Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ
27.1. İSLÂMİYET’İN ALENEN TEBLİĞİ
27.1.1. İslâmiyet’in İlk Açık Tebliği
27.1.2. Ailesinin En Yakın Fertlerini İslam’a Davet Etmesi
27.1.3. Kureyş Kabilelerinin Tümünü İslâm’a Davet Etmesi
27.1.4.1. Kur’an-ı Kerim’de Ebu Leheb’in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi
27.1.4.2. Ebu Leheb’in, Gelinleri Olan Rasûlullah’ın Kızlarının Boşanmalarını
Sağlaması
27.1.4.3. Hz. Muhammed (a.s.)’in Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb’in Memnun
Olması
27.1.4.4. Ebu Leheb’in İslâmî Daveti Engellemesi
27.1.4.5. Şi’bi Ebi Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb’in Davranışı
27.1.4.6. Ebu Leheb’in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu?
27.1.4.7. Ebu Leheb’in Karısının Tutumu
27.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)’in İtibarı ve Ahlâki Ağırlığı
27.1.7. Ebu Cehl’in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili Bir Olay
27.1.8. Ebu Cehl’in Başına Gelen İkinci Olay
27.1.9. Ebu Cehl’in Başına Gelen Üçüncü Olay
27.1.10. Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)’in Haklılığına İnanıyorlardı
27.1.11. Hz. Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş’in Tutumu
Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN
TEBLİĞİ
27.1. İSLÂMİYET’İN ALENEN TEBLİĞİ
Geçen ilk bölümde de Rasûlullah (a.s.)’ın üç yıl süren gizli
tebliğden sonra alenen tebliğe başlayınca, Kureyş ve diğer Arapların niçin
şiddetli tepki gösterdikleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bu bölümlerde
Kureyş ve Arapların ilk şaşkınlık ve telaş devresini geçirdikten sonra, Hz.
Peygamber (a.s.)’e ve müslümanlara nasıl muhalefet ve düşmanlık ettikleri
etraflıca ifade edilmiştir. Bu bölümlerde ayrıca, İslâmi davetin ne büyük
meziyet taşıdığı ve ne gibi delil ve ahlâk silahlan sayesinde Cahiliyye’nin
bütün hile ve tertipleri, baskı ve zulümleri, eziyet ve işkenceleri boşa
çıkarıldı ve müslümanlar yollarına devam ettiler. Biz bu bölümde, dördüncü
bölümde bıraktığımız kronolojik olaylara tekrar dönüyoruz.
27.1.1.
İslâmiyet’in İlk Açık Tebliği
Hazreti Peygamber (a.s.)’in, ilk aleni tebliği Beytullah’ta
yaptığı anlaşılıyor. Gerçi tarihçiler ile siyer alimleri bu hususta kesin bir
tesbitte bulunmamışlardır. Fakat, Kur’an-ı Kerim’de Alak sûresinin ilk beş
ayetinden sonra 6’dan 19. ayetlerine kadar, birden bire anlatılan bir olay ve
bazı hadis kitaplarında bu hususta yapılan açıklamalar konuyu iyice
aydınlatmaktadır. Verilen bilgiye göre bir kişi, Allah’ın bir kulunu namaz
kılmaktan alıkoymak istedi ve bu hususta çeşitli tehditler savurdu. Hadislere
göre namaz kılan kişi, Rasûlullah (a.s.)’tı ve kendisine müdahalede bulunan
kişi Ebû Cehil’di. Bu olayı inceleyecek olursak, Rasûl-i Ekrem İslâmiyet’in
açık tebliğini, Beytullah’da namaz kılmak suretiyle başlattı. O zamana kadar
müslümanlar gizli gizli namaz kılıyorlardı ve Beytullah’a (Harem’e) gelmeleri
şöyle dursun, herhangi bir yerde bile alenen namaz kılmaya cesaret
edemiyorlardı. Sadece bir defasında Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas ve bazı diğer
müslümanlar Mekke’nin yakınlarındaki tenha tepelerden birinde namaz kılarken
kâfirler tarafından görülmüş ve iş tartışma ve kavgaya kadar varmıştı. Bu olayı
biz daha önce nakletmiştik. Fakat artık Cenab-ı Allah, İslâmiyet’in açıkça
ilânını istiyordu ve ilâhi emre uyan Rasûlullah (a.s.) hiç çekinmeden ve
korkmadan Harem’e gidip namazını kıldı; ki buna başka kimse kolay kolay cesaret
edemezdi.
Hz. Peygamber (a.s.)’in bu jestiyle Kureyşliler ve diğer Araplar
ilk defa, Hz. Muhammed (a.s.)’in dininin kendi dinlerinden farklı olduğunu
anlamış oldular. Bu olay tabii ki, herkesin hayretini uyandırmıştı; ama Ebu
Cehil’in cehaletini herkesten çok karşılaşmıştı. Dolayısıyla, kendisi Hz.
Peygamber (a.s.)’e derhal müdahalede bulundu ve tehditler savurmaya başladı. Hz.
Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine göre Ebû Cehil, Kureyşlilere, “Muhammed
(a.s.)’in yüzünü yere değdirdiğini gördünüz mü?” diye sordu. Orada hazır
bulunanlar “evet” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebû Cehil şöyle dedi: “Lât
ve Uzza ya yemin ederim, eğer Muhammed’in böyle namaz kıldığını görürsem boynuna
ayağımı koyacağım ve yüzünü yere sürteceğim.” Sonra Ebû Cehil Rasûlullah
(a.s.)’ı namaz kılarken gördü ve boynuna ayağını koymak için ortaya atıldı.
Fakat orada hazır bulunanlar Ebu Cehil’in birden bire geriye çekilerek yüzünü
bir şeyden korumaya çalıştığını gördüler. Kendisine ne olduğu sorulduğu zaman
dedi ki: “Benim ve O’nun (Muhammed, -a.s.-) arasında ateşle dolu bir hendek
vardı, orada korkunç bir şey daha vardı ve bazı tüyler vardı.” Rasûlullah
(a.s.) buyurdular, “eğer Ebû Cehil bana daha fazla yaklaşsaydı melekler onu
paramparça ederlerdi.” (Ahmed, Müslim, Nesâî, İbn-i Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn’ul-Münzir,
İbn-i Merdûye, Ebû Naim, İsfahani ve Beyhakî).
İbn Abbas (r.a.)’ın rivâyeti ise şöyledir: Ebû Cehil dedi ki,
“eğer Muhammed (a.s.)’i Kâ’be’nin etrafında namaz kılarken görürsem boynunu
ayağımın altına alırım.” Hz. Nebi-i Ekrem (a.s.)’e Ebu Cehil’in dedikleri
iletilince buyurdular ki: “Eğer kendisi böyle yaparsa melekler gelip onu
yakalayacaklardır.” (Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir Abdurrezzak Abd bin Hamid,
İbn’ul-Münzir ve İbn Merdûye).
İbn Abbas (r.a.)’ın bir başka rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)
Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Ebu Cehil oradan geçerken, “Ey Muhammed
(a.s.) ben sana bunu yapmayı yasaklamadım mı?” diye bir çıkışta bulundu ve bazı
tehditler savurdu. Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) kendisine sert çıkıştı
ve sözlerini şiddetle reddetti. Ebu Cehil dedi ki, “ey Muhammed (a.s.), sen
neye güvenerek bana kafa tutuyorsun. Allah için bu vadide en çok taraftar
benimdir.” (Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn’ul-Münzir,
Taberânî, İbn Merdûye).
Bu hadiseden sonra da Kureyşliler gruplar halinde toplanarak Hz.
Muhammed (a.s.)’in Harem’de namaz kılmasını önlemeye çalıştılar, fakat
başaramadılar. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
“Allah’ın kulu O’na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler
etrafında üst üste yığılıyorlardı.” (Cin; 19)
Müfessirler burada da “Allah’ın kulu” tabirinden Hz. Peygamber
(a.s.)’in kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu ayetten ayrıca, Ebu Cehil ve
diğer kâfirlerin şiddetli muhalefet ve tehditlerine rağmen Rasûlullah (a.s.)’ın
alenen namaz kılmayı bırakmadığı da anlaşılıyor.
27.1.2. Ailesinin
En Yakın Fertlerini İslam’a Davet Etmesi
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.), Cenab-ı Allah’ın “önce en yakın
akrabanı korkut.” (Şuara; 214) emrine uyarak Beni Abdülmuttalip Beni Hâşim,
Beni Muttalib ve Beni Abd-i Menaf tan en yakın akrabalarını evine davet etti ve
kendilerine İslâm’ın emirlerini açıkladı. Belazuri ve İbn Esir’in ifadelerine
göre bu davete 45 kişi katıldı. Fakat Rasûlullah (a.s.) meramını anlatmadan Ebû
Leheb kendisini şöyle uyardı: “Bak ey Muhammed, senin amca ve amcazadelerin
burada toplanmış bulunuyorlar. Bunlara ne söylemek istersen söyle, ama sakın
dinlerinden dönmelerini isteme. Ailenin bütün Araplarla savaşacak güce sahip
olmadığını bilmelisin. Senin elini tutma ve seni durdurma hakkına en çok aile
efradı sahiptir. Sen yaptığın işe devam edersen, Kureyşliler diğer Arapların da
yardımıyla sana çullanmadan önce ailenin seni durdurması daha kolaydır. Ben,
senin kadar, kendi ailesi ve sülâlesi için âfet ve belâ getiren başka kimseyi
görmedim.” Böylece, İslâmi tebliğ için Rasûlullah (a.s.)’ın yakın
akrabalarıyla yaptığı ilk toplantı başlan bozulmuş oldu. İkinci gün Rasûlullah
(a.s.) akrabalarını tekrar eve çağırdı ve onları İslâm’a davet etti. Toplantıda
Ebu Tâlib şöyle konuştu: “Ben şahsen Abdulmuttalib’in dinini terk etmek
istemiyorum. Fakat sana ne emir buyrulmuşsa onu yerine getir. Bu hususta bütün
desteğim ve himayem senden yanadır.” Ebû Leheb; “vallahi, bu çok berbâd bir
şeydir, başkaları ona dur demeden sen onun elini tutuver (durdur)” dedi. Fakat
Ebû Tâlib diretti: “Hayır, biz yaşadığımız sürece onu (Muhammed -a.s.-‘i)
koruyacağız.” Bu olay, Belazuri ve İbn Esir tarafından, tanınmış ve güvenilir
bir râvi olan Hz. Ca’fer bin Abdullah bin Ebi’l-Hakem’e dayanılarak
naklolunmuştur. (Bk. “Ensâb’ul-Eşrâf: Belazuri), c.I, s. 118-119, “Tarih’ul
Kâmil, İbn Esir, eli, s. 40-41).
Muteber hadislerde, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu toplantıda yaptığı
konuşma kaydedilmiş ve kendisinin şöyle dediği naklolunmuştur: “ey
Abdulmuttalib’in evlâtları, ey Abbas, ey Rasûlullah’ın teyzesi Safiye, ey
Muhammed’in kızı Fatma, kendinizi Cehennem ateşinden kurtarın, zira ben sizi
Allah’ın cezasından kurtarmaya kabil değilim. Fakat malım ve mülküm ne
istiyorsanız sizindir.” Görüldüğü gibi, bu konuşmasıyla Rasûlullah (a.s.) kendi
akrabalarını sadece İslâmiyet’e davet etmiyordu, ayrıca Allah’ın dinini, her
türlü akrabalık ilişkilerinden üstün, her türlü maddi ve şahsi çıkarlardan uzak
ve her türlü dünyevi hesaplardan arınmış olduğunu da vurguluyordu. Bu dinde Hz.
Peygamber (a.s.) dahil en yakın akrabaları için herhangi bir imtiyaz söz konusu
değildi. İman etmeyenin akıbeti hakkında Hz. Peygamber (a.s.) bile teminat
veremezdi. Herkes kendi iman ve ameline göre ölçülecek, Hz. Peygamber (a.s.) ile
yakınlık derecesine hiç bakılmayacaktı. imansızlık, dinsizlik ve sapıklığın
cezası herkese eşit şekilde uygulanacaktı. Başkalarının sorguya çekilip
cezalandırılması söz konusuyken peygamberin aile ve yakınlarının kurtulması
diye bir şey yoktu. Hz. Peygamber (a.s .) işte bu noktaya parmak basmak için,
konuşmasında öz kızı Hz. Fatma (r.a.)’nın adını da anmıştı, halbuki o sıralarda
onun yaşı iki-iki buçuktan fazla değildi. O kadar küçük yaşta kendisi için günah
veya sevap söz konusu değildi. Fakat konuşmanın gayesi, bir nebi ile ailesinin
dinde herhangi bir imtiyaza sahip olmadıklarını vurgulamaktı. Bir şey kötü ve
zararlıysa, herkes için tehlikeli ve zararlıdır. Bir nebiye düşen, bu tehlikeli
şeyden önce kendisini, daha sonra da akraba ve yakınlarını kurtarmasıdır. Bir
nebi, önce kendisi iman edip doğru yolu takip etmeli ve kendi aile ve
yakınlarını yola getirmeye çalışmalıdır. Böylece herkes tebliğ ve telkinin
herkese açık ve eşit olduğunu görme fırsatını bulmalıdır.
27.1.3. Kureyş
Kabilelerinin Tümünü İslâm’a Davet Etmesi
Hz. Peygamber (a.s.) alenen tebliğin üçüncü aşamasında
Kureyşlilerin tümünü İslam’a davet etti. Rasûlullah (a.s.) bir gün sabah Safa
dağının en yüksek tepesine çıkarak avazı çıktığı kadar, “vah sabahın tehlikesi,
ey Kureyşliler, ey Beni Ka’b bin Lüeyy, ey Beni Mürre, ey Kusayy oğulları, ey
Beni Abd-i Menaf, ey Beni Abd-i Şems, ey Beni Hâşim ve ey Abdulmuttalib
oğulları…” diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) Kureyş kabilesinin
hemen hemen bütün kabile ve ailelerinin adını kullandı. Arabistan’da bir gelenek
vardı: Sabahın erken saatlerinde bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman bir
kişi dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi çağırmaya başlardı. Bağırışları
duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi. Adet üzere Rasûlullah
(a.s.)’in sesini duyan herkes Safa dağına koştu; gelmeyenler için de ulaklar
yollandı ki oraya gelsinler. Herkes toplandıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.)
şunları söyledi: “Ey ahali, bu dağın arkasında size saldırmak üzere beklemekte
olan büyük bir ordu var desem, sözlerime inanır mısınız?” Herkes, “evet, bizim
bildiğimiz kadarıyla sen yalan söylemezsin” dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah
(a.s.) şunları buyurdu. “O halde ben sizi, Allah’ın büyük azabı gelmeden önce
uyarmak istiyorum. Siz O’nun azabından canlarınızı kurtarmaya çalışın. Allah
katında ben size yardımcı olamam. Kıyamette ancak Allah’tan korkanlar benim
akrabam olacaklardır. Başkaları iyi amel ile gelirken, sizin dünyanın vebalini
taşıyarak gelmeniz doğru olmayacaktır. Siz o zaman, “ya Muhammed” diye
yalvaracaksınız, ama ben çaresizlik içinde sizden yüzümü çevireceğim. Fakat
dünyada sizinle kan bağım vardır ve burada size her türlü merhamet ve şefkati
göstereceğim. (Benzeri hadisler, Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî
ve Tefsir-i İbn Cerir’de Hz. Ayşe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz.
Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Muharık tarafından naklolunmuştur).
Hz. İbn Abbas’ın çeşitli kaynaklara dayanarak naklettiği ve
çeşitli hadis kitaplarında yer alan rivayet şöyledir: Rasûlullah (a.s.)’a
alenen tebliğ yapma ve en yakın akrabalarını “korkutma” emri geldikten sonra
kendisi bir gün şafak sökerken Safa dağına çıkıp şöyle seslendi: “Aman Sabah’ın
âfeti”. Arabistan’da, bu şekildeki bir uyarı, sabahın ilk ışıklarıyla düşmanın
kendi kabilesine saldırmak üzere, olduğunu gören bir kişi tarafından yapılırdı.
Rasûlullah (a.s.)’ın seslenişini duyanlar birbirlerine sordular, “acaba kim
sesleniyor?” diye. Bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in sesi olduğu söylenince, bütün
Kureyşliler Safa dağına koştular. Kendileri gelmeyenler de vekillerini
gönderdiler. Herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) Kureyş’in bütün
ailelerini tek tek isimleriyle çağırdı ve “ey Beni Hâşim, ey Beni Abdulmuttalib,
ey Beni Fihr ve ey Beni Falan, filan”. Sonra kendilerine şu soruyu yöneltti:
“Ben size desem ki, bu dağın arkasında size saldırma hazırlığında olan bir ordu
var, benim sözlerime inanır mısınız?” Toplananlar dedi ki: “Evet, biz senin
hiçbir zaman yalan söylediğini görmedik.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) şu
sözleri söyledi: “O halde, ben sizi ikaz ediyorum. Size büyük bir azab
gelecektir.” Bunun üzerine başka kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı ve
şöyle dedi: “Allah belânı versin, bizi bunun için mi buraya topladın?” Bir
hadiste Ebu Leheb’in, eline taş alıp Hz. Peygamber (a.s.)’e atmak istediği
ifade edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir vs.)
İbn Sa’d’ın, İbn Abbas’tan naklen kaydettiği hadisin sözleri
şöyledir: Rasûlullah (a.s.) Safa dağından Kureyşlilere hitaben yaptığı konuşmada
şunları söyledi: “Cenabı Allah, benim en yakın akrabalarımı uyarmamı
istemiştir. Siz Kureyşliler de benim akrabalarımsınız. Siz, Lâilahe illallah’ı
kabul etmediğiniz sürece Ahiret’te Allah tarafından size bir şey verileceğine
veya herhangi bir pay düşeceğine dair bir söz veremem. Fakat Lâilahe ilallah’ı
kabul ettiğiniz takdirde Rabbiniz katında sizin için şahadette bulunacağım ve
bu kelime-i şehâdet sayesinde Araplar size tabi ve Acemler (Arap olmayanlar) de
sizin köleniz olacaklardır.” Bunun üzerine Ebu Leheb bağırdı: “Allah kahretsin,
bunun için mi bizi buraya topladın?”
27.1.4. Ebu Leheb[1]‘in
Tavrı
Ebu Leheb, Hazreti Peygamber (a.s.)’in müslümanların ve İslâm’ın
en büyük düşmanlarından biriydi. Ebu Leheb, İslâmi Hareket başlar başlamaz
Rasûlullah (a.s.)’a ve müslümanlara şiddetle muhalefet etmeye başladı ve
ömrünün sonuna kadar bu tutumunu sürdürdü. Gerçi Beni Hâşim’den bir kişi daha, (Ebu
Süfyan bin el-Haris bin Abdulmuttalib) Rasûlullah (a.s.)’a muhalefet etmeye
başlamıştı. Fakat, onun muhalefeti o kadar şiddetli değildi. İkincisi kendisi
daha İslâmiyeti kabul edip gerçek bir mü’min oluverdi. Ebu Süfyan 20 yıla kadar
Hz. Peygamber (a.s.) ve Ashab-ı Kiram’ı hicveden şiirler yazmıştı. Fakat Mekke
fethinden önce çocuklarıyla birlikte Ebva mevkiinde Rasûlullah (a.s.)’ın yanına
gelip biat etti[2].
Ne var ki Ebû Leheb’in durumu bambaşka idi. Bu küstah kişi sadece insanlık dışı
hareketlerde bulunmadı. Arabistan’ın tanınmış ahlâk kurallarını da çiğneyerek
Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve arkadaşlarına karşı en âdi, en alçakça muhalefette
bulundu. Halbuki onun Hazreti Peygamber (a.s.) ile kan bağı vardı ve yakın bir
akrabasıydı. Ebû Leheb’in muhalefet ve düşmanlığı diğer Araplara nisbetle
İslâm’a ve müslümanlara daha çok engel ve zorluklar çıkardı.
Bundan dolayıdır ki, Arabistan’da o sırada yüzlerce ve binlerce
İslâm düşmanı bulunurken sadece Ebu Leheb’in adı Kur’an-ı Kerim’de anılarak ağır
bir dille kınandı. Halbuki Mekke’de ve Hicretten sonra Medine’de de pek çok
İslâm düşmanı vardı ve onlar da düşmanlığın en kötü örneklerini vermekten geri
kalmadılar. Şimdi, neden sadece bu şahsın ismi Kur’an-ı Kerim’de geçmiştir? Bunu
anlayabilmemiz için o zamanki Arap toplumuna ve bunda Ebu Leheb’in rolüne
bakmalıyız.
27.1.4.1. Kur’an-ı
Kerim’de Ebu Leheb’in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi
Eski çağlardan beri tüm Arabistan’da huzursuzluk, anarşi, kavga
ve savaşlar devam ettiği ve bir kişinin kendi aile, akraba ve kan kardeşlerini
korumasının dışında can, mal ve namusunun emniyeti için başka bir yol
bulunmadığı için, Arap toplumunun ahlâk kurallarında sılayı rahm (akrabalara
iyi muamelede büyük önem verilirdi. Öz akrabalara merhamet göstermemek ve
onlara iyi muamele etmemek ise aynı derecede kötü bir hareket ve büyük bir ayıp
sayılırdı. Arabistan’ın işte bu gelenek ve göreneklerinden dolayıdır ki,
Rasûlullah (a.s.), İslâmi daveti yaymaya başlayınca, Kureyş’in diğer kabile ve
reisleri kendisine şiddetle karşı çıkarken, Beni Hâşim ile Beni Muttalib (Hâşim’in
kardeşi, Muttalib’in evlatları) kendisine muhalefet etmemekle kalmadı, aynı
zamanda kendisini ve davasını açıkça desteklediler. Halbuki bu ailelerden
bazıları Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine veya davasının hak olduğuna
inanmıyorlardı. Kureyş’in diğer aile ve kabileleri de beni Hâşim ve Beni
Muttalib’in bu tutumunu normal karşılıyor ve Arap geleneklerine uygun
buluyorlardı. Bu sebepten dolayıdır ki muhalifler, hiçbir zaman Beni Hâşim ve
Beni Muttalib’i, başka bir dinle ortaya çıkan adamı destekledikleri ve
atalarının dinini terk ettikleri gerekçesiyle kınamadılar veya alaya almadılar.
Muhalifler, onların, kendi aile ve sülâlesinden olan bir kişiyi himaye etmekten
geri kalmayacaklarını ve düşmanlarına teslim etmeyeceklerini biliyorlardı.
Cahiliyye devrinde herkesin kabul ettiği ve saygı gösterdiği bu
ahlâk kuralını, İslâm’a düşmanlıkta gözü dönmüş sadece bir kişi çiğnedi ve o da
Ebu Leheb’di. Abdulmuttalib oğlu Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)’ın amcasıydı.
Rasûlullah (a.s.)’ın babası Abdullah ve Ebu Leheb aynı babanın oğluydular; fakat
anneleri başka idiler. Arabistan’da amcalara büyük hürmet gösterilirdi ve
kendileri babaların yerinde sayılırlardı. Özellikle bir yeğenin babası vefat
ettiği takdirde Arap geleneklerine göre amcasının onu elinden tutması
gerekiyordu. Fakat Ebu Leheb, İslâma karşı duyduğu kin ve nefret ile küfrü ve
Cahiliyye’ye olan sevgisi nedeniyle bütün bu Arap geleneklerine sırt çevirdi.
Mekke’de, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)’in en yakın
komşusuydu. İkisinin evini bir duvar ayırıyordu. Ayrıca, Hakem bin As (Mervan’ın
babası), Ukbe bin Ebi Muayt, Adiyy bin Hamra-is-Sakafi ve İbn’ul-Esdâil Huzeli
de Rasûlullah (a.s.)’ın komşusuydular[3].
Bu adamlar, Hz. Peygamber (a.s.)’e evinde bile rahat nefes aldırmıyorlardı.
Rasûlullah (a.s.) namaz kılarken bazen başına keçi işkembesi atarlardı; bazen da
avlusunda yemek pişirilirken tencerelerin üstüne pislik atarlardı. Hazreti
Peygamber (a.s.) dışarıya Çıkıp, “ey Abd-i Menaf, bu ne biçim komşuluktur” diye
seslenirdi. Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil (Ebu Süfyan’ın kardeşi) sabah Hz.
Peygamber (a.s.)’in karısı veya çocukları kalkıp dışarı çıkınca ayaklarına
dikenler batsın diye, gece Rasûlullah (a.s.)’ın evinin kapısına dikenli çalılar
bırakmayı adet edinmişti. (Beyhâki, İbn Ebi Hâtim, İbn Cerir, İbn Asâkir,
Belazuri, İbn Hişâm).
27.1.4.2. Ebu
Leheb’in, Gelinleri Olan Rasûlullah’ın Kızlarının Boşanmalarını Sağlaması
Peygamberlikten önce Rasûlullah (a.s.)’ın iki kızı, Ebu Leheb’in
iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evlenmişlerdi[4].
Peygamberlikten sonra Rasûlullah (a.s.) herkesi İslâma davet etmeye başlayınca
Ebu Leheb oğullarına rest çekti. “Muhammed’in kızlarını boşayıncaya kadar
sizinle görüşmeyeceğim.” bunun üzerine ikisi de kanlarını boşadılar. Uteybe ise
cehâlet ve küstahlıkta bir adım daha ileriye giderek Rasûlullah (a.s.)’a
küfretti ve mübarek yüzüne tükürdü. Rasûlullah (a.s.), Allah’a dua etti: “Ya
Rabbi, köpeklerinden birini buna musallat et.” Bu olaydan sonra Uteybe,
babasıyla beraber Şam’a gitti. Yolculuk sırasında Ebu Leheb’in kafilesi vahşi
hayvanların geldiği bildirilen bir yerde geceyi geçirdi. Ebu Leheb,
kafiledekilerden oğlunu korumalarını istedi, çünkü Hz. Muhammed (a.s.)’in
bedduasından korktuğunu söyledi[5].
Bunun üzerine kafiledekiler Uteybe’nin etrafında develerini kümeleyip yattılar.
Gece ise bir aslan oraya geldi ve develerin çemberini yarıp Uteybe’ye yetişti ve
onu parçalayarak gitti.[6]
(Bu rivayetlerde biraz ihtilaf vardır. Bazı râviler, Uteybe’nin, Hz. Peygamber
(a.s.)’in kızını peygamberliğinden sonra boşadığını belirtirken, bazıları da
boşanmanın, Ebu Leheb sûresinden sonra meydana geldiğini ifade etmişlerdir. Bazı
râviler hayvan tarafından parçalanan Ebu Leheb’in oğlunun Utbe olduğunu beyan
etmişlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki Mekke’nin fethinden sonra
Rasûlullah (a.s .)’a biat eden Utbe idi. Bu bakımdan aslan tarafından parçalanan
kişi Uteybe’dir.)
27.1.4.3. Hz.
Muhammed (a.s.)’in Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb’in Memnun Olması
Ebu Leheb öylesine kötü niyetli ve kötü huylu insandı ki, Hz.
Muhammed (a.s.)’in oğlu, Kasım’dan sonra ikinci oğlu Abdullah’ın ebediyete
intikali üzerine Ebu Leheb, yeğeninin acısını paylaşmak yerine sevincini
belirtti ve ölüm haberini diğer Kureyşli kabile reislerine iletmek için koştu.
Ebu Leheb, Kureyşli kabile reislerine, çocukların ölüm haberini “Muhammed’in
soyu tükendi” şeklinde duyurdu.
27.1.4.4. Ebu
Leheb’in İslâmî Daveti Engellemesi
Hz. Muhammed (a.s.), İslâmiyet’i yaymak üzere nereye gidiyorsa
Ebu Leheb de oraya giderdi ve halkı kendisi aleyhine kışkırtmaya ve sözlerini
dinlememeleri için ikna etmeye çalışırdı. Rebi’a bin Abbâd (ya da İbad) Ed-Dili’nin[7]
ifadesine göre, kendisi delikanlıyken babasıyla birlikte Zülmecaz çarşısına
gitti. Orada Rasûlullah (a.s.)’ın halka şöyle dediğini gördü: “Ey ahali,
Allah’tan başka bir ilâh olmadığını söyleyin, o zaman felâh bulacaksınız.”
Rasûlullah (a.s.)’ın arkasında bir kişi halkı şöyle uyarıyordu: “Sakın onun
sözlerini dinlemeyin, o yalancıdır, atalarının dininden dönmüştür.” Kendisi bu
adamın kim olduğunu sorunca, amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler. (Bk. Müsned-i
Ahmed, Taberânî, Beyhakî), ikinci rivayet de Hz. Rebia’nındır. Kendisi, bir
defasında, Rasûlullah (a.s.)’ın, bir kabilenin konakladığı yere giderek şöyle
dediğini duydu: “Ey İnsanlar, ben size gönderilen Allah’ın Rasûlüyüm. Size
Allah’a ibadet etmeyi ve O’na kimseyi ortak koşmamayı emrediyorum. Siz
söylediklerimi doğrulayın ve beni destekleyin ki Allah’ın beni görevlendirdiği
işi başarıyla bitirebileyim.” Rasûlullah (a.s.)’ın arkasından bir adam
geliyordu. Bu adam şöyle diyordu: “Ey Beni Falan…. Bu adam sizi Lât ve
Uzza’dan uzaklaştırıp bid’ate ve sapıklığa götürmek istiyor. Sözlerini hiç
dinlemeyin ve O’na itaat etmeyin.” Rebiye babasına bu adamın kim olduğunu
sordu. Babası da bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb olduğunu
söyledi. (Müsned-i Ahmed, Taberânî, İbn Hişâm, Taberî). Târık bin Abdullah
el-Muharibi’nin rivâyeti de buna benzemektedir. Kendisi, Rasûlullah (a.s.)’ın
Zülmecaz çarşısında halka yüksek sesle şunları söylediğini duydu: “Ey İnsanlar,
Lâilahe İllallah deyin, felahı bulacaksınız.” Rasûlullah (a.s.)’ın arkasından da
bir adam geliyordu. Bu adam Rasûlullah (a.s.)’a taş atıyordu; öyle ki topukları
kanla dolmuştu. Bu adam, “bu yalancıdır, bunun sözlerini dinlemeyin” diye
söyleniyordu. Etraftakiler bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb
olduğunu söyledi. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya’la, İbn Hıbbân, Hâkim, Taberânî, Nesâî
ve İbni Mace de bu olayı özetlemişlerdir).
27.1.4.5. Şi’bi Ebi
Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb’in Davranışı
Hz. Muhammed’in peygamberliğe tayin olunmasının 7. senesinde
Kureyş’in bütün kabile ve aileleri, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e sosyal ve
ekonomik boykot uyguladılar. Bu iki aile de Rasûlullah (a.s.)’ı himaye etmekten
vazgeçmediler ve Şi’bi Ebi Tâlib’te muhasara altında kalmayı kabul ettiler. Bu
zor günlerde de Beni Hâşim ve Beni Muttalib’den, kâfirlerden yana çıkan sadece
Ebu Leheb’ti. Beni Hâşim ile Beni Muttalib’in sosyal ve ekonomik boykotu üç yıl
sürdü ve bu müddet içinde her iki aile de çok zor günler yaşadı ve açlıkla karşı
karşıya kaldı. Fakat Ebu Leheb kendi akrabalarına yardım etmek için parmağını
bile oynatmadı. Hatta, acılarına acı katmaya çalıştı. Nitekim Mekke’ye herhangi
bir ticaret kafilesi geldiğinde Şi’bi Ebi Tâlib’te mahsur kalanlar için bazı
kimseler yiyecek ve diğer ihtiyaç maddelerini satın almaya çalışınca, Ebu Leheb
bunlara mani olmak isterdi. Ebu Leheb diğer yandan, gelen tüccarları
kışkırtırdı ve fahiş fiyat talep etmelerini söylerdi. Bu adamlar dediğini
yaparlar ve Şi’bi Ebi Tâlib’de mahsur kalanlar için yiyecek ve eşya satın almak
isteyenlerden dört-beş misli daha fazla fiyat isterlerdi. Böylece Şi’bi Ebi
Tâlib’tekilere yiyecek ve eşya almak isteyenler elleri boş dönerlerdi. Şi’bi Ebi
Tâlib’de de aileler ve minik çocuklar bir süre daha açlıkla başbaşa kalırlardı.
Ebu Leheb daha sonra bu tüccarlardan yiyecek ve diğer eşyalarını normal fiyatla
satın alırdı. (İbni Sa’d, İbni Hişâm).
27.1.4.6. Ebu
Leheb’in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu?
Ebu Leheb’in muhalefeti İslâmi davete hayli zor anlar yaşattı.
Hac mevsiminde Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden Mekke’ye gelen kişi ve gruplar
ya da normal günlerde ülkenin çeşitli çarşı ve pazarlarında toplanan İnsanlar
Ebu Leheb’in zehirli propagandasından hayli etkileniyorlardı. Hz. Muhammed
(a.s.)’in peşine amcasının takılıp herkesi aleyhinde uyardığını ve
kışkırttığını gören millet tereddüde kapılıyordu. Arap geleneklerine aykırı
olarak bir amcanın yeğenine şiddetle karşı çıkmasının mutlak bir anlamı olduğunu
ve kendisinin sebepsiz muhalefet etmeyeceğini düşünüyordu. Yabancılar, ailesi
ve akrabasının Hz. Peygamber (a.s.)’i daha iyi tanıdığını düşünerek İslam
davetine itibar göstermiyorlardı.
27.1.4.7. Ebu
Leheb’in Karısının Tutumu
Ebu Leheb’in karısı, -ki Ebu Leheb sûresinde kendisinden “odun
hamalı” veya dedikodu yapan kadın olarak bahsedilmiştir- Beni Ümeyye’ye mensup
olan Ebu Süfyan’ın kardeşiydi. Asıl ismi Arvâ ve künyesi Ümm-ü Cemil’di. Bu
kadın Hz. Peygamber (a.s.)’e muhalefet ve düşmanlıkta kocasından geri kalmazdı.
Hz. Ebu Bekr’in kızı Hz. Esma (r.a.)’nın ifadesine göre Ebu Leheb sûresinin
indiğini duyan Ümm-ü Cemil, öfkeli öfkeli Rasûlullah (a.s.)’ı aramaya koyuldu.
Avuçları taşlarla doluydu. Bunları Rasûlullah (a.s.)’a atmak isliyordu ve kendi
hazırladığı hiciv şiirlerini okuyordu. Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)’ı
Harem’de Hz. Ebu Bekr ile birlikte buldu. Hz. Ebu Bekr endişe içinde Rasûlullah
(a.s.)’a dedi ki: “Ya Rasûlullah, bu kadın geliyor ve ben onun size hakaret
edeceğinden ve kötü sözler söyleyeceğinden korkuyorum.” Rasûlullah (a.s.) dedi
ki, “o beni göremeyecektir.” Gerçekten de Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)’ı orada
olmasına rağmen göremedi ve Hz. Ebu Bekr’e dedi ki duyduğuma göre senin reisin
beni hiciv etmiştir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, “Bu evin Allah’ın yemin
ederim, O seni hiciv etmemiştir.”[8]
Bunun üzerine Ümm-ü Cemil oradan ayrıldı, (İbn Ebi Hatim, İbn Hişâm, Bezzâr ve
benzeri bir olayı Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak nakletmiştir).
Ebu Leheb sûresinin inişi, Ebu Leheb’in karısı ve diğer
yakınlarını fena kızdırdı, ama bu sûrede ne denilmişse doğruydu ve bunları
kimse değiştiremezdi. Sûrede “Ebu Leheb’in elleri kurusun (kırılsın)”
buyurulmuştu. Burada geçmiş zaman kullanılmıştı; zira Kur’an-ı Kerim bunu bir
emrivaki olarak ortaya koyuyordu. Abu Leheb’in ellerinin kuruması veya
kırılmasının anlamı, gerçekten onun ellerinin kırılması değildi. Anlatılmak
istenen şey, Ebu Leheb’in bütün çabalarının boşa gitmesiydi; ki gerçekten de
böyle oldu. İslam davetinin başlamasından sonra birkaç yılda Ebu Leheb üst üste
ağır darbeler yedi. Onun başarısızlığı gerçekten ibret vericiydi. Bedir
gazvesinde İslam düşmanlığıyla ün yapmış olan Kureyş’in büyük simaları öldüler.
Bunlar Ebu Leheb’in ya yakın akrabaları ya da çok sevdiği dostlarıydılar. Bu
hezimet ve facianın haberi Mekke’ye ulaşınca Ebu Leheb öylesine üzüntüye kapıldı
ki, ancak yedi gün daha yaşayabildi ve Cehennem’e vasıl oldu. Ölümü de vebaya
benzer öldürücü kabarcık “püstül” hastalığından oldu. Bulaşıcı bir hastalık
olduğu için ailesi de onu tenha bir yerde ölüme terk etti. Öldükten sonra da üç
güne kadar kimse cesedine yaklaşmadı. Bu süre içinde cesedi çürüdü ve kokmaya
başladı. Nihayet, herkes Ebu Leheb’in çocuklarıyla alay etmeye başlayınca,
bunlar bir rivayet» göre kendileri bir çukur kazıp odun ve sopalarla cesedi buna
atıverdiler ve üstünü toprakla örttüler. Ebu Leheb’in başarısızlığının bir
başka örneği de ömrü boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı İslâm dinini,
evlatlarının kabul etmesiydi. İlk önce kızı Dürre hicret edip Mekke’den
Medine’ye geldi ve İslâmiyeti kabul etti. Daha sonra Mekke fethi sırasında iki
oğlu Utbe ile Muattib (r.a.) Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna
çıkıp İslâmiyet’i kabul ettiler.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendi ailesine ve kabilesine
Allah’ın dinini tebliğ ettikten sonra, Mekke’nin diğer aile, kabile ve
gruplarına ve bütün Arap halkına dinin esaslarını anlatmaya çalıştı. Hz.
Muhammed (a.s.) tebliğin açık bırakılmasından sonra Mekke’de kaldığı 10 sene
içinde her yerde ve her vesile ile halka Kur’an-ı Kerim’i okumaya ve onları
Allah’ın dinine davet etmeye devam etti. Hazreti Peygamber bu tebliğ işini
evde, çarşıda, pazarda, Beyt’ul Haram’da, özel sohbetlerde ve açık toplantılarda
aralıksız yürüttü ve karşısında hiçbir engel tanımadı, hiçbir şeyden yılmadı.
Rasûlullah (a.s.) dışardan Mekke’ye Hac, umre, seyahat veya ticaret, her ne
sebeple olursa olsun, gelenlere de İslâm’ın öğretilerini anlatırdı. Ukâz,
Mecenne ve Zülmecaz[9]
panayırlarına da gidip muhtelif kabileleri Hak dinine çağırırdı. Hac mevsiminde
herkes Mina’da toplandığı zaman da her kabilenin çadırına gidip meramını
anlatmaya çalışırdı. Kimse müsbet bir tepki göstersin ya da göstermesin,
Rasûlullah (a.s.) tebliğ işini metanet ve ciddiyetle yapardı. Bazıları sert
tepki gösterir, kötü sözler söyler, küfreder, hatta taş da atarlardı. Ama Hz.
Peygamber (a.s.) metanetini kaybetmeden vazifesini yapardı.
İbni Cerir Taberî kendi tarih kitabında ve İbni Esir de kendi
eserinde Kureyşlilerin Beni Hâşim ile Beni Muttalib’i sosyal ve ekonomik açıdan
boykot edip Şi’bi Ebi Tâlib’de mahsur ettikleri zorlu günlerde bile, Hz.
Peygamber (a.s.)’in tebliğ çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ
bazen gizli bazen açık oluyordu; ama gece-gündüz devam ediyordu. Kur’an-ı
Kerim’in sûre ve ayetleri bu devrede ard arda geliyor ve bunların halka
duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) bu ayet ve sûreleri halka
alenen duyuruyor, kâfirlerin itiraz ve ithamlarına cevap veriyor, onları hak
yoluna getirmeye çalışıyor ve müslümanların şüphe ve tereddütlerini gidermeye
çalışıyordu.
İbni Sa’d’ın ifadesine göre gizli davet ve tebliğ devri
bittikten sonra Mekke’de geçen 10 yılda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) sürekli
olarak Minâ, Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarında her kabileye ve her
çadıra gidip; şu sözleri söylerdi: “Ey millet, Lailahe ilallah deyin, felahı
bulacaksınız ve bu Kelime-i şehâdet sayesinde Arabistan’ın hakimi olacaksınız.
Acemler de size tabi olacaklardır. İman ettiğiniz takdirde Cennet’de her şeye
sahip olacaksınız.” Hz. Peygamber (a.s.)’in peşinden de Ebu Leheb gelip halkı
kışkırtınca dinleyiciler derdi ki: “Ey Muhammed (a.s.) seni, senin aile ve
kabilenin adamları daha iyi tanıyor ve biliyordur. Onlar sana tabi olmadılarsa,
biz sana nasıl itaat edelim?” Bu soruyu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) sadece
şunları söylemekle yetinirdi: “Ey Allahım, sen isteseydin, bunlar böyle
olmayacaktı.”
Taberânî, Hz. Haris bin el-Hars ve Hz. Münbit el-Ezdi’ye
istinaden hemen hemen aynı ifadeleri taşıyan hadisleri kaydetmiştir. Bu
hadislerde, adı geçen sahabeler şunları anlatmışlardır: “Biz bir defasında
Rasûlullah (a.s.)’ın halkı Tevhid’e davet ettiğini ve şunları söylediğini
gördük: “Ey İnsanlar, Lâilahe illallah deyin, felahı bulacaksınız!” Bu sözleri
dinleyen halk kendisine eziyet etti. Bazıları tükürdü küfür etti ve bazıları toz
toprak attı. Nihayet öğle vakti geldi ve herkes dağıldı. Daha sonra bir kız bir
kapta su ve mendil ile kendisine yaklaştı. Onun boynu açıktı. Hz. peygamber
(a.s.) su içti ve abdest aldı. Daha sonra o genç kıza, “Kızım, boynunu ört”
dedi. Biz sorduğumuzda, onun Rasûlullah (a.s.)’ın kızı Hz. Zeyneb (r.a.)
olduğunu öğrendik.”
İbni Hişâm, İbni İshâk’a atfen Rasûlullah (a.s.)’ın küçük-büyük
her toplantıya ve özellikle fuar ve panayırlara gidip herkesi İslâm’a davet
ettiğini ifade etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (a.s.), Arabistan’ın
neresinden olursa olsun, Mekke’ye gelen herkese tebliğ ve telkinde bulunurdu.
İbni Kesir’in “el-Bidaye ven-Nihaye”de anlattığına göre Hz.
Peygamber (a.s.) gece gündüz, ister açık, ister kapalı olsun tebliğ, vaaz ve
telkinini yapardı ve kimseden korkmazdı. Özel sohbetlere ve toplantılara gider
kendilerine Allah’ın mesajını sunardı. Panayırlarda ve hac mevsiminde toplanan
cemaatlere gider ve onlara tebliğde bulunurdu. Rasûlullah (a.s.) zengin, fakir,
köle, hizmetçi, tüccar, esnaf, işçi, genç, yaşlı, kadın, erkek kısacası herkese
İslam’ın esaslarını anlatırdı.
Bu tarihi kayıtlar, Kur’an-ı Kerim’in Mekke döneminde inen
süreleriyle doğrulanmış oluyor. Bu ayet ve sûrelerde Kureyş’in saçma sapan
itirazları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır. Belli ki, Kur’an-ı Kerim
Mekkeliler, Kureyşliler ve diğer Araplara açıkça duyurulmamış ve Hz. Muhammed
(a.s.) kendi peygamberliğinin kabul edilmesini istememiş olsaydı, Kureyşliler
kendisine, Kur’an-ı Kerim’e, Ahiret’e ve İslâmiyet’in diğer emir ve talimatına
itiraz ve ithamlarda bulunmazlardı ve Kur’an-ı Kerim’de bunlara gereken cevabı
vermezdi.
27.1.6. Hz.
Peygamber (a.s.)’in İtibarı ve Ahlâki Ağırlığı
Bu noktada şöyle bir soru aklımıza geliyor: Kureyşliler ve diğer
kâfirler neden Hz. Muhammed (a.s.)’i Beytullah’ta namaz kılmaktan ve Kur’an-ı
Kerim’i alenen halka duyurmaktan alıkoymadılar? Bu, her iki hareket de
Kureyş’in öfke ve nefretinin uyanmasına sebep oluyordu ve Hz. Muhammed
(a.s.)’den başka kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi. Bunun sebebi, Hz.
Muhammed (a.s.)’in sadece Beni Hâşim ve Beni Muttalib tarafından kuvvetle
desteklenmesi ve bu ailelerden Kureyşin korkması değildi. Bir başka sebep, Hz.
Muhammed (a.s.)’in Kureyş ve diğer kabileler arasında korkunç itibar ve ahlâki
ağırlığa sahip olmasıydı. Kureyşliler öfkeden kuduruyor. Rasûlullah (a.s.)’ı ve
diğer müslümanları dövüyor, sövüyor, küfrediyor ve taş atıyorlardı, ama yanında
tir tir titriyorlardı. Onun manevî gücünden ödleri kopuyor, itibarı ve nüfuzuna
karşı çaresiz kalıyorlardı.
Hz. Peygamber (a.s.)’in bu manevî ve ahlâki gücünün çeşitli
sebepleri vardı. Birincisi, doğuşundan beri Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili
olarak öyle bazı olaylar meydana gelmişti ki, Kureyşliler ve Mekkeliler
kendisinin istikbal vaadeden büyük bir şahsiyet olduğuna inanmışlardı. Nitekim,
peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (a.s.) büyük bir sevgi ve saygıya sahipti.
İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)’in ağzından hiçbir zaman yanlış ve
kötü sözler duyulmamıştı. Söylediği her söz gerçekleşiyordu. Bedduaları ve
istikbale ait haberleri aynen gerekleşiyordu. Bu sebeple Kureyşli kâfirler
ağzından menfi bir sözün çıkmasından korkuyorlardı. Biraz yukarıda gördüğümüz
gibi, Ebu Leheb gibi bir İslâm düşmanı bile, Hz. Peygamber (a.s.), oğlu Uteybe
hakkında ağır söz söyledikten ve beddua ettikten sonra hayli korkmuştu. Ebu
Leheb Suriye’ye yaptığı seyahat sırasında oğlunun emniyetinden korkuyordu ve
arkadaşlarının kendisine yardımcı olmalarını istiyordu. Fakat onun bütün
tedbirleri boşa çıktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın dua ettiği gibi vahşi bir hayvan
Uteybe’yi parçaladı.
Üçüncüsünü, Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve karakteri tertemiz
ve lekesizdi. Kimse ne kadar çabalarsa çabalasın, kendisine dil uzatamaz ve
hakkında kötü bir şey söyleyemezdi. Güzel ahlâkına herkes hayrandı. Doğru
sözleri ve iyi muameleleri, Mekke ve çevredeki bütün bölge halkını kendisine
hayran bırakmıştı. Hz. Peygamber (a.s.)’in doğru sözlülüğü, dürüstlüğü ve temiz
karakteri ile güvenilirliğini düşmanları bile kabul ediyorlardı. Herkes
emanetini Rasûlullah (a.s.)’a vermek temayülünde idi. Nitekim, İbn Cerir’in
dediği gibi, Medine’ye hicret sırasında bile Mekkelilerin tümü kendisine
emanetlerini koymaya hazırdılar. Bu sebepten dolayıdır ki, Hicret’ten önce
kendisine yatırılan para ve kıymetli eşya sonradan sahiplerine iade edildi.
Rasûlullah (a.s.)’ın bu manevî ve ahlâki ağırlığı ve ihtişamı
karşısında en büyük düşmanları bile donup kalırlardı. Bunu Ebu Cehil’in başına
gelen birkaç vak’a ile ispatlamaya çalışalım.
27.1.7. Ebu
Cehl’in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili Bir Olay
İbni İshâk diyor ki bir defasında Iraş[10]‘tan
bir kişi bazı develerle Mekke’ye geldi. Ebu Cehil bu develeri satın aldı, ama
paralarını ödemedi. Iraş’lı tüccar bir gün Ka’be’de Kureyşli kabile reislerine
gidip feryad etmeye başladı. Harem’in bir köşesinde Hz. Muhammed (a.s.) de
vardı. Iraş’lının feryadları boşa gitti ve kabile reisleri şaka olsun diye
kendisine şunu söylediler: “Biz bir şey yapamayız. Ama orada oturan bey var ya,
ona git. O senin paranı geri aldırır.” Iraşlı, Hz. Muhammed (a.s.)’e yöneldi. O
sırada kabile reisleri, aralarında “bugün iyi bir eğlence olacak” dediler.
Iraşlı, Rasûlullah (a.s.)’a gidip derdini anlattı. Rasûlullah (a.s.) hemen o an
onunla beraber kalktı ve Ebu Cehl’in evine yürüdü. Kureyşli kabile reisleri ise
arkalarından bir adam taktılar ki, olup bitenleri kendilerine anlatsın. Hz.
Muhammed (a.s.) Ebu Cehl’in evine gidip kapısını çaldı. Ebu Cehl, “kim o?” diye
seslendi. Hz. Peygamber (a.s.), “Muhammed” diye kendisine cevap verdi. Ebu
Cehl, şaşkınlık içinde dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (a.s.) “bu adamın hakkını
ver” dedi. Ebu Cehl, herhangi bir ses çıkarmadan hemen evin içine dönüp
paraları getirdi ve develerin sahibine verdi. Kureyşli kabile reislerinin
gönderdiği adam bu vak’ayı görünce şaşkınlık içinde Harem’e koştu ve reislere
olup bitenleri şöyle anlattı: “Vallahi bugün hiçbir zaman göremediğim bir şey
gördüm. Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) evden çıkıp Muhammed’i görünce donup kaldı ve
Muhammed, ‘bu adamın hakkını ver’ dediğinde sanki o (Ebu Cehl) cansız bir
cesede dönmüştü”. İbni Hişâm, CII, s. 29-30. Belazuri de bu vak’ayı, “Ensâb’ul
Eşraf’ C.I, s. 128-129’da anlatmıştır.)
27.1.8. Ebu
Cehl’in Başına Gelen İkinci Olay
Ebu Cehl’in, Hz. Peygamber (a.s.) karşısında etkisiz ve çaresiz
kalışının ikinci olayı, Kadı Ebu’l-Hasen el-Maverdi tarafından “Alâmün
Nübüvvetle anlatılmıştır. Olay şuydu: Ebu Cehl bir yetimin velisiydi. Bu çocuk
bir gün perişan bir vaziyette Ebu Cehl’e geldi. Üzerinde doğru dürüst bir
elbise bile yoktu. Ebu Cehl’den, babasının kendisi için bıraktığı mirastan bir
kısmını istedi. Fakat Ebu Cehl, bu zavallı çocuğun sözlerine kulak asmadı.
Çocuk, bir süre bekledikten sonra ümitsizlik içinde geldiği yere döndü. Kureyşli
kabile reisleri olayı duyunca çocuğu kışkırtmak istediler ve kendisinin Hz.
Muhammed (a.s.)’e gidip şikâyette bulunmasını istediler. Çocuk, Hz. Muhammed
(a.s.) ile Ebu Cehl arasındaki gergin ilişkiyi bilmiyordu. Reislerin demesi
üzerine Hz. Muhammed (a.s.)’e gitti ve derdini anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) o an
yerinden kalkarak çocukla beraber Ebu Cehl’e gitti. Ebu Cehl, Hz. Muhammed
(a.s.)’i güler yüzle karşıladı ve ne için geldiğini sordu. Hz. Muhammed (a.s.)
çocuğun hakkının kendisine verilmesini istedi. Ebu Cehl, bu sözler üzerine
derhal evine gitti ve çocuğa payını verdi. Kureyşli kabile reisleri tetikte idi
ve iyi bir kavganın patlak vereceğini umuyorlardı. Ama olup bitenleri görünce
ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Cehl’e gelip niçin böyle tuhaf davrandığını
sordular. Ebu Cehl dedi ki: “Vallahi ben dinimi terk etmedim. Fakat bana öyle
geldi ki, Muhammed’in her iki tarafında birer öldürücü silah vardır ve
sözlerinin dışına çıkarsam bunların bana saplanacağını sandım.”
27.1.9. Ebu
Cehl’in Başına Gelen Üçüncü Olay
Belâzuri’nin dediği gibi, bir gün Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu
Bekr, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.) ile beraber Mescid-i
Harem’de oturuyordu. Derken, Beni Zübeyd’in bir ferdi gelip, “Ey Kureyşliler
size kim ticari mallar getirebilir ki, çünkü siz dışardan gelenlerin mallarını
çalıyorsunuz.” Rasûlullah (a.s.) kendisine kimin zulüm ve haksızlık ettiğini
sordu. O adam, Ebu’l-Hakem (Ebu Cehl)’in adını verdi; ve şöyle dedi: “Ebu Cehl
benim en iyi üç devemi almak istedi ve bunlara en düşük fiyat biçti. Şimdi kimse
onun verdiği fiyatın üstüne çıkamıyor. Bu fiyatla develerimi satarsam zarar
ederim.” Rasûlullah (a.s.) ondan bu üç devesini satın aldı. Ebu Cehl uzaktan
bunları görüyordu. Rasûlullah (a.s.) ona gidip “sakın ha, bundan sonra bu
Bedevi’ye yaptığın hareketi tekrarlarsan fena yaparım” dedi. Ebu Cehl de gayet
sakin bir şekilde, bir daha böyle bir hareket yapmayacağını bildirdi. Orada
hazır bulunan Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler, Ebu Cehl’i gayrete getirmeye
çalıştılar ve “Sen Muhammed’in yanında öyle kuzu kesildin ki biz senin de
müslüman olacağını sandık” dediler. Ebu Cehl, “vallahi ben hiçbir zaman
Muhammed’e tabi olmayacağım. Fakat ben onun her iki tarafında birkaç mızraklıyı
gördüm. Bana öyle geldi ki Muhammed’in sözlerini dinlemezsem o mızraklılar bana
çullanacaklardır.” (Ensâb’ul-Eşrâf: c.1, s. 130)
27.1.10.
Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)’in Haklılığına İnanıyorlardı
Hazreti Peygamber (a.s.)’in ahlâki üstünlüğünün bir başka sebebi
davasının haklılığıydı. Kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)’in Hak yolunda olduğunu
ve kendilerinin Batıl’ı temsil ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Hem
kendilerinin, hem savundukları davanın yalan olduğunun farkındaydılar. Ama
cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş yere şeref ve
namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi sebeplerden dolayı Hz.
Muhammed (a.s.)’e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve suçluluk
duygularını saklamak için Hz. Muhammed (a.s.)’i mutlaka durdurmaları
gerektiğine inanıyorlardı. Medeni cesaretleri yoktu. Bu sebeple, Hz. Muhammed
(a.s.)’in haklı ve kendilerinin haksız olduğunu ilân etmekten çekiniyorlardı.
Bunun bazı misallerini biz daha sonra vereceğiz. Biz, burada sadece şunu
söylemek istiyoruz ki; Rasûlullah (a.s.)’ın Ben büyük düşmanı bir defa değil,
bir kaç defa Hz. Muhammed (a.s.)’in haklılığına inanmış ve yanında çaresiz
kalmıştı. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’e muhalefet etmek için de çok sudan ve
abes sebepler ileri sürüyordu.
Beyhakî, Zeyd bin Eslem’e dayanarak, Hz. Muğire bin Şu’be’nin şu
hadisini nakletmiştir: “Ben henüz müslüman olmadığım sırada bir gün Ebu Cehl ile
birlikte Mekke’de bir yoldan geçiyordum. O sırada Rasûlullah (a.s.) ile
karşılaştık. Rasûlullah (a.s.), Ebu Cehl’e hitap ederek, “ey Ebu’l-Hakem,
Allah’a ve Rasûlüne gel. Ben seni Allah’a çağırıyorum.” Ebu Cehl, “ey Muhammed,
sen mabûdlarımızı kötülemekten vazgeçer misin? Sen bize Allah’ın emrinin
getirildiğinin şahitliğini mi istiyorsun? biz bu şahitliği yapmaya hazırız.
Fakat, inan ki, senin Hak üzerinde olduğuna gerçekten inansaydım sana iman
ederdim.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yoluna devam etti. Daha sonra Ebu Cehl
bana dönerek, “vallahi, bu adamın dediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Fakat
bir şey bana mani oluyor. Kusayy’ın evlatları ‘hicabe’ (hacılara yemek yedirme)
bizde kalsın dediler, bizde evet dedik. Onlar “sikaye” (hacılara su içirme) de
bizde kalsın dediler. Biz buna da evet dedik. Onlar “nedve” (toplantı ve
hazırlık çalışmaları bizde kalsın) dediler. Biz buna da evet dedik. Daha sonra,
“liva” (hac sırasında bayrak taşımanın da kendilerinde kalmalarını istediler.
Buna da ses çıkarmadık. Daha sonra onlar da (hacılara) yemek yedirdiler ve biz
de yemek yedirdik. O kadar ki, dizlerimiz onların dizlerine değdi. Şimdi de
diyorlar ki peygamber de bizden olsun. İşte buna izin veremeyiz. Vallahi,
billahi, buna izin veremem.”
İbni Ebi Hâtim, Ebu Yezid Medeni’ye dayanarak şu olayı
kaydetmiştir: Bir defasında Ebu Cehl, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ile karşı
karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi lâf attı: “Bu da ne gözlerim
neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi sıkışıyorsun?” Ebu Cehl onu
biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı: “Vallahi onun peygamber olduğunu
biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?”
İmam Süfyân-ı Sevri, Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)’ye ait
olan şu hadisi nakletmişlerdir: Ebu Cehl bir defasında Rasûlullah (a.s.)’a şöyle
dedi: “Biz seni değil senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz.”
Beyhakî ve İbn Hişâm, İbn İshâk’a dayanarak ve İbn İshâk da İmam
Zührî’ye dayanarak şu ilginç olayı nakletmişlerdir: Bir gece Ebu Cehl, Ebu
Süfyân ve Ahnes bin Şerik ayrı ayrı evlerinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ın
namazda okuduğu Kur’an’ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden
habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu
gibi bir harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zira onlara göre halk
kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed (a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı
dinlediklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci
gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ileri için
sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes
bin Şerik dayanamadı ve Ebu Süfyan’a gidip sordu. “Ey Ebu Hanzala, bana doğruyu
söyle, Muhammed (a.s.)’in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun? Ebu Süfyan
dedi ki: “Ebu Sa’lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek
olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki onların manasını ve gayesini
bilmem.”[11]
Ahnes, “ben de aynı fikirdeyim” dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehl’e gitti ve
“Ebu’l-Hakem, Muhammed’den duydukların hakkında ne diyorsun?” diye sordu. Ebu
Cehl dedi ki: “Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menaf arasında büyüklük kavgası
var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de. Onlar da bazı mes’uliyetler
taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihayet biz şimdi aynı
hizaya gelince diyorlar ki kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere
Allah’tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi
nereden bulalım. Allah’a yemin ederim biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik
etmeyeceğiz.” Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehl, Ahnes bin Şerik’e Bedir savaşı
sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbni Cerir Taberî kendi tefsirinde
Süddi’ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: Ahnes, Ebu Cehl’e, “şu anda burada sen
ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed sâdık (gerçek bir
peygamber) midir”. Ebu Cehl dedi ki: “Vallahi Muhammed doğru sözlü bir insandır.
O hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat Beni Kusayy, Kâ’be’nin bayraktarlığı
ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanı sıra peygamberliği de
alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?”
Ebu Cehl gibi ezeli bir düşmanın tutumu böyle olduktan sonra
diğer İslam düşmanlarının durumunu siz kendiniz kıyaslayınız.
27.1.11. Hz.
Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş’in Tutumu
Burada şunu da unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e şiddetle
muhalefet eden Kureyşliler aslında O’nun kişiliği, karakteri ve meziyetlerini
kabul ediyorlardı. Nitekim, müslümanlar ile kâfirler arasında ihtilâf ve kavga
en çetin safhasında iken Mekke’de büyük bir açlık ve kıtlık baş gösterdi. Herkes
çaresizlik içinde kıvranıyordu ve bu âfetten kurtulmanın yollarını arıyordu.
Nihayet Kureyşli kabile reisleri bir araya gelip Hz. Peygamber (a.s.)’in yanına
geldiler ve âfetin önlenmesi için Allah’a dua etmesini istediler. Bu olayı İmam
Buhârî ile Beyhakî az bir ifade değişikliğiyle Mesrûk ve Hz. Abdullah bin
Mes’ud’a dayanarak nakletmişlerdir. Olay şöyle cereyan etmişti: Kureyşliler azıp
muhalefet kampanyasını büyütünce ve isyankâr tutumunu katılaştırınca Rasûlullah
(a.s.) Allah’a “ya Rabbi, Hz. Yusuf zamanında 7 yıllık kıtlık ve açlık
yarattığın gibi, bu adamlara karşı bana yardımcı olmak üzere burada da 7 yıllık
bir açlık ve kıtlık yarat” diye dua etti. Bunun üzerine öyle korkunç bir kıtlık
başladı ki, adamlar ölüleri, kemikleri ve hayvan derilerini yemeye başladılar.
Nihayet, Ebu Süfyan ile Mekke’nin diğer kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)’in
huzuruna geldiler ve kendisine şöyle dediler: “Ya Muhammed, siz kendinizin
dünyaya rahmet olarak gönderildiğinizi söylersiniz. Ama görüyorsunuz ki,
kavminiz kıtlık ve açlıktan helâk oluyor. Lütfen kavminiz için dua ediniz.” Hz.
Peygamber (a.s.) de Allah’a dua etti. Bunun üzerine bardaktan boşalırcasına
yağmur yağdı. O kadar ki, herkes yağmurdan şikayet etmeye başladı. Hz.
Peygamber tekrar Allah’a, “Allah’ım, yağmur etrafımıza yağsın, bize değil” diye
dua etti. Bu dua üzerine bulutlar dağıldı. İmam Buhârî’nin İbni Abbas’a
dayanarak naklettiği bir başka hadisi vardır. Buna göre, Ebu Süfyân, Hz.
Peygamber (a.s.)’e gelip yalvardı ve dedi ki adamlar açlıktan ölüyorlar. Yiyecek
hiçbir şey bulamadıkları için kemikleri bile yiyorlar. Bunun üzerine Rasûlullah
(a.s.) dua etti ve Allah da kıtlık ile açlığa son verdi.
Bu olaylar gösteriyor ki Kureyşli kabile reisleri Rasûlullah
(a.s.) ile doğrudan kavgaya girmeye veya tebliğini duyurmaya cesaret
edemiyorlardı. Fakat bunun yanı sıra, tebliğin devam etmesini ve kendi
atalarının din, inanç ve geleneklerinin de bir anda yok olmasını
hazmedemiyorlardı. Onların alıştıkları bir hayat düzeninin yerine başka bir
hayat düzeninin kurulmasına ve Arap halkının yavaş yavaş İslâm’ın dairesine
gitmesine de razı değillerdi. Bu sebeple, İslâmi davetin ne pahasına olursa
olsun durdurulmasından yana idiler. Aynı sebepten dolayı, ilerde anlatacağımız
gibi, Hz. Peygamber (a.s.)’e sözle ve fiilen saldırmaktan da geri kalmıyorlardı.
[1] Bu adamın
asıl adı Abd-ul Uzza bin Abdulmuttalib idi, künyesi Ebû Utbe idi. Fakat
parlak kırmızı yüzü sebebiyle “Ebû Leheb” (ateş suratlı) lakabıyla meşhur
olmuştu, İbn Sad bizzat Abdulmuttalib’in kendisini Ebû Leheb diye
çağırdığını yazmıştır.
[2] “Tabakat-ı
İbn Saad” Beyrut baskısı, C. IV, s. 49-80’de bulunan kayıtlara göre Ebû
Süfyân hem Hz. Peygamber (a.s.)’in amcazâdesiydi hem de Halime Sa’diyye’nin
sütünü emdiği için O’nun süt kardeşiydi. Ebû Süfyân Cahiliyye devrinde Hz.
Peygamber (a.s.)’i çok severdi; fakat kendisine peygamberlik gelince, en
büyük muhaliflerinden biri oluverdi. Belâzurî de “Ensâb-ul Esrar C. I, s.
361. Mısır baskısında da hemen hemen, aynı şeyler yazmış, ama şunları da
eklemiştir: “Rasûlullah, Hz. Abbas’ın tavsiyesi üzerine Ebû Sufyân’ı
affetti.” Belâzurî ayrıca, Ebû Sufyân’ın Ebva mevkiinde Hz. Peygamber
(a.s.)’e biat ettiği yolundaki rivayetlerin zayıf olduğunu bildirmiştir.
Belazuri bu olayın Mekke ile Medine arasında Cuhfe mevkiinde cereyan
ettiğini yazmıştır.” “Mu’cem-ul Buldân”da da aynı rivâyete rastlanmaktadır.
[3] İbn Sa’d’a
göre bu komşuların en yakını Ebû Leheb ve Ukbe idiler. Nitekim Hz. Ayşe’nin
şu hadisini naklediyor: “Rasûlullah buyurdular; ben en kötü iki komşu
arasında idim: Biri Ebû Leheb, diğeri Utbe.”
[4] Taberânî’de,
Katade’nin rivâyetine göre; Hz. Umm-u Gülsüm, Uteybe ile ve Hz. Rukayye,
Utbe ile evlenmişlerdi. İbn Kuteybe “El-Maârif’te ve Suheylî “Ravz-ul
Ünuf”ta aynı ifadede bulunmuşlardır. Fakat İbn İshak, Hz. Rukayye’nin Utbe
ile evlenmesi konusunda şüphe etmiştir. İbn Kuteybe, Zürkanî ve Taberi’nin
ifadelerine göre her iki kız da evliliklerinin ilk günlerinde Ebû Leheb
tarafından boşandılar. Daha sonra Rasûlullah (a.s.) Hz. Rukayye’yi Hz. Osman
ile evlendirdi.
[5] Bu demektir
ki Ebû Leheb içten Rasûlullah (a.s.)’in dualarının tesirli olduğuna
inanıyordu.
[6]
“El-İsti’âb”; İbni Abd-il Berr, “El-İsâbe”; İbni Hacer, “El-Ensâb-ul Eşraf”;
Belâzurî, “Delâil-in Nübüvvet”; Ebû Nu’aym el-İsfahânî, “Ravz-ul Ünuf”;
Süheyli.
[7] İbn İshâk
bunu “İbad” İbn Hişâm da “Abbâd” olarak yazmışlardır.
[8] Hz. Ebû Bekr
(r.a.)’in bu sözlerinin anlamı şuydu: Hicvi Cenâb-ı Allah yapmıştı,
Rasûlullah (a.s.) değil.
[9] Arabistan’da
Mina’nın dışında halkın toplandığı üç büyük ve önemli yer vardı. En büyük
panayır Ukâz’da yapılırdı. Ukâz, Taiften bir günlük ve Mekke’den üç günlük
mesafede idi. Burada Şevval ayının başından sonuna kadar büyük bir pazar
kurulur, dükkânlar açılır ve eğlenceler düzenlenirdi. Buraya şair, edib,
konuşmacı, reis, fakir, fukara herkes gelirdi. Şiir ve konuşma yarışması
yapılırdı. Kabileler arasındaki ihtilaf ve kavgalar da burada tatlıya
bağlanırdı. Bazı davalar da burada sonuçlandırılırdı. Daha sonra, 1-
Zilkadeden itibaren, bugün Fatıma vadisi olarak bilinen Merrüzzahrân’da
herkes toplanmaya başlar ve ayın son, Hac devresi başlardı ve Mekke’ye gelen
bütün Araplar Minâ’da toplanırlardı.
[10] “Mu’cemül
Buldan’da belirtildiği gibi bu bir yerin adıdır. Burada oturan kabilenin
adının da “İraş” olması muhtemeldir.
[11] “İsâbe”de
Hâfız İbni Hacer, İmam Zührî’ye dayanarak Hz. Sa’id bin El-Müseyyeb’in
hadisini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebû Süfyan, Ahnes’e fikrini sorunca
kendisi, Hz. Muhammed (a.s.)’in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi. Bu
ifâde, Taberânî’nin “Evsat’ta naklettiği Hz. Muaviye’ye ait hadisle de
doğrulanmış oluyor. Hz. Muaviye diyor ki; bir defasında benim babam, Ebû
Süfyân annem Hind ile beraber bir katır üzerinde bir çölden geçiyordu ve
peşinde de ben vardım. Derken, Rasûlullah (a.s.)a rastladık. Babam dedi ki,
Muaviye, sen katırından in ve Muhammed (a.s.)’i bindir. Bunun üzerine ben
katırımdan indim ve buna Hz. Muhammed (a.s.) bindi. Sonra Hz. Muhammed
(a.s.) babam ve anneme hitap ederek dedi ki, “Ey Ebû Süfyân ve Ey Hind bin
Utbe, vallahi siz hepiniz bir gün öleceksiniz, tekrar diriltileceksiniz ve
iyi amel işleyen cennete, kötü amel işleyen de cehenneme gidecek.” Sonra
Fussilet sûresinin ilk 11 ayetini okudu. Bundan sonra Hz. Muhammed (a.s.)
katırdan inip gitti. Ben tekrar katıra bindim. Yolda annem, babama kızarak,
“Bu sihirbaz, yalancı ve sahtekâr için oğlumu katırdan indirdin değil mi?”
Babam da dedi ki, “vallahi, bu şahıs ne sihirbazdır, ne yalancı ne de
sahtekâr.”