MEF’ÛLÜN MEAH
Beraberlik ifade eden ve vâvu’l-maiyye denen (وَ) harfinden sonra gelen, üst tarafına atfı doğru olmayan mansûb isme mef’ûlün maah denir. Beraber, birlikte manasına gelen (مَعَ)’yla aynı anlamı taşıdığı için bazı gramerciler ona da mef’ûlün maah demişlerse de onun zarf olduğu görüşü daha ziyade tercih edilmiştir.
سِرْتُ وَ النَّهْرَ. | Nehir boyunca (nehirle beraber) yürüdüm. |
حَضَرْتُ وَ خاَلِداً. | Halit ile birlikte geldim. |
| |
مَشَيْتُ وَ الْجَبَلَ. | Dağ boyunca (dağ ile birlikte) yürüdüm. |
مَشَيْناَ وَ الشاَّطِئَ. | Kıyı boyunca yürüdük. |
هُوَ مُساَفِرٌ وَاللَّيْلَ. | O gece boyu (geceyle beraber) yolcudur. |
ساَفَرْناَ وَ طُلُوعَ الشَّمْسِ. | Güneşin doğuşuyla (doğarken) yola çıktık. |
جَرَى عَلِيٌّ وَ سُورَ الْحَدِيقَةِ. | Ali bahçenin duvarı boyunca koştu. |
ماَذاَ فَعَلْتَ وَ أَباَكَ ؟ | Babanla beraber ne yaptın? |
Dikkat edilirse vâvu’l-maiyye, atıf vâvının konmaması gereken yerlerde konmuştur. Örneğin son cümlede atıf kaidesine aykırılık olduğu için vâ’vu’l-maiyyeden sonra gelen أَباَكَmef’ûlün maahtır ve mansûbtur. Çünkü şimdiye kadar gördüğümüz cümle kuruluşlarında Türkçe mana olarak (Babanla beraber ne yaptın?) demek için vâv yerine (ماَذاَ فَعَلْتَ مَعَ أَبِيكَ) şeklinde Arapça’ya çevirirdik. Oysa buradaki vâv beraberlik vâvıdır. Zîrâ Arapça’da muttasıl bir zamire başka bir ismi atfetmek gerekirse bu zamiri tekid için munfasıl olarak tekrar etmek gerekir: (ماَذاَ فَعَلْتَ أَنْتَ وَ أَبُوكَ ؟) görüldüğü gibi o zaman أَباَكَ kelimesini mansûb değil أَبُوكَ şeklinde merfû getirirdik.
كَتَبْتُ أَناَ وَ خاَلِدٌ. | Ben ve Halit yazdık. |
كَتَبْتُ وَ خاَلِداً. | Halit’le beraber yazdım. |
Aynı şekilde birinci cümledeki vâv atıf vâvıdır, fâil zamirini tekrar etmediğimiz ikinci cümledeki vâv beraberlik vâvıdır (vâvu’l-maiyye):
Atıf Vâvıyla Vâvu’l-Maiyye’nin Farkı:
Atıf harfi olan وَ kendisinden önceki ve sonraki kelimelerin hükmünün kendilerine nisbeti konusunda ortak olduklarını gösterir. Ancak beraberlik ifade eden وَ bu ortaklığı ifade etmez, sadece beraberlik bildirir. Fiilin ifade ettiği manada ortaklık bildirmez. Buna göre;
a) Cümledeki (وَ) nin atıf vâvı olmasını engelleyen bir işaret veya delil varsa (وَ) maıyyet vâvıdır. Bu işaret de (وَ)’den sonra gelen isim ile önce gelen ismin fiilde ortak olmasının imkansızlığıdır.
ساَفَرَ أَخُوكَ وَ الصُّبْحَ. | Kardeşin sabahleyin (sabahla beraber) yola çıktı. |
حَضَرَ مُحَمَّدٌ وَ غُرُوبَ الشَّمْسِ. | Muhammed güneşin batışıyla birlikte (batarken) geldi. |
Meselâ son cümlede fiilin ikisine de ortak olarak kullanılması mümkün değildir. Çünkü güneşin batışı gelmez. Yani Muhammed ve güneşin batması birlikte bir yere
gelemezler. Dolayısıyla güneşin batışı sırasında Muhammed’in gelişini ifade eder. Böyle bir durumda vâv’ın maıyyet vâv’ı sayılıp ondan sonra gelen ismin mef’ûlün maah olarak mansûb okunması gerekir. Başka şekilde okunması doğru değildir.
b) Cümlenin fiili ancak iki ve daha fazla kişinin yapabileceği ortaklık (müşâraket) bildiren bir fiil ise, vâv mutlaka atıf vâvıdır.
قاَتَلَ عَلِيٌّ وَالْعَدُوُّ. | Ali düşmanla çarpıştı. |
اِشْتَرَكَ خاَلِدٌ وَ عَلِيٌّ. | Halid ve Ali ortak oldu. |
Bu fiiller ve benzerleri ancak birden fazla kişinin ortaklığıyla yapılacak fiillerdir. Dolayısıyla vâv’dan sonraki isim ma’tûftur. Mef’ûlün maah olarak okunması doğru değildir.
c) Atıf vâvı yahut maiyyet vâvı olmasını engelleyen bir şey yoksa vâv ikisinden biri olabilir. Ondan sonra gelen isim mef’ûlün maah olarak okunabileceği gibi, önceki isme ma’tûf olarak da okunabilir[1].
ساَفَرَ إِبْراَهِيمُ وَ خاَلِدٌ. | İbrâhim ve Hâlit yolculuk yaptı. |
ساَفَرَ إِبْراَهِيمُ وَ خاَلِداً. | İbrâhim Hâlit’le beraber yolculuk yaptı. |
جاَءَ السَّيِّدُ وَ خاَدِمُهُ. | Bey ve hizmetçisi geldi. |
جاَءَ السَّيِّدُ وَ خاَدِمَهُ. | Bey hizmetçisiyle beraber geldi. |
MEF’ÛLÜN LİECLİH İLE İLGİLİ AYETLER
1- إِلاَّ رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ .
(36/YÂSÎN, 44). Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalandırmamız müstesnâdır.
2- فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ.
(40/MÜ’MİN, 45). Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu, Firavun’un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi.
3- مَتَاعًا لَكُمْ وَلِأَنْعَامِكُمْ .
(80/ABESE, 32). (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı yararlandırmak içindir.
4- جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ .
(56/VÂKIA, 24). Yaptıklarına karşılık olarak (verilir).
5- إِنَّا مُرْسِلُو النَّاقَةِ فِتْنَةً لَهُمْ فَارْتَقِبْهُمْ وَاصْطَبِرْ .
(54/KAMER, 27). Gerçekten onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderen biziz. Sen onları gözetle ve sabret.
6- نِعْمَةً مِنْ عِنْدِنَا كَذَلِكَ نَجْزِي مَنْ شَكَرَ .
(54/KAMER, 35). ..Katımızdan bir nimet olarak. Biz şükredeni işte böyle mükâfatlandırırız.
7- تَبْصِرَةً وَذِكْرَى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ .
(50/KAF, 8). Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).
8- رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَأَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَلِكَ الْخُرُوجُ .
(50/KAF, 11). Kullara rızık olması için. Ve o su ile, ölü toprağa can verdik. İşte hayata yeniden çıkış da böyledir.
9- اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَاءِ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ .
(7/A’RÂF, 81). (Lût şöyle dedi:) Çünkü siz, şehveti tatmin için kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Doğrusu siz taşkın bir milletsiniz.
MEF’ÛLÜN MAAH
(Kur’ân’da 6 yerde vardır)
10- وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ مِنَّا فَضْلاً يَا جِبَالُ أَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ .
(34/SEBE, 10). Andolsun, Davud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber tesbih edin” dedik. Ona demiri yumuşattık.
11- وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ أَأَنتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلاَءِ أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ .
(25/FURKÂN, 17). O gün Rabbin onları ve Allah’tan başka taptıkları şeyleri toplar da, der ki: Şu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?
12- فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلًّا آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ .
(21/ENBİYÂ, 79). Böylece bunu (bu fetvayı) Süleyman’a biz anlatmıştık. Biz onların her birine hüküm (hükümdarlık, peygamberlik) ve ilim verdik. Kuşları ve tesbih eden dağları da Davud’a boyun eğdirdik. (Bunları) biz yapmaktayız.
13- وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّهِ فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلاَ تُنْظِرُونِ .
(10/YÛNUS, 71). Onlara Nuh’un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.”
14- وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ .
(6/EN’ÂM, 112). Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu da yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle başbaşa bırak.