ve iyi kullar olarak öldüler. Al­lah onların hepsinden razı olsun.

Abdullah ibn Abbas
(r.a), bu sihirbazlar hakkında şöyle der:

“Onlar, günün ilk
başlarında sihirbazdılar. Günün sonları­na doğru ise (Allah katında) iyi kullar
ve şehitler oldular.” [69]

 

Firavunun Sapıklıkta Sonuna Kadar Devam Etmesi:

 

Firavun, Hz. Mûsâ
(a.s)’ın doğruluğunu gösteren ve galip getirici mucizeler ile kesin delilleri
görmüştü. Fakat Firavun, Hz. Mûsâ Kelimullah (a.s) ‘in getirdiği apaçık
mucizelerden yüz çevirerek küfründe sonuna kadar devam etti ve inadında ısrar
etti.

Devletin üst düzey
yöneticileri, Firavunu; Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve onun kavmini serbest bıraktığı
takdirde ülkede bozgunculuk çıkaracaklarını söyleyerek Firavunun bu hareketini
kınayarak onu, Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte iman edenlere karşı kış­kırttılar.
Bunun üzerine Firavun perişanlıktan, yenilgiden ve otoritesizlikten kurtulup
Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte i-nıan edenlere karşı üstün gelmek için
devletin üst düzey yöne­ticilerine; Hz. Mûsâ (a.s)’m kavminin erkeklerini
öldürmeye ve kadınlarını hizmetçi olarak kullanmak için sağ bırakmaya dair
onlara söz vermek suretiyle onların bu konudaki zihnini ve kalbini teskin etti.

Daha sonra Firavun,
kavminin ileri gelenlerine vermiş ol­duğu sözü yerine getirmek için pratiğe
dökmeye başlayınca, İsrailoğulları, kendilerini kuşatan Firavunun zulmünü,
eziyeti­ni, zorbalığını şikayet etmek suretiyle bunlara tahammül göste­remediler.
Hz. Mûsâ (a.s) ise onlara, Firavunun bu yaptıklarına karşı sabretmelerini tavsiye
etti ve onlara bu şekilde devam ettikleri takdirde güzel bir sonuca
ulaşacaklarını vaat etti.

Nitekim Yüce Allah, bu
konuyu şöyle anlatmaktadır:

“Firavunun
kavminden Heri gelenleri, (Firavuna:) ‘Mû­sâ ‘yi ve kavmini yeryüzünde
(üstünlük sağlamak ve halkının dinini değiştirmek suretiyle Mısır
topraklarında) bozgunculuk çıkartsınlar ve ilahlarını (ilah durumunda olan seni
ve üstelik senin tapmakta olduğun ilahlarını) terk etsinler diye mi serbest
bırakıyorsun?’ dediler. (Bunun üzerine Firavun, ileri gelenle­rine cevap vermek
üzere:) ‘Onların erkek çocuklarını öldürte-cek ve kadınlarını (lıizmetçi olarak
kullanmak için) sağ bıra­kacağız. (Böyle yapmakla kendilerinin önceden de
olduğu gibi, halen elimizin altında zillet içinde yaşayacaklarını bilsinler
dive) elbette biz, onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz dedi.[70]

 

Firavun Hanedanının, ‘Dokuz Mucize’ ile İmtihan Edilmesi:

 

Firavun zulüm yapmak
suretiyle insanlara üstünlük kurma fikri kaplayıp Allah’a karşı azgınlaşmada,
Hz, Mûsâ (a.s)’ı yalanlamada ve İsrail oğullarına eziyet etmede sonuna kadar
devam etti. Yüce Allah’ta, Hz. Mûsâ (a.s)’a; Firavun ile hane­danının,
İsrailoğullarını serbest bırakmayı engellemelerine ve onları yalanlamalarına
ceza olarak yakında onların üzerine şiddetli bir azabın geleceğini bildirmesini
emretti… Onların üzerine azab gelince, Hz. Mûsâ (a.s)’a Rabbinden;
kendilerinin üzerine gelen azabı kaldırmasını istemek üzere ona geldiler.

Hz. Mûsâ (a.s)’da,
onlara; iman etmek ve kendisine tabi olanlara eziyet etmemeleri şartıyla Rabbinden
kendilerinin ü-zerine gelen azabın kaldırılmasını isteyeceğini söyledi. Onlar­da,
Hz. Mûsâ(as)’a iman-edeceklerine ve kendisine tabi olan müminlere eziyet
etmeyeceklerini dair söz verdiler.[71]

Bunun üzerine Allah,
indirdiği azabı onlardan kaldırdığın­da onlar, tekrar eski azgınlıklarına dönüp
Hz. Mûsâ (a.s)’a verdikleri sözlerinde durmadılar ve Allah’a karşı isyan
ettiler. Onların, sözlerinde durmamalafından ötürü Allah onların üze­rine
çeşitli musibetler ve belâlar gönderdi.

Bu bela ve
musibetlerin hepsi de, onların, akılları başlarına gelsin ve Hakka dönsünler
diye Allah tarafından bir korkutma ve ikaz mahiyetindeydi.

Yüce Allah’ın, Firavun
hanedanının üzerine gönderdiği bu mucizevi azaplar dokuz tane olup onlar
şunlardır:

1. Kıtlık ve Kuraklık: Bu; Kur’ân-ı Kerîm’de “seneler” şeklinde
ifade edilmiştir. Ayette geçen “seneler” tabirinden maksat ise,
Firavunun hanedanına isabet eden kuraklık senele­ridir. Böylece Firavunun
hanedanı, bu seneler içerisinde ekin­lerden kâr ile gelir alamıyorlar ve ko
yunlarından da süt elde edemiyorlardı.

2. Mahsullerin Azalması: Bu; musibetler, afetler, salgın­lar ve hastalıklar
sebebiyle ağaçlarında mahsullerin azalması şeklinde meydana gelmiştir.

3. Tufan: Bu
da; ekinleri ve meyveleri telef eden yağmur­ların çoğalması şeklinde meydana
gelmiştir.

Bu rivayet, Abdullah
ibn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Bu rivayete göre ise, bu bela; Nü nehrinin,
onların üzerine taşması şeklinde vuku bulmuştur.

4.  Çekirgeler: Yüce Allah, bunları; görülmemiş bir şekil­de Firavun
hanedanını üzerine göndermiştir.

Bu çekirgeler,
yeşillikleri biçip talan ediyor ve kalabalık olmalarından dolayı da güneş
ışığının yere değmesini dahi engelliyorlardı. Onlar, geriye ne bir ekin ve ne
de bir meyve bırakıyorlardı.

5. Küçük Kene:
Bu da; hububatları bozan güvedir. Bir ri­vayete göre ise; bu, herkes tarafından
bilinmekte olan bir ke­nedir. Başka bir rivayette ise; bu, Firavun hanedanının
yattığı yerleri altını üstüne getiren ve onların kapalı evleri ile yaşama­larına
imkan vermeyen sivri sinektir.[72]

6.  Kurbağa: Bu herkesçe bilinmekte olan kurbağadır. Bu
kurbağalar, onların yanında öyle çoğaldı ki, onların yaşamları­nı bulandırmaya
başladı. Çünkü bu kurbağalar; onların yemek­lerinin ve su kaplarının içerisine
düşüyor, onların sergilerinin ve elbiselerinin üzerine sıçrıyordu. Hatta
onlardan birisi bir Şey yemek veya içmek için ağzını açacak olursa, çevredeki
kurbağalardan biri gelip ağzına atlıyordu.

7. Kan: Bu
da; apaçık mucizelerden biridir. Çünkü içtikle­ri sular onlar için kana
dönüşüyordu. Bundan dolayı kuyudan, nehirden ve her nereden içmek için biraz su
aldıklarında o su­yun, hemen o anda taze bir kana dönüştüğünü görüyorlardı.
Fakat bundan hiçbir  şey tamamıyla İsrail
oğullarına zarar vermiyordu.

8. Asa:
Asanın, koşan şekildeki yılana (veya ejderhaya) dönüştüğüne dair Hz. Mûsâ
(a.s)’ın mucizelerinden birisi olan bu mucize, daha önce (iki defa) geçmişti.

9. El: Hz.
Mûsâ (a.s), elini koynuna koyduğunda elini bembeyaz olarak çıkarmaktaydı.

Nitekim Yüce Allah, bu
mucizeler hakkında şöyle bilgi vermektedir:

“Andolsun ki Biz,
Mûsâ ‘mn (peygamberliğine ve kendisini Firavuna gönderen Yüce Allah’tan
getirmiş olduğu haberlerin doğruluğuna delil olacak) ‘dokuz tane’ apaçık mucize
verdik (Bundan dolayı Ey Muhammedi Mûsâ ‘mn onlara geldiği za­man hakkında)
İsrail oğullarına sor (u sor). Hani onlara, Mû­sâ gelmişti de (bütün bu
mucizelere ve bunları gözleriyle gör­mesine rağmen) Firavun, Musa’ya: ‘Ey Mûsâ!
Doğrusu ben, seni büyülenmiş zannediyorum’ demişti. Musa’da: ‘Andolsun ki (Ey
Firavun!) Sende bu mucizeleri apaçık deliller olarak göklerin ve yerin
Rabbinden başkasının indirmemiş olduğunu elbette biliyorsun. (Fakat inat
etmektesin. Bu bakımdan) doğ­rusu Ey Firavun! Bende senin helak olacağını
sanıyorum’ dedi.[73]

Yine Yüce Allah bu
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

“Andolsun ki Biz,
Firavun hanedanını düşünüp ibret al­maları için “yıllarca kuraklık”
ve “mahsullerin azalmasıyla” cezalandırdık Onlara (sağlık ve bolluk
şeklinde) bir iyilik gel­diğinde, bu (bolluk bizim sayemizde geldiği için bu
bolluk), bizim hakkımızdır’ dediler. Eğer onlara (kıtlık, kuraklık, hasta­lık
şeklinde) bir fenalık gelirse, (bunları,) Mûsâ ile beraberin­deki (mümin)lerin
uğursuzluğu (olarak) kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların uğursuzluğu ancak
Allah katındandır. Fakat onların çoğu (bunu) bilmezler.

Onlar: ‘Bizi onunla
büyülemek için ne kadar mucize gös-terirsen göster biz sana inanacak değiliz
dediler. Bunun üzeri­ne Biz de ayrı ayrı mucizeler olmak üzere onlara
“tufan”, “çekirge”, “küçük kene”,
“kurbağalar” ve “kan” gönderdik. Yine de (Musa’ya iman
etmeyerek) büyüklük tasladılar. (Kü­fürleri, isyanları Allah ‘a, resulüne ve
müminlere eziyet verme­leri sebebiyle) onlar, günahkar bir topluluk idiler’[74]

Burada kastedilen;
Yüce Allah’ın Firavun hanedanının ü-zerine çabucak gelebilecek olan dünyevi
azaplardan bir çoğu­nu çeşitli şekillerde göndermesidir. Bundan dolayı da Yüce
Allah onların üzerine ayrı ayrı azaplar olarak, tufanı, çekirge­leri, küçük
keneyi, kurbağalan, kanı vb şeyleri göndermiştir.

Firavun hanedanı ne
zaman ki bir azabı gördüklerinde üz­gün ve pişman olduklarım açıklamak üzere
kendilerinin üzeri­ne gelen azabı ve cezayı kaldırmak için Rabbine dua etmesini
istemek üzere Hz. Mûsâ (a.s)’a geliyorlardı. Hz. Mûsâ (a.s)’da onlara iman
etmeleri şartıyla Allah’a dua edeceğini söylüyordu. Onlarda kendilerine teklif
edilen bu şartı kabul ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ (a.s)’da Allah’a dua
edi­yordu. Hz. Mûsâ (a.s)’ın duası üzerine o azab, onlardan kaldı­rıldığı zaman
onlar daha önceden üzerinde oldukları küfür ve şirke tekrar dönüyorlardı. Bu
durum, Firavun ve onun askerle­rinden hiçbir kimsenin kurtulamadığı büyük azab
gelinceye kadar devam etti. Bu büyük azab ise Firavun ve onun askerle­rinin
denizde boğulması olayıdır.

Nitekim Yüce Allah, bu
büyük azabı şöyle anlatmaktadır:

“Onlar, (Allah’ın
dininden çıkan) fasık bir kavim idi. (On­lar, günah işlemekte ve Musa’ya
verdikleri sözlerinde durma­dıklarından dolayı) Bizi öfkelendirince onlardan
intikam aldık. Bundan dolayı onların hepsini suda boğduk. Üstelik onları
sonradan gelecek olanlara geçmiş bir örnek ve ibret kıldık. “[75]

 

Firavun ile Askerlerinin Helak Olması:

 

Firavun; küfrünü,
inadını, Allah’ın peygamberi ve Al­lah’ın kendisiyle konuştuğu Hz. Mûsâ (a.s)’a
karşı muhalefeti­ni sonuna kadar sürdürdü. Hz. Mûsâ (a.s)’m, çeşitli azap ve mucizelerle
Firavunu korkutması ve uyarması da ona bir fayda sağlamadı. Üstelik Firavun,
Hz. Mûsâ (a.s)’a, İsrail oğullarının kendisi ile birlikte gitmesine izin
vereceğine dair vermiş oldu­ğu sözde de durmadı.

Bundan dolayı Yüce
Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a; İsrailoğulları ile birlikte gece yarısı Mısır
ülkesinden çıkıp Filistin ülkesine gitmesini emretti. Bunun üzerine Hz. Mûsâ
(a.s) ve onunla bir­likte bulunan İsrailoğulları hazırlandılar.

Rivayete göre; İsrail
oğullarının, çocukları dışındaki sayısı 600.000’den fazlaydı. Hz. Mûsâ (a.s),
İsrailoğulları ile birlikte geceleyin Mısır’dan çıkıp Kızıldeniz yönünde
bulunan Süveyş kanalına doğru yürüyüşe geçti. Firavun ve onun askerlerine de
yakalanmamak için yürüyüşlerini çabuklaştırarak hızlı hızlı yürümeye başladılar.

Firavun ertesi gün
olduğunda, Hz. Mûsâ (a.s)’ı ve İsrail oğullarını şehirde göremeyince, onların,
ülkeden çekip gitmiş olduklarını anladı. Firavun neye uğradığını şaşırmış bir
vazi­yette hemen bütün ordusunu hazırladı.

Bir rivayete göre;
Firavunun süvarileri 100.000 kişiydi. Askerlerinin toplam sayısı ise
1.600.000’den fazlaydı.[76]

Firavun, onların
Mısır’dan ayrılışlarının ikinci gününün sabahında askerleri ile birlikte onlara
ulaştı. Bu sırada iki topluluk birbirini gördü. İsrail oğulları sayı bakımından
zayıf ol­dukları için tehlikeyi hissedip helak olacaklarım zannettiler. Çünkü
önlerinde deniz, arkalarında ise düşmanları durmaktay­dı. Kendileri ile Ölüm
arasında sadece birkaç saat veya bir an kalmıştı. Bu durumda Allah’a tevekkül
etmeleri gerekirken bağırma ve sızlanma şeklinde kargaşa çıkartarak:

– “Ey Mûsâ!
Doğrusu biz, (düşmanlar tarafından erişilip) yakalanacağız” dediler.

Bunun üzerine Hz. Mûsâ
(a.s), onların belirginleşmiş kor­kularım sakinleştirdi. Onlardan korkuyu
gidermek içinde asa­sını kaldırıp denize vurdu. Deniz, Allah’ın kudreti
sayesinde yarıldı. İsrail oğullarının boylan sayısınca 12 kuru yol meyda­na
geldi. Mucize olarak bu 12 yol arasında deniz suları yüksek bir dağ gibi
hareketsiz kaldı. Hz. Mûsâ (a.s) ve onunla birlikte bulunan İsrail oğulları,
görenlerin akıllarını hayrete düşürecek şekilde bu büyük mucizeyi gördükten
sonra Firavun ve asker­lerinden kurtulacaklarına dair müjdelenmiş olarak koşar
adım­larla -yürüdükleri yer, Allah tarafından kurutulduğundan ötü­rü- denizin
zemininden yürüyüp gittiler.

Nihayet
İsrailoğulları, denizi sapasağlam geçip en sonda gelenlerle birlikte tamamen
denizden çıktıklarında, Firavun, ordusunun başında Öncü komutanı olarak Hz.
Mûsâ (a.s) ve Israiloğullarını denizde yetişip yakalamak için onların arkasın­dan
denizin kıyısına geldi. Tam bu sırada Hz. Mûsâ (a.s), de­nizi, Firavun ve
askerlerinin giremeyeceği yani kendileri ile onlar arasında denizin bir engel
teşkil edeceği bir şekle dön­dürmek için asasıyla denize tekrar vurmayı istedi.
Fakat Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a denizi terk ettiği hal üzere bırakmasını emret­ti.
Çünkü Allah, onların denizde boğulmasını istiyordu. Şöyle ki: “(Ey Mûsâ!)
Denizi (yarıp kavmini geçirdikten sonra onu terk ettiğin hal üzere) açık olarak
bırak. Çünkü onlar, boğula­cak bir ordudur” (Duhân: 44/24) ayette geçen
“denizi açık olarak” ifadesinden maksat, denizi kendi halinde sakin
olarak “bırak” demektir.

Firavun, denizin
kıyısına geldiğinde denizde yollar açıldı­ğını, o dehşetli ve hayret verici bu
manzarayı kendi gözleriyle gördü. Bunun, Yüce Allah’ın bir eseri olduğunu iyice
anladı. Bundan dolayı da ürperdi ve denizin içine doğru ilerleyip gir­mekten
korktu. İsrail oğullarını takibe çıktığına bin pişman oldu. Ama pişmanlığı,
kendisine bir fayda sağlamadı. Askerle­rine karşı sağlam ve cesur görünmek
zorunda kaldı. Saldırgan ve güçlü rollere girdi. Ahlaksız ve inkarcı karakteri,
küçümse­yip itaati altına aldığı batıl davasının peşinden koşturduğu as­kerlerine:

– “Görmüyor
musunuz, deniz, benden ve benim heybetim­den korktuğundan dolayı benim için
nasıl da açılıp yol oldu. Bana itaat etmekten ve tapmaktan vazgeçip kaçan
kölelerime mutlaka yetişeceğim. Onları yakalayıp ülkeme (kahredilmiş ve
kovulmuş olarak) geri götüreceğim” dedi.

Firavun böyle
söylerken de içinden, denizden kurtulmanın bir yolunu bulmayı istiyordu. Bundan
dolayı da kendisi arkada kalıp askerlerine, önünde durmakta olan denizi
küçümseyerek cesaretlendirip onları denize doğru yürütmeyi düşünüyordu. Ama ne
gezer! Artık vakit geçmişti ve ecel saati gelip çatmıştı.

Firavun, bir ileri bir
geri gidiyor ve askerlerini denize gir­mek için teşvik ediyordu. Kendisi ise
denize girmekten kaçmı­yordu.

Tam bu sırada Cebrail
dişi kısrak at üzerinde oraya gelip Firavunun erkek atının önüne geçerek atını
ileri doğru sürmeye başlayınca Firavunun atı da» Cebrail’in dişi kısrak atının
peşi­ne düştü. Cebrail hemen kısrağını süratlendirerek açık durum­da olan deniz
yollarından biline girdi. Firavunun atı da koşarak denizdeki yola girdi.
Firavun artık bir şey yapacak durumda değildi. Zira askerleri de onun denize
girdiğini görünce onun peşi sıra hızla açık durumda olan deniz yollarına
girdiler. Artık hepsi denize girmişlerdi. İlk başta açılan deniz yollarına
giren­ler, karşı kıyıya çıkmak üzereyken Yüce Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a denizin
eski haline dönmesi için asasıyla denize vurma­sını emretti. Hz. Mûsâ (a.s)’da
asasıyla denize vurduğunda de­nizin büyük dağlar gibi havaya kalkmış bulunan
dalgaları eski haline geri döndü. İsrail oğulları dışında Firavun ve askerle­rinden
hiçbir kimse kurtulamadı. Zira deniz, Firavun ve asker­lerini içine çekip
boğmuştu.

Nitekim Yüce Allah,
Şuarâ Sûresinde bu olayı şöyle an­latmaktadır:

“Derken (Firavun
ve askerleri onların Mısır’dan ayrılış­larının ikinci günü) güneşin doğduğu
vakitte (onların denize girdikleri sırada) onların ardına düşüp yetiştiler. İki
topluluk birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları, (Musa’ya): Eyvah!
(Düşmanlarımız tarafından) yakalanacağız’ dediler. Mûsâ ise (Allah’ın kendisine
vermiş olduğu vaadin güveni ile: ‘Düş­manlarınız) asla (size yetişemeyeceklerdir!)
Muhakkak ki Rabbim (onların bize yetişip zarar vermelerine fırsat vermeye­cek
şekilde) benimdir ve bana dosdoğru yolu gösterecektir’ dedi. Bunun üzerine Mûsâ
‘ya: ‘Asanı (önünde bulunan) denize vur’ diye vahyettik O denizde hemen (İsrail
oğullarının boyla­rı sayısınca 12 yola) yarıldı ve (denizden ayrılan) her bir
par­ça büyük bir dağ gibi (lıavaya kalkmış dalgalar) oldu. Sonrada diğerlerini
(Firavun ve askerlerini açık olan) deniz (yollarına doğru) yaklaştırdık. Mûsâ
‘yi ve beraberindekileri topluca (de­nizden çıkartmak suretiyle denizde
boğulmaktan) kurlardık.

Daha sonra ise
diğerle/ini (Firavun ve askerlerini, açık olan denizyollarına girdiklerinde
hepsini) suda boğduk. (Ve onlar­dan hiçbir kimse kurtulamadı.)”[77]

Deniz, Firavun ve
askerlerinin üzerine kapanınca onlardan hiçbir kimse kurtulamayıp hepsi
boğuldu. Firavuna gelince ise o, denizin dalgaları arasında boğulma ve ölümün
yaklaştığı bir sırada Allah’a iman ettiğini ve O’na teslim olduğunu söyledi.

Nitekim Yüce Allah,
Firavunun bu durumunu şöyle an­latmaktadır:

“Nihayet Firavun,
boğulacağı anda: ‘israil oğullarının iman ettiği ilahtan başka ilah olmadığına
inandım. Artık bende Müslümanlardanım’ dedi. (Başın sıkıştığından dolayı, daha
önce değil de) şimdi mi inandın? Halbuki daha önce (Allah ‘a) başkaldırmıştım
Üstelik (hem kendini ve hem de başkalarım dosdoğru yoldan saptırdığın, İsrail
oğullarına zulmettiğinden dolayı) bozgunculuk edenlerdendin.”[78]

Fakat Firavunun,
dalgalar arasındayken yapmış olduğu imam ve günahlarından tövbe etmesi kendisine
hiçbir fayda sağlamadı. Üstelik denizin dalgalan içinde askerleriyle birlikte
helak oldu. [79]

 

İsrailoğulları Tih Çölünde:

 

Yüce Allah, Firavun ve
askerlerini denizin dalgalan ara­sında boğmak suretiyle helak edip İsrail
oğullarını da çetin bir azaptan kurtarınca, Hz. Mûsâ (a.s)’a, İsrail oğullan
ile birlikte Beytü’l-Makdis’e doğru gitmesini emretti.

Bu emir üzerine hemen
yola koyuldular. Yolda gittikleri bir sırada İsrailoğulları şiddetli bir
şekilde susadılar. Bunun Üzerine sitemli bir şekilde Hz. Mûsâ (a.s)’a şikayette
bulundu­lar. Ondan, kendilerine su bulup getirmesini istediler. Allah’ta, Hz.
Mûsâ (a.s)’a; asasıyla orada bulunan taşa vurmasını emret­ti. Hz. Mûsâ (a.s)’da
asasıyla orada bulunan taşa vurdu. Taş, İsrail oğullarının içerisinde bulunan 12
boydan her birisinin ondan akan suyu içebileceği şekilde 12 gözeye ayrılıp,
ondan su fışkırdı. Daha sonra Allah, onlara gayret ve zahmet çek-meksizin rızık
olarak gökten “bıldırcın” ve “kudret helvası”nı gönderdi.[80]

Sonrada Allah, Hz.
Mûsâ (a.s)’a; İsrail oğullarına vaat et­tiği kutsal şehre onları sokmasını
emretti.

Hz. Mûsâ (a.s) ile
birlikte bulunan İsrailoğullan, Allah ta­rafından kendilerine vaat edilen
kutsal şehre yaklaştıklarında orada Heysanlıların[81]
kalıntılarından ve Ken’anlılardan oluşan zalim bir kavmin yerleşmiş olduğu bir
şehir buldular.

Hz. Mûsâ (a.s),
onlara; şehre girmelerini, onlarla savaşma­larını ve onlaıı kutsal şehirden
çıkarmalarını emretti. Fakat onlar bunu yapmaktan kaçınıp cihattan kaçtılar ve
düşmanla­rıyla karşılaşmaktan korktular. îsrailoğulîan, Hz. Mûsâ (a.s)’a karşı
Allah’ın emrinden çıktıklarını gösteren şu sözleri söyle­diler:

“Ey Mûsâ! Onlar
orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz. Şu halde sen ve Rabbin
gidin (bizim yerimize onlarla siz) savaşın. Biz burada oturacağız. “[82]

Tarihçilerin
kaydettiğine göre; Hz. Mûsâ (a.s), İsrail oğul­larına bu kutsal şehre
girmelerini istemezden önce şehir halkından haber getirmeleri için İsrail
oğullarından birkaç kişiyi o kutsal şehre gönderdi.

Tefsirciler bununla
ilgili olarak şöyle derler: “Hz. Mûsâ (a.s)’tn kutsal şehir halkından
haber getirmeleri için şehre gönderdiği kimseler, 12 kişiydiler.”

Bu kişiler, o kutsal
şehre gittiler. Şehre vardıklarında hal­kın iri ve cüsseli kimseler olduğunu
gördüler. Şehir halkının bu halleri, onları korkuya düşürdü. Daha sonra onlar,
-Hz. Mû­sâ (a.s), onlara; gördüklerini İsrail oğullarına anlatmamalarını tembih
ettiği halde yine de- gördüklerini İsrail oğullarına haber vermek için geri
döndüler. Geri dönenler, şehir halkında ne gördülerse hepsini İsrail oğullarına
anlattılar. Bunun üzerine İsrailoğulları düşmanlarının yanma varıp onlarla
savaşmaya ve cihat etmeye dair kendilerinde güç ve kuvvet bulamadılar.

Zaten İsrailoğulları,
Mısır’da, Kıptîlerin hakimiyeti altında kaldıkları müddetçe zillet ve
zorluklara alıştıklarından dolayı böyle bir hayata razı olmuşlardı. İşte bundan
dolayı Allah’ın emrini yerine getirmekten kaçındılar ve düşmanlarıyla da sa­vaşmaktan
korktular. Onların bu davranışları üzerine Allah, onları, Tih çölüne attı ve
onları kırk sene çölde bıraktı. Böyle­ce onlar çölde sersem sersem dolaşıyorlar
yok oluyorlar, ölü­yorlar, sağa-sola doğru göçüp gidiyorlardı ve daha sonra
tekrar dönüp dolaşıp eski yerlerine geliyorlardı.

Nitekim Yüce Allah,
İsrail oğullarının Tih çölünde kaldık­larına dair şöyle buyurmaktadır:

“Allah (Musa’ya):
‘(Cihat etmekten kaçındıkları için) ora­sı onlara kırk yıl yasaklanmıştır. (Bu
müddet içinde) orada şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sende yoldan çıkmış toplum
için üzülme!’ dedi.”[83]

Bu, Yüce Allah’tan
onlara bir ceza idi. Bu ceza onlardan zillet ve zorluk üzere yaşamaya alışan bu
ilk nesil yok olup gidinceye kadar devam etti.. Onların yerine, çölde hür
yetişen ve izzetle yaşayan bir nesil geldi. Bu nesil, Yuşa b. Nûn ile birlikte
kutsal şehre (Arzı Mukaddes’e) girdiler. [84]

 

İsrailoğulları Tarihinden Alınacak İbretler:

 

Kur’ân-ı Kerîm,
Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere in­karla, lütuf ve ihsana isyanla
karşılık veren bu azgın ve asi top­luluğun hayatım daha sonra gelen insanların
ibret alması için onlardan çokça bahsetmiş ve onların başından geçen hadisele­re
ve olaylara geniş yer vermiştir.

Bunların yanı sıra
Yüce Allah; onların üzerine nimetlerini çoğaltmış, onları düşmanlarının
tuzağından kurtarmış ve düş­manları olan Firavun ile askerlerini de denizin
dalgalan ara­sında helak etmiştir.

Fakat İsrail oğullan,
Allah’ın kendilerine vermiş olduğu sayılamayacak kadar çok olan güzellikler ve
ihsanlardan sonra buzağıya tapmışlar, peygamberleri olan Hz. Mûsâ (a.s)’m da­vetinden
yüz çevirmişler, kendilerine gönderilen birçok pey­gamberi öldürmüşler, iyi
kimselerin kanlarını dökmüşler ve daha birçok tüyler ürpertici işler
yapmışlardır.

Sonunda ise Allah,
İsrail oğullarını maymunlara ve do­muzlara çevirmiş, onlara gazap etmiş, onlara
lanet etmiş ve onlara horluk ile yoksulluk damgasın! vurmuştur.

Nitekim Yüce Allah,
bunun sebebini şöyle anlatmaktadır:

“israil
oğullarının üstüne horluk ve yoksulluk damgası vu­ruldu ve Allah’ın gazabına
uğradılar. (Allah, İsrail oğullarına verilen bu cezaların sebebini şöyle
açıklıyor) İşte bu, (onlara verilen cezalar) Şüphesiz ki Allah’ın ayetlerini
inkar ettikle­rinden ve (kendilerine gönderilen) peygamberleri de haksız yere
öldürdüklerinden dolayı idi. İşte bu (nları yapmalarının sebebi ise) isyan
etmelerinden ve aşırı gitmelerinden dolayı idi.” (Bakara: 2/61)

Yine Yüce Allah,
onların bu durumunu şöyle anlatmakta­dır;

“Allah onlara
zulmetmedi. Ama onlar kendilerine (çeşitli şekillerde) zulmediyorlar.”
(Âl-i Imrân: 3/117)

Eğer biz, İsrail
oğullarının işlemiş oldukları günahları ve suçları genişçe anlatmaya kalksak,
(diğer anlatmamız gereken şeyler için) bize yer kalmaz. Üstelik büyük bir cilt
kitap yaz­mak gerekir. Çünkü onların hayatları, insanlık hakkında işle­dikleri
günahlar bir yana, sadece peygamberler ile Yüce Allah hakkında işledikleri
sürekli günahlar ile doludur. Zira onlar, Şanı Yüce Allah’a çeşitli iftiralarda
bulunmuşlardır. Örneğin; Allah’ı cimrilikle ve aşırı cimrilikle suçlamışlar,
yine Allah’a acizliği ve zulmü isnat etmişlerdir. 

Nitekim Yüce Allah,
İsrail oğullarının bu durumunu şöyle anlatmaktadır:

“Yahudiler:
‘Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)’ dediler. (Böyle) söylediklerinden dolayı
(Yüce Allah’ın zatına yakışma­yan bir nitelemede bulunmalarından ötürü) onların
elleri bağ­lansın ve onlara lanet olsun. Hayır, Onun iki elide açıktır. Nasil
dilerse (cömertliğinden) öyle infak eder….. “[85]

İsrail oğullanılın
hayatında görülen başka tarihi olaylar ve hadiseler daha vardır. Fa’kat onların
hayatlarının uzun ve geniş olması itibariyle sadece bir kısmını anlatmayı uygun
bulduk.[86] Allah,
doğru yola ileten ve başarılı kılandır. [87]

 

Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)’in Kıssası:

 

Kur’ân-ı Kerîrri,
bize, Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s)[88]
arasında geçen kıssayı anlatmıştır.

Bu kıssa, ilim talep
etme yolunda alçakgönüllülüğü göste­ren bir kıssadır.

Bu kıssa, Hz. Mûsâ
(a.s) ile Hz. Hızır (a.s) arasında gayb ve garip gibi görünen haberlere dair
geçmiş bir kıssadır….

Yüce Allah, gayb ve
garip gibi görünen haberleri bu salih kula yani Hz. Hızır’a bildirmiştir. Fakat
Ulu’1-azm peygam­berlerinden biri olan Hz. Mûsâ (a.s), gayb ve garip gibi görü­nen
haberleri tanıyıp anlayamamıştır…

Bazen Şam Yüce
Allah’ın yarattığı birisinde, önemli işler olabilir. Çünkü bazen ikinci
derecede olan, birinci derecede olanın bilmediği şeyi bilebilir…

Bu kıssalar; geminin
delinmesi olayı, çocuğun öldürülmesi olayı ve yıkılan duvarın yapılması
olayıdır.

Bu kıssaların hepsi,
Kur’an ile sünnette açıklanmış haber­lerden ve normalde garip gibi görünen
işlerdendir.

Resulullah (s.a.v.)
gözetici ve faydalı üslubuyla, Hz. Mûsâ (a.s) ile Hz. Hızır (a.s) arasında
geçen kıssayı bize haber ver­miştir.

Buhârî ile Müslim,
Übey b. Ka’b yoluyla Resulullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Mûsâ, İsrail
oğullan içinde bir gün hutbe anlatmaya kalk­tığı sırada kendisine:

  “İnsanların bilgi yönünden en bilgilisi
hangisidir?” diye sordular. Musa’da:

– “Benim”
dedi.

Mûsâ, bu konudaki
bilgiyi Allah’a havale etmedi. Bundan dolayı da Allah, onu, (böyle cevap
vermesinden ötürü) kınamış ve ona:

  “İki denizin bitiştiği yerde benim bir
kulum vardır ki o, (bilgi yönünden) senden daha bilgilidir” diye vahyetti.
Mû­sâ’da, Allah’a:

  “Ya Rab! Ben onunla nasıl
buluşabilirim?” diye sordu. Allah:

– “Bir balık al
ve onu içerisinde su bulunan bir kovanın i-çine koy. Onu yanında taşı. Onu
nerede kaybedersen, işte o kulum orada (demek)tir” buyurdu.

(Bunun üzerine Mûsâ,
bir balık alıp kovanın içine koydu ve yanındaki genç arkadaşına[89]

  “Balığı nerede kaybedersen, onu bana
haber ver” diye tembih etti.)

Mûsâ, beraberinde genç
bir arkadaşı olduğu halde yola koyuldu. İki denizin bitiştiği yerde bulunan
büyük bir kaya parçasının yanma varıp orada başlarını yere koyup uyudular.
Kovanın içindeki balık, kımıldayarak kovadan sıçrayıp denize düştü. Fakat
Allah, balık için denizin akışını tuttu ve denizin yüzeyinde bir halka
oluşturup balığın ondan gizli bir yol bula­rak denizin içerisine doğru
girmesini sağladı.

Genç uyandığında
balığın denizin içine düştüğünü gördü. -paha sonra uyanan Musa’ya haber vermeyi
unuttu. Sonra ikisi de, o günün geri kalanı ve bütün gece boyunca yürüdüler. Er­tesi
gün olduğunda, Mûsâ, genç arkadaşına:

   ‘Kuşluk yemeğimizi bize getir (de yiyelim).
Doğrusu bu yolculuğumuzdan epey bir yorgunluk çektik’ (Kehf: 18/62) de­di.

Halbuki Mûsâ, Allah
tarafından kendisine emir olunan ye­rin ötesine geçmedikçe yorgunluk
duymamıştı. Genç arkadaşı, Musa’ya:

– Gördün mü? Kayaya
sığındığımız vakit balığı (n denize düştüğünü sana haber vermeyi) unuttum. Onu
sana söylememi bana ancak şeytan unutturdu. (Doğrusu balık) şaşılacak şekil­de
denizin içinde yolunu tut(up git)ti’ (Kehf: 18/63) dedi.

Balığın şaşılacak bir
şekilde denizin içinde yolunu tutup gitmesi Musa’yı ve genç arkadaşını şaşkına
çevirmişti. Mûsâ:

– “İşte
aradığımız (yer) orasıdır (Kehf: 18/64) dedi.

Tekrar izlerini takip
ederek geldikleri yere geri döndüler. Büyük kaya parçasının yanma
vardıklarında, bir elbiseye bü­rünmüş (ve elbisenin bir tarafını ayaklarının
altına, bir tarafını da başının altına sermiş ve arkasının üzerine dümdüz
yatmış olan) Hızır’ı gördüler. Mûsâ, ona selam verdi. Hızır’ da:

– (Kimsenin
bulunmadığı) bu yerde (Allah’ın) selamı ha! Kimsin sen?’ diye sordu. Musa’da:

– Ben, (Allah’ın sana
gönderdiği) Musa’yım!’ dedi. Hızır:

– İsrail oğullarının
Musa’sı mısın?’ diye sordu. Mûsâ:

– Evet! (İsrail
oğullarının Mûsâ’sıyım. Sende bir ilim bu­lunduğu bana haber verildi.) Sana
öğretilen rüşdü[90] bana öğ­retmen için sana
geldim’ dedi. Hızır:

– Sen  benimle (beraber bulunmaya) sabredemezsin’
(Kehf: 18/67) dedi. Çünkü Ey Mûsâ! Ben, Allah’ın kendi il­minden bana öğrettiği
öyle bir ilme sahibim ki, sen, onu bile­mezsin. Sen ise, Allah’ın kendi
ilminden sana öğrettiği öyle bir ilim vardır ki, onu da, ben bilemem’ dedi.
Mûsâ:

– inşallah’ sen,  benim, sabrettiğimi göreceksin.  Senin (yaptığın) iş (lere) de karşı gelmem’
(Kehf: 18/69) dedi. Hızır, Musa’ya:

– Eğer bana uyarsan,
sana bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma’ (Kehf: 18/70)
dedi.

Bunun üzerine sahile
doğru yürüyüp gittiler. Sahilde bir gemiye rastladılar. Kendilerini gemiye
almaları için, gemi sa­hipleriyle konuştular. Gemi sahipleri, Hızır’ı
tanıdılar. Hızır ile Musa’yı, ücretsiz olarak gemiye aldılar. Bunun üzerine
Hızır ile Mûsâ, gemiye bindiler. Hızır, Musa’nın beklemediği bir anda ansızın
ayağıyla geminin bir tahtasını söktü. Mûsâ, Hı­zır’a:

– Bunlar, bizi,
ücretsiz olarak gemiye alan bir topluluk. Sen ise onların gemisini delmeye
çalışıp batırmak istiyorsun. (Yoksa sen,) ‘gemi halkını boğmak için mi deldin?
Gerçekten sen, (zararı) büyük bir iş yaptın’ (Kehf: 18/71) dedi.

Resulullah (s.a.v.)
sözüne devamla şöyle dedi: “Musa’nın, Hızır’a karşı bu ilk. davranışı, bir
dalgınlık ve unutkanlık eseri idi…

O sırada bir serçe,
geminin kenarına konup denizden bir yudum su almıştı.

    Hızır, Musa’ya:

ü ‘Senin ilmin ve
benim ilmim, Allah’ın ilminin yanında, şu serçenin (gagasıyla) denizden aldığı
bir yudum su kadar!’ dedi.

Daha sonra gemiden
çıktılar. Deniz sahilinde yürüyüp git­tikleri sırada başka çocuklarla oynayan
bir oğlan çocuğu gör­düler. Hızır, hemen oğlanın başını tutup koparmak
suretiyle onu Öldürdü. Mûsâ, Hızır’a:

– ‘Tertemiz bir canı,
hiç bir kimseyi öldürmediği halde kat­lettin ha!’ (Kehf: 18/74) dedi. Hızır’da,
Musa’ya:

  ‘Ben,, sana, benimle beraberliğe
sabredemedin, deme­dim mi?’ (Kehf: 18/75) dedi.

Süfyan derki: ‘Bu,
birinci tepkisinden daha ağır idi.’ Mûsâ, Hızır’a:

   ‘Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam,
artık bana arkadaşlık etme. Hakikaten benim tarafımdan son Özre ulaştın’ (Kehf:
18/76) dedi.

Bunun üzerine (yine
yola koyulup) gittiler. ‘Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek
istediler. Köy halkı ise, onları, misafir etmekten kaçındılar. Bu arada, orada
yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar.’ (Kehf: 18/77) Hızır, eliyle
onu doğrulttu. Mûsâ, Hızır’a:

– ‘Bunlar, yanlarına
geldiğimiz halde bizi misafir etmeyen ve bize yemek vermeyen bir topluluk.
İsteseydin elbette bu yap­tığın iş karşılığında bir ücret alırdın’ (Kehf:
18/77) dedi. Hı­zır’da, Musa’ya:

  ‘İşte bu, benimle senin aramızın
ayrılmasıdır. Şimdi sa­na, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber
verece­ğim’ (Kehf: 18/78) dedi.

Resulullah (s.a.v.)
devamla: ‘Allah, Musa’ya rahmet etsin. İsterdim ki, o, sabretseydi. Bu sayede
Allah, bize, ikisi arasın­da geçen işleri haber verirdi!!’ buyurdu.”

Bu hadisi, Buhârî ile
Müslim rivayet etmiştir.[91]

Bir İkaz: Allame
Kurtubi derki: “Allah’ın veli kullarının kerametleri, mütevatir ayetler
ile haberlerin gösterdiğiyle sa­bittir. Veli kulların kerametlerini ancak inkarcı
olan bidatçi ile sapık olan kimseler kabul etmez. Halbuki Yüce Allah’ın, Hz.
Meryem hakkında naklettiği haberler ise; kışın yaz meyveleri­nin ve yazın ise
kış meyvelerinin ortaya çıkması şeklindedir. Bunlar ( da, Hz. Meryem’in, eliyle
kuru ) hurma ağacını sal-lamasıyla ağacın meyve verir bir hale dönmesi
biçimindedir. Halbuki Hz. Meryem, Peygamber değildi…Hz. Hızır’ın ise gemiyi
delmesi, çocuğu öldürmesi ve yıkık duvarı yapması da aynı şekilde kerametin
ortaya çıktığını göstermektedir.”[92]

 

Hz. Mûsâ (a.s) ‘in Ölümü:

 

Hz. Mûsâ kelimullah
(a.s), Tih çölünde kardeşi Hz. Hanından sonra ölmüştür.

Hz. Mûsâ (a.s ),
İsrailoğullarmı; Allah’ın, kendilerini sa­vaşmakla emrettiği kutsal şehre
sokamadı. Fakat bu kutsal şeh­re, İsrailoğullarmı, Yuşa b. Nun soktu.Bu konuya
daha önce değinmiştik.Bu sebeble de bu konuyu tekrar anlatmaya gerek yoktur.

Hz. Mûsâ (a.s)
öldüğünde, 120 yaşında idi.

Buhârî’nin, Hz. Mûsâ
(a.s)’m ölümüyle ilgili rivayet ettiği hadiste deniyor ki: “Ölüm meleği,
Musa’nın canını almak için onun yanma gelmişti. Mûsâ, ölüm meleğine şiddetli
bir şekilde “baktı. Bunun üzerine ölüm meleği, (onun bu bakışından) kork­tu
ve gözü karardı. Daha sonra Yüce Allah’a:

– Ey Rabbim! Sen beni
öyle bir kuluna gönderdin ki, o kulun, ölmek istemiyor’ diye dua etti.

Daha sonra Yüce Allah,
ölüm meleğini üzerinden o hali kaldırdı. Onu tekrar Musa’nın (canını alması
için) görevlendi­rip ona:

– Musa’ya tekrar dön
de ona:’elini bir sığırın sırtına koy­masını  
ve   elinin,   sığırın 
sırtındaki  tüylerden  ne  
kadarmı kapsıyorsa, o her bir tüye karşılık ona bir yıl ömür
verileceğini söyle!’ dedi. Ölüm meleği, Musa’nın yanma varıp Allah’ın , kendisi
hakkında ne buyurduğunu ona söyledi. Mûsâ, bu ilahi mesajı duyunca:

– Ey Rabbim! Bu kadar
yıl yaşadıktan sonra ne olaca­ğım?’ diye sordu. Allah’ta:

– (Müddet bittiğinde,)
öleceksin’ buyurdu. Bunun üzerine Mûsâ:

– Öyleyse ölüm şimdi
gelsin’ deyip Allah’tan; bir taş atı­mı mesafeye kadar kendisini kutsal şehir
(Kudüs)’e yaklaştır­masını (ve orada ölüp oraya gömülmesini) diledi.

(Hadisin ravisi) Ebu
Hureyre der ki: “Resulullah (s.a.v.) sözüne devamla şöyle buyurdu:

‘Eğer ben, Musa’nın
gömüldüğü yerde sizinle birlikte bu-lunsaydım, onun mezarının, yol kenarında ve
kızıl bir kum te­pesinin yanında bulunduğunu sizlere mutlaka gösterirdim.[93]

Allah’ın salât ve
selâmı, Hz. Musa’nın üzerine olsun.

Amin. [94]

 



[1] Hz. Mûsâ (a.s)’m ismi Kır’ân-ı Kerîm’in 34 Sûresinde
olmak üzere toplam 136 yerinde geçmektedir. Bunlar şunlardır: Bakara: 2/51, 53,
51, 55, 60, 61, 67, 87, 92, 108, 136, 246, 248; Âl-i İmrân: 3/84; Nisa: 4/153,
153, 164; Mâide: 5/20, 22, 24; En’âm: 6/84, 91, 154; A’râf: 7/103, 104, 115,
117, 122, 127, 128, 131, 134, 138, 142, 142, 143, 143, 144, 148, 150, 154, 155,
159, 160; Yûnus: 10/75, 77, 80, 81, 83, 84, 87, 88; Hûd: 11/17. 96, 110;
İbrahim: 14/5, 6, 8; İsrâ: 17/2, 101, 101; Kehf: 18/60, 66; Meryem: 19/51;
Tâhâ: 20/9, 11, 17, 19, 36, 40. 49, 57, 61, 65, 67, 70, 77. 83, 86, 88, 91;
Enbiyâ: 21/48; Hacc: 22/44; Mü’minûn: 23/ 45, 49; Furkân: 25/35; Şuarâ: 26/10,
43, 45, 48, 52, 61, 63, 65; Nemi: 27/7, 9, 10; Kasas: 28/3, 7, 10, 15, 18, 19,
20, 29. 30, 31, 36, 37. 38, 43, 44. 48, 76; Ankebût: 29/39; Secde: 32/23;
Ahzâb: 33/7. 69: Saffât: 37/114, 120; Gâfir: 40/23, 26, 27, 37, 53; Fussilet:
41/45; Şür: 42/13; Zulıruf: 43/46; Ahkâf: 46/12, 30; Zâriyat: 51/38; Necm:
53/36; Saff: 61/5; Naziât: 79/15; A’lâ: 87/19.

Hz. Mûsâ (a.s)’m Kur’ân-s ‘Kerîın’de geçtiği kıssaları için b.k.z.
Bakara: 2/40-100; Nisa: 4/153-155; Maide: 5/20-26; A’râf:7/103-17l; Yûnus:
10/75-93; Hûd: 11/96-102; İbrahim: 14/5-8; İsrâ: 17/101-104; Mü’minûn:
23/45-49; Şuarâ: 26/10-68; Nemi: 27/7-14; Kasas: 28/3-83: Ankebût: 29/39-40:
Secde: 32/23-26; Saffât: 37/114-122: Gâfir: 40/23-46, 53-54; Zuhruf: 43/46-54;
Zariyât; 51/38-40; Saff: 61/5: Nâziat: 79/15-25 (ç).

[2] Bakara: 2/40-100: Nisa: 4/153-155; Mâide: 5/20-26;
A’râf: 7/128-171; İbrahim: 14/5-8: Meryem: 19/51-53; Tâhâ: 20/77-98; Şuarâ:
26/52-68; Nemi: 27/9-14; Sec­de: 32/23-26; Saffât: 37/i 14-115: Gâfir:
40/53-54: Saff: 61/5; Nâziât: 79/15-25 (ç).

[3] A’râf: 7/128-171 (ç).

[4] Kasas: 28/3-83 (ç).

[5] B.k.z: Yûnus: 10/75-93: Hûd: 11/96-102; isrâ:
17/101-104; Tâhâ:20/40-76; Mü’minûn: 23/45-49; Şuarâ: 26/ 10-68;
Kasas:28/36-42; Ankebût: 29/39-40; Gâfir: 40/23-46; Zuhruf: 43/46-54: Zariyât:
51/38-40 (ç).

[6] Mümin (Gâfir): 40/51 (Konuyla ilgili benzeri ayet için
b.k.z: Tevbe: 9/40) (ç).

[7] İbrahim: 14/13-15.

[8] A’râf: 7/128.

[9] Kasas: 28/5-6..

[10] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 382-388.

[11] Hz. Mûsâ (a.s)’ın soyu için b.k.z: İbn Cerir etTaberî,
Tarih, 1/198; İbnü’l- Esir, ci-Kâmii, 1/169; İbn Sa’d, Tabakât, 1/55; Mes’udî,
Murûcu’zZeheb, 1/48; Hâkim, el-Müstedrek, 2/574; İbn Kuteybe, el-Maârif, sh.20
(ç)

[12] Bununla ilgili olarak b.k.z: Kasas: 28/33-35; Meryem:
19/53; Şuarâ: 26/12-14 (Ç).

[13] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 388-389.

[14] B.k.z: İbn Cenr et-Taberî, Tarih, 1/199; İbnü’1-Esîr,
el-Kâmil, 1/170 (ç).

[15] Hz. Yûsuf”(a.s)’ın davetini kabul eden Firavun,
Reyyân b. Velid idi. Hz. Yûsuf (a.s), Reyyân’m ölümünden sonra onun yerine
geçen ve aynı soydan gelen Kâbûs’u da Allah’a iman etmeye davet etmiş ise de
ona kabul ettiismemişti, (B.k.z: İbn Cerîret-Taberi, Tarih, 1/187; îbnü’I-Esîr,
el-Kâmil; 1/147 (ç).

[16] Kasas: 28/3-6.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 389-390.

[17] Geçmişte Firavun bu şekilde bir uygulama yapıyordu.
Günümüzde bazı ülleler, halkı müsiüman olan ülkeleri sömürmek ve zayıflatmak
için oradaki etnik grupları bahane ederek onların arasına sınırlar çizmekte.
Böylece bu ülkeler güçsüz bırakılıp onları köle gibi kendi çıkarları
doğrultusunda kıilanmaktadırlar. İşte Firavunun düşüncesi de buydu. Fakat
Firavun, İsrail oğullan hakkında bunları düşünürken Hz. Mûsâ (a.s)’m kendisinin
başına bela olacağını hiç düşünmemişti. Çünkü Atah’ın hilesi, Firavun ve onun
gibilerinin hilesinden daha büyüktür, (ç).

[18] Bakara: 2/49 (Konuyla ilgili benzeri ayetler için
b.k.z: A’râf: 7/14; İbrâhîm: 14/6.

[19] İsrail oğul lannm bulunmuş olduğu durumdan kurtulması
için Yüce Allah, on&ra Hz. Mûsâ (a.s)’ı Peygamber olarak göndermişti.
Kur’âm Kerîm ise bize, tüm pey­gamberlerin davetlerini ve yöntemlerini örnek
almamız için onların hayatlarını anlatmaktadır. (ç).

[20] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 391-392.

[21] Sa’bbi, KasasiTl-Enbiyâ, s, 167-168. (Ayrıca b.k.z:
Îbnü’1-Esîr, ei-Kâmil, 1/170-171; İbn Cerîr et-Taberî, Tarih, 1/199-200) (ç).

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 392-394

[22] Hz. Hârûn (a.s)’ın, Hz. Mûsâ (a.s)’dan ne zamandan
önce doğdığu hususunda tarihçiler arasında ihtilaf vardır. Burada geçtiği üzere
Hz. Hârûn (a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’dan bir yıl önce doğmuştur. Diğer bir rivayete
göre ise Hz. Hârûn (a.s), Hz. Mûsâ (a.s)’dan üç sene önce doğmuştur. Yazarımız
Sabûnî, burada ilk görüşü nak­lederken, Hz. Hârûn (a.s)’ın hayatını müstakil
olarak anlatırken ise ikinci görüşü nakletmiştir. Ayrıca Hz. Hârûn (a.s)’ın,
Hz. Mâsâ (a.s)’dan bir yaş büyük olduğuna dair b.k.z: İbn Cerir et-Taberî,
Tarih. 1/200 (ç).

[23] Kasas: 28/7-8.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 394-395.

[24] Çünkü Hz. Mûsâ (a.s)’in doğduğu yıl, İsrail
oğullarından doğan çocukların öldü­rüldüğü yıldı. Bundan dolayı da annesi, Hz.
Mûsâ (a.s)’ı gizli olarak emziriyadu.(ç).

[25] Eş’ariler, Hz. Mûsâ (a.s)’ın annesine gelen bu vahye
dayanarak onun, ‘kadın bir Peygamber’ olduğunu iddia etmişlerdir. Fakat
Eş’ariierin bu görüşü gerçeğe uygun değildir. Bu konuyla ilgili geniş açıklamalar
için b.k.z: Prof. Dr. Süleyman Toprak ve Prof. Dr. Şerafeddin Gölcük, Kelam, s.
289-290 (ç).

[26] Firavunun, Hz. Mûsâ (a.s)’ı gördüğünde onu öldürmeye
kalkışrnasınmsebebi, Hz. Mûsâ (a.s)’ın İsrail oğullarına ait bir çocuk olması
endişesinden dolayı idi. Çünkü kendisinin tahtmı gördüğü rüyada İsrail
oğullarından doğıcak bir çocuk ele geçirecekti. Bununla ilgili olarak b.k.z:
Said Havva, el-Esas-ı İî’t-Tefsir, 10/481 (ç).

[27] Kasas: 28/9.

[28] Çünkü bu çocuk, Asiye’nin iman etmesine sebep
olacaktı, (ç).

[29] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Cerîr et-Taberî,
Tarih, 1/202; İbnul-Esîr, el-Kâmil, 1/173 (ç).

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 395-397.

[30] Tahâ: 20/39.

[31] Kasas: 28/10-13.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 397-400.

[32] Medyen: Kulzum denizinin üst tarafında Tefcük şehrinin
hizasında Tebük’e altı merhale kadar uzaklıkta, Tcbük’ten büyük birbirine komşu
iki şehirdir. Hz. Mûsâ (a.s)’m davarlan suladığı kuyu üzerine bir bina yapıimış
olarak halen durmaktadır. Medyen’e, Hz. İbrahim (a.s)’m oğlu Medyen’den dolayı
“fvfedyen” ismi verilmiştir. (Ya’kud, Mu’cemu’l-Buldan, 1/299. 5/77)
(ç).

[33] Ayın durum. Mekke’den Medine’ye hicret ederken Hz.
Peygamber (s.a.v.)’iiı de basma gelmişti, (ç).

[34] Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v.) de Mekke’den
Medine’ye hicret ederken şöyle diyordu: “Rabbim! Beni dahil edeceğin yere
(Medine’ye) hoşnutluk ve esen­likle dahil et. Çıkaracağın yerden de (Mekke’den
de) hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet
ver.” (İsrâ: 17/80) (ç).

[35] Kasas: 28/15-21.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 400-404.

[36] Bununla ilgili olarak b.k.z: İbn Cerîr ei-Taberî,
Tarih, 1/205; Îbnü’1-Esîr, cl-Kâmil, 1/1 76; İbn Asâkir, Tarih, 6/322 (ç).

[37] Bu olay, kızların ne kadar iffetli ve edepli olduğunu
gösterir, (ç).

[38] Yani nimete, yardıma vb bir şeye ihtiyacım var
demektir (ç).

[39] Kasas: 28/23-24.

[40] On kişinin kaldırabildiği bu koskoca kaya parçasının,
karnı sırtına geçmiş bir vazıyette olan Hz. Mûsâ (a.s) tarafından kaldırılmasında
garipsenecek bir durum yoktur. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s), bunu. Allah’ın izniyle
yapmıştı, (ç).

[41] İbn Kesir, el-Bidâye ve;n-Nihâye, 1/243-244 (ç).

[42] Alimler arasında bu 
müddet* hususunda  ihtilaf
vardır.  Bu ihtilaf,  Kasas: 28/27’deki ayetin delaleti zannİliginden
ve bazı değişik hadislerden kaynaklanmak­tadır. Çünkü Hz. Mûsâ (a.s)’a ayette;
ilk önce sekiz yıl şartı koşuluyor. Fakat bunu on yıla tamamladığında bunun bir
lütuf olacağı belirtilmektedir. Bundan dolayı da Hz. Mûsâ (a.s)’m bu iki
rakamdan hangisini tamamladığı ayette belirtilmediğinden ve  değişik hadislerden  ötürü 
bu  konu  alimler arasında ihtilaflıdır.   Yazarımız Sabûnî’de, bu müddetin on sene
olduğu görüşünü benimsemiştir, (ç).

[43] Bu hadisi, el-Bezzar ve İbn Ebî Hatim çeşitli
senetlerle rivayet etmiştir. Ayrıca buna benzeyen bir hadisi, Buhâri ve İbn
Mace de rivayet etmiştir. Bu hadislerin hepsİ için İbn FCesîr’in tarihine
bakılabilir, (ç).

[44] Kararît” lafzı hakkında iki görüş vardır.
Birincisi: Bir para birimi olarak “Kı-rât’ın” çoğulu olmasıdır. Buna
göre Karârît. Kırât’m çoğuludur. Bazılarına göre, dirhemin altıda biridir.
Bazılara göre ise, dinarın onda birisinin yarısıdır. Ki bu, dinarın yirmide
birisi eder. Diğer bazıları da. dinarın (1/24) yirmi dörtte biri olarak hesap
etmiştir. İkincisi ise:Karârit, Mekke yakınında bulunan bir yerin adı olması­dır.
Ibrâhîm el-Harbi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in burada koyun güttüğünü bildirmiş­tir.

Buna göre hadiste geçen Karârît kelimesi; para birimi olarak alındığında
Hz. “cyganıber (s.a.v.)’in para karşılığında Kureyş’in koyunlarını
otlattığı Mekke’nin dışmda bulunan bir yer olduğu anlaşılır. Tarihi olaylara
ikinci görüş daha uygun düşmektedir, (ç).

[45] Buhârî, İcâre 3.

[46] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 405-410.

[47] Kasası 28/30’da bu nidanın, ağaç cihetinden geldiği
bildirilmektedir, (ç).

[48] Merhum Said Havva, bu ifadeden şu sonuçlan
çıkarmaktadır: “İlk önce Yüce Allah Hz. Mûsâ (a.s)’a takınacağı tavırda
mütevazi olmasını öğretti. Çünkü, ayak­kabılarını çıkartması emrini verdi. Sonrada
edebini takınmasını istedi. Buda şunu göstermektedir; edebin Öğretilmesi ve
öğrenilmesi, terbiyede sağlıklı bir başlangıç­tır. Nice eğitici var ki. edebi
öğretmekle işe başlamadığından, hiçbir şey elde ede­memiş ve onun öğrettikleri
kendi aleyhine sonuç vermiştir. Bu bakımdan, her bir resulün, kavminden takva
ve İtaat olmak üzere iki şey istendiğini görmekteyiz, ilmi elde etmek hakkını
vermeleri gerekir.”

(Said Havva, el-Esâsi fi’t-Tefsir, 9/34} (ç).

[49] Bu. Tevhidden sonra namazdan daha büyük fariza olmadığının
bîr delilidir, (ç).

[50] Tâhâ: 20/9-16 (Benzeri ayetler için b.k.z: Kasas:
28/29-32, Nemi: 27/7-12; Naziâl: 79/15-16) (ç).

[51] Kasas: 28/33-35 (Benzeri ayetler için b.k.z: Tâhâ:
20/25-39) (ç).

[52] B.k.z: Taberî, Tarih. 1/206-207; İbnü’1-Esîr.
el-Kâmil, 1/178-179 (ç)

[53] Konuyla ilgili ayetler için h.k.z: Nemi: 27/12, Kasas:
28/32 (ç).

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 410-414.

[54] Hz. Mûsâ (a.s)’m bu durumu için b.k.z: Tâhâ: 20/4S44,
47-48; Şuara: 26/10-18; Naziat: 79/17-19 (ç).

[55] “Yani İsrâiloğullarını, zelil köleler japtığın
için bu böyle olmuştur. Böylelikle Hz. Mûsâ (a.s), Firavunun lütuf diye
göstermeye çahşttği ‘Hz. Mûsâ {a.s)1! besst-mesini’ kökten çürütmüş olmakta ve
buna “nimet” adının verilmesini kabul etm-mektedir. Çünkü böyle bir
işin asıl sebebi; İsrail oğularının kökleştirilmesi, Hz. Mûsâ (a.s)’ın
Firavunun yanında büyümesinin sebebi olmuştur. Eğer onlara in­memiş olsaydı,
Hz. Mûsâ (a.s)’ı anne babası yetiştirmiş olacaktı.” (Said Havva. el-Esas
fi’t-Tefsir, 10/275) (ç)

[56] Şuarâ: 26/18-28 (Benzeri ayetler için b.k.z: A’râf:
7/103-105) (ç).

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 414-416.

[57] B.k.z: A’râf: 7/106-108; Şuarâ: 26/30-33 (ç).

[58] B.k.z: A’râf: 7/109-112 (ç) ].

[59] [B.k.z: A’râf: 7/113-114 (ç).

[60] B.k.z: Tâhâ: 20/59 (ç).

[61] Halkın önünde Hz. Mûsâ (a.s)’m sihirbazları Allah’a
davet ettiğine dair b.k.z; Tâhâ: 20/61 -62 <ç).

[62] Bu sihirbazların sayısı hakkında ihtilaf vardır.
Muhammed b. Kab’a göre bunk-nn sayısı, seksen bin; Kasım b. Ebi Berde’ye göre
yetmiş bin; Süddi’ye göre otuz bm küsur; Ebu Ümame’ye göre on dokuz bin; İbn
İshâk’a göre on beş bin; Kabüi Ahbar:a göre on iki bin; Abdullah ibn Abbas’a
göre yetmiş veya kırk kişi idiler, (ç).

[63] A’râf:7/115-I19.

[64] Şuarâ: 26/44.

[65] Taha: 20/68-69.

[66] B.k.z: tbn Cenret-Taherî, Tarih, 1/209-210 (ç).

[67] Tâhâ: 20/72-73 (Sihirbazlar ile ilgili ayetler için
b.k.z: A’râf: 7/113-126; Yûnus: 10/80,82, Tâhâ: 20/61-73, Şuarâ: 26/38-51) (ç).

[68] İbn  Cesîr,
el-Bidlye ve’n-Nihâye, 1/256.

[69] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 416-422.

[70] Arâf: 7/127-129.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 422-423.

[71] Bununla ilgili olarak b.k.z: A;râf: 7/134-136 (c).

[72] Bazı rivayetlerde bunun, küçük bir cins maymun olduğu
belirtilmektedir, (ç).

[73] İsrâ: 17/101-102.

[74] A’râf: 7/130-133.

[75] Zuhruf: 43/55-56.

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 424-428.

[76] Bu rivayeti; îbn Kesîr, “el-Bİdâye ve:n-Nİhâye,
1/253’te kaydetmiştir.

[77] Şuara: 26/60-66.

[78] Yûnus: 10/90-91 (Benzeri ayetler için b.k.z:
A’râf:7/136, İsrâ:17/103; Tâhâ: 20/78, Şuarâ: 26/66; Kasas: 28/40; Duhân:
44/24) (ç).

[79] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 428-432.

[80] B.k.z: Bakara: 2/57; A’râf: 7/160 (ç).

[81] Tarihçiler, Heysanlılan, tarih kitaplarında geçen
Hititler olarak kabul emektcdrler (ç).

[82] Maide: 5/24.

[83] Maide: 5/26..

[84] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 432-435.

[85] Maİde: 5/64.

[86] Yazarımız Sabûnî’nin de belirttiği gibi İsrail
oğullarının talihleri çok geniş ve uzundur. Geniş bilgi için Kur’ân-ı Kerîm
ayetlerine, tefsir kitaplarına ve taribkitapnna bakılabilir, (ç)

[87] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 435-436.

[88] Alimler arasında Hz. Hızır (a.s)’ın Peygamber olup
olmadığı konusuihtilafhdns Bazısı onun bir Peygamber olduğunu iddia ederken,
bazısı da onun veli bir kul ot­luğunu iddia etmişlerdir. Merhum Elmalın Hamdi
de, Hızır’ın yaşamadığı gÖrüji-nü kabul etmektedir. B.k.z: Hak Dini Kur’an
Dili, 5/370-371.

[89] Kuran-i Kerîm’de bu şahsın ismi açık bir şekilde
geçmemektedir. Fakat bu şiı-sm, Yuşa b. Nûn olduğu ileri sürülmektedir, (ç).

[90] Yani dosdoğru görüşlülük, doğru görüş, bilgi vb şey
demektir, (ç).

[91] Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsirü Sure-i Kehf 2.4:
Müslim. Fezail 170-174 (2380); Tirmizî, Tefsirü Sure-i Kehf İ; Müsııed: 5/ 117,
118.

[92] Kurtubt, el-Camîu li Ahkâmi’1-Kur an, 11/ 28 (ç)..

Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 437-442.

[93] Buhârî, Cenaiz 69, Enbiyâ 31; Müslim, Fezail 157,158;
Nesai, Cenaiz 121; Müsned: 2/7, 269. 315, 351, 513, 533 (ç).

[94] Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
Yayınları: 442-443.

İlgili Makaleler