Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Ay: Ocak 2014

  • Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri



    İKİNCİ BÖLÜM
    1


    PEYGAMBERLERİN DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ.
    1


    Davetin Şekilleri Ve Özellikleri
    1


    Peygamberlerin Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?.
    1


    Birinci Özellik:
    1


    İkinci Özellik:
    3


    Üçüncü Özellik:
    4


    Dördüncü Özellik:
    4


    Beşinci Özellik:
    5


    Altıncı Özellik:
    5


    Yedinci özellik:
    6


    Peygamberlerin Sıfatları
    8


    Peygamberlerin Vasıfları
    9


    1. Sıdk (Doğruluk):
    9


    2. Emanet (Güvenirlilik):
    10


    3. Tebliğ:

    11


    4. Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):
    13


    5. Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:
    14


    6. İsmet (Masumiyet):
    14

     

     

     

     

     

     

     


    İKİNCİ BÖLÜM

     


    PEYGAMBERLERİN
    DAVETLERİNİN ÖZELLİKLERİ

     


    Davetin
    Şekilleri Ve Özellikleri

     


    Peygamberlerin
    Davetlerinin Özellikleri Nelerdir?

     

    Peygamberlerin
    (Allah’ın salât ve selâmı onların üzerine olsun)

    davetlerinde bulunan
    en önemli özellikleri ve şekilleri kı­saca şöyle Özetleyebiliriz:


    1.

    Peygamberlerin daveti Rabbanidir. Yani onların daveti, Şanı Yüce Allah’tan
    gelen teklif ve vahiy iledir.


    2.

    Peygamberler, Peygamberlik görevini yaparken insan­lardan bir ücret istemeyip
    aksine ücretlerini yalnızca Allah’tan istemeleri,


    3.
    Sırf
    Allah’ın rızasını kazanmak için uğraşmaları ve iba­deti, yalnızca Şanı Yüce
    Allah’a yapmaya çağırmaları


    4.
    Davette
    kolaylık göstermeleri, zorluk göstermemeleri veya sözü anlaşılır bir şekilde
    söylemeleri.


    5.
    Peygamberlerin,
    davetinde mevcut olan hedefi ve amacı insanlara açıklamaları.


    6.
    Dünyada
    zühd hayatı yaşamaları ve ahireti, dünya haya-tma tercih etmeleri.


    7.
    Tevhid
    akidesini insanların arasına yerleştirmeleri ve gayba iman konusunu
    sağlamlaştırmaları.

    İşte bunlar,
    Peygamberlerin davetinde bulunan özelliklerin £n önemlileridir. Bu
    Özelliklerden her birini izah ederek açık­lamaya çalışacağız. Allah,
    kendisinden yardım istenilendir.


    [1]

     


    Birinci
    Özellik:

     

    Peygamberlerin
    davetinin Rabbani oluşuna gelince, bu­nunla anlatılmak istenilen şudur:
    “Peygamberlerin daveti, Şanı Yüce Allah’tan gelen teklif ve vahiy iledir.
    Zira Peygamberle­rin bu daveti, insanların yaşadığı üzüntü verici halleri
    araştır­ma veya onların düşüncelerinin incelenmesi sonucu olmadığı gibi
    insanların yaşadıkları zamanda ortaya çıkmış zulüm, bağy, sapma ve zorbalığın
    sosyal unsurlarında bir sonucu da değildir… Bunların aksine Peygamberlerin
    daveti, Allah’tan gelen bir vahy ve Şanı Yüce Allah’tan gelen bir teklif iledir.
    Buna göre Peygamberlerin getirdiklerinin hepsinin kaynağı vahiydir. Çünkü Yüce
    Allah’ın insanlara gönderdiği her Pey­gamber şöyle soy temekteydi:

    “Ben ancak bana
    vahyolunan şeye uyarım.”
    [2]

    Bu ayeti kerimeden[3] de
    anlaşıldığı üzere; Peygamberler i-çin, Şanı Yüce Allah’tan kendilerine
    vahyolunan emirleri ve yasakları insanlara tebliğ etme vardır.

    Üstad Ebu’I-Hasen
    en-Nedvi (Allah onu her türlü kötülük­lerden korusun) “en-Nübüvvet
    ve’1-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili olarak şöyle der:

    “Seçkin kimselerin
    en önemlileri ve ilkleri, Peygamberler topluluğudur. Zira onların, insanların
    arasına yaydıkları ilim, davet ettikleri akide, insanların arasına
    yerleştirmeye çalıştık­ları dava; onların, zekalarından, izzet-i nefislerinden
    veya i-cinde yaşadıkları hayatın, ihmal ettiklerini araştırmalarından yahut
    önemli hissi duygularından ve feyizli kalplerinden veya hikmet dolu geniş
    tecrübelerinden kaynaklanmaktadır. Kısaca­sı bunların hiçbirisi değildir.
    Bunların aksine onların davet et­tikleri akide ve insanların arasına
    yerleştirmeye çalıştıktan da­vanın kaynağı, vahiy ve rİsâlettir. Çünkü
    Peygamberler, bunun için seçilmiş ve bununla değer kazanmışlardır… Bundan
    dola­yıdır ki Peygamberler; filozoflarla, liderlerle, ıslahatçılarla ve
    insanlığın, düzgün tarihi ile uzun savaşları sonucu yetiştirilen ileri
    gelenlerinin oluşturduğu sınıfların hiç biriyle ölçülemez­ler. Çünkü filozof,
    lider ve ıslahatçıların yaptıkları; içinde bu­lundukları konumlarının bir
    sonucu, hikmetlerinin bir fidanı, çevrelerinin bir yankısı ve yaşadıkları
    toplumlardaki anarşi, bozgunculuk vb. hareketlere karşı koyma şeklinde ortaya
    çıkan bir harekettir… Bu iki topluluk arasındaki ayırıcı sözü, Kur’ân-ı
    Kerîm, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.v)’in lisanıyla şöyle
    açıklamaktadır:

    “(Ey Muhammed!)
    Deki: ‘Eğer Allah dileseydi, Kur’an-ı size okumazdım. Hiçbir suretle de size
    onu bildirmezdi.’ Ben, bundan Önce içinizde bir ömür boyu yaşamıştım. Siz hala
    aklı­nızı kullanmayacak mısınız?”
    [4]

    Yine Yüce Allah
    Kur’ân-ı Kerîm’inde konuyla ilgili olarak şöyle bu vurmaktadır:

    “işte böylece
    (senden Önceki Peygamberlere veya sana ni­telediğimiz şekliyle vahiy
    halleriyle) sana da buyruğumuzdan bir ruh
    [5]
    vahyettik Sen, kitap nedir? İman nedir? (vahiyden önce) bilmezdin. Fakat Biz,
    onu (Kur’ân-ı Kerîm’i), kulları­mızdan dilediğimizi doğru yola eriştirdiğimiz
    bir nur kıldık. Şüphesiz ki sende dosdoğru bir yol (olan İslam)a davet etmek­tesin.”
    [6]

    Yine Kur’ân-ı Kerîm,
    risalet için seçilmiş Peygamberlerin asaletinin tabiatı, başlangıcı ve kaynağı
    hakkında şöyle açık­lamada bulunmaktadır:

    “O (Allah), kendi
    emriyle kullarından kimi dilerse ona ruhfvahiy) ile ‘Benden başka hiçbir ilah
    olmadığım inzar edin, benden sakının’ diye melekleri indirir.”
    [7]

    İşte bundan dolayı
    Peygamberler, dahili kişisel unsurlara veya harici-tarihseF olaylara boyun
    eğmezler. Zira şartlar, du­rumlar, şekiller ve toplumsal olaylar değiştiği
    halde Peygam­berlerin risâletinde bir değişme söz konusu değildir. Yüce Al­lah,
    Resulullah (s.a.v)’e dair şöyle buyurmaktadır:

    “(0), kendi arzu
    ve isteğine göre söz söylemez. Onun ko­nuşması ancak kendisine vahyolunan bir
    vahiy iledir.”
    [8]

    Bu ayette de görüldüğü
    üzere; Hz. Peygamber (s.a.v), (ve diğer Peygamberler,) risâletinde ve Allah’ın
    hükümlerinde bir değiştirme, tahrif etme, eksiltme ve bunları düzeltip daha iyi
    bir şekli koymaya güç yetiremez. Sadece kendisine vahyolunana tabi olmakla
    mükelleftir. Yüce Allah, peygambe­ri Hz. Muhammed (s.a.v)’e bu konuda hüccet
    olması sebebiyle telkin ederek şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammedi
    Senden, Kur’an-ı değiştirmeni ve onun yerine başkasını getirmeni isteyenlere: ‘Onu
    kendiliğinden değiştirmem, benim için olmayacak şeydir. Ben, bana vahyolunandan
    başkasına tabi olmam. Eğer Rabb’ime isyan edersem şüphesiz büyük gün (olan
    Jayametjin azabından kor­karım ‘ de.’

    İşte buraya kadar
    anlatılanlar; Peygamberler ile filozoflar ve büyük kimseler arasında ortaya
    çıkan temel farklılıkları göstermektedir. Zira Peygamberlerin risâleti,
    mücadeleleri, savaşları, çevreleriyle olan durumları, kültürleri ve sünnetleri
    vardır. Filozof ve büyük kimseler ise devamlı olarak çevreyi, toplumu, şartları
    ve durumları gözden geçirip menfaati ve poli­tikayı gözetirler. Politika ve
    menfaati ilgilendiren durumların ve şartların çoğuna da boyun eğerler. Bundan
    dolayı çıkarları ve menfaatleri için bir çok konularda mücadele ederler, grup­larla
    pazarlık ederler ve bir çok şeyi menfaat sağlayacak şey­lerle değiştirirler ve
    çoğunun sarıldığı temel prensip ise: “Za­man nasıl dönerse sen de Öyle
    dön” yani zamana göre hareket et.”
    [9]

    Buna göre Ebu’I-Hasen
    en-Nedvi’den aldığımız bu alıntı; filozofların, büyük kimselerin ve
    ıslahatçıların davasının aksi­ne para, mevki, makam, yöneticilik gibi önemli
    olan konular­da, davasından vazgeçmesi şartıyla pazarlığı kabul bile etme­yen
    peygamberin gidişatnıdaki ve metodundaki net ve açık farkı bize
    açıklamaktadır…

    Müşrikler de,
    Resulullah (s.a.v)’a, cömert tekliflerde bu­lunmuşlardı ki bunlardan bazıları
    şunlardır:


    1
    .
    Müşrikler, davasını terk etmesi karşılığında Resulullah (s.a.vye; kendilerinin
    üzerine hükümdar olmasını,
    [10]


    2.
    Mekkeli
    kadınlardan dilediği ve istediğiyle evlendire­ceklerini,
    [11]


    3.
    Kendilerine
    ait değerli mallarını ona vereceklerini,
    [12]


    4.
    Mal ve
    kıymetli ticaret eşyalarından dilediğini kendisine vereceklerini söylüyorlardı.

    Bunun karşılığında
    ondan; ilahlarını kötülemekten ve taş ile bakırdan yapılmış putlarıyla da alay
    etmekten vazgeçmesini istiyorlardı. Resulullah (s.a.v)’in onlara cevabı ne
    oldu? Ve Resulullah (s.a.v)’in doğruluk payı neydi? Doğrusu Resulullah (s.a.v),
    onların bu tekliflerine karşı zamanı durduracak şu söz­leri söylemiştir:

    “Allah’a yemin
    ederim ki, bu davayı bırakmam için güneşi sağ elime ve ayı da sol elime koyacak
    olsalar bile, Allah bu davayı tastamam ortaya çıkarmadıkça bu dava­dan
    vazgeçmem yada bu davanın yolunda helak olur gide­rim!!”

    [13]

     


    İkinci
    Özellik:

     

    Hz. Peygamber
    (s.a.v)’in davetlerinin ikinci özelliğine ge­lince ise o da; Onların, hiç bir
    kimseden bir ücret istememeleri ve Peygamberlik görevini tebliğ etmede
    insanlardan bir değer ve para kabul etmemeleridir. Zira onlar, mükafatı ve sevabı
    yalnızca şanı yüce olan Allah’tan isterler. Peygamberlerden her biri aleni ve
    açık olarak kavmine ve kavminin ileri gelenle­rine, davetine karşılık
    kendilerinden bir ücret istemediğini ilan etmekte ve davetinin dünyalık bir
    istek veya mal isteğinde ol­madığını bütün açıklığıyla ve netliğiyle
    açıklamaktaydılar.

    Kur’ân-ı Kerîm, bu
    konuda, Hz. Hûd (a.s)’m, kavmine şöyle hitap ettiğini açıklamaktadır:

    “Ey kavmim! Ben
    (Allah’ın emirlerini ve yasaklarını teb­liğ etmek için) bu tebliğe karşılık
    sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait
    değildir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”
    [14]

    Yüce Allah, bu
    hakikati, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v)’e de, açık ve net bir
    şekilde şöyle bildir­mektedir:

    “(Ey Muhammedi
    Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyanlarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
    Sadece Rabbine doğru bir yol isteyen kimseler olmanızı istiyorum’ de.”
    [15]

    Yine Şanı Yüce Allah,
    Kur’an’m bir başka yerinde, Resulullah (s.a.v)’e, davetiyle ilgili olarak şöyle
    demektedir:

    “(Ey Muhammedi
    Onlara:) ‘Bu (tebliğime ve uyarılarıma) karşılık sizden bir ücret istemiyorum
    Ve ben, kendiliğimden bir şey teklif edenlerden de değilim.”
    [16]

    Böylece Peygamberlerin
    hiçbir kimseye maddi kazanç ve­ya dünyevi kazanç maksadıyla davette
    bulunmadıklarını gör­mekteyiz. Zira Onlar, kavimlerindeki hiçbir kimseden bir
    ücret istemediklerini, ücretlerini ancak Allah’tan istediklerini ilan
    etmektedirler. Davetlerinde, işi ihlasla yapmaktalar. Nasihatle­rinde ve
    irşatlarında ise övgü ve methiye istememektedirler. Sadece Ahiret sevabını ve
    Allah’ın rızasını arzulamaktadırlar. Yüce Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’inde
    şöyle buyurmak­tadır:

    “Artık her kim,
    Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel işlesin ve Rabbine ibadette, hiçbir şeyi
    ortak koşmasın.
    [17]
     

     


    Üçüncü
    Özellik:

     

    Peygamberlerin
    davetlerinin üçüncü özelliğine gelince o da; Sırf Allah’ın rızasını kazanmak
    için uğraşmak ve ibadeti yalnızca Şanı Yüce Allah’a yapmadır. İşte bu, bütün
    Peygam­berlerin her asır ile her zamanda ve her durum ile her mekanda davet ettikleri
    en önemli gayedir, Çünkü Peygamberlerin gaye­si; zayıf olarak yaratılan
    mahluku, kendisini yaratana döndürmeleri ve insanların yönünü, kullara
    kulluktan kurtarıp Şanı Yüce Rab’lerine ibadet etmeye yöneltmekti. Yüce
    Allah’ın şu sözü de bunu doğrulamaktadır:

    “Halbuki
    kendilerine kitap verilmiş olanlar, doğruya yöne­lerek dini yalnız Allah’a
    mahsus kılarak O’na kulluk etmek, namaz kılmak ve zekat vermekle -Müslüman
    olmaları-emrolunmuşlardı. İşte bu, en doğru dindir.”
    [18]

    Allah bütün
    Peygamberleri, bu yüce ve kutsal olan “Tevhid davası” ile ibadet
    yoluyla niyeti ve ameli yalnızca yü­ce olan Allah’a mahsus kılmak için
    göndermiştir. Nitekim Yü­ce Allah bu konuda şöyle

    buyurmaktadır:

    “Senden önce
    hiçbir Peygamber göndermedik ki ona, ‘Benden başka ilah yoktur; şu halde bana
    ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”.
    [19]

    Büyük Üstad Ahmed Şah
    Veliyullah ed-Dihlevî, “Hüccetullah Baliğa” adlı kitabında konuyla
    ilgili olarak şöy­le der:

    “Her zaman ve her
    şartta Peygamberlerin davetlerinin ilki ve en büyük amaçlan; Yüce Allah
    konusunda “akideyi dü­zeltmek ve “kul ile Rab arasındaki bağı
    sağlamlaştırmak” ve “din ile ibadeti”, bir olan Allah’a mahsus
    kılmaya çağırmak olmuştur. Bu da zararlı olanı faydalı kılmak, ibadeti, duayı,
    sığınmayı ve kurban kesmeyi bir olan Allah’a tahsis etmektir… Onların
    hamleleri; kendi zamanlarında mevcut olan taş ile ba­kırlardan yapılmış
    putlara, diri yada ölü kimselerden Salih ve kutsanan zatlara tapmada bütün
    açıklığıyla çeşitli şekillere bü­rünmüş putçuluğa yönelmiş olanları
    durdurmaktı. Çünkü cahiliyyet dönemi halkı; Yüce Allah’ın, bu gibi kimselere,
    şeref ve şan elbisesi verdiğine, onları bazı özel işlerde tasarruf sahibi
    yaptığına, her bölgeye bir hükümdar gönderen ve o ül­keyi yönetme hususunda ona
    görev verdiği hükümdarlar hü­kümdarı derecesinde kayıtsız-şartsız, onların,
    kendileri hak­kındaki şefaatlerini kabul ettiğine inanmaktaydılar.”
    [20]

     


    Dördüncü
    Özellik:

     

    Peygamberlerin
    davetlerinin dördüncü özelliğine gelince ise oda: Davette kolaylık
    göstermeleri, zorluk göstermemeleri ve sözü anlaşılır bir şekilde
    söylemeleridir.

    Bu özellik, bütün
    Peygamberlerin davetinde açık bir şekil­de görülmektedir. Çünkü onlar,
    davetlerini, insanların tabiatına uygun bir şekilde yürütürler. İnsanlara,
    akılları miktarınca hi­tap ederler. Bazı büyük kimseler ile ıslahatçıların
    yaptığı gibi davetlerini zorlaştırmayıp insanların anlayamadıkları veya id­rak
    edemedikleri şeyle insanlara hitap etmezler. Yahut sözleri, insanların
    anlayabilecekleri bir şekilde söylerler… Peygamber­ler, büyük kimseler ile
    ıslahatçıların aksine davet ve tebliğle­rinde “Hikmet” yolunu
    tutarlar. İşte bundan dolayı Kur’an, bunu, Peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed
    (s.a.v)’in diliy­le şöyle haber vermektedir:

    “Ben,
    kendiliğimden bir şey iddia eden kimselerden deği­lim.”
    [21]

    Nitekim Rabbi, ona,
    “Hikmet” ile insanları, Allah’a davet etmesini emretmektedir. Şanı
    Yüce Allah bu konuda ise şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammed!)
    Rabbinin yoluna, ‘Hikmet’le
    [22],
    güzel öğütle
    [23] davet et. Onlarla en
    güzel şekilde mücadele et; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi
    bilir. O, doğru yolda olanları da iyi bilir.”
    [24]

    Davetin başarılı
    olabilmesi için;


    1.
    Zanaat ve
    meslek yöntemlerinden sakınmak,


    2.
    İnsanları
    davet etmede yahut onlara hitap etmede zorluk çıkartmamak,


    3.

    Büyük-küçük, bilen-bilmeyen her türden insanın anla­yabileceği mantık ve akli
    delil ile hüccetin getirilmesi gerek­mektedir…

    Hz. İbrahim (a.s),
    keskin delillerini; yolların en kolayıyla, yolunu keserek ve delilleri beynine
    vururcasma ortaya koyarak azgın ve zalim düşmanına karşı şöyle getirmektedir:

    “İbrâhîm,
    ‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor, sen­de batıdan getirsene’ dedi.
    (İbrahim’in, meydan okurcasına ileri sürdüğü bu delil karşısında) inkar eden,
    şaşırıp dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”
    [25]

    Böylece zanaat ve
    meslek yöntemlerinden, kelamı metodlardan ve zor işlerden uzak olarak
    yaratılışa hitap eden “Yaratılış Yöntemi”nin, davet yolunda daha
    başarılı olduğu­nu görmekteyiz.

    Hüccetü’l-îslam İmam
    Gazâlî (rh.a), bu konuda, şu çok güzel sözü söylemiştir:

    “Kur’ani
    deliller, her insanın faydalandığı gıdaların misâli gibidir. Kelamcılarm
    delilleri ise birçok insanın faydalandığı ve çoklarının zarar gördüğü ilaçların
    misâli gibidir. Kelamcıla­rm delillerinin aksine Kur’ani deliller, bebek ve
    kuvvetli ada­mın faydalandığı suyun misâli gibidir. Diğer deliller ise kuv­vetli
    kimselerin bir defasında faydalandığı, başka bir defada ise hastalandığı ve
    bebeklere kesinlikle fayda sağlamayan yi­yeceklerin misâli gibidir.”
    [26]

    İmam Fahreddin er-Râzî
    de (rh.a) bu konuda şöyle der: “Kelami yöntemleri ve felsefi metodlan
    araştırdığında, hastaya şifa vermediğini ve çoğu kimseyi sulamadığmı yani
    derdine çare olmadığını görürsün. Fakat Kur’an metodunun, Allah’a en yakın yol
    olduğunu gördüm. Benim gibi (böyle) tecrübe eden, benim bildiğimi bilir.”
    [27]

     


    Beşinci
    Özellik:

     

    Beşinci özellik de
    Peygamberlerin daveti hakkındadır. Bu da; davet hakkındaki gaye ve amacı
    açıklamaktadır. Bundan dolayı bütün Peygamberler, insanları açık bir amaca ve
    apaçık bir düşünceye çağırmakta olup davetlerinde şüphe ve gizlilik söz konusu
    değildir… Yüce Allah, bu konuda, nebilerin ve Re­sullerin sonuncusu olan Hz.
    Muhammed (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammed!
    Onlara:) İşte bu, benim yolumdur. Ben, bir delil ve hüccete dayanarak
    (sizleri), Allah ‘a davet ediyorum.  
    Ben  ve  bana  
    tabi  olanlarda   (benim 
    sünnetime, slretime ve yoluma) davet ederler. Allah’ı tenzih ederim.
    Ben, müşriklerden değilim’ de.”
    [28]

    Burada da görüldüğü
    üzere Peygamberlerin metodu açıktır ve onların davetleri, gündüzîeym öğle vaktindeki
    güneş gibi ortadadır. İşte bundan dolayı Yüce Peygamber (s.a.v), konu ile
    ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

    “Ben, sizleri,
    gecesi, gündüz gibi aydınlık olan dosdoğru bir yol (olan İslam) üzere bıraktım.
    Benden sonra hiçbir kimse ondan sapmaz, sapan ise helak olur.”
    [29]

    Böylece
    Peygamberlerin, insanları açık bir amaç ve şerefli bir gaye olan rabbani
    risâlete davet ettiklerini görmekteyiz. Zira Peygamberler, davetlerinde;
    maksatlarını ve amaçlarını gerçek ve hakiki şekliyle bilmeyen bazı büyük
    kimseler ile filozofların durumu gibi, davetin arkasına gizlenmiş amaç ve gaye
    ile eğrilmiş yolları tutmazlar.


    [30]

     


    Altıncı
    Özellik:

     

    Altıncı özellik de:
    dünyada züht yaşantısı ve Ahireti, dün­ya hayatına tercih etmektir…

    Bu özellik,
    Peygamberlerin daveti için gerekli olan bir Ö-zelliktir. Buna göre
    Peygamberlerin gayesi; dünyanın süsü ve ziynetiyle mal kazanmak değildir. İşte
    bundan dolayıdır ki bü­tün Peygamberler, dünyada nimetlenmeye ve orada büyük
    kimselerin yaşayışı şeklindeki bir yaşamaya güçleri yettiği halde, zor şartlar
    ve sıkıntı içerisinde yaşamışlardır…

    Buna rağmen onlar,
    devamlı olanı (yani Ahiret hayatını), geçici olana (yani dünya hayatına) tercih
    etmişlerdir. Çünkü onlar, “Allah katında olan daha iyi ve devamlı
    “Kasas: 28/60) ve “Allah katında olan şeyler, iyi kimseler için daha
    hayırlı­dır” (Ali İmrân: 3/198)’ de geçenlere şüphesiz yekinen inanır­lar
    ve bilirler. İşte bundan dolayı onlar dünyada zühd hayatı yaşamışlar ve
    Ahirette de makbul kimselerdendirler. Yüce Al­lah, Peygamberlerin efendisi olan
    Hz. Muhammed (s.a.v)’e şöyle hitap etmektedir:

    “Kendilerini
    imtihan etmek için, dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz
    kimselere sakın göz dikme! Rabbinin rızkı daha iyi ve daha devamlıdır.”
    [31]

    Resulullah (s.a.y)’in
    hanımları, Resulullah’tan, nafakaları­nı genişletmesini ve geçimlerini
    artırmasını istemekle; dünya­da bolluk, rahatlık ve güzel nimetler içerisinde
    yaşamakta olan diğer kadınlar gibi hareket etmek istemişlerdir…
    [32]

    Ayrıca onlar
    Resulullah (s.a.v)’den, -bu, onların hayata göğüs germeleri için bir ders
    olması gerekirken- kendileri için gökten bir serbestlik indirmesini
    [33]
    istediklerinden dolayı Yüce Allah, peygamberine, hanımları serbest bırakmasını
    şu sözüyle emretmiştir:

    “Ey Peygamber!
    Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya haya­tını ve süslerini istiyorsanız
    gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı,
    peygamberini ve ahiret yurdunu İstiyorsanız bilin ki, Allah, içinizden iyi
    davrananlara büyük bir mü kafat hazırlamıştır.”
    [34]

    Bir adam Nebi
    (s.a.v)’e geldi ve o’na: “Ey Allah’ın Resu­lü! Allah’a yemin.ederim ki,
    ben seni, gerçekten seviyorum”, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.), o
    adama:

    – ‘Ne söylediğine
    iyice bir bak!’ buyurdu. Adam sözünü Resulullah (s.a.v)’e üç defa tekrarladı.
    Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) o adama:

    ‘Gerçekten
    beni’seviyorsan, korunmak üzere fakirliğe ha­zırlan. Şüphesiz ki fakirlik, beni
    sevene (dağdan ve tepeden) selin akması gibi varacağı yere süratle gelir.’
    buyurdu.”
    [35]

    Üstad Ebu’I-Hasen
    en-Nedvî, “en-Nübüvvet ve’î-Enbiyâ” adlı kitabında konuyla ilgili
    olarak şöyle der:

    “Peygamberlerin
    daveti, yalnıza dil ile ve yalnızca kendi ümmetlerine olmayıp aynı zamanda
    sadece ahirete, ahireti dünyaya tercih etmeye ve dünyanın mal ve mülkü ile
    kıymeti­nin değersizliğine de değildi. Onların daveti, hem kendileri için ve
    hem de ümmetlerinin yaşantıları için, bir başlangıç ve bir yöntem idi. Ayrıca
    onlar, ahirete iman edenlerin ve yaşantı­larında davet üzere yürüyenlerin
    ilkleriydiler. Bundan dolayı onlar dünyada önem vermeyen ve yalnızca ahirete
    yönelen kimselerdi. Gerçekten de onlar, büyük makamlara ve (yaptık­ları daveti)
    tehlikeye sokacak yerlere de önem vermemişlerdi. Üstelik onlar, kendilerini,
    davetleri yolunda adamışlardı….

    Acaip konuları ortaya
    çıkaran, nefisleri büyüleyen, kalple­ri; büyüklük ve heyecan ile dolduran,
    davet ve Peygamberlik yolunda yürüyenlere ışıklardan yüce bir ışık saçan Hz.
    Pey­gamber (s.a.v)’in geçimi, kendi ve Ehli beytinin hayatı, tarih kitaplarında
    ve nebevi siyerde bilinmektedir. Davetçinin şiarı ve devamlı olanı şöyle
    demesidir: “Ey Allahım! Benim için sadece ahiret hayatı vardır, (dünya
    hayatı yoktur).”
    [36] 

     


    Yedinci
    özellik:

     

    Peygamberlerin
    davetlerinin yedinci özelliği ise, “İnsanla­rın araşma Tevhid akidesini
    [37]
    yerleştirme ve gayba iman konu­sunu sağlarnlaştırmasıdır.”

    Bu, bütün
    Peygamberlerin davetinde -gören gözler için-bütün açıklığıyla ve genişliğiyle
    ortaya çıkan apaçık özelli k-lerdetı biridir. Zira onların hepsinin mücadeleler
    inin temel noktası; insanların arasına “Tevhid akidesini” yerleşti
    rme, gayba iman konusunu sağlamlaştırma, Allah’ın vahdaniy etini yani birliğini
    ispat etmeye ve yaratıcının varlığım ortaya koymaya çalışmak olmuştur. Bundan
    dolayı Peygamberlerden her biri, Peygamber olarak gönderildiği kavmini putçuluk
    ve şirk tehlikelerinden sakındırmaya çalıştıklar mı görmekteyiz.

    Onlar, gönderildikleri
    toplulukları, Allah birlemeye davet etmekte ve ibadeti, putlara vb. şeylere
    değil de ya lnızca O’na mahsus kılmaya çalışmaktadırlar. Sana Pe ygamberlerden
    her birinin kıssalarını haber veren Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini bir dinleyin!…
    Tevhidin, onların davetlerinin nasıl temel noktası ve mücadelelerinin nasıl
    gayesi olduğuna iyi bir bak?.. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’in, Hz. Nuh (a.s)
    hakkında şöyle haber verdiğini bulursunuz:

    “And olsun ki
    Nuh’u kavmine gönderdik. (Bunun üzerine Nuh onlara): ‘Ey kavmim! Allah’a ibadet
    edin. Zira sizin, O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi. “
    [38]

    Yine Kur’ân-ı
    Kerîm’in, bu konuda Hz. Hûd (a.s) hakkın­da şöyle haber verdiğini bulursunuz:

    “Ad milletine de,
    kardeşleri Hûd’u (Peygamber) olarak gönderdik. (Hûd, onlara:) ‘Ey Kavmim!
    Allah’a ibadet, e-din.Zira sizin O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi”
    [39]

    Yine Kur’ân-ı
    Kerîm’in, Hz. Salih (a.s) ile ilgili şöyle ha­ber verdiğini görürsünüz:

    “Semûd milletine
    de, kardeşleri Salih ‘i (Peygamber ola­rak) gönderdik. (Salih, onlara): ‘Ey
    kavmim! Allah’a ibadet edin. Zira sizin, O’ndan başka ilahınız yoktur’ dedi.”
    [40]

    îşte Kur’ân-ı Kerîm,
    bütün Peygamberlere dair bilgiyi, b i-ze, bu şekilde haber vermektedir. Zira
    Peygamberlerin birle ş-tikleri temel nokta; insanları, Tevhide davet e
    tmeleriydi. Hz. İbrahim (a.s)’a gelince ise en anlaşılır ve en açık bir şekilde
    onun daveti, Tevhid ve mücadelesi ise putçuluk olmuştur. Böylece onun, kavmi
    içerisindeki kimselerin akıllarını ve putlara tapanları akılsızlıkla
    suçlamadaki sert çıkışı nın sebebi or­taya çıkmaktadır. Nihayetin de ise onu,
    ateşin içerisinde yak­maya karar verdiler. Fakat Yüce Allah, onu, kavminin tuza­ğından
    kurtarmıştır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Biz: ‘Ey ateş!
    İbrahim ‘e karşı serin ve zararsız ol’ dedik. Kavmi ise O’na, tuzak kurmak
    istedi. Fakat Biz, onları, hüsra­na uğrayanlardan kıldık.”
    [41]

    İşte böylece
    Peygamberler ile kavimleri arasında ge rçek risalet ve Tevhid daveti etrafında
    şiddetlenen mücadeleyi gÖ r-mekteyiz. Ama sonuç ise, Hakk’m zaferiyle,
    Peygamberlerin galibiyetiyle ve yalancıların helak olmasıyla sonuçlanacaktır…
    Yüce Allah bu konuda şöyle b uyurmaktadır:

    “Andolsun ki,
    Peygamber olan kullarımıza; ‘Onlar (dün-yada ve ahirette) şüphesiz (Allah
    tarafından) yardım görecek­lerine dair ve Bizim (tarafınıızdaki) ordumuzun
    şüphesiz galib geleceklerine dair’ söz vermişizdir.”
    [42]

    Bu beşeri üstünlük,[43]
    kıyamete kadar gönderilecek olan e1çiler olan Allah’ın kullan ve hak
    davetçileri için geçerlidir. Şanı Yüce Allah bu konuda şöyle buyurma ktadır:

    Doğrusu Biz,
    Peygamberlerimize ve müminlere, dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik
    edecekleri (kıyamet) gününde de yardım ederiz. O gün zalimlere, Özür beyan
    etmeleri (kend i-lerine) fayda sağlamaz. Lanet onlaradır. Yurdun kötüsü de onIaradrr.”
    [44] 

     


    Peygamberlerin
    Sıfatları

     

    Yüce Allah,
    Peygamberleri; kendisiyle kullan arasında el­çiler olmaları ve onları, büyük
    emanet olan vahiy emanetini yüklenmeleri ile risâleti, kullarına tebliğ
    etmeleri için diğer mahlukatı arasından seçmiştir… Allah’ın, yüce hikmeti,
    onları; ahlak bakımından insanların en mükemmeli, ilim bakımından insanların en
    üstünü, soy bakımından insanların en şereflisi ve güvenirlilik bakımından
    insanların en yücesi kılmıştır. Ayrıca onları, kendi yardımıyla korumuş,
    [45]
    gözetimiyle gözetmiş,
    [46]
    bizzat Şanı Yüce Allah onları terbiye etmiştir. Nitekim Şanı Yüce Allah,
    Peygamberlerin efendisi olan Hz. Muhammed (s.a. v.)’e hitaben şöyle
    buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammed!)
    Rabbinin hükmü, (yerine gelinceye ka­dar) sabret Doğrusu sen, gözetimimiz
    altındasın.”


    [47]

    Nitekim Şanı Yüce
    Allah, Hz. Mûsâ (a.s)’a hi taben de şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Mûsâ!)
    gözümün önünde yetişesin diye.”
    [48]

    Biz Kur’ân-ı Kerîm’e
    tabi olduğumuzda, onu inceden in­ceye düşündüğümüzde ve anlayacak bir şekilde
    okuduğumuzda ve Peygamberlik müessesesi ile Peygamberlerden haber veren
    Kur’an’m ayetlerine

    yöneldiğimizde onda;
    Allah’ın, kendilerine Peygamberlik verdiği ve risâleti yüklemek için seçtiği
    Allah’ın salih kullarından seçilmiş kimseler için gü; övgüler bulmaktayız.

    Allah, Peygamberleri;
    “hidayet” ve “düzeltme” meş alesini yüklenmeleri ve
    insanlık yoluna girenleri; mutlul uğa, emniyet ile selâmete götüren kimseler
    olmaları için onları diğer mahlukatı arasından seçmiştir.
            

    Biz, övülmüş olan bu
    kitaba yönelmekteyiz. Bundan dolayi Allah bu kitabı, kainatta ondan daha
    güzelini y aratmadığı bir örnek ve şekil ile -içindekileri bilsinler diye-bize
    göndermistir…Peygamberlerin sözleri ile ilgili Kur’an’m yöntemini; hayat
    fışkıran, güler yüzle dolup taşan ve sevgiyle, teşvikle büyüyüp gelişmekte olan
    bir yöntem olduğunu görmekteyiz… Bundan dolayı Kur’an, onlan; güzel övgülerle
    anlatmış, onları, aklı ve yaratılış sıfatları ile vasıflarının ismiyle
    nitelendirmi ş-tir. Bütün bunların hepsi; Peygamberlerin, Allah’ın mahlukatı
    arasından seçilmiş tertemiz kimseler ve insanlık alemi için çıkarılmış mükemmel
    “yüce bir örnek” olduklarına delalet et­mektedir.. Yüce Allah bu
    konuda şöyle buyurmakt adır:

    “O
    (Peygamberleri), emrimiz altındaki insanları doğru yola götüren önderler yaptık;
    onlara, iyi işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekat veimeyi vahyettik. Onlar,
    Bize ibadet eden kimselerdendir.”
    [49]

    Yüce Allah, Hz.
    İbrâhîm Halil (a.s) ile ilgili ise şöyle b u-yurmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Kitab da İbrâhîm ile ilgili anlattıkla­rımızı da (müşriklere) an. Şüphesiz O,
    dosdoğru bir peygam­berdir.”
    [50]

    Yine Yüce Allah, Hz.
    İbrâhîm (a.s) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

    ‘Başlı başına) bir
    ümmet olan İbrâhîm, şüphesiz Allah’a 
    eğen ve O’na yönelen (yada önderdi) puta tapanlardan dğ- Rabbinin nimetlerine
    şükrederdi. Rabbi de onu (Pey­gamber olarak) seçmiş ve kendisini dosdoğru bir
    yola ilePnişti.
    [51]

    Yüce Allah, Hz. Mûsâ
    (a.s) ile ilgili ise şöyle buyurmaktadır:

    “(Allah) ‘Ey
    Mûsâ! Ben, seni, risâletim (i tebliğ etmek için sana indirmiş olduğum Tevrat
    gibi mesajlarım) ve (Benim se­ninle) konuşmam ile,) seni, (çağdaşın
    olan)insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğim (Peygamberlik şerefin)i al! ve
    (sana vermiş olduğum nimetlerden dolayı da) şükredenlerden ol’ buyurdu.
    [52]

    Nitekim Yüce Allah,
    Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde peygamberi ve kendisiyle konuştuğu Hz. M ûsâ
    (a.s) hakkında ise şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Kitap !da Mûsâ ‘ya dair (anlattıklarımı­zı da) an! (Zira o, Allah’ın göndermiş
    olduğu müjdeleyici ve uyarıcı Peygamberlerinden ve kendileriyle birlikte
    insanlar arasında anlaşmazlıkları konusunda hükmetmek üzere berabe­rinde hak
    kitabı indirdiği kimselerdendir). Çünkü o, ihlasa er-ditilmiş ve tarafımızdan
    gönderilmiş bir peygamberdir.”
    [53]

    Şanı Yüce Allah,
    peygamberi Hz. İsmâîl (a.s) ile ilg ili ise şöyle buyurmaktadır:

    “(Ey Muhammedi)
    Kitab ‘da İsmâîl ‘e dair (anlattıklarımızı da) an! Çünkü o, sözüne sadık ve
    tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdir.”
    [54]

    Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm,
    kerem sahibi Peygamberle rden bir topluluğu da, güzel övgülerle şöyle
    nitelemektedir:

    “(Ey Muhammedi
    dinde) kuvvetli ve basiretli kullarımız olan İbrahim, İshâk ve Ya’k’ûb’u da
    hatırla. Doğrusu Biz, on­ları, (sahip oldukları bu Özellikle,) ahiret yurdunu
    hatırda tut­mak için (güzel) bir hasletle mahsus kıldık.
    [55]

    İşte böylece Kur’ân-ı
    Kerîm’i; Peygamberleri, yüce sıfat­larla donatılmış isimlerle vasıflandırır,
    niteliklerin en mükemmeliyle nitelendirir;
    [56]
    sevgi, ikram, seçme vb. öğretilerin, onun satırları arasında ortaya çıktığını
    görmekt eyiz.

    Buna göre Kur’an,
    Peygamberleri; bazen itaat ve yönelme (veya tevbeyle) vasıflandırır; bazen de o
    nlan, kendilerini, Al­lah’ın yoluna adamakla ve ahireti, dünyaya tercih etmekle
    nitelendirir; bazı yerlerde ise onları, doğrulukla veya kötülükle r-den uzak
    olmakla anlatır. Kısacası bu anlatılanların hepsi, o n-ların durumlarının
    yüceliğine, mekanlarının yüks ekliğine ve risâletlerinin yüceliğine işaret
    etmektedir. İşte bundan dolay ı-dır ki Peygamberler, aleme yol gösteren ve
    insanlığın Önderi eridirler.”
    [57]  

     


    Peygamberlerin
    Vasıfları

     

    Peygamberler -Allah’ın
    salât ve selâmı onların üzerine o 1-sun-insan olmaları itibariyle; yerler,
    içerler, sağlıklı olurlar, hastalanırlar, kadınlarla evlenirler, çarşı ve
    sokaklarda gezip dolaşırlar; insanlara gelen zayıflık, ihtiyarlık ve ölüm gibi
    ar ı-zalar onlara da gelir… Fakat onlar, hususi özelliklerden dolayı insanlar
    üzerine üstün kılınmışlar ve insanlarda olmayan b ü-yük ve yüce niteliklerle
    vasıflandırılmışlardır. Bu da ancak onlar için gerekli olan levazımlara ve
    önemli olan şeylere ni s-petle olur. Peygamberler ile ilgili olan bu vasıflan
    kısaca şöyle özetleyebiliriz:


    1.
    Sıdk
    (Doğruluk)


    2.
    Emanet
    (Güvenilir olma)


    3.
    Tebliğ


    4.
    Fetanet
    (Zeki ve akıllı olma)


    5.
    Nefret
    verici kusurlardan uzak olma

    6.
    İsmet (masumiyet veya masiyet ile günahtan k orunmuş olma).
    Peygamberler için gerekli olan vasıflardan her birini geniş bir şekilde
    açıklayacağız
    [58]

     


    1.
    Sıdk (Doğruluk):

     

    Bu Özellik,
    Peygamberlik müessesesi için gerekli olan bir özelliktir. Çünkü bu özellik,
    Peygamberlerin davetine nispetle msanhk içinde zaruridir. Ama bu özellik,
    Peygamberlerde, yaatihştan var olan özelliklerdendir. Bundan dolayı herhangi
    bir peygamberden yalan, hainlik, insanların mallarım batıl yol ile yeme ve daha
    bir çok çirkin vasıflar gibi kişiliğini zedeleyecek olan bu tür şeylerin
    meydana gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu çirkin vasıflar, normal bir kimse içi
    n bile uygun olmadı­ğına göre, nasıl bir nebi ve resul için uygun olabilir?

    Peygamberlerden
    birinde yalan gibi herhangi bir çirkin va­sıf meydana gelmesi caiz olsaydı,
    Şanı Yüce Allah’tan nakle t-tiği yahut vahiy haberlerinden aktardığı k onularda
    insanların kendisine dair bir güvenilirliliği kalmazdı… Eğer böyle bir şey
    olsaydı bunun, Peygamberlerin getirdikleriyle bizzat kendil e-rinin
    karşılaşması yahut daha önceden kafalarında oluşmuş fikirler ile bu yeni
    getirmiş olduklarına karşı hainlik etme i h-timali olup bunları da
    -Peygamberlerin böyle bir şey yapacağı­nı onlardan uzak görüp- Allah’a karşı
    bir yalan ve iftira olarak nispet edebilirler. Bu ise -daha öncede belirtildiği
    üzere- müm­kün değildir. İşte böylece Kur’ân-ı Kerîm’i, Allah’a iftira eden
    veya diliyle Allah’ı yalanlayan herkes hakkında aşağıda gelen bu  ayırt edici hükümle hükmediyor.  Bundan 
    dolayı Yüce Allah, Peygamberlerin efendisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) hakkında
    şöyle buyurmaktadır:

    “Eğer Bize karşı,
    kendisine vahyettikîerîmize bazı sözler katmış olsaydı, Biz, onu kuvvetle
    yakalardık, sonra da onun şahdamarını koparındık. Hiçbirinizde onu
    koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an, mûttakiler için bir öğüttür.”
    [59]

    İslam Şehidi Seyyid
    Kutub (rh.a), “FizHali’l-Kur’an” adlı tefsir kitabında konuyla ilgi
    li olarak şöyle der:

    “Sonuçta o
    korkunç tehdit, akide konusunda Allah’a iftira edenlere gelip çatıyor. Halbuki
    akide konusu boş boğazhğ^.yer vermeyen ciddi bir konudur. Daha önce geçen ayeti
    kerime, başka hiçbir ihtimal olmayan biricik ihtimali belirtiyo r. Bu bi­ricik
    ihtimal ise Resulullah (s.a.v)’in tebliğ ettiği hususlarda ‘Emin’ ve ‘sıdk’
    (doğru) olduğudur. Yüce Allah’ın, onu, katiyen cezalandırmaması da bunu
    göstermektedir. Halbuki tebliğ görevinden en ufak bir sapma söz konusu olsaydı,
    Allah onu muhakkak şiddetli bir biçimde cezalandırırdı. Bu sözün ifade ettiği
    mana, Hz. Muhammed (s.a.v)’in tebliğ ettiği şeylerde “sıdk” (doğru)
    olduğu yönündedir.

    Eğer Hz. Muhammed (s.a.v)
    kendisine vahyolunmamış birtakım sözleri Kur’an’a karıştırmış o lsaydı, Yüce
    Allah Onu cezalandırır ve ayetlerin belirttiği şekilde, peygamberini öldürürdü.
    Hz. Peygamber (s.a.v)’in cezalandırılmasına veya öldürülmesine dair bir şey
    meydana gelmediğine göre, elbette ki Hz. Muhammed (s.a.v), ‘Sıdk’
    (doğru)dur.” (İslam Şehidi Seyyid Kutub’un sözü burada bitmektedir.)

    Resulullah (s.a.v),
    küçüklüğünden itibaren Kureyş kabil e-sinin içerisinde “Sıdk”ı (Doğruluğu)
    ve “Emin”liği (Güveniriiligi) ile meşhur olmuştu. Hatta Mekkeli
    müşrikler, Onu, “doğru” ve “emin” diye isimlendirerek;
    “Doğru” ve “emin” (olan Muhammed) geldi ve
    “doğru” ve “emin” (olan Muhammed) gitti… derlerdi, İşte
    Hz. Peygamber (s.a.v) böylece Peygamber olarak gönderilişinden önce Kureyşliler
    arası nda doğruluğu, eminliği ve makamının yüceliğiyle bilinme kteydi.

    Rivayet edildiğine
    göre; Kureyş’in ileri gelenlerinden biri­si,
    [60]
    Mekke sokaklarından birinde Ebu Cehil ile karş ılaşır. Onu durdurarak: “Ey
    Ebu’l-Hakem! Şu anda burada senden ve ben­den başka hiçbir kimse yok. Muhammed
    ‘in doğru mu? Yoksa yalancı mı? olduğunu bana Allah’ın adıyla söyle” der.
    Ebu Ce­hil ise ona bütün açıklığıyla şöyle cevap verir:

    – “Allah’a yemin
    ederim ki, Muhammed gerçekten ‘doğru’ sözlüdür. O hiç yalan
    söylememiştir.” Ebu Cehil’in bu sözü üzerine o adam:

      “Sizi, Ona uymaktan alıkoyan şey
    nedir?” diye s orar. Bunun üzerine Ebu Cehil, o adama:

    – “Şimdiye kadar
    biz ve Haşim oğullan şan ve şeref hus u-sun da yarışır ve malm çokluğu ile
    övülmede de çekişip dur u-ruz. Onlar hacılara yemek yedirdiklerinde, biz de
    yedirdik, i Onlar hacılara su dağıttıklarında, biz de su dağıttık. Onlari
    va,  Kabe’yi  örtme vb.) çeşitli görevler üstlendiler,  biz de 
    1\ üstlendik. Onlar insanlara bir şeyler verd iler ve iyilik ettiler, ;j
    biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde, karşılıklı diz  ; çöküp yarış atları gibi yarıştık durduk.
    Daha sonra onlar bize, { şu eklemeyi yaptılar: ‘Bizden (kendisine gökten vahiy
    gelen) bir Peygamber gönderildi’ dediler. Biz onlara nereden bir Pey­gamber
    getirelim? Allah’a yemin ederim ki, bundan dolayı biz, Ona, asla inanmayız ve
    Ona tabi olmayız” cevabını v erdi. Bu­nun üzerine Şanı Yüce Allah,
    peygamberi Hz. M uhammed (s.a.v)’i teselli etmek için şu ayeti indirmiştir:

    “(Ey Muhammedi)
    Onların söylediklerinin, seni üzeceğini elbette biliyoruz. Doğrusu onlar, seni
    yalancı saymıyorlar. Fakat zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkar
    ediyorlar.” (En ‘anı: 6/33).”

    İşte bundan dolayıdır
    ki, Allah’ın düşmanı olan Ebu Cehil, Resulullah (s.a.v)’in doğruluğunu kabul
    ediyor ve ayın z a-manda itiraf da ediyor. Fakat onu, Resulullah (s.a.v)’e tabi
    ol­maktan alıkoyan şey; kavmi arasındaki liderliği, şan ve şerefi­dir. Şöyle
    söyleyen gerçekten de doğru söylemiştir:

    “Üstün kimse;
    düşmanlarının, kendisinin doğruluğuna ş a-hitlik ettiği kimsedir.”

    Rum kralı Herakliyüs,
    Müslüman olmayışından önce Ebu Süfyan’a;  
    Muhammed’in,   Peygamber   olduğunu  
    söylemesi hakkında şöyle soru sormuştu:

    – “Siz, Onu bu
    iddiasından önce hiç yalan ile itham ettiniz mi?” Ebu Süfyan’da, ona:

    ” – “Biz,
    Onda, kesinlikle bir yalan görmedik”!! der. Ebu Süryan’m bu sözü üzerine
    Herakliyüs, ona, şöyle çok muht e-şem bir cevap vermiştir:

    – “O, ne
    insanlara ve ne de Allah’a yalan söyleyecek biri değildir.”
    [61]

    İşte bu, büyük
    kimselerin, bir Peygamber hakkındaki d üşüncesi ve gerçek ile yanlışı ayırıcı
    bir sözüdür.


    [62]
    [63]

     


    2.
    Emanet (Güvenirlilik):

     

    Bu, yüce Allah’ın
    insanlara gönderdiği herhangi bir pe y-gamberin vahiy konusunda emin olması ve
    Allah’ın aşağıda gelecek olan sözüne sarılarak Yüce Allah’tan a ldığı emirleri
    ve yasakları; ziyadesiz, noksansız, tahrif etmeksizin ve değişti r-meksizin
    Allah’ın yarattığı kullarına tebliğ etmesiyle ilgilidir. Yüce Allah, bu konuda
    şöyle buyurmaktadır:

    “Allah’ın
    göndermiş olduğu (vahiyleri) tebliğ eden (Pey­gamberler; Allah’tan korkarlar ve
    O’ndan başka (hiçbir kim­seden) korkmazlar. Allah hesap görücü olarak
    yeter.”
    [64]

    Bundan dolayı
    Peygamberlerin hepsi, vahiy konusunda güvenilir kimseler ve kendilerine nazil
    olduğu şekilde Allah’ın emirlerini ve yasaklarını tebliğ eden kimselerdir.
    Bundan do­layı Yüce Allah’ın, kendilerine yapmakla emrettiği şeyleri giz­lemeleri
    ve bunlara hainlik etmeleri mümkün değildir. Çünkü hainlik, emanet ile birlikte
    bulunmaz. Buna göre peygamberin, kendisine emanet edilene hainlik etmesi, Peygamberlik
    olarak gönderildiği ümmetine nasihat etme ve Allah’ın kendisine gönderdiği
    vahiyleri tebliğ etmemesi” bir Peygamber için hiç uygun olur mu? Buna
    binaen bütün Peygamberler, en mü­kemmel şekilde emaneti yerine getirirler. Zira
    Yüce Allah’ın gönderdiği her Peygamber, kavmine şöyle demekteydi:

    “Ben sizin için
    güvenilir ve sizin iyiliğinizi isteyen bir ki­şiyim.”
    [65]

    Bu konuda Şanı Yüce
    Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Peygamber,
    görülmeyenler hakkında söylediklerinden ötürü töhmet altında tutulamaz.”
    [66]

    Yani Peygamber, vahiy
    ve gayb hakkında söylediklerin­den ötürü töhmet altında tutulamaz demektir.
    Eğer Peygamber­ler de emanet (güvenirlilik) vasfı olmasaydı, kendilerine, Allah
    tarafîndan gelen risâletin ortaya çıkmasında değişmeler vuku bulurdu. Ama
    müminler, inmekte olan vahye inandılar… İşte bundan dolayı Hz. Aişe (r. anha)
    şöyle demektedir:

    “Eğer Hz.
    Muhammed (s.a.v), kendisine inen vahiyden bir şey gizleseydi: “Allah ‘m
    (yakında) açığa vuracağı (Zeynep Ve evlenmeye dair) şeyi içinde saklıyordun.
    İnsanlar (a bunu söy­lemek) ten çekmiyordun. Oysa Allah’tan çekinmen daha uy­gundur.
    ” (Ahzab: 33/37) ayetini gizlerdi.”
    [67]

    Aynı şekilde Yüce
    Allah’ın, Hz. Muhammed (s.a.v)’in bizzat kendisini azarlayan şu ayetleri
    gizlerdi:

    “Yanına kör bir
    kimse geldi diye Peygamber yüzünü astı ve geri çevirdi.”
    [68]

    Yine aynı şekilde şu
    ayeti de gizlerdi:

    “Hiçbir
    Peygamber, yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanmadan esirler alması
    yaraşmaz. (Sizler) geçici dünya ma­lını istiyorsunuz. Allah ise ahireti
    istiyor. Allah, Aziz’dir. Ha­kim’dir. Eğer daha önceden (Bedir savaşma
    katılanlar günah işledikleri takdirde bile) Allah’ın geçmiş bir hükmü olmasaydı
    aldıklarımızdan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.”
    [69]

    Emanet vasfının,
    vahyin selâmeti ve peygamberin getirdi­ği -o da yalnızca Yüce ve Hakim Allah’ın
    katmdandır- her şey de, nefsin mutmain olarak gölgelendirilmesi için her nebi
    ve resulde çokça bulunması gerekmektedir. Yüce Allah bu konu­da şöyle
    buyurmuştur:

    “0, kendi istek
    ve arzusuna göre söz söylemez-Onun ko­nuşması ancak kendisine vahyolunan bir
    vahiy iledir.”
    [70]

     


    3. Tebliğ:

     

    Bu, Peygamberlere
    -Allah’ın salât ve selâmı onların üzeri­ne olsun- mahsus bir özelliktir.
    Bununla, Peygamberlerin, Al­lah’ın, kendilerine indirmiş olduğu hükmünü tebliğ
    etmesi kast olunur. Zira onlar, kendilerine gökten inen vahyi insanlara teb­liğ
    ederler. Bundan dolayı da onlar, insanlara yaptıkları tebliğ sırasında büyük
    eziyetler ile kötü ve günahkar kimselerin zor­luklarıyla karşılaşsalar bile
    yüce Allah’ın, kendilerine vahyettiği hiçbir şeyi gizlemezler. Kur’ân-ı Kerim,
    Hz. Nûh (a.s)’m kıssasında bunu şöyle dile getirmektedir:.

    “(Bunun üzerine
    Nûh): ‘Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, alemlerin Rabbi
    (tarafından size gönderil­miş) bir peygamberim. Size, Rabbimin (bana)
    vahyettiklerini tebliğ ediyorum, size nasihat ta bulunuyorum. Ben, sizin bile­meyeceğiniz
    şeyleri, Allah ‘tan (gelen vahiy ile) biliyorum’ dedi.
    [71]

    Hz. Salih (a.s)’dan
    ise bunu şöyle haber vermektedir:

    “Bunun üzerine O
    (Salih) da kavminden yüz çevirdi ve: ‘Ey kavmim! And olsun ki ben size Rabbimin
    (bana) gönder­miş olduğu vahyi tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Fa­kat
    siz, nasihat edenleri sevmezsiniz’ dedi.”
    [72]

    Hz. Şuayb (a.s)
    hakkında ise şöyle demektedir:

    “(Bunun üzerine
    (Şuayb) kavminden yüz çevirip (kendi kendine): ‘Ey kavmim! And olsun ki ben
    size, Rabbimin elçili­ğini tebliğ ettim ve size nasihat ta bulundum. Artık ben,
    siz ka­firler topluluğuna nasıl tasalanıp üzülürüm?’ dedi.”
    [73]

    Peygamberlerin
    hepsinin bütün açıklığıyla ve genişliğiyle; Allah’ın, kendilerine verdiği elçilik
    (risa)et) görevini tebliğ ettiklerinin belirtilerini görmekteyiz. Zira onlar,
    Allah’ın risaletini tebliğ etmekte ve kavmi içerisindeki insanlara nasihat
    etmektedirler. Hatta Yüce Allah, Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed,
    (s.a.v)’e, risaletini etmesini emretmek­tedir. Yüce Allah, ona hitaben şöyle
    buyurmaktadır:

    “Ey Peygamber!
    Rabbinden sana indirileni (tebliğ et Eğer bu görevini yerine getirmezsen O’nun
    elçilik (görevini) yapmamış olursun. Doğrusu Allah, kafirleri doğru yola
    iletmez.”
    [74]

    Her Peygamber,
    Allah’ın, kendisine indirdiği risâleti ve daveti, tebliğ etmekle mükelleftir.
    Buna göre Peygamberlerden her birinin, kendisine inenden herhangi bir harfi
    eksiltmesi ve bunlara bir harf eklemesi mümkün değildir. Eğer bir Peygam­ber,
    bunlardan birisini yaparsa Allah’ın emrine muhalefet et­miş olur ve yerine
    getirmekle emrolunduğu emanete hainlik etmiş olur. Bundan dolayı bazı surelere
    ve ayetlere, Yüce Allah’ın “Kul” = (“De”- “Söy­le”)
    sözüyle başladığını görmekteyiz. Bu ise Allah’ın emrini, kendi ümmetine tebliğ
    etmesi için peygambere yönelik bir e-mirdir. İşte bundan dolayı bir Peygamber,
    kendisine ineni ek­siksiz ve fazlasız olarak tebliğ etmektedirler. Yüce Allah
    bu konuda bir örnek olması için şöyle buyurmaktadır:

    “De ki: Benim
    yolum, budur; ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah ‘a davet ederiz.”
    [75]

    Yine Yüce Allah
    konuyla ilgili olarak şöyle buyurmakta­dır:

    “De ki: Ey
    Kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam.”
    [76]

     Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    “De ki:Tan yerini
    ağartan Rabbe sığınının.”
    [77]

    Yine Yüce Allah
    konuyla ilgili olarak şöyle buyurmakta­dır:

    “De ki:
    İnsanların Rabbine sığınırım”
    [78]

    Hz. Peygamber
    (s.a.v)’in bizzat kendisine hitap edildiği (emir sığasmdaki) bu lafızlar olmasa
    da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in sadece ilahi emirleri insanlara tebliğ etmesi de
    yeter­lidir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v), vahiy konusunda güvenilir olduğundan
    dolayı Rabbinin risâletindeki bir harfi bile değiş-tirmeksizin,
    fazlalaştırmaksızm ve eksiltmeksizin -kendisine vahyedildiği şekilde- insanlara
    tebliğ etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v), “İşte bu, benim yolum
    budur. Ben yalnızca Allah’a davet ediyorum” (Yûsuf: 12/108) ve “Ben,
    tanyerini ağartan Rabbe sığınırım.” (Felak : 113/1) veya “İnsanların
    Rabbine sığınırım” (Nas: 114/1) dememiştir. Ancak harflerin ve sığanın
    kendisiyle, yüce Allah’tan kendisine yöneltilende “emir sığasını”
    [79] da
    kullanmıştır. İşte bu, (Allah’ın, kendisine vahyettiği) risâleti ve daveti
    tebliğ hususundaki “güvenirliliği­ne” delildir.

    Tebliğden maksat;
    Allah’ın, kıyamet gününde insanların (bizzat kendilerinin- suçsuz olduklarına
    dair) ileri sürebilecek­leri hüccetlerini boşa çıkarması ve hiçbir kimsenin
    mazeretini beyan etmemesi anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, insanlara kendisi
    tarafından Peygamberler gönderip risâleti tebliğ ettir­meden önce azab etmekten
    ve insanlara, günah işlememiş o1duğu halde azab etmekz. O en keremli ve en
    merhametli olan­dır. Nitekim yüce Allah konuyla ilgili olarak şöyle buyurmak­tadır:

    “Biz, Peygamber
    göndermedikçe hiçbir kimse (veya bir topluluğa) azab etmeyiz.”
    [80]

    Yine Şam yüce Allah
    konuyla ilgili olarak şöyle buyur­maktadır:

    “Rabbin,
    kendilerine ayetlerimizi (vahyimizi) okuyacak bir peygamberi, memleketlerin ana
    şehirlerine (yani asıl olanları­na yahut büyüklerine veya başkentlerine)
    göndermedikçe, (hiçbir zaman) o memleketleri helak edici değildir. Zaten Biz,
    (ancak zulümleri sebebiyle azabı hak eden) halkı zalim memle­ketleri helak
    etmişizdir. “
    [81]

    Şanı Yüce Allah,
    Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v)’i; alemlere uyarıcı olması
    için göndermiş ve aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların, “bize bir
    müjdele-yici ve uyarıcı gelmemiştir” şeklindeki mazeretlerini boşa çı­karmak
    için Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada gönder­miştir. Yüce Allah bu
    konuda Yüce kitabı Kur’ân-ı Kerûn’inde şöyle buyurmaktadır.

    “Ey kitap ehli!
    Peygamberlerin arası kesildiğinde, ‘Bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi’
    dersiniz diye, size açık an­latacak Peygamberimiz (Muhammed) geldi. Şüphesiz O,
    size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Ka­dir’dir.”
    [82]

    Resulullah (s.a.v),
    Rabbinin davetini tebliğ ettiği sırada ona, yüce ve büyük Rabbinin şu ayeti
    inmiştir:

    “Şimdi sen, ne
    ile emrolunuyor san, (müşriklere) apaçık bildir. Müşriklere de aldırış etme.
    [83]

    Resulullah (sav),
    Rabbinin davetini açıklamaya ve risaletini tebliğ etmeye koyulmuştu. Böyle bir
    sırada Safa te­pesine çıkarak kabileleri ve Kureyş’in içindeki toplulukları
    şöyle davet etmeye başladı:

    – “Ey
    Abdulmuttalib oğullan! Ey Fihr oğulları! Ey Ka’b oğulları!.. Nihayet herkes
    oraya toplandı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), onlara:

    – “Ben, size, şu
    vadiden veya dağın eteğinden atlıların çı­kıp geleceğini ve size
    saldıracaklarını haber versem, beni tas­dik eder miydiniz?” diye sordu.
    Onlarda:

    – “Evet, şimdiye
    kadar senin yalan söylediğini görmedik” dediler. Bunun üzerine Hz.
    Peygamber (s.a.v.):

    – “Ben, size,
    (tebliğ ettiklerimi kabul etmediğiniz taktirde) önünüzdeki şiddetli azabı haber
    veriyorum…” dedi. Bunun ü-zerine amcası Ebu Leheb:

    – “Ey Muhammedi
    yazıklar olsun sana! Bunun için mi bizi buraya topladrn?” diyerek Hz.
    Peygamber (s.a.v)’e hakaret etti. Bunun için Yüce Allah, onun bu sözüne
    karşılık olarak şu su­reyi indirmiştir:

    “Ebu
    Leheb ‘in elleri kurusun; zaten kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda
    sağlamadı, (Yaptıklarından dolayı) alevli ateşe yaşlanacaktır. Karısı da
    (yaptıklarından dolayı) boynunda bir ip olduğu halde ona odun
    taşıyacaktır.” (Tebbet:! U/2-5)”


    [84]

     


    4.
    Fetanet (Zeki ve Akıllı Olma):

     

    Fetanet zeki ve akıllı
    olmak demektir. Buna göre Peygam­berlerden her biri, mükemmel bir akıl ve doğru
    görüşlülüğün yanı sıra akıllı, zeki ve harikulade bîr şekilde gönderilmişler­dir.
    Yüce Allah, Hz. İbrahim Halil (a.s)’m vasfı hakkında şöy­le buyurmaktadır:

    “And olsun ki
    daha (Peygamberlik verilmezden) önce 2b-râhîm ‘e, ‘doğru görüşlülüğü’ verdik.
    Biz, Onu (n buna uygun olduğunu) biliyorduk.”
    [85]

    Yine bu konuda Hz.
    İbrâhîm (a.s)’m, kavmi içerisindeki müşriklere delil getirmedeki doğruluğuna
    bakıldığında, Onun seçkinliğine ve zekililiğine dair deliller bulunmaktadır. Bu
    ko­nuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

    “Derken ona
    başvursunlar diye; (büyük puta başvurup bu putları kıranın kim olduğunu
    sorarlar, böylelikle putun acizli­ği ortaya çıkar diye) içlerinden büyüğü
    müstesna hepsini pa­ramparça edip bıraktı. (Geri dönüp İbrâhîm ‘in put kırma ey­leminin
    sonucu olan manzarayı gördüklerinde,) ‘bunu ilahla­rımıza kim yaptı? Doğrusu
    bunu yapan zalimlerden biridir’ dediler, (ibrâhîm ‘in, putlarına karşı bir
    tuzak hazırlayacağına dair yemin ettiğini işiten kimseler) dediler ki: ‘İbrâhîm
    denilen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. (Emretme yetki­sini
    ellerinde bulunduranlar) dediler ki: ‘0, halde onu halkın gözü önüne getirin.
    Belki (ondan işitilen sözleri söyleyerek o-nun aleyhine) şahitlik ederler.
    ‘(İbrâhîm, onların huzuruna ge­tirilerek): ‘Ey ibrâhîm! İlahlarımıza bu işi sen
    mi yaptın?’ de­diler. (O da, kırmaksızın bıraktığı putu kastederek: ) ‘0 işi,
    şu büyükleri yapmıştır! Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!’ dedi. Bunun üzerine
    kendi kendilerine dönüp, ‘Doğrusu siz zalimler­siniz. Konuşmayan bu putlara tapmakla
    hakka karşı zalimlik ediyorsunuz)’ dediler. Sonra (kendilerinin, zalim
    olduklarını kabul ettikten) tekrar kafalarında olan eski İnanca (küfre)
    döndürüldüler ve: ‘Ey İbrâhîm! Bunların konuşamayacağını, and olsun ki, sende
    bilirsin’ dediler. (Onlar bunu itiraf edince, ibrahim’de, onlara karşı şöyle
    bir delil getirdi:) ‘0 halde Al­lah ‘ı bırakıp ta size hiç bir fayda ve zarar
    veremeyecek şeylere ne diye taparsınız? Size ve Allah ‘ı bırakıp ta
    taptıklarınıza ya­zıklar olsun! Daha hala akıllanmayacak mısınız?’ dedi.
    [86]

    Bir gerçek olarak Hz.
    İbrâhîm (a.s.)in, büyüğü hariç bütün putları paramparça etmesine dair hakkında
    tecelli eden bu a-yetler, onun zekiliğiyle ve seçkinliğiylc sona ermektedir.
    Zira Hz. İbrâhîm (a.s), eliyle putları kırmış ve daha sonrada kavmi­ne delil
    gösterebilmek için baltayı büyük putun boynuna as­mıştı… Bunun üzerine
    muhakeme etmek için. halkın ve kendi­lerinin huzuruna getirdiklerinde ona şu
    soruyu sormuşlardı:

    – “İlahlarımızı
    paramparça ederek kıran ve onları kırmaya gelen kimdir? ‘Yoksa Ey İbrâhîm! bunu
    sen mi yaptın?’ Bu­nun üzerine Hz. İbrâhîm (a.s), onlara:

    – “Onları, ben
    kırmadım. Fakat sizinde gördüğünüz gibi büyük put, onları kırmıştır. Çünkü
    büyük put, sizin, kendisiyle birlikte şu küçük putlara da tapmanıza razı
    olmadığından dola­yı onları o kırmıştır. Buna delil ise baltanın büyük putun
    boy­nuna konulmasıdır. Eğer benim sözümü tasdik etmezseniz, bu işi kimin
    yaptığını, onlara sorun…’ dedi.

    Burada Hz. İbrâhîm
    (a.s), hedefine ulaşmıştı. Zira akılları­nın kıthlığmdan ve kendilerini gülünç
    bir duruma soktuktan sonra onlara delilini getirmişti. İşte bu, Peygamberlerin
    düşün­cesidir.

    Hz. İbrâhîm (a.s)’ın
    başka bir doğruluğu ise, Allah’ın mülkünde çekişen Tağut Nemrut ile olan
    mücadelesidir. Zira Nemrut, kendisinin ilah olduğunu ve Allah’ın dışında, kendi­sine
    tapılması gerektiğini savunuyordu. Halbuki Allah, Nemrut gibi kendisine tapılan
    kimselerin de Rabbiydi. Buna göre Hz. İbrâhîm (a.s)’ın, Nemrut’a karşı doğru
    görüşlüğü ve zekiliği nasıldı? İnatçı düşmanı, Hz. İbrâhîm (a.s)’in sözü
    karşısında nasıl şaşırıp kalarak delilsiz kalmıştı? Yüce Allah bu konuyu şöyle
    anlatmaktadır.

    “Allah, kendisine
    hükümranlık verdi diye İbrahim’le Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi?
    İbrâhîm, Ona: ‘Benim Rabhimt dirilten ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Bende
    diriltir ir Öldürürüm’ dedi. Bu defa İbrâhîm, ‘Şüphesiz Allah, güneşiığudan
    getiriyor, (haydi bakalım) sende onu batıdan getirse-nc’ dedi. (Allah’ın
    varlığını, kanun koyma yetkisini ve ilahlığını) inkar eden (bu delil
    karşısında) şaşırıp dona kaldı. Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez.”
    [87]

    İşte bu, batılın
    sırtını yere vuran keskin bir delildir. Bun­dan dolayı Allah, Hz. İbrâhîm
    (a.s)’ı, apaçık “Hakk Nur”unu açıklayıcı kılmıştır.

    İşte bütün nebiler ve
    resuller, böyledir. Zira Allah onlara, akıl ve doğru görüşlülük vermiştir.
    Bundan dolayı onlar, zeki-liîik ve akıllılık şekillerinin en mükemmel
    örnekleridirler. Çünkü Yüce Allah, onlara, kavimlerini hidayete getirmeye da­ir
    delil getirmede güç yetirebilmeleri için zekililiği, harika ol­mayı, fetaneti ve
    akıllılığı tahsis etmiştir. Hakk ışığını insanla­ra açıklamak ve Allah’ın
    davetini insanlara ilan etmek için akıl bakımından insanların en mükemmel
    olanını, zeka bakımından onların en geniş olanını, delil ve kanıt bakımından da
    onların en kuvvetli ve güçlü olanını, risâlete seçmede, Allah’ın ezeli hikmeti,
    böyle tahakkuk etmiştir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

    “Allah,
    Peygamberlik vereceği kimseyi (herkesten) daha iyi bilir. Suç işleyene, Allah
    katından bir aşağılık ve hilelerin-den ötürü de şiddetli bir azab
    erişecektir.”
    [88]

    İnsanoğlunun
    kendisine zafiyet geldiğinde ve akli meleke­leri zayıfladığında, bazen
    insanlardan bir kısmı ihtiyarlık çağı­na ulaştıklarında bunama gibi bir hal
    onlara hasıl olur… Buna göre Peygamberler, -her ne kadar ömürleri uzun olursa
    olsun-mükemmel bir akıldan ve güçlü bir düşünceden dolayı büyük bir mevkide
    gölgelenmektedirler. Çünkü Yüce Allah onları, inayetiyle kuşatmış ve
    gözetimiyle onları korumuştur. Bundan dolayı da onların, düşünce hislerinin
    zayıflaması ve akli sezgi­lerinin ihmal edilmesi mümkün değildir. İşte bu,
    Allah’ın dilediğine verdiği üstünlüktür. Doğrusu Allah, büyük fazilet sahi­bidir.

    [89]

     


    5.
    Nefret Verici Kusurlardan Uzak Olma:

     

    Bu özellik,
    Peygamberlerin Özelliklerindendir. Çünkü in­sanların onlarla bir araya
    gelmelerinde, onlara tabi olmalarında ve onların davetlerini işitmede, nefret
    verici fıtri ve ahlaki ku­surlardan herhangi birisinin Peygamberlerde olması
    mümkün değildir. Nitekim alaca hastalığı, cüzzam ve vücudun çirkin­leşmesi gibi
    insanlara nefret verici hastalıklar; Peygamberler­den, hiç birinde meydana
    gelmez. Zira onlar, her kadar insan olsalar da; nisanlardan birine isabet eden
    arızalar, onlara da isabet eder. Ancak Şanı Yüce Allah, onları, nefret verici
    kusur­lardan korumuş ve insanlara tiksinti verecek çirkin hastalıklar­dan uzak
    tutmuştur.

    Rivayet edildiğine
    göre; “Hz. Eyyüb (a.s), hastalanmış ve hastalığı, onun her tarafını
    kaplamış. Nihayet vücudu ulmuş ve kurtçuklar vücudundan çıkmaya başlamış.
    Karısı ise onun bu halinden hoşlanmamış.” Hz. Eyyüb (a.s) hakkındaki bu ve
    benzeri anlatılan rivayetlerin tamamı, tasdik edilmesi ve ina­nılması doğru
    olmayan İsrailiyattan nakledilen yalan ve batıl rivayetlerdir. Çünkü böylesi
    rivayetler, Peygamberlerin vasıf­larıyla birlikte bulunması mümkün değildir.
    Kur’ân-ı Kerîm ise Hz. Eyyüb (a.s)’m bu hastalığına dair hiçbir şeyi bize anlat­mamıştır.
    Ancak Hz. Eyyüb (a.s)’ın vücuduna, bir derdin İsa­bet ettiği ve dert ve
    kederin, onun vücudunun tamamını kapla­dıktan sonra kendisinden kaldırması için
    Rabbine dua ettiği, bunun üzerine Allah’ın, keder ve beladan İsabet edeni ondan
    kaldırdığı anlatılmaktadır. Yüce Allah bu konuda şöyle bu­yurmaktadır:

    “Eyyüb’ü de (an)!
    Hani Rabbine (dua ederek) ‘başıma bir\ dert (sıkıntı, hastalık, zayıflık vb.)
    geldi. Ve Sen, merhametlilerin en merhametlisisin’ diye dua etmişti. Bizde onun
    (bu) duasini kabul etmiş uğradığı derdi kaldırmıştık. Katımızdan bir\ rahmet ve
    ibadet edenlere de, bir ibret olsun diye” ona, hem ailesini ve hem. de
    onlarla birlikte bir mislini vermiştik.
    [90]

    Hz.
    Eyyüb (a.s)’a isabet eden derdin, hem kendi vücudun­da ve hem de ailesinde
    meydana geldiği; ayeti kerimede açık­lanmaktadır. Bu çeşit dert, hem insanlarda
    ve hem de Peygam­berlerde bulunabilir. Çünkü ölüm, nasıl ki Peygamberlere
    gelmekteyse, hastalığında onlara gelmesi mümkündür. Böyle bir hastalığın -Hz.
    Eyyüb (a.s)’m vücudunun utması ve vücu­dundan kurtçukların çıkması şeklinde
    değ;ildir- onlarda ortaya çıkması, onların kudretlerinden bir şeyi eksiltmez ve
    onların makamlarına zarar vermez.


    [91]

     


    6.
    İsmet (Masumiyet):

     

    Bu
    konunun önemine binaen, Allah’ın izniyle, özel bir bö­lüm olarak genişçe
    açıklayacağız. Allah, başarıya ulaştıran ve dpsdoğru yola iletendir.

    [92]

     

     





    [1]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 59.



    [2]
    Enam: 6/50, Ahkâf: 46/9.



    [3]
    Fahrcddin er-Râzî. bu ayet ile ilgili olarak şöyle
    der: “Bu ayetin dış görmüşü, Hz. Peygamber (s.a.v)’İn ve diğer
    Peygamberlerin, ancak vahiy ile hareket ettiğini gös­terir. Bu ayet, Hz.
    Peygamber (s.a.v)’in ve diğer Peyganberlerin- kendiliğinden hiçbir hüküm
    vermediğine ve ietihad etmediğine aksine bütün hükümlerin vahiyden sadır
    olduğunu göstirir. Bu husus, “O, kendi nevasından söz söylemez. O.
    kendisine ilka edilen bir vahiyden başkası değildir.” (Necm: 53/3-4)
    ayetleriyle de kuvvet kazanmaktadır.” (Fahreddin er-Râzî, age. 9/442.
    Ankara, 1988) (ç).



    [4]
    Yûnus: 10/16.



    [5]
    Saki Havva, ayette geçen “ruh” kelimesiyle
    ilgili olarak şöyle der: “Bundan mak­sat. Kuran-ı Kerim’dir. Ncsetî de
    derki: “Yüce Allah “ruh ile, Rcsulullah (s.av);a vahyettİği Kur’ân-ı
    Kcrîm’İ kas (çimektedir. Çünkü ceset, ruh ile hayat bulduğu gibi insanların
    dini de, Kur’ân-ı Kerîm ile hayat bulur”. (Said Havva, el-fcsası ti’t- Tef­sir.
    13/171, İstanbul. 1992) <ç>.



    [6]
    Şura: 42/52.



    [7]
    Nahl: 16/2.



    [8]
    Necm: 53/3-4.



    [9]
    Yûnus: 10/15.



    [10]
    Faziletli Üstad Hasan en-Nedvi, en-Nübüvvet
    ve’1-Enbiyâ, s. 35 Rivayetlere göre; Mekkeii müşrikler ilk önceleri, Resulullah
    (s.a, v. )’ı, amcası olan Ebu Talib’e şikayet ediyorlardı. Ebu Talib ise onları
    güzel bir şekilde saviydu. Bu sefer müşrikler, Ebu Talib’e, Hz. Muhammed
    (s.a.v)’e karşılık kendsiiıe, Velid b. Muğire’nin oğiu Âmmare’yi verme
    teklifinde bulundular. Ebu Talib ise onların bu tekliflerini de kabuî etmedi-
    Zira Ebu Talib, ne yeğeninden vazgeçebil-yor ve ne de müşrikleri kızdırmak
    istiyordu. Sonunda, yeğeni Hz. Mu hammed (s.a.v)1! yanma çağırtıp ona,
    davasından vazgeçmesini yada eğer bunu yapmak istemezse, davetini biraz
    hafifletmesini istedi. Hz. Hamza’nın da Müslüman olm-sından sonra Mekke’de
    yaşayan Müslümanlar biraz olsun güçlenmişlerdi. Bunu gören müşrikler taktik
    değiştirerek Resulullah (s.a.v)’a başka teklifferle geldiler. İlk teklif de
    bulunan, Kureyş içerisinde önemli bir yere sahip ve İleri gelen kimselerin­den
    olan Utbe b. Rebia’dır. Utbe, Resulullah (s.a.v)’a giderek ona: “Senin şu
    getir­diğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve servet istiyorsan;
    sana bizim­kinden daha çok malın oluncaya kadar mallarımız dan toplayıp
    \erelim. Eğer bu­nunla aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan
    seni kendimize bü­yük ve ulu yapalım ve senden başkası ile bütün ilgmizi
    keselim. Eğer bu işinle hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar
    yapalım.” şeklinde bir teklif­te bulundu.Resuhıllah (s.a.v) ise onun bu
    tekliflerini kabul etmedi, (ç)



    [11]
    İkinci olarak İse aralarında Velid b, Muğire, As b.
    Vail olmak üzere müşrikler­den bir grup Resulullah (s. a.v.)’in yanma gelip
    ona: ”En zengideri olacak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile
    evlendirmeyi, buna karşılık onun; putlara dil uzatmaktan veya yaptıkları
    şe>le ri akılsızlıkla suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resulullah (s
    a.v.)’İn, getirdiği hak davetten dönmediğini gören Mekkeli müşrikler bu seferde
    ona: “Bir gün sen bizim putlarımıza tap, bir günde biz senin ilahlarına
    taparız” dediler. Resulullah (s.a.v), bu teklifi de kabul etmedi. Bunun
    üzerine bunu açıklar vaziyette “Kalîrun Sûresi” indi. (ç).



    [12]
    Üçüncü olarak ise: Kureyş’in ileri gelenleri, toplu
    halde Resulullah (s.a.v);in yanına giderek ona; başkanlık ve mal teklifinde
    bulundular.

    Resulullah (s.a.v) ise onların bu teklifini de kabul etmedi. Resulullah
    (s.a.v)’in, bu teklifleri de kabul etmediğini gören müşrikler, bu seferde
    ondan; Mekke’deki dar vadileri; kıtlık ve sıkıntı veren Mekke’deki dallan
    kaldırması için Rabbine dua etmesini ve onların yerine, Şam ve Irak’ta olduğu
    gibi ırmaklar akıtmasını, ovalar yapmasını ve ayrıca geçmiş baba ve ataların]
    özellikle de Kusay b. Kilab’ı dirilre-sini ve kendisinin Peygamber olduğunu
    tasdik etmesi gibi şeyler istediler. Resulullah (s.a.v) ise onların bu
    isteklerini de yerine getirmekten kaçındı. (B.k.z:İhsan Süreyya Sırma Mekke
    Dönemi ve İşkence, s. 45-58; Ramazan el-Buti, Fikhu’s Siyre, s, 114-117) (c).



    [13]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 60-65.



    [14]
    Hûd: 11/51.



    [15]
    Furkân : 25/ 57.



    [16]
    Sâd : 38/ 86.



    [17]
    Kehf: 18/110.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 65-66.



    [18]
    Beyyine: 9S/5.



    [19]
    Enbiyâ: 21/25.



    [20]
    Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, Hüccetullah Baliğa, 1/363.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 66-68.



    [21]
    Sad: 38/86.



    [22]
    Fahreddin er-Râzî, bu kelimeyle İlgili olarak şöyle
    der: “Buradaki hikmet, kesin inancı ifade eden kafi deli!. Ki, işte bu,
    ayeti kerimede de, ‘hikmet’ adıyla adlandı­rılmıştır. Bu, derecelerin en
    kıymetlisi ve makamlarında en yücesidir. İşte bu, Al­lah’ın, ‘Kİme de hikmet
    verilirse, muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.’ (Bakara: 269) ayetinde
    bahsettiği delildir.” (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 14/377) (ç).



    [23]
    Güzel öğüt ise zanni ipuçları ve iknai deİİİlerdir ki,
    bunlarda ayeti kerimede “Güzel Öğüt” olarak belirtilmişlerdir.
    (Fahreddin er-Râzî, Tefsiri Kebîr, 14/378) (ç).



    [24]
    Nahl: 16/125.



    [25]
    Bakara: 2/258.



    [26]
    îmanı Gazâlî’nin bu sözü için b.k.z: Gazâlî,
    Îlcamü’1-Avam an Dmi’I-Kelam, s. 20 (c).



    [27]
    İbn Teymiyye, en-Nübüvvat, s. 147-148.



    [28]
    Yûsuf: 12/108.



    [29]
    Ahmed b. Hanbel. Müsned. 1\ 26; îbn Mâce, Mukaddime, 6
    (43).


    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 68-70.



    [30]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 70-71.



    [31]
    Tâha: 20/131.



    [32]
    Hz. Peygamber (s.a.v), hem kendisi ve hem de Ehli
    beyti için pek sade bir hayat sürmeyi tercih etmişti. Fakat bu tercih, geçimi
    temin hususunda acizlikten kaynak­lanmamaktaydı, Çünkü Resulullah (s. a,v),
    henüz hayattayken fetihler yapılmış, ganimet malan elde edilmiş, daha Önce malı
    mülkü olmayan,ekmek parasına muh­taç kimseler zengin olmuşlardı. Buna rağmen
    bir ay geçer, onun evinde ateş yan-madtğı olurdu. Resulullah (s.a.v), eline
    geçen zekat, bağış ve hediyeleri cömertçe dağıtıyordu. Onun, sade ve mütevazı
    hayatı seçmesinin sebebi şuydu: Dünya haja-tının geçici süsüne aldanmayıp, Yüce
    Allah’ın katındaki ebedi nimetlere rağoet etmek… Mal ve servete sahip olduğu
    halde iffet ve kanaatle )aşayış maddiyatın üstünde yücelen kişinin rağbeti…
    Yoksa Allah’ın Resulü,kendisi ve Ehli beyti için seçtiği böyle bir hayatı
    yaşamaya akide ve şeriatı jönünden mecbur değildi. Çünkü onun akide ve
    şeriatında, helal ve temiz olan şeyler yasaklanrmmışti… Onun böyle yaşaması,
    fani dünyanın geçici zevk ve süsüne kapılmadan, onun ağırlığından kur­tulup
    nefsin heves ve arzularından tam bir hürriyete kavuşmak İçindi. Lakin P^-gamber
    (s.a-v)’in hanımları, diğer kadınlardan çok üstün, değerli ve peygamberliğin
    feyizli kaynağında bulunmalanyla birlikte nihayet birer insandı. Onlarında
    herkes gibi, beşeri his ve istekleri vardı. Bu itibarla hayatın geçicizevkine karşı
    olan tabii arzu, onlarında gönlünde canh olarak yaşıyordu. Ne zamanki, Yüce
    Allah’ın, pey­gamberine ve ümmetine bolluk ve genişlik ihsan ettiğini görünce,
    nafakalarını ar­tırması için Resulullah (s.a.v)’e müracaat ettiler. O ise bu
    vaziyeti hoş karşılamadı Üzüntü ve hoşnutsuzluk gösterdi. Zira onun İdeali,
    böyle önemsiz şeyleri hiç mü-hİmsemeden, bunlarla meşgul olmadan kendisi içüı
    seçtiği yüce ve hoş hayatı yı-şamak ve kendisine inanmış olan sahabe (r anh)
    ile birlikte bu debdebeli dünyanın her türlü olumsuz tesirinden uzak olarak
    yüce, parlak ve nurani ufukta kalmak ve böylece hayatının   sonuna kadar devam  ettirmekti.”  (Seyyid  
    Kutub,   Fİzilali’l-Kur’an,
    12/11-12 (ç).



    [33]
    ”Muhayyerlik” (yani serbest bırakma) hakkındaki
    bu iki ayet hedefi şöyle sıra­landırıyor: ilYa dünya hayatı ve süsü,yahut
    Allah, peygamberi ve ahiret yurdu… Bir kalp. hayatı iki türlü tasavvur
    edemez. Yüce Allah, hiçbir insanın içinde iki kalp yaratmamıştır.
    Peygamberlerin hanımları: “Vallahi, bu meclisten sonra Allah’ın Resuiü’nden
    elinde olmayan bir şeyi İstemeyeceğiz” dye yemin etmişlerdi. Kur’an.
    davanın esasını ve sebeplerini tespit için İndi. Haddizatında mesele, talep
    edilen şeyin peygamberin elinde bulunup bulunmanızı değildi. Mesele; Allah’ı,
    peygam­beri ve ahiret yurdunu bütünüyle tercih, yahut dünyanın süsü ve metaını
    tercih et­mekte idi. İster yeryüzünün bütün hazineleri ellerinin allında olsun,
    isterse evlerinde yiyecek ekmek bulunmasın, eşit idi. Onlar kesin olarak
    serbest kılındıktan sonrıı Allah’ı, peygamberi ve ahireti tercih ederek Hz.
    Peygamber (s.a.v.)’in yanındaki yüce mevkilerini, o ”Büyük Elçinin” evine
    layık, şerefli ve yüce ufukta korumasını bilmişlerdir. Peygamberimizin bu
    tercihe memnun ûldjğuna dair rivayetler vardır. (Seyyid Kutub, Fizilalrl-Kur’an,
    12/14-15).



    [34]
    Ahzâb: 33/28-29.



    [35]
    Tirmizî, Zühd 36. Tirmizî, bu hadis hakkında,
    “Hasen-Garib” demiştir.



    [36]
    EbuT-Hasen en-Ncdvi. en-Nübüvvet ve’1-Enbiyâ.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 71-74.



    [37]
    Tevhid: Allah’ı; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde
    eşsiz olduğunu bilmeye ve Öylece inanmaya, ortağı ve benzeri olmadığına,
    doğmadığına ve doğrulmadıgınave itikaden inanılmasına; aynı şekilde niyet ve
    amel olarak ibadeti ve itaati yalnızca Allah için yapmaya, O’na boyun eğmeye,
    O’na yönelmeye, O’na tevekkül etmeye- O’ndan korkmaya, O’ndan beklemeye Tevhid
    denir. Bu tanıma göre Tevhid, ikiye ayrılır:


    a- Rububiyyet (itikadi) Tevhidi:
    Bu tevhidin anlamı; Allah (c.c), göklerin ve verin
    RabbUçindekilerinin yaratıcısı olduğuna, tasarrufunda bir ortağı bulunma­dığına,
    bu alemin bütününün egemenliğinin O’nun olduğuna, hükmünde hesap vermediğine,
    her şeyin Rabbinin O olduğuna, her canlıya O’nun rızık verdiğine, bütün işleri
    O’nun evirip çevirdiğine, yalnızca O’nun yükselttiğine ve alçalttığma, yalnızca
    O’nun verdiğine ve engel olduğuna, zarar ve yarar verdiğine, sadece O’nu
    izzetli ve zelil kıldığına. O’nun dışındaki her şeyin ne kendisi için ne de
    başkası için. ne bir hayra ne de bir şerre ancak Allah’ın dilemesi ve izniyle
    gücü yettiğine inanmaktır.


    b. Ulııhiyyet (Ameli) Tevhidi:
    Bu tevhidin anlamı; ibadette, boyun eğmede, kesin
    itaatle, ne yerde, ne gökte tek ve ortağı olmayan Allah’ ı birlemektir

    Tevhid; rububiyyet
    tevhidine, uluhiyyet tevhidi katılmadan kesiniikle gerçekleşmez. Bu tek basma
    yeterli değildir. Müşrik Araplarda, Rububİyyeü, kabul ediyorlardı. Bununla
    birlikte putlara tapmak suretiyle Allah’a ortak koştuklarından dolayı bu
    onları, İslam’a sokmadı. Allah*ile birlikte başka ilahlar edindiler. Bunla­rın,
    kendilerini Allah’a daha fazla yaklaştıracağım, Allah katında onlara şefaat ede­ceğini
    sanıyorlardı. (Yûsuf Kardavi. Tevhidin Hakikati, s. 20-23)

    Tevhid, Allah’ın
    sıfatlarının bazılarını kabul edip sadece bunlara inanmakla gerçekleşmez. Ve
    böylesi, Tevhidi parçalayan, tavırlarla bütün peygamberler mü­cadele etmiştir.
    Peygamberimizin de gayesi tevhidi yaymaktır. O Tevhide davet etmiş, putçulukfa
    hep mücadele içinde olmuştur.

    “La ilahe illallah
    diyen cennete girer.” (Buharî, Iman:l; Müslim. İman 43-45; Tirmizî, İman
    2775) müjdesinin muhatabı olamaz. Ayrıca insanlara bu biçimiyle anlam kazanan
    bir Tevhid inancı içinde Peygamberler gönderilmemiştir; “insanlarla ‘La
    ilahi illallah’ deyinceye kadar savaşmakla, emrolundum.” (Buharı, Zekat
    689; Müslim, İman 32-38; İbn Mâce, Fiten 3927; Nesai, îman 4970; Tirmizî, 2733)
    ifa­desinde anlam bulan Tevhid de, Alları’ı sadece yaratıcı, İlah, Rab veya
    Melik olarak tanımak değildir. Zira bunların hepsi Tevhidin büyük bir kısmını
    ifade eder, fakat tamamım değil Dolayısıyla parçacı düşüncelerin hiçbirini,
    Peygamberlerin tebliğle­rinin esasim oluşturan “‘La ilahe illallah”ı
    kabui anlamına gelmez.

    “La ilahe Ülallah”m sadece benimsenen bir söz olarak ifade
    edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir İlgisi yoktur. Elbette ki “La ilahe
    İllallah” bir sözdür. Rcsulullah (s.a.v), insanların, bu sözü
    söylemelerinin cennete vesile olacağım açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam
    ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz ola-rak ta söyleseniz
    olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşrikle­rinin hiç
    tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili bir çok
    örnekler vardır… Onlar, muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün,
    kendilerinin kabul ellikleri Tevhidi unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten
    kaçındıkları ulııhiyyet konusunu da Tevhid ‘in kapsamına aldığım bilirler.
    Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bîr anlam ifade etmeyeceğini, O’nun
    Öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı
    olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhidin bir defa değil, on defa dahi
    söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini.
    Resulullah {s.a.v)4n de bir söz söylemekle sadece söyle­meyi kastetmediğini iyi
    bilirler. (Ceİalcttin Vatandaş. Tevhid ve Değişim, s. 54-55).



    [38]
    Mü’minun: 23/23.



    [39]
    Hûd: 11/50.



    [40]
    Hûd: 11/61.



    [41]
    Enbiyâ: 21/69-70.



    [42]
    Saffât: 37/171-173.



    [43]
    Yüce Allah, peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v):i ve
    Ashabını, O’na muhalefet edenlere. Dine karşı çıkıp yalanlayan, O’na düşmanlık
    edenlere karşı muzaffer kıl­mıştır. O’nun sözünü en üstün söz haline getirmiş,
    dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmıştır…

    insanlar aynı şekilde alışageldikleri ve gözleriyle görebilecek muayyen
    bir şe­kilden ibaret zannettikleri zaferin, yardımın manasım gereği gibi
    kavramakta kusur göstermektedirler. Oysa zafer ve yardımın şekilleri
    çeşitlidir. Kimi şekiller kısa mesafeli bakış halinde zafer, bozgun ile karışık
    bir görünüm arz edebilir. İşte ateşe atılırken Hz. İbrahim (a.s)’ın durumu…
    Acaba Hz. İbrahim (a.s), bu konumda zafer kazanmış birisi miydi? Yoksa bozguna
    uğramış bir durumda mıydı? Akide mantı­ğına göre. onun ateşe atılırken daha
    zaferin ve yardımın zirvesinde olduğunda bir şüphe yoktur. Nitekim o, ateşten
    kurtarılırken bile ikinci bir defa daha zafer kazan­mıştı. (Said Havva,
    el-Esas-i fı’t-Tefsir. 12/514-515) (ç).



    [44]
    Gâfir (Mü’min): 40/ 51-52.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:74-78.



    [45]
    Mesela Yüce Allah. Hz. İbrahim (a.s)’m, Nemrut’un
    zulmünden ve ateşten kurta­rılmasında O’na yardım etmiş. Yine Hz. Peygamber
    (s.a.v.)’in hicreti sırasında sı­ğındığı mağarada Allah’ın yardımıyla Mekkeli
    müşriklerden kurtulmuştur, (ç).



    [46]
    Mesela Hz. Mûsâ (a.s), Allah’ın gözetimi altında
    firavunun sarayında kalmış.

    Yine Hz. Yûsuf (a.s), Allah’ın gözetimi altında olduğu halde azizin
    hanımının tekli­fini kabul etmemiştir, (ç).



    [47]
    Tur: 52/48.



    [48]
    Tahâ: 20/39.



    [49]
    Enbiyâ: 21/73.



    [50]
    Meryem: 19/41.



    [51]
    Nahl: 16/120-121.



    [52]
    Araf: 7/144.



    [53]
    Meryem: 19/51-52.



    [54]
    Meryem: 19/54-55.



    [55]
    Sa’d: 38/4546.



    [56]
    Mesela: Kur’an. Enbiyâ: 21/73’de geçen ayette:
    Peygamberleri; insanları doğru 3 yola götüren önderler olmakla, iyi İşler
    yapmakla, namaz kılmakla, zekat vermekle i ve ibadet etmekle
    vasıflandırmaktadır. Meryem: 19/41’de ise Hz. İbrahim (a.s)’i, > dosdoğru
    olmakia; Nahl; 1 6/12(M23’de ise başlı başına bir ümmet olmakla, Allah’a ]
    boyun eğmekle, O;na yönelmekle, müşriklerden olmamakla, Allah’ın nimetlerine \
    şükredici olmakia, Yüce Allah’ın onu peygamberliği için seçmiş olmakla, onu
    dos- j doğru bir yola iletmiş olmakla, dünyada ona bir güzellik verilmesiyle,
    ahirette salihlerden olmakla; Hûd: 11 /75’de ise yumuşak huylu olmakla, yüreği
    yanık olmakla, kendisini tamamen Allah’a vermiş olmakla nitelendirmektedir.
    Tevbe: | 9/128’de ise; Hz. Muhammed (a.s)’İ, İnsanlardan olmakla, sıkıntıya
    maruz kalmanız ona ağır gelmesiyle, size çok düşkün olmakla, raui’ve rallim
    olmakla vasıflan-‘ dırmaktadır. (ç)



    [57]
    Ebu’I-Hascn en-Nedvî. en-Nübüvvet vc’1-Enbiyâ, s.
    25-30.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları:79-82.



    [58]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 83.



    [59]
    Vakıa: 69/44-48.



    [60]
    Rivayetlere göre. bu adamın adı; Ahnes b.Şureyk’tir.
    (ç).



    [61]
    Bu hadis, BuharTnin ‘BedVİ-vahy’ bölümünde rivayet
    ettiği hadisin bir kısm-dır. Hadisin tamamı için bakınız: Ayni, Umdetü’l Kari,
    1/ 77 (Ayrıca bu hadis için B.k.z: Buharı”, Şahadet 28, Cihad İL 99, 102,
    122, Cizye 13, Tefsirü Âi-i İmrân 4, Edeb 8, İsti’zan24; Müslim, Cihad 73
    (1773); Tirmizî, İsti’zan 24 (2718). (Bu olay, Hudeybiye barış anlaşmasından
    sonra ICııreyş kalleşinin Rum diyarına ticaret için gitmesi sebebiyle
    gerçekleşmişti. Bu sırada Ebu Süfyan, daha hala müslüman ol­mamıştı. Ebu
    Süfyan, Mekke’nin fethi sırasında müslüman dmuştu). (ç).



    [62]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları:



    [63]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 83-87.



    [64]
    Ahzâb: 33/39.



    [65]
    A’râf: 7/68.



    [66]
    Tekvir: 81/24.



    [67]
    Tirmizâ, Tefsirü Sure-i Ahzâb (3206); Müslim, İman
    287; Buharî, Tevhid 22; İbnü’1-Esîr, Camiul-Usul, 2/ 308. Tirmizî, bu hadisin,
    “Hasen-Sahîh” olduğunu söylemiştir.



    [68]
    Abese: 80/1-2.



    [69]
    Enfal: 8/67-68.



    [70]
    Necm: 53/3-4.

    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen Yayınları: 87-89.



    [71]
    A’râf: 7/61-62.



    [72]
    A’raf: 7/79.



    [73]
    A’râf: 7/93.



    [74]
    Mâide: 5/67.



    [75]
    Yûsuf: “12/108.



    [76]
    Kafirun: 109/1-2.



    [77]
    FeIak: 113/1.



    [78]
    Nas: 114/1.



    [79]
    Resulullah (s.a.v)’e indirilen sürelerde ve ayetlerde
    geçen “Kul” kelimesini, Resulullah (s.a.v) kullanmıştır.
    “Kul” kelimesi, Arap dü gramerine göre,emir sığa-sıdır. Yani bununla,
    Hz. Peygamber (s.a.v) kastedilmiştir. Zira bu emir sığası, Hz. Peygamber
    (s.a.v)’e hitap etmektedir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v), eğer
    Kur’an’dan bir şeyi gizleyecek ve saklayacak olsaydı, bizzat kendisine hitap
    edilen bu kelimeleri gizlerdi. Ama Hz. Peygamber (s.a.v) böyle bir şey
    yapmamıştır. Keı-disine indiği şekilde hiçbir değişiklik yapmadan insanlara
    tebliğ etmiştir. îşte bu da Hz. Peygamber (s.a.v)’in güvenîrli olduğuna delalet
    etmektedir.



    [80]
    îsrâ: 17/15.



    [81]
    Kasas: 28/59.



    [82]
    Maide:5/19.



    [83]
    Hicr:i5/94.



    [84]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 89-94.



    [85]
    Enbiyâ :21/51.



    [86]
    Enbiyâ: 21/58-67.



    [87]
    Bakara: 2/258.



    [88]
    En’âm: 6/124.



    [89]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 94-98.



    [90]
    Enbiya: 21/83-84.



    [91]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 98-99.



    [92]
    Muhammed Ali Sâbûnî, Peygamberler Tarihî, Ahsen
    Yayınları: 99.

  • NUH ALEYHİSSELÂM

    NUH ALEYHİSSELÂM

     

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Soyu:
        Başa Dön

     

    Nuh b.Lemek (veya Lemk), b.Mettu Şelah, b.Ahnuh
    (veya Uhnuh) (Yani İdris Aleyhisselâm), b.Yerd (veya Yarid), b.Mehlâil, b.Kayn
    (veya Kaynarı), b.Enuş, b.Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.[1]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâm; uzun boylu[2],
    esmer, ince tenli, uzunca başlı, büyük göz­lü, uzun ve enli sakallı, iri
    vücudlu idi.

    Kendisinin kolları ve bacakları ince,uylukları etli
    idi. [3]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Kavmine Peygamber Olarak Gönderilişi:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâmın meskeni Irakta idi. [4]

    Vedd, Süva’, Yağus, Yauk ve Nesr diye anılan putlara[5]
    tapan kavmini, baş­larına gelecek azapla korkutmak, bir olan Allah’a ibadete
    davet etmek üzre, Pey­gamber olarak gönderildi. [6]

    Onlara:

    “…Ey kavmim! Allâha ibadet ediniz!

    Sizin, Ondan başka hiç bir İlâhınız yoktur!. [7]

    “Şüphesiz ki, ben, sizi, Allanın azabından
    apaçık korkutan’im.

    Allah’dan başkasına tapmayınız.

    Ben, sizin başınıza acıklı bir azabın gelip çatmasından
    korkuyorum!” dedi. [8]

    Kavminden ileri gelenler:

    “Biz, seni, hiç şüphesiz, apaçık bir sapkınlık
    içinde görüyoruz!” dediler.

    Nuh Aleyhisselâm:

    “Ey kavmim! Bende hiç bir sapkınlık yoktur.

    Fakat, ben, Âlemlerin Rabb’ı tarafından gönderilmiş
    bir Peygamberim!

    Size, Rabb’ımın Vahy ettiklerini, tebliğ ediyorum.

    Sizin iyiliğinizi istiyorum.

    Ben, sizin bilmediklerinizi de, Allâhdan (gelen Vahy
    ile) biliyorum.

    Size, o korkunç akıbeti haber vermek için,
    korunmanız için ve belki, böylelikle rahmete kavuşturulmanız için, kendinizden
    bir adam vâsıtasile Rabb’ınızdan, size bir ihtar geldi diye şaşıyor
    musunuz?!” dedi.[9]

    “Biz, seni, kendimiz gibi bir insandan başka
    olarak görmüyoruz.

    Basit, ve zahirî görüşe uyan en aşağı
    tabakalarımızdan başkasının sana tâbi olduğunu da, görmüyoruz.

    Sizin, bize karşı bir üstünlüğünüzü de, göremiyoruz.
    Bilakis, sizi yalancılar sanıyoruz!” dediler. Nuh Aleyhisselâm: “Ya
    ben, Rabb’ımdan gelen apaçık bir Burhan üzerinde isem?

    O, bana, Kendi katından bir Rahmet vermiş de,
    bunlar, siz (in gözlerinizden gizli bırakılmışsa?

    Söyleyiniz bana, ey kavmim! Sizi, istemediğiniz
    halde, ona zorlayacak mıyız?

    Ey kavmim! Bundan (bu tebliğlerimden) dolayı, sizden
    hiç bir mal istemiyorum.

    Benim mükâfatım, Allâhdan başkasına aid değildir.

    Ben, iman edenleri, tard edici de, değilim!

    Çünki, onlar, muhakkak ki, Rabblarına,
    kavuşanlardır.

    Ben, sizi, ancak cahillik eden bir kavm görüyorum!

    Ey kavmim! Ben, onları kovarsam, Allâhdan (Allâhın
    azabından) beni, kim kur-tara bilir? Bana, kim yardım edebilir hiç düşünmez
    misiniz?!

    Ben, size (Allâhın hazineleri, benim yanımdadır!)
    demiyorum.

    Ben, gaybı da, bilmem!

    Ben (hakikatta bir Melek’im!) de, demiyorum.

    Bununla beraber, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler
    hakkında (Allah, onlara asla hayr vermeyecektir) de, diyemem!

    Onların özlerindekini, en çok bilen, Allâh’dır.

    Aksi takdirde, hiç şüphesiz, ben, zâlimlerden olmuş
    olurum!” dedi.

    “Ey Nuh! Doğrusu, sen, bizimle uğraştın durdun!

    Bizimle uğraşmanda aşırı da, gittin!

    Eğer, sen, doğruculardan isen, bizi tehdid edip
    durduğun şeyi haydi getir bi­ze!” dediler.

    Nuh (Aleyhisselâm):

    “Onu-dilerse-size, ancak, Allah, getirir.

    Siz, Allah’ı, bundan âciz bırakabilecek değilsiniz.

    Eğer, Allah, sizi helak etmek dilemişse, ben, sizin
    iyiliğinizi arzu etmiş olsam bile, bu hayrhâhlığım, size hiç bir yarar vermez.

    O, sizin Rabb’ınızdır ve nihayet, Ona
    döndürüleceksiniz.’[10]

    Ben (gelecek tehlikelerle) korkutandan başka bir
    kimse değilim.!” dedi.

    “Ey Nuh! Sen, (bu dediğinden) vaz geçmezsen,
    muhakkak, taşlanmışlardan ola­caksın!” dediler. [11]

    Nuh (Aleyhisselâm):

    “Ey kavmim! Benim, aranızda duruşum, Allah’ın
    âyetleri ile öğüt verişim, size ağır geliyorsa, (ne diyeyim) ben, ancak,
    Allah’a dayanıp güvenmişimdir.

    Siz ve ortaklarınız da, artık, toplanıp ne
    yapacağınızı kararlaştırınız. Bu yapacağınız, size, sonradan hiç bir tasa
    vermesin! Hattâ, bana, möhlet de, vermeyiniz.

    Eğer, (benim öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız, ben,
    sizden (zâten bu hususta) hiç bir mükâfat istemedim.

    Benim mükâfatım, Allah’dan başkasına âid değildir.

    Ben (Onun hükmüne boyun eğen) Müslümanlardan olmakla
    emr olundum”

    dedi. [12]

    Kavmi, onu, yalanladılar. [13]

    Kâfirlerden bir takımları:

    “Bu, sizin gibi bir insandan başka (bir şey)
    değildir.

    O, size karşı üstünlük sağlamak istiyor.

    Eğer, Allah, (Peygamber göndermek) dileseydi,
    elbette, bize Melekler indirirdi.

    Biz, önceki Atalarımızdan, bunu (Allâhı Birlemeyi)
    hiç duymadık.

    Bu, kendisinde bir delilik bulunan adamdan başkası
    değildir.

    Binâenaleyh, siz onu bir zamana gözetleyiniz!”
    dediler.

    Nuh (Aleyhisselâm) da:

    “Ey Rabb’ım ! Onların beni yalanlamalarına karşı sen
    bana yardım et!” dedi.

    “Biz de, ona (şöyle) 
    Vahy ettik: Sen, bizim bizim nezaretimiz ve Vahyimizle gemi yap!

    Nihayet (helaklerine emrimiz gelip te, o fırın
    kaynamağa başlayınca, ona her (nevi 
    hayvanlardan erkek ve dişi) ikişer çift ile aileni alıp içerisine gir!

    (Kavmının) içinden, aleyhlerine söz geçmiş (hüküm
    giymiş olanlar müstesna.

    O zulm edenler(in kurtulması)  hakkında bana hitapta bulunma.

    Çünki, onlar boğul(mağa mahkum ol)muşlardır.

    Artık sen mahiyetindekilerle birlikte, Geminin
    üstüne doğrulup yerleşince: Bizi o zalimler güruhundan selamete erdiren Allaha
    hamd olsun! de!

    Rabb’ım! Beni bereketli bir menzile kondur!

    Sen, konduranların en hayırlısısın! de!”[14]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Kavmini Tevhide Davet Edişi Ve Başına Gelenler:
        Başa Dön

       

    Nuh Aleyhisselâm; halkın, heykellerinde ,  puthhanelerde bulundukları sırada, yanlarına
    varıp:

    “(Lâ ilâhe illallâh=Allâh’dan başka ilâh yoktur!)
    deyiniz.

    Ben , Allâh’ın Kul ve Resulüyüm!” dedikçe, işitmemek
    için halk,  başlarını, elbiselerinin
    içine sokar, kulaklarını da parmakları ile tıkarlardı!

    Yine bir gün onlara: (Lâ ilâhe illallâh=Allâh’dan
    başka ilâh yoktur!) dediği zaman, Sanemler yüzlerinin üzerine düşünce,  kalktılar, Onu, yüzünün üzerine düşünceye
    kadar dövdüler.

    Kral Mahvil[15],
    bunu, haber alınca, Nuh Aleyhisselâmı huzuruna getirtti ve Ona :

    “Nedir su, senin hakkında işittiğim?!

    Dinime ve Babanın oğullarının, üzerinde bulundukları
    şeye karşi davranışın?!

    Nedir, Sanemleri kürsülerinden düşüren bu sihir?!

    Bunu sana kim öğretti.?” Dedi.

    Nuh Aleyhisselâm:

    “Onlar dediğin gibi birer ilah olsalardı, yüzlerinin
    üzerine düşmezlerdi.

    Ben Allahın Kulu ve Resulüyüm!

    Sen, Yüce Allah’dan kork ve Ona, hiçbirşeyi şerik
    koşma!” dedi. 

    Kral Mahvil; Sanemler Bayramı hazırlanıncaya kadar,
    Nuh Aleyhisselâmın tu­tuklanmasını ve Sanemlerin, tekrar Kürsülerine
    yerleştirilmelerini ve bozulan yer­lerinin onarılmasını emr etti.

    Bayram gelince, toplanıp yapılan şeyleri görsünler
    diye halk’a nida ettirildi.

    Nuh Aleyhisselâm, Kral hakkında Allâha düa etti.
    Kral, bir baş ağrısına tutul­du, aklını kaybetti. Bir hafta sonra da, öldü.

    Ölüsü, altun şerir üzerine konulup Sanem
    heykellerinin içinde ağlanarak tavaf edildikten sonra, gömüldü.

    Nuh Aleyhisselâma, dilleri ile her kötülüğü
    yaptılar, sövdüler, saydılar.[16]

    Kral Mahvil’in ölümü üzerine, yerine geçen oğlu
    Dermesil, Nuh Aleyhisselâmı, serbest bıraktı.

    Halk, büyük Sanemlerden her birinin yanında senenin
    belli vakitlerinde topla­nıp bayram yaparlar, Sanemler için, kurban keserler ve
    onları tavaf ederlerdi.

    Yağus bayramı için de, halk, her taraftan gelip
    toplanmıştı.

    Nuh Aleyhisselâm, onların yanlarına vardı.
    Ortalarında ayakta dikilip:

    “Lâ ilahe illallah = Allâh’dan başka ilâh
    yoktur!” demeleri için, onlara seslen­diği zaman, yine, başlarını,
    elbiselerinin altına soktular, parmaklarını da, kulakla­rına tıkadılar!

    Nuh Aleyhisselâmın seslenmesiyle, Sanemlerin
    Kürsülerinden yere düşmele­ri, bir oldu!

    Halk, yine üzerine yürüyüp Nuh Aleyhisselâmı
    dövdüler ve yüzünün üzerine düşürdüler.

    Başını da, yardılar.

    Kendisini, çeke çeke Kralın köşküne götürdüler,
    yanına, soktular.

    Kral, Nuh Aleyhisselâma:

    “İlâhlarla ilgili işlerden hiç bir şeye
    karışmamanı, sana, söylemedik mi? Seni, böyle şeylerden, men etmedim mi?!

    Hattâ, onları, kürsülerine, şerefli yerlerine
    koydurduğumda, onlara, secde de, edeceksin diye sana, emir etmedim mi?

    Bunu, sana kim öğretti?..” diyerek çıkıştı.

    Nuh Aleyhisselâm; kanlara boyanmış bir halde, Krala:
    “Eğer, onlar, birer ilâh olsalardı, yerlere düşmezlerdi? Ey Dermesil!
    Allâh’dan kork! Allah’a, hiç bir şeyi şerik koşma! Çünki, O, seni
    görüyordur!” dedi.

    Dermesil:

    “Sen, bana, böyle hitap etmek kudretini
    kendinde nasıl buluyorsun?” dedi.

    İkinci Sanem bayramı hazırlığı sonuna kadar habs
    edilmesini, Sanem için kur­ban kesilmesini ve yere düşen Sanemlerin kürsülerine
    tekrar konulmasını emretti.

    Emri, yerine getirildi.

    Kral Dermesil, Nuh Aleyhisselam hakkında korkunç bir
    rü’ya görüp:

    “Mecnundur! Yaptıklarından mes’ul
    değildir!” diyerek hapisten çıkarılmasını emretti.

    Zamanın Kâhin’i ise, Tufan işini ve zamanının
    yaklaştığını, halka bildirir ve Nuh Aleyhisselâmın öldürülmesini emr ederdi.[17]

    Babil Kralı Dermesil’e de, yazı yazarak Nuh
    Aleyhisselâmın öldürülmesini işa­ret etmişti.

    Dermesil; çevre halkına yazıp Nuh Aleyhisselâmın,
    Esnam ibadetini değiştir­mek istediğini ve bir tek İlândan başka ilâh
    bulunmadığını iddia ettiğini anlattı ve “Siz, Sanemlerden başka İlahlar
    bulunduğunu biliyor musunuz?” diye sordu.

    Hepsi de, bunu, inkâr ettiler.[18]

    Nuh Aleyhisselâmın, Tevhid akidesini yaymasına engel
    oldula[19]
    Hattâ, bayılıncaya kadar, kendisinin boğazını sıktılar.’[20]
    Öldü sandılar. [21]

    Nuh Aleyhisselâm, ayıldığı zaman: “Ey Allah’ım!
    Beni ve kavmimi, yarlığa! Çünkü, onlar, (ne yaptıklarını) bilmiyorlar!”
    dedi. [22] Gusl
    edip tekrar yanlarına vardı. Onları, Allah’a iman ve ibadete davet etti. [23]

    Nuh Aleyhisselâm, kendisine zulm etmekten geri
    durmayan kavminin arasında dokuz yüz elli yıl kaldı..[24]
    Kendisi, çok sabırlı ve halîm idi. [25]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Allâha İltica Ve Kavminin Helaki İçin Dua Edişi:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâm; Tebliğ ve Davet vazifesini, gece,
    gündüz, gizli, açık yap­mağa devam etti. Fakat, kendisinin, bütün bu çabaları,
    onların, imandan kaçmalarından, küfürlemi artırmalarından başka bir işe
    yaramadı, boşa gitti.[26]
    Bunun üzerine, Nuh Aleyhisselâm: “Ey Rabb’ım! Onlar, bana isyan ettiler.

    Malları ve evladları, kendilerinin hüsranlarından
    başkasını artırmayan kimselere

    jf’dular.

    Onlar da, büyük büyük hileler yaptılar.

    (Halk tabakasına): Sakın! Taptıklarınızı,
    bırakmayınız.

    Hele, Vedd’den, Süva’dan, Yağus’dan, Yauk’danve
    Nesr’den vazgeçmeyiniz! jediler.

    Gerçekten, onlar, bir çok kimseleri, baştan
    çıkardılar.

    Sen, ey Rabb’ım! O zâlimlerin, şaşkınlıktan
    başkasını artırma[27]

    Ben, artık, mağlûbum! Benim intikamımı alf[28]

    Benimle onlar arasındaki hükmü Sen ver de, beni ve
    beraberimdeki Mü’minleri kurtar. [29]

    Ey Rabb’ım! Yer yüzünde, kâfirlerden yurt tutan hiç
    bir kimse bırakma!

    Çünkü, Sen, onları, bırakırsan, onlar, kullarını
    yoldan çıkarırlar, nankör ve fâcir-jen başka da, doğurmazlar!

    Ey Rabb’ım! Beni, Anamı, Babamı, iman etmiş olarak
    evime girenleri, erkek Mü’-“vnleri, kadın Mü’minleri yarlığa!

    Zâlimlerin helakinden başka bir şeyini de,
    artırma!” diyerek düa etti. [30]

     

    Tufan
    Gemisinin Hazırlanışı:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah, Nuh Aleyhisselâm’a, ağaç dikmesini emr
    etti. O da, dikti.

    Nuh Aleyhisselâmın diktiği, Sac ağacı, kırk yılda
    büyüyüp yetişti ve boyu, üç yüz zira’ı buldu. [31]

    Sac ağacı: Hind ülkesinde yetişen kara ve büyük bir
    ağaç olup[32]
    bunun, Aba-nus ağacı olduğu da, söylenir. [33]

    Yüce Allah tarafından Nuh Aleyhisselâma şöyle Vahy
    olundu: “Kavminden, iman etmiş olanlardan başkası asla imana
    gelmeyecektir. O halde, onların işlemekte oldukları şeylerden dolayı tasalanma!

    Bizim nezaretimiz altında ve Vahyimiz (talimatımız)
    veçhile Gemi yap! Zulm edenler hakkında bana bir şey söyleme! Çünkü, onlar,
    suda boğulmağa mahkûmdurlar!”[34]

    Yüce Allah, dikilmiş ve yetişmiş olan ağaçları kesip
    gemi yapımında kullanma­sını Nuh Aleyhisselâma emretti. [35]

    Nuh Aleyhisselâm, Marangozdu. [36]

    Ağaçları, kesti. [37]

    Kuruttu. [38]

    Nuh Aleyhisselâm, Geminin nasıl yapılacağını
    bilmiyordu. [39]

    “Yâ Rabb! Yapılacak Gemiyi nasıl yapayım?”
    diye sordu.

    “Onu, üç suret üzerine, devrik yap:

    Başını, horuz başı gibi,

    Karnını, kuş karnı gibi,

    Kuyruğunu, horoz kuyruğu gibi meyilli yap ve üç kat
    olarak yap!” bu-yuruldu. [40]

    Nuh Aleyhisselâm, gemiyi yapmaya başladı. [41]

    Kestiği[42]
    Sac[43]
    ağacından tahtalar biçti. [44]

    Üç yıl, bununla meşgul oldu. [45]

    Demirden çiviler yaptı.

    Gemi için gereken[46]
    zift vesair[47] her
    şeyi hazırladı. [48]

    Yapılacak şeylerin hepsini, kendisi yaptı, çattı. [49]

    Eline aldığı keseri, yapacağı şeyde hiç yanılmıyordu[50]

    Nuh Aleyhisselâm; Gemiyi yapıp çatarken, kavminden,
    her hangi bir topluluk, yanından geçtikçe, alay etmek için:

    “Ey Nuh! Peygamberlikten sonra, Marangozluk
    yapıyorsun ha?! [51] Ne
    yapıyorsun sen?” diyorlar; Nuh Aleyhisselâm da: “Gemi
    yapıyorum!” deyince: ‘Demek, karada gemi yapıyorsun ha?! Gemiyi, karada
    nasıl yüzdüreceksin?![52]
    Birbirlerine de:

    “Bakmıyormusunuz şu deliye? Su üzerinde seyr
    etmek için ev yapıyor! [53]
    “Hani ya, su, nerede?!” [54]
    diyerek gülüşüyor, alay ediyorlardı. [55]
    Nuh Aleyhisselâm da:

    “Siz, nasıl bizimle eğleniyorsanız, biz de,
    sizin bu eğlenip durduğunuz gibi, si­zinle eğleneceğiz!

    (Âhirette de) daimî azabın kimin başına ineceğini,
    ileride görecek, bileceksiniz-dir!” diye cevap veriyordu. [56]

    Geminin yapılışı, iki yıl sürdü. [57]

    Daha fazla sürdüğü de, rivayet edilir. [58]

     

    Geminin
    Planı:
        Başa Dön

     

    Geminin uzunluğu: Nuh Aleyhisselâmın Babasının
    Dedesinin Zira’i ile üç yüz Zira’,

    Geminin eni; elli Zira’,

    Geminin yüksekliği: otuz Zira’ idi. [59]

    Geminin, uzunluğunun: altıyüz altmış,

    Eninin: üçyüz otuz,

    Yüksekliğinin: otuzüç Zira’ olduğu rivayet edildiği
    gibi’[60]

    Eninin: altıyüz, Zira’ olduğu da, rivayet edilir. [61]

    (Zira1: Dirseğin ucundan, orta parmağın ucuna kadar[62],
    veya Dirsekten, omu­za kadar olan uzunluğa denir. [63]

    Gemi: alt kat, orta kat, üst kat olmak üzere[64],
    üç kattı. [65]
    Geminin her katı, on Zira’ yükseklikte idi. [66]
    Bunlara, küçük birer ışık deliği (pencere) de, konulmuştu. [67]
    Geminin, birbirinden aşağı olmak üzere’[68],
    üç kapısı vardı. [69]

    Geminin üst katında, içilecek su için depolar ve
    yiyecekler için de, iki yanına tahtadan dolaplar yapılmıştı. [70]

    Geminin altı Zira’ı, su içinde idi. [71]

    Altı Zira’ yerine, dört Zira’ rivayeti de, vardır. [72]

    Yapılan geminin gövdesi: kuş göksü gibi[73],
    suyu, yaracak biçimde’[74]
    meyil­li, devrikti. [75]

    Geminin baş tarafı: horoz başı gibi, karnı: kuş
    karnı gibi, kuyruk tarafı da, ho­ruz kuyruğu gibi meyilli idi. [76]

    Geminin kanadları da, vardı. [77]

    Geminin tahta levhaları, demir çivilerle çivilenip[78]
    berkitilmişti. [79]

    Çivilenen tahta levhaların arasından, içeriye su
    sızmaması için, Gemi, içinden ve dışından ziftlenmişti. [80]

     

    Gemiye Ne
    Zaman Binildiği? Kimlerin Bindiği Ve Binenlerin Sayısı:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah; Nuh Aleyhisselâma:

    ‘Nihayet, emrimiz gelip de, Fırın (tandır) kaynadığı
    zaman, her birinden (her bir levi’den erkek, dişi) ikişer çift ile
    -Aleyhlerinde söz geçmiş (helakleri kesinleşmiş) banlar, müstesna olmak üzre-
    aileni ve iman edenleri (Geminin) içine yükle!” Duyurdu.

    Zâten, onun maiyyetindeki az sayıdaki kimselerden
    başkası da, iman etmemişti.

    Bunun üzerine, Nuh (Aleyhisselâm), Gemiye binecek
    olanlara:

    “Bininiz içerisine!

    Onun, akması da, durması da, Allanın ismiyledir,

    Hiç şüphesiz, Rabb’ım, çok yarlıgayıcı, çok
    esirgeyicidir.” dedi. [81]

    Nuh Aleyhisselâm; Gemi’ye, oğulları: Sam, Ham, Yâfes
    ve bunların zevcele­ri [82]
    ile kendisine iman etmiş bulunan altı kişiyi bindirdi.

    Oğlu Yam (Ken’an) ise, geri kaldı. [83]

    Çünki, o, kâfirdi. [84]

    Nuh Aleyhisselâmın karısı[85]
    Vâile de[86]
    kâfirdi.

    Halka, Nuh Aleyhisselâmın mecnun olduğunu söylerdi.[87]

    Kavmi gibi küfür üzerinde direnerek onlarla birlikte
    suda boğulup gitmiştir. [88]

    Gemiye binenlerin Nuh Aleyhisselâmla üç oğlu ve
    onların kadmlarile birlikte sekiz kişi oldukları rivayet edildiği gibi[89],
    onbeş erkekle beş kadın[90]
    veya on erkekle on kadın oldukları da, rivayet edilir. [91]

    Hattâ, seksen kişiyi buldukları rivayeti de, vardır. [92]

     

    Âdem
    Aleyhisselâmın Tâbutunun Getirilip Gemiye Konulusu:
        Başa Dön

     

    Âdem Aleyhisselâmın, Cebrail Aleyhisselâm tarafından
    getirilen[93]
    Tâbutu da, Gemiye alındı. [94] ve
    erkeklerle kadınlar arasına konuldu. [95]

    Gemiye binildiği zaman, Receb ayından on gece geçmiş
    bulunuyordu. [96]

     

    Kral’ın
    Gemiyi Ve Gemidekileri Yakmak İçin Gelişi:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâmın, Gemiye bindiği ve azığını Gemiye
    yüklediği haberini alınca, Kral Dermesil;

    “Onları, akıtıp taşıyacak su nerede?! diyerek
    Gemiyi yakmak üzere adamla­rından bir takım süvarilerle birlikte Geminin
    bulunduğu yere kadar gitti.

    Nuh Aleyhisselâmın oğlu Yam da, Kralla birlikte
    gelenler arasında idi. Kral, Nuh Aleyhlsselâma seslenip’.

    “Gemlcvi, artacak su nerede?’.” ded\.

    Nuh Aleyhisselâm:

    “O su, senin durduğun yerde, sana
    gelecektir!” dedi.

    Kral:

    “Bu, çok şaşılacak, hiç olmayacak şeydir!

    Demek, sen, kuru toprakta şu Gemiyi yüzdürecek
    sular, seller olacağını söylü­yorsun ha?!

    Sen de, seninle birlikte bulunanlar da, onun içinden
    hemen ininiz!

    Yoksa, hepinizi, yakarım!” dedi.

    Nuh Aleyhisselâm:

    “Allâha karşı, gururunu çoğaltma da, imana
    gelmekte acele et!

    Yüce Allâha, eş, ortak koşmayı bırakıp Müslüman ol,
    doğru yolu bul!

    Aksi takdirde, azabı, önünde hâzır bulacaksın!”
    dedi.[97]

     

    Tufan
    Haberi, İnkâr Ve Telaşlanış:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâm, Kralla konuştuğu sırada, bir adam
    gelip bir kadın’ın ekmek pişirdiği Tandırından su fışkırmağa başladığını, Krala
    haber verdi.

    Kral;

    “Tandırdan, su fışkırmış olamaz!” dedi.

    Nuh Aleyhisselâm; ona:

    “Yazıklar olsun sana! O, İlâhî gazabın geliş
    belirtisidir!

    Rabb’ım, bana, bunu böyle vahy etti.

    Bu, bütün yer yüzünün delinip deşileceğine, atını,
    dikildiği yerden ayıracağına ve atının ayağının altından su fışkıracağına
    işarettir!” dedi.

    Kral, atını, durduğu yerden ayırınca, ayağının
    altından su fışkırdığını gördü, ve hemen atını, başka bir yere sürdü.

    Orada da, aynı hal, vuku buldu.

    Kralın, tahkik için gönderdiği adam dönüp suyun
    çoğaldığını ve kaynadığını, ıaber verince, Kral, ailesini ve oğlunu alıp
    kendisi için dağ başına yaptırmış ol­duğu Maakil’e[98]
    götürmek üzere, acele, evine döndü.

    Herkes, Tufan olacağını, anlıyor, fakat, vaktini
    bilmiyordu. Bunun için, Kral da, Maakil’e, yiyecek doldurmuştu.

    Kral ve ev halkı, dağa çıkmak istedikleri zaman,
    dağın başından, kayaların baş­arının üzerine atıldığını, yuvarlandığını
    gördüler.

    Nereye yönelip gideceklerini bilmiyorlardı.

    Yerden fışkıran sular, çok sıcak ve pis kokulu idi. [99]

     

    Tufanın
    Yaygınlanışı:
        Başa Dön

     

    Göklerden boşanan yağmurların,yerlerden fışkıran
    suların selleri’[100],
    bütün yer yüzünü tuttu ve dağları, kapladı.’[101]

    Hattâ, dağların tepesinden on beş Zira’ yükseldi. [102]

    Güneşin ve ay’ın ışığı, karardı.

    Dünya, karanlık içinde kaldı.

    Gece, gündüz bir oldu. [103]

    Yağış, kırk gün sürdü. [104]

    Seller; yer yüzünde taşmadık, aşmadık yer bırakmadı. [105]

     

    Beş Putun
    Dalgalarla Cidde’ye Sürüklenişi Ve Orada Toprağa Gömülüp Kalışı:
        Başa Dön

     

    Tufan suları; vedd, Süva’, Yağus, Yauk ve Nesr
    putlarını, Nevz dağından sü­rükleyip yere indirdi.

    Suların şiddetli akışları, onları, ülkeden ülkeye
    sürükledi.

    Nihayet, Cidde toprağına attı.

    Esen rüzgârlar, putların üzerlerine toprak yığdı. [106]

     

    Gemidekiler
    Dışındaki Halkın Tufanda Boğuluşu:
        Başa Dön

     

    Tufan suyunda boğulacak olanlar, boğuldu. [107]

    Nuh Aleyhisselâm ile Gemidekilerden başka, yer
    yüzünde bulunanların hepsi Tufan suyunda boğulup helak oldu. [108]

     

    Dağın
    Tepesinde Bile Boğulmaktan Kurtulamayan Anne Ve Çocuk:
        Başa Dön

     

    Hz.Âişe’nin, Peygamberimiz Aleyhisselâmdan
    rivayetine göre:

    Seller; yollarda ve sokaklarda çoğalınca; son derece
    sevdiği yavrusunun hayatı hak­kında korkuya düşen bir anne, hemen dağa doğru
    gidip dağın üçte birisine kadar çıktı.

    Su, oraya erişince, kadın, dağın ikinci üçte
    birisine çıktı. Su, oraya da, ulaştı. Kadın, dağın üzerine çıktı.

    Su, yükselip kadının boynuna ulaşınca, kadın,
    çocuğunu, elile başının üzerine kal­dırdı ise de, su, nihayet, onları, alıp
    götürdü!

    Eğer, Yüce Allah, Nuh kavminden, her hangi birisini,
    esirgeyecek olaydı, bu çocu­ğun annesini, esirgerdi!” buyrulmuştur. [109]

     

    Geminin
    Her Yeri Dolaşıp Cûdi Dağı Üzerine Oturuşu :
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâmın Gemisi, bütün dünyayı dolaştı. [110]

    Önce; sağ tarafa doğru gitmeye başlayıp Habeş
    ülkesine ulaştı.

    Sonra da, Cidde tarafına yöneldi.

    Sonra, Rum ülkesine doğru yol almağa başladı.

    Rum ülkesini geçince, geri dönüp Mukaddes Arz’a
    yöneldi[111]
    Mekke Hare­mine kadar gitti.

    Harem-i şerifin çevresinde yedi kerre dolaştı. [112]
    Sonra da’[113],
    Yemen’e doğru gitti. Oradan dönüp’[114]
    Cûdi dağına ulaştı.

    Yüce Allah, sema’ya: Suyunu, tut!”, yere de
    “Suyunu, yut!” emrini verip te, yağışlar, durduğu ve dağların
    üzerlerinden aşan suların seviyeleri düşmeğe başadığı zaman, Gemi, Cûdî dağının
    üzerine oturdu.[115]

     

    Geminin
    Su Üzerinde Ne Kadar Dolaştığı Ve Gemiden Ne Zaman İnildiği?
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâmın Gemisi, hiç durmadan altı ay su
    üzerinde[116]
    dağlar gibi dalgalar arasında akarar[117]
    dünyanın her tarafını dolaştı. [118]

    Yüz elli gün dolaştığı rivayeti de, vardır. [119]

    Nuh Aleyhisselâm, Cûdî dağında bir ay kalıp[120]
    sular, çekildiği ve yerler, ku–jduğu zaman, yanındakilerle birlikte, Muharrem
    ayının onuncu günü, dağdan indi.

    O gün, Gemi halkı, Şükür Orucu tuttular. [121]

    Nuh Aleyhisselâm, Gemiden inerken, Gemisini
    kilitleyip Anahtarını oğlu Sâm’a verdi.[122]

     

    Semânin
    Şehrinin Kuruluşu:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâm; Karda’da Semânîn diye anılan
    yerde, yanındakilerden her = risi için birer ev yaptı. [123]

    Semânîn: Musul’un üst tarafında, İbn.Ömercezîresinin
    yakınındaki Cûdî dağl­ayanında bir beldeciktir. [124]

    Ibn.Habîb (vefatı: 245 Hicrî), İbn.Kuteybe (vefatı:
    276 Hicrî), Taberî (vefatı: 310 -i crî), İbn.Esîr (vefatı: 630 Hicrî); bu
    şehirciğin, kendi zamanlarına kadar (Sûk-ı Semânîn) adıyla[125]

    Mes’ûdî (vefatı: 346 Hicrî) de, dağ eteğinde
    kurulmuş olan bu şehirciğin, ken-z- zamanına kadar sâdece (Semânîn) adıyla
    anıla geldiğini bildirir. [126]

    Yakut (vefatı: 626 Hicrfta göre: Nuh Aleyhisselâmın
    yapmış olduğu Mescid, el’an rrada bulunmaktadır. [127]

    Nuh Aleyhisselâm; Semânîn’de yerleştikten sonra,
    ekin ekti, üzüm çubuğu,

    sikti.

    Bulunduğu yeri, düzledi, onardı. [128]

    Bir müddet sonra, Semânîn halkı, Vebâ’ya tutuldu.
    Nuh Aleyhisselâm ile oğullarından başka, hepsi öldü. [129]

     

    Cûdî Dağı
    Nerededir?:
        Başa Dön

     

    Cûdî Dağı: Musul toprağında[130]

    Musul’un Hısneyn[131]
    veya Hadıyd mevkiindedir. [132]

    Cezâre’de[133]
    130 , Musul yakınındaki Cezîre’dedir. [134]

    Musul beldelerinden İbn.Ömer ceziresinde[135],
    Basuri’dedir. [136]

    İbn.Ömer cezîresi, Musul’un üzerinde, üç günlük bir
    yerdir. [137]

    Basurin de, Dicle’nin doğusunda, Musul mülhakatından
    bir nahiyedir.’[138]

    Cûdî Dağı: Cezîre’de[139],
    Karda nâhiyesindedir. [140]

    Cûdî Dağı: Karda ve Zebdi kariyelerinin dağıdır. [141]

    Karda: Cezîre’de, Cûdî Dağı yakınında bir kariye
    olup İbn.Ömer Cezîresi yakı­nındaki Semânîn kariyesine de, yakındır. [142]

    Cûdî Dağı ile Dicle arası, sekiz Fersah’dır. [143]

    Fersah: on üç hâşimî Mili veya on iki veya on bin
    Zira’dır.[144] Mil
    de: dört bin Zira’dır. [145]

     

    Yüce
    Allah’ın Şereflendirdiği Üç Dağ:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah; Dağlardan, üç dağı:

    Cûdî Dağını, Nuh Aleyhisselâm ile,

    Tûr-i Seynâ Dağını Mûsâ Aleyhisselâm ile,

    Hıra (Nûr) Dağını, Muhammed Aleyhisselâm ile
    şereflendirdi. [146]

     

    Nuh Aleyhisselâmın
    Tufan Gemisi Ve Sonucu:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah; Nuh Aleyhisselâmın kavmini, zulme devam
    edip durdukları sırada, Tûfan sularında boğdu. Nuh Aleyhisselâm ile gemi
    arkadaşlarını, selâmete erdir. [147]

    Gemisini de, Cezîre toprağında[148],
    Cezîre toprağından Karda’da[149],
    Karda <ariyesinin dağı olan Cûdî Dağının[150]
    tepesinde -insanlara bir ibret olmak üzere-

    3raktı. [151]

    Gemi, uzun zaman, orada kaldı. [152]

    Hattâ, Nuh Aleyhisselâmın ümmetinin öncekilerinden
    nice kimseler, varıp onu, seyr ve temâşâ ettikten sonra[153],
    Gemi, çürüyüp kül oldu. [154]

    Tefsir kitaplarımızdaki görüşler, böyle!

    Acaba, Kamer sûresinin 15. âyetindeki mutlak beyana
    bakılarak Gemi’nin, Cûdî Dağı üzerinde, şu veya bu şekilde mesela taşlaşmış
    olarak ibretli bir Mucize hâ­inde el’an mevcudiyeti düşünülemez mi?

    Ecnebî İlim ve Fen adamlarından bazılarının,
    Gemi’den bir kalıntı bulabilme ümidiyle ve Ahd-i Atîk’ın, Tekvin kitabının 8.
    babının 4. fıkrasındaki Ararat tâbirin­den mülhem olarak zaman zaman gelip Ağrı
    dağına tırmandıklarını ve her sefe-nnde de, elleri boş döndüklerini
    işitiyoruz…

    Tırmanıp Ağrı’nın başına, Yorma gel kendini boşuna.
    Maksadın keşf ise Gemiyi Düş Cûdî dağında peşine.[155]

     

    Kur’ân-ı
    Kerimin Tûfan Hakkındaki Açıklaması:
        Başa Dön

     

    Tûfan ve Sonucu, Kur’ân-ı kerimde şöyle açıklanır:

    “Bunun üzerine, biz de, şarıl şarıl dökülen bir
    suya, gök kapılarını açtık.

    Yeri de, kaynaklar halinde (tamamıyla) fışkırttık
    da, (her iki su) takdir edilmiş bir emr üzerinde birleşiverdi. [156]

    “(Gemi), nankörlük edilmiş bulunan (o zâta) bir
    mükâfat olmak üzere, bizim göz­lerimiz önünde akıp gidiyordu.[157]

    Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı:

    Oğulcağızım! (gel) bizim yanımıza sen de, bin!
    Kâfirlerden olma!

    Qğ(u (se:

    Bir dağa sığınırım!

    O, beni, sudan, korur! dedi.

    Nuh:

    Bu gün, Allah’ın emrinden, esirgeyen, Kendisinden
    başka hiç bir kurtarıcı yok­tur! dedi.

    İkisinin arasına, dalga girdi.

    O da, derhal, boğulanlardan oldu. [158]

    Nuh, Rabb’ına dua ve nida edip:

    Ey Rabb’ım! Benim oğlum da, şüphesiz, benim
    âilemdendir.

    Senin (ailemi kurtaracağın hakkındaki) va’d’in,
    elbette hak’dır ve Sen, Hâkimle­rin Hâkimisin! dedi.

    (Allah):

    Ey Nuh!, O, kat’iyyen senin ailenden değildir!

    Çünki, o(nun işlediği) sâlih olmayan (kötü) bir
    iştir (kâfirlik ve imansızlıktır)

    O halde, bilmediğin bir şeyi benden isteme!

    Seni, bilmezlerden olmaktan, bihakkın men ederim! buyurdu.

    Nuh:

    Ey Rabb’ım! Ben, bilmediğim şeyi, Senden istemekten,
    Sana, sığınırım!

    Eğer, Sen, beni bağışlamazsan, esirgemezsen, hüsrana
    düşmüşlerden olurum! dedi. [159]

    Ey arz! Suyunu, yut!

    Ey gök! Sen de, tut! denildi.

    Su, kesildi. İş, olup bitirildi.

    (Gemi de) Cûdî (dağının) üzerinde durdu.[160]

    O zâlimler güruhuna:

    Uzak olsunlar! Denildi. [161]

    Ey Nuh! Sana ve (Gemide) beraberinde bulunanlardan
    (gelecek Mü’min) üm­metlere bizden selâm (ve selâmet) ve bereketlerle in
    (Gemiden)!

     (Onlardan
    türeyecek diğer kâfir) ümmetler de, vardır ki, biz, onları da (dünyada do!
    azıklarla) yararlandıracağız.

    Sonra ise (Âhirette) kendilerine bizden pek acıklı
    bir azab çarpacaktır! denildi. [162]

    And olsun ki: biz, Nuh’u, kavmine (Peygamber olarak)
    göndermişiz de, o, aralarında-elli yıl müstesna olmak üzre-bin yıl kalmıştır.

    Nihayet, onlar, zulümde devam edip dururlarken,
    kendilerini, Tufan, yakalayı-• ermiştir.

    Fakat, biz, onu da, gemi arkadaşlarını da, selâmete
    erdirmiş ve bunu, âlemlere oır ibret yapmışızdır! [163]

    And olsun ki: biz, bunu (Gemiyi) bir âyet olarak
    bırakmışızdır.

    O halde, düşünüp ibret alan var mı ki, benim azabım
    ve tehdidlerim nice

    -niş[164]

    Bunlar, gayb haberlerindendir ki, sana, Vahy ediyoruz.
    Bundan önce, ne sen biliyordun, ne de, kavmin biliyordu. O halde, sen de, (Nuh
    gibi her cefaya) katlan. Akıbet, hiç şüphesiz, takvaya erenlerindir. “[165]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Oğullarına Tavsiyeleri Ve Vefatı:
        Başa Dön

     

    Rivayete göre: Nuh Aleyhisselâm; Tufandan sonra, üç
    yüz elli yıl daha yaşa­mıştır. [166]

    Nuh Aleyhisselâm, vefatı yaklaştığı sırada, yerine,
    büyük oğlu Sâmı[167]
    vekil Dirakt.. [168]

    Yanına toplanan oğulları: Sâm, Ham ve Yâfes ile
    bunların oğullarına, bir takım tavsiyelerde bulundu.

    Yüce Allah’a ibadete devam etmelerini, onlara
    emretti.’[169]
    Ayrıca, oğlu Sâm’a:

    “Ey oğulcağızım! dedi, kalbinde, zerre
    ağırlığınca şirk olduğu halde, kabre girme!

    Çünki, Allah’ın huzuruna müşrik olarak gelen kimse
    için, bir delil yoktur. Ey oğulcağızım! Kalbinde, zerre ağırlığınca, kibir
    bulunduğu halde, kabre girme! Çünki, Kibriya, Yüce Allah’ın Ridâ’sıdır.

    Ridâ’sı hakkında çekişen kimseye, Allah, gazab eder.

    Ey oğulcağızım! Kalbinde, zerre ağırlığınca,
    Rahmetten ümid kesmiş olarak kabre girme!

    Çünki, dalâlete düşmüş kimseden başkası, Allah’ın
    rahmetinden ümid kesmez. [170]

    Ben, sana vasiyetimi söylüyorum: Sana, iki şeyi emr,
    ve seni, iki şeyden de, nehy ediyorum. Sana (Lâ ilahe illallah) Kelime-i
    Tevhid’ini, emrediyorum. Çünki, yedi kat göklerle yedi kat yerler, bir terazi
    kefesine ve Lâ ilahe illallah Kelimesi de, diğer bir kefeye konulsa, bu,
    onlardan ağır gelir.

    Eğer, yedi kat göklerle yedi kat yerler, uçsuz
    bucaksız bir çenber olsalar, Lâ ilahe illallah ve Sübhânallâhi ve bihamdihî
    Kelimeleri, onları kırar.

    Çünki, bunlar, her şeyin düasıdır ve halk, bunlarla
    rızıklanır. Seni, şirkten ve kibirden nehy ediyorum. [171]

    Gücün yeterse, kalbinde, şirkten ve kibirden hiç bir
    şey bulundurmamağa çahş!” [172]

    Rivayete göre: Nuh Aleyhisselâma, vefatı yaklaştığı
    sıralarda[173]

    “Ey Ebülbeşer ve ey uzun ömürlü! [174]
    Dünyayı, nasıl buldun?” diye so­rulmuştu.

    Nuh Aleyhisselâm:

    “Onu, iki kapılı bir ev gibi buldum.

    Bir kapısından girdim, diğer kapısından
    çıktım!” demiştir’[175]

    Nuh Aleyhisselâm, kamıştan bir kulübe edinmişti.

    “Keşke, bundan daha sağlam bir ev
    yapsaydın?” denilince:

    “Ölecek bir kimse için, bu bile çok!”
    demiştir.’[176]

    Rivayete göre: Peygamberlerden, ümmeti helak olan
    Peygamber, Mekke’ye gelir, orada, Allah’a, ibadete koyulur, kendisi ve yanında
    bulunanlar, vefatlarına kadar, orada kalırlardı.

    Nitekim, Nuh, Hûd, Salih ve Şuayb Aleyhisselâmlar
    da, Mekke’de vefat etmiş­lerdir.

    Bunların, kabirleri, Zemzem ile Hacerülesved Rüknü
    arasındadır.[177]

    Zemzem ile Rükün arasında yetmiş Peygamber[178]
    diğer rivayete göre: Hac­ca gelip vefat eden Peygamberlerden, orada doksan
    dokuz peygamber gö­mülüdür.” [179]

    Ona ve gönderilen bütün Peygamberlere Selâm Olsun!

    Nuh Aleyhisselâm, bir şey yediği zaman: Elhamdü
    lillâh! derdi.

    Bir şey içtiği zaman: Elhamdü lillâh! derdi.

    Bir şey giydiği zaman: Elhümdü lillâh! derdi.

    Bir şeye bindiği zaman: Elhamdü lillâh! derdi.

    Bunun için, Yüce Allah, ona (Şükr edici bir kul)
    ismini vermiştir. [180]

     

    Peygamberlerin
    Uluları:
        Başa Dön

     

    Sahih bir Hadîs-i şerîf’e göre: Peygamberlerin,
    Seyyid ve Ulu kişileri, beştir:

    1) Nuh,

    2) İbrahim,

    3) Mûsâ,

    4) İsâ,

    5) Muhammed
    Aleyhisselâmlardır.

    Muhammed Aleyhisselâm ise, bu beşin, Seyyid ve Ulu
    Kişisidir”[181]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Ebülbeşerliği Ve Bütün İnsanların Onun Oğullarından Üreyişi:
        Başa Dön

     

    Kur’ân-ı kerimde:

    “Onun (Nuh Aleyhisselâmın) zürriyetini,
    yeryüzünde devamlı kalanların, ta ken­disi kıldık. [182]
    mealindeki âyet hakkında, Peygamberimiz Aleyhisselâm:

    “Nuh’un üç oğlu vardı:

    1) Sâm,

    2) Hâm,

    3) Yâfes. [183]

    Sâm, Arabların babasıdır. Yâfes, Rumların babasıdır.
    Ham, Habeşlerin babasıdır.” buyurmuştur. [184]

    Buna göre: yer yüzündeki insanların tümü, Nuh Aleyhisselâmın
    zürriyeti-dirler. [185]

    Nuh Aleyhisselâm, Âdem Aleyhisselâm’dan sonra,
    Ebülbeşer = İnsanların Ata-srdır. [186]

    İnsanlar, Âdem ve Nuh Aleyhisselâmlardan meydana
    gelmişlerdir. [187]
    Başka bir deyişle:

    İnsanların Birinci Atası: Âdem Aleyhisselâm, İkinci
    Atası da, Nuh Aleyhisse-lâm’dır. [188]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmın Yeryüzünü Üç Oğlu Arasında Bölüştürüşü:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâm, yeryüzünü, üç oğlu arasında
    bölüştürmüş; Oğlu Sâm’a, yeryüzünün orta, üstün kısmını tahsis etmişti[189]
    ki, Beytülmak-dis’i[190],
    Nil, Fırat, Dicle, Seyhan, Ceyhan ve Feysun[191]
    ırmakların[192] bu
    beş ır­mağın suladığı’[193]
    yerleri içine alır, [194]
    Feysun ile Nil’in doğusuna ve arka tara­fından güney rüzgârlarının estiği
    buruna kadar olan yerlere kadar uzanır[195]

    Nuh Aleyhisselâm; oğlu Ham’a, Nil’in batısına ve
    arka tarafına düşen yerleri tahsis etmişti ki, buraları, poyraz rüzgârlarının
    estiği buruna kadar uzanan yerlerdi. [196]

    Nuh Aleyhisselâm; oğlu Yâfes’e de, Feysun ile onun
    arka tarafına düşen ve lodos rüzgârlarının estiği buruna kadar uzanan yerleri
    tahsis etmişti.

    Yâfes, Mağrıb ile Meşrık arasında konaklamıştı. [197]

    Yâfes’in oğullarından Sakalib ve Isban’ın yurdları,
    Rumlardan önce, Erzu­rum’du. [198]

    Türklerden, Hazerlerden ve daha başkalarından gelen
    ve Arab olmayan bü­tün krallar, Yâfes’in çocuklarındandırlar. [199]

    Yâfes’in çocuklarından olan Türklerden kimi şehir ve
    kale halkı idi, kimisi de, dağlarda, kırlarda göçebe olarak keçe çadırlar
    altında yaşarlar, avcılıktan başka iş yapmazlardı.

    Türklerin en büyük kralları, Hakan olup kendisinin,
    altundan tahtı, altundan ta­cı, altundan kemeri vardı.

    Kendisi, ipek elbise giyerdi. [200]

    Ham, deniz sahiline gidip yerleşti.

    Ham’ın, Küş, Ken’an, Kut, adındaki oğullarından Kut,
    Hind ve Sind toprakları­na gidip yerleşti.

    Oraların halkı, Kut’un çocuklarından üremiştir.

    Sudan, Nûbe, Zene, Karan, Zegave, Habeşe, Kıbt ve
    Berber cinsleri de, Ham’ın, Küş ve Ken’an adındaki oğullarından türemişlerdir. [201]

    Nuh Aleyhisselâmın oğlu Sâm; Arz-ı Haram’a ve
    çevresine yerleşmiş, Yemen’e, oradan Hadramevt’e, oradan Amman’a, oradan Âlic
    ve Yebrin’e, Vebar, Devv ve Dehnâ’ya kadar uzanmıştı. [202]

     

    Nuh
    Aleyhisselâmla İbrahim Aleyhisselâm Arasındaki Soy Direği Atalar:
        Başa Dön

     

    Nuh Aleyhisselâmın oğlu Sâm; akılda, bilgide,
    kavrayış ve anlayışta, kalb te­mizliğinde, öteki kardeşlerinden üstün olduğu
    için, Nuh Aleyhisselâm, onu, yeri­ne Vekil bıraktı ve kendisine, Peygamberlik
    sırlarını, hikmetin inceliklerini öğretti.

    Öteki oğullarına da, Sâm’ın emrine boyun eğmelerini
    vasiyet etti.

    Peygamberlerden, Velilerden, Sıddîklardan,
    Salihlerden, Sultanlardan Âmir­lerden, bir çoklarının, onun soyundan

    gelmesini, Yüce Allâh’dan diledi. [203]

    Nuh Aleyhisselâmdan sonra, Oğlu Sâm da, Yüce Allah’a
    ibadet ve taâtla, üze­rine düşen vazifelerle meşgul oldu. (Yâkubî-Tarih
    c.ı,s.i7)

    Sâm’ın vefatı yaklaştığı sırada, oğlu Erfahşed’i,
    yerine bıraktı. [204]

    Sâm, altı yüz yaşında vefat etti.

    Şam’dan sonra oğlu Erfahşed, Yüce Allah’a ibâdet ve
    tâatla meşgul oldu.

    Erfahşed, vefat edeceği sırada, oğlunu ve ailesini
    yanında toplayıp Yüce Al­lah’a ibâdete devam etmelerini ve mâsiyetlerden
    sakınmalarını onlara tavsiye etti.

    Oğlu Şâlıh’a da, ayrıca:

    “Vasiyetimi, kabul et.

    Benden sonra, aile içinde, Yüce Allâha ibâdat ve
    tâat edici ol!” dedi.

    Erfahşed, vefat ettiği zaman, dört yüz altmış beş
    yaşında idi. [205]

    Erfahşed’den sonra, yerine geçen oğlu Şâlıh[206]
    Yüce Allâha ibadet ve tâat-la meşgul olup kavmim, mâsiyetlerden nehy etti.

    Mâsiyet işleyenlerin uğradıkları azaba uğramaktan,
    onları, sakındırdı. [207]
    Şâlıh vefat edeceği sırada, oğlu Âbir’i, yerine bıraktı. [208]

    Lanete uğrayan Kabil oğullarının işlerinden uzak
    durmasını, ona, emr ve ten-bih etti.

    Şâlıh vefat ettiği zaman, dörtyüz otuz yaşında idi. [209]

    Şâlıh’dan sonra, oğlu Âbir, kavmini, Yüce Allah’a
    ibâdet ve tâata davetle meş­gul oldu.

    Atalarının Dinini değiştiren ve mâsiyetler isleyen
    Ken’an b.Ham oğullarıyla dü­şüp kalkmaktan Sâm oğullarını sakındırdı. [210]

    Âbir, vefat edeceği sırada, oğlu Fâlığ’ı, yerine
    bıraktı. [211]
    Ona:

    “Ey oğulcuğum! Mel’un Kabil oğulları, Yüce
    Allah’a isyan olan işleri işlemeyi çoğalttıkları zaman, Şis oğulları, onların
    yanına uğradılar.

    Yüce Allah da, onların üzerine, kötü bir azab
    gönderdi.

    Sakın ne sen, ne de, ev halkın, Kenan oğulları
    topluluğunun içine girmeyiniz!” dedi.

    Âbir, vefat ettiği zaman, üç yüz kırk yaşında idi. [212]

    âbir’den sonra, yerine oğlu Fâlığ geçti. [213]

    Fâlığ, kavmini, Yüce Allah’a tâata davet etti.

    Fâlığ, vefat edeceği sırada, oğlu Ergu’yu, yerine
    bıraktı.

    Fâlığ vefat ettiği zaman, iki yüz otuz dokuz yaşında
    idi. [214]

    Fâlığ’dan sonra, yerine, oğlu Ergu geçti.

    Ergu, vefat edeceği zaman, yerine, oğlu Sarug’u,
    bıraktı. [215]

    Ergu, Babilde oturan Cebbar (Zorba) Nemrud’un
    zamanında idi.

    Ergu, iki yüz yaşında iken vefat etti. [216]

    Ergu’dan sonra, yerine, oğlu Sarug geçti. [217]

    Sarug’un devrinde Cebbar ve Zorbalar, çoğalmış,
    putperestlik yaygın hale gelmişti.

    Halkın, kimisi puta, kimisi taşa, kimisi ağaca,
    kimisi suya, kimisi rüzgâra tap­mağa başlamıştı.

    Sarug, vefat edeceği sırada, oğlu Nahor’u, yerine
    bıraktı ve ona, Yüce Allah’a oadeti emr etti.

    Sarug, vefat ettiği zaman, iki yüz otuz yaşında idi. [218]

    Sarug’dan sonra, oğlu Nahor, Babasının yerine geçti. [219]

    Nahor’un devrinde, Yüce Allah, yeri dehşetli bir
    sarsıntı ile sarstı.

    Bütün putlar, yerlerinden, yere düştü.

    Fakat, bundan, uyanmadılar.

    Yere düşen putları, tekrar yerlerine diktiler.

    O devirde Cebbar ve Zorbalar, Âd b.Avs, b.İrem,
    b.Sâm, b.Nuh oğulları olup bunların yurdları Hadramevt’in yüksek taraflarile
    Necran vadileri ne kadar uzan­makta idi. [220]

    Âd kavmi, Ahkafta, uzun, ince kum tepelerinde
    oturmakta idiler.

    Azgınlık ve taşkınlığa başladıkları zaman, Yüce
    Allah, onlara, kardeşleri’[221]
    Hûd Aleyhisselâmı, Peygamber olarak gönderdi.

    Hûd Aleyhisselâm, onları, Yüce Allâha ibadet ve
    tâata, haramlardan geri dur­mağa davet etti ise de, onu, yalanladılar. [222]

    Yüce Allah, üç yıl, onlardan, yağmuru kesti’[223]

    Yağmur yağdıracağını sandıkları kara bir bulutun
    getirdiği ve dokunduğu her şeyi yakan bir kasırga ile de, yok olup gittiler.’[224]

    İrem b.Sâm’ın çocuklarından Semud b.Âbir (veya Câir)
    -ki, Âd’ın amcasının oğlu idi-Hıcr’a yerleştiler.

    Yüce Allah, bunlara da, kardeşleri olan Salih
    Aleyhisselâmı Peygamber ola­rak gönderdi.

    Yine, İrem b.Sâm’ın oğlu Lâvez’in oğulları Tasm ve
    Cedis, Yemâme’ye ve Bah­reyn’e yerleştiler.

    Bunların kardeşleri Amlık (Imlak) b.Lâvez olup bunun
    soyundan gelenlerden bazıları Haram’e, bazıları da, Şam’a yerleştiler.

    İşte, Âmâlık diye anılan kavimler, bunlardandı ve
    her beldeye dağılmışlardı.

    Mısır Firavunları, Mütegallibeler, Fars Şahları ve
    Horasan Hükümdarları da, bunlardandı.

    Bunların kardeşi olan Ümeym b.Lâvez, Fars toprağında
    yerleşmişti. Farslıların her cinsi, Ümeym b.Lâvez’in çocuklarındandır. İrem’in
    oğlu Maş ise, Babil’e yerleşmişti. Maş’ın oğlu Nemrud, orada doğmuştur.

    Nemrud, 
    Babildeki  köşkü  yaptıran 
    ve  beş yüz yıl  Hükümdarlık yapan kimsedir. [225]

    Yüce Allah’, İbrahim Aleyhisselâmı da, bu Nemrud’un
    zamanında Babil halkı­na Peygamber olarak göndermişti.[226]

    Âbir b.Salih’in oğlu Kantan’ın Ya’rub ve Yaktan
    adlarında iki oğlu vardı.

    Kahtan; bütün Yemenlilerin Babası idi ve ilk defa
    düzgün Arapça konuşan kimse [227]

    Kahtan’ın oğlu Yarub, Yemen topraklarına
    yerleşmişti.

    O da, bütün Yemenlilerin babası idi ve Arapça konuşan
    kimse idi. [228]

    Ya’rub; çocukları tarafından, Krallara mahsus:

    (En’im sabâhan = Sabahın hayr ola!) ve:

    (Ebeytellâne = Zâtından, lanet ve nefret ettirici
    haller sâdır olmaya!) diye se-lâmlananların  
    ilki  idi.[229]

    Kahtan’ın oğlu Yaktan ise, Cürhüm’ün babası ve
    Cürhüm de, Ya’rub’un am­casının oğlu idi.

    Cürhümîler, Yemen’de oturur ve Arapça konuşurlardı.

    Sonradan, Mekke’ye geldiler ve orada, yerleştiler.

    Katuralar, bunların amcalarının oğullarıdır.

    Daha sonra, Yüce Allah, Mekke’ye, İsmail
    Aleyhisselâmı, yerleştirdi.

    İsmail Aleyhisselam, Cürhümîlerden bir kızla
    evlendi.

    Bunun için, Cürhümîler, İsmail Aleyhisselâmın
    Dayıları olurlardır. [230]

    Arap olanı ve Arap olmayanlarıyla bütün
    Peygamberler, Yemenlileri ve Nizar-lılarıyla bütün Araplar, Sâm b.Nuh’un
    çocuklarındandırlar. [231]

     

  • NÜBÜVVET, NEBÎ VE RESUL

    NÜBÜVVET, NEBÎ VE RESUL

     

     

     

     

     

    Nübüvvet:    Başa Dön

     

     

     

    Akıl sahibi kulların, üzerlerindeki dünya ve Âhiret işleri hakkın­da, Allah ile kulları arasında yapılan Elçilik demektir. [1]

     

     

     

    Nebî:    Başa Dön

     

     

     

    Kendisine, Melek tarafından vahy veya kalbine ilham olunan, ya da, Salih rü’yâ ile uyarılan zât demektir. [2]

     

     

     

    Resul:    Başa Dön

     

     

     

    Resul  ise, Resul olması haysiyetile, Nübüvvet Vahy’inin fevkında özel bir Vahy ile üstün kılınmış olan ve kendisine Cebrail Aleyhisselâmın, Allah tarafın­dan özel olarak indirdiği Kitab ile Vahy etmiş olduğu [3] , Yüce Allah’ın hükümleri­ni, halka, tebliğ etmek üzere gönderdiği Kâmil İnsan, demektir. [4]

     

    Bunun için “Her Resul, Nebî’dir; fakat, her Nebî, Resul değildir.” denilmiştir. [5]

     

     

     

    Nebîlik Ve Resulluğun Allah Vergisi Oluşu:    Başa Dön

     

     

     

    Nebîlık ve Resulluk, Allah vergisi olup bunu, Yüce Allah’ın, kullarından, diledi­ğine ve lâyık olanına verdiği de, Kur’ân-ı Kerîmde şöyle açıklanır:

     

    “Bir Vahy ile veya bir perde arkasından, yahud bir Elçi (Melek) gönderip te -Kendi izniyle- dileyeceğini, Vahy etmesi olmaksızın, Allah’ın, hiç bir beşere kelam söylemesi vâki olmamıştır.

     

    Şüphesiz ki, O, çok Yücedir, Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. İşte, biz, Sana da, böylece, emrimizden bir Ruh (Kur’an)ı Vahy ettik. Halbuki (bundan önce), Sen, Kitab, nedir? İman, nedir? bilmezdin. Fakat, Biz, onu, bir Nûr yaptık. Bununla, kullarımızdan, kimi dilersek, Ona, Hidâyet veririz.

     

    Şüphesiz ki, Sen, muhakkak, doğru bir yolun Rehberliğini yapıyorsundur” [6]

     

    “O (Allah), Ümmîler (Araplar) içinde, kendilerinden (onlara) bir Resul gönderen­dir ki, (O Resul), onlara (Allâhın) âyetlerini okur. onları, temizler, onlara, Kitabı, Hik­meti öğretir.

     

    Halbuki, onlar, daha önce, apaçık bir sapıklık içinde idiler.”

     

    “Bu (Peygamberlik), Allâhın, kimi dilerse, ona vereceği bir fadi’dır.

     

    Allah, büyük fadl (kerem) Sahibidir.” [7]

     

    “Allah, Risâletini (Elçiliğini) nereye vereceğini, çok iyi bilendir.” [8]

     

     

     

    Peygamberlerin Sıfat Ve Faziletlerinden Bazıları:    Başa Dön

     

     

     

    Bütün Peygamberler (Salâtü selâm olsun onlara), ancak erkekler arasından se­çilip gönderilmişlerdir, (Nahl: 43, Enbiya: 7), Babaları ve Din’leri, bir Kardeş olup [9] küçük [10] , büyük günahlardan, küfürden uzaktırlar. [11]

     

    Ancak, onların bazısından -Makamlarına göre- kusur sayılabilecek bazı davra­nış ve sürçmeler vuku bulabilirdir. [12]

     

    Peygamberler, en Emîn, [13]

     

    Allah’ın emir ve nehiylerini, insanlara, hiç eksiltmeden, artırmadan, ulaştıran, [14]

     

    Elçilik vazifesini yaparken, Allâh’dan başka hiç kimseden korkmayan, [15]

     

    En doğru sözlü, en doğru özlü, [16]

     

    Kısa akıllılıktan, [17]

     

    Yanılgıdan uzak,

     

    İnsanların bilmedikleri, bilemeyecekleri şeyleri-Allâh ‘dan telakki eyledikleri Vahy ile bilen, bildiren, [18]

     

    İnsanlara, Allâhın ayetlerini okuyan, Kitap ve Hikmeti öğreten, onları maddî ve manevî kirlerden temizleyen, [19]

     

    İnsanları, doğru yola öğütleyen ve onların esirgenmelerini dileyen [20] , Mükâfatlarını, dünyada insanlardan değil, Âhirette Rabbül’âlemîn’den alacaklarını açıklayan Allah Elçileridir. [21]

     

    Peygamberlerin, Yüce Allah’ın izniyle, Mucizeler göstermeleri, gerçektir ve gös­termişlerdir. [22]

     

    Muhammed Aleyhisselâma ise, devamlı Mucize olarak Kur’ân-ı Kerim -Vahy edil­mek suretiyle- verilmiş olduğundan, Kendisi, Kıyamet günü, Peygamberlerin en çok ümmetlisi olacaktır. [23]

     

     

     

    Peygamberlerin İlki Ve Sonuncusu; Nebi Ve Resullerin Sayısı:    Başa Dön

     

     

     

    İnsanlara gönderilen Peygamberlerin ilki Âdem Aleyhisselâm [24] , Sonuncusu da, Muhammed Aleyhisselâmdır. [25]

     

    Eshab-ı kiramdan Ebû Zerrül Gıfârî der ki:

     

    “Nebî aleyhisselâm’a: (Yâ Resûlallâh! Nebilerin evveli hangisidir?) diye sordum.

     

    iÂdem’dii^ buyurdu.

     

    (O, Nebî mi idi?) diye sordum.

     

    (Evet! Mükellem bir Nebî idi.) buyurdu. [26]

     

    (Yâ Resûlallâh! Nebilerin sayısı, kaçtır?) diye sordum. [27]

     

    (Yüz yirmi dört bindir.) buyurdu.

     

    (Yâ Resûlallâh! Onlardan, kaçı, Resuldür?) diye sordum.

     

    (Üçyüz onbeş veya üçyüz onüç [28] kişilik bir cemaat!) buyurdu.” [29]

     

     

     

    Muhammed Aleyhisselâm’ın Hem Nebî, Hem Resul Oluşu:    Başa Dön

     

     

     

    Muhammed Aleyhisselâm, hem Nebî, hem Resul idi.

     

    “Muhammed, adamlarınızdan hiç birinin babası değildir. Fakat, (O) Allah’ın Resûlu ve Nebilerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. [30]

     

    “De ki: ey insanlar! Hiç şüphesiz, ben, göklerin ve yerin mülk (ve tasarrufu)na mâlik olan, Kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, diriltmekte ve öldürmekte olan Allah’ın, size, hepinize gönderdiği Resulüyüm!

     

    O halde, Allah’a ve Onun Ümmî Nebîolan Resûluna -ki, Kendisi de, O Allah’a ve Onun sözlerine iman etmekte olandır- iman ediniz! Ona, tâbi olunuz ki, doğru yolu bulmuş olasınız! [31]

     

    “Sen, hiç şüphesiz, gönderilen (Peygamberlerdensin!” [32]

     

    “Ey Resul! Sana, indirileni tebliğ et!

     

    Eğer yapmazsan, (Allah’ın) Elçiliğini tebliğ (ve ifâ) etmiş olmazsın!

     

    Allah, Seni, insanlardan koruyacaktır.

     

    Şüphesiz ki, Allah, kâfirler güruhunu muvaffak kılmaz. [33]

     

    Tarihî kaynaklara göre de: Cebrail Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhisselâm’a ilk defa gelip Alak sûresinin başından beş âyet Vahy ettikten sonra, gündüzün, yerle gök arasını dolduran bir insan suretinde görünerek:

     

    “Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın Resulüsün! Ben, Cebrail’im!” diye hitab et­miştir. [34]

     

    Eshab-ı kiramdan Câbir b. Abdullah: “Peygamber Aleyhisselâm, özel olarak Kendi Kavmına, genel olarak ta, bütün insanlara gönderildi.” Demiştir. [35]

     

    Peygamberimiz Aleyhisselâm da, Peygamberliğini, Abdulmuttalip Oğullarına açıklarken:

     

    “Ey Abdulmuttalip Oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak ta, bütün insanlara gönderildim!” buyurmuştur [36]

     

     

     

    İnsanlara Gönderilen Her Peygamberin İsim Ve Kıssasının Bildirilmediği:    Başa Dön

     

     

     

    Kur’ân’ı Kerimde isimleri anılan ve kıssaları az veya çok anlatılan Peygamberler de, vardır, isimle­ri anılmayan ve kıssaları anlatılmayan Peygamberler de, vardır.

     

    Bu husus, Kur’ân-ı Kerimde şöyle açıklanır:

     

    “And olsun ki: Senden önce de, bir çok Resuller gönderdik.

     

    Onların içinden, Sana, kıssalarını anlattıklarımız da, vardır, Sana, bildirmediklerimizde, vardır.” [37]

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerimde İsimleri Anılan Veya Kıssaları Anlatılan Peygamberler:    Başa Dön

     

     

     

    1-) Âdem Aleyhisselâm,

     

    2-) İdris Aleyhisselâm

     

    3-) Nuh Aleyhisselâm

     

    4-) Hûd Aleyhisselâm

     

    5-) Salih Aleyhisselâm

     

    6-) İbrahim Aleyhisselâm

     

    7-) İsmail Aleyhisselâm

     

    😎 İshak Aleyhisselâm

     

    9-) Lût Aleyhisselâm

     

    10-) Yâkub Aleyhisselâm

     

    11-) Yûsuf Aleyhisselâm

     

    12-) Eyyub Aleyhisselâm

     

    13-) Zülkifl Aleyhisselâm

     

    14-) Şuayb Aleyhisselâm

     

    15-) Mûsâ Aleyhisselâm

     

    16-) Harun Aleyhisselâm

     

    17-) İlyas Aleyhisselâm

     

    18-) Elyesa’ Aleyhisselâm

     

    19-) Yûnus Aleyhisselâm

     

    20-) Dâvud Aleyhisselâm

     

    21-) Süleyman Aleyhisselâm

     

    22-) Lukman Aleyhisselâm

     

    23-) Uzeyr Aleyhisselâm

     

    24-) Zülkarneyn Aleyhisselâm

     

    25-) Zekeriyya Aleyhisselâm

     

    26-) Yahya Aleyhisselâm

     

    27-) İsâ Aleyhisselâm

     

    28-) Muhammed Aleyhisselâm

     

    Bu Peygamberlerden, ilgili bahislerde görüleceği üzere, Lokman, Zülkarneyn.. Aleyhisselamlar gibi bazılarının Peygamber mi, Veli mi? oldukları hakkında, bilgin-lerce görüş birliği sağlanamamıştır. [38]

     

     

     

    Peygamberlerin Üstünleri Ve En Üstünü:    Başa Dön

     

     

     

    Peygamberlerin hepsi aynı derecede ve meziyette olmayıp Yüce Allah, Onlar­dan kimine, kiminden üstün meziyetler vermiş, birisi ile söyleşmiş, birisini de, dere­celerle yükseltmiştir. (Bakare: 2/253) [39]

     

     

     

    Peygamberlerin Ülül’azm Olanları Ve Onların Seyyid’i:    Başa Dön

     

     

     

    Peygamberlerin Ulül’azmleri (Ahkaf: 46/35), rivayete göre:

     

    1-) Nûh,

     

    2-) İbrahim,

     

    3-) Mûsâ,

     

    4-) İsâ,

     

    5-) Muhammed Aleyhisselâm olduğu gibi. [40]

     

    Sahih bir Hadîs-i şerîfe göre de: Peygamberlerin Seyyidleri de, Nuh Aleyhisse­lâm, İbrahim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm, İsâ Aleyhisselâm ve Muhammed Aleyhisselâm olmak üzere beştir.

     

    Muhammed Aleyhisselâm ise, bu Beş’in Seyyididir. [41] Kıyamet gününde de, Âdem oğullarının Seyyidi O’dur. [42]

     

    Öncekilerin ve sonrakilerin [43] Kıyamet gününde Hamd sancağı, Ona verilecek. [44] O gün, Peygamberlerin İmamı, Hatîbi ve Şefaat Sahibi O olacak. [45] Bütün Peygamberler, Onun Sancağı altında toplanacaktır. [46]

     

     

     

    Vahy Ve Vahy Tarzları:    Başa Dön

     

     

     

    Dil Teriminde: Sür’atli işaret, Kitabet, Risâlet, İlham ve Gizli Kelâm., gibi tür­lü mânâlara gelen [47] Vahy; Din Teriminde: Yüce Allah’ın, dilediğini, Peygamber­lerine, dilediği tarzlarla bildirmesidir. [48]

     

    Vahy’in, müteaddid tarzlarından birincisi: uykuda görülen ve görüldüğü gibi, apaçık çıkan Rü’yâ tarzıdır. [49]

     

    Vahy; Peygamberlere, uyanık iken geldiği gibi, uyurken, Rü’yada da, gelirdi [50] Peygamberlerin Rü’yaları Vahy’dir. [51]

     

    Nitekim, İbrahim Aleyhisselâm’a, İsmail Aleyhisselâm hakkındaki İlâhî emir, Rü’-yasında verilmişti. [52]

     

    Peygamberlerin gözleri uyuşa da, kalbleri uyumaz. [53] Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Hadis-i şeriflerinde: “Ey Âişe! Benim gözlerim uyur, kalbim uyumaz.” [54]

     

    “Bana (Ey Muhammed! Gözlerin, uyusun, kulağın işitsin, kalbin ezberlesin!) bu-yuruldu.

     

    Gözlerim uyudu. Kalbim ezberledi. Kulağım da işitti.” buyurmuşlardır. [55]

     

     

     

    Rü’yâ Ve Rü’yâ Çeşitleri:    Başa Dön

     

     

     

    Uyuyanın, uykusunda bazı şeyler görmesine, Rü’yâ ve Hulm (Düş) denir. [56] Fakat, Rü’yâ’da görülen şeyler, daha çok hayr ve güzel şeyler üzerine olur. Hulm’de ise, görülen şeyler, daha çok şer ve çirkin şeyler üzerine olur. [57]

     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Rü’yâ ve Hulm hakkında şöyle bu­yurmuşlardır:

     

    “Salih Rü’yâ, Allâh’dandır, Hulm ise Şey tandandır. “ [58]

     

    “Zaman(ın sonu), yaklaşınca, Müslümanların Rü’yâsı, hemen hemen yanlış çıkma­yacaktır.”

     

    “Sizin, en doğru Rü’yâ göreniniz, en doğru söyleyeninizdir.”

     

    Rü’yâ, üç çeşittir:

     

    Yüce Allah tarafından (kuluna) müjde olan Salih Rü’yâ,

     

    “Şeytan tarafından korku, üzüntü veren Rü’yâ,

     

    Kişinin, kendi nefsinden, kendisine telkin mâhiyetinde vâki, olan (uyanık iken, içinden geçirmiş oldukları şeyleri, uyurken düşünde görmek gibi.) [59] Rü’ya.” [60]

     

    Şeytan, Âdem oğullarına karşı beslediği şiddetli düşmanlık sebebiyle, her za­man, onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her yolla onların işlerini bozmak ister.

     

    Gördükleri Rü’yalarını da, ya içlerine yanlışlar karıştırarak, ya da, onlardan gaf­lete düşürmek suretiyle örtüp belirsiz ve yararsız hale getirir. [61]

     

     

     

    Mübeşşirat Ve Salih Rü’yâ:    Başa Dön

     

     

     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm:

     

    “Risâlet de, Nübüvvet de, kesintiye uğramış, sona ermiştir.

     

    Benden sonra (gelecek) ne Resul vardır, ne de, Nebi!” buyurmuş, bu, Eshaba çok ağır gelmişti. [62]

     

    Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselâm :

     

    “Peygamberlikten bir şey kalmamıştır! [63]   Amma,  Mübeşşirât [64] ,  vardır!” buyurdular. [65]

     

    “Yâ Resûlallâh! Mübeşşirât nedir?” diye sordular. [66] Peygamberimiz Aleyhisselâm: “Müslüman kişinin Rü’yâsıdır!” [67] Salih Rü’yâdır!” buyurdu. [68]

     

     

     

    Vahy Tarzlarından 2-7’ye Kadar Olanlar:    Başa Dön

     

     

     

    Vahy tarzlarından ikincisi: Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmda olduğu gibi, Vahy edi­lecek Kelâm’ın [69] , Melek, görünmeksizin [70] Peygamberlerin kalbine ilka buyrulmasıdır. [71]

     

    Yüce Allah, Cebrail Aleyhisselâmda, İlâhî hitaba muhâtab ve İlâhî emri tebliğe memur bulunduğu hakkında zarurî bir ilim yarattığı gibi, Peygamberimizin kal­binde de, zarurî bir ilim yaratırdı da, Peygamberimiz, kalbine ilka olunan şeyin, mücerred bir ilhamdan ibaret bulunmadığını, Cebrail Aleyhisselâmın, Allâh’dan getirdiği bir Vahy olduğunu kesin olarak bilirdi. [72]

     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm :

     

    “Hiç şüphesiz, Rûhulkudüs (Cebrail Aleyhisselâm), kalbime, şunu ilka ve Vahy etti ki: “Hiç bir nefs [73] , Eceli dolmadıkça [74] , rızkını, tamam olarak almadıkça, ölmez!

     

    Öyle ise, Allâh’dan sakınınız da, onu, güzel ve meşru’ yollardan arayınız! [75]

     

    Helâl olanı, alınız! Haram olanı, bırakınız! [76]

     

    Rızık, gecikirse, onu, Allah’a mâsiyetle elde etmeğe kalkışmayınız!

     

    Çünki, Allah katındaki şeye, Allah’a itaatin başkası ile nail olunamaz!” [77] Hadîs-i şeriflerinde olduğu gibi. [78]

     

    Vahy tarzlarından üçüncüsü: Vahy Meleğinin, insan suretine girerek Vahy edilecek şeyi [79] , bir insanın, bir insana tevdi edişi gibi, Vahy edişidir. [80]

     

    “Yâ Resûlallâh! Vahy, Sana, nasıl gelir?” diye sorulduğu zaman, Peygambe­rimiz Muhammed Aleyhisselâm:

     

    “Bazı kerre Melek, benim için, insan suretine girer, benimle konuşur. Ben de, Onun söylediklerini, iyice bellerim. [81]

     

    Bu, bana, Vahy’in en kolay, gelenidir” buyurmuşlardır. [82]

     

    Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a, çok kerre Eshab’dan Dıhye b.Halîfe’nin suretinde gelirdi. [83]

     

    Eshâb-ı Kiramın, Onu gördükleri olurdu. [84]

     

    Vahy tarzlarından dördüncüsü: Vahy’in, dehşet saçan bir çan, çıngırak uğul­tusu gibi uğuldayarak gelişidir. [85]

     

    “Yâ Resûlallâh! Sana, Vahy nasıl gelir?” sorusuna, Peygamberimiz Aleyhis-selâm’ın verdikleri cevapta, Vahy’in bu tarzı, şöyle açıklanmış:

     

    “Vahy, bazan bana, çıngırak sesi gibi (müthiş bir madenî ses uğultusu ile) gelirdir ki, Vahy’in bana, en ağır geleni de, budur!

     

    Vahy hali, benden kalkınca, Meleğin, bana söylemiş olduğunu, iyice bellemiş bulu­nurum!” buyrulmuştur. [86]

     

    İşitilen bu şiddetli ses, ya Vahy Meleğinin kendi sesi, ya da, kanadlarının uğul­tusu idi. [87]

     

    Bunun hikmeti de, Vahy’i, telakki ve hıfz için, Peygamberimizin kalbini topar­lamak ve hazırlamak [88] , kulaklarının ve kalbinin, Vahy Meleğinin sesinden baş­kası ile meşgul olmasına meydan bırakmamak içindi. [89]

     

    “Yâ Resûlallâh! Vahy’in gelişini sezermisin?” diye sorulduğu zaman, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm:

     

    “Evet! Sesi, işitir ve susarım.

     

    Bana, hiç bir sefer (bu tarzda) Vahy olunmamıştır ki, ruhum, alınıyor olduğunu san­mış bulunmayayım!” buyurmuştur. [90]

     

    Yüce Allah, bir emri Vahy etmek, Vahy suretiyle dile getirmek istediği zaman, Allah’ın emrinin korkusundan gökleri, son derecede şiddetli bir titreme alır! [91]

     

    Göklerin halkı olan Melekler de, İlâhî Kelâmı, düz ve sert bir kayaya çarpan demir zincir(in çıkardığı korkunç ses) gibi işitince [92] , Allah’ın Kelâmına karşı duy-öukian derin haşyetten üoîayı, kanaöiannı ç/rparla [93] baygın düşüp secdeye ka­panırlar!

     

    Ayılıp secdeden başını ilk kaldıran, Cebrail Aleyhisselâm, olur.

     

    Yüce Allah, Ona, Vahy’lerinden, dilediğini, söyler. [94]

     

    Cebrail Aleyhisselâm, yanlarına gelinceye kadar, öteki Melekler, öylece bay­gın halde kalırlar.

     

    Cebrail Aleyhisselâm, Meleklere uğrar. [95]

     

    Her göğe uğradıkça [96] , kalblerinden korku kaldırılan [97] , o gök halkı olan [98] Me­lekler, Ona:

     

    “Ey Cebrail!” [99] Rabbımız [100] , ne buyurdu?” diye sorarlar. Cebrail de:

     

    “Hakkı, buyurdu! [101] En Yüce, en büyük olan O’dür!” der. Meleklerin hepsi de, Cebrail Aleyhisselâmın söylediği gibi, söylerler. [102]

     

    Vahy’in bu tarzından, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, beşeriyet sı­fatından soyunup, sıyrılıp Melekiyet sıfatına bürünerek Vahy’i, Cebrail Aleyhis-selâmdan alırdı ki, bu, Vahy’in en zor, en güç olanı idi. [103]

     

    Eshâb-ı kiramın görüp anlattıklarına göre:

     

    Vahy’in inişi sırasında, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a, ağır bir sıkıntı basar, yüzü gül gibi olur [104] , gözlerini kapar [105] , başını önüne eğerdi.

     

    Yanında bulunanlar da, başlarını, önlerine eğerlerdi. [106] Peygamberimiz Aleyhisselâm, o hallerinde, çabuk çabuk nefes alırdı. [107] En soğuk günde bile, alnından inci taneleri gibi ter dökülürdü. [108]

     

    Vahy hali, sona erinceye kadar, yanında bulunanlardan hiç biri başlarını kaldı­rıp Peygamberimizin yüzüne bakmağa kadir olamazlardı. [109]

     

    Vahy’in ağırlığı veya hafifliği, inen Sûre’nin ağırlığı veya hafifliği ile orantılı bu-lunurdu. [110]

     

    Yâni, inen Vahy, va’d ve tebşir mâhiyetinde ise, Cebrail Aleyhisselâm, beşer suretinde gelir, hitab ve telakki, Peygamberimize bir güçlük vermezdi.

     

    İnen Vahy, azab ve korkutmakla ilgili bulunduğu zaman, dehşet saçan bir çan, çıngırak uğultusuyla uğuldayarak gelirdi. [111]

     

    Deve üzerinde bulunduğu sırada da, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisse-lâma böyle Vahy geldiği olur, devenin, inen Vahy’in ağırlığına dayanamadığı [112] , bacaklarının ikiyana ayrıldığı, büküldüğü, kırılacak gibi olduğu, bazan da, çöktü­ğü görülürdü. [113]

     

    Vahy tarzlarından beşincisi: Vahy Meleği Cebrail Aleyhisselâmın, Yüce Al­lah tarafından yaratıldığı aslî hey’et ve surette görünerek [114] Yüce Allah’ın dile­diğini, Peygamberimiz Aleyhisselâm’a Vahy edişidir. [115]

     

    Bu da, iki kerre vuku bulmuş [116] , Peygamberimiz Aleyhisselâm, Cebrail Aley-hisselâmı, yaratıldığı aslî hey’et ve suret üzere altıyüz kanadıyla [117] iki defa [118] , yerle gök arasını doldurur bir halde görmüştür. [119]

     

    Vahy tarzlarından altıncısı: Yüce Allah’ın Mirâc gecesinde olduğu gibi [120] , göklerin üstünde [121] , Peygamberimiz Aleyhisselâm’a, uyanık iken, perde arka­sından, hitabda bulunması, ya da, uyurken, arada, Vahy Meleği bulunmaksızın, Peygamberimizle konuşmasıdır. [122]

     

    Vahy tarzlarından yedincisi de: Yüce Allah’ın, arada, Vahy Meleği bulunmak­sızın, Peygamberimiz Aleyhisselâma doğrudan doğruya hitab buyurmuş ol­masıdır. [123]

     

    Peygamberimiz Aleyhisselâmın bildirdiklerine göre: Mirâc gecesinde, Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimizi, yukarı götüre götüre, nihayet (Kaza ve Kaderi ya­zan) Kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar yüksek bir yere çıkardı. [124]

     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm orada, Cennet’ten, yemyeşil bir Ref-ref(ipek döşek)’in, birden, ufku kapladığını, doldurduğunu, gördü. [125]

     

    Peygamberimiz, onun üzerine oturdu.

     

    Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimizden ayrıldı. [126]

     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Aziz ve Cebbar (dilediğini, yaptır­mağa kadir olan) Rabb’ına, yükseltilip yaklaştırıldı. [127]

     

    Kendisinden, bütün sesler, kesildi. [128]

     

    Yüce Rabb’ının:

     

    “Korkma yâ Muhammed! Yaklaş! Yaklaş!” buyurduğunu işitmeğe başladı. [129]

     

    Nihayet, hiç bir kimsenin, hiç bir zaman erişememiş olduğu yakınlık Makamı­na, İlâhî huzura kabule, İlâhî ikram ve İhsana nail oldu. [130] Rabbını, gördü. [131]

     

    Yüce Allah, Mîrac gecesinde, Peygamberimiz Aleyhisselâm’a, Vahy etmek is­tediğini, istediği şekilde Vahy etti. [132]

     

     

     

    Peygamberlere İndirilen İlahî Kitab Ve Sahîfeler :    Başa Dön

     

     

     

    Yüce Allah tarafından, Peygamberlere indirilen yüz dört Kitabtan, dördü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an), yüzü de, Sahifeler halinde olup dört büyük Kitabdan, Tevrat Mûsâ Aleyhisselâm’a, Zebur Dâvûd Aleyhisselâm’a, İncil İsâ Aleyhisselâm’a, Furkan (Kur’an)da, Muhammed Aleyhisselâm’a indirilmiştir. [133]

     

    Sahîfe halindeki Kitablardan On Sahîfesi Âdem Aleyhisselâma, Elli Şahîfesi Şis Aleyhisselâma, Otuz Sahîfesi İdris Aleyhisselâm’a, On Sahîfesi de İbrahim Aleyhisselâm’a indirilmişti. [134]

     

    Tevrattan önce Mûsâ Aleyhisselâm’a da, on Sahife indirilmişti. [135]

     

     

     

    Din Ve Mâhiyeti:    Başa Dön

     

     

     

    Din; Dil teriminde: Ceza, İslâm, Âdet, İbâdat, Tâat, Inkıyad, Hükm, Ferman, Tevhid, Millet, Şeriat, Vera ve Takva, Hisab… gibi türlü mânâlara gelir. [136]

     

    Şeriat Teriminde Din: Peygamberin, Allah tarafından getirip tebliğ ettiği şeyle­ri kabule, akıl sahiplerini davet eden İlâhî Kanundur. [137]

     

    Bu İlâhî Kanun’a, uyulduğu için, Din denir. [138] Allah’ın, açık ve geniş yolu olduğu [139] ,

     

    Kullar, bağlansınlar diye konulan hükümlerden ibaret bulunduğu için de, Şeri­at denir. [140]

     

    Şeriat’a, Şeriat denilmesi, sıdk ve sadâkatla bağlananın hem susuzluğunu gi­dereceği, hem de, günah kirlerinden arıtıp temizleyeceği içindir. [141]

     

    Din’e, Millet denilmesi de; üzerinde toplanıldığı, yüründüğü içindir.

     

    Din ve Millet, aslında bir olup aralarındaki fark, itibarîdir ve Din’in, Yüce Al­lah’a, Millet’in de, Peygambere nisbet edilmiş olmasından ibarettir. [142]

     

    Din; İmân, İslâm ve bütün Şeriatları kaplayan umûmî bir isimdir. [143]

     

     

     

    İman Ve Mü’min:    Başa Dön

     

     

     

    İman; Dil Teriminde: bir kimseyi, söylediği sözde tasdik edip doğrulamak, ken­disine inanmak demektir. [144]

     

    Başka bir deyişle: İman, kalb ile tasdik etmektir. [145]

     

    Şeriat Teriminde: İman, Yüce Allah katından getirdiği şeylerde, Peygamberi [146] , kalb ile tasdik ve dil ile ikrar etmek [147] , beden ile de, gereğini, yerine ge-tirmektir. [148]

     

    Mü’min: Allah’ı, Allah’ın Resulünü ve Onun, Allâh’dan getirdiği şeyleri tasdik eden kimse demektir. [149]

     

    Gök ve yar halkının İmanı, inanılacak şeyler cihetinden, ne artar, ne de, eksilir. Fakat, İman, yakîn ve tasdik cihetinden, artar da, eksilir de.

     

    Mü’minler; İmanda ve Allah’ı tevhid (bir tanıma) hususunda, birbirlerine eşid, amellerde ise, birbirlerinden farkhdırlar. [150]

     

     

     

    İman’ın Çeşidleri:    Başa Dön

     

     

     

    Beş türlü İman vardır:

     

    1) Matbu İman,

     

    2) Masum İman,

     

    3) Makbul İman

     

    4) Mevkuf İman,

     

    5) Merdud İman,

     

    Matbu İman: Meleklerin İmanıdır.

     

    Masum İman: Peygamberlerin İmanıdır.

     

    Makbul İman: Mü’minlerin İmanıdır.

     

    Mevkuf İman: Bid’atcıların İmanıdır.

     

    Merdud İman: Münafıkların İmanıdır. [151]

     

    İman; öyle bir nurdur ki, onun nuru, insanın bütün azasına yayılmıştır.

     

    Fakat, insanın âzasından birisi kesilince, İman, parçalanmaz olduğu için, ora-lan, kalbe gider.

     

    İslâm; Allah’ı, keyfiyetsiz olarak bilmektir.

     

    Bunun yeri, göğüstür.

     

    İman; Allah’ı, Allâh’lığı ile bilmektir.

     

    Bunun yeri, yürektir.

     

    Yürek te, göğsün içindedir.

     

    Marifet; Allah’ı, Sıfatları ile bilmektir.

     

    Bunun yeri, Gönüldür.

     

    Gönül de, Kalb’in içindedir.

     

    Tevhid; Allah’ı, Birliği ile bilmektir.

     

    Bunun yeri, Sırr’dır.

     

    Sırr da, Gönül’ün içindedir.

     

    Bunlar, Nûr sûresinin Nûr âyetindeki Nur temsilini andırırdır.

     

    Bunlar, dört gerdanlıktır ki, dördü de, birbirinden ayrı, gayrı değildirler. Hepsi birleşince, Din olurdur. [152]

     

     

     

    Kalb Ve Çeşidleri:    Başa Dön

     

     

     

    Kalb’in iki türlü mânâsı vardır.

     

    Birisi; göğsün sol tarafında, sol memenin altına doğru konulmuş, çam kozala­ğı şeklini andırır, cismânî bir et parçası olup buna yürek denir.

     

    Bunun içinde boşluklar vardır ve içi, siyah kanla doludur.

     

    Bu Yürek, Rûh’un kaynağıdır, hayvanlarda da, ölülerde de, bulunur.

     

    Kalb’in ikincisi, Gönül’dür ki, işte, gözle görülmeyen, Rûhânî, Rabbânî bir La-öfe olan, cismânî Kalb, Yürek ile de, alâkası bulunan ve insanın hakîkatı olan, insanda anlayan, bilen, hitab edilen, cezalandırılan, azarlanan ve istenilen Kalb, budur.

     

    Cismânî Kalb ile, Yürek ile alâkasını kavramakta halkın, çoğunun akıllarını hay­rette bırakan bu Kalb’in hakîkatini araştırmak, Mükâşefe ilimlerine bağlı olup bu da, Rûh’un sırrını açıklamağa kalkışmak demek olacağından, Resûlullâh Aley-hisselâm’ın konuşmadığı Rûh hakkında, başkasının konuşmağa hakkı bulunma­yacağı açıktır. [153]

     

    İnsanlarda dört çeşid Kalb bulunur:

     

    l) Ecred Kalb,

     

    2) Ağlef Kalb,

     

    3) Menküs Kalb,

     

    4) Musaffah Kalb.

     

    Ecred, yâni saf, parlak, kinsiz Kalb, Mü’minlerin kalbidir ki, onda İman nuru, güneş gibi parıldar.

     

    Ağlef, yânif gılıflı, kapalı, örtülü kalb, kâfirlerin, münkirlerin kalbidir.

     

    Menküs, yâni tersine çevrilmiş Kalb, münafıkların Kalbidir ki, onlar, gerçeği ta­nır, sonra da, inkâr ederlerdir.

     

    Musaffah, yâni, iki yüzlü Kalb, içinde hem İman, hem de, nifak bulunan kalbdir. İman, böyle olan kalbde, temiz su ile yetişen ve gelişen sebzeye nifak ise, kan ve irinle gelişen bir çıbana benzer ki, bunlardan hangisi, diğerine galebe çalar­sa, onu, bastırır ve geriletir. [154]

     

    Nifak; İman, dil ile açıklandığı halde, Kalbde küfr ve inkârı gizlemektir. [155]

     

     

     

    Mü’min İle Müslüman Arasındaki Fark:    Başa Dön

     

     

     

    Her Mü’min, Müslümandır.

     

    Fakat, her Müslüman, Mü’min değildir.

     

    Çünkü, bir kimse, Mü’min olmadığı halde, Şehâdet getirmek suretiyle, kendi­sini, Müslüman gösterebilir.

     

    Eshab-ı kiramdan Sa’d b.Ebî Vakkas: “Yâ Resûlallâh! (Mü’minlere verilecek mallardan) filana verdin, filan kimseye ise vermedin. Halbuki, o da, Mü’mindi?” dediği zaman, Peygamberimiz: “Ona, Mü’min deme! Müslüman de!” buyurmuştur. [156] Kur’ân-ı Kerimde de, bu hususta şöyle buyrulur: “Bedevîler, (Biz, İman ettik!) dediler.

     

    Onlara, de ki: (Siz, İman etmediniz amma, bari (Müslüman olduk!) deyiniz. İman, henüz, sizin kalblerinize girip yerleşmemiştir. [157]

     

     

     

    Münafıklık, Fâsıklık Ve Kâfirlik:    Başa Dön

     

     

     

    Bir kimse, dili ile şehâdet getirir, bedeni ile amel eder de, Kalb ile tasdikte bu­lunmazsa, o, Münafık olur.

     

    Bir kimse, dili ile tasdikte bulunur, da, bedeni ile amel etmezse, o da, Fâsık olur. [158]

     

    Fısk: Yüce Allah’ın emrini terk ve Ona isyan etmek, doğru yoldan sapıp çık­mak demektir. [159] Hiç şehâdet getirmeyen kimse ise, Kâfir ve Münkirdir. [160]

     

     

     

    Allah Katında Makbul Din Bütün Peygamberlerin Dini:    Başa Dön

     

     

     

    Kur’ân-ı Kerimde açıklandığına göre: Allah katında makbul din, İslâm Dini’dir. [161]

     

    İnsanların, ilk zamanlardan beri tuttukları, bağlandıkları tek ve umûmî Din de, İslâm Dini, Tevhid Dini’dir.

     

    Gelmiş, geçmiş bütün Peygamberler, İslâm Dininin esaslarını tebliğe çalışmışlar, bu Dinde can vermiş, can vermeyi özlemişlerdir.

     

    Âdem Aleyhisselâm’dan sonra, Ebülbeşer olan [162] , başka bir deyile: Tufan­dan sonra (İkinci Âdem Baba) diye tanınan [163] Nuh Aleyhisselâm, Müs-lûmandı. [164]

     

    Peygamberler Atası İbrahim Aleyhisselâm da, Onun Oğulları ve Torunları da, Müslüman idiler. [165]

     

    Yûsuf Aleyhisselâm da, Allah’a “…Benim canımı, Müslüman olarak al…” diye dua etmiştir. [166]

     

    Mûsâ Aleyhisselâmın, Firavun ‘u davet ettiği Din de, İslâm Dini idi.

     

    Bunu, hem Mûsâ Aleyhisselâm, hem Firavun’ın imân ve ihtida eden sihirbazları ve hattâ bizzat Firavun bile ikrar ve ifâde etmiştir. [167]

     

    Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğullarına Peygamber olarak gönderilen isâ Aleyhisselâm da, Müslümanlık ve Tevhid akîdesini tebliğ etmiş: “Şüphe yok ki, Allah, benim de, Rabb’ım, sizin de Rabb’ınızdır.

     

    Öyle ise, Ona ibâdet ediniz!

     

    İşte, doğru yol budur!” demiş, onlardan, küfr ve inkâr taştığını hissedince de “Allah’a doğru giden yolda, bana yardım edecekler kimdir?” dediği zaman, Ha­varileri de “Biziz Allah’ın yardımcıları! Allah’a, inandık. Sen de, ey İsâ! Şâhid ol ki, biz, muhakkak Müslümanlarız!” demişlerdir. [168]

     

    “(İnsanları) Allah’a (iman ve ibâdete) davet edenden, (Kendisi de iyi amel (ve hareketlerde bulunandan ve: ben, Müslümanlardan’ım!” diyenden daha güzel söz­lü kim olabilirdir? (Fussilet: 33)” [169]

     

     

     

    Tevhid Akidesi:    Başa Dön

     

     

     

    islâmiyette, her şeyden önce, Allah’ın varlığına ve Birliğine imân etmek

     

    Farz’dır. [170]

     

    İslâm Dininin bu Tevhid akîdesi, Allah’ın Birliğine, Ondan başka ibadet edile­cek hiç bir Mâbud bulunmadığına inanmak demektir ki, bu da, Kur’ân-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde (Lâ ilahe illallah = Allâh’dan başka ilâh yoktur.) Kelime-i Tev­hidi ile en özlü bir şekilde ifâde buyrulmuştur. [171]

     

     

     

    Bütün Peygamberlerin, Ümmetlerine Tevhid Akidesini Telkine Çalışmaları Ve Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın Vazifesinin Şümul Ve Azameti:    Başa Dön

     

     

     

    Bütün Peygamberler ve özellikle: İdris Aleyhisselâm [172] , Nuh Aleyhisselâm [173] , Hûd Aleyhisselâm [174] , Salih Aleyhisselâm [175] İbrahim Aleyhisselâm [176] Şuayb Aleyhisselâm [177] Mûsâ Aleyhisselâm [178] Ilyas Aleyhisselâm [179] İsâ Aleyhisselâm [180]

     

    gönderildikleri kavmları, putperestlikten kurtarmağa ve Bir Allah’a iman ve iba­det ettirmeğe olanca çabalarını harcamışlar, hattâ, bu yolda can verenler bile ol­muş, ne yazık ki, umulan mutlu sonuca ulaşılamamış;

     

    Her yerinden küfür ve şirk fışkıran, Dinî, ahlâkî, içtimaî bunalımlar ve bozuk­luklar içinde çalkalanan koskoca bir putperestlik dünyasıyla tek başına uğraşmak ve sonuç almak vazifesi, Âhir zaman Peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a kalmıştır.

     

    Muhammed Aleyhisselâm; (merkezden, muhîta doğru açılan dalga dâireleri gi­bi) Mekke ve çevresinden başlayarak! [181] , insanları Allah’ın doğru yoluna, önce, hikmet ve güzel öğütlerle davet etmek [182] , (Davetini kabul edenleri, cennet nimet­leri ile) müjdelemek, (davetini, kabul etmeyenleri, Cehennem azâbıyla) korkutup uyarmak [183] ,

     

    Sonra da fitne ve fesad, ortadan kalkıncaya, Din, tamamıyla Allah’ın oluncaya [184] ,

     

    İslam Dini, bütün dinlere üstün gelinceyedek [185] ,

     

    Peygamberimiz Aleyhisselâmın deyişi ile: “İnsanlara, Lâ ilahe illallah = Allâh’dan başka ilâh yoktur!’ [186] , Muhammedürresûlullâh = Muhammed, Allah’ın Resûlu-dur! [187] dedirtinceye kadar savaşmak [188] … gibi çok ağır ve ağır olduğu kadar da, şerefli bir vazifeyi yüklenmiştir. [189]

     

     

     

    Göklerle Yerin Ve Aralarındakilerin Nasıl Ve Niçin Yaratıldığının Kur’an-ı Kerimde Açıklanışı:    Başa Dön

     

     

     

    “Onun (Allah’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman, ona: ol! demesinden ibarettir ki, o da, oluverirdir.” [190] Allah, göklerle yeri [191] , aralarında bulunan şeyleri [192] ;

     

    Güneşi, Ay ve Yıldızları [193] , hakkın ikamesine sebep olmak! [194] , herkesin, ka­zandığı ne ise, kendilerine asla haksızlık edilmeksizin, onunla mukabele edilmek üzere [195] ve belli bir va’de için yarattı. [196]

     

    Göklerle yer, bitişik bir halde iken, Yüce Allah, onları, birbirinden ayırdı. [197]

     

    Gökleri, yedi gök olarak tesviye ve tanzirrf [198] ve her gök’e de, kendisine âid işi Vahy etti. [199]

     

    Göklere ve yere “İkiniz de, ister istemez, geliniz!” buyurdu. [200] Onlar da “İsteye isteye geldik! [201] dediler. [202] Yüce Allah; güneşi zıyalı, ay’ı nurlu yaptı,

     

    Kullar, yılların sayısını ve hisabını bilsinler diye, ay’in seyr ve hareketine muhte­lif menziller tayin etti. [203]

     

    Nitekim, güneş, Yüce Allah’ın takdiriyle, kendi karargâhına doğru seyr ve cere­yan eder durur,

     

    Ay da, tayin edilen menzil menzil miktarlara göre hareket ederek eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale dönerdir.

     

    Ne güneş, ay’a erişip çarpar, ne de, gece, gündüzü geçerdir.

     

    Semavî ecramdan hepsi de, ayrı ayrı birer felekte (yörüngede) yüzer durur­lardır! [204]

     

    Yüce Allah; insanlar, azıklarını, kolayca elde etsinler, yılların sayısını, vakitlerini, hisabını bilsinler diye her gün, geceyi giderip yerine, eşyayı gösterici gündüzü ge­tirirdir. [205]

     

    Geceyi, içinde dinlensinler, gündüzün de, işlerini görsünler diye yaratmıştır. [206]

     

    Yüce Allah; yeri de (insanların yerleşmelerine, gezip dolaşmalarına elverişli bir halde yaptı. [207]

     

    Onda, üzerlerindeki/eri, çalkalanmasın diye [208] sabit dağlar yarattı. [209] Yeri, bir karargâh, gök’ü, bir bina (kubbe) yaptı. Gökten de, yeteri kadar su indirip onu, yerde durdurdu. [210] Yere, aşılayıcı rüzgârlar da, gönderdi. [211]

     

    Orada, hikmet ve maslahata göre ölçülmüş, her şeyden, münasip nebatlar bitirdi. [212]

     

    Yerde, bir çok geçim sebepleri de, yarattı. [213]

     

    Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini (bir lütuf olarak) emrinize verdi.

     

    Şüphe yok ki, bunda, düşünecek bir kavm için, ibretler vardır. [214]

     



     

     
  • NÜBÜVVET, NEBÎ VE RESUL

    NÜBÜVVET, NEBÎ VE RESUL


     


     

    Nübüvvet: 2


    Nebî: 2


    Resul: 2


    Nebîlik Ve Resulluğun Allah
    Vergisi Oluşu:
    2


    Peygamberlerin Sıfat Ve
    Faziletlerinden Bazıları:
    2


    Peygamberlerin İlki Ve
    Sonuncusu; Nebi Ve Resullerin Sayısı:
    3


    Muhammed Aleyhisselâm’ın Hem
    Nebî, Hem Resul Oluşu:
    3


    İnsanlara Gönderilen Her
    Peygamberin İsim Ve Kıssasının Bildirilmediği:
    4


    Kur’ân-I Kerimde İsimleri
    Anılan Veya Kıssaları Anlatılan Peygamberler:
    4


    Peygamberlerin Üstünleri Ve En
    Üstünü:
    4


    Peygamberlerin Ülül’azm
    Olanları Ve Onların Seyyid’i:
    4


    Vahy Ve Vahy Tarzları: 5


    Rü’yâ Ve Rü’yâ Çeşitleri: 5


    Mübeşşirat Ve Salih Rü’yâ: 6


    Vahy Tarzlarından 2-7’ye Kadar
    Olanlar:
    6


    Peygamberlere İndirilen İlahî
    Kitab Ve Sahîfeler :
    9


    Din Ve Mâhiyeti: 9


    İman Ve Mü’min: 9


    İman’ın Çeşidleri: 10


    Kalb Ve Çeşidleri: 10


    Mü’min İle Müslüman Arasındaki
    Fark:
    11


    Münafıklık, Fâsıklık Ve
    Kâfirlik:
    11


    Allah Katında Makbul Din Bütün
    Peygamberlerin Dini:
    11


    Tevhid Akidesi: 12


    Bütün Peygamberlerin,
    Ümmetlerine Tevhid Akidesini Telkine Çalışmaları Ve Peygamberimiz Muhammed
    Aleyhisselâmın Vazifesinin Şümul Ve Azameti:
    12


    Göklerle Yerin Ve
    Aralarındakilerin Nasıl Ve Niçin Yaratıldığının Kur’an-ı Kerimde Açıklanışı:
    13



     


     

    Nübüvvet:    Başa Dön


     

    Akıl sahibi kulların, üzerlerindeki dünya ve Âhiret
    işleri hakkın­da, Allah ile kulları arasında yapılan Elçilik demektir.

    [1]



     

    Nebî:    Başa Dön


     

    Kendisine, Melek tarafından vahy veya kalbine ilham
    olunan, ya da, Salih rü’yâ ile uyarılan zât demektir.

    [2]



     

    Resul:    Başa Dön


     

    Resul  ise,
    Resul olması haysiyetile, Nübüvvet Vahy’inin fevkında özel bir Vahy ile üstün
    kılınmış olan ve kendisine Cebrail Aleyhisselâmın, Allah tarafın­dan özel
    olarak indirdiği Kitab ile Vahy etmiş olduğu

    [3]

    ,
    Yüce Allah’ın hükümleri­ni, halka, tebliğ etmek üzere gönderdiği Kâmil İnsan,
    demektir.

    [4]


    Bunun için “Her Resul, Nebî’dir; fakat, her
    Nebî, Resul değildir.” denilmiştir.

    [5]



     

    Nebîlik Ve Resulluğun Allah Vergisi Oluşu:    Başa Dön


     

    Nebîlık ve Resulluk, Allah vergisi olup bunu, Yüce
    Allah’ın, kullarından, diledi­ğine ve lâyık olanına verdiği de, Kur’ân-ı
    Kerîmde şöyle açıklanır:

    “Bir Vahy ile veya bir perde arkasından, yahud
    bir Elçi (Melek) gönderip te -Kendi izniyle- dileyeceğini, Vahy etmesi
    olmaksızın, Allah’ın, hiç bir beşere kelam söylemesi vâki olmamıştır.

    Şüphesiz ki, O, çok Yücedir, Mutlak hüküm ve hikmet
    sahibidir. İşte, biz, Sana da, böylece, emrimizden bir Ruh (Kur’an)ı Vahy
    ettik. Halbuki (bundan önce), Sen, Kitab, nedir? İman, nedir? bilmezdin. Fakat,
    Biz, onu, bir Nûr yaptık. Bununla, kullarımızdan, kimi dilersek, Ona, Hidâyet
    veririz.

    Şüphesiz ki, Sen, muhakkak, doğru bir yolun Rehberliğini
    yapıyorsundur”

    [6]


    “O (Allah), Ümmîler (Araplar) içinde,
    kendilerinden (onlara) bir Resul gönderen­dir ki, (O Resul), onlara (Allâhın)
    âyetlerini okur. onları, temizler, onlara, Kitabı, Hik­meti öğretir.

    Halbuki, onlar, daha önce, apaçık bir sapıklık
    içinde idiler.”

    “Bu (Peygamberlik), Allâhın, kimi dilerse, ona
    vereceği bir fadi’dır.

    Allah, büyük fadl (kerem) Sahibidir.”

    [7]


    “Allah, Risâletini (Elçiliğini) nereye
    vereceğini, çok iyi bilendir.”

    [8]



     

    Peygamberlerin Sıfat Ve Faziletlerinden Bazıları:    Başa Dön


     

    Bütün Peygamberler (Salâtü selâm olsun onlara),
    ancak erkekler arasından se­çilip gönderilmişlerdir, (Nahl: 43, Enbiya: 7),
    Babaları ve Din’leri, bir Kardeş olup

    [9]

    küçük

    [10]

    ,
    büyük günahlardan, küfürden uzaktırlar.

    [11]


    Ancak, onların bazısından -Makamlarına göre- kusur
    sayılabilecek bazı davra­nış ve sürçmeler vuku bulabilirdir.

    [12]


    Peygamberler, en Emîn,

    [13]


    Allah’ın emir ve nehiylerini, insanlara, hiç
    eksiltmeden, artırmadan, ulaştıran,

    [14]


    Elçilik vazifesini yaparken, Allâh’dan başka hiç
    kimseden korkmayan,

    [15]


    En doğru sözlü, en doğru özlü,

    [16]


    Kısa akıllılıktan,

    [17]


    Yanılgıdan uzak,

    İnsanların bilmedikleri, bilemeyecekleri
    şeyleri-Allâh ‘dan telakki eyledikleri Vahy ile bilen, bildiren,

    [18]


    İnsanlara, Allâhın ayetlerini okuyan, Kitap ve Hikmeti
    öğreten, onları maddî ve manevî kirlerden temizleyen,

    [19]


    İnsanları, doğru yola öğütleyen ve onların
    esirgenmelerini dileyen

    [20]

    ,
    Mükâfatlarını, dünyada insanlardan değil, Âhirette Rabbül’âlemîn’den
    alacaklarını açıklayan Allah Elçileridir.

    [21]


    Peygamberlerin, Yüce Allah’ın izniyle, Mucizeler
    göstermeleri, gerçektir ve gös­termişlerdir.

    [22]


    Muhammed Aleyhisselâma ise, devamlı Mucize olarak
    Kur’ân-ı Kerim -Vahy edil­mek suretiyle- verilmiş olduğundan, Kendisi, Kıyamet
    günü, Peygamberlerin en çok ümmetlisi olacaktır.

    [23]



     

    Peygamberlerin İlki Ve Sonuncusu; Nebi Ve Resullerin
    Sayısı:
       Başa Dön


     

    İnsanlara gönderilen Peygamberlerin ilki Âdem
    Aleyhisselâm

    [24]

    ,
    Sonuncusu da, Muhammed Aleyhisselâmdır.

    [25]


    Eshab-ı kiramdan Ebû Zerrül Gıfârî der ki:

    “Nebî aleyhisselâm’a: (Yâ Resûlallâh! Nebilerin
    evveli hangisidir?) diye sordum.

    iÂdem’dii^ buyurdu.

    (O, Nebî mi idi?) diye sordum.

    (Evet! Mükellem bir Nebî idi.) buyurdu.

    [26]


    (Yâ Resûlallâh! Nebilerin sayısı, kaçtır?) diye
    sordum.

    [27]


    (Yüz yirmi dört bindir.) buyurdu.

    (Yâ Resûlallâh! Onlardan, kaçı, Resuldür?) diye
    sordum.

    (Üçyüz onbeş veya üçyüz onüç

    [28]

    kişilik bir cemaat!) buyurdu.”

    [29]



     

    Muhammed Aleyhisselâm’ın Hem Nebî, Hem Resul Oluşu:    Başa Dön


     

    Muhammed Aleyhisselâm, hem Nebî, hem Resul idi.

    “Muhammed, adamlarınızdan hiç birinin babası
    değildir. Fakat, (O) Allah’ın Resûlu ve Nebilerin sonuncusudur. Allah, her şeyi
    hakkıyla bilendir.

    [30]


    “De ki: ey insanlar! Hiç şüphesiz, ben,
    göklerin ve yerin mülk (ve tasarrufu)na mâlik olan, Kendisinden başka hiç bir
    ilâh bulunmayan, diriltmekte ve öldürmekte olan Allah’ın, size, hepinize
    gönderdiği Resulüyüm!

    O halde, Allah’a ve Onun Ümmî Nebîolan Resûluna -ki,
    Kendisi de, O Allah’a ve Onun sözlerine iman etmekte olandır- iman ediniz! Ona,
    tâbi olunuz ki, doğru yolu bulmuş olasınız!

    [31]


    “Sen, hiç şüphesiz, gönderilen
    (Peygamberlerdensin!”

    [32]


    “Ey Resul! Sana, indirileni tebliğ et!

    Eğer yapmazsan, (Allah’ın) Elçiliğini tebliğ (ve
    ifâ) etmiş olmazsın!

    Allah, Seni, insanlardan koruyacaktır.

    Şüphesiz ki, Allah, kâfirler güruhunu muvaffak
    kılmaz.

    [33]


    Tarihî kaynaklara göre de: Cebrail Aleyhisselâm,
    Muhammed Aleyhisselâm’a ilk defa gelip Alak sûresinin başından beş âyet Vahy
    ettikten sonra, gündüzün, yerle gök arasını dolduran bir insan suretinde
    görünerek:

    “Yâ Muhammed! Sen, Allah’ın Resulüsün! Ben,
    Cebrail’im!” diye hitab et­miştir.

    [34]


    Eshab-ı kiramdan Câbir b. Abdullah: “Peygamber
    Aleyhisselâm, özel olarak Kendi Kavmına, genel olarak ta, bütün insanlara
    gönderildi.” Demiştir.

    [35]


    Peygamberimiz Aleyhisselâm da, Peygamberliğini,
    Abdulmuttalip Oğullarına açıklarken:

    “Ey Abdulmuttalip Oğulları! Ben, özel olarak
    size, genel olarak ta, bütün insanlara gönderildim!” buyurmuştur

    [36]



     

    İnsanlara Gönderilen Her Peygamberin İsim Ve
    Kıssasının Bildirilmediği:
       Başa Dön


     

    Kur’ân’ı Kerimde isimleri anılan ve kıssaları az
    veya çok anlatılan Peygamberler de, vardır, isimle­ri anılmayan ve kıssaları
    anlatılmayan Peygamberler de, vardır.

    Bu husus, Kur’ân-ı Kerimde şöyle açıklanır:

    “And olsun ki: Senden önce de, bir çok Resuller
    gönderdik.

    Onların içinden, Sana, kıssalarını anlattıklarımız
    da, vardır, Sana, bildirmediklerimizde, vardır.”

    [37]



     

    Kur’ân-ı Kerimde İsimleri Anılan Veya Kıssaları
    Anlatılan Peygamberler:
       Başa Dön


     

    1-) Âdem
    Aleyhisselâm,

    2-) İdris
    Aleyhisselâm

    3-) Nuh
    Aleyhisselâm

    4-) Hûd
    Aleyhisselâm

    5-) Salih
    Aleyhisselâm

    6-) İbrahim
    Aleyhisselâm

    7-) İsmail
    Aleyhisselâm

    😎 İshak
    Aleyhisselâm

    9-) Lût
    Aleyhisselâm

    10-) Yâkub
    Aleyhisselâm

    11-) Yûsuf
    Aleyhisselâm

    12-) Eyyub
    Aleyhisselâm

    13-) Zülkifl
    Aleyhisselâm

    14-) Şuayb
    Aleyhisselâm

    15-) Mûsâ
    Aleyhisselâm

    16-) Harun
    Aleyhisselâm

    17-) İlyas
    Aleyhisselâm

    18-) Elyesa’
    Aleyhisselâm

    19-) Yûnus
    Aleyhisselâm

    20-) Dâvud
    Aleyhisselâm

    21-) Süleyman
    Aleyhisselâm

    22-) Lukman
    Aleyhisselâm

    23-) Uzeyr
    Aleyhisselâm

    24-) Zülkarneyn Aleyhisselâm

    25-) Zekeriyya Aleyhisselâm

    26-) Yahya
    Aleyhisselâm

    27-) İsâ
    Aleyhisselâm

    28-) Muhammed
    Aleyhisselâm

    Bu Peygamberlerden, ilgili bahislerde görüleceği
    üzere, Lokman, Zülkarneyn.. Aleyhisselamlar gibi bazılarının Peygamber mi, Veli
    mi? oldukları hakkında, bilgin-lerce görüş birliği sağlanamamıştır.

    [38]



     

    Peygamberlerin
    Üstünleri Ve En Üstünü:
       Başa Dön


     

    Peygamberlerin hepsi aynı derecede ve meziyette
    olmayıp Yüce Allah, Onlar­dan kimine, kiminden üstün meziyetler vermiş, birisi
    ile söyleşmiş, birisini de, dere­celerle yükseltmiştir. (Bakare: 2/253)

    [39]



     

    Peygamberlerin Ülül’azm Olanları Ve Onların
    Seyyid’i:
       Başa Dön


     

    Peygamberlerin Ulül’azmleri (Ahkaf: 46/35), rivayete
    göre:

    1-) Nûh,

    2-) İbrahim,

    3-) Mûsâ,

    4-) İsâ,

    5-) Muhammed
    Aleyhisselâm olduğu gibi.

    [40]


    Sahih bir Hadîs-i şerîfe göre de: Peygamberlerin
    Seyyidleri de, Nuh Aleyhisse­lâm, İbrahim Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâm, İsâ
    Aleyhisselâm ve Muhammed Aleyhisselâm olmak üzere beştir.

    Muhammed Aleyhisselâm ise, bu Beş’in Seyyididir.

    [41]

    Kıyamet gününde de, Âdem oğullarının Seyyidi O’dur.

    [42]


    Öncekilerin ve sonrakilerin

    [43]

    Kıyamet gününde Hamd sancağı, Ona verilecek.

    [44]

    O gün, Peygamberlerin İmamı, Hatîbi ve Şefaat Sahibi O olacak.

    [45]

    Bütün Peygamberler, Onun Sancağı altında toplanacaktır.

    [46]



     

    Vahy Ve Vahy Tarzları:    Başa Dön


     

    Dil Teriminde: Sür’atli işaret, Kitabet, Risâlet,
    İlham ve Gizli Kelâm., gibi tür­lü mânâlara gelen

    [47]

    Vahy; Din Teriminde: Yüce Allah’ın, dilediğini, Peygamber­lerine, dilediği
    tarzlarla bildirmesidir.

    [48]


    Vahy’in, müteaddid tarzlarından birincisi: uykuda
    görülen ve görüldüğü gibi, apaçık çıkan Rü’yâ tarzıdır.

    [49]


    Vahy; Peygamberlere, uyanık iken geldiği gibi,
    uyurken, Rü’yada da, gelirdi

    [50]

    Peygamberlerin Rü’yaları Vahy’dir.

    [51]


    Nitekim, İbrahim Aleyhisselâm’a, İsmail Aleyhisselâm
    hakkındaki İlâhî emir, Rü’-yasında verilmişti.

    [52]


    Peygamberlerin gözleri uyuşa da, kalbleri uyumaz.

    [53]

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Hadis-i şeriflerinde: “Ey Âişe! Benim
    gözlerim uyur, kalbim uyumaz.”

    [54]


    “Bana (Ey Muhammed! Gözlerin, uyusun, kulağın
    işitsin, kalbin ezberlesin!) bu-yuruldu.

    Gözlerim uyudu. Kalbim ezberledi. Kulağım da
    işitti.” buyurmuşlardır.

    [55]



     

    Rü’yâ Ve Rü’yâ Çeşitleri:    Başa Dön


     

    Uyuyanın, uykusunda bazı şeyler görmesine, Rü’yâ ve
    Hulm (Düş) denir.

    [56]

    Fakat, Rü’yâ’da görülen şeyler, daha çok hayr ve güzel şeyler üzerine olur.
    Hulm’de ise, görülen şeyler, daha çok şer ve çirkin şeyler üzerine olur.

    [57]


    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Rü’yâ ve Hulm
    hakkında şöyle bu­yurmuşlardır:

    “Salih Rü’yâ, Allâh’dandır, Hulm ise Şey
    tandandır. “

    [58]


    “Zaman(ın sonu), yaklaşınca, Müslümanların
    Rü’yâsı, hemen hemen yanlış çıkma­yacaktır.”

    “Sizin, en doğru Rü’yâ göreniniz, en doğru
    söyleyeninizdir.”

    Rü’yâ, üç çeşittir:

    Yüce Allah tarafından (kuluna) müjde olan Salih
    Rü’yâ,

    “Şeytan tarafından korku, üzüntü veren Rü’yâ,

    Kişinin, kendi nefsinden, kendisine telkin
    mâhiyetinde vâki, olan (uyanık iken, içinden geçirmiş oldukları şeyleri,
    uyurken düşünde görmek gibi.)

    [59]

    Rü’ya.”

    [60]


    Şeytan, Âdem oğullarına karşı beslediği şiddetli
    düşmanlık sebebiyle, her za­man, onlara sataşır, her yönden tuzaklar kurar, her
    yolla onların işlerini bozmak ister.

    Gördükleri Rü’yalarını da, ya içlerine yanlışlar
    karıştırarak, ya da, onlardan gaf­lete düşürmek suretiyle örtüp belirsiz ve
    yararsız hale getirir.

    [61]



     

    Mübeşşirat Ve Salih Rü’yâ:    Başa Dön


     

    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm:

    “Risâlet de, Nübüvvet de, kesintiye uğramış,
    sona ermiştir.

    Benden sonra (gelecek) ne Resul vardır, ne de,
    Nebi!” buyurmuş, bu, Eshaba çok ağır gelmişti.

    [62]


    Bunun üzerine, Peygamberimiz Aleyhisselâm :

    “Peygamberlikten bir şey kalmamıştır!

    [63]

      Amma,  Mübeşşirât

    [64]

    ,  vardır!” buyurdular.

    [65]


    “Yâ Resûlallâh! Mübeşşirât nedir?” diye
    sordular.

    [66]

    Peygamberimiz Aleyhisselâm: “Müslüman kişinin Rü’yâsıdır!”

    [67]

    Salih Rü’yâdır!” buyurdu.

    [68]



     

    Vahy Tarzlarından 2-7’ye Kadar Olanlar:    Başa Dön


     

    Vahy
    tarzlarından ikincisi:
    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmda olduğu gibi,
    Vahy edi­lecek Kelâm’ın

    [69]

    ,
    Melek, görünmeksizin

    [70]

    Peygamberlerin kalbine ilka buyrulmasıdır.

    [71]


    Yüce Allah, Cebrail Aleyhisselâmda, İlâhî hitaba
    muhâtab ve İlâhî emri tebliğe memur bulunduğu hakkında zarurî bir ilim
    yarattığı gibi, Peygamberimizin kal­binde de, zarurî bir ilim yaratırdı da,
    Peygamberimiz, kalbine ilka olunan şeyin, mücerred bir ilhamdan ibaret
    bulunmadığını, Cebrail Aleyhisselâmın, Allâh’dan getirdiği bir Vahy olduğunu
    kesin olarak bilirdi.

    [72]


    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm :

    “Hiç şüphesiz, Rûhulkudüs (Cebrail Aleyhisselâm),
    kalbime, şunu ilka ve Vahy etti ki: “Hiç bir nefs

    [73]

    ,
    Eceli dolmadıkça

    [74]

    ,
    rızkını, tamam olarak almadıkça, ölmez!

    Öyle ise, Allâh’dan sakınınız da, onu, güzel ve
    meşru’ yollardan arayınız!

    [75]


    Helâl olanı, alınız! Haram olanı, bırakınız!

    [76]


    Rızık, gecikirse, onu, Allah’a mâsiyetle elde etmeğe
    kalkışmayınız!

    Çünki, Allah katındaki şeye, Allah’a itaatin başkası
    ile nail olunamaz!”

    [77]

    Hadîs-i şeriflerinde olduğu gibi.

    [78]


    Vahy
    tarzlarından üçüncüsü:
    Vahy Meleğinin, insan suretine girerek Vahy
    edilecek şeyi

    [79]

    , bir
    insanın, bir insana tevdi edişi gibi, Vahy edişidir.

    [80]


    “Yâ Resûlallâh! Vahy, Sana, nasıl gelir?”
    diye sorulduğu zaman, Peygambe­rimiz Muhammed Aleyhisselâm:

    “Bazı kerre Melek, benim için, insan suretine
    girer, benimle konuşur. Ben de, Onun söylediklerini, iyice bellerim.

    [81]


    Bu, bana, Vahy’in en kolay, gelenidir”
    buyurmuşlardır.

    [82]


    Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimiz Muhammed
    Aleyhisselâm’a, çok kerre Eshab’dan Dıhye b.Halîfe’nin suretinde gelirdi.

    [83]


    Eshâb-ı Kiramın, Onu gördükleri olurdu.

    [84]


    Vahy
    tarzlarından dördüncüsü:
    Vahy’in, dehşet saçan bir çan, çıngırak uğul­tusu
    gibi uğuldayarak gelişidir.

    [85]


    “Yâ Resûlallâh! Sana, Vahy nasıl gelir?”
    sorusuna, Peygamberimiz Aleyhis-selâm’ın verdikleri cevapta, Vahy’in bu tarzı,
    şöyle açıklanmış:

    “Vahy, bazan bana, çıngırak sesi gibi (müthiş
    bir madenî ses uğultusu ile) gelirdir ki, Vahy’in bana, en ağır geleni de,
    budur!

    Vahy hali, benden kalkınca, Meleğin, bana söylemiş
    olduğunu, iyice bellemiş bulu­nurum!” buyrulmuştur.

    [86]


    İşitilen bu şiddetli ses, ya Vahy Meleğinin kendi
    sesi, ya da, kanadlarının uğul­tusu idi.

    [87]


    Bunun hikmeti de, Vahy’i, telakki ve hıfz için,
    Peygamberimizin kalbini topar­lamak ve hazırlamak

    [88]

    ,
    kulaklarının ve kalbinin, Vahy Meleğinin sesinden baş­kası ile meşgul olmasına
    meydan bırakmamak içindi.

    [89]


    “Yâ Resûlallâh! Vahy’in gelişini
    sezermisin?” diye sorulduğu zaman, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm:

    “Evet! Sesi, işitir ve susarım.

    Bana, hiç bir sefer (bu tarzda) Vahy olunmamıştır
    ki, ruhum, alınıyor olduğunu san­mış bulunmayayım!” buyurmuştur.

    [90]


    Yüce Allah, bir emri Vahy etmek, Vahy suretiyle dile
    getirmek istediği zaman, Allah’ın emrinin korkusundan gökleri, son derecede
    şiddetli bir titreme alır!

    [91]


    Göklerin halkı olan Melekler de, İlâhî Kelâmı, düz
    ve sert bir kayaya çarpan demir zincir(in çıkardığı korkunç ses) gibi işitince

    [92]

    ,
    Allah’ın Kelâmına karşı duy-öukian derin haşyetten üoîayı, kanaöiannı ç/rparla

    [93]

    baygın düşüp secdeye ka­panırlar!

    Ayılıp secdeden başını ilk kaldıran, Cebrail
    Aleyhisselâm, olur.

    Yüce Allah, Ona, Vahy’lerinden, dilediğini, söyler.

    [94]


    Cebrail Aleyhisselâm, yanlarına gelinceye kadar,
    öteki Melekler, öylece bay­gın halde kalırlar.

    Cebrail Aleyhisselâm, Meleklere uğrar.

    [95]


    Her göğe uğradıkça

    [96]

    ,
    kalblerinden korku kaldırılan

    [97]

    ,
    o gök halkı olan

    [98]

    Me­lekler,
    Ona:

    “Ey Cebrail!”

    [99]

    Rabbımız

    [100]

    , ne
    buyurdu?” diye sorarlar. Cebrail de:

    “Hakkı, buyurdu!

    [101]

    En Yüce, en büyük olan O’dür!” der. Meleklerin hepsi de, Cebrail
    Aleyhisselâmın söylediği gibi, söylerler.

    [102]


    Vahy’in bu tarzından, Peygamberimiz Muhammed
    Aleyhisselâm, beşeriyet sı­fatından soyunup, sıyrılıp Melekiyet sıfatına
    bürünerek Vahy’i, Cebrail Aleyhis-selâmdan alırdı ki, bu, Vahy’in en zor, en
    güç olanı idi.

    [103]


    Eshâb-ı kiramın görüp anlattıklarına göre:

    Vahy’in inişi sırasında, Peygamberimiz Muhammed
    Aleyhisselâm’a, ağır bir sıkıntı basar, yüzü gül gibi olur

    [104]

    ,
    gözlerini kapar

    [105]

    ,
    başını önüne eğerdi.

    Yanında bulunanlar da, başlarını, önlerine
    eğerlerdi.

    [106]

    Peygamberimiz Aleyhisselâm, o hallerinde, çabuk çabuk nefes alırdı.

    [107]

    En soğuk günde bile, alnından inci taneleri gibi ter dökülürdü.

    [108]


    Vahy hali, sona erinceye kadar, yanında
    bulunanlardan hiç biri başlarını kaldı­rıp Peygamberimizin yüzüne bakmağa kadir
    olamazlardı.

    [109]


    Vahy’in ağırlığı veya hafifliği, inen Sûre’nin
    ağırlığı veya hafifliği ile orantılı bu-lunurdu.

    [110]


    Yâni, inen Vahy, va’d ve tebşir mâhiyetinde ise,
    Cebrail Aleyhisselâm, beşer suretinde gelir, hitab ve telakki, Peygamberimize
    bir güçlük vermezdi.

    İnen Vahy, azab ve korkutmakla ilgili bulunduğu
    zaman, dehşet saçan bir çan, çıngırak uğultusuyla uğuldayarak gelirdi.

    [111]


    Deve üzerinde bulunduğu sırada da, Peygamberimiz
    Muhammed Aleyhisse-lâma böyle Vahy geldiği olur, devenin, inen Vahy’in
    ağırlığına dayanamadığı

    [112]

    ,
    bacaklarının ikiyana ayrıldığı, büküldüğü, kırılacak gibi olduğu, bazan da,
    çöktü­ğü görülürdü.

    [113]


    Vahy
    tarzlarından beşincisi:
    Vahy Meleği Cebrail Aleyhisselâmın, Yüce Al­lah
    tarafından yaratıldığı aslî hey’et ve surette görünerek

    [114]

    Yüce Allah’ın dile­diğini, Peygamberimiz Aleyhisselâm’a Vahy edişidir.

    [115]


    Bu da, iki kerre vuku bulmuş

    [116]

    ,
    Peygamberimiz Aleyhisselâm, Cebrail Aley-hisselâmı, yaratıldığı aslî hey’et ve
    suret üzere altıyüz kanadıyla

    [117]

    iki defa

    [118]

    ,
    yerle gök arasını doldurur bir halde görmüştür.

    [119]


    Vahy
    tarzlarından altıncısı:
    Yüce Allah’ın Mirâc gecesinde olduğu gibi

    [120]

    ,
    göklerin üstünde

    [121]

    ,
    Peygamberimiz Aleyhisselâm’a, uyanık iken, perde arka­sından, hitabda
    bulunması, ya da, uyurken, arada, Vahy Meleği bulunmaksızın, Peygamberimizle
    konuşmasıdır.

    [122]


    Vahy
    tarzlarından yedincisi de:
    Yüce Allah’ın, arada, Vahy Meleği bulunmak­sızın,
    Peygamberimiz Aleyhisselâma doğrudan doğruya hitab buyurmuş ol­masıdır.

    [123]


    Peygamberimiz Aleyhisselâmın bildirdiklerine göre:
    Mirâc gecesinde, Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimizi, yukarı götüre götüre,
    nihayet (Kaza ve Kaderi ya­zan) Kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar yüksek
    bir yere çıkardı.

    [124]


    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm orada,
    Cennet’ten, yemyeşil bir Ref-ref(ipek döşek)’in, birden, ufku kapladığını,
    doldurduğunu, gördü.

    [125]


    Peygamberimiz, onun üzerine oturdu.

    Cebrail Aleyhisselâm, Peygamberimizden ayrıldı.

    [126]


    Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm, Aziz ve Cebbar
    (dilediğini, yaptır­mağa kadir olan) Rabb’ına, yükseltilip yaklaştırıldı.

    [127]


    Kendisinden, bütün sesler, kesildi.

    [128]


    Yüce Rabb’ının:

    “Korkma yâ Muhammed! Yaklaş! Yaklaş!”
    buyurduğunu işitmeğe başladı.

    [129]


    Nihayet, hiç bir kimsenin, hiç bir zaman erişememiş
    olduğu yakınlık Makamı­na, İlâhî huzura kabule, İlâhî ikram ve İhsana nail
    oldu.

    [130]

    Rabbını, gördü.

    [131]


    Yüce Allah, Mîrac gecesinde, Peygamberimiz
    Aleyhisselâm’a, Vahy etmek is­tediğini, istediği şekilde Vahy etti.

    [132]



     

    Peygamberlere İndirilen İlahî Kitab Ve Sahîfeler :    Başa Dön


     

    Yüce Allah tarafından, Peygamberlere indirilen yüz
    dört Kitabtan, dördü Tevrat, Zebur, İncil ve Furkan (Kur’an), yüzü de,
    Sahifeler halinde olup dört büyük Kitabdan, Tevrat Mûsâ Aleyhisselâm’a, Zebur
    Dâvûd Aleyhisselâm’a, İncil İsâ Aleyhisselâm’a, Furkan (Kur’an)da, Muhammed
    Aleyhisselâm’a indirilmiştir.

    [133]


    Sahîfe halindeki Kitablardan On Sahîfesi Âdem
    Aleyhisselâma, Elli Şahîfesi Şis Aleyhisselâma, Otuz Sahîfesi İdris
    Aleyhisselâm’a, On Sahîfesi de İbrahim Aleyhisselâm’a indirilmişti.

    [134]


    Tevrattan önce Mûsâ Aleyhisselâm’a da, on Sahife
    indirilmişti.

    [135]



     

    Din Ve Mâhiyeti:    Başa Dön


     

    Din; Dil teriminde: Ceza, İslâm, Âdet, İbâdat, Tâat,
    Inkıyad, Hükm, Ferman, Tevhid, Millet, Şeriat, Vera ve Takva, Hisab… gibi
    türlü mânâlara gelir.

    [136]


    Şeriat Teriminde Din: Peygamberin, Allah tarafından
    getirip tebliğ ettiği şeyle­ri kabule, akıl sahiplerini davet eden İlâhî
    Kanundur.

    [137]


    Bu İlâhî Kanun’a, uyulduğu için, Din denir.

    [138]

    Allah’ın, açık ve geniş yolu olduğu

    [139]

    ,

    Kullar, bağlansınlar diye konulan hükümlerden ibaret
    bulunduğu için de, Şeri­at denir.

    [140]


    Şeriat’a, Şeriat denilmesi, sıdk ve sadâkatla
    bağlananın hem susuzluğunu gi­dereceği, hem de, günah kirlerinden arıtıp
    temizleyeceği içindir.

    [141]


    Din’e, Millet denilmesi de; üzerinde toplanıldığı, yüründüğü
    içindir.

    Din ve Millet, aslında bir olup aralarındaki fark,
    itibarîdir ve Din’in, Yüce Al­lah’a, Millet’in de, Peygambere nisbet edilmiş
    olmasından ibarettir.

    [142]


    Din; İmân, İslâm ve bütün Şeriatları kaplayan umûmî
    bir isimdir.

    [143]



     

    İman Ve Mü’min:    Başa Dön


     

    İman; Dil Teriminde: bir kimseyi, söylediği sözde
    tasdik edip doğrulamak, ken­disine inanmak demektir.

    [144]


    Başka bir deyişle: İman, kalb ile tasdik etmektir.

    [145]


    Şeriat Teriminde: İman, Yüce Allah katından
    getirdiği şeylerde, Peygamberi

    [146]

    ,
    kalb ile tasdik ve dil ile ikrar etmek

    [147]

    ,
    beden ile de, gereğini, yerine ge-tirmektir.

    [148]


    Mü’min: Allah’ı, Allah’ın Resulünü ve Onun,
    Allâh’dan getirdiği şeyleri tasdik eden kimse demektir.

    [149]


    Gök ve yar halkının İmanı, inanılacak şeyler
    cihetinden, ne artar, ne de, eksilir. Fakat, İman, yakîn ve tasdik cihetinden,
    artar da, eksilir de.

    Mü’minler; İmanda ve Allah’ı tevhid (bir tanıma)
    hususunda, birbirlerine eşid, amellerde ise, birbirlerinden farkhdırlar.

    [150]



     

    İman’ın Çeşidleri:    Başa Dön


     

    Beş türlü İman vardır:

    1) Matbu
    İman,

    2) Masum
    İman,

    3) Makbul
    İman

    4) Mevkuf
    İman,

    5) Merdud
    İman,

    Matbu İman: Meleklerin İmanıdır.

    Masum İman: Peygamberlerin İmanıdır.

    Makbul İman: Mü’minlerin İmanıdır.

    Mevkuf İman: Bid’atcıların İmanıdır.

    Merdud İman: Münafıkların İmanıdır.

    [151]


    İman; öyle bir nurdur ki, onun nuru, insanın bütün
    azasına yayılmıştır.

    Fakat, insanın âzasından birisi kesilince, İman,
    parçalanmaz olduğu için, ora-lan, kalbe gider.

    İslâm; Allah’ı, keyfiyetsiz olarak bilmektir.

    Bunun yeri, göğüstür.

    İman; Allah’ı, Allâh’lığı ile bilmektir.

    Bunun yeri, yürektir.

    Yürek te, göğsün içindedir.

    Marifet; Allah’ı, Sıfatları ile bilmektir.

    Bunun yeri, Gönüldür.

    Gönül de, Kalb’in içindedir.

    Tevhid; Allah’ı, Birliği ile bilmektir.

    Bunun yeri, Sırr’dır.

    Sırr da, Gönül’ün içindedir.

    Bunlar, Nûr sûresinin Nûr âyetindeki Nur temsilini
    andırırdır.

    Bunlar, dört gerdanlıktır ki, dördü de, birbirinden
    ayrı, gayrı değildirler. Hepsi birleşince, Din olurdur.

    [152]



     

    Kalb Ve Çeşidleri:    Başa Dön


     

    Kalb’in iki türlü mânâsı vardır.

    Birisi; göğsün sol tarafında, sol memenin altına
    doğru konulmuş, çam kozala­ğı şeklini andırır, cismânî bir et parçası olup buna
    yürek denir.

    Bunun içinde boşluklar vardır ve içi, siyah kanla
    doludur.

    Bu Yürek, Rûh’un kaynağıdır, hayvanlarda da,
    ölülerde de, bulunur.

    Kalb’in ikincisi, Gönül’dür ki, işte, gözle
    görülmeyen, Rûhânî, Rabbânî bir La-öfe olan, cismânî Kalb, Yürek ile de,
    alâkası bulunan ve insanın hakîkatı olan, insanda anlayan, bilen, hitab edilen,
    cezalandırılan, azarlanan ve istenilen Kalb, budur.

    Cismânî Kalb ile, Yürek ile alâkasını kavramakta
    halkın, çoğunun akıllarını hay­rette bırakan bu Kalb’in hakîkatini araştırmak,
    Mükâşefe ilimlerine bağlı olup bu da, Rûh’un sırrını açıklamağa kalkışmak demek
    olacağından, Resûlullâh Aley-hisselâm’ın konuşmadığı Rûh hakkında, başkasının
    konuşmağa hakkı bulunma­yacağı açıktır.

    [153]


    İnsanlarda dört çeşid Kalb bulunur:

    l) Ecred
    Kalb,

    2) Ağlef
    Kalb,

    3) Menküs
    Kalb,

    4) Musaffah
    Kalb.

    Ecred, yâni saf, parlak, kinsiz Kalb, Mü’minlerin
    kalbidir ki, onda İman nuru, güneş gibi parıldar.

    Ağlef, yânif gılıflı, kapalı, örtülü kalb,
    kâfirlerin, münkirlerin kalbidir.

    Menküs, yâni tersine çevrilmiş Kalb, münafıkların
    Kalbidir ki, onlar, gerçeği ta­nır, sonra da, inkâr ederlerdir.

    Musaffah, yâni, iki yüzlü Kalb, içinde hem İman, hem
    de, nifak bulunan kalbdir. İman, böyle olan kalbde, temiz su ile yetişen ve
    gelişen sebzeye nifak ise, kan ve irinle gelişen bir çıbana benzer ki,
    bunlardan hangisi, diğerine galebe çalar­sa, onu, bastırır ve geriletir.

    [154]


    Nifak; İman, dil ile açıklandığı halde, Kalbde küfr
    ve inkârı gizlemektir.

    [155]



     

    Mü’min İle Müslüman Arasındaki Fark:    Başa Dön


     

    Her Mü’min, Müslümandır.

    Fakat, her Müslüman, Mü’min değildir.

    Çünkü, bir kimse, Mü’min olmadığı halde, Şehâdet
    getirmek suretiyle, kendi­sini, Müslüman gösterebilir.

    Eshab-ı kiramdan Sa’d b.Ebî Vakkas: “Yâ
    Resûlallâh! (Mü’minlere verilecek mallardan) filana verdin, filan kimseye ise
    vermedin. Halbuki, o da, Mü’mindi?” dediği zaman, Peygamberimiz:
    “Ona, Mü’min deme! Müslüman de!” buyurmuştur.

    [156]

    Kur’ân-ı Kerimde de, bu hususta şöyle buyrulur: “Bedevîler, (Biz, İman
    ettik!) dediler.

    Onlara, de ki: (Siz, İman etmediniz amma, bari
    (Müslüman olduk!) deyiniz. İman, henüz, sizin kalblerinize girip
    yerleşmemiştir.

    [157]



     

    Münafıklık, Fâsıklık Ve Kâfirlik:    Başa Dön


     

    Bir kimse, dili ile şehâdet getirir, bedeni ile amel
    eder de, Kalb ile tasdikte bu­lunmazsa, o, Münafık olur.

    Bir kimse, dili ile tasdikte bulunur, da, bedeni ile
    amel etmezse, o da, Fâsık olur.

    [158]


    Fısk: Yüce Allah’ın emrini terk ve Ona isyan etmek,
    doğru yoldan sapıp çık­mak demektir.

    [159]

    Hiç şehâdet getirmeyen kimse ise, Kâfir ve Münkirdir.

    [160]



     

    Allah Katında Makbul Din Bütün Peygamberlerin Dini:    Başa Dön


     

    Kur’ân-ı Kerimde açıklandığına göre: Allah katında
    makbul din, İslâm Dini’dir.

    [161]


    İnsanların, ilk zamanlardan beri tuttukları,
    bağlandıkları tek ve umûmî Din de, İslâm Dini, Tevhid Dini’dir.

    Gelmiş, geçmiş bütün Peygamberler, İslâm Dininin
    esaslarını tebliğe çalışmışlar, bu Dinde can vermiş, can vermeyi özlemişlerdir.

    Âdem Aleyhisselâm’dan sonra, Ebülbeşer olan

    [162]

    ,
    başka bir deyile: Tufan­dan sonra (İkinci Âdem Baba) diye tanınan

    [163]

    Nuh Aleyhisselâm, Müs-lûmandı.

    [164]


    Peygamberler Atası İbrahim Aleyhisselâm da, Onun
    Oğulları ve Torunları da, Müslüman idiler.

    [165]


    Yûsuf Aleyhisselâm da, Allah’a “…Benim
    canımı, Müslüman olarak al…” diye dua etmiştir.

    [166]


    Mûsâ Aleyhisselâmın, Firavun ‘u davet ettiği Din de,
    İslâm Dini idi.

    Bunu, hem Mûsâ Aleyhisselâm, hem Firavun’ın imân ve
    ihtida eden sihirbazları ve hattâ bizzat Firavun bile ikrar ve ifâde etmiştir.

    [167]


    Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra, İsrail oğullarına
    Peygamber olarak gönderilen isâ Aleyhisselâm da, Müslümanlık ve Tevhid
    akîdesini tebliğ etmiş: “Şüphe yok ki, Allah, benim de, Rabb’ım, sizin de
    Rabb’ınızdır.

    Öyle ise, Ona ibâdet ediniz!

    İşte, doğru yol budur!” demiş, onlardan, küfr
    ve inkâr taştığını hissedince de “Allah’a doğru giden yolda, bana yardım
    edecekler kimdir?” dediği zaman, Ha­varileri de “Biziz Allah’ın
    yardımcıları! Allah’a, inandık. Sen de, ey İsâ! Şâhid ol ki, biz, muhakkak
    Müslümanlarız!” demişlerdir.

    [168]


    “(İnsanları) Allah’a (iman ve ibâdete) davet
    edenden, (Kendisi de iyi amel (ve hareketlerde bulunandan ve: ben,
    Müslümanlardan’ım!” diyenden daha güzel söz­lü kim olabilirdir? (Fussilet:
    33)”

    [169]



     

    Tevhid Akidesi:    Başa Dön


     

    islâmiyette, her şeyden önce, Allah’ın varlığına ve
    Birliğine imân etmek

    Farz’dır.

    [170]


    İslâm Dininin bu Tevhid akîdesi, Allah’ın Birliğine,
    Ondan başka ibadet edile­cek hiç bir Mâbud bulunmadığına inanmak demektir ki,
    bu da, Kur’ân-ı Kerimde ve Hadîs-i şeriflerde (Lâ ilahe illallah = Allâh’dan
    başka ilâh yoktur.) Kelime-i Tev­hidi ile en özlü bir şekilde ifâde
    buyrulmuştur.

    [171]



     

    Bütün Peygamberlerin, Ümmetlerine Tevhid Akidesini
    Telkine Çalışmaları Ve Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmın Vazifesinin Şümul
    Ve Azameti:
       Başa Dön


     

    Bütün Peygamberler ve özellikle: İdris Aleyhisselâm

    [172]

    ,
    Nuh Aleyhisselâm

    [173]

    ,
    Hûd Aleyhisselâm

    [174]

    ,
    Salih Aleyhisselâm

    [175]

    İbrahim Aleyhisselâm

    [176]

    Şuayb Aleyhisselâm

    [177]

    Mûsâ Aleyhisselâm

    [178]

    Ilyas Aleyhisselâm

    [179]

    İsâ Aleyhisselâm

    [180]


    gönderildikleri kavmları, putperestlikten kurtarmağa
    ve Bir Allah’a iman ve iba­det ettirmeğe olanca çabalarını harcamışlar, hattâ,
    bu yolda can verenler bile ol­muş, ne yazık ki, umulan mutlu sonuca
    ulaşılamamış;

    Her yerinden küfür ve şirk fışkıran, Dinî, ahlâkî,
    içtimaî bunalımlar ve bozuk­luklar içinde çalkalanan koskoca bir putperestlik
    dünyasıyla tek başına uğraşmak ve sonuç almak vazifesi, Âhir zaman Peygamberi
    Muhammed Aleyhisselâm’a kalmıştır.

    Muhammed Aleyhisselâm; (merkezden, muhîta doğru
    açılan dalga dâireleri gi­bi) Mekke ve çevresinden başlayarak!

    [181]

    ,
    insanları Allah’ın doğru yoluna, önce, hikmet ve güzel öğütlerle davet etmek

    [182]

    ,
    (Davetini kabul edenleri, cennet nimet­leri ile) müjdelemek, (davetini, kabul
    etmeyenleri, Cehennem azâbıyla) korkutup uyarmak

    [183]

    ,

    Sonra da fitne ve fesad, ortadan kalkıncaya, Din,
    tamamıyla Allah’ın oluncaya

    [184]

    ,

    İslam Dini, bütün dinlere üstün gelinceyedek

    [185]

    ,

    Peygamberimiz Aleyhisselâmın deyişi ile:
    “İnsanlara, Lâ ilahe illallah = Allâh’dan başka ilâh yoktur!’

    [186]

    ,
    Muhammedürresûlullâh = Muhammed, Allah’ın Resûlu-dur!

    [187]

    dedirtinceye kadar savaşmak

    [188]


    gibi çok ağır ve ağır olduğu kadar da, şerefli bir vazifeyi yüklenmiştir.

    [189]



     

    Göklerle Yerin Ve Aralarındakilerin Nasıl Ve Niçin
    Yaratıldığının Kur’an-ı Kerimde Açıklanışı:
       Başa Dön


     

    “Onun (Allah’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman,
    ona: ol! demesinden ibarettir ki, o da, oluverirdir.”

    [190]

    Allah, göklerle yeri

    [191]

    ,
    aralarında bulunan şeyleri

    [192]

    ;

    Güneşi, Ay ve Yıldızları

    [193]

    ,
    hakkın ikamesine sebep olmak!

    [194]

    ,
    herkesin, ka­zandığı ne ise, kendilerine asla haksızlık edilmeksizin, onunla
    mukabele edilmek üzere

    [195]

    ve belli bir va’de için yarattı.

    [196]


    Göklerle yer, bitişik bir halde iken, Yüce Allah,
    onları, birbirinden ayırdı.

    [197]


    Gökleri, yedi gök olarak tesviye ve tanzirrf

    [198]

    ve her gök’e de, kendisine âid işi Vahy etti.

    [199]


    Göklere ve yere “İkiniz de, ister istemez,
    geliniz!” buyurdu.

    [200]

    Onlar da “İsteye isteye geldik!

    [201]

    dediler.

    [202]

    Yüce Allah; güneşi zıyalı, ay’ı nurlu yaptı,

    Kullar, yılların sayısını ve hisabını bilsinler
    diye, ay’in seyr ve hareketine muhte­lif menziller tayin etti.

    [203]


    Nitekim, güneş, Yüce Allah’ın takdiriyle, kendi
    karargâhına doğru seyr ve cere­yan eder durur,

    Ay da, tayin edilen menzil menzil miktarlara göre
    hareket ederek eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale dönerdir.

    Ne güneş, ay’a erişip çarpar, ne de, gece, gündüzü
    geçerdir.

    Semavî ecramdan hepsi de, ayrı ayrı birer felekte
    (yörüngede) yüzer durur­lardır!

    [204]


    Yüce Allah; insanlar, azıklarını, kolayca elde
    etsinler, yılların sayısını, vakitlerini, hisabını bilsinler diye her gün,
    geceyi giderip yerine, eşyayı gösterici gündüzü ge­tirirdir.

    [205]


    Geceyi, içinde dinlensinler, gündüzün de, işlerini
    görsünler diye yaratmıştır.

    [206]


    Yüce Allah; yeri de (insanların yerleşmelerine,
    gezip dolaşmalarına elverişli bir halde yaptı.

    [207]


    Onda, üzerlerindeki/eri, çalkalanmasın diye

    [208]

    sabit dağlar yarattı.

    [209]

    Yeri, bir karargâh, gök’ü, bir bina (kubbe) yaptı. Gökten de, yeteri kadar su
    indirip onu, yerde durdurdu.

    [210]

    Yere, aşılayıcı rüzgârlar da, gönderdi.

    [211]


    Orada, hikmet ve maslahata göre ölçülmüş, her
    şeyden, münasip nebatlar bitirdi.

    [212]


    Yerde, bir çok geçim sebepleri de, yarattı.

    [213]


    Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini (bir lütuf
    olarak) emrinize verdi.

    Şüphe yok ki, bunda, düşünecek bir kavm için,
    ibretler vardır.

    [214]


  • FETRET DEVRİ

    FETRET DEVRİ

     

    Fetret devri, Fetret çağı; Yüce Allah’ın gönderdiği
    Peygamberlerden iki Pey­gamber arasındaki -İsâ Aleyhisselâmla Muhammed
    Aleyhisselâm arasında oldu­ğu gibi- Peygamberliğin, kesintiye uğradığı,
    Peygambersiz zaman, durgunluk za­manı demektir.[1]

    Rivayete göre: İsâ Aleyhisselâmla Muhammed
    Aleyhisselâm arasındaki Fet­ret müddeti, altı yüz yıldır.[2]

    Kur’ân-ı kerim’de, Fetret devri ile ilgili âyette
    şöyle buyrulur:

    “Ey Ehl-i kitap! Peygamberlerin arası kesildiği
    bir zamanda, gerçekleri apaçık söyleyip duran Resulümüz (Muhammed) gelmiştir,
    ki, bize, ne (Cennetle) bir Müj-deleyici, ne de, (Cehennemle) bir Uyarıcı
    gelmedi! demeyesiniz diye, İşte, size, hem bir Müjdeci, hem bir Uyarıcı
    gelmiştir.

    Allah, her şeye hakkıyle kadirdir.”[3]

    Eshâb-ı kiramdan Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği bir
    Hadîs-i şerife göre: Mu­hammed Aleyhisselâm:

    “Ben, dünyada da, Âhirette de, Meryem oğlu
    İsa’nın en yakınıyım!” buyurunca,[4]
    Eshab:

    “Nasıl yâ resûlallâh?” diye sordular.[5]
    Muhammed Aleyhisselâm da: “Peygamberler, Baba bir kardeştirler.

    Anneleri, muhteliftir.[6]
    Fakat, dinleri birdir.

    Benim aramla, O’nun arasında[7],
    yâni[8],
    benimle İsâ Aleyhiselâm arasında[9]
    Pey­gamber yoktur!” buyurmuşlardır.[10]

    Fetret devri halkından olup ta, Peygamberimizi,
    çocukluğunda görüp kendisi­nin Peygamber olacağına inanan Hristiyan
    Rahiplerinden Bahîra gibi[11]
    veya gel­mesi beklenen Peygamberimize kavuşmak ve bağlanmak arzusu ile Şamdan
    Me­dine’ye gelip yerleşen Yahudi Bilginlerinden İbn Heyyiban gibi[12],
    ya da, putlar­dan ayrılmakla kalmayıp Yahudilerin, Hıristiyanların ve bütün
    milletlerin dinleri­ne girmekten de, kaçınarak İbrahim Aleyhisselâmın Hanîf ve
    Tevhid dini olan di­nini aramaktan geri durmayan[13]
    ve “Ben, İbrahim’in Rabbına ibadet ederim.”[14]
    “Ey Allah! Ben, Sana, nasıl ibadet edilmesini istediğini bilseydim, Sana,
    öyle ibadet ederdim!” diyen[15]
    Zeyd b.Amr, b.Nüfeyl gibi, Peygamberimizin Peygamberlik devrine erişmeden
    ölenler, Yüce Allah tarafından yarlıganır ve Cennet’e girerlerdir.

    Nitekim, Zeyd b.Amr’ın oğlu Eshab-ı kiramdan Saîd
    b.Zeyd: “Yâ Resûlallâh! Babam, gördüğün, işittiğin gibi idi.[16]
    Senin Peygamberlik devrine erişemedi. Eğer, erişmiş olsayldı, Sana iman eder,
    bağlanırdı.[17]

    Onun yarlıganmasını, Allâh’dan dile!” demiş,
    Peygamberimiz Aleyhisselâm da “Olur! Onun için Allâh’dan mağfiret
    dileyeyim![18]

    Çünkü, o, Kıyamet gününde, tek başına bir ümmet olarak
    ba’s olunacaktır.[19]
    Al­lah, onu, yarlıgasın, ona, rahmet etsin!

    Çünkü, o, İbrahimin dini üzerinde ölmüştür.[20]

    “Cennet’e girdiğimde, Zeyd b. Amr, b.Nüfeyl’e aid
    iki ulu ağaç görmüşümdür.” [21]

    “Onu, Cennet’te, eteklerini sürür bir halde gezer
    görmüşümdür!” buyurmuştur.[22]

     



    [1] İbn.Esîr-Vennihâye c.3,s.408

    [2] Buharî-Sahih c.4,s.27O, Taberî-Tefsir c.6,s.167,
    Hâkim-Müstedrek c.2,s.598, Zemahşerî-Keşşaf c.1,s.6O2,
    Fahrurrazi-Tefsirc.11,s.194, Kurtubî-Tefsir c.6,s.122, Nesefi-Medarik
    c.1,s.277, Ebülfida-Tefsir c.2,s.35, Beyzavi-Tefsir c.1,s.269, Hazin-Tefsir
    c.1,s.449, Ebüssuud Tefsir c.3,s.22, Suyuti-Dürrülmensur c.2,s.269

    [3] Maide: 19

    [4] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.541, Buharî-Sahih
    c.4,s.142, Müslim-Sahih c.4,s,1837, Deylemi-Elfirdevs c.1,s.48,
    Süyuti-Camiussaagîr c.1,s.1O8

    [5] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.541, Müslim-Sahih
    c.4,s.1837

    [6] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.541, Buharî-Sahih
    c.4,s.142, Müslim-Sahih c.4,s.1837, Suyuti-Camiussagîr c.1,s.1O8

    [7] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.437, Buharî-Sahih
    c.4,s.142, Müslim-Sahih c.4,s.1837, Ebu Davud-Sünen c.4,s.117-118,
    Suyuti-Camiussagîr c.1,s.1O8

    [8] Ebu Davud-Sünen c.4,s.118

    [9] Ahmed b Hanbel-Müsned c.2,s.463-464, Müslim-Sahih
    c.4,s.1837, Ebu Davud-Sün .1 c.4,s.118

    [10] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.2,s.437, 463, Buhari-Sahih
    c.4,s.142, Müslim Sahih *..4,s.1837, Ebu Davud-Sünen c.4,s.117-118,
    Suyuti-Camiussagir c.1,s. 108

    [11] İbn.ishak-Kitabülmübteda velmeb’as c.2,s.53-55,
    ibn.Sa’d-Tabakat c.1,s.153-155, Taberî-Tarih c.2,s.194-195 Beyhakî-Delâil
    c.1,s.309-312, İbn.Seyyid-Uyunüleser c.1,s.40-42, Zehebi-Tarihulislam
    c.2,s.28-29, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.283-284

    [12] İbn.ishak-Kitabülmübteda velmeb’as c.2,s.64-65,
    İbn.Hişam-Sîre c.3,s.227-228, ibn.Sa’d-Tabakat c.1 ,s.160-161, Beyhakî-Sünen
    c.9,s.114

    [13] İbn İshak-Kitabülmübteda velmeb’as c.2,s.95-96,
    Zehebi-Tarihul’islam c.2,s.47, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.238.

    [14] İbn.İshak, ibn.Hişam-Sire c.1,s.239-240.

    [15] İbn.ishak-Kitabülmübteda velmeb’as c.2,s.96,
    İbn.Hişam-Sîre c.1 ,s.24O, ibn.Esîr-Üsüdülgabe c.2,s.296, Zehebî-Tarihulîslam
    c.2,s.48, İbn.Hacer-El’isabe c.1,s.569.

    [16] İbn.ishak-Kitabülmübteda  velmeb’as  c.2,s.99,  
    Ahmed   b.Hanbel-Müsned  c.1,s.189,   Hâkim-Müstedrek C.3.S.439-440,
    Beyhakî-Delâil c.1,s.384, Muhıbüttaberî-Rıyadunnadra c.2,s.4O5,
    Zehebî-Tarihulislam c.2,s.45, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.241,
    Heysemî-Mecmauzzevaid c.9,s.417, İbn.Hacer-El’isabe c.1,s.570

    [17] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.1,s.190.

    [18] İbn.ishak-Kitabülmübteda velmeb’as c.2,s.99-100, Ahmed
    b.Hanbel-Müsned c.1,s.189-190, Hâkim-Müstedrek c.3,s.439-440, Beyhakî-Delâil.
    c.1,s.384, ibn.Abdulberr-İstiab c.2,s.295, Muhıbbüttaberî-Rıyadunnadra
    c.2,s.4O5, Zehebî-Tarihulislam c.2,s.47, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.241,
    Heysemi-Mecmauzzevaid c.9,s.417, İbn.Hacer-El’isabe c.1,s.570.

    [19] İbn.ishak-Kitabülmübtedavelmeb’asc.2,s.99-100,
    İbn.Sa’d-Tabakat. c.3,s.381, Mus’abuzzübeyri-Nesebü Ku-reyş s.365, Ahmed
    b.Hanbel-Müsned c.1,s.189-190, Hakim-Müstedrek c.3,s.439-440, Beyhakî-Delâil.
    c.1,s.384, ibn.Abdulberr, istiab c.2,s.295, Muhıbbüttaberi-Rıyadunnadra
    c.2,s.4q5Zehebî-Tarihul’islamc.2,s.46, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.241,
    Heysemî-Mecmauzzevaid c.9,s.417, İbn.Hacer-El’ısabe c.1,s.57O

    [20] İbn.Sa’d-Tabakat c.4,s.381, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2,s.241

    [21] ibn.Asakîr-Tarih (Tehzib) c.6,s.35,
    Zehebi-Tarihulislam c.2,s.47-48, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.241,
    B.Ayni-Umdetülkari s.16,s.285, ibn.Hacer-Felhulbari c.7,s.1O8

    [22] İbn.Sa’d-Tabakat c.3,s.379, B.Ayni-Umdetülkari
    c.16,s.285, ibn.Hacer-Fethulbari c.7,s.1O8

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/352-354.

  • ZEKERÎYA ve YAHYA ALEYHİSSELÂMLAR

    ZEKERÎYA ve YAHYA ALEYHİSSELÂMLAR

     

    ZEKERÎYA ve YAHYA ALEYHİSSELÂMLAR. 2

    Zekeriyyâ
    Aleyhisselâmın Soyu Ve Mesleki:
    2

    Zekeriyyâ
    Aleyhisselâmın Peygamberliği:
    2

    Zekeriyyâ
    Aleyhisselâmın Allâh’dan Bir Oğul Dileyişi Ve Yahya Aleyhisselâmla Müjdelenişi:
    2

    Yahya
    Aleyhisselâmın Doğuşu:
    3

    Yahya
    Aleyhisselâmın Şekil Ve Şemaili:
    3

    Yahya
    Aleyhisselâmın Peygamber Oluşu Ve Bazı Faziletleri:
    3

    İsrail
    Oğullarının Yahya Aleyhisselâma Kimliğini Ve Görevini Sormaları:
    5

    İsrail
    Oğullarının Yahya Ve Zekeriyyâ Aleyhisselâmları Şehid Etmeleri:
    5

     

     

    Zekeriyyâ Aleyhisselâmın Soyu Ve
    Mesleki:
        Başa Dön

     

    Zekeriyyâ b.Berahyâ[1]
    Aleyhisselâmın soyu, Süleyman b.Dâvûd Aleyhisse-lâmlara[2],

    Süleyman b.Dâvûd Aleyhisselâmların
    soyu da, Yehûza b.Yâkub Aleyhisselâ-ma dayanır. [3]

    Zekeriyyâ Aleyhisselâm, böyle
    Enbiyâ oğullarından olduğu için, Beytülmakdis’-te, vahiy yazardı.

    Zâten, Enbiyâ oğullarından[4]
    veya İsrail oğullarıyla onların bilginlerinden[5] olup
    ta[6],
    kendisin[7] veya
    neslini Beytülmakdisin hizmetine vakf ve habs etmeyen bir kimse yoktu ki. [8]

    Zekeriyyâ Aleyhisselâm; İsrail
    oğullarının hem Peygamberi, hem de, Din Bil­ginleri ve Danışmanları Başkanı
    idi.[9]
    Kendisi, marangozdu da.[10]  

     

    Zekeriyyâ Aleyhisselâmın
    Peygamberliği:
        Başa Dön

     

    İsrail oğullarına en son gönderilen
    Peygamberler: Dâvûd Aleyhisselâm Hane­danından:

    Zekeriyyâ,

    Yahya b.Zekeriyyâ,

    İsâ b.Meryem Aleyhisselâmlardı. [11]

    Bu hususta Kur’ân-ı kerimde şöyle
    buyrulur:

    “Biz, ona (İbrahim’e) İshak
    ile Yâkub’u ihsan ettik, ve her birini, Hidâyete (Nü­büvvete) erdirdik.

    Daha önce de, Nuh’u ve onun
    neslinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Musa’yı ve Harun’u da,
    Hidayete (Nübüvvete) kavuşturduk.

    Biz, iyi hareket edenleri, işte,
    böyle mükâfatlandırırız.

    Zekeriyyâ’ya, Yahya’ya, İsa’ya ve
    İlyas’a da (böyle Hidayet, Nübüvvet) verdik.

    Onların hepsi, Sâlihlerdendi. [12]

     

    Zekeriyyâ Aleyhisselâmın Allâh’dan
    Bir Oğul Dileyişi Ve Yahya Aleyhisselâmla Müjdelenişi:
        Başa Dön

     

    Zekeriyyâ Aleyhisselâm; 92[13]
    veya 99[14], ya
    da, 120 yaşında, zevcesi de, 98 yaşında bulunduğu sırada[15]
    idi ki, ne zaman Hz.Meryem’in Mesciddeki odası­na uğrasa, onun yanında, kış
    mevsiminde yaz meyvası, yaz içinde de, kış mey-vası bulur[16],
    ona:

    “Ey Meryem! [17]
    Bu, sana, nereden geliyor?” diye sorar, o da: “Bu, Allah
    tarafından!” diye cevap verirdi. [18]

    Zekeriyyâ Aleyhisselâm, Hz.
    Meryem’e, böyle, kış mevsiminde yaz meyvası, yaz içinde de, kış meyvası ihsan
    edildiğini görünce:

    “Meryem’e, bunu, yapan, benim
    zevcemi de, doğum yapmağa elverişli yap­mağa kadirdir!” diyerek kendisine
    bir oğul ihsan buyurması için Yüce Allah’a dua etti. [19]

    Bu husus, Kur’ân-ı kerimde şöyle
    açıklanır:

    “Zekeriyyâ’yı da (an!):

    Hani, o, Rabb’ine:

    Rabbim! Beni, yalnız başıma
    bırakma!

    Sen, Vârislerin, en hayırlısısın!
    diye niyaz etmişti.

    Biz, onu(n)da, (bu duasını) kabul
    ve kendisine, Yahya’yı, ihsan ettik.

    Zevcesini, (doğurmaya) sâlih
    (elverişli) kıldık.

    Hakikat, (bütün) bunlar (bu
    Peygamberler) hayr işlerinde yarışırlar, umarak ve korkarak bize düa ederlerdi.

    Onlar, bizim için, derin saygı
    gösterenlerdendi[20]

    “(Bu) Kulu Zekeriyyâ’ya,
    Rabbinin rahmetini anışıdır:

    O, Rabbine, gizlice niyaz ettiği
    zaman:

    Ey Rabb’im! Hakîkatan. ben…
    Benim, kemiğim yıpradı.

    Başımın saçı, tutuştu (saçlarım
    ağardı, ihtiyarladım)

    Rabb’im! Ben, Sana, ne düa
    etmişsem, bedbaht (ve mahrum) olmadım.

    Hakikatan, ben, kendimden sonra,
    yerime gelecek akrabamdan endişeye düştüm. Zevcem de, kısırdır.

    Binâen aleyh, bana, tarafından (ve
    kendi sulbümden) bir oğul ihsan et! ki, bana da, mirasçı olsun, Yâkub
    Hanedanına da, mirasçı olsun.

    Rabbim! Sen, onu rızana kavuştur!
    demiştir. [21]

    Orada, Zekeriyyâ, Rabb’ına:

    Rabb’im! Bana, Senin tarafından,
    çok temiz bir zürriyet ihsan et!

    Muhakkak, Sen, duayı hakkıyle
    işitensin! diye dua etti.

    O, Mihrabda durup namaz kılarken,
    Melekler, ona (şöyle) seslendi:

    “Gerçekten, Allah, sana,
    Kendisinden bir Kelime’yi (Kün emrile yaratılan İsa’yı) tasdik edici bir
    Efendi, nefsine hâkim ve Şilinlerden bir Peygamber olmak üzre Yahya’yı,
    müjdeler!’[22]

    “(Allah):

    Ey Zekeriyyâ! Hakikatan, sana,
    Yahya adında bir oğul müjdeleriz ki, bundan önce, biz, ona, hiç bir (kimseyi)
    adaş yapmamıştık!” buyurdu. [23]
    (Zekeriyyâ):

    Rabb’im! Benim nasıl bir oğlum
    olabilir ki? Zevcem, bir kısırdır. Ben ise, ihtiyarlığın son haddine varmışım!
    dedi. [24] “…(Allah):

    Öyledir. (Fakat), Allah, ne
    dilerse, yapar!” buyurdu. [25]
    (Zekeriyyâ):

    Ey Rabb’im! Bana (bu hususta) bir
    nişan ver! dedi. (Allah): senin nişan ‘ır[26]: sapa
    sağlam olduğun hald[27], sâde
    bir işaretten başka[28], üç
    gece, insanlarla konuşamaman[29],
    insanlara, üç gün söz söyleme-mendir.

    Bununla beraber, Rabb’ini, çok an
    ve akşam, sabah, onu,  Teşbih et!” buyurdu. [30]

    Derken (Zekeriyyâ), Mescidinden,
    kavminin karşısına çıkıp onlara:

    “Sabah, akşam Tesbihde
    bulununuz!” diye işaret verdi. [31]

     

    Yahya Aleyhisselâmın Doğuşu:    Başa Dön

     

    Yahya Aleyhisselâm, İsâ
    Aleyhisselâmdan altı ay önce doğdu. [32]

    İsâ Aleyhisselâmdan altı ay
    büyüktü. [33]

     

    Yahya Aleyhisselâmın Şekil Ve
    Şemaili:
        Başa Dön

     

    Yahya Aleyhisselâm:

    Güzel yüzlü,   Çatık kaşlı,  
    Seyrek saçlı[34],  
    Uzunca burunlu[35], İnce
    sesli, Kısa parmaklı idi. [36]

     

    Yahya Aleyhisselâmın Peygamber
    Oluşu Ve Bazı Faziletleri:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah; Yahya Aleyhisselâm
    hakkında Kur’ân-ı kerimde şöyle buyurur:

    “(Ona, çocukluğunda):

    Ey Yahya! Kitabı, kuvvetle tut!
    (dedik)

    Henüz sabi iken, ona, Hikmet verdik
    (Tevratı, öğrettik)

    Tarafımızdan (ona) bir kalb
    yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik)

    O, çok Müttakî idi.

    Anasına, Babasına da, itaatli idi,
    bir serkeş ve âsî değildi.

    Dünyaya getirildiği gün de, öleceği
    gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona, Selâm olsun!” [37]

    Yahya Aleyhisselâma[38]
    yaşıtı olan çocuklar:

    “Ey Yahyâ! [39]
    Bizimle gel de, oynayalım?” dedikleri zaman[40]

    “Biz, oyun için, yaratılmadık![41]
    Ben, oyun için, yaratılmadım! derdi. [42]

    Sekiz yaşında Beytülmakdis’in
    hizmetine girip on beş yaşına kadar orada, gün­düzleri hizmet, geceleri de
    feryad ederek ağlardı. [43]

    Yahya Aleyhisselam, çocukluğundan
    beri[44], Yüce
    Allah’a tâatta[45] çok
    gay-retli[46],
    güçlü[47],
    Allah’a’ibâdet ve tâatta insanların ulusu idi[48]

    Kıldan dokunmuş elbise giyer, arpa
    ekmeği yerdi.

    Yahya Aleyhisselâmın; ne bir
    dinarı, ne bir dirhemi, ne de barınacak bir mes­keni vardı[49].

    Gece, kendisini, nerede bürürse,
    orada kalırdı. Ne bir kölesi, ne de bir cariyesi vardı.

    Allah’a, çok ibâdet eder, Cehennem
    korkusuyla, ağlar dururdu. Zekeriyyâ Aleyhisselam; halk’a va’z edeceği zaman
    cemâat arasında Yahya Aleyhisselam, bulunursa, ne cennetten, ne de, cehennemden
    bahsederdi. [50]

    İsâ Aleyhisselam; Yahya
    Aleyhisselâmla karşılaştıkça,o nu, hep hüzünlü ve ta­salı bulurdu. Bir gün ona:

    “Ey Yahya! Ben, seni hep,
    hüzünlü ve tasalı görüyorum? Yoksa, sen, Yüce Allah’ın Rahmetinden ümid mi
    kestin?” dedi. Yahya Aleyhisselam: “Ben de, seni, hep sevinçli
    görüyorum!?

    Yoksa, sen Yüce Allah’ın Mekrinden
    (ibtilâ ve imtihanından) emin mi oldun?” dedi.

    Bu hususta inen Vahy ile İsâ
    Aleyhisselâmın sözü doğrulandı[51].

    Yahya Aleyhisselam; İsrail
    oğullarının Bayramlarında ve toplantı yerlerinde du­rup va’z eder, onları Yüce
    Allah’a ibâdete davet ederdi. [52]

    Hârisül’eş’arî’nin, Peygamberimiz
    Muhammed Aleyhisselâmdan rivayetine göre:

    Yüce Allah; Yahya b. Zekeriyyâ
    Aleyhisselâma, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmelerini İsrail oğullarına
    emretmek üzre, beş kelime emretmişti.

    Kendisi, bu hususta, biraz ağır ve
    yavaş davranmca, İsâ Aleyhisselâm, ona:

    “Sen, hem kendin amel etmek,
    hem de amel etmelerini İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile
    emrolunmuştun.

    Bunu, İsrail oğullarına, ya sen
    tebliğ edersin, ya da, ben tebliğ ederim!” deyince Yahya Aleyhisselâm:

    “Ey Kardeşim, Sen, bu vazifeyi
    yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğra­mamdan veya yere batırılmamdan
    korkarım!” dedi ve hemen İsrail oğullarını, Beytül-maktis’de topladı.

    Beytülmakdis, İsrail oğullan ile
    doldu.

    Yahya Aleyhisselâm, yüksek bir yere
    oturup Allah’a hamd’ü sena ettikten sonra şöyle dedi:

    “Yüce Allah, bana, hem kendim
    amel edeyim, hem de amel etmenizi size emrede­yim diye beş Kelime emretti.

    Onların ilki:

    Kendisine, hiç bir şeyi şerik
    koşmaksızın, Allah’a ibâdet etmenizdir.

    Bunun misâli:

    Öz malı olan altun veya gümüşle bir
    köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki köle, çalışmasının kazancını,
    Efendisinden başkasına ödeyordur.

    Hanginiz, kölesinin böyle
    davranmasına sevinir, razı olur? Hiç kuşkusuz, sizi Yüce Allah, yarattı ve
    rızkınızı vermektedir. Öyle ise Allah’a, hiç bir şeyi şerik koşmaksızın, ibâdet
    ediniz! Allah, namaz kılmanızı, size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü,
    sağa sola çevirmeyiniz.

    Şüphe yok ki, Yüce Allah, kulu,
    yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöne­liktir.

    Allah, size, orucu, emretti. Bunun
    misâli:

    Yanında misk kesesi olduğu halde,
    bir topluluk içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye
    benzer.

    Hiç şüphesiz, oruçlunun ağzının
    kokusu, Allah katında, misk kokusundan daha gü­zeldir.

    Allah, size Sadakayı, emretti.

    Bunun misâli:

    Düşmanın esir edip ellerini,
    boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer
    ki, o

    “Canımı, elinizden kurtarmak
    için, size bir fidye, kurtulmalık versem olmaz mı?” diyerek kendisini,
    onlardan kurtarıncaya kadar, az çok kurtulmalık akçesi öder durur.

    Allah, size Allah’ı, çok
    zikretmenizi, anmanızı da, emretti. Bunun misâli:

    Düşmanın, kendisini, sür’atle tâkıb
    ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır.

    İşte, kul da, Allah’ı zikir ile
    meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur.”
    [53]

     

    İsrail Oğullarının Yahya
    Aleyhisselâma Kimliğini Ve Görevini Sormaları:
        Başa Dön

     

    Yuhanna’ya göre:

    İsrail oğulları; üç Peygamberin
    gelmesini beklemekte idiler.

    İlki: tekrar geleceğini sandıkları
    İlya,

    İkincisi: Mesîh İsâ Aleyhisselâm,

    Üçüncüsü de, herkesin bildiği ve
    kendisinden, sâdece (O Peygamber) diye bahs ettiği Peygamberdi.

    Bunun için, İsrail oğulları, Yahya
    Aleyhisselâma: “Sen kim’sin ?” diye sordular.

    Yahya Aleyhisselâm:

    “Ben, Mesîh değil’im!”
    dedi.

    İsrail oğulları:

    “Öyle ise, nesin?

    Sen, İlya mısın?” diye
    sordular.

    Yahya Aleyhisselâm:

    “Değil’im!” dedi.

    İsrail oğulları:

    “Yoksa sen, O
    Peygamber’misin?” diye sordular.

    Yahya Aleyhisselâm:

    “Hayır! Değil’im!” dedi.

    İsrail oğulları:

    “O halde, sen kim’sin?”
    diye sordular.

    Yahya Aleyhisselâm:

    “Ben, İşa’yâ Peygamber’in
    dediği gibi: (Rabb’ın yolunu, düzeltiniz! diye çölde çağıran’ın sesiyim!”

    “Aranızda, biri duruyor da,
    siz onu bilmiyorsunuz.

    Benden sonra gelen, O’dur.

    Ben, O’nun çarığının bağını çözmeye
    lâyık değilim!” dedi.[54]

    Rivayete göre: Yahya Aleyhisselâm,
    otuz yaşında iken, Ürdün ırmağında İsâ Aleyhisselâmla buluştu. [55]

    Şam’a gidip İsâ Aleyhisselâmla
    orada buluştuğu zaman da halkı, Allah’a iba­dete davetten geri durmadı.[56]

    İsâ Aleyhisselâmın, Yahya
    Aleyhisselâmı, on iki Havarisinin başında, halka, Al­lah’ın emir ve nehiylerini
    bildirmek üzere, gönderdiği de, rivayet edilir. [57]

     

    İsrail Oğullarının Yahya Ve
    Zekeriyyâ Aleyhisselâmları Şehid Etmeleri:
        Başa
    Dön

     

    İsrail oğulları; Bâbil esaretinden,
    Beytülmakdis’e döndükten sonra, [58]
    Beytül-makdis’i, imar ettiler. [59]

    İşlerini, düzelttiler. [60]

    Oldukça da, çoğaldılar. [61]

    Fakat, bir takım kötülükler ihdas
    etmekten de, geri durmadılar.

    Bununla beraber, Yüce Allah, onlara[62],
    onların üzerlerine, fazlu rahmetini[63],
    tekrarlıyor, Peygamberler gönderiyordu.

    İsrail oğulları ise, gönderilen
    Peygamberlerden bir kısmını, yalanlıyor, bir kıs­mını da, öldürüyorlardı.

    İsrail oğullarına, en son
    gönderilen Peygamberler de, Dâvûd Aleyhisselâm Ha­nedanından Zekeriyyâ, Yahya
    ve İsâ Aleyhisselâmlardı. [64]

    İsrail oğulları, en sonunda, Yahya
    ve Zekeriyyâ Aleyhisselâmları da şehid ettiler. [65]

    Rivayete göre: Yahya Aleyhisselâm
    Şehid edilişi, İsâ Aleyhisselâmın otuz üç yaşında semâya kaldırılışından[66]
    bir buçuk bir yıl önce olduğuna[67], o
    zaman, İsâ Aleyhisselâm, otuz bir bucuk yaşında olup Yahya Aleyhisselâm da,
    ondan, altı ay büyük olduğuna göre [68] otuz
    iki yaşında şehid edilmişti.

    Ona ve gönderilen bütün
    peygamberlere selâm olsun!

    İsrail oğulları, Zekeriyyâ
    Aleyhisselâm hakkında da:

    “Onu (Hz.Meryem’i),
    Zekeriyyâ’dan başka, kimse hâmile bırakmış olamaz!

    Onun yanına, hep o, girer[69],
    onun yanından da, o, çıkar dururdu!” dediler.

    Zekeriyyâ Aleyhisselâmı öldürmek
    için[70],
    aramağa başladılar.

    Zekeriyyâ Aleyhisselâm, onlardan
    kaçtı, [71] ise de, sonunda, kendisini
    yaka­ladılar [72] ve
    şehid ettiler. [73]

    Gerek Yahya Aleyhisselâmın, dînen
    yasak olan bir evliliğe ve ilişkiye rıza gös­termemesi [74];

    Gerek Yahya Aleyhisselâmın
    doğumuyla müjdelenen ve ihtiyarlığın son had­dine varmış bulunan ve:

    “Benim nasıl bir oğlum
    olabilir?” diye hayretini ve aczini dile getiren ve kendisi­nin, böyle
    olduğu, Allah tarafından da, doğrulanıp kendisine bir Mucize olarak ih­san
    edileceği açıklanan[75]
    Zekeriyyâ Aleyhisselâma zina isnad edilmesi, kendi­lerinin şehid edilmeleri
    için, birer bahane idi.[76]



    [1] Yâkubî-Tarih C.1.S.68.

    [2] Mes’ûdî-Murucuzzeheb   c.1,s.62,   Sâlebî-Arais  
    s.371,   İbn.Asâkir-Tarih   c.5,s.381,   Muhyiddin   b.Arabî-Muhâdaratülebrar
    c.1,s. 137.

    [3] ibn.Sa’d-Tabakat c.1,s.55.

    [4] İbn.Asâkir-Tarih c.5,s.381.

    [5] Sâlebî-Arais s.371.

    [6] Sâlebî-Arais s.371, İbn.Asâkir-Tarih c.5,s.381.

    [7] İbn.Asâkir-Tarih C.5.S.381.

    [8] Sâlebî-Arais s.371.

    [9] Sâlebî-Arais s.372.

    [10] Abdurrezzak-Musannef c. 11 ,s 308, Ahmed
    b.Hanbel-Müsned c.2,s.4O5, Deylemî-Elfirdevs c.3,s.272, İbn.Asâkir-Tarih
    c.5,s.381, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.49.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/291.

    [11] Taberî-Tarih c.2,s.16, Sâlebî-Arais s.370,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O3

    [12] En’am: 84-85.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/291-292.

    [13] Sâlebî-Arais s.375, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.30O.

    [14] Sâlebî-Arais s.375.

    [15] Sâlebî-Arais s.375, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.30O.

    [16] Sâlebî-Arais s.373, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.299.

    [17] Sâlebî-Arais s.373.

    [18] Sâlebî-Arais s.373, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.299.

    [19] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.299.

    [20] Enbiyâ: 89-90.

    [21] Meryem: 2-6.

    [22] Âl-i İmran: 38-39.

    [23] Meryem: 7.

    [24] Âl-i İmran: 40, Meryem: 8.

    [25] Âl-i jmran: 40.

    [26] Âl-i İmran: 41, Meryem: 10.

    [27] Meryem: 10.

    [28] Âl-i İmran: 41.

    [29] Meryem: 10.

    [30] Âl-i İmran: 41.

    [31] Meryem: 11.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/292-294.

    [32] Taberî-Tarih c.2,s.16, Sâlebî-Arais s.375,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.300.

    [33] Sâlebî-Arais s.375.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/294.

    [34] Sâlebî-Arais s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.300.

    [35] Sâlebî-Arais s.376.

    [36] Sâlebî-Arais s.376, İbn.Esîr-Kâmil d.s.300.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/294.

    [37] Meryem: 12-15.

    [38] Dört yaşında bulunduğu sırada (Mîr Hâvend-Ravzatussafa
    Terceme s.355).

    [39] İbn.Kuteybe-Uyûnül’ahbar c.2,s.317, Sâlebî-Arais
    s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O1.

    [40] Ahmed b.Hanbel-Ezzühd s.97, İbn.Kuteybe-Uyûnül’ahbar
    c.2,s.317, Sâlebî-Arais s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O1.

    [41] Ahmed b.Hanbel-Ezzühd s.97.

    [42] İbn.Kuteybe-Uyûnül’ahbar C.2.S.317, Sâlebî-Arais
    s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O1.

    [43] İbn.Kuteybe-Uyûnül’ahbar c.2,s.317,318.

    [44] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3OO.

    [45] Sâlebî-Arais s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.300.

    [46] Sâlebî-Arais s.376.

    [47] Sâlebî-Arais s.376, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3OO.

    [48] Sâlebî-Arais s.376.

    [49] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O1, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2,s.51-52.

    [50] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O1.

    [51] Mîr Hâvend-Ravzatussafa Terceme s.355.

    [52] Sâlebî-Arais s.376.

    [53] Ahmed b.Hanbel-Müsned c.4,s.2O2, Tirmizi-Sünen c.5,
    s.148-149.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/294-297.

    [54] Yuhanna incili Bab: 1, Fıkra: 19-27.

    [55] Taberî-Tarih c.2,s.13.

    [56] Taberî-Tarih c.2,s.13, Sâlebî-Arais s.376.

    [57] Taberî-Tarih c.2,s.13, Sâlebî-Arais s.379, Ebülferec
    İbn.Cevzî-Tabsıra c.1,s.332.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/297-298.

    [58] Taberî-Tarih c.2,s.16, Sâlebî-Arais s.370, İbn.Esîr-Kâmil
    c.1,s.3O3.

    [59] Taberî-Tarih C.2.S.16, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O3.

    [60] Şâlebî-Arais s.370.

    [61] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O3.

    [62] Taberî-Tarih c.2,s.16, Sâlebî-Arais s.370,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O3.

    [63] Sâlebî-Arais s.370.

    [64] Taberî-Tarih c.2,s.16, Şâlebî-Arais s.370,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.303.

    [65] Taberî-Tarih c.2,s.16, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.303-304.

    [66] Yâkubî-Tarih c.1,s.79, Sâlebî-Arais s.403, Ebülferec
    İbn.Cevzî-Tabsıra c.1,s,356, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.95.

    [67] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.3O7.

    [68] Taberî-Tarih c.2,s.16, Sâlebî-Arais s.375,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.30O.

    [69] Taberî-Tarih c.2,s.22, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.311.

    [70] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.311.

    [71] Taberî-Tarih c.2,s.22, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.311.

    [72] İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.311.

    [73] Dineverî-El’ahbar s.41, İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.311.

    [74] Taberî-Tarih c.2,s.13-14, Sâlebî-Arais s.378-380,
    İbn.Esîr-Kâmil c.1,s.301-302.

    [75] Meryem: 8-9.

    [76] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/298-299.

  • ZULKARNEYN ALEYHİSSELÂM

    ZULKARNEYN ALEYHİSSELÂM

     

    Zulkarneyn Aleyhisselâmın İsmi, Soyu Ve Peygamber Olup Olmadığı?

     

    Zülkarneyn Aleyhisselâmın ismi,
    soyu ve Peygamber olup olmadığı… Hakkın­da bir çok ve çelişkili rivayetler
    bulunmaktadır.

    Kendisinin, Sa’b
    b.Abdullah’ülkahtânî olduğu söylendiği gibi, babasının Hım-yerîlerden olduğu
    da, ileri sürülmektedir.[1]

    İbn.Habîb de; Hımyer krallarının
    isimlerini -Hişam b.Kelbî’den sırasıyla kitabı­na geçirirken, Sa’b b.Karîn
    b.Hemal’ı, -Yüce Allanın, Kitabında- Zülkarneyn diye anmış olduğunu kayd
    ettikten sonra, kral Zeyd b.Hemal’ı kayd edip ona da, Yü­ce Allanın Tübba’
    adını vermiş olduğunu açıklar. [2]

    Zülkarneyn Aleyhnisselâm hakkında:

    “Hem Nebi idi, hem Resul
    idi.” diyenler olduğu gibi[3],

    “Hayır! O, Resul olmayan bir
    Nebi idi.

    Resul olmayan bir Nebî oluşu,
    inşâallâh, Sahih’dir!” diyenler de, vardır. [4]

    Hz. Ali’ye göre, Zülkarneyn
    Aleyhisselâm:

    Ne bir Nebi, ne de, bir kraldı.

    Fakat, Allanın Salih bir kulu idi
    ki, o, Allâhı, sevmiş, Allah da, onu, sevmişti. [5] 

     

    Zülkarneyn Aleyhisselâmın Faziletleri Ve Yer Yüzündeki Seyahat Ve
    Fetihleri:

     

    Başka hiç bir kimseye verilmeyen,
    Zülkarneyn Aleyhisselâma verilmiş, her türlü sebepler, imkânlar, ona bahş
    edilmişti.

    Yer yüzünün doğularındaki ve
    batılarındaki beldelerine, hattâ doğunun, batı­nın gerisinde halk bulunmayan
    yerlerine kadar ulaşmış, ayak bastığı her yerin halkına hâkim olmuştu. [6]

    “Zülkarneyn’in; yer yüzünün,
    doğularına, batılarına varıncaya kadar ulaşma­ğa nasıl güç yetirebildiği
    hakkındaki görüşün nedir?” diye sorulunca, Hz.Ali:

    “Bulutlar, ona, yol aldırır;

    Yollar, ona, düzeltilir;

    Nurlar, ona, döşenip yayılır;

    Kendisine, gece, gündüz, bir
    olurdu!” demiştir. [7]

     

    Kur’ân-I Kerimin Zülkarneyn Hakkındaki Açıklaması:

     

    (Ey Resulüm!) Sana, Zülkarneyn’i,
    sorarlar.

    De ki:

    Size, onun (hâlinden)de, haber
    söyleyeyim:

    Hakîkatan biz, onu, yer yüzünde
    büyük bir kudret sahibi kıldık ve ona, (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep
    (bir yol) verdik.

    O da (batıya doğru) bir yol tuttu.

    Nihayet, güneşin battığı yere
    ulaşınca, onu, kara bir balçıkta batar buldu.

    Bunun yanında da, bir kavm buldu.

    (Kendisine) dedik ki:

    Zülkarneyn! (Onları) azaba
    uğratmanda da, haklarında güzellik (tarafını) tutmanda da, serbestsin!

    Dedi ki:

    Amma kim zulm ederse, biz, onu,
    azaba uğratacağız.

    Sonra da, o, Rabbına döndürülür de,
    O da, kendisini, şiddetli bir azâb)a duçar eder.

    Amma kim de, imân eder, güzel de,
    hareket eylerse, onun için, en iyi bir mükâ­fat vardır.

    Ona, emrimizden kolay (taraf)ını
    da, söyleyeceğiz. Sonra, o, başka bir yol tuttu.

    Nihayet, üstüne güneşin (ilk önce)
    doğduğu yere ulaştığı zaman, onu, öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki,
    biz, onlar için, buna karşı (korunacak) hiç bir siper yapmamıştık. (Ne
    elbiseleri vardı, ne evleri)

    İşte (Zülkarneyn’in işi), böyle
    idi.

    Halbuki, onun yanında (neler vardı)
    ki, biz, hepsini, İlm(imiz)le kuşatmışız. Sonra (o), yine, bir yol tuttu.

    Nihayet, iki dağ arasına ulaştığı
    zaman, onların önünde, hemen hiç söz anla­maz bir kavim buldu.

    Onlar:

    Zülkarneyn! Hakîkat, Ye’cüc ve
    Me’cüc, bu yerde fesad çıkaran (kabile)lerdir.

    Bizimle, onların arasına bir sed
    yapman üzerine, sana bir vergi verelim mi? dediler.

    (Zülkarneyn):

    Rabb’imin, beni, içinde
    bulundurduğu (nimet, sizin vereceğinizden) daha ha­yırlıdır.

    Haydin, siz, bana (bedenî kuvvetle
    yardım ediniz de, sizinle, onların arasına sağ­lam bir mania yapayım.

    Bana, demir kütleleri getiriniz! (O
    karşılıklı iki dağın) İki yanı, tam denkleştiği vakit: Lifleyiniz! dedi.

    Nihayet, onu (demiri) bir ateş
    haline koyduğu zaman da: Getiriniz bana, üstüne, erimiş bakır dökeyim! dedi.

    Artık, onu, aşmaya da, güc
    yetiremediler, onu, delmeye de, muktedir olamadılar.. Bu, Rabb’imden, bir
    merhamettir. Fakat, Rabb’imin va’di gelince, o, bunu, dümdüz yapar. Rabbımın
    va’di, bir hakdır! Dedi. [8]
    Ona ve gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun![9]

     

     


    [1] Ibn Asâkir Tarih c.5, s.254-255.

    [2] Ibn Habîb Kitabülmuhabber
    s.365-366.

    [3] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.103.

    [4] Salebi Arais S.361.

    [5] Ibn İshak Kutabülmabtedâ velmeb’as
    c.5, s. 185, Ibn Asâkir Tarih c.5, s.256.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/285.

    [6] Ibn Ishak, Ibn Hişam Sîre c.1,
    s.328.

    [7] İbn ishak Kitabülmühteda velmeb’as
    c.5, s. 185.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/285-286.

    [8] Kehf: 83-98.

    [9] M. Asım Köksal, Peygamberler
    Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/286-287.

  • UZEYR ALEYHİSSELÂM

    UZEYR ALEYHİSSELÂM

     

    Uzeyr Aleyhisselamın Soyu:

     

    Uzeyr[1] b.Cerve[2] Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendir.[3]

     

    Uzeyr Aleyhisselâmın Esirliği Ve Peygamberliği:

     

    Buhtunnassar; Beytülmakdis’i
    yıktığı zaman, İsrail oğullarının Tevrat okuyan­larından ve Bilginlerinden
    öldürdüğü kırk bin kişi arasında, Uzeyr Aleyhisselâ­mın babasını ve dedesini
    de, öldürmüş[4];
    o sırada, küçük bir çocuk olan Uzeyr Aleyhiselâmı, küçük gördüğü için,
    öldürmemişti.

    Kendisinin, Tevrat okuduğunu da,
    kimse bilmiyordu. [5]

    İsrail oğullarından alınan esir
    çocuklarla birlikte, o da, Bâbil toprağına götü­rülmüştü. [6]

    Buhtunnassar’ın elindeki esirler
    içinde, Danyal Aleyhisselâm gibi, Uzeyr Aley-hisselâm da, bulunuyordu. [7]

    Buhtunnassar, öldükten[8] ve Beytülmakdis imâr edildikten sonra,
    oraya dö­nen İsrail oğulları arasında idi. [9]

    Uzeyr Aleyhisselâm, kırk yaşına
    bastığı zaman, Yüce Allah, ona, hikmet verdi.

    Tevratı, onun kadar ezberleyen ve
    bilen yoktu. [10]

    Allah’ın, Salih ve Hakîm bir kulu
    olduğu, muhakkak[11]
    ve İsrail oğulları Peygamberlerinden bir Peygamber olduğu meşhurdur. [12]

    İsrail oğulları, Beytülmakdis’e
    döndükleri zaman[13],
    yanlarında Tevrat yoktu.

    Çünki, Beytülmakdiste bulunan
    şeyler alınırken, Tevrat ta, ellerinden alınıp ya­kılmış ve yok edilmişti. [14]

    Yüce Allah, İsrail oğulları için, Tevratı, yenilesin ve bu,
    kendileri için de, bir Mucize olsun diye, Uzeyr Aleyhisselâmı, gönderdi.

    O da, onlara, Tevratı okuyup
    yazdırdı, ve: “Tevrat, işte, budur!” dedi. [15]

    İsrail oğulları; Tevrattaki
    helalları, haramları, yeniden öğrenmiş oldular ve Uzeyr Aleyhisselâma da, hiç
    bir kimseye göstermedikleri sevgiyi gösterdiler.

    O da, onları, düzeltti.

    Yüce Allah tarafından ruhu kabz
    olununcaya kadar, onların arasında oturdu.

    Ona ve gönderilen bütün
    peygamberlere selâm olsun!

    Uzeyr Aleyhisselâm’dan sonra İsrail
    oğulları arasında bir takım bid’atlar çıktı. [16]

    Yanlış inançlara saptılar:

    “Yüce Allah; Tevratı,
    kalblerimizden silip giderdikten sonra, onu, bizim ara­mızdan, Kendisinin
    oğlundan başka hiç bir kimsenin kalbine koymaz!” [17]

    “Uzeyr, Allah’ın
    oğludur!” diyecek kadar ileri gittiler. [18]

    Yüce Allah, Yehûdîlerin ve
    Hıristiyanların bu husustaki dalâletlerini ve kendi­lerine inen Kitapları nasıl
    değiştirdiklerini, Kur’ân-ı Kerimde şöyle açıklar:

    “Yahudiler: Uzeyr, Allah’ın
    oğludur! dedi(ler). Hıristiyanlar da: Mesih (İsâ) Allanın oğludur! dedi(ler).

    Bu, onların ağızlarıyle
    (geveledikleri câhilce) sözleridir ki, daha önce küfr eden­lerin sözlerini
    taklid ediyorlar.

    Hay Allah kahredesi adamlar!
    (Hakdan, bâtıla) nasıl da, döndürülüyorlar!

    Onlar, Allah’ı, bırakıp
    Bilginlerini, Rahiplerini, Meryemin oğlu Mesih’i tanrılar edindiler.

    Halbuki, bunlar da, ancak, bir olan
    Allah’a ibadet etmelerinden başkasıyla em-rolunmamışlardır.

    O’ndan başka hiç bir İlâh yoktur.

    O, bunların eş tutageldikleri her
    şeyden münezzehdir. [19]

    “Elleriyle Kitabı (yalan
    yanlış) yazıp ta, sonra, onu, az bir baha ile satabilmek için:

    Bu, Allah katındandırü diye
    gelenlerin vay haline!

    Vay şu kazanmakta oldukları (günah)
    yüzünden onlara!” [20]

    “Ehl-i Kitab’dan öyle bir
    güruh vardır ki:

    (Bir şey okuyorlarmış gibi)
    dillerini, Kitaba doğru eğip bükerler, siz, onu, Kitab-dan sanasınız diye.

    Halbuki, o, Kitabdan değildir.

    “Bu, Allah katındandır!
    derler.

    O ise, Allah katından değildir.

    Allâha karşı, kendileri bilip
    dururken yalan söylerler. “[21]

     

    Yüz Yıl Ölü Bırakılıp Diriltilen Zat Uzeyr Aleyhisselâm Mıydı?

     

    Bakara sûresinin 259. âyetinde yüz
    yıl ölü halde bırakılıp diriltildiği açıklana­nın Zat’ın, Uzeyr Aleyhisselâm
    olduğu da, ileri sürülmekte[22]
    ve:

    “Selef ve Halef Ulemâsının
    çoğunluğu katında meşhur olan, budur!” denil-mektedir. [23]

    (Uğranılan harap şehir Beytülmakdis
    olduğuna göre) Uzeyr Aleyhisselâmın, ora­ya, ancak, Buhtunnassar, öldükten
    sonra geldiği[24]
    ve kendisinin, Beytülmakdis imar edildiği zaman[25], İsrail oğullarından, oraya dönen halk
    arasında bulundu­ğu da[26],
    unutulmamak, gözönünde tutulmak gerekir.[27]

     

     


    [1] Sâlebî Arais s.344, Ebülfida
    Elbidaye vennihaye c.2, s.43.

    [2] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.43.

    [3] Sâlebî Arais s.344, Ibn Asâkirden
    naklen Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.43.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/279.

    [4] Sâlebî Arais s.344.

    [5] Sâlebî Arais s.346.

    [6] Sâlebî Arais s.344.

    [7] Ibn Kuteybe Maarif s.22-23.

    [8] Muhyiddin b. Arabi Muhadaratülebrar
    c.1, s. 136.

    [9] Taberî Tarih c.2, s.5, Ibn Esir
    Kâmil c.1, s.280.

    [10] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.43.

    [11] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.44.

    [12] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.46.

    [13] Sâlebî Arais s.347, Ibn Esîr Kâmil
    c.1, s.280

    [14] İbn esîr Kâmil s.270

    [15] Sâlebî Arais s.347

    [16] Ibn Esîr Kâmil c.1, s.271

    [17] Sâlebî Arais s.347

    [18] Sâlebî Arais s.347, Ibn Esîr Kâmil
    c.1, s.271.

    [19] Tevbe: 30-31.

    [20] Bakare: 79.

    [21] Âli imran: 78.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/279-281.

    [22] Sâlebî Arais s.344, ibn Ebîr Kâmil
    c.1, s.270.

    [23] Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2,
    s.43.

    [24] Muhyiddin b. Abart Muhadaratülebrar
    c.1, s.136.

    [25] Taberi Tarih c.2, S.5, ibn Esir
    Kâmil c.1, s. 280.

    [26] Taberi Tarih c.2, s.5, İbn Esir
    Kâmil c.1, s.270, 280.

    [27] M. Asım Köksal, Peygamberler
    Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/281.

  • DANYAL ALEYHİSSELÂM

    DANYAL
    ALEYHİSSELÂM

     

    DANYAL ALEYHİSSELÂM.. 2

    Danyal
    Aleyhısselamın Soyu:
    2

    Danyal
    Aleyhisselâmın Resul Olmayan Bir Nebi (Peygamber) Oluşu:
    2

    Danyal
    Aleyhisselâmın Esir Edilerek Babile Götürülüşü:
    2

    Danyal
    Aleyhisselâmla Üç Arkadaşının Zindana Atılışı:
    2

    Danyal
    Aleyhisselâmın Buhtunnassar Katında Yüksek Bir İtibar Kazanışı:
    4

    Danyal
    Aleyhisselâm’ın Buhtunnassar’dan Sonraki Durumu:
    4

    Enbiya
    Suretlerinin Danyal Aleyhisselâm Tarafından İpek Kumaşlara Çizilişi:
    4

    Danyal
    Aleyhisselâmın Vefatı, Cesedi Ve Kabri:
    5

     

     

    Danyal Aleyhısselamın Soyu:    Başa
    Dön

     

    Danyal b.Hızkıl’ül ‘asgar[1],
    Peygamber oğullarından[2],
    Süleyrnan b.Dâvud Aleyhisselamların soyundandı. [3]

     

    Danyal Aleyhisselâmın Resul Olmayan
    Bir Nebi (Peygamber) Oluşu:
        Başa Dön

     

    Hz. Ali, Danyal Aleyhisselâm
    hakkında: “O, Resul olmayan bir Nebî idi.” demiştir. [4]

     

    Danyal Aleyhisselâmın Esir Edilerek
    Babile Götürülüşü:
       
    Başa Dön

     

    Bâbil hükümdarı Buhtunnassar’ın,
    Beytülmakdis’i, yıkarak İsrail oğullarının ço­cukları arasından seçip
    kumandanlarına paylaştırdığı[5] esir
    çocuklar arasında Danyal Aleyhisselâm da, bulunuyordu. [6]

     

    Danyal Aleyhisselâmla Üç
    Arkadaşının Zindana Atılışı:
        Başa Dön

     

    Bâbil halkı, Buhtunnassar’a baş
    vurarak;

    “İsrail oğullarından esir
    edilen şu çocukları, bize vermeni, senden istemiştik.

    Sen de, onları, bize vermiştin.

    Vallahi, onlar, bizim yanımızda
    olalıdanberi, kadınlarımızın, bizi tanımadıkları­nı, onlarla ilgilendiklerini
    ve yüzlerini, onlara çevirdiklerini görüyoruz.

    O çocukları, ya bizim aramızdan
    çıkar, al, ya da, onları, öldür!” dediler. Buhtunnassar:

    “İçinizden, her kim,
    elindekini öldürmek isterse, öldürsün!” dedi.

    Öldürülmek üzere çıkarılıp sağ
    bırakılmaları için, Allâha, yalvarmaları üzerine, Buhtunnassar tarafından sağ
    bırakılan Danyal Aleyhisselâmla Hananya, Azarya ve Mişaye[7]
    Bâbil Zindanına atılmışlardı.[8]

    O sırada, Buhtunnassar; bir rü’yâ
    görmüş[9],
    fakat, gördüğü rü’yada görüp te, kendisini şaşırtan şeyi unutmuştu. [10]

    Buhtunnassar, gördüğü rü’yadan,
    korkmuştu.

    Sihirbazlarla Kâhinlerden, bunun,
    yorumunu sormuşsa da, onlar, yorama-mışlardı.

    Danyal Aleyhisselâm, arkadaşlarıyla
    birlikte zindanda bulundukları sırada, bu­nu, işitti.

    Zindancı; Danyal Aleyhisselâmın hal
    ve gidişatındaki güzelliği ve doğruluğunu görüp hoşuna gitmekte ve kendisine
    sevgi göstermekte idi.

    Danyal Aleyhisselâm, ona:

    “Sen, bana bir iyilik yap:
    Sahibinizin katında aracı ol da, görmüş olduğu rü’yâ-yı, ona yorayım.”
    dedi.

    Zindancı, gidip Danyal
    Aleyhisselâmın dileğini, Buhtunnassar’a haber verdi. [11]

    Bunun üzerine, Buhtunnassar,
    Peygamber oğullarından[12]
    Danyal Aleyhisse­lâmla üç arkadaşını huzuruna çağırdı. [13]

    Buhtunnassar’ın önünde, ona, secde
    etmedikçe, hiç kimse duramazdı.

    Fakat, Danyal Aleyhisselâm, onun
    önünde secde etmeksizin ayakta durdu.

    Buhtunnassar, ona:

    “Seni, bana, secdeden alıkoyan
    nedir?” diye sordu.

    Danyal Aleyhisselâm:

    “Benim bir Rabb’im var ki,
    bana, ilim ve hikmet verdi.

    Kendisinden başkasına secde
    etmememi de, bana, emretti.

    Ben, kendisinden başkasına secde
    edersem, Onun, bana verdiği ilmi, benden çekip almasından ve beni, helak etmesinden
    korkarım!” dedi.

    Buhtunnassar; Danyal Aleyhisselâmın
    verdiği cevaba hayret etti ve:

    “Evet! Secde yapma! Sen,
    ahdine vefa etmekle, çok iyi etmiş ve sana verilen ilmin şerefini yükseltmiş,
    gözetmiş oluyorsun.” dedikten sonra:

    “Sende, şu gördüğüm rü’yânın
    ilmi ve yorumu var mıdır?” diye sordu.

    Danyal Aleyhisselâm:
    “Evet!” dedi. [14]
    Buhtunnassar:

    “Görmüş olduğum rü’yâyı,
    sonra, bana isabet eden bir şeyden dolayı, unuttu­ğum, beni hayrette bırakan o
    şeyin ne olduğunu, bana, haber verinizi” dedi.

    Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

    “Sen, o rü’yâyı, bize haber
    ver de, biz, sana, onun yorumunu, haber verelim.” dediler.

    Buhtunnassar:

    “Ben, or\u, t\a\wlayam\YOvum. [15]

    Eğer, siz, bana, onu, onun
    yorumunu, haber vermezseniz, omuz kemiklerini­zi, sökeceğim!” dedi.

    Danyal Aleyhisselâmla üç arkadaşı,
    Buhtunnassar’ın huzurundan çıktılar.

    Allah’a, düa ettiler. Tazarru ve
    niyazda bulundular. [16]

    Kendilerine, yardım etmesini[17],
    sorulan şeyin öğretilmesini, dilediler.

    Yüce Allah da, onlara, sorulan şeyi
    öğretti.

    Onlar, hemen Buhtunnassar’ın
    huzuruna vardılar. Ona:

    “Sen, bir heykel
    görmüşsün!” dediler.

    Buhtunnassar:

    “Doğru söylediniz!” dedi.

    Danyal Aleyhisselâm ve arkadaşları:

    “O heykelin iki ayağı ve iki
    bacağı: seramikten,

    İki dizi ve iki baldırı: bakırdan,

    Karnı: Gümüşten,

    Göğsü: Altından,

    Başı ve boynu: Demirdendi!”
    dediler. [18]

    Buhtunnassar:

    “Doğru söylediniz!” dedi. [19]

    Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

    “Sen, onu, hayretle seyredip
    durduğun sırada, Allah, onun üzerine, gökten, bir kaya saldı da, onu,
    ufatıverdi!

    İşte, sana, rü’yânı unutturan da,
    bu idi.” dediler.

    Buhtunnassar:

    “Doğru söylediniz!” dedi
    ve:

    “Peki, bu rü’yânın yorumu,
    nedir?” diye sordu.

    Danyal Aleyhisselâmla arkadaşları:

    “Bu rü’yânın yorumu, şöyledir:

    Sana, kralların kudret ve tasarruf
    durumları gösterilmiştir ki, onlardan, bazısı­nın kudret ve tasarrufu,
    bazısından, daha gevşek ve yumuşaktı.

    Bazısının, kudret ve tasarrufu,
    bazısından, daha güzeldi. Bazısının kudret ve tasarrufu da, bazısından, daha
    sert ve katı idi.

    İlk kudret ve tasarruf: Seramik
    olup o, kudret ve tasarrufun en zaifi ve gev­şeğidir.

    Sonra, onun üstünde bakır olup o,
    öncekinden daha üstün ve daha serttir. Sonra, bakırın üstünde gümüş olup o,
    bakırdan daha üstün ve daha güzeldir. Sonra, gümüşün üstünde altun olup o,
    gümüşten daha güzel ve daha üstündür.

    En üstünde bulunan demir, senin
    kudret ve tasarrufundur ki, o, hükümdarla­rın en katısı ve kendisinden önce
    olanların en kudretlisidir. [20]

    Senin görmüş olduğun ve üzerine,
    gökten Allah’ın salıp heykeli yere seren Kaya ise, Allanın, (semâdan indireceği
    Kitabla) Âhir zamanda[21]
    göndereceği bir Pey­gamberdir ki, o, hepsini ufatacak, emir, onun olacak, ona,
    varıp dayanacaktır!” dediler. [22]

     

    Danyal Aleyhisselâmın Buhtunnassar
    Katında Yüksek Bir İtibar Kazanışı:
        Başa Dön

     

    Danyal Aleyhisselâm;
    Buhtunnassar’ın rü’yâsını[23], haber
    verdiği[24] ve
    yordu­ğu zaman[25],
    Buhtunnassar, ona ve onun arkadaşlarına, çok ikram etti.

    Danyal Aleyhiselâmı, sık sık,
    huzuruna kabul eder[26],
    yapacağı işleri, ona[27] ve
    onun arkadaşlarına[28]
    danışırdı. [29]

    Danyal Aleyhisselâmı, üstün
    mevkilere getirdi. [30]

    Danyal Aleyhisselâm,
    Buhtunnassar’ın yanında, insanların en şereflisi ve en sevgilisi olmuştu. [31]

     

    Danyal Aleyhisselâm’ın
    Buhtunnassar’dan Sonraki Durumu:
        Başa Dön

     

    Rivayete göre: Buhtunnassar’la onun
    daha üstü olan Büyük kıral Lührasp öl­dükten sonra, yerine, Beştasp b.Lührasp
    geçmişti.

    Beştasp; Şam ülkesinin harap bir
    halde bulunduğunu[32],
    Filistin toprağında vahşî, yırtıcı hayvanların çoğaldığını[33]
    ve orada, insanlardan hiç kimse kalma­dığını işitince:

    “BabiJ toprağında bulunan
    İsrail oğullarından, Şam’a dönmek isteyen kimse­ler, dönsün!” diye nida
    ettirmiş, Dâvud oğulları Hanedanından bir Zâtı da, onla­rın üzerine kıral
    yaparak kendisine, Beytülmakdis’i imâr etmesini[34]
    ve Beytül-makdis Mescid’ini yapmasını emretmişti. [35]

    Diğer rivayete göre;

    İran hükümdarı Behmen, Babil Valisi
    Ahşu Yereş’e yazı yazarak, İsrail oğulla­rına yumuşak davranmasını,
    kendilerinin, istedikleri yerlere gönderilmelerine, memleketlerine dönmelerine
    müsâade edilmesini ve kendilerinin seçecekleri kim­seyi, başlarına koymasını
    emretmişti. [36]

    Danyal Aleyhisselâm’la Hananya,
    Azarya ve Mişayel, Beytülmakdis’e gitmek için Ahşu Yereş’ten izin istemiş
    idiyseler de, izin vermeğe yanaşmamış[37] ve:

    “Benim yanımda, sizin gibi,
    bin Peygamber bulunsa, ben, sağ oldukça, onlar­dan, bir tanesini bile, yanımdan
    ayırmam” demiş[38], Danyal
    Aleyhisselâmı, Dev­letin Kadılık işlerile birlikte kendisinin her işini
    yürütmeğe memur etmişti.

    Hattâ, Buhtunnassar’ın,
    Beytülmakdis’ten aldığı, hazinelerde saklanan her şeyin çıkarılıp
    Beytülmakdis’i iade edilmesini ve Büytalmakdisin, onunla, yeniden ya­pılmasını
    da, ona, emretmiş ve yapılmıştı. [39]

     

    Enbiya Suretlerinin Danyal
    Aleyhisselâm Tarafından İpek Kumaşlara Çizilişi:
        Başa
    Dön

     

    Âdem Aleyhisselâm, çocuklarından
    gelecek Peygamberleri görmeyi, Rabbın-dan, dilemiş, Yüce Allah da, onların
    suretlerini[40], Cennet
    ipeklerinden kumaşlara[41], onun
    için[42]
    çıkarttırıp[43]
    kendisine indirmişti[44].

    Bunlar; Âdem Aleyhisselâmın,
    güneşin battığı yerdeki Mahzeninde saklı bulu­nuyordu. [45]

    Zülkarneyn Aleyhisselâm, onu, ele
    geçirdi[46]

    Âdem Aleyhisselâmın Mahzeninden
    çıkarıp[47]
    Danyal Aleyhisselâma verdi. [48]

    Danyal Aleyhisselâm da, onlara göre[49],
    bu sûretleri[50], ipek
    kumaşlara[51]
    çizdi. [52]

    Danyal Aleyhisselâmın çizmiş olduğu
    bu suretler, Zülkarneyn Aleyhisselâmın ele geçirdiği suretlerin aynı idi. [53]

    Zülkarneyn Aleyhisselâm tarafından
    verilen suretlere göre Danyal Aleyhisse­lâmın ipek kumaşlar üzerine çizmiş
    olduğu, Âdem Aleyhisselâmdan, Muhammed Aleyhisselâma kadar olan bazı
    Peygamberlerin suretleri[54],
    kraldan krala -tevarüs sûretile- geçerek Kayser Herakliüse kadar gelip erişmiş[55],
    o da, onları, Sandığından birer birer çıkarıp Hz. Ebû Bekr’in Elçilerine
    göstermişti. [56]

    (Tafsilât için Medine Devri I.
    cildin 294-304. sahifelerine bakınız.)[57]

     

    Danyal Aleyhisselâmın Vefatı,
    Cesedi Ve Kabri:
       
    Başa Dön

     

    Danyal Aleyhiselâm, bir müddet,
    Bâbil’de oturdu. [58]

    Bâbil’den ayrıldıktan sonra,
    Huzistan’ın[59] Sus[60]
    nahiyesinde kaldı. [61] Ora­da,
    vefat etti. [62]‘ Ona ve gönderilen bütün
    peygamberlere selâm olsun!

    Kendisinin cesedi[63]
    kabri[64]
    Sus’tadır.[65]

    Yüce Allah; Hz. Ömer’in Halifeliği
    zamanında Sus şehrini, Ebû Mûsâ El Eş’a-rî’nin eliyle feth etti.

    Ebû Mûsâ, Sus kralı Sabur’u,
    öldürdü.

    Sus şehrini, kuşattı.

    Şehirde bulunan şeyleri, Sabur’un
    mal ve mülklerini ganimet olarak aldı.

    Mal depolarını, dolaşıp onların
    içinde bulunanları, alırken, bir meydanda, kilitli bir depoya rastladı ki,
    deponun kilidi, kalayla mühürlenmişti.

    Ebû Mûsâ, Sus halkına:

    “Bu depoda ne vardır?

    Ben, onun kilidinin de, kalayla
    mühürlenmiş olduğunu görüyorum.” dedi.

    Sus halkı:

    “Ey Emîr! Onun içinde, sana
    yarayacak bir şey yoktur!” dediler.

    Ebû Mûsâ:

    “Onun içinde ne olduğunu,
    muhakkak, benim, bilmem lâzım!

    Deponun kapısını açınız da, içinde
    ne vardır bir bakayım?” dedi.

    Kilidi, kırdılar ve kapıyı açtılar.

    Ebû Mûsâ, depoya girip bakınca:

    Uzun, havuz gibi oyulmuş bir taş ve
    içinde de, altun sırma ile dokunmuş bir kefenle kefenlenmiş, başı açık, ölü bir
    adam gördü!

    Ebû Musa da, yanında bulunanlar da,
    ölü zatın boyunun uzunluğuna hayrette kaldılar.

    Sonra, onlar, onun burnunu,
    karışladılar.

    Bir karıştan fazla olduğunu
    gördüler.

    Ebû Mûsâ, Sus halkına:

    “Yazıklar olsun size! Kim bu
    adam?” diye sordu.

    Sus halkı:

    “Bu adam, Iraklıdır.”

    Irak halkı, yağmurları kesildiği
    zaman, bununla, tevessül eder, yağmurla su­lanmak isterler, yağmurla
    sulanırlarmış!

    Iraklıların kuraklığa uğramadıkları
    sırada, biz, yağmursuzluktan, kuraklığa uğ­ramışız.

    Iraklılara adam salıp onu vesile
    kılarak yağmur dileyelim diye bize, onu, yolla­malarını, istemişiz.

    Iraklılar, göndermeğe yanaşmayınca,
    yanlarında elli adam rehin bırakıp bunu, beldemize getirmiş, kendisile tevessül
    ederek yağmur dilemiş, yağmurla su­lanmışız.

    Kendisini, Iraklılara iade etmemek
    görüşüne varmışız.

    Kendisi de, ölüm döşeğine düşünceye
    kadar yanımızda oturmuş ve vefat etmiş.

    İşte, onun kıssası ve hali, böyle
    imiş.” dediler.

    Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus’ta bir
    müddet oturdu.

    Hz. Ömer’e bir yazı yazıp Sus
    şehrinden, Allah’ın, kendilerine nasib ettiği şey­leri haber verdi ve ölü zâtın
    işini de, yazısında, yazdı.

    Yazı, varıp Hz. Ömer, onu,
    okuyunca, Eshabın Ulularını, yanına çağırdı.

    Onlara, ölü zat hakkında bir
    bilgileri olup olmadığını sordu.

    Onlardan hiç birinde, onun hakkında
    bir bilgi bulamadı.

    Ancak, Hz.Ali:

    “Bu Zat, Danyal Hakîmdir.

    Kendisi, Resul olmayan bir Nebîdir.

    Eski zamanda, Buhtunnassar’ın ve
    ondan sonraki krallardan bazısının yanın­da bulunmuştu.” dedi ve onun, başından
    sonuna ve vefatına kadar kıssasını an­lattıktan sonra:

    “Sahibine (Ebû Musa’ya) yaz!
    Onun üzerine, cenaze namazını kılmasını ve onu, Sus’luların erişemeyecekleri
    bir yere gömmesini, kendisine, emret!” dedi.

    Hz.Ömer, bunu, Ebû Musa’ya yazdı. [66]

    Yazısında:

    “Onu, beyaz Kabatî bezinden
    kefene sar, ve kefene, koku sür.

    Üzerine, cenaze namazı kıl.

    Sonra, onu, Peygamberlerin
    gömüldüğü gibi, göm!

    Malına, bak. Onu, Müslümanların
    Beytülmal’ına koy!” dedi. [67]

    Bunun üzerine, Ebû Mûsâ, Sus
    ırmağının yolunu, başka bir yola çevirip akıt­malarını, Sus halkına emretti.

    Sonra, Danyal Aleyhisselâmın
    üzerinde bulunan kefenden başka bir kefene sarılmasını, emretti.

    Sonra, yanında bulunan
    Müslümanlarla birlikte onun cenaze namazını kıldı. Suyu çekilen ırmak yatağının
    ortasına kabrini kazdırıp, kendisini gömdürdükten sonra, ırmağı eski yoluna
    çevirterek onun üzerinden akıttı. [68]

     

     



    [1] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,s.38,40,
    İBn.Haldun-Tarih c.2,ks.1,s.107,117

    [2] Taberî-Tarih c.1,s.289, c.2,s.15.

    [3] ibn Habîb – Kitabülmuhabber s. 390.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/269.

    [4] Sâlebî – Arais s. 341.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/269.

    [5] Taberi – tarih c. 1, s. 289.

    [6] ibn Kuteybe Maarif s. 22 – 23, Dineveri el Ahbar S. 23
    Taberî Tarih c. 1, s. 289, Salebi Arais s. 335, İbn Esir Kamil c.1, s.265,
    Muhyiddin b. Arabî Muhadaratülbrar c. 1, s. 136.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/269.

    [7] Taberi Tarih c.1, s.290.

    [8] Sâlebî-Arais s.338.

    [9] Taberi Tarih c.1, s.289, Sâlebî Araisb s. 338, ibn
    Esir Kamil c.1, s.266.

    [10] Taberî Tarih c.1, s.289, Esir Kâmil c.1, s.266.

    [11] Sâlebî Arais s. 338.

    [12] Taberi Tarih c.1, s.289.

    [13] Taberî tarih c.1, s.289, ibn Esir c.1, s.266.

    [14] Sâleî Arais s.338.

    [15] Taberî Tarih c.1, s.289.

    [16] Taberî Tarih c.1, s.289-290, ibn Esir Kâmil c.1,
    s.266.

    [17] Taberî Tarih c.1, s.289.

    [18] Taberî Tarih c.1, s.290, İbn Esîr, c.1, s.266.

    [19] Taberî Tarih c.1, s.290.

    [20] Taberî Tarih c.1, s.290, Esir Kâmil c.1, s.266.

    [21] Sâlebî Arais s.339.

    [22] Taberî Tarih c.1, s.290, ibn Esîr Kâmil c.1, s.266.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/269-272.

    [23] ibn Kuteybe Maarif s. 22, Sâlebî Arais s.339.

    [24] Sâlebî Arais s.339.

    [25] İbn Kuteybe Maarif s.22, Sâlebî Arais s.339.

    [26] Sâlebî Arais s.339.

    [27] Sâlebî Arais s.339, ibn. Esîr-Kâmil c.1, s.266-267.

    [28] İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.266-267.

    [29] Sâlebî Arais s.339, İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.266.

    [30] ibn. Kuteybe-Maarif s.23.

    [31] Sâlebî Arais s.339.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/272-273.

    [32] Taberî Tarih c. 1 s.281, Ibn Esîr Kâmil, c.1, s.269,
    Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.42.

    [33] Taberî Tarih c.1 s.281, Ebülfida Elbidaye vennihaye
    c.2, s.42.

    [34] Taberî Tarih c.1 s.281, ibn Esîr Kâmil c.1, s.269,
    Ebülfida Elbidaye vennihaye c.2, s.42.

    [35] Taberî Tarih c.1 s.281.

    [36] Taberî Tarih c.1 s.283, Ibn Haldun Tarih c.2, ks.1, s.
    109.

    [37] Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil, c.1, s.268,
    Ibn Haldun Tarih c.2, ks.1, s.108.

    [38] Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil c.1, s.268.

    [39] Taberî Tarih c.1 s.284, Ibn Esîr Kâmil c.1, s.269, Ibn
    Haldun Tarih c.2, ks.1, s.108,109.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/273.

    [40] Ebû Nuaym Delâilünnübüvve c.1, s.22, Beyhakî
    Delâilünnübüvve c.1, s.291, Ebülferac İbn Cevzi Elvefa c.2, s.731, Muhyiddin b.
    Arabî Muhâdaratül ebrar c.1, s.104, Zehebî Tarihulislam c.2, s.374, Hâkimden
    naklen Ebülfida Tefsir c.2, s.253, A.Aliyyülmüttakî Kenzül’ummal c.12, s.471.

    [41] Ebû Nuaym Delâil c.1, s.22, Ebülferec Elvefa c.2,
    s.731, ibn Arabî Muhâdara c.1, s.104.

    [42] Muhyiddin b. Arabî Muhâdaratülebrar c.1, s.104.

    [43] Ebâ Nuaym Delâil c.1, s.22, Ebülferac Elfvefa c.2,
    s.731, İbn Arabî 104.

    [44] Beyhakî Delâil c.1, s.291, Zehebi Tarihulislam c.2,
    s.374, Ebülfida Tefsir c.2, s.253, Kenzülummal c.12, s.471.

    [45] Beyhaki Detail c.1, s.291, Elvefa c.2, s.731, Muhâdara
    c.1, s.104, Zehebî c.2, s.374, Ebülfida Tefsir c.2, s.253.

    [46] Ebû Nuaym Delaîlünnübüvve c.1, s.22, Ebülferec İbn
    Cevzi Elfvefa c.2, s.731.

    [47] Ebû Nuaym Delâil, c.A, s.22, Beyhatö Delâilünübüvve
    c.1, s.291, Ebülferec Elvefa c.2, s.731, Muhyiddin b. Arabî-Muhâdara c.1,
    s.104, Zehebî-Tarihulislâm c.2, s.374, Hâkimden naklen Ebülfida Tefsir c.1,
    s.22.

    [48] Beyhakî Delâil c. 1, s.291, Zehebî-Tarihulislâm c.2,
    s.374, Hâkimden naklen Ebülfida-Tefsir c.2, s.253, Diyar Bekri Hamîs c.1, s.22.

    [49] Ebû Nuaym Delâil c.1, s.22, İbn Arabî Muhâdara c.1,
    s.104.

    [50] Ebû Nuaym Delâil c.1, s.22, Ebülferec Elvefa c.2,
    s.731, ibn Arabî Muhadara c.1, s.104.

    [51] Zehebî Tarihulislam c.2, s.374, Kenzülummal c.12,
    s.471, Diyar Bekrî Hamiş c.1, s.22.

    [52] Ebû Nuaym Delâil c.1, s.22, Ebülferec Elvefa c.2,
    s.731, İbn Arabî Muhadara c. 1, s.104, Zehebî Tarihulislam c.2, s.374.

    [53] Ebü Nuaym Delâil c.1, s.22, Ebülferec Elvefa c.2,
    s.731, İbn Arabî Muhadara c.1, s.104, Zehebî Tarihulislam c.2, s.374,
    Kenzülummal c.12, s.471, Diyar Bekrî c.1, s.22.

    [54] Ebû Nuaym Delâil c.1, s.21-23, Beyhakî-Delâil c.1,
    s.287-291, Ebülferec Elvefa c.2, s.731, İbn Arabî Muhadara c.1, s.100-104,
    Zehebî Tarihulislam c.2, s.366-374, Hâkimden naklen Ebülfida-Tefsir c.2,
    s.252-253, Diyar Bek­rî Hamîs c.1, s.22.

    [55] Dineverî El’ahbar s. 19, Zehebî Tarihulislam c.2,
    s.374.

    [56] Dineverî El’ahbar s.18-19, Ebû Nuaym-Delâil c.1,
    s.21-23, Beyhaki Delâil. c.1, s.287 – 291, Ebülferec Elvefa c.2, s.729 – 731,
    Muhyiddin b. Arabî Muhadara c.1, s. 100 -104, Zehebî-Tarihulislâm c.2,
    s.366-374, Hâkimden naklen Ebülfida Tefsir c.2, s.252-253, Diyar Bekrî Hâmis
    c.1, s.22.

    [57] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/273-274.

    [58] Şâlebî Arais s.340.

    [59] İbn Esir kâmil c.1, s.268

    [60] İbn Kuteybe Maarif s.23. Salebi Arais s.340, İbn Esîr
    Kâmil c.1, s.268

    [61] İbn Kuteybe Maarif s.23

    [62] Dineverî El’ahbar s.23, Salebi Arais sb.340, İbn Esîr
    Kâmil c.1, s.268.

    [63] Dinever! El’ahbar s.48.

    [64] İbn Kuteybe Maarif s.23, BeyhakiDelâilünübüvvec.1,
    s.292, Muhyiddinb. ArabîMuhâdaratülebrarc.1, s.136.

    [65] İbn Kuteybe Maarif s.23, Dineveri El’ahbar s.49,
    Beyhaki Delâil c.1, s.292, Muhyiddin b. Arabi Muhadaratüleb-rar c.1, s.136.

    [66] Sâlebî Arais s.340-341.

    [67] A. Aliyyülmüttakî Kenzül’ummal c.12, s.482.

    [68] Sâlebt Arais s.341.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/274-276.

  • IRMIYA ALEYHİSSELÂM

    IRMIYA
    ALEYHİSSELÂM

     

    . 2

    İrmiya
    Aleyhisselâmın Soyu:
    2

    İrmiya
    Aleyhisselâmın Peygamber Olarak Gönderilişi:
    2

    Buhtunnassar
    Beytülmakdis’te:
    7

    Buhtunnassar’ın
    İrmiya Aleyhisselâm’ı Zindandan Çıkarışı:
    8

    Beytülmakdis’in
    İmar Edilişi:
    10

    İrmiya
    Aleyhisselâm’ın Yüz Yıllık Ölümünden Sonra Diriltilişi:
    11

    Yüz Yıllık
    Ölümden Sonra Diriltiliş Hadisesinin Kur’ân-I Kerim’de Açıklamışı:
    11

     

     

    İrmiya Aleyhisselâmın Soyu:    Başa
    Dön

     

    İrmiya b.Hılkıya; Lavi b.Yâkub
    Aleyhisselâm’ın soyundan gelen[1] Hârûn
    b.İm-ran Aleyhisselâmın soyundandı[2].

    Kendisinin, Hızır Aleyhisselâm
    olduğu[3] ve
    zaman zaman sahralarda ve şe­hirlerde görüldüğü söylenmişse de[4],
    İrmiya Aleyhisselâmın Hızırlığı hakkındaki haber, sahih değil denilmiştir[5].

     

    İrmiya Aleyhisselâmın Peygamber
    Olarak Gönderilişi:
       
    Başa Dön

     

    İsrail oğulları; Şâ’yâ
    Aleyhisselâmı şehid ettikten sonra[6], Yüce
    Allah, onlara İrmiya b.Hılkiya Aleyhisselâmı, peygamber olarak gönderdi[7].

    O zaman; İsrailoğulları arasında
    bid’atlar çoğalmış, büyümüş: serkeşliğe baş­lamışlar, günah işlemeye dalmışlar[8],
    haramları helallaştırmışlardı[9].

    Peygamberleri öldürmüşler[10],
    Yüce Allah’ın, kendilerine yapmış olduğu lutf ve ihsanlarını, düşmanları olan
    Senharib ve ordularından kurtardığını unut­muşlardı[11].

    Bunun üzerine, Yüce Allah, İrmiya
    Aleyhisselâma:

    “Ben İsrailoğullarını helak
    edeceğim! Onlardan intikam alacağım.

    Sen, Beytülmakdis Kayası’nın
    üzerinde ayakta dur!

    Orada, sana emrim ve Vahy’im
    gelecektir!” buyurdu.

    İrmiya Aleyhisselâm kalkıp
    elbisesini yırttı, başına kül saçtı ve secdeye kapandı.

    “Yâ Rab! Anamın beni hiç
    doğurmamış olmasını, benim yüzümden Beytülmak-dis’in harap ve İsrailoğullarının
    helak olacakları bir zamanda beni, israiloğulları peygamberlerinin sonuncusu
    yapmamanı çok arzu ederdim!” dedi.

    “Secdeden başını kaldır!”
    buyruldu.

    İrmiya Aleyhisselâm, başını
    kaldırdı ve ağlayarak:

    “Yâ Rab! Onlara kimi musallat
    edeceksin?” diye sordu.

    Yüce Allah:

    “Ateşe tapanları, azabımdan
    korkmayanları, sevabımı ummayanları! [12]

    Kavmin olan İsrailoğullarına git
    de, onlar hakkında sana emrettiğim şeyleri ken­dilerine anlat! [13]

    Haklarındaki nimetlerimi hatırlat!

    Bid’at ve yaramazlıklarını, anlat[14]

    Onları, bana itaat ve ibadete davet
    et!” buyurdu[15].

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Yâ Rab! [16]
    Sen, beni, güçlendirmezsen, ben zaif’im[17].

    Sen, benim dilime belagat ve
    fesahat vermezsen, ben maksadımı anlatmak­tan âcizim! [18]

    Sen, beni doğrultmazsan, ben
    yanılırım!

    Sen, bana yardım etmezsen, ben
    rüsvay olurum!

    Sen, bana izzet vermezsen, ben,
    zelîl ve hakîr olurum!” dedi.

    Yüce Allah:

    “Sen, bütün işlerin, benim
    irâdemle meydana geldiğini ve benim, bütün kalp­leri ve dilleri, nasıl
    istersem, elimde evirip çevirdiğimi, bilmiyor musun?

    Sen, bana itaat et!

    Şüphesiz, benim ben o Allah ki,
    benim dengim olabilecek hiçbir şey yoktur.

    Göklerle yer ve onların içindeki
    şeyler, benim kelâmımla kaimdirler.

    Ben, denizlere söyledim. Sözümü,
    anladılar.

    Onlara, emrettim, emrimi yerine
    getirdiler.

    Onların çevrelerini de, kumlu
    karalarla sınırladım. Onlar çizdiğim sınırı geçemezler.

    Dağ gibi dalgalar gelir, çizdiğim
    sınıra erişince onlara zillet, uysallık elbisesini giydiririm.

    Onlar, korkarak ve bana, boyun
    eğeceklerini ikrar ederek emrimi yerine geti­rirlerdir.

    Ben, senin yanındayım. Sen, benim
    yanımda bulundukça, sana hiçbir şey erişmez.

    Ben, seni onlara, emir ve
    nehiylerimi tebliğ edesin diye Peygamber olarak gön­derdim.

    Sen, bu vazifeyi yerine getirmekle,
    onlardan, sana tâbi olanların sevabına denk sevap kazanacaksın.

    Bununla beraber, onların sevabından
    da, bir şey eksilmeyecektir.

    Eğer, bu vazifeyi, yerine
    getirmekte kusur edersen, bundan dolayı kazanaca­ğın günah, toz duman içinde
    bıraktığın kimselerin işleyecekleri günaha denk ola­caktır.

    Bununla beraber, onların günahından
    da bir şey eksilmeyecektir! [19]
    Kavminin yanına git de:

    Allah, size atalarınızın
    iyiliklerini hatırlatıyor ve bununla da, size günahlarınız­dan tevbe ettirmek
    istiyor! de! [20]

    Ve sor onlara: Atalarının, bana
    itaat etmeleri sonucunu, nasıl buldular? Onların, bana isyan etmeleri sonucunu,
    nasıl buldular?

    Onlar; kendilerinden önce bana,
    itaat edip de, itâatından dolayı yaramaz ve mutsuz olmuş, veya bana, âsi olup
    da, asiliğinden dolayı mutlu olmuş bir kimse bulunduğunu biliyorlar mıdır?

    Hayvanlar; rahat yuvalarını,
    hatırlayınca, oraya dönerler. Bu kavm ise, felâket ve helak otlaklarında
    otlamaktadırlar!

    Onların bilginleri ve ruhbanları
    ise; benim kullarımı, hizmetkâr edindiler ve halkı, bana ibâdetten vazgeçirip
    benden başkasına taptırıyor ve onları, benim emrimi bilmez hale getirinceye ve
    zikrimi, unutturuncaya ve benden gaflete düşürünce-ye kadar, onlar arasında
    -benim kitabıma aykırı olarak- hüküm veriyorlar!

    Onların buyruk sahiplerine ve
    yedicilerine gelince: Bunlar da, nimetimi, inkâr ettiler.

    Demek, onlar vereceğim belâdan,
    emniyet ve selâmette oldular da, Kitabımı bir tarafa attılar, Ahdimi unuttular,
    sünnetimi, değiştirdiler, hâ!

    Kullarım, ancak bana ibâdet ve
    itaat etmeleri yaraşır ve gerekirken, bana kar­şı, günah işlemekte onlara ve
    onların dinimde -benim adıma- ihdas etmek cür’e-tini gösterdikleri bid’atlara
    tâbi oluyorlar hâ!

    Onlar, benim hakkımda ve
    Peygamberlerim hakkında yalan söylüyor ve iftira­da bulunuyorlar ha!

    Benim celâlim, Yüce Makamım, Ulu
    sânım, her türlü noksan ve eksik sıfatlar­dan münezzehdir, uzaktır.

    Bir insana, bana karşı günah
    işlenmesine itaat etmek yaraşır mı?

    Benim yarattığım kullarıma, benden
    başka birtakım tanrılar edinmeleri yaraşır mı?

    Onların Tevrat okuyucularına ve din
    bilginlerine gelince:

    Bunlar; Mescidlerde ibâdete,
    dindarlığa özenirler; orayı benden başkası için onarırlar;

    Dünyayı, elde etmek için dini
    vasıta kılarlardır. Onların, orada Fıkıh öğrenmeleri, ilim için değildir.
    Orada, ilim öğrenmeleri de, amel için değildir. Peygamber oğullarına gelince:

    Onlar, çok konuşkan ve ezgin
    olmuşlar, gurura kapılmışlar, ahmakların, cahil­lerin yanında, ahmak ve cahil
    olmuşlar!

    Kendilerinin de, Atalarına yapılmış
    olan yardım gibi, yardıma;

    Onlara verilmiş olan keramet gibi,
    keramete nail olacaklarını, umuyorlar ve bu yardım ve ikrama da -hiç de doğru
    olmaksızın, düşünmeksizin ve ibret almaksızın- kendilerinden daha lâyık bir
    kimse bulunmadığını iddia ediyorlar!

    Hatırlamıyorlar ki: Onların
    ataları, benim yardımıma, nasıl kavuştular?

    Emrimi, dinimi değiştiriciler,
    değiştirdikleri zaman, onlar emrime, dinime nasıl ciddiyetle sarıldılar?

    Bu uğurda, canlarını, kanlarını
    feda etmekten nasıl çekinmediler?

    Onlar; benim emrim yerine
    gelinceye, dinim üstün gelinceye kadar sabr ve sa­dâkat göstermişlerdir.

    Ben, şu kavmin azaplarını, onlar
    buyruklarımı kabul etsinler diye erteledim, uzattım.

    Onlar, düşünsünler diye
    günahlarından vazgeçtim.

    Düşünsünler diye onları uzun ömürlü
    kıldım, çok yaşattım.

    Her defasında, onların üzerine,
    gök, yağmur yağdırdı, yer, onlar için ot bitirdi.

    Onlara, afiyet elbisesi giydirdim
    ve düşmanlarına galip kıldım.

    Bütün bunlar, onların,
    azgınlıklarını, artırmaktan, kendilerini, benden uzaklaş­tırmaktan başka bir
    işe yaramadı.

    Onların, davetimden yüz
    çevirmeleri, daha ne zamana kadar sürecek? Yoksa, onlar beni aldatıyorlar mı
    sanıyorlar?! [21] Yoksa, onlar benimle alay mı
    ediyorlar?! Yoksa, onlar bana karşı yiğitlik mi taslıyorlar?! [22]

    İzzet(sıfat)ıma yemin ederim ki:
    ben, onlara, öyle bir fitne, bir belâ salacağım ki: o, usluları, hayrette
    bırakacak[23],
    görüş sahiplerinin görüşlerini, hakimlerin hikmetlerini yanıltacak,
    şaşırtacaktır[24].

    Onlara; Zorba, katı kalpli, aşırı
    derecede zâlim, kendisine heybet elbisesini giy­dirdiğim, göğsünden, şefkat,
    merhamet ve yumuşaklık duygusunu kaldırdığım bir kimseyi musallat edeceğim!

    Onu; sayısı, karanlık gecenin
    karaltısını andıran cemâat, takip edecek[25].

    Kendisinin, kara bulut kümelerini
    andıran ve ne oldukları belirsiz, hayırsız pek çok askerleri olacak, onun
    bayrakları, Kerkes kuşlarının havada uçuştukları gibi, dalgalanacak,
    süvarilerinin saldırışı da, Tavşancıl kuşlarının çığlık kopararak av­larının
    üzerine inişini andıracaktır! [26]

    Onlar, mamureleri, harabeye
    çevirirler, köyleri ıssız bırakırlar. Yeryüzünü ifsad, girdikleri yeri tahrip
    ettikçe tahrip ederler. Onların kalpleri kaskatıdır, acımak bilmez. Yüzleri
    gülmez, gözleri hiçbir şeyi görmez, kulaklarına söz girmez.

    Onlar, çarşılara, ürkmüş ve
    heybetinden, tüyler ürperten arslan gibi da­larlar[27]…’

    Ben İsrailoğullarını Yâfes ile
    helak edeceğim!” buyurdu’[28].

    Yâfes, Bâbil halkı olup Yâfes b.Nûh
    Aleyhisselâmın oğullarındandı[29].

    Yüce Allah’dan, bu azab emri
    gelince, İrmiya Aleyhisselâm, feryad ederek ağ­lamış, elbisesini yırtmış,
    başına kül saçmış[30];
    İsrailoğullarından bu felâketi kal­dırması için Yüce Allah’a yalvarmış durmuştu[31].

    Yüce Allah:

    “Ey İrmiya! Demek, sana Vahy
    ettiğim şey, seni sıkıntılandırdı, tasalandırdı” buyurdu.

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Evet yâ Rab! Keski, Sen daha
    önce beni helak etseydin de, israiloğullarının esir edilmelerini
    görmeseydim” dedi[32].

    Yüce Allah:

    “İzzet ve Celâl(sıfat)ıma
    yemin ederim ki: Bu hususta, senin tarafından bir emir(hüküm) verilmeden önce[33],
    Beytülmakdis de[34],
    İsrailoğulları[35] da,
    helak edilmeyecektir!” buyurdu.

    Bunun üzerine, İrmiya Aleyhisselâm,
    sevindi[36]. İçi
    rahatlaştı[37].

    “Musa’yı ve diğer
    peygamberlerini hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki: Ben de,
    İsrailoğullarının helak edilmeleri emrini(hükmünü) hiçbir zaman verme-yeceğim! [38]
    İsrailoğullarının helakine razı olmayacağım!” dedi[39].

    Aradan üç yıl geçmişti.

    İsrailoğulları, isyanlarını
    artırdıkça artırdılar, kötülüklerini uzattılar durdular.

    Onların bu halleri, helaklerinin
    yaklaştığı zamana kadar devam etti. Vahy gel­mesi de azaldı[40].
    Onlar, Âhireti hiç anmaz oldular[41].

    Dünyaya ve dünya işlerine dalınca,
    ahiretten geri durmakta idiler[42].
    Hükümdarları da, onlara:

    “Ey İsrailoğulları! Allah’ın
    azabı, size gelip çatmadan önce[43],
    Allah’ın acıma­sız bir kavmi, üzerinize salmasından önce, işlemekte olduğunuz
    kötülüklere son veriniz!

    Çünkü, Rabbınız, tevbeye yakındır,
    kendisine, tevbe eden kimse için, ellerini hayırla açmış bir
    esirgeyicidir?” diyerek öğüt verdi[44],
    onları, tevbeye davet etti ise de, tevbe etmediler[45]
    ve işleyip durdukları kötülüklerden hiçbirini bırakma­ğa yanaşmadılar[46],
    kötülüklerine son vermediler[47].

    Nihayet Yüce Allah[48]
    İbrahim Aleyhisselâmla Rabbi hakkında tartışan Nem-rud’un soyundan gelen[49]
    Buhtunnassar’ın kalbine[50],
    Beytülmakdis’e[51],
    Bey-tülmakdis halkının üzerine[52]
    yürüme düşüncesini düşürdü[53].

    Buhtunnassar; geniş meydanları
    dolduracak kadar çok sayıda askerlerinin[54],
    altıyüzbin bayraklı orduların başına geçip[55] daha
    önce Senharib’in, Beytülmak-dis halkına yapamadığı şeyi yapmak maksadıyla yola
    çıktı[56].

    İsrailoğullarının ecelleri yaklaşıp
    da[57],
    Yüce Allah; onları helak etmek[58], mülk
    ve saltanatlarına son vermek istediği zaman[59],
    İrmiya Aleyhisselâma bir Melek gönderdi[60].

    Meleğe:

    “İrmiya’ya git de[61]
    ondan, Fetva iste!” buyurdu[62]‘.

    Ondan ne hakkında fetva
    isteyeceğini de, Meleğe bildirdi[63].

    Melek, İsrailoğullarından bir
    adamın suretine girip İrmiya Aleyhisselâmın yanı­na geldi[64].

    İrmiya Aleyhisselâm ona:

    “Sen kimsin?’ diye sordu[65].

    Melek:

    “Ben, İsrailoğullarından bir
    adamım! [66]

    Bazı islerim hakkında[67]
    sana soru sorup senden fetva almak istiyorum” dedi’[68]

    İrmiya Aleyhisselâm, izin verince[69],
    Melek:

    “Ey Allanın Peygamberi! [70]
    Senden, akrabam hakkında bir fetva istiyorum:

    Ben, onların akrabalık haklarını[71],
    Allah’ın bana emrettiği şekilde[72]
    yerine ge-tirdim[73].

    Onların yanlarına, ancak iyilik ve
    ihsanda bulunmak için gittim.

    Ben, kendilerine ihsan ve ikramımı
    artırdıkça, onlar bana hep kızdılar durdular[74].

    Ey Allah’ın peygamberi! [75]
    Sen, bana onlar hakkında bir fetva ver!” dedi.

    İrmiya Aleyhisselâm, ona:

    “Sen, senin aranla Allah’ın
    arasındaki şeyde, güzel hareket et!

    Allah’ın, gözetmeni emrettiği
    akrabalık haklarını gözet! [76]

    Seni, hayırla müjdelerim!”
    dedi[77].

    Melek İrmiya Aleyhisselâmın
    yanından ayrıldı.

    Birkaç gün geçtikten sonra, Melek
    önceki adamın suretinde tekrar gelip[78] İr­miya
    Aleyhisselâmın önüne oturunca[79],
    İrmiya Aleyhisselâm, ona: “Sen kimsin?” diye sordu.

    Melek:

    “Ben, yanına gelip senden
    akrabamın hali hakkında fetva istemiş olan adamım” dedi[80].

    İrmiya Aleyhisselâm :

    “Onlar, sana karşı,
    ahlaklarını daha temizlemediler mi? [81]
    Onlardan, arzu ettiğin şeyi görmedin mi?” diye sordu. Melek:

    “Ey Allah’ın Peygamberi! Seni
    Hakla Peygamber gönderen Allah’a yemin ede­rim ki, hiç bir iyilik bilemiyorum
    ki, onu insanlardan bir kimse yapsın da, ben de, onu hattâ ondan daha fazlasını
    da yakınlarıma yapmış olmayayım[82].

    Onlar, bana karşı, kötü tutum ve
    davranışlarını, daha da arttırdılar!” dedi[83].

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Sen, aile halkının yanına
    dönüp onlara iyilik etmekte devam et! [84]

    Salih kullarını düzelten Allâh’dan,
    sizin aranızı da düzeltmesini[85] ve
    sizleri, rızâsını talep ve gazabından kaçınma hususunda birleştirmesini
    dilerim” dedi[86]

    Bunun üzerine Melek, İrmiya
    Aleyhisselâmın yanından ayrıldı.

    Birkaç gün sonra İrmiya
    Aleyhisselâm, Beytülmakdis’in duvarı üzerinde otur­duğu sırada, Melek tekrar
    gelip önüne oturdu. [87]

    İrmiya Aleyhisselâm, ona:

    “Sen, kimsin?” diye sordu[88].

    Melek:

    “Ben aile halkımın hali
    hakkında sana iki kerre gelmiş olan kimseyim!” dedi.

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Hâlâ, onların içinde
    bulundukları hallerden[89]
    ayrılmaları[90],
    onlara bir niha­yet vermeleri[91]
    zamanı gelmedi mi?” diye sordu. [92]

    Melek:

    “Ev Allah’ın Peygamberi! Ben,
    bundan önce onlardan bana isabet eden her şeye[93]
    onlar, beni kızdıran şeyler olduğu için[94]
    katlanıyordum.

    Fakat, bugün, onlara gittiğim zaman[95],
    kendilerini Allah’ın razı olmadığı[96] ve
    sevmediği[97] bir
    iş üzerinde gördüm!” dedi.

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Onları, hangi amel üzerinde
    gördün?” diye sordu[98].

    Melek:

    “Ey Allah’ın Peygamberi! Ben
    onları Allah’ı gazablandıracak çok büyük bir amel üzerinde gördüm! [99].

    Eğer onlar bundan önce bulundukları
    uygunsuz haller gibi, uygunsuz haller üzerinde bulunsalardı, onlara kızgınlığım
    artmazdı[100],
    sabrederdim[101].

    Fakat, ben bugün Allah için[102],
    senin için[103],
    kızdım ve onların haberini sa­na haber vereyim diye geldim[104].

    Şimdi, ben seni Hakla Peygamber
    gönderen Allah üzerine, sana and vererek onların helak olmaları için, Allah’a
    dua etmeni, senden diliyorum!’ ‘dedi.

    Bunun üzerine, İrmiya Aleyhisselâm:

    “Ey göklerin ve yerin Mâliki!
    Eğer onlar, hak ve savab üzerinde iseler, onları bulundukları halde bırak!

    Eğer, onlar, Seni gazablandıracak
    bir halde, Senin razı olmadığın bir amelde iseler, onları, hemen helak
    et!” diyerek dua etti.

    Bu sözler, İrmiya Aleyhisselâmın
    ağzından çıkar çıkmaz, Yüce Allah Beytül-makdis’e gökten bir yıldırım gönderip
    Kurban yerini tutuşturdu.

    Beytülmakdis’in kapılarından yedi
    kapı da yerin dibine geçti.

    İrmiya Aleyhisselâm, bunu görünce
    feryad ederek elbisesini yırttı ve başına toprak saçtı.

    “Ey göklerin Mâliki! ve ey
    Merhametlilerin en Merhametlisi! Bana va’d etmiş olduğun va’d’in nerede?”
    diyerek münâcatta bulundu.

    Kendisine:

    “Ey İrmiya! Onlara isabet eden
    bu musibet ancak[105],
    bizim Elçimize[106], se­nin
    verdiğin fetvân[107] ve
    duan üzerine[108],
    isabet etti!” diye nida edilince, sor­gu sahibinin kendisine Allah
    tarafından gönderildiğine ve musibetin de, kendisi­nin verdiği fetva üzerine
    vuku bulduğuna kanâat getirdi[109].

    İrmiya Aleyhisselâm:

    Tevbe edip kötü işlerini
    bırakmadıkları takdirde[110],
    Allah’ın gazabına uğraya­caklarını[111],

    Buhtunnassar tarafından,
    Beytülmakdis üzerine yürünüp savaşan İsrailoğul-larının öldürüleceğini,

    Çoluk çocuklarının esir edileceğini[112],
    Mescidlerinin yıkılacağını,

    Kitaplarının yakılacağını[113]
    haber verdi[114].

    İsrailoğulları, uğrayacakları azab
    haberini işittikleri zaman, İrmiya Aleyhisselâ-ma, isyan ettiler, onu
    yalanladılar ve yalancılıkla suçladılar:

    “Sen, yalan söylüyorsun!
    Allah’a karşı çok büyük bir iftirada bulunuyorsun!

    Allah’ın, yeryüzünü, mescidlerini,
    kendisine ibadeti, tehvidi muattal kılacağını iddiaya kalkışıyorsun!

    Yeryüzünde bir Âbid, bir mescid,
    bir kitap kalmazsa, Allah’a kim ibadet edecek?!

    Sen, Allah’a karşı, çok büyük bir
    iftira etmiş oluyorsun!” dediler ve kendisinin deli olduğunda sözbirliği
    etiler[115].

    Kendisini dövdüler, zincire
    vurdular[116] ve
    zindana koydular[117].
    Bunun üzerine, Yüce Allah, Buhtunnassar’ı onların üzerine saldı[118].

     

    Buhtunnassar Beytülmakdis’te:    Başa
    Dön

     

    Kısa bir müddet sonra[119],
    Buhtunnassar; çekirge sürüsünden daha çok olan altıyüzbin bayraklı[120]
    askerleri ile gelip Beytülmakdis çevresine kondu[121].

    Sonra, Beytülmakdis halkını kuşattı[122].
    İsrailoğulları, onlardan son derecede korktular. [123]

    Kuşatma uzayınca, Buhtunnassar’ın
    hükmüne boyun eğerek kapıları açtılar, sokakları tenhalaştırdılar.

    İsrailoğulları hakkında câhiliye
    hükmüne göre: Zorba yakalayışı ile yakalanma­larına hüküm verilip onlardan,

    Üçte biri, öldürüldü! Üçte biri,
    esir edildi!

    Kötürümler, çok yaşlı erkekler ve
    kadınlar, geri bırakıldıktan sonra, süvarilere çiğnettirildi!

    Çocuklar, sürülüp götürüldü!

    Kadınlar, çarşılarda, çıplak
    durduruldu! [124]

    Buhtunnassar, Beytülmakdis’te
    ayakta dikili ev bırakmadı!

    Beytülmakdis Mescidini tahrip etti!

    Mescid’in içinde bulunan bütün altın,
    gümüş ve cevherleri,

    Süleyman Aleyhisselâm’ın Kürsüsünü[125],

    Heykelde ve depolarda bulunan bütün
    malları,

    Süleyman Aleyhisselâm’ın, Mescid
    için yaptırmış olduğu bütün kabları ka­çakları,… ganimet olarak aldı.

    Yıktığı Kudüs’te, fakirler ve
    zayıflardan başka bir şey bırakmadı[126].

    Tevratı ve Peygamberlere aid olup
    heykelde saklanan bir çok kitapları, bir ku­yuya attırdı ve üzerinde ateş
    yaktırdı[127].

    Şehir, yıkıldıktan sonra[128],
    Buhtunnassar; askerlerinin her birine, kalkanları­nı toprakla doldurup şehrin
    harabesi üzerine atmalarını emretti. Askerler emri ye­rine getirdiler. Şehri,
    toprakla doldurdular.

    Buhtunnassar, şehrin bütün halkını
    bir araya toplattı. İsrailoğullarının aralarından büyük küçük yüz bin çocuk
    seçti.

    Alınan ganimetleri, askerleri
    arasında bölüştürmek isteyince, yanındaki hüküm­darlar:

    “Biz hissemize düşeni sana
    bırakıyoruz.

    Sen İsrailoğullarından seçtiğin şu
    çocukları bizim aramızda bölüştür” dediler.

    Buhtunnassar öyle yaptı.

    Her birine dörder çocuk düştü.

    Oanyal, Hananya, Azarya ve Mişayel
    de bölüştürülen çocuklar arasında bulu-nuyordu[129].

    Çocuklardan;

    Yedibini Dâvûd Aleyhisselâm’ın ev
    halkından,

    Onbirbini, Yûsuf b.Yâkub
    Aleyhisselâm ve kardeşi Bünyamin’e mensup aile­lerden,

    Sekizbini, Âşer b.Yâkub
    Aleyhisselâm ailesinden[130],

    Ondörtbini, Zebulun b.Yâkub
    Aleyhisselâm ailesinden[131],
    Dörtbini, Rubil ve Levi b.Yâkub Aleyhisselâm ailelerinden[132],
    Dörtbini, Yehûda b.Yâkub Aleyhisselâm ailesinden[133],
    Ondörtbini, Dan b.Yâkub Aleyhisselâm ailesindendi[134].
    Geri kalanları da, İsrailoğullarının başka ailelerindendi[135].
    Buhtunnassar, bu çocuklardan yetmişbinini Bâbil’e götürdü. İsrailoğullarından
    aldığı esirleri, üçe bölerek bir kısmını, Şam’da yerleştirdi. Bir kısmını esir
    olarak tuttu. Üçte birini de öldürdü[136].

    Buhtunnassar’ın öldürdüğü esirler
    arasında, İsrailoğullarının Tevrat okuyanla­rından ve bilginlerinden kırkbin
    kişi bulunuyordu.

    Uzeyr Aleyhisselâm’ın babası ve
    dedesi de öldürülenler arasında idi[137].
    Buhtunnassar, Beytülmakdis’te ele geçirdiği tabak ve çanakları, Bâbil’e
    götürdü.

    Yüce Allah’ın, İsrailoğullarına
    gönderdiği bu musîbet; onların kötü işlerinden, bid’atlar ihdas etmelerinden ve
    zulümlerinden ileri gelmişti[138].

    Bu gerçek, Kur’ân-ı kerimde şöyle
    açıklanır: “Biz, Kitapta, İsrailoğullarına şu haberi verdik:

    Siz, Arz(ı Mukaddes)da, muhakkak
    iki defa fesad çıkaracak ve muhakkak (ba­na karşı) çok büyük bir serkeşlik
    yapıp kabaracaksınız!

    İşte, o ikiden birinci(fesadlarının
    Ceza) vâde(si) gelince, (muharebede) çok çe­tin bir kuvvete malik olan
    kullarımızı, üzerinize musallat kıldık da, onlar evlerin ara­larına kadar girip
    (sizi) araştırdılar.

    (Bu), yerine getirilmiş bir va’d
    idi.

    Sonra, bunlara karşı, size tekrar
    devlet ve galebe verdik.

    Mallarla, oğullarla, sizin
    imdadınıza yetiştik.

    Cemiyetinizi de, (olduğunuzdan)
    daha fazla çoğalttık.

    Eğer iyilik ederseniz, o iyiliği,
    kendinize etmiş olursunuz.

    Eğer, kötülük ederseniz (o kötülüğü
    de, yine kendinize etmiş olursunuz)

    Artık, diğer (cezanın) va’de(si)
    gelince, yüzlerinizi, kötülesinler, Mescid(iniz)e gir(ip tahrip et)sinler,
    galebe ve istilâ ettiklerini, mahvettikçe, etsinler diye (başınıza, yi­ne
    düşmanları, musallat ettik)

    (Tevbe ederseniz) Rabbinizin, sizi
    esirgeyeceğini, umabilirsiniz. (Fakat, tekrar fesada) dönerseniz, biz de (sizi
    cezalandırmağa) döneriz. Biz: Cehennemi, kâfirlere bir zindan yaptık[139].

     

    Buhtunnassar’ın İrmiya
    Aleyhisselâm’ı Zindandan Çıkarışı:
        Başa Dön

     

    Buhtunnassar, İsrailoğullarının
    zindanında İrmiya Aleyhisselâm’ı bulunca, ona: “Sen burada ne
    arıyorsun?” diye sormuştu.

    Allah’ın, onu, kavmine başlarına
    gelecek felaketleri anlatıp korkutsun diye Pey­gamber olarak gönderdiği,
    kavminin ise, onu yalanladıkları ve zindana attıkları haber verildi.

    Buhtunnassar:

    “Rab’larının Resulüne âsî olan
    bir kavim, ne kötü bir kavimdir!” dedi[140].

    İrmiyâ Aleyhisselâm’ın, zindandan
    çıkarılmasını emretti.

    Zindandan çıkınca, ona:

    “Sen, şu kavmi, başlarına
    gelecek felaketle korkuttun mu?’ diye sordu.

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Evet! [141]

    Çünki, ben böyle olacağını
    biliyordum.

    Allah beni onlara gönderdi.

    Fakat onlar beni
    yalanladılar!” dedi.

    Buhtunnassar:

    “Onlar demek seni
    yalanladılar, dövdüler ve zindana koydular?!” dedi. İrmiya Aleyhisselâm:
    “Evet!” dedi[142].
    Buhtunnassar:

    “Peygamberlerini yalanlayan,
    Rab’larının Elçiliğini yalanlayan bir kavim, ne kötü bir kavmdir!

    Sen benim yanıma gelir misin?

    Ben sana ikram ve ihsanda
    bulunurum.

    İstersen, ülkende otur, sana Emân
    vermişimdir!” dedi.

    İrmiya Aleyhisselâm:

    “Ben, şimdiye kadar, Allah’ın
    emânından ayrılmadım ve hiçbir saat da, O’nun emânından çıkmam!

    İsrailoğulları bile O’nun emânından
    çıkmazlar.

    Onlar, ne senden, ne de senden
    başkasından korkmazlar.

    Senin, onların üzerinde bir baskın
    olmaz!” dedi.

    Buhtunnassar, İrmiya
    Aleyhisselâm’dan bu sözleri işitince onu kendi haline b.rakt. [143].

    Kendisine ihsanlarda bulundu.

    İsrailoğullarının zaif takımları,
    İrmiya Aleyhisselâm’ın yanında toplandılar:

    “Biz günahkâr olduk.
    Zulmettik.

    Biz, yapmış olduğumuz şeylerden
    dolayı Allah’a tevbe ediyoruz.

    Sen bizim tevbemizi kabul etmesi
    için, Allah’a dua et!” dediler.

    İrmiya Aleyhisselâm, Rabb’ine dua
    edince, Yüce Allah:

    “Onlar, söylediklerini yapıcı
    değillerdir.

    Eğer, sözlerinde sâdık iseler,
    seninle birlikte, şu beldede otursunlar!” buyurdu.

    İrmiya Aleyhisselâm, Allah’ın
    emrini onlara haber verdiği zaman:

    “Biz; Allah’ın ahalisine gazab
    ettiği harap bir beldede nasıl otururuz?” dedi­ler, oturmaktan kaçındılar[144].

    O zaman, İsrailoğulları beldelere
    dağıldılar;

    Onlardan bazıları Hicaz’da Yesrib’e
    (Medineye),

    Bazıları Vadilkura’ya ve daha başka
    yerlere indi[145].

    Onlardan az bir cemâat da Mısır’a
    gittiler[146].
    Mısır Kralı’na iltica ettiler[147].

    İrmiya Aleyhisselâm da, Mısır’a
    gitti[148].

    Buhtunnassar, Mısır Kralı’na yazı
    yazarak:

    “Kölelerim, benim yanımdan,
    senin yanına kaçtılar.

    Onları, hemen bana geri gönder!

    Göndermezsen, seninle çarpışır
    beldelerini süvarilere çiğnetirim!” dedi.

    Mısır Kralı da Buhtunnassar’a:

    “Onlar senin kölelerin değil,
    hürdürler, hürlerin oğullarıdırlar” diye cevap verdi[149].

    Bunun üzerine, Buhtunnassar, Mısır
    Kralının üzerine yürüdü.

    Çarpıştılar.

    Buhtunnassar, onu mağlup ve esir
    edip[150]
    öldürdü.

    Mısırlıları esir etti.

    Sonra Mağrib diyarına yürüdü.
    Ülkenin, en uzak köşelerine kadar ilerledikten sonra dönüp Mısır, Kudüs,
    Filistin ve Ürdün halkından aldığı bir çok esirlerle birlikte Babil’e döndü ki,
    esirler arasında Danyal Aleyhisselâm’la[151]
    ondan başka Pey­gamberler de bulunuyordu[152]‘.

    İrmiya Aleyhisselâm o zaman
    Mısır’da kaldı[153].

    İrmiya Aleyhisseiâm; Mısır
    toprağında oturup küçük bir bahçe edinmişti.

    Oraya, sebze eker, onunla
    geçinirdi.

    Yüce Allah ona:

    “Küfür toprağında oturmakta,
    ekip dikmekte, senin için sıkıntı ve uğraşı vardır.

    İsrailoğulları hakkındaki gazabımı
    bilmene rağmen, yer seni nasıl sığdırıyor veya taşıyor?!

    İlya(Beytülmakdis) ve onun halkı
    hakkında vermiş ve uygulamış olduğum o hü­küm, seni tasalandırsın!

    Bu zaman; mâmur yer zamanı değil,
    fakat yıkık yer zamanıdır! Öyle ise, hemen şu bahçeciğine varıp dayan, onun duvarlarını
    yık! Sebzesini yok et! Su ırmağını batır ve İlya’ya kavuş!

    Kitabım oranın Ecelini tebliğ
    edinceye kadar İlya senin belden olsun!” diye vahy[154]
    ve geri dönmesini emretti[155].

    O zaman mahsul zamanı idi.

    İrmiya Aleyhisselâm, içinde üzüm ve
    incir bulunan azık sepetini aldı. Yeni bir su tulumu edinip içine su doldurdu.

    Merkebini bağlamak için yeni bir ip
    büktü.

    Korkulu bir halde, hemen merkebine
    binip İlya (Beytülmakdis) yolunu tuttu[156].

    İrmiya Aleyhisselâm; merkebinin
    üzerinde olduğu, sahtiyandan dikilmiş su tu­lumunun içinde üzüm suyu, sepetinde
    de incir bulunduğu halde[157]
    gelip Bey-tülmakdis’in üzerinde durdu[158].

    Şehri, tavsif edilemeyecek şekilde,
    son derecede[159]
    harap bir halde görün­ce[160],
    kendi kendine: “Sübhânallâh!

    Allah, bana bu beldeye inmemi
    emretti. Orayı imar buyuracağını da haber verdi. Acaba burayı ne zaman imar
    edecek? [161]. Allah burasını ölümünden
    sonra acaba nasıl diriltecek?” dedi’[162].
    Sonra merkebini yeni iple bağladı.

    Yüce Allah o sırada İrmiya
    Aleyhisselâm’a, bir uyku verdi’[163]. O
    da, başını yere koyup uyudu’[164].
    Uyuduğu zaman, kendisinin ruhu kabzolundu[165].
    Yüce Allah, onu, yüz yıl ölü bir halde bıraktı[166].
    Onun merkebini de onunla birlikte öldürdü. Fakat Yüce Allah onu gözlere
    göstermedi[167].
    Hiçbir kimse onu göremedi[168].

     

    Beytülmakdis’in İmar Edilişi:    Başa
    Dön

     

    Rivayete göre: Buhtunnassar’la onun
    daha üstü olan büyük kral Lührasb öl­dükten sonra, yerine Beştasb b.Lührasb
    geçmişti.

    Beştasb; Şam ülkesinin harap bir
    halde olduğunu[169],
    Filistin toprağında vahşî, yırtıcı hayvanların çoğaldığını[170]
    ve orada, insanlardan hiç bir kimse kalmadığı­nı işitince;

    “Babil toprağında bulunan
    İsrailoğullarından Şam’a dönmek isteyen kimseler dönsün!” diye nida
    ettirmiş, Dâvûd oğulları Hanedanından bir Zâtı da onların üze­rine kral yaparak
    kendisine:

    Beytülmakdis’i imar etmesini[171]
    ve Beytülmakdis Mescid’ini yapmasını em-retmişti[172].

    Diğer rivayete göre:
    Beytülmakdis’in imarı, İran Hükümdarı Behmen tarafın­dan, Babil Valiliğine
    tayin edilen Ahşu Yereş ve oğlu Kireş zamanında idi.

    Behmen ona yazı yazarak:
    İsrailoğullarına yumuşak davranmasını,

    Kendilerinin istedikleri yerlere
    gönderilmelerine, memleketlerine dönmelerine müsaade edilmesini,

    Seçecekleri kimseyi başlarına
    koymasını, emretmişti[173].
    Kendisi, Tevratı öğrenmiş ve İsrailoğullarının dinine girmişti’[174].

    Danyal Aleyhisselâm’la Hananya,
    Mişayil ve Azerya, Beytülmakdis’e gitmek için Ahşu Yereş’ten izin istemiş
    idiyseler de, kendisi izin vermeğe ya­naşmamış[175]:

    ‘Benim yanımda sizin gibi bin
    Peygamber bulunsa, ben sağ oldukça onlardan bir tanesini bile yanımdan
    ayırmam!” demiş’[176],
    Danyal Aleyhisselâmı, devletin kadılık işleri ile birlikte kendisinin her işini
    yürütmeğe de memur etmişti.

    Hatta Buhtunnassar’ın
    Beytülmakdisten aldığı hazinelerde saklanan her şe­yin çıkarılıp Beytülmakdis’e
    iade edilmesini ve Beytülmakdis’in, onunla yeniden yapılmasını da ona emretmiş
    ve yapılmıştı[177].

     

    İrmiya Aleyhisselâm’ın Yüz Yıllık
    Ölümünden Sonra Diriltilişi:
        Başa Dön

     

    Yüce Allah; İrmiya Aleyhisselâm’ı,
    yüz yıllık ölümden sonra diriltip gözlerini açtırdı[178].

    İrmiya Aleyhisselâm, şehrin, nasıl
    imar edildiğine ve yapıldığına baktı[179].
    Sonra cesedinin diriltildiğine baktı[180].

    Sonra, merkebine baktı:
    kemiklerinin nasıl birleştirilip yerli yerine geldiğini gördü.

    Halbuki merkebi de kendisi ile
    birlikte ölmüş, damarları sinirleri hep çürümüştü.

    İrmiyâ Aleyhisselâm; bunların nasıl
    ete büründüklerini, düzgün bir hale geldi­ğini, can verilerek ayağa kalktığını
    gördü[181].

    Hattâ, onun anırışını bile işitti. [182]

    Sonra, üzüm suyuna ve incirine
    baktı:

    Onlar da, koyduğu zamandaki gibi,
    hiç bozulmamış bir halde idiler.

    İrmiya Aleyhisselâm: Yüce Allah’ın
    kudretini, böyle apaçık görünce:

    “Ben biliyorum ki: Allah her
    şeye gücü yetendir!” dedi.

    Yüce Allah onu bundan sonra da
    yaşattı[183].

    Ona ve gönderilen bütün
    Peygamberlere selam olsun![184]

     

    Yüz Yıllık Ölümden Sonra Diriltiliş
    Hadisesinin Kur’ân-I Kerim’de Açıklamışı:
        Başa Dön

     

    “Yâhud o kimse gibisini
    (görmedin mi) ki (binalarının) çatıları çökmüş, duvarları üstüne yıkılmış,
    (kimsecikleri kalmamış) bir kasabaya uğrayarak (kendi kendine): Allah burasını
    ölümünden sonra acaba nasıl diriltecek? demiş. Allah da, onu yüz yıl ölü bırakmış,
    sonra dirilterek (kendisine): Ne kadar eğleştin? demiş. O da: Bir gün yahud bir
    günden az! demişti. Allah, (ona):

    Hayır! Yüz yıl (ölü) kaldın!

    İşte, yiyeceğine, içeceğine bak:
    daha bozulmamıştır! Bir de, merkebine bak!

    (Böyle yapmamız) Seni, insanlara ibret
    nişanesi kılmamız içindir. Kemiklere de bak:

    Onları, nasıl birleştirip yerli
    yerine koyuyoruz? Sonra da onlara et giydiriyoruz” dedi.

    O (merkep dirilip eski haline
    geldiği ve) her şey, kendisine apaçık belli olduğu zaman:

    (Artık şu müşahedemle de) biliyorum
    ki: Allah, hiç şüphesiz, herşeye hakkıyla gücü yetendir!” dedi.[185].

     

     



    [1] ibn. Asâkir-Tarih c.2, s.384, ibn. Haldun-Tarih c.2,
    ks.1,s.116.

    [2] Taberî-Tarih c.1, s.285, Sâlebî-Arais s.333,
    ibn.Esîr-Kâmil c.1, s.269.

    [3] Taberî-Tarih c.l,s.285,289, Sâlebî-Arais s.343.
    ibn.Esîr-Kâmil c.1, s.263, Muhyiddin b. Arabî-Muhâdarâtulebrar c.1,s.136.

    [4] Taberî-Tarih c.1, s.289.

    [5] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.33.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/247.

    [6] Sâlebî-Arais s.333.

    [7] Taberî-Tarih c.1, s.285, Sâlebî-Arais s.333,
    ibn.Esîr-Kâmil c.1, s.263, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.34..

    [8] ibn Kuteybe-Uyunülahbar c.1 ,s.286, Taberî-Tarih
    c.1,s.286, İbn.Asâkir-Tarih c.2,s.388, ibn.Esîr-Kâmil, c.1,s.263
    Ebülfida-Elbidaye ven nihaye c.2, s.34.

    [9] Taberî-Tarih c.1, s.286,

    [10] ibn. Asakir-Tarih c.2 s.388, Ebülfida c.2, s.34.

    [11] Taberî-Tarih c.1, s.286, ibn. Asakir-Tarih c.2, s.389.

    [12] İbn. Asâkir-Tarih c.2, s.388, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.35.

    [13] Taberî-Tarih c.1, s.286, İbn. Asâkir-Tarih c.2, s.389,
    Ebütfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [14] Taberî-Tarih c.1, s.286, Sâlebî-Arais s.333, İbn.
    Asakir-Tarih c.2, s.389, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [15] Sâlebi-Araıs s.333.

    [16] ibn.Asâkir-Tarih c.2, s.389.

    [17] Taberî-Tarih c.1, s.286, Sâlebî-Arais s.333, ibn.
    Asakir-Tarih c.2, s.389, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [18] Taberî-Tarih c.1, s.286, İbn. Asakir-Tarih c.2, s.389,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [19] Taberi-Tarih c.1, s.286, Ibn. Asakir-Tarih c.2, s.389,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [20] Taberi-Tarih c.1, s.286, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.35.

    [21] Taberî-Tarih c.1, s.286-287, Sâlebî-Arais s.333, İbn.
    Asakir-Tarih c.2, s.390, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, ş.35-36.

    [22] İbn. Asakir-Tarih c.2, s.390, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.36.

    [23] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.333, ibn.
    Asakir-Tarih c.2, s.390, ibn. Esir-Kamil c.1 s.263, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2 s.36.

    [24] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn. Asakir-Tarih c.2, s.390,
    İbn. Esîr-Kâmil c!, s.263, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s36.

    [25] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.333, İbn.
    Asakir-Tarih c.2, s.390, ibn. Esîr-Kâmil c.1, s.263, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.36.

    [26] Taberî-Tarih c.1,s.287, Ibn.Asâkîr-Tarih c.2,s.39O,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.36.

    [27] İbn.Asakir-Tarih c.2, s.390, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.36.

    [28] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.333.

    [29] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.333.

    [30] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.333, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.263.

    [31] İbn.Esîr Kâmil c.1, s.263.

    [32] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebi-Arais s.333-334.

    [33] Taberî-Tarih c.1, s.287, Şâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.263.

    [34] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.263.

    [35] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [36] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [37] Taberî-Tarih c.1, s.287, Şâlebî-Arais s.334.

    [38] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [39] Sâlebî-Arais s.334.

    [40] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [41] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [42] Taberî-Tarih c.1, s.287.

    [43] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [44] Taberî-Tarih c.1, s.287.

    [45] Sâlebî-Arais s.334.

    [46] Taberî-Tarih c.1, s.287.

    [47] Sâlebî-Arais s.334.

    [48] Taberî-Tarih c.1, s.287, ibn Asakir-Tarih c.2, s.388,
    ibn. Esîr Kâmil c.1, s.264, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.34-35.

    [49] Taberî-Tarih c.1, s.287.

    [50] Taberî-Tarih c.1, s.287, İbn Asakir-Tarih c.2, s.388,
    ibn. Esîr Kâmil c.1, s.264, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.34-35.

    [51] Taberî-Tarih c.1, s.287.

    [52] İbn Asakir-Tarih c.2, s.388, ibn. Esir Kâmil c.1,
    s.264, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35.

    [53] Taberî-Tarih c.1, s.287, ibn Asakir-Tarih c.2, s.388,
    İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.35

    [54] İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [55] Taberî-Tarih c.1, s.287, Sâlebî-Aris s.334.

    [56] Taberî-Tarih c.1, s.287,

    [57] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebi-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [58] Aynı Kaynaklar.

    [59] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil r 1, s.264.

    [60] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264,

    [61] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [62] Taberî-Tarih c.1, s.288, ibn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [63] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [64] Taberî-Tarih c.1, s.288, ibn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [65] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [66] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [67] Taberî-Tarih c.1,s.288

    [68] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [69] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [70] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [71] Taberî-Tarih c.1, s.288, Şâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264,

    [72] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [73] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [74] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.264.

    [75] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [76] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [77] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [78] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [79] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [80] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [81] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.264.

    [82] Aynı Kaynaklar.

    [83] İbn. Esîr-Kâmil c.1, s.264.

    [84] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, Esîr
    Kâmil c.1, S.265.

    [85] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [86] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [87] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265.

    [88] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [89] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [90] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [91] Sâlebî-Arais s.334.

    [92] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [93] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c 1   s.265.

    [94] ibn. Esîr Kâmil c.1, s.265.

    [95] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [96] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [97] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [98] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334.

    [99] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1,s.265.

    [100] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.265.

    [101] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [102] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, İÖn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265.

    [103] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [104] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265

    [105] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265.

    [106] Taberî-Tarih c.1,s.288, ibn.Esîr Kâmil c.1, s.265

    [107] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, ibn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265.

    [108] Sâlebî-Arais s.334.

    [109] Taberî-Tarih c.1, s.288, Sâlebî-Arais s.334, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.265.

    [110] Taberî-Tarih c.1 ,s.281.

    [111] İbn.Kuteybe-Maarit s.22 Muhyıddin
    b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s 136.

    [112] Taberî-Taritı c.1,s.281, İbn Asakir-Tarih c.2, s.392,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38

    [113] İbn Asakir-Tarih c.2, s.393, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.38

    [114] ibn.Asakir-Tarih c.2, s.393, Muhyiddin
    b.Arabî-Muhâdara c.1, s.136, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [115] İbn.Asakir-Tarih c.2, s.393, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.38.

    [116] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, IbnAsakir-Tarih c.2, s.393,
    Muhyiddin b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, S.136, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2,
    s.38

    [117] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, Taberî-Tarih c.1, s.281, İbn
    Asakir-Tarih c.2, s.393, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c. 2 ş.38.

    [118] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, Muhyiddin
    b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s.136.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/247-257.

    [119] Taberî-Tarih c.1, s.288, İbn.Asakir-Tarih c.2, s.392,
    Ebülfida c.2 s.38.

    [120] Taberî-Tarih c.1, s.288.

    [121] Taberî c.1, s.288, Sâlebî s.334, ibn Asakir s.392.

    [122] İbn.Asakir-Tarih c.2, s.392.

    [123] Taberî c.1, s.288, Sâlebî s.334.

    [124] ibn.Asakir-Tarih c.2, s.392-393, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s. 38.

    [125] Dineverî-Elahber s.23.

    [126] ibn.Haldun-Tarih c.2 ks.1 s.106.

    [127] Yâkubî-Tarih c.1, s.65, Mes’ûdî-Murucuzzeheb c.1,
    s.61.

    [128] Taberî-Tarih c.1, s.281, İbn Asakir-Tarih c.2, s.392,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [129] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebi-Arais s.335, ibn Esîr
    Kâmil c.1, s.265-266, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [130] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.335,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [131] Taberî-Tarih c.1, s.289, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.38.

    [132] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.335,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [133] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.335

    [134] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [135] Taberî c.1, s.289, Sâlebî s.335, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.38.

    [136] Taberî c.1, s.289, Sâlebî s.335, ibn. Esir Kâmil c.1,
    s.265-266.

    [137] Sâlebî-Arais s.344.

    [138] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.335.

    [139] isrâ: 4-8.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/257-260.

    [140] Taberî-Tarih c.1, s.281.

    [141] Ibn.Asakir-Tarih c.2, s.393, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.38.

    [142] Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.38.

    [143] ibn.Asakir-Tarih c.2, s.393, Ebülfida-Elbidaye
    vennihaye c.2, s.38-39

    [144] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.39.

    [145] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.39.

    [146] İbn. Kuteybe-Maarif s.22, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.39.

    [147] İbn. Kuteybe-Maarif s.22.

    [148] Muhyiddin b. Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s. 136,
    İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.l, s.107.

    [149] Taberî-Tarih c.1, s.281.

    [150] ibn.Kuteybe-Maarif s.22.

    [151] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.39-40.

    [152] Taberî-Tarih c.1, s.281

    [153] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, Muhyiddin
    b.Arabî-Muhâdatülebrar c.1, s.136.

    [154] İbn.Kuteybe-Maarif s.22.

    [155] Muhyiddin b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s. 136.

    [156] ibn.Kutaybe-Maarif s.22.

    [157] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.343, ibn. Esir
    Kâmil c.1, s.269.

    [158] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.343.

    [159] ibn.Kuteybe-Maarit s.22.

    [160] İbn. Kuteybe-Maarif s.22, Taberî-Tarih c.1, s.289,
    Sâlebî-Arais s.343, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.269, Muhyiddin
    b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s.136.

    [161] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.42.

    [162] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, Taberî-Tarih c.1, s.289,
    Sâlebî-Arais s.343, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.269, Muhyid­din b.Arabî-Muhâdara
    c.1, S. 136, Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.42.

    [163] Sâlebî-Arais s.343.

    [164] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.42.

    [165] Sâlebî-Arais s.343.

    [166] İbn.Kuteybe-Maarif s.22, Taberî-Tarih c.1, s.289,
    Sâlebî-Arais s.343, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.269, Muhyiddin
    b.Arabî-Muhâdaratülebrar c.1, s. 136.

    [167] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.343-344, İbn.
    Esîr Kâmil c.1, s.269.

    [168] Taberî-Tarih c.1, s.289, Şâlebî-Arais s.344.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 2/260-263.

    [169] Taberî-Tarih c.1, s.281, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.269,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.42

    [170] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.42.

    [171] Taberî-Tarih c.1, s.281, ibn. Esir Kâmil c.1, s.269,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.42.

    [172] Taberî-Tarih c.1, s.281.

    [173] Taberî-Tarih c.1, s.283. İbn.Haldun-Tarih c.2, kş.1,
    s.109.

    [174] Dineverî-Elahbar s.27, Taberî-Tarih c.1, s.284, İbn.
    Esîr Kâmil c.1, s.267.

    [175] Taberî-Tarih c.1, s.284, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.268,
    İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.1, s.108.

    [176] Taberî-Tarih c.1, s.284, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.268.

    [177] Taberî-Tarih c.1, s.284, İbn. Esîr Kâmil c.1,
    s.268-269, İbn.Haldun-Tarih c.2, ks.1, s.108, 109.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/263-264.

    [178] Taberî-Tarih c.1, s.281, İbn. Esîr Kâmil c.1, s.269,
    Ebülfida-Elbidaye vennihaye c.2, s.42

    [179] Taberî-Tarih c.1, s.281, Ebülfida-Elbidaye vennihaye
    c.2, s.42

    [180] ibn. Esîr Kâmil c.1, s.269.

    [181] Taberî-Tarih c.1, s.289, İbn. Esir Kâmil s. 269-270.

    [182] Taberî-Tarih c. 1, s.289.

    [183] Taberî-Tarih c.1, s.289, Sâlebî-Arais s.344, İbn. Esîr
    Kâmil c.1, s.266.

    [184] M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet
    Vakfı Yayınları: 2/264-265.

    [185] Bakara: 259.

    M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları:
    2/265.