Hz. Peygamberin Hayatı Mevdudi

MU’CİZELER



Dokuzuncu Bölüm: MU’CİZELER



9.1. MU’CİZE MESELESİ



9.1.1. Mu’cizeleri İnkâr Edenlerin Çıkmazı



9.1.2. İki Farklı Görüş



9.1.3. Mu’cizelerin Doğru ve Gerçek Olduğuna Dair Deliller



9.2. ÖNCEKİ PEYGAMBERLERİN MU’CİZELERİNE BİR BAKIŞ



9.2.1. Ölülerin Diriltilmesiyle İlgili Mu’cize



9.2.2. Hz. Eyyûb İçin Şifa Çeşmesi



9.2.3. Hz. İbrahim (a.s.)’in Mu’cizeleri



9.2.3.1. Dört Kuşun Diriltilmesi



9.2.3.2. Hz. İbrahim ‘in Yaşlılığında Evlât Sahibi Olma Arzusu



9.2.3.3. Hz. İbrahim ‘in Ateşten Korunması



9.2.4. Hz. Musa(a.s.)’nın Mu’cizeleri



9.2.4.1. Musa’nın Asası



9.2.4.2. Fir’avun ve Sülalesine Uyarıcı Nitelikteki Azaplar



9.2.4.3. Dokuz İşaret



9.2.4.4.  Asa  İle Denizin İkiye Ayrılması



9.2.5. Hz. Süleyman (a.s.)’ın Mu’cizeleri



9.2.5.1. Kuşların Dilini Bilmesi



9.2.5.2. Emrine Cinlerin Verilmesi



9.2.5.3. Saba Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi



9.2.6. Hz. Yunus (a.s.) Kıssasının Mu’cizevî Yanı



9.2.7. Hz. Zekeriyya (a.s.)’nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması



9.2.8. Hz. Îsa (a.s.)’nın Mu’cizeleri



9.2.8.1. Hz. Îsa’nın Babasız Doğması



9.2.8.2. Yeni Doğan Bebeğin Beşikte Konuşması



9.2.8.3. Kur’ân-ı Kerim’de Yer Alan Hz. Îsa’nın Diğer Mu’cizeleri



9.2.9. Hz. Muhammed (a.s.) ve Mu’cizeleri



9.2.9.1. Kur’ân Başlı Başına Bir Mu’cizedir



9.2.9.2. Hz. Peygamber Bizzat Mu’cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi



9.2.9.3. Hz. Peygamber (a.s.) ‘in En Büyük Mu’cizesi, Kur’ân



9.2.9.4. Hz. Peygamber (a.s.)’e Kabul Edilebilir Mu’cizelerin Verilmesi



9.2.9.5. Ayın İkiye Bölünmesiyle İlgili Hadisler



9.2.9.6. Hadislerin Özeti



9.2.9.7. Olayın Gerçek Niteliği ve Anlamı



9.2.9.8. İtirazlar ve Bunlara Cevaplar

Dokuzuncu Bölüm: MU’CİZELER

9.1. MU’CİZE MESELESİ

Peygamberler ne zaman, kendilerinin Allah tarafından gönderilen
el­çiler olduğunu ilân etseler, o zaman İnsanlar kendilerine hitaben şöyle
de­mişlerdir: “Madem ki, sen Allah’ın peygamberi olduğunu iddia ediyorsun o
zaman, öyle bir marifet göstermeli, öyle bir iş becermelisin ki, normal İnsanlar
onu yapmasın, ya da doğa kanunlarına tam aykırı olsun. İşte böy­lece, Allah’ın
seni elçi seçmesi ve insanları hidayete davet etmekle vazifelendirmesi
kendiliğinden ispatlanmış olacaktır”. Bu tür istekler üzerine peygamberlerin
hepsi veya çoğu, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre “âyetler ve sıradan insanların
dilinde ‘Mu’cizeler’ olarak bilinen işaretler göstermiş, deliller sunmuşlardır.

9.1.1.
Mu’cizeleri İnkâr Edenlerin Çıkmazı

Bu çeşit işaret veya mu’cizeleri kabul etmeyip bunların doğa
kanunla­rına göre meydana gelen sıradan olaylar olduğunu ispatlamaya çalışan
ki­şi ve çevreler aslında, Kitab’ı kabul edip etmeme konusunda öyle tuhaf bir
tutum içinde bulunuyorlar ki bunların gerçekten ne yapmak islediklerini
kestirmek hayli zordur. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim geçmiş peygamberlerin yaptıkları
bazı şeyleri mu’cize ve olağandışı olarak nitelendirirken, bu kişi ve çevrelerin
söz konusu ayetleri saptırmaya çalışmaları çirkin bir lâf ka­labalığından başka
bir şey değildir. Bu tür kişi ve çevreler, bir yandan, ta­biatüstü ve insanüstü
harikalardan bahseden bir Kitab’ı tanımak istemiyor­lar; bir yandan da,
atalarının dinine doğuştan bağlı oldukları için bu kitabı kabul etmekten başka
çare görmüyorlar. Görüldüğü gibi, bu gibi kişi ve çevreler büyük bir çıkmaz
içindedirler ve tahsil ettikleri modem bilim ve felsefenin etkisinde kalarak
Kur’ân-ı Kerim ve diğer ilâhî kitapların Mu’cizelerle ilgili ifadelerini hayli
yadırgıyorlar. Bu çelişki ve çıkmaz, yaptık­ları tahsil ve yetiştikleri şart ve
çevrelerden ileri geliyor.

Mu’cizelerle ilgili önemli bir soruya cevap vermek zorundayız.
Soru şudur: Allahu Teâlâ, içinde bulunduğumuz kâinatın kaide ve kanunlarını
belirledikten sonra görevini terk etmiş ve hiçbir zaman bu kâinatın
meka­nizmasına müdahale etmeme kararı mı almıştır? Yoksa durum bambaşka mıdır?
Yani, saltanatının idaresini her an elinde bulundurmakta ve istediği zaman
insana, diğer yaratıklara ve eşyalara dilediği şekli verebilmekte mi­dir?  

9.1.2. İki Farklı
Görüş

Yukarıdaki sorunun ilk bölümünü kabul eden kişilerin mu’cizeleri
ka­bul etmeleri imkânsızdır. Çünkü, Mu’cizeler onların ne Tanrı kavramıyla ne de
kâinat kavramıyla bağdaşıyor. Ama, bu kişilerin takip edeceği en iyi yol, Kur’ân-ı
Kerim’i olur olmaz şekilde tevil ve tefsire çalışmaktansa bu ilâhi kitabı
tamamıyla kabul etmemeleridir. Zira, Kur’ân-ı Kerim her za­man, Allah ile ilgili
ilk kavramı red ve ikinci kavramı ispatlamaya çalış­mıştır. Buna mukabil,
Kur’ân’ın sunduğu delilleri kabul edip Allah ile ilgili ikinci kavramı
benimseyen bir kişi için mu’cizeleri anlaması veya kabul etmesi o kadar zor
değildir .Gayet tabiidir ki, eğer bir kişi, örneğin, yılan­ların nasıl doğduğu
ve yaşadığını biliyor ve bu usul ve yöntemlerin dışın­da Allah’ın yılanları
başka türlü meydana getirip, yaşatmayacağına inanı­yorsa, o zaman, bu kişi,
kendisine bir asânın yere atılınca yılan olduğunu ve kaldırılınca tekrar asaya
döndüğünü anlatan bir kişiyi mutlaka yalanla­yacaktır. Fakat eğer bir insan,
Allah’ın her şeye kadir olduğuna, istediği maddeye hayat verebileceğine ve
emriyle bir âsâ’nın yılan olabileceğine inanıyor ise, onun için bu tür hadiseler
ve kıssalar gerçeğe ve akla uygun olacaktır. Bu insan için bir asânın yılan
olması, yumurtalardan civciv çık­ması kadar tabii ve olağandı. Aradaki fark
sadece şudur. İlk hadise pey­gamberlerin tarihinde sadece üç defa vuku
bulmuştur, halbuki ikinci hadi­se her gün gözümüzün önünde cereyan etmektedir.

9.1.3.
Mu’cizelerin Doğru ve Gerçek Olduğuna Dair Deliller
    

Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetlerine bakın:

“Onlar üç (kişidir), dördüncüleri köpekleridir” diyecekler.
“Beştir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar
(bunlar). (Hayır), yedidir, sekizincileri köpekleridir, diyecekler. De ki:
Onla­rın sayısını Rabb’im daha iyi bilir. Onları bilen azdır. Onun için onlar
hakkında, sathi tartışma dışında, derin münakaşaya girme ve onlar hak­kında
bunlardan hiçbirine bir şey sorma”. (Kehf; 22)

“Ancak Allah dilerse” (yapacağım) (de). Unuttuğun zaman Rabb’ini
an ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaş­tır tır’
de.” (Kehf; 24)

Burada denilmek isteniyor ki, önemli olan meydana gelen doğaüstü
şeyler ya da Mu’cizelerin sayısı değil, onlardan alınması gereken derstir.
Gerçek mü’minler hiçbir zaman Allah’ın gücü ve kudretinden şüphe
etme­melidirler. Mü’minler dünyanın kaide ve kurallarına değil, Allah’a
güven­melidirler ve şartlar her ne kadar elverişsiz olursa olsun Hak yolundan ve
Allah’a güven ve inançlarından ayrılmamalıdırlar.

Bu ayette başka önemli bir noktaya değinilerek, insanların
genellikle, “Tabiat Kanunu” dedikleri ve bunun dışında dünyada hiçbir şeyin
olmaya­cağına inandıkları “alışılmış âdetler”e Cenab-ı Allah’ın bağlı olmadığı
an­latılmıştır. Allahu Teâlâ, ne zaman ve nerede isterse bu âdetleri aşarak
is­tediği tabiatüstü işi yapabilir. Allah için, bir kişiyi 200 yıl ebedi uykuda
bulundurduktan sonra sanki sadece birkaç saatlik uykudan sonra uyanmışçasına
diriltmek hiç de zor bir iş değildir. Demek ki, geçmişteki peygam­berler ve
bütün kitaplarda zikri geçen kıyametten sonra bütün insanları di­riltmek Allah
için zor olmayacaktır.

Cenab-ı Allah’ın kâinatında doğaüstü gelişmeler, olaylar,
maddeler ve harika yaratıklar az değildir. İnsan nereye bakarsa Allah’ın
kudretinin be­lirtilerini görebilir. Kâinatta ve tabiatta bazı hadise ve
faaliyetlerin belli bir düzen içinde cereyan etmesi, bunların bu düzenin dışında
ve belirlenen kurallarını aşarak gerçekleşmeyeceklerinin bir kanıtı olamaz.
Nitekim bu tür yanlış inançların reddi için kâinatta ve tabiatta hiç alışılmamış
ve hiç görülmemiş olaylar ve cisimler varolduğu söylenebilir. Bunlar öylesine
garip, emsalsiz ve harika oluyor ki insan şaşkına dönüyor. Bu doğaüstü,
olağanüstü ve harika şeylerin uzun bir listesi hazırlanabilir. Gerçek şu ki,
Allah’ın, Kadir-i Mutlak olduğuna inanan bir mü’min için, insanlara hayat veren
ve onları öldüren Allah’ın bir insana bin yıllık ömür verebileceğine inanmak zor
değildir. Aslında insan kendi başına bir an bile yaşayamaz, ama Cenab-ı Hak
isterse onu istediği kadar yaşatabilir.

9.2. ÖNCEKİ PEYGAMBERLERİN
MU’CİZELERİNE BİR BAKIŞ

“Ve Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik, dedi ki, ‘Ey
kav­mim, Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Size
Rabbi­niz tarafından apaçık Mu’cize geldi, işte, Allah’ın bu dişi devesi size
ayet­tir (alâmettir). Bırakın, Allah’ın arzında otlasın, Ona bir fenalıkla
dokun­mayın. Eğer dokunursanız sizi acıklı bir azap yoklar”. (A’râf; 73)

Yukarıdaki ayetin birinci cümlesinde bahsedilen “apaçık
Mu’cize”den, ikinci cümlede “ayet” (işaret) olduğu bildirilen “dişi deve”nin
kastedildiği açıkça anlaşılıyor. Şuara suresinin 8. rükûsunda Semûd kavminin,
Hazreti Salih (a.s.)’den böyle bir mu’cize istedikleri kaydedilmiştir. Hz. Salih
de kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu ispatlamak üzere dişi deveyi kendile­rine
takdir etli. Burada görüldüğü gibi, dişi deve ile ilgili olay kesinlikle “Mu’cizeler”
tarifine girmektedir. Benzeri mu’cizeleri, diğer pek çok pey­gamberin kendi
peygamberliklerini ispatlamak amacıyla göstermeleri ka­vimleri tarafından
istenmişti. Dişi devenin Mu’cize şeklinde doğmasının bir başka delili, bu
hayvana dokunulmasıyla ilgili Hz. Salih’in ikazıdır. Hz. Salih bu deveye kötü
niyetle dokunmak isteyenlere, bunu yaptıkları takdirde Allah’ın azabına
uğrayacaklarını söylemiştir. Ayrıca, buna ser­bestlik tanımalarını istemiş ve
istediği arazide otlamasını emretmiştir. Belli ki, böyle bir şey Semûd kavmi
tarafından da “Mu’cize” olarak kabul edildikten sonra onlara merasimle takdim
edilmiştir. Semûd kavminin, bu dişi devenin uzun müddet aralarında dolaşmasına,
otlamasına ve varılan anlaşmaya göre, dişi deve ile diğer bütün hayvanların
nöbetleşerek dere­den su içmelerine izin vermesi de “Mu’cize”ye hiç olmazsa bir
parça inan­dıklarını gösteriyor. Semûd kavmi uzun süre düşünüp taşındıktan sonra
bu dişi deveyi öldürdüler. Burada unutulmamalıdır ki, Hz. Salih ne iktidar
sahibiydi ne de olağanüstü güce haizdi. Görünüşte Semûd kavmi için korkulacak
herhangi bir şey yoktu. Ama dişi deveden korktukları bir ger­çekti. Onlar bu
hayvanın arkasında mutlaka insanüstü bir kuvvetin olduğu kuşkusuna
kapılmışlardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu dişi devenin nasıl olduğu ve nasıl vücuda
geldiği açıklanmamıştır. Herhangi bir sahih hadiste de bu­na dair bir kayıt
yoktur. Onun için, Kur’ân’ı tefsir edenlerin bu dişi deve­nin doğuşuna dair
yürüttükleri fikirlere müslümanların inanmaları gerek­miyor. Fakat, her şeye
râğmen, dişi devenin bir Mu’cize olduğu Kur’ân-ı Kerim’le sabittir.

9.2.1. Ölülerin
Diriltilmesiyle İlgili Mu’cize

“Ya da altı üstüne gelmiş, ıpıssız duran bir şehre uğrayan
gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: ‘Allah, burasını ölümünden sonra nasıl
diril­tecekmiş?’ Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı da sonra onu
di­riltti. (Ve ona) Demişti ki: ‘Ne kadar kaldın?’ O: ‘Bir gün veya bir günden
az kaldım’ demişti. (Allah ona:) ‘Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyece­ğine
ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak (bunu yap­mamız) seni
insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya
getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz? demişti. O, kendisine (bunlar)
apaçık belli olduktan sonra denişti ki: ‘(Artık şim­di) Öğreniyorum ki gerçekten
Allah, her şeye güç yetirendir”. (Bakara; 259)

Burada bahsedilen kişinin, kim veya kasabanın neresi olduğunu
tartış­mak gereksizdir. Burada önemli olan bir kişinin 100 sene öldürülüp
diriltilmesidir. Ayrıca, asıl dikkat edilmesi gereken Allah’ın yaptıklarına,
özel­likle ölüleri dirilttiğine hayret eden bir kişiye verilen ders ve
hidâyettir. Kişi ve yerleri tesbit etmek için bizde ne herhangi bir imkân vardır
ne de buna lüzum vardır. Fakat, Kur’ân’ın daha sonraki ifadelerinden, bahse
ko­nu olan kişinin mutlaka bir peygamber olduğu anlaşılıyor.

Kur’ân-ı Kerim’in ibaresinden anlaşılıyor ki, aslında söz konusu
kişi, ölümden sonra hayat görüşüne karşı değildi. Ölülerin Allah tarafından
diriltileceğinden de pek şüphesi yoktu. Ama bu dirilişi kendi gözüyle gör­mek
isliyordu. Bir kişinin yüz sene öldükten sonra tekrar hayata dönmesi Allah’ın
kudretinin inkâr edilmez bir deliliydi.

9.2.2. Hz. Eyyûb
İçin Şifa Çeşmesi

“Kulumuz Eyyub’u da hatırla. Hani o, ‘Ya Rabbi, şeytan beni
zorluk ve azaba uğrattı’ diye nidâ eyledi. O’na, ayağınla yere vur dedik. İşte
hem yıkanacak, hem de içecek serin bir su”. (Sa’d; 4142)

Yani, Hz. Eyyûb (a.s.), Allah’ın emriyle yere ayağını vurur
vurmaz oradan bir su fışkırdı. Bu sudan içerek ve bundan yıkanarak uzun müddet
süren hastalığından kurtulacak, şifa bulacaktı. Hz. Eyyûb’un ağır hasta ol­duğu
kuvvetle muhtemeldir. İncil’de de Hz. Eyyûb’un bütün vücudunun sivilce ve çıban
başlarıyla dolu olduğu belirtilmiştir.

9.2.3. Hz.
İbrahim (a.s.)’in Mu’cizeleri

9.2.3.1. Dört Kuşun
Diriltilmesi

“İbrahim, Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’
dediğin­de, Allah, Yoksa iman etmiyor musun?’ dedi. İbrahim, ‘Evet iman
ediyo­rum. Lâkin kalbim mutmain olsun diye istiyorum’ dedi. Allah, ‘dört kuş al
ve bunları parça parça et. Sonra onun her parçasını bir dağın iterine bı­rak ve
sonra onları çağır. Sana koşarak gelirler.’ Bil ki, Allah aziz ve ha­kimdir”.
(Bakara; 260)

9.2.3.2. Hz. İbrahim
‘in Yaşlılığında Evlât Sahibi Olma Arzusu

“Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de ona İshak’ı,
O’nun ardından da Yakub’u müjdeledik. İbrahim’in zevcesi, ‘vay başıma, ben bir
koca karı ve şu zevcim de ihtiyarken çocuk mu doğuracakmışım? Bu çok acayip bir
şeydir’ dedi. Misafirler, ‘Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ehl-i beyt,
Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir. Allah asıl hamde la­yık, hayır ve
ihsanı çok olandır’ dediler”. (Hûd; 71-73)

9.2.3.3. Hz. İbrahim
‘in Ateşten Korunması

“Kavmi, ‘O’nun için bir bina yapın ve onu ateşe atın’ dedi. Ona
bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları zelil ve alçak kıldık”. (Saffat;
97-98)

9.2.4. Hz.
Musa(a.s.)’nın Mu’cizeleri

“Sonra Musa ve kardeşi Harun’u ayetlerimizle, apaçık hüccet ve
bur­han ile gönderdik”. (Mü’minûn; 45)

Bu ayette, “ayetler”den sonra “apaçık hüccet ve burhan”
sözcüklerinin kullanılması iki şekilde tefsir edilebilir. Ya bu ayetler, Hz.
Musa ile Hz. Harun (a.s.)’un Allah’ın peygamberleri olduğunu gösteren “apaçık
delil­ler” idiler. Ya da her iki peygamber “âyetler” (işaretler)in dışında (yani
asa Mu’cizesinin dışında) başka Mu’cizelerle de Mısır’a gönderildiler. Bu­rada
“açık hüccet” Hz. Musa’nın asası olabilir. Çünkü bunun sayesinde meydana gelen
mu’cizeler, her iki kardeşinin Allah’ın peygamberleri oldu­ğunu çoktan
ispatlamıştı.

9.2.4.1. Musa’nın
Asası

  “Musa ‘atınız’ dedi. Sihirbazlar değnek ve iplerini attıkları
zaman halkın gözlerini büyüleyip onları ürküttüler. Ve büyük bir sihirbazlık
yap­tılar. Biz de Musa’ya ‘âsânı at’ diye vahyettik. Asa derhal sihirbazların
yalancı şeylerini toplayıp yuttu”. (A’râf; 116-117)

Yukarıdaki ayetlerden, Hazreti Musa (a.s.)’nın asasının,
sihirbazların attığı ve yılanlar ile ejderha gibi gözüken değnek ve ipleri
toplayıp yuttu­ğu anlaşılmamalıdır. Kur’ân-ı Kerim burada demek istiyor ki, asa,
yılan haline geldikten sonra sihirbazların tılsım ve sihrini yutmaya başladı,
yani yalancılıklarına son verdi.

9.2.4.2. Fir’avun ve
Sülalesine Uyarıcı Nitelikteki Azaplar

“Biz Fir’avun ve cemaatini belki akıllarını başlarına alırlar
diye ku­raklıkla ve mahsullerin kıtlığı ile tutup sıktık. Onlara bir iyilik
gelince: ‘Bu bizim hakkımızdır’ derler. Bir fenalık isabet else Musa ve onunla
be­raber olanlara uğursuzluk yüklerlerdi. Gözünüzü açın ki, onların
uğur­suzlukları Allah tarafındandır. Fakat çoğu bunu bilmez. Ve bizi büyüle­mek
için de Mu’cize getirirsen gelir, biz sana iman etmeyiz’ dediler. Bu­nun üzerine
biz de onlara, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik”. (A’râf;
130-133)

Fir’avun ve taraftarları inatçılığın son haddine varmışlardı.
Fir’avun ve yandaşları, sihir olmadığı apaçık olan olayları da sihir ve büyü
olarak ni­telendirmek suretiyle inatçılığın en katı örneğini veriyorlardı. Bütün
bir memlekette kıtlığın baş gösterip toprağın ürün vermemesinin bir sihirba­zın
büyüsünün neticesi olabileceğine aptal kişiler bile inanamazdı. Bun­dan
dolayıdır ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“Fir’avun ve kavmine O’nun risaletine delâlet eden
Mu’cizelerimiz geldiğinde, ‘bu apaçık bir sihirdir’ dediler. Nefisleri buna
inandığı halde zulüm ve kibirlerinden dolayı inkâr etliler. Habibim bak ki,
fesatçıların akıbeti nasıl oldu”. (Neml; 13-14)

Yukarıdaki ayetlerde sözü edilen tufan, herhalde doluların da
yağdığı şiddetli yağmur ve kasırgadır. Gerçi tufan çeşitli şekillerde olabilir,
ama biz bundan dolu fırtınasını anlıyoruz ki İncil’de benzeri ifadeler
kullanıl­mıştır. Ayetlerde kullanılan diğer bir kelime, “kummâl”dir ki, bunlar
ha­şerat; sivrisinek ve zirai mahsuller ile hububata büyük zarar veren çekirge
ve böcekler anlamına gelir. (Karşılaştırmak için Bk. İncil, ‘Kitab-ı Huruc’
Bölüm: 7-12).

9.2.4.3. Dokuz İşaret

“Biz Musa’ya, açıkça görülen dokuz (işaret) vermiştik. Siz artık
ken­diniz İsrail oğullarına sorun ki, onlar (âyetler) geldiğinde Fir’avun dedi
ki: ‘Ey Musa, senin mutlaka bir sihirbaz olduğunu sanıyorum.” Musa ise dedi ki,
‘Sen çok iyi biliyorsun ki, bu basiret verici işaretleri yer ve gökle­rin
Rabbinden başka kimse indirmemiştir. Ve ey Fir’avun, sen muhakkak azaba uğramış
bir adamsın!”. (İsrâ; 101-102)

Burada bahsedilen dokuz ayet veya işaretten A’râf suresinde de
söz edildiğini daha önce görmüşlük. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1) Yılana
dönü­şen asa. 2) Beyaz el, ki koltuktan çıkarılınca güneş gibi parlamaya
başlar­dı. 3) Sihirbazların sihrini herkesin önünde kırmak. 4) Bütün ülkede
kıtlı­ğın başlaması, 5) Tufan veya dolu fırtınası. 6) Çekirge sürüsü. 7)
Böcek­ler, 8) Kurbağalar, 9) Kan.

Burada Hz. Musa (a.s.)’nın verdiği cevap dikkate değerdir. Hz.
Musa demek istiyordu ki, bir ülkede açlık ve kıtlığın baş göstermesi, yüz
binler­ce kilometrekarelik araziye kurbağaların saldırması ve bütün ülkede zirai
mahsuller ile hububatın çekirge ve böcekler tarafından lalan edilmesi ve buna
benzer diğer olaylar, herhangi bir sihirbazın büyüsü olamazdı. Aslında bu şeyler
insan gücünün çok ötesindeydi. Ayrıca eğer bunlar bü­yü olsaydı, her âfet ve
belâdan önce Hz. Musa (a.s.)’nın Fir’avun ve yan­daşlarını ikaz etmesine de göz
yumulmazdı. Hz. Musa’nın açık ifadeleriy­le peşinen bahsettiği âfetlerin ve
olayların aynen vuku bulmasını gör­dükten sonra da bunların yeryüzü ve göklerin
Hakimi olan Allah tarafın­dan yapıldığına inanmayan bir kişinin akli dengesinin
yerinde olması şüphelidir.

9.2.4.4.  Asa  İle
Denizin İkiye Ayrılması

“And olsun, biz Musa’ya; ‘Kullarımla geceleyin yola çık. Onlara
de­nizde kuru bir yol aç. Size yetişmelerinden korkma’ diye vahyettik”. (Taha;
77)

Burada özetlenen olay şöyle gelişmiştir: Cenab-ı Allah bir gece
kara­rını verdi. “Kullarım” olarak adlandırılan, İsrail oğullarından ve diğer
mil­letlerden müslüman olanlar, hicret etmek üzere Mısır’ın her tarafından yo­la
çıkacaklardı. Bütün bu iman sahipleri belirlenen zamanda ve yerde top­lanarak
bir kervan oluşturdular ve yola çıktılar. O çağlarda Süveyş kanalı diye bir şey
yoktu. Kızıldeniz ile Akdeniz arasındaki bütün deniz açıktı. Ama denize çıkış
yolları kapalıydı, bilhassa, kıyılarda karakol ve nöbetçi as­kerler vardı. Hz.
Musa Kızıldeniz’e açılan yolu seçti. Herhalde sahil bo­yunca yol alarak Sina
yarımadasına geçmeyi tasarlıyordu. Ne var ki, Hz. Musa’nın kafilesi deniz
kıyısına ulaştığında büyük bir sürprizle karşılaştı. Fir’avun büyük ordusuyla
birlikte onların yolunu kesmişti. Şuara suresin­de belirtildiği gibi, muhacir
kafilesi Firavun’un ordusu ile deniz arasında sı­kışmıştı. Tam o sırada Allah,
Hz. Musa’dan asasını denize vurmasını istedi.

“Vurunca deniz derhal yarıldı. Her iki taraf büyük bir dağ gibi
oldu.” (Şuara; 63)

 Böylece, kafilenin geçmesi için sadece deniz yarılmakla
kalmadı, ayrıca ortasından kuru bir yol da açılmış oldu. Bu, açık ve bariz bir
Mu’cize­dir. Bu olayı, kendilerince “bilimsel” şekilde yorumlamaya çalışan ve
bu­nu bir med ve cezir vak’ası olarak gösterme hevesinde olanların yanlışlığı
kendiliğinden ispatlanmış oluyor. Çünkü med ve cezir vak’asında sular her iki
tarafta dağ gibi durmaz ve ortalarından kuru bir yol açılmaz.

“Bunun üzerine Musa’ya ‘asan ile denize vur’ diye vahyettik.
Vurunca deniz derhal yarıldı. Her iki taraf büyük bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ;
63)

Yukarıdaki ayette “büyük bir dağ” için “et-tavd-ile azim”
kelimeleri kullanılmıştır. “Tavad” Arapçada zâten büyük dağa denilir. Bir de
buna “azim” (büyük) sıfatı eklenmiştir. Demek yükselen dalgalar çok büyüktür.
Sonra bu işin, sadece Hz. Musa’nın emrindeki İsrail oğulları ve diğer iman
sahiplerinin büyük kafilesinin geçirilmesi değil, aynı zamanda Firavun’un büyük
ordusunun da boğulması için yapıldığını düşündüğümüz zaman gerçek daha da açık
bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü su dağları, med ve cezir gibi birkaç
dakikalık bir süre için oluşmamıştı. Bu dağlar uzun bir zaman sabit bir şekilde
durmuş olacak ki, önce Hz. Musa ve yüz binlerce kişilik kafilesi açılan yoldan
geçmiş ve daha sonra Firavun’un bütün ordusu bunun ortasına kadar varabilmişti.
Deniz kabarması, kasırga ve med-cezir gibi olaylarda rüzgâr ne kadar şiddetli
olursa olsun ya da tabiatın değişimi ne kadar etkileyici olursa olsun, denizin
sularını bu şekilde bıçak gibi ikiye ayırarak dağlar haline getiremezler.
Ayrıca, Tâhâ suresi­nin ifadesini (onlara denizde kuru bir yol aç) de gözardı
edemeyiz. Şayet bu geçici bir tabiat vakası olsaydı, açılan yol mutlaka sulu,
ıslak ve ça­murlu olacaktı, ki buralardan insanların geçmesi kolay olmayacaktı.
Oysa, sulu kum, toprak veya çamurdan zerre kadar eser kalmadığı burada açıkça
beyan edilmiştir.

“Ve üstünüze kudret helvası ile bıldırcın indirdik”. (Taha; 80)

İncil’in ifadesine göre, İsrail oğulları, Mısır’dan çıkıp Sina
çölünde Eylem ile Sina arasından geçerken, yiyecek ve içecek stokları tamamıyla
tükenmiş ve herkes açlık tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. İşte ‘o sırada
Allah tarafından İsrail oğullarına “menn ve selva” (kudret helvası ve
bıl­dırcın) indirildi ve Allah’ın bu ihsanı, kafilenin Filistin’e varışına kadar
tam 40 yıl devam elti. (İncil, Kitab-ı Huruc, Bölüm: III, ayet: 7-9, Jesus,
Bölüm 5, ayet: 12). Kitab-ı Huruc’ta kudret helvası ile bıldırcın şöyle tarif
edilmiştir:

“Ve öyle oldu ki, akşam o kadar çok koyun geldi ki, çadır
yerleri on­larla doldu, taştı. Ve sabah çadır yerlerinin çevresinde her tarafta
çiğ vardı. Çiğ kuruyunca ovada küçük, ufacık yuvarlak şeyler görüldü. Benî
İsrail bunları görünce, kendi kendine sordular “Men?” Çünkü onlar bun­ların ne
olduğunu bilmiyorlardı.” (Bab: 16, ayet; 13-15)

“Ve Benî İsrail buna ‘Men’ adını verdiler. Bunlar kişniş
taneleri gibi beyaz ve tad bakımından bal gibiydiler.” (Bab: 16, ayet; 31) .

“Adamlar etrafa gidip bunları toplar, değirmende toz haline
getirir, sonra tencerelerde kaynatıp bunlardan ekmek yaparlardı. Tadı taze
ye­meklik yağ gibi olurdu. Ve geceleri çiğ yağınca “Men” de düşerdi”. (Bab: 11,
ayet; 8-9)

Görüldüğü gibi, bu da bir mu’cize idi. Çünkü İsrail oğullarının
uzun yolculuğu 40 yıl sonra sona erince bu semavi yemeğin gelmesi de aniden sona
ermiş oldu. Bahse konu olan bölgeleri gezmiş ve görmüş olanlar bili­yorlar ki
buralarda ne kudret helvası ve ekmeğinin yapılmasında kullanı­lan “men”
bulunuyor, ne de o kadar çok sayıda bıldırcın. Bilim adamları ve araştırmacılar
İsrail oğullarının muhtemelen geçtikleri bütün çöl ve ovaları baştan başa
incelemişlerdir ama ne çok sayıda bıldırcın ne de “men” veya buna benzer
herhangi bir gıda maddesi bulmuşlardır.

9.2.5. Hz.
Süleyman (a.s.)’ın Mu’cizeleri

9.2.5.1. Kuşların
Dilini Bilmesi

“Ve ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi, dedi.” (Neml; 16)

İncil Hazreti Süleyman (a.s.)’ın kuşlar ile hayvanların dilini
bilip bil­mediği konusunda kayıtsız kalıyor. Ancak İsrail oğullarının
rivayetlerinde bu husus açıklıkla ifade edilmiştir. (Bk: Jewish Encyclopaedia:
Cilt: XI, s. 439).

9.2.5.2. Emrine
Cinlerin Verilmesi

“Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan askerleri
toplandı. Bunlar daima onunla giderlerdi.” (Neml; 17)

9.2.5.3. Saba
Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi

“Kendinde kitaptan bir ilim olan (zât.) ‘Ben onu, gölünü yumup
açın­caya kadar sana getiririm dedi. Süleyman melikenin taktını karşısında
görünce: ‘Bu, Rabbimin fazlıdır. Rabbim beni şükür nü veya nankörlük mü edeceğim
diye imtihan etti. Şükreden âncak kendi menfaatine şükre­der. Nankörlük edenin
işinden Rabbim tamamen müstağnidir. O çok ke­rem sahibidir.’ dedi.” (Neml; 40)

9.2.6. Hz. Yunus
(a.s.) Kıssasının Mu’cizevî Yanı

“Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o kaçıp
bir gemiye girmişti. Kura çekmişlerdi de mağlup olmuştu. O kınanmış bir halde
iken onu balık yutmuştu. Eğer Rabbini çok tesbih edenlerden olma­saydı,
insanların tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.
Onu açık bir sahile attık. O hasta idi. Üzerine kabak cinsinden bir ağaç
bitirdik.” (Saffat; 139-146)

9.2.7. Hz.
Zekeriyya (a.s.)’nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması

“Ey Rabbim, kendi tarafından bana bir oğul ihsan et. Bana ve
Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, onu kendi rızana lâyık kıl, dedi. ‘Ey
Zekeriya Biz seni, adı Yahya olan bir evlât ile müjdeleriz. Ondan ev­vel hiç
kimseyi bu isimle isimlendirmemiştik,’ diye nidâ olundu. Zekeriya, ‘Ey Rabbim,
Benim nasıl oğlum olur? Karım kısır ve ben de ihtiyarlığın son haddine vardım.’
dedi. Nidâ eden melek, ‘Evet öyledir. Fakat, Rabbin bu bana kolaydır. Sen hiçbir
şey olmadığın halde daha önce seni yarat­mıştım buyurdu’ dedi. Zekeriya, ‘Ey
Rabbim, Bana bir alâmet göster’ de­di. Melek, ‘Senin alâmetin üç gece
mütemadiyen insanlarla konuşmaman­dır.’ dedi.” (Meryem; 5-10)

9.2.8. Hz. Îsa
(a.s.)’nın Mu’cizeleri

  9.2.8.1.
Hz. Îsa’nın Babasız Doğması

 “Meryem’in oğlu Îsa’yı da, anasını da, bir mu’cize kıldık.
Onları sula­rı bol, güzel ve yüksek bir yerde iskân ettik.” (Mü’minun; 50)

Dikkat edeceğiniz gibi, burada Hz. Îsa’nın bir Mu’cize ve HİT
Mer­yem’in ayrı bir Mu’cize olduğu, ya da Hz. Îsa ve annesinin iki Mu’cize
ol­duğu değil, ikisinin birleşerek “bir Mu’cize” olduğu vurgulanmıştır. Her
ikisi bir arada başlı başına bir ayet veya Mu’cize olduğuna göre, burada Hz.
Îsa’nın babasız doğması ve Hz. Meryem’in normal olarak herhangi bir erkek
tarafından hamile kalmadan çocuğu doğurması buna birer delil ola­rak
gösterilmişlerdir.

“Kitap’ta Meryem’i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark
tarafında­ki bir yere çekilmişti. Sonra onlarla arasına bir perde çekmişti. O’na
ru­humuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde gö­ründü.
Meryem, O’na: ‘Eğer Allah’tan korkanlardan isen, senden Allah’a sığınırım.’
dedi. Melek, ‘Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbi­nin gönderdiği bir
elçiyim.’ dedi. Meryem, ‘Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli
dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim.’ dedi. Melek, ‘söylediğin gibisin.
Fakat Rabbin: ‘Bu hükmolunmuş bir emir­dir, buyuruyor.’ dedi. Meryem Îsa’ya
hamile kaldı. Ve ailesinden uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O’na kuru bir
hurma ağacının yanında geldi. ‘Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar
unutulmuş olaydım’ dedi.” (Meryem; 16-23)

Yukarıdaki ayetlerde zikredilen “uzak yer”, Beytellahm’dir. Hz.
Mer­yem’in oraya gitmesi gayet tabiiydi. Meryem, İsrail oğullarının en kutsal
ailesine mensup olan Kudüs’te kendisini Allah’ın ibadetine adadığı bir sı­rada
birden bire hamile kalmıştı. Böyle bir durumda, ibadet ettiği yerde kalmaya
devam etmesi, bu arada hamileliğinin de belirmesi halinde, sade­ce ailesi değil,
bütün millet, O’nun hayatını çekilmez hale getireceklerdi. Bu sebeple, Hz.
Meryem, bu zor imtihandan başarıyla geçebilmek için hücresini terk edip
Beytellahm’e gitti. Böylece, hamilelik müddeti sona erinceye kadar İnsanlar
tarafından lânetlenmekten ve aşağılanmaktan kur­tulacaktı. Bu olay, başlı
başına, Hz. Îsa’nın babasız doğduğunun büyük bir delilidir. Eğer her şey normal
olsaydı, kendisi evli olup, kocasının çocu­ğuna hamile kalsaydı, evini, barkını,
koca evini, memleketini, kısacası, her şeyini bırakıp çocuğunu doğurmak üzere
uzak bir yere gitmesi gerek­mezdi.

Bu arada, Hazreti Meryem’in, içinde bulunduğu zor şartları da
gözden geçirmeliyiz. Ayetlerin sonunda söylediği sözler bu durumun vehametini
gözümüzün önüne getirmektedir. Hz. Meryem bu sözleri, doğum sancısı­nın şiddeti
yüzünden söylememişti. Asıl korktuğu, Allah’ın O’nun için ha­zırladığı sınavı
başaramamasıydı. Hamileliğini nasıl olsa başarıyla ta­mamlamıştı. Şimdi bundan
sonra doğacak çocuğun durumu önemliydi. Doğacak çocuk ne olacaktı? O’nun doğumu
nasıl izah edilecekti? Hz. Meryem’i kaygılandıran mesele işte buydu. Meryem
süresinin 24. ayetin­de melek, Hz. Meryem’i, “mahzun olma” diyerek teselli
etmektedir. Bu sözler duruma daha da açıklık getirmektedir. Evli bir kadın çocuk
doğu­rurken ne kadar sancı çekerse çeksin, onun mahzun veya üzgün olmasına gerek
yoktur.

9.2.8.2. Yeni Doğan
Bebeğin Beşikte Konuşması

“Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar, ‘Ey
Meryem sen acaip bir şey yapmışsın. Ey Harun’un kız kardeşi senin baban fena
adam değildi. Anan iffetsiz değildi.’ dediler.” (Meryem; 27-28)

Hazreti Îsa (a.s.)’nın Mu’cizevî bir şekilde doğmuş olmasına
inanmayan kişi ve çevreler, yukarıdaki ayeti nasıl izah edebilirler? Yani, Hz.
Meryem’in, çocuğunu alıp kavmi arasına dönmesinden sonra onların O’nun üstüne
neden yürüdüklerini, onu niçin azarladıklarını söyleyebilirler mi? Daha bitmedi.
Şu ifadeye de dikkat etsinler.

“Bunun üzerine Meryem O’na (Îsa) işaret etti. Kavmi: ‘Biz
beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dedi.” (Meryem; 29)

Kur’ân-ı Kerîm’i kendi, sözde “bilimsel” görüşlerine göre tefsir
et­meye çalışan kimselere göre, Hz. Meryem ile kavmi arasındaki tartışma Hz.
Îsa’nın bebeklik değil, delikanlılık çağında yapılmış ve İsrail oğulları­nın
yaşlı başlı mensuptan güya şöyle demişler: “Biz dünkü çocuk (yani hayli genç)
ile ne konuşalım?” Fakat Kur’ân’ın ayetlerinin siyak ve sibak’ını gören herkes
anlayacaktır ki bu saçma tevil, sadece gerçekleşmiş olan bir Mu’cizeden
kurtulmak için yapılmıştır. Bu tür itirazlarda ve te­villerde bulunanlar, Hz.
Meryem’in kavminin kendisine saldırması ve ha­karet yağdırmasının gerçek
sebebini, şart ve zamanını görmezlikten ge­liyorlar. Kavmi, babasız bir çocuğun
doğması üzerine öfkesini ancak olay taze iken belirtebilirdi. Hz. Îsa’nın
gençliğinde böyle bir münakaşa­nın yapılmasının anlamı yoktur. Sûrenin, bu
olaydan hemen önceki ve sonraki ayetlerinde de durura açıklık kazanmış oluyor.
Ayrıca, Âl-i İmrân suresinin 46. ve Maide suresinin 110. ayetleri de Hz. Îsa’nın
gençli­ğinde değil, beşikte bebek iken konuştuğunu bütün açıklığıyla ifade
et­miştir. Bu ayetlerin ilkinde, melek, Hz. Meryem’e bir çocuğunun olacağı­nı
müjdelerken, bu çocuğun beşikle konuşacağını söyler. İkinci ayette ise, Cenab-ı
Allah, Hz. Îsa ile kelâm ederken, kendisinin beşikle ve yetişkin iken
konuştuğunu hatırlatır. Şimdi Meryem suresinin diğer ayetlerine ba­kalım.

“Çocuk (Îsa): ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni
peygamber yaptı. Beni nerede olursam mübarek kıldı… Hayatta olduğum müddetçe
bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmet­ kâr kıldı, zorba
bir bedbaht yapmadı.” (Ayet; 30-32)

Burada görüldüğü gibi, Hz. Îsa sadece “anneme hayırlı ve
hürmetkâr” deyimini kullanmıştır. Bu da, Hz. Îsa’nın babasının olmadığının başka
bir delilidir. Bunun dışında, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Îsa’dan söz edilirken hiç
bir zaman babasının adı verilmemiş, aksine kendisinin “İbn-i Meryem” (Meryem
oğlu) olduğu belirtilmiştir.

“Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba’s olunacağım
gün de, Allah’ın selâmeti üzerimdedir.” (Meryem; 33)

İşte, Hz. Îsa’nın varlığıyla İsrail oğullarına sunulan “âyet”
veya Mu’cize buydu. Cenab-ı Allah (cc.) İsrail oğullarının kötü amel ve
günahların­dan dolayı kendilerini ibret verici şekilde cezalandırmadan önce
bütün de­lillerini onaya koymak istiyordu. Bu amaçla, Benî-Harun’un temiz ve
din­dar bir kızını, Kudüs’te Hz. Zekeriyya’nın öğrencisi olarak dua ve ibadette
iken bakire olmasına rağmen Hz. Îsa’ya gebe kıldı. Böylece, Meryem bu çocuğuyla
halkın önüne çıkınca büyük bir heyecan fırtınası esecekti ve herkesin dikkatini
celbedecekti. Nitekim, beklendiği gibi herkes, heyecan, merak ve öfke içinde Hz.
Meryem’e hücum edip etrafını sarınca, Allah ye­ni doğan bebeği konuşturdu ki, bu
bebek büyüyüp peygamberlik mertebe­sine yükselince, pek çok kişi, bebek iken
konuştuğuna şahit olduklarını be­lirterek O’na ve Allah’ına itaat edebilsinler.
Fakat buna rağmen İsrail oğul­lar1 cehalet, dalâlet ve
inatçılıklarını sürdürdükleri için kendilerine eşi gö­rülmemiş bir ceza
verilecekti.

9.2.8.3. Kur’ân-ı
Kerim’de Yer Alan Hz. Îsa’nın Diğer Mu’cizeleri

“Ve O der ki: ‘Ben size, Rabbinizden Mu’cize ile geldim. Ben
size ça­murdan kuş gibi bir şey yapar ve ona üflerim. Allah’ın izni ile kuş
olur. Allah’ın izni ile anadan doğma körü, abraşı (alaca illetini) iyi ederim ve
ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri haber
ve­ririm. Eğer Allah’a iman edenlerdenseniz bunda sizin için ayet ve ibret
vardır.” (Âl-i İmrân; 49)

9.2.9. Hz.
Muhammed (a.s.) ve Mu’cizeleri

9.2.9.1. Kur’ân Başlı
Başına Bir Mu’cizedir

“Eğer onlara bir ayet getirmezsen ‘niçin kendin uydurmadın’
derler. De ki ‘ben âncak Rabbim tarafından bana vahyolunana tabi olurum. Bu
Kur’an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü’min kavim için hi­dâyet ve
rahmettir.” (A’râf; 203)

Kâfirler alaylı bir şekilde Hazreti Muhammed (a.s.)’e
soruyorlardı, “madem ki sen kendinin bir nebi olduğunu söylüyorsun, o zaman bir
Mu’cize göster de görelim. Niye kendine göre bir Mu’cize uydurmadın?” Fakat
bakın, Hz. Peygamber bunlara ne güzel cevap vermiştir.

Şöyle diyordu Hz. Peygamber. “Ben öyle bir görevde değilim ki,
ben­den talepte bulunulduğu veya canım istediği an bir Mu’cize çıkarıvereyim.
Ben sadece Allah’ın elçisiyim. Benim vazifem de beni size peygamber olarak
göndermiş olanın emrine ve talimatına uymaktır. Bana Mu’cizeler ihsan
edilmemiştir. Ancak bana Mu’cize türünden bir şey gelmiştir, ki bu­nun adı da
Kur’ân-ı Kerim’dir. Bunda hidâyet var, basiret var. Buna uyan­lar doğru yolu ve
kurtuluşu bulurlar.”

9.2.9.2. Hz.
Peygamber Bizzat Mu’cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi

“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir
ayet (Mu’cize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven
dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tü­münü
hidayet üzere loplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma.” (En’âm; 35)

Burada Hazreti Peygamber (a.s.)’in halet-i ruhiyesinden
bahsedilmiş­tir. Hz. Peygamber (a.s.) uzun müddet dil dökmesine ve her türlü
çaba harcamasına rağmen Arap’ların bir türlü doğru yolu bulmamasına, tek
Al­lah’a itaat etmemesine bazen çok içerlerdi. Ve bu gibi anlarda Allah
tara­fından herhangi bir alâmet veya Mu’cize gelmesini dilerdi. O’nun fikrine
göre, kâfirler bu Mu’cizeyi gördükten sonra kötü yoldan ayrılıp Allah’a ita­at
etmeye başlayabilirlerdi. Peygamber efendimiz (a.s.)’in bu dilek ve is­teklerine
işle burada cevap verilmiştir. Burada Cenab-ı Allah, Hz. Pey­gamber (a.s.)’e
şöyle hitap ediyor: “Canını sıkma ve sabırsızlanma. Biz bu işi nasıl
yürütüyorsak ona kanı olmalısın, iş Mu’cizeye kalsaydı, bunu biz yapmaz mıydık
sanıyorsun? Ama Biz biliyoruz ki, Bizim yaratmak istedi­ğimiz ideolojik ve
ahlâkî inkılâb ile dürüst bir medeniyet, Mu’cizelerle gerçekleşmez. Yine de,
insanların cahilliği ve kayıtsızlığı canını sıkmaya devam ederse, Mu’cizeler
yapmak için kendin uğraşmalısın. Mümkünse, yerin dibine in ya da göklere çık ve
kâfirleri ikna edebileceğini sandığın Mu’cizeler getir. Fakat bu hususta ümidini
bize bağlama. Biz bu tür işlerde sana yardımcı olamayız.”

9.2.9.3. Hz.
Peygamber (a.s.) ‘in En Büyük Mu’cizesi, Kur’ân

“Müşrikler: ‘Ne olurdu bize Rabbinden bir Mu’cize getireydin?’
dedi­ler. Onlara evvelki kitaplarda olan şeylerin beyanı gelmedi mi?” (Tâhâ;
133)

Yani, bir ümmi (Hz. Peygamberdin, geçmişteki tütün semavi
kitap­ların emir ve talimatının özü ve cevheri bulunan bir Kitab’ı getirmiş
olma­sı kendi başına bir Mu’cize değil midir? Bu İlâhi Kitapta, insanların
hida­yet ve kurtuluşu için her şey yer alıyor; üstelik dili ve ifadesi, çöldeki
bedevîlerin bile rahat anlayacağı kadar açık ve sade oluyor.

“Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer
böyle olsaydı batıl taraftarları, bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır Kur’ân,
ken­dilerine ilim verilen insanların kalplerinde apaçık ayetlerdir. Âyetlerimizi
ancak zalimler inâden inkâr ederler. Müşrikler, ‘ne olurdu O’na (peygambere)
Rabbi tarafından Mu’cizeler indirileydi’ dediler. De ki: ‘Mu’cizeler, Allah’ın
kalındandır. Ben sadece, aşikâr bir uyarıcıyım!’ Onlara, bizim indirdiğimiz ve
kendilerine okunup duran. Kitap Mu’cize olarak kafi gelmedi mi? O kitap’la, iman
eden kavim, için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût; 49-51)

Bu ayetlerde, Allah’ın delili şu hususlara dayanmakladır. Hz.
Muham­med (a.s.) bir ümmi idi; okuması, yazması yoktu. Aralarında doğup
bü­yüdüğü aile ferileri, yakınları ve Mekke’liler, bütün hayalı boyunca ne bir
kitaba el sürdüğünü, ne de elinin kalem tuttuğunu görmüşlerdi. Durum böyle iken
kendisine vahyolunan ilim deryası Kur’ân, başlı başına bir Mu’cizedir. Zira bu
kitapla geçmişteki bütün semavî kitapların ana talima­tı, geçmiş peygamberlerin
hikâyeleri, dinler ve bunların getirdiği inanç­lar, eski tarih, medeniyet ve
kültür ile iktisat, siyaset ve ahlâk konusunda­ki bilgi hazineleri vardı.
Halbuki, Hz. Muhammed (a.s.) bunlardan tama­mıyla habersizdi. Kendisinin, ümmi
olmasına rağmen böyle bir Kitap’la kâfirlerin karşısına çıkması zâten
peygamberliğinin en büyük deliliydi. Ortada böyle Mu’cizevî bir Kitap varken
başka bir Mu’cizeye ne gerek var­dı? Eski çağlarda peygamberlerin ümmetlerine
gösterilen Mu’cizeler geçi­ciydi ve sadece onları görmüş olanlar ikna
olabilmişlerdi. Oysa, Kitabullah kalıcı ve daimî bir Mu’cizedir ve her zaman
insanların hidâyetine vesi­le olabilir.

9.2.9.4. Hz.
Peygamber (a.s.)’e Kabul Edilebilir Mu’cizelerin Verilmesi

“Eğer Kur’an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut
ölü­ler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler.” (Ra’d; 31)

Bu ayeti anlayabilmek için şunu bilmekte fayda vardır ki, burada
kâfirlere değil müslümanlara hitap edilmiştir. Kâfirler Mu’cizeler
gösteril­mesini ısrarla isteyince müslümanlar huzursuz oluyordu ve bu mel’unları
ikna edecek bir ilâhî işaretin veya bir Mu’cizenin zuhur etmesini içtenlikle
istiyorlardı. Müslümanlar, özellikle, böyle bir işaretin gelmemesi üzerine
kâfirlerin kalbinde Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği hakkındaki şüphelerin
arttığını görünce daha da rahatsız oluyorlardı, işte böyle bir durumda Cenab-ı
Allah kendilerine hitap ederek soruyor ki, “Kur’ân-ı Kerîm’in, falan falan
ayetlerin inmesiyle, falan falan Mu’cizelerin meydana gelmesi halinde kâfirlerin
gerçekten ikna olacaklarına, Hz. Peygamber’e iman edeceklerine inanıyor musunuz?
Bu sapık kimselerin Hakk’ı kabul edecekleri konusunda o kadar iyimser misiniz?
Onların iman etmeleri için sadece bir Mu’cizeye mi ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı
Kerîm’in talimatında, kainat’ın bin bir hareketinde, Hz. Muhammed’in temiz
karakterinde, saha­belerin yaşamlarındaki görülmez inkılap’ta ilâhî ışığı
göremeyenler, dağ­ların yürütülmesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından
çıkıp konuş­maya başlamalarında mı hakikati göreceklerdi[1]

“Eğer istersek, onlara semadan bir Mu’cize indiririz de ona
boyunları eğilip kahr.” (Şuarâ; 4)

Yani, bütün kâfirlerin imana ve itaate yönelmelerini mümkün
kılacak işaret veya Mu’cize göndermek Cenâb-ı Allah için hiç de zor bir şey
değil­dir. Allah eğer böyle yapmıyorsa, bundan, kudretinin buna yetmediği
an­laşılmamalıdır. Allah’ın böyle yapmamasının sebebi, kimseyi hidayete mecbur
etmemesi ilkesidir. O, insanların kendi akıl ve mantıklarını kulla­narak
Kur’ân-ı Kerîm’in talimatını öğrenmelerini ve Hakk’ı bulmalarını tercih
etmektedir. İnsanlar kâinattaki nesneleri ve bizzat kendi varlıklarındaki
Mu’cizevî yanları kavrayıp gerçeği bilmelidirler. Kalpleri, peygamberlerin
getirdiğinin Hak ve diğer bütün din ve akidelerin batıl olduğunu kabul edince,
kendileri de bâtılı bırakıp Hakk’ı seçmelidirler. Allah, kulla­rından işte bu
ihtiyarî iman ve itaat istemektedir. Ve işte bu nedenle, ken­dilerine irade ile
seçme hak ve hürriyeti vermiştir. İşte bu sebeple, insan­lara, yanlış ya da
doğru yollara gitme izni vermiştir. Ve onlarda hem şer hem hayır kuvvet ve
kudretlerini yaratmıştır, insan için takvâ ve günah yolunu açık bırakmıştır.
Şeytan’a insanları kandırma ve aldatma serbestisi tanımıştır. Peygamberliği,
vahiy ve hidâyete davet ile doğru yolu göster­mek için halk etmiştir. Kısacası,
insana maddi ve manevî her türlü imkân­lar sağlamak sureliyle kendisini çetin
bir sınavdan geçirmeyi plânlamıştır. İnsanı imana ve itaate mecbur edecek
herhangi bir fiil bu sınavın temel amacına aykırı düşer. Gaye ve hedef zoraki ve
mecburi iman olsaydı, o zaman Mu’cizeye de gerek yoktu. Allah isteseydi
insanların tabiatında ve huyunda küfre, itaatsizliğe ve kötülüğe hiç yer
bırakmazdı. İnsanları, ade­ta melekler gibi masum ve günah işleme yeteneğinden
yoksun yaratabilir­di. İnsanlar doğuştan Allah’a itaatkâr ve sâdık olurdu.
Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde bu hakikate işaret edilmiştir. Meselâ:

“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin tamamı birden
iman ederlerdi. Böyle olunca, sen, insanların tamamı mü’min olsunlar diye
zorlayacak mısın?” (Yunus; 90)

“Ancak Rabbinin rahmet etlikleri ihtilâfta değildirler. Allah
onları rahmeti için yaratmıştır.  (Hûd; 119)

Ve şu ayetlere de bakın: 

“Yeryüzüne bakmadılar mı ki, biz onda, güzel çiftlen nice
nebatlar bi­tirdik. Bunda, ibret ve kudretimize delâlet vardır, Fakat onların
çoğu iman etmezler.” (Şuara; 7-8)

Demek ki, Hakk’ın arayışı içinde olanların Allah’ın alâmet ve
işaretle­rini görmek için uzağa gitmelerine gerek yoktur. Ey insanların
gözlerini açıp şöyle bir etrafa bakmaları yeterlidir. Her şeyden önce toprağın
verim­liliğine bir göz atmalıdırlar. Topraktan ne çok bitki ve ağaçların
yetiştiği­ni, bu nebat ve diğer toprak mahsullerinin vasıflarını görmelidirler.
Kâinattaki milyonlarca cins, madde ve varlıkların özellik ve ihtiyaçlarını tek
tek incelemelidirler. Bütün bunları gördükten sonra, bunların tabiatüs­tü ve
insanüstü, akıllı, bilgili, yetenekli ve kudretli bir Kuvvetin yaradılış plânı
ve sisteminin birer parçası olmadığını ancak bir akılsız iddia edebi­lir.
Bunları gördükten sonra aklıselime sahip olan bir kimse, peygamber­lerin
getirdiği Tek ve Nihaî Hakikat kavramının mı yoksa kâfir ve müşrik­lerin çok
tanrılı kavramının mı doğru olduğuna karar vermelidir. Kâinatımızdaki eşsiz
denge ve uyumu gören bir kişi, bu gerçeğin bile Al­lah’ın tek oluşunun en büyük
işareti olduğunu anlayacaktır. Bu ve bunun benzeri sayısız işaretler varken
insanın Tevhid’e inanması için başka bir Mu’cizeye ihtiyaç var mıdır?

9.2.9.5. Ayın İkiye
Bölünmesiyle İlgili Hadisler

“Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu’cize görseler yüz
çevi­rip, ‘bu devam edegelen kuvvetti bir sihirdir’ derler. Onu tekzip elliler.
Ve hevâlarına tabi oldular. Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır.” (Kamer; 1-3)

Gerçek şu ki, ayın ikiye bölünmesi vak’ası Kur’ân-ı Kerim’de
açık bir ifade ile zikredilmiştir ve bu bakımdan, bu olay sadece hadisleri
ilgilendi­ren veya onlardan kaynaklanan bir konu değildir. Tabii ki, rivayetler
veya hadislerde bu olay bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştır ve bunlardan olayın
ne zaman ve nasıl meydana geldiği anlaşılmaktadır. Rivâyetleri, İmam Buha­ri,
Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebû Dâvud, Tayalisî, Abdur­rezzâk, İbn-i
Cerîr, Beyhâki, Taberânî, İbn-i Merdûye, ve Ebû Nuaym İsfahani çeşitli
delillerle ve Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Abdul­lah bin Abbas, Hz.
Abdullah bin Ömer, Hz. Huzeyfe, Hz. Enes bin Malik ve Hz. Cubeyr bin Mut’im’e
dayanarak nakletmişlerdir. Abdullah bin Mes’ud Hz. Huzeyfe ve Hz. Cubeyr bin
Mut’im olayın görgü tanıklarıdır ve bunu açıkça ifade etmişlerdir. Diğer iki
sahabe, örneğin Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin Malik olayın görgü tanıkları
olamazlar. Zira bun­lardan ilki, (Hz. Abdullah,) daha doğmadan olay meydana
gelmişti ve ikincisi, (Enes), o sıralarda henüz bir çocuktu. Fakat her ikisi de
sahabe olduğu için olayı, yaşlı arkadaşlarından öğrenip nakletmiş olabilirler.

9.2.9.6. Hadislerin
Özeti

Ayın bölünmesi olayıyla ilgili eldeki bütün hadislerin
toplanmasından çıkarılan özet şudur. Medine’ye Hicret’e 5 sene kala, kamerî ayın
14. gü­nünde bir akşam vaktiydi. Ve tam o zamanda yeni doğan ay birden bire
ikiye bölündü. Bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, ikinci parçası da
öteki tarafına gitti. Bu bir saniyelik bir hadise idi. Sonra ayın iki parçası
birleşiverdi. Hazreti Peygamber (a.s.) o sırada Mina’da bulunuyordu. Hz.
Peygamber orada hazır bulunanlara hitap ederek, “bakın ve şahit olun” de­di.
Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendilerini büyülediğini öne sürdü­ler, bu
sebepten gözlerinin iyi görmediğini söylediler, Orada bulunan di­ğer kimseler,
“Muhammed (a.s.) bizi büyüleyebilirdi, ana burada olma­yanları değil. Biraz
bekleyin, bu tarafa gelmekte olanlara soralım. Acaba onlar bu hadiseyi görmüşler
midir?” Dışardan gelenler bu olaya tanık ol­duklarını kabul ettiler.

Hz. Enes’e ait olan rivayetlerden, ayın bölünmesi olayının iki
defa meydana geldiği izlenimi alınıyor. Ancak sahabelerden, başka hiçbir kim­se
böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca, Hz. Enes’in rivayetlerinden bazıla­rında da
farklı ifadelere rastlanıyor. Mesela, bazılarında (iki defa) ifadesi
kullanılmışken diğerlerinde (iki parça) ifadesi yer almıştır. Bunun dışında,
Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir olaydan bahsedilmiştir. Bu sebeplerle, ayın ikiye
bölünmesi olayının yalnızca bir kez meydana geldiğini söylemek daha doğru
olacaktır. Bu rivayetlerin dışında halk arasında çeşitli yanlış inanç ve
fikirler yaygındır. Mesela, bazıları der ki, Hz. Muhammed Mus­tafa (a.s.) işaret
parmağını aya doğru uzatarak hareket edince ay ikiye bö­lündü ve ay
parçalarından biri Hz. Peygamber (a.s.)’ir bağrından girdi ve dışarıya çıktı. Bu
gibi masallar asılsızdır.

9.2.9.7. Olayın
Gerçek Niteliği ve Anlamı

Burada şu soru aklımıza geliyor: Acaba olayın niteliği neydi? Bu
ger­çekten bir Mu’cize miydi yoksa tabii bir olay mı? Eğer bu Mu’cize ise, bunu
Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’li kâfirlerin isteği ve ısrarı üzerine kendi
peygamberliğini ispat etmek için mi gerçekleştirmişti? Yoksa, Allah’ın
kudretiyle ayda meydana gelen bir değişiklik miydi? Acaba, Hz. Peygam­ber
insanların dikkatini bu olaya çekerek, ayın bölünmesinin bir tehlike belirtisi
veya kıyametin işareti olduğunu mu anlatmak istemişti?

Müslüman âlim ve fakihlerin bir bölümü, ayın bölünmesini, Hz.
Mu­hammed (a.s.)’in Mu’cizeleri arasında saymaktadırlar. Bu âlimlere göre, bu
Mu’cize, kâfirlerin ısrarı üzerine yapılmıştı. Ama bu hususta dayandıktan tek
nokta Hz. Enes’in rivayetleridir. Hz. Enes’ten başka herhangi bir saha­be bu
hususta herhangi bir ifadede bulunmamıştır. “Feth-ul Barî” de İbn Hacer diyor
ki: “Bu olay ile ilgili bütün rivayetleri gözden geçirdikten sonra
söyleyebilirim ki, Hz. Enes’ten başka kimse ayın ikiye bölünme hadisesinin
müşriklerin isteği üzerine vuku bulduğunu belirtmemiştir.” (Bö­lüm: Ayın
Bölünmesi). Ebû Nuaym İsfahani de “Delâil-i Nübüvvetle Hz. Abdullah bin Abbas’a
ait olduğunu belirttiği benzeri bir rivayet nakletmiş­tir. Ama bu rivâyetin
kaynağı ve dayanağı zayıftır. Hadislerde kuvvetli dayanaklarla Hz. Abdullah bin
Abbas’a ait olan ne kadar rivayet nakledil­mişse onlarda böyle bir ifade yoktur.
Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi Hz. Enes bin Malik ile Hz. Abdullah bin
Abbas bu olayın muasırı de­ğillerdi. Bunun aksine, olayın görgü tanığı veya o
sırada yetişkin olan di­ğer sahabeler, meselâ Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz.
Huzeyfe, Hz. Cubeyr bin Mut’im, Hz. Ali ve Hz. Abdullah bin Ömer’den hiçbiri,
Mekke müş­riklerinin Hz. Muhammed (a.s.)’den Mu’cize göstermesini islediklerini
ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)’in ayı ikiye böldüğünü belirtmemiş­lerdir.
Her şey bir yana, Kur’ân-ı Kerim de, ayın bölünmesi olayını, Hz. Muhammed
(a.s.)’in risaletinin bir delili değil, kıyametin bir işareti oldu­ğunu ifade
etmektedir. Fakat, şüphe yok ki, bu olay Hazreti Peygamber (a.s.)’in kıyametin
gelişine dair halka yaptığı ikazını doğrular nitelikleydi.

9.2.9.8. İtirazlar ve
Bunlara Cevaplar

Ayın ikiye bölünmesi olayını inkâr edenler genellikle iki
itirazda bu­lunurlar. İlk itiraz şöyledir. Ay gibi bir uydunun parçalanıp,
parçalardan her birinin yüzlerce kilometre uzağa düşerek tekrar birleşmeleri
imkânsız­dır. İkinci itiraz şöyledir. Böyle bir olay meydana gelmiş olsaydı, bu
mut­laka dünyada pek çok ülkede bilinmiş olacaktı. Bu olay tarihe geçecekti ve
astronomi ile ilgili kitaplara girecekti. Fakat, bu iki itiraz da asılsızdır ve
pek inandırıcı değildir. Şöyle ki, eski çağlarda ayın bölünmesi gibi bir olay
imkânsız görülebilirdi. Ama bugün uydular ve gezegenler ile ilgili geniş
bilgimize dayanarak böyle bir olayın tamamıyla gerçekdışı olduğu­nu
söyleyemeyiz. Her zaman değişiklik ve doğa elemanlarının faaliyette olduğu bu
çağda, bir seyyarenin, içindeki volkanik patlamadan dolayı par­çalanarak, bazı
parçaların uzağa fırlaması ve yer çekimi yada başka bir gezegenin çekimi
yüzünden tekrar birleşmelerini anlamamız o kadar zor olmasa gerek. İkinci
itiraza gelince, bu olay çok âni ve kısa süreliydi, yani birkaç saniyelik. Bütün
dünyanın gözünün o anda ayda olması şart değil­dir. İnsanların dikkatini aya
çevirecek müthiş bir patlama filan da olma­mıştı. Bununla ilgili önceden
herhangi bir bilgi de yoktu, ki herkes aya doğru baksın. Ayrıca ay her zaman her
yerden görülmez. Çok muhtemel­dir ki ay o sırada sadece Arabistan ve onun
doğusundaki ülkeler tarafın­dan görülebiliyordu. Tarih ilmi o devirde öyle
gelişmiş değildi ki hemen kayda geçirilsin. Fakat Güney Doğu Asya’daki
memleketlerden Mala-bar’ın (Endonezya’da) tarihlerinde böyle bir vak’aya
rastlanıyor. Bu tarih kitaplarında Malabar mihracesinin o gece bu manzarayı
gördüğü, ayın hı­zı, dünyanın yörüngesinde dönüşü, doğuş ve batış saatlerinde
önemli bir değişiklik meydana gelmediği için kaydı da yapılmamıştır. O çağlarda,
gökte ve uzayda meydana gelebilecek her olayı kaydedecek ne rasathane­ler vardı
ne de kuvvetli dürbünler.



 




[1]
Bu demek
değil ki Hz. Muhammed mucizeler yapmaktan tamamıyla acizdi. Hayır, o ara­da
sırada bazı mucizeler gerçekleştirirdi. Ama bu mucizeleri sırf peygamberliği
tanınsın diye yap­mamıştır.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu