Ay: Ocak 2014

  • 1. Fazilete Göre Taksimleri Hadis Usulü Online Oku


    1. Fazilete Göre Taksimleri

     

    Sahabe’nin en efdali Hz. Ebu Bekr sonra Hz. Ömer
    (radıyallahu anhüm)’dir. Ehl-i Sünnet bu hususta icma eder. Sonra sırasıyla,
    Osman İbnu Affan, Ali İbnu Ebî Tâlib, gelir. Ehli sünnetten bazılarının
    fazîlette Hz. Ali’yi Hz. Osman’a takdîm ettiği bilinmektedir. Bunlardan sonra
    Aşere-i Mübeşşere’nin[1]
    geri kalan efrâdı gelir: Sâd İbnu Ebî Vakkas, Sa’îd İbnu Zeyd İbni Amr İbni
    Nufeyl, Talha İbnu Ubeydillah, Zübeyr İbnu’l-Avvâm, Abdurrahman İbnu Avf ve Ebu
    Ubeyde Âmir İbnu’l-Cerrâh (radıyallahu anhüm ecmain).

    Aşere-i Mübeşşere’den sonra Bedir Ashabı gelir.
    Bunlar üçyüz küsur kişidir.

    Sonra Uhud Ashâbı gelir.

    Bunları Hudeybiye’de Bey’atu’r-Rıdvân’a
    katılanlar takip eder.

    Ensâr’dan Birinci ve İkinci Akabe Bey’atlarına
    katılanlarla es-Sâbikûn el-Evvelun olanlarda Ashab’ın mümtazlarıdırlar. ancak,
    âyette zikri geçen es-Sâbikun el-Evvelunla ilgili farklı görüş var:


    1-

    Said İbnu’l-Müseyyib’e göre bunlar iki kıbleye de namaz kılanlardır.[2]


    2-

    Şa’bî’ye göre Bey’atu’r-Rıdvân’a katılanlardır.


    3-

    Muhammed İbnu Ka’b’a göre Bedir ashâbı’dır.


    4-

    İlk müslüman olandır denmiştir. Bu ilk konusunda da ihtilaf var: Hz. Ebu Bekr
    denmiştir, Hz. Ali denmiştir, Hz. Zeyd denmiştir, Hz. Hatice denmiştir.

    Ancak bu ihtilaf şöyle te’lif edilir:
    Müslümanlıkta hür erkeklerden ilk Hz. Ebu Bekr, çocuklarından ilk Hz. Ali,
    kadınlardan ilk Hz. Hatice, azadlılardan Zeyd, kölelerinden ilk Bilal’ (radıyallahu
    anhüm ecmain)’dir.[3]



     




    [1]

    Aşere-i mübeşşere: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından cennete
    gidecekleri hususunda müjdelenmiş olan on kişi. Bunlar Ashab-ı Kiramın en
    faziletlileri sayılır. (İbrahim Canan)



    [2]

    İki kıbleye namaz kılanlar: Medine’ye hicret edildiği zaman müslümanlar
    Kudüs’e yönelerek namaz kılmakta idi. Bu onaltı ay sürdü. Bundan sonra gelen
    izinle Ka’be kıble yapıldı. Bu vahyin gelmesine kadar müslüman olanlar iki
    kıbleye namaz kılanlardır. (İbrahim Canan)



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/532-533.

  • 6. Ashabı Ta’dîlin Mahiyeti: Hadis Usulü Online Oku


    6. Ashabı Ta’dîlin Mahiyeti:

     

    Ashâbı ta’dîl, onların İslâm’a mallarını
    canlarını feda ederek yaptıkları hizmetin kadrini bilmek Kur’an ve Sünnet’e
    getirdikleri açıklamaları benimsemek demektir.

    Ashâb-ı Kiram (radıyallahu anhüm)’ı tâdîl, aynı
    zamanda Kur’an ve sünnetin o husustaki emrine uymak, tam teslimiyet göstermek
    demektir. Ashab’ın şâm bu iki kaynakta tebcîl edilmiş olması sebebiyle: “Resûlullah
    (aleyhissalâtu vesselâm)’la sohbetin kazandırdığı üstünlüğe başka hiçbir şey
    muadil ve denk olamaz” denmiştir.

    Ashâbı ta’dîl, onların her çeşit kusurdan ma’sum
    olduklarını iddia etmek mânâsına gelmez. İslâm, masumluğu sâdece peygamberlere
    tanır. Onun dışındakiler, insan olmak haysiyeti ile elbette bazı kusurlara,
    hatalara, yanılmalara düşebileceklerdir. Ancak faziletin yüceliği, Cenâb-ı
    Hakk’ın af garantisi karşısında o kusurlar küçülür ve Ashab’ın kusurunu aramak,
    onlara kusurları açısından bakmak mü’minlik edebine yakışmaz. Allah ve Resulünün
    affına mazhar olanları tekrar muhâkeme etmek hangi imana, hangi edebe sığar?
    Dünyada bile devlet başkanının affına uğrayanı suçlayacak kanun çıkar mı?

    Ashab-ı Kiram’ı gruplara ayırıp bir kısmını
    peygamberlerden bile yüce görme ifratına düşerken diğer bir kısmını tekfir etme
    derecesinde ağır hakâretlere boğan Şia’nın gittiği yol tamâmen bâtıl ve Kur’ân-ı
    Kerim’e aykırıdır. Ne garibdir ki Ehl-i Bid’a’nın dil uzattığı Hz. Ebu Bekr, Hz.
    Ömer, Hz. Aişe gibi büyükler İslâm’a her hususta en çok hizmet edenler ve
    haklarında tebric âyetleri gelmiş olan kimselerdir.

    Binbir dereden su getirerek 1500 yıldır İslâm
    ulemasının ittifakla gittiği bir yoldan dönüp Ashab’ı tenkîde cürete kalkan
    şiîleşmişlerin yanılgılarını göstermek için, hata olarak değerlendirmemiz mümkün
    olan bazı davranışlarına rağmen, Ashâb karşısında takınmamız gereken edeb
    tavrını bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetinden bir misalle
    göstermeye çalışacağız. Misalimiz Hatib İbnu Ebî Belte’a ile alakalı.
    Kaydedeceğimiz vak’a o kadar mânidardır ki, bunu anladıktan sonra: “Ashab’ta
    irtidâd dışında görülebilecek en büyük kusur karşısında bile saygı ve edeb,
    Allah’a olan inancın gereği ve bir parçasıdır” dememek mümkün değildir. Çünkü
    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öyle anlamış ve anlatmış.

    Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde de anlatıldığı
    üzere vak’a şu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke’nin fethine karar
    vermiş ve bir kısım hazırlığına da başlamıştır. Düşüncesi Mekkelilere
    hazırlığına da, niyetinden hiçbir şey sezdirmemek, mukabil bir hazırlığa,
    tedbire girmelerini önlemek ve böylece onları âni bir baskında gâfil yakalayıp,
    hiç bir kan dökmeden sulh’e, teslim’e mecbur etmek. Bu stratejinin başarısı,
    görüldüğü üzere Mekkelilere Medine’den, müslümanlardan bir haber sızmaması
    esasına dayanıyordu. Muhtemel bir sızıntıyı önlemek için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm) tedbirlerin azamisini almaktadır. Öyle ki, en yakını, en güvendiği
    kimse olan Hz. Ebu Bekir’e bile niyetini belli etmemiştir. Bir şeyler sezinleyen
    Hz. Ebu Bekir bu hazırlıkların nereye olabileceğini kızı Hz. Aişe’ye sorduğu
    vakit, Hz.Aişe (radıyallahu anhâ)’nin beyan ettiği ihtimaller arasında Mekke’nin
    zikredilmemesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın en yakınlarına bile bu
    meselede nasıl dikkatli ve hesaplı davrandığını, bu işteki gizliliğe ne derece
    ehemmiyet verdiğini gösterir. Öyle ki Medîne’ye giriş ve çıkışları yasaklayıp
    kontrol altına aldığı bile rivâyetlerde gelmiştir.

    İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm) Hz. Ali, Hz. Zübeyr ve Hz. Mikdâd’dan müteşekkil bir heyeti Ravdatu
    Hâh denen bir mevkiye şu tenbihatı yaparak gönderir: “Orada bir kadın
    bulacaksınız, berâberinde bir mektup var. Mektubu kadından alın.”

    Hâdisenin gerisini Hz. Ali’den dinliyoruz:
    “Oraya atlı olarak vardık. Gerçekten de bir kadınla karşılaştık. Kendisine:

    – Mektubu çıkar! dedik.

    – Bende mektup yok! diye inkâr etti. Bizim:

    – Ya mektubu çıkarırsın, ya elbiselerini
    soyunursun! diye ciddileşmemiz üzerine, saçlarının örgüleri arasından mektubu
    çıkarıp verdi.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a getirip
    verdik. Mektupta Hâtib İbnu Ebî Belte’a’dan Mekke müşriklerinden bazılarına bir
    mesaj vardı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in hazırlıklarından onları
    haberdar ediyordu.

    Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Hâtıb’a:


    “- Ey Hâtıb bu da ne?”

    diye sordu. O:

    “- Ey Allah’ın Resulü hakkımda acele hükme
    gitme. Ben Kureyş’e bağlı bir kimseyim[1].

    Seninle berâber olan Muhâcirlerin Mekke’de
    akrabaları var. Orada kalan ailelerini onlar korur. Benim onlarla neseb bağım
    olmadığı için böyle bir himâyeden mahrûmum. İstedim ki böylece onlarla bir
    irtibatım olsun da oradaki yakınlarım himâye görsün. Bu davranışım, küfürden
    veya dînimden irtidâd etmemden, ya da İslâm’ı seçtikten sonra küfre rıza
    göstermemden dolayı değildir” diye özürünü beyân etti.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hâtıb’ı
    dinledikten sonra:


    “- Doğru söyledi, ona hayırdan başka birşey
    söylemeyin”
    diye tasdîk etti. Ancak
    Hz. Ömer atılarak:

    – “Ey Allah’ın Resulü! Bu adam Allah’a, Resûlüne
    ve mü’minlere ihânet etti. Müsaâde buyur, boynunu vurayım (şu münafığın)” dedi.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):


    “- Hayır. O, Bedir gazvesine katıldı. Ne
    biliyorsun, belki de Allah: “Dilediğinizi yapın! Sizi affettim” buyurmuştur”[2]

    cevabını verdi.

    Casusluk vak’alarına, ölüm dâhil, çok daha sert
    cezâlar takdir etmiş olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in[3]
    bizzat Hz. Ömer (radıyallahu anh) gibi yüce bir sahâbînin zahiri
    değerlendirmesiyle ihânet, münâfıklık ve casusluktan başka bir kelimeyle ifâde
    edilemeyecek olan bir hâdiseye -görüldüğü gibi- yaklaşımı çok farklı olmuştur.
    Çünkü Bedir gazvesine katılanlar hakkında ayırım yapılmaksızın af
    bildirilmiştir.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın bu
    davranışı ile, ümmetine, en ciddî bir kusuru işlemiş bile olsa, -İslâm’a hizmeti
    geçmiş ve bahusus haklarında âyet gelmiş- herhangi bir sahabî (radıyallahu anh)
    karşısında takınması gereken tavır hususunda, örnek verme gayesi güttüğü
    görülmektedir.

    Müslim’de gelen, yine Hâtıb’la ilgili ikinci bir
    rivâyet bu söylediğimizi te’yîd eder. Hz. Câbir (radıyallahu anh)’in anlattığına
    göre, Hâtıb (radıyallahu anh)’ın kölelerinden biri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm)’e gelerek şöyle şikâyet eder: “`Ey Allah’ın Resulü, Hâtıb mutlaka
    cehenneme gidecektir.”

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın cevabı
    şudur:


    “- Hata ettin! O cehenneme girmez! Çünkü Bedr ve
    Hudeybiye gazalarında bulundu!…”

    Nitekim yakında ağaç altında Resûlullah
    (aleyhissalâtu vesselâm)’a biat edenlerden Allah’ın razı olduğunu bildiren
    ayet-i kerime’yi kaydettik. Bu Hudeybiye gazvesi’dir. İbnu Hacer’in kaydına
    göre, -bu gibi delillere dayanan bir çok âlim Ashab’tan hiçbirinin cehenneme
    gitmeyeceği, hepsinin cennetlik olduğu, -Cenâb-ı Hakk’ın onların kusurlarını
    affettiği- hükmüne varmışlardır.

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı kısa bir
    an için bile olsa, görmüş olan (sahabî) hakkında sünnete uygun mü’min tavr’ı
    tesbitte bir diğer vak’a Hz. Ömer’le ilgili. İbnu Hacer’in senet yönüyle
    sıhhatini belirterek kaydettiği hâdiseyi Ebu Sâd el-Hudrî (radıyallahu anh)
    anlatır. Bizi ilgilendiren kısmına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la
    karşılaşmış bulunan şair tabiatlı, bir bedevî, bir ara Hz. Ömer’in huzuruna,
    Ensâr’ı hicvetme suçuyla getirilir. Hz. Ömer (radıyallahu anh) öfkelenir, fakat
    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’la olan sohbeti sebebiyle herhangi bir ceza
    uygulamaz.

    Ashab arasında bazı siyasi meselelerde ihtilâf
    çıkmış, aralarında kan dökülmeye sebep olacak kadar bu ihtilâfların büyüdüğü de
    olmuştur. Ama hiçbir zaman bu ayrılıklar sebebiyle birbirlerini ihânetle,
    yalanla, dini tahrible suçlamamışlar, aksine, yeri geldiği zaman muhaliflerinin
    fazîletini te’yid etmekten çekinmemişlerdir. Hz. Ali (radıyallahu anh)’nin
    Buhârî’de kaydedilen bir sözü şöyle:

    “Ben size Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’dan bir söz edip nakilde bulunduğum zaman, yalan söylemektense gökten
    atılmayı tercîh ederim. Fakat benimle sizin aranızda cereyan eden meselelerde
    konuştuğum zaman, şunu bilin ki harp bir hîledir.”

    Aralarında cereyan eden şiddetli siyâsî
    ihtilâflara rağmen Ashab (radıyallahu anhüm ecmâin)’ın birbirlerini diyanet,
    İslâma bağlılık gibi adalete giren hususlarda itham etmeyip, aksine
    fazîletlerini mûterif olduğunu göstermek için Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
    validemizden bir misal kaydedeceğiz:

    Cemel vak’asına müncer olan, Hz. Ali ve Hz. Aişe
    (radıyallahu anhümâ) arasındaki ihtilâfta Ammâr İbnu Yâsir (radıyallahu anh),
    Hz. Ali’nin haklı, Hz. Aişe (radıyallahu anhüma)’nin haksız olduğuna inanıyordu.
    Bu meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescidde yaptığı konuşma tam bir insaf
    örneğidir. Der ki:

    “Aişe Basra’ya yürüdü. Allah’a kasem olsun, O,
    dünyada da âhirette de Peygamberimiz (aleyhisselâtu vesselâm) zevcesidir, bunda
    şüphemiz yok. Ancak, Allah sizi imtihan ediyor: Kendisine mi (celle celâluhu),
    yoksa O’na (radıyallahu anhâ) mı itaat edeceksiniz?”

    Burada, âhirette de Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın zevcesi olduğunu kasemle te’yîdi, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’yi
    asla tekfir etmediğini gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığında Ammâr
    (radıyallahu anh)’ın hiç tereddüdü yok.

    Kendisine yöneltilen bu çeşit şiddetli tenkidler
    karşısında Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin aksülameli de burada zikre değer.
    İbnu Hacer’in Taberânî’den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammâr
    (radıyallahu anh) Cemel Vak’ası’nın akabinde, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’ye
    gelerek: “Sizin bu askerî seferiniz Allah’ın sizinle yaptığı ahde (anlaşmaya) ne
    kadar aykırı” der ve bu sözleriyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
    zevceleriyle ilgili olarak gelmiş bulunan “(Vakar ile) evlerinizde oturun.
    Evvelki câhiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin”
    (Ahzâb: 33/33) âyetini kasteder[4].

    Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)’nin cevâbı şu olur:
    “Allah’a kasem olsun sen hakkı söyledin.” Ammâr (radıyallahu anh) da: “Senin
    lisanınla hakkımda bu hükmü veren Allah’a hamdolsun” der.

    İbnu Hübeyre, bu konuşmayı şöyle değerlendirir:
    “Bu rivâyetten anlıyoruz ki, Ammâr doğru sözlüdür. Keza husûmet onu, hasmının
    fazîletlerini inkâra da sevketmemiştir. Zira aralarında cereyân eden harbe
    rağmen Hz. Aişe’nin tam bir fazîlete mazhar olduğuna şehâdette bulunmaktadır.”

    Ashâb (radıyallahu anhüm) arasında cereyân eden
    hadîseleri İslâm uleması değerlendirirken her iki tarafın da İslâm’a hizmet
    niyetiyle hareket ettiğini, yapılan ictihadda Hz. Ali’nin isabetli olduğunu,
    öbürlerinin hakkı bulamadığını, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’in
    ictihadında isabet edenin iki sevab (ictihad ve isâbet sevabı) isabet edemiyenin
    bir sevab (sâdece ictihad yapma sevabı) alacağına” dâir hadîslerini esas alarak
    diğer tarafın ittiham edilemeyeceği hükmüne varmıştır. Çünkü Ashab-ı Kiram
    ictihad yapmakta yetkilidirler ve üstelik bu ihtilaflarda başı çekenler Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve Şeyheyn (Hz. Ebu Bekr ve Ömer)’in
    (radıyallahu anhüma) zamanlarında ictihadda bulunmuş, fetvalar vermiş
    kimselerdi.[5]

    Peygamber Efendimize iman ederek O’nu gören ve
    müslüman olarak ölen kimseler.

    Lügat itibariyle ashab, arkadaş manasına gelen
    “sâhib” kelimesinin çoğuludur. İslâm ıstılâhında “Hz. Peygamber’in arkadaşları”
    için, daha geniş kapsamıyla Rasulullah’ı gören müminler için kullanılmıştır.
    Sahabî ve çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.

    Sahabî sayılabilmek için az da olsa Rasulullah
    ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz. Peygamber döneminde yaşamış, O’na iman
    etmiş, hatta O’nunla haberleşip yazışmış, O’na destek sağlamış kişiler ashâbtan
    sayılmaz. Meselâ o dönemin meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir. İyiyi
    kötüden ayırdedebilecek temyîz yaşında Peygamber Efendimiz’i gören çocuklar ise
    ashabtandır. Meselâ Hz. Peygamber’in iki torunu Hasan ile Hüseyin’in durumu
    böyledir. Hz. Peygamber’e iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Rasulullah’ın
    mübarek eşi Hz. Hatice’dir. Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre
    100/719 senesinde vefat eden Ebü’t-Tufeyl Âmir b. Vâsile el-Leysî el-Kinânî’dir.
    Bu tarihten sonra yaşayan bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm
    âlimleri, Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında söylediği: “Yüz sene sonra
    bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta kalmayacaktır.”[6]
    hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman sınırı olarak 110/729
    senesini belirlemişlerdir. İslâm aleminde çok sonraki dönemlerde bile zaman
    zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî olduğunu iddia edenler çıksa
    da onlara itibar edilmez. Sahabenin mutlaka Hz. Peygamber (s.a.s.)’i bir an da
    olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması gerekir. Amâlık, sağırlık veya
    dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten biri gerçekleşemezse, bu durum
    sahabî olmaya engel değildir. Nitekim Ashabın ileri gelenlerinden ve
    Peygamberimiz’in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi Mektûm, âmâ olduğu için
    Hz. Peygamber’i görememiş fakat, sohbetlerinde bulunmuştur.

    Hz. Peygamberi dünya gözüyle görmek şarttır.
    O’nu (s.a.s.) rüyasında görenler sahabi sayılmaz.

    Hz. Peygamber (s.a.s.)’i kendisine peygamberlik
    gelmeden önce gören veya O’nunla sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra
    göremeyen kişi de sahabî sayılmaz.

    Peygamberlikten sonra Rasulullah (s.a.s.)’i
    gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış olmaması gerekir.
    Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir kimse daha sonra
    müslüman olsa ve Hz. Peygamber (s.a.s.)’i göremese, sahabi sayılmaz. Yine,
    müslümanken Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gören ve sahabî olan bir kişi, daha sonra
    irtidat edip dinden çıksa, sahabîlikten de çıkar. Ancak, tekrar müslüman olur ve
    Hz. Peygamber’i görürse yine sahabî olur.

    İslâm’ın en güzel ve doğru bir şekilde
    öğrenilebilmesi için Hz. Peygamberin, dolayısıyla Ashab-ı Kirâm’ın hayatını iyi
    bilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) ve O’nunla içiçe yaşamış olan
    Ashab-ı Kirâmın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler vardır. Alimler,
    Hz. Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit ettikleri gibi, ashabın
    hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret etmişlerdir. İslâm’ın ilk
    asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit için pek çok eser
    yazılmıştır. Bu kitaplarda sahabe, ya Hz. Peygambere yakınlık ve fazilet
    derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele alınmıştır. Bu
    tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10.000 kadar sahabenin hayatı hakkında
    bilgi verilmektedir. Aslında ashabın sayısı kesin olarak tesbit edilebilmiş
    değildir. Ancak genellikle Hz. Peygamber vefat ettiği zaman 114.000 sahabînin
    bulunduğu kabul edilir. Hayatları kitaplara geçen sahabîler; tanınan, bilinen,
    çeşitli özellikleriyle meşhur olan kimselerdir. Hayatlarıyla ilgili bilgiler
    sonraki asırlara intikal etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden
    uzakta yaşıyan sahabîlerin isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır .

    Hz. Peygamber’in arkadaşları ve yakın dostları
    olan Sahabe-i Kirâm, O yüce Peygamber (s.a.s.)’in şahsiyet ve dostluğundan çok
    istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O’nun istediği gibi müslüman olmaya çok
    gayret göstermişlerdir. İslâm’ın güçlenip yayılması için canlarıyla başlarıyla
    çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak üzere hiç bir şeyden çekinmemişler,
    Allah ve Rasulünü, çoluk-çocuklarından, mallarından, hatta canlarından daha çok
    sevmişlerdir; Allah yolunda hiç çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve
    kanlarını akıtarak canlarını vermişlerdir. Böylece Ashab-ı Kirâm’ın, Hz.
    Peygamber’le beraber olmaktan kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır.
    Nitekim bu ve benzeri özelliklerinden dolayı sahabe, Kur’an-ı Kerîm’in müteaddit
    yerlerinde bizzat Allah’u Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz
    tarafından methedilmektedir.


    “Böylece sizi (Ashab-ı Kirâm) vasat bir ümmet
    yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de sizin
    üzerinize tam bir şahit olsun diye”

    (el-Bakara: 2/143)


    “Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en
    hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız…
    (Âli İmrân: 3/110)


    “İslam’da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve
    ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur.
    Onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî
    kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu,
    en büyük bahtiyarlıktır.”
    (et-Tevbe:
    9/100).


    “O ağacın altında müminler sana bey’at
    ederlerken, andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek
    üzerlerine manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın bir fetih ile
    mükâfatlandırmıştır.”
    (el-Feth:
    48/28)


    “Muhammed Allah’ın Rasulu’dur. O’nunla beraber
    olanlar (ashab) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında
    merhametlidirler. Onları rükû’ edici, secde edici olarak görürsün. Onlar
    Allah’dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen
    nişanları yüzlerindedir…”
    (el-Feth,
    48/29)

    Ehl-i Sünnet nazarında ashabın büyük bir değeri
    vardır. Bu ve bunlara benzer bir çok Kur’an ayetinde açıkça veya îmâ ile ashabın
    faziletinden bahsedilmiştir. Peygamber Efendimiz’in pek çok hadîslerinde toplu
    olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer verilmiştir ki, hemen hemen bütün
    ilk ve mûteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler, “Fedâilü’s-Sahabe= Sahabenin
    Faziletleri’: veya benzeri başlıklar altında toplanmıştır. Meselâ bu
    hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz: “Nesillerin en hayırlısı, benim
    neslimdir.”
    buyurmuştur.[7]

    Bir başka hadîslerinde de şöyle demiştir:
    “Ashabım hakkında Allah’tan korkun, ashabım hakkında Allah’tan korkun! Benden
    sonra onları kendinize hedef haline getirip düşmanlık etmeyin! Kim onları
    severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim de onlara kin beslerse bana olan
    kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.
    Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş demektir. Her kim de Allah’a eziyet
    ederse çok geçmeden Allah onun belâsını verir.”[8]

    Peygamber Efendimiz’in Allah’tan alarak tebliğ
    ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin koyduğu dînî esasların, daha
    sonraki müslüman nesillere ancak ashaba dayanan sıhhatli nakillerle ulaşabildiği
    düşünülecek olursa, İslâm açısından ashab-ı kirâmın gerçekten bu övgülere ve
    kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki ikazlara lâyık oldukları açıkça
    anlaşılır. Bu sebeple ashabtan birinden bahsederken isminin arkasından
    “Radıyallâhü anh = Allah ondan razı olsun!” demek, bize düşen saygı görevinin
    gereğidir. İslâm dîninin sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel
    unsur ashab olduğu içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur’an ve Sünnet’in
    de övgüsüne nail olan ashab-ı kirâm, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler.

    Sahabe-i Kirâm bir pervane gibi Peygamberimiz’in
    etrafında dolaşır ve O’ndan (s.a.s.) bir şeyler öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli
    dünya meşgalelerinden dolayı Hz. Peygamber’in yanına gelemeyenler, ertesi günü
    başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi. Bazıları İslâm’ı öğrenmek için,
    boğaz tokluğuna Peygamberimizi (s.a.s.) takip eder bazıları da Efendimiz’in
    sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashab, Hz. Peygamber’i dinlerken
    sanki başlarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür
    dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için
    aralarında müzakere ederlerdi.

    İslâm’dan önceki ümmetler, peygamberlerinin
    hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri daha sonraki nesillere
    sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışlardır. Diğer hususlarda olduğu gibi,
    müslümanların bu hususta da üstünlüğü vardır. Ve bu üstünlük Ashab sayesinde
    olmuştur. O da, Hz. Peygamber’in hayatı ile ilgili -en ince ayrıntısına kadar-
    bilgileri, O’nun sözlerini, davranışlarını, takrirlerini, ahlâkî ve cismanî
    özelliklerini… sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmadır. Bugün,
    Hristiyanlar Hz. İsâ’nın, Yahudiler Hz. Mûsâ’nın sözlerini -İncil ve Tevrat
    dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr (uydurulmuş hikâyeler) halinde,
    mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler. Halbuki müslümanlar,
    Peygamberimiz’in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli bir şekilde ve
    tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip durumdadırlar.
    Müslümanlar bunu Ashab’a borçludur. Onlar, Peygamberimiz’den duydukları,
    yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden sonrakilere
    ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır. Daha sonra gelen
    nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze kadar
    sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir .

    Peygamberimiz’in vefatından ve Hz. Ömer
    zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin muhtelif bölgelerine dağılan bazı
    sahabîler, oralarda bereketli birer ilim merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman
    olanlara İslâm’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini öğretmişlerdir. Böylece, İslâm
    dininin sağlam bir şekilde Arap yarımadası dışına yayılması da, Ashab’ın yaptığı
    hayırlı hizmetlerdendir.

    Ancak Ashab’ın İslâm’a girişleri ve hizmetleri,
    İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri çabalar, hicretler ve
    gazvelerdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye rağmen birer insan
    oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashab’ın hepsinin birbiri ile aynı
    değerde olmayacağı âşikardır. Bu bakımdan, farklı görüşler de bulunmakla beraber
    derece itibâriyle ashab-ı kirâm genellikle oniki tabakaya ayrılmıştır:


    1.

    Aşere-i mübeşşere (Cennet’le müjdelenen on sahabî ki bunların başında ilk dört
    halife gelir) ve Hz. Hatice, Hz. Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,


    2.

    Hz. Ömer’in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru’n-Nedve’de durum
    müzakeresi yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,


    3.

    I. ve II. Habeşistan hicretine katılan ashab,


    4.

    I. Akabe Bey’atı’nda bulunan sahabîler,


    5.

    II. Akabe Bey’atı’na katılanlar,


    6.

    Peygamber Efendimiz, hicreti sonunda Kubâ’ya geldiği zaman orada Rasulullah’a
    kavuşup Medine’ye yerleşen muhacirler,


    7.

    Bedr Gazvesi’ne katılan Ashabı Kirâm,


    8.

    Bedr Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,


    9.

    Hudeybiye’de yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’a katılanlar,


    10.

    Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,


    11.

    Mekke’nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,


    12.

    Hz. Peygamber’i Mekke Fethi sırasında, Vedâ Haccı’nda veya bir başka yerde gören
    çocuklar.[9]

    Diğer taraftan Ashab arasında büyük
    değeri haiz olanlar, Muhacirun (Mekke Fethi’ne kadar Medine’ye hicret edenler)
    ve Ensar (Hz. Peygamber’e ve müslümanlara kucak açıp destek olan Medineli
    müslümanlar) diye adlandırılan iki temel zümre olmuştur .

    İslâm âleminde, Ashab’ın faziletine,
    menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır. Bunlar içerisinde en
    hacimli ve muhtevalısı, İbn Hacer el-Askalânî’nin (ö. 852) el-İsâbe fi Temyîzi
    ‘s-Sahabe adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki kaynak da büyük önem
    taşımaktadır:

    İbn Abdilberr (ö. 463), el-İstîâb fî
    Ma’rifeti’l-Ashab;

    İbnu’l-Esîr (ö. 630), Üsdu’l-Gâbe fî
    Ma’rifeti’s-Sahabe.[10]



     




    [1]

    Süfyan şu açıklamayı yapar: “Hâtib kendi başına müstakil biri değil onlarla
    arasında akid bulunan birisi (halîf) idi”. (İbrahim Canan)



    [2]

    Âlimler, Allah ve Resülü (aleyhissalâtu vesselâm)’nden gelen tereccî denen
    “belki”li hitâbın kesinlik ifade ettiğini belirtirler. Ayrıca aynı vak’ayı
    anlatan Ebû Dâvud, Ahmed İbnu Hanbel ve İbnu Ebu Şeybe’deki Ebû Hüreyre
    rivayetinde ifade cezm’ledir: “Allah Bedr ehlinin hâline muttâli oldu ve
    “Haydi istediğinizi yapın, sizleri affettim” buyurdu” denir. (İbrahim Canan)



    [3]

    Hanefiler, câsusluk yapan kişinin mü’min olması halinde idâm edilemiyeceği
    hususunda icmâ eder. “İmâm, tâzir cezası verir, mevkîi olan biri ise af da
    edilebilir” derler. (İbrahim Canan)



    [4]

    Hz. Aişe’nin hayatını anlatırken kaydettiğimiz hayıflanmaları bir kere daha
    görülmelidir. Ölüme yakın ifade ettiği yakınmalar her halde bu sebebe
    dayanmaktadır. (İbrahim Canan)



    [5]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/526-531.



    [6]

    İbn Hacer, el-İsâbe, Mısır 1328, 1/8.



    [7]

    Buhârî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî: 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe: 210-215.



    [8]

    Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/57.



    [9]

    Hâkim en-Neysâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, Beyrut 1977 s. 22-24.



    [10]

    Ahmet Önkal, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/158-159.

  • Sahabelerin Tabakaları Hadis Usulü Online Oku


    Sahabelerin Tabakaları
    :

     

    Sahabeler, muhtelif alimler tarafından çeşitli
    şekillerde tabakalara ayrılmıştır. Bunlardan en ziyade benimsenmiş olanı Hâkim
    en-Neysâburî’nin taksimidir. O, İslâm’daki eskiliklerini esas alarak Ashab (radıyallahu
    anhüm)’ı 12 tabakaya ayırır. Kısmen fazilet derecelemesini de ifâde eden bu
    taksim şöyledir:


    1-

    Mekke’de ilk müslüman olanlar: Dört Halîfe gibi.


    2-
    Hz.
    Ömer’in müslüman olmasından sonra İslâm’a giren Daru’n-Nedve azaları.


    3-

    Habeşistan’a hicret edenler.


    4-

    Birinci Akabe biatına katılanlar.


    5-

    İkinci Akabe biatına katılanlar ki çoğu Medîne’lidir.


    6-
    Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) henüz Medîne’ye girmemişken, Kubâ’da iken ona
    gelen muhâcirler.


    7-

    Bedir savaşına katılanlar.


    8-

    Bedir’den sonra Hudeybiye sulhüne kadar hicret edenler.


    9-

    Hudeybiye’de Bey’atu’r-Rıdvân’a katılanlar.


    10-

    Hudeybiye ile Feth-i Mekke arasında hicret edenler: Hâlid İbnu Velîd ve Amr
    İbnu’l-Âs gibi,


    11-

    Fetih günü müslüman olanlar.


    12-

    Fetih günü, Veda Haccı ve diğer fırsatlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm)’i gören Ashâb çocukları.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/531-532.

  • 5. Ashaba Dil Uzatan Zındıktır: Hadis Usulü Online Oku


    5. Ashaba Dil Uzatan Zındıktır:

     

    Bağdâdî, yukarıda kaydettiğimiz açıklamalardan
    sonra, bu Zür’atü’r-Razî’nin şu fetvasını kaydeder: “Bir kimsenin Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’ın Ashâb (radiyallahû anhüm)’ının kadrini düşürmeye çalıştığını
    görürsen bil ki o zındıktır. Zira Resûlullah (aleyhisselâtu vesselâm) haktır,
    Kur’ân-ı Kerîm haktır. Bu Kur’an-ı ve şu sünneti bize Resûlullah (aleyhisselâtu
    vesselâm)’ın Ashabı (radıyallahu anhüm) tebliğ etmiştir. Onlara dil uzatanlar,
    şâhidlerimizi karalamaya çalışıyorlar. Asıl maksadları da Kur’an ve Sünnet’i
    ibtal etmektir. Cerhedilmek onlara yaraşır, çünkü zındıktırlar…”[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/526.

  • 4. Ashabı Öven Hadislerden Bazıları: Hadis Usulü Online Oku


    4. Ashabı Öven Hadislerden Bazıları:

     

    Kur’ân-ı Kerîm’den başka, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
    vesselâm)’de bir çok hadisleri ile Ashab’ı tebric etmiş aralarında bir ayırım
    yapmadan ümmetine karşı onların şânlarını yüceltmiştir. Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer,
    Hz. Osman. Hz. Ali, Übey İbnu Kaab, Zeyd İbnu Sâbit, Muâz İbnu Cebel (radıyallahu
    anhüm ecmâin) gibi büyükler hakkında da ayrı ayrı medh u senâda bulunmuştur.
    Hadis kitaplarının Menâkıb ve Fezâil bölümleri bu çeşit hadîslerle doludur. İbnu
    Hacer ve Bağdadî tarafından kaydedilmiş olan bu hadislerden bazılarını
    kaydediyoruz.


    1-

    “Ümmetimin en hayırlısı benim asrımdakilerdir. Sonra bunları tâkip edenler,
    sonra da bunları tâkiben gelenlerdir. Sonra öyle bir kavm gelir ki şehâdetten
    önce yemin ederler ve şâhidlikleri taleb edilmeden şehâdette bulunurlar.”[1]


    2-

    “Ashâbıma dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Zat-ı Zülcelâl’e yemîn ederim ki,
    sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın tasadduk etseniz yine de onlardan birinin
    bir müdd, hatta yarım müdd miktarındaki harcamasına sevabca ulaşamazsınız.”[2]


    3-
    Hz.
    Câbir (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın şöyle dediğini
    nakletmiştir:


    “Cenâb-ı Hakk, Ashâbımı nebiler ve peygamberler
    hâriç bütün cin ve ins’e tercih etmiş, üstün tutmuştur.”


    4-

    “Kitap’ta size ne gelmişse onunla amel edeceksiniz, onu terketmekte hiçbir özür
    kabûl edilmez. Kitapta bulunmayan bir şey olursa, benden vâhi olan sünnet
    esastır. Benden vâhi bir sünnet yoksa Ashâbımın söylediğine uyacaksınız. Ashâbım
    gökteki yıldızlar gibidir. Onlardan hangisini esas alırsanız hidâyete erersiniz.
    Ashabımın ihtilafı sizin için rahmettir. “


    5-
    Hz.
    Ömer (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın şöyle buyurduğunu
    anlatmıştır:


    “Ashabımın benden sonra ihtilaf edeceği şeyler
    hakkında Rabbime sordum. Allah celle şânuhu şu vahiyde bulundu: “Ey Muhammed!
    Senin Ashabın benim katımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından daha
    parlaktır. Kim onların ihtilaf ettikleri şeyden herhangi birini esas alırsa, o
    benim yanımda hidâyet üzeredir.”


    6-
    Hz.
    Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)
    buyurdular ki:


    “Allah beni ve Ashâbımı seçti. Onları bana hısım
    ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir zamanda bir gürûh çıkıp onların kadrini
    düşürmeye çalışacak. Sakın onlarla evlenmeyin, onlara kız vermeyin, onlarla
    birlikte namaz kılmayın, cenâzelerine namaz kılmayın. Onlara lanet etmeniz
    helaldir.”


    7-

    Abdullah İbnu Muğaffel (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın
    şöyle dediğini rivayet etmiştir:


    “Ashabım hakkında Allah’tan korkun. Onları
    kendinize hedef edinmeyin. Kim onları severse bu bana olan sevgisi içindir, kim
    de onlara buğz ederse bu da bana olan buğzu sebebiyledir. Onları kim incitirse
    beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah’ı incitir. Allah’ı incitenin ise
    belası yakındır.”

    Süfyan-ı Sevrî, “Ey Muhammed! De ki: Hamd
    Allah’a mahsustur. seçtiği kullar’ına selam olsun”
    (Neml: 27/59), âyetinde
    zikredilenlerin Ashab olduğunu söylemiştir.

    Ashab’ın adaleti meselesini “nefis bir şekilde”
    işleyen Bağdâdî, -ki İbnu Hacer aynen iktibas ederek katıldığını ifade eder.
    Kur’an ve Hadîs’te Ashâb hakkında gelen tebrie’nin çokluğunu belirttikten sonra
    şunu söyler: “Bu nassî deliller, onların kesinlikle ta’dîl’ini ifâde eder.
    Onlardan hiç biri, Allah’ın ta’dîlinden sonra, mahlukattan bir başkasının
    ta’dîline muhtaç değildir. Farz-ı muhal, Allah ve Resulü (aleyhissalâtu
    vesselâm)’nden haklarında -yukarıda zikrettiğimiz nasslardan hiçbiri vârid
    olmamış olsaydı bile, onların hicret, cihâd, İslâm’a yardım, can ve mallarını bu
    yolda harcamaları, ata ve evlâdlarını öldürmeleri, din için birbirlerine
    gösterdikleri hayranlık, iman ve yakînde izhâr ettikleri fevkalâde kuvvet gibi
    fiilen içinde bulundukları sayısız haller, âdil olduklarına kesinlikle
    hükmetmeye, nezih olduklarını kabûle ve onların kendilerinden sonra gelen
    haleflerinden ve onları tâdîl ve tezkiye etme durumunda olacak hepsinden, daha
    efdal olduklarını teslîme yeterli idi. İşte bu görüş, bütün âlimlerin ve kavline
    güvenilen bütün fakîhlerin müşterek görüşüdür.”[3]



     




    [1]

    Bu hadisin 13 ayrı tarikten rivayet edildiğini ve ulemadan bazısının
    mütevatir addettiğini daha önce kaydettik. (İbrahim Canan)



    [2]

    Bir müd takriben 18 litrelik bir ölçek. (İbrahim Canan)



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:
    1/523-524-525-526.

  • 3. Ashabı Öven Ayetlerden Bazıları: Hadis Usulü Online Oku


    3. Ashabı Öven Ayetlerden Bazıları
    :

     


    “Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu
    emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz”

    (Âl-i İmran: 3/110).


    “Böylece sizi insanlara şâhid ve örnek olmanız
    için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhid ve örnektir.”

    (Bakara: 2/143).


    “Ey Muhammed! Allah inananlardan, ağaç altında
    sana baş eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnud olmuştur. Gönüllerinde olanı
    da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri
    bol ganîmetler bahşetmiştir.”
    (Feth:
    48/18).


    “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhâcirler ve
    Ensâr ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur. Onlar da Allah’tan
    hoşnuddurlar. Allah onlara içinde ebedî kalacakları, içlerinde ırmaklar akan
    cennetler hazırlamıştır…”
    (Tevbe:
    9/100)[1]


    “İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını
    almakta da önde olanlardır.”
    (Vâkı’a:
    56/10-12)


    “Ey Peygamber! Allah’ın yardımı sana ve sana
    uyan mü’minlere yeter”
    (Enfâl: 8/64).


    “Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve
    gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
    severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler.
    Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar.
    Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”

    (Haşr: 59/8-9).[2]



     




    [1]

    Sadece bu ayet Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), Hz. Ömer (radıyallahu anh)
    gibi İslamın büyüklerine dil uzatan Şia’nın gittiği yolun batıllığını
    göstermeye kâfidir. Zira, es-Sâbikûn el-Evvelûn’a bunlar dahildir. Keza
    bunlar Bey’atü’r-Rıdvân ashabındandır. Rabbülâlemîn hiçbir ayırım yapmadan
    hepsinden râzı olduğunu ilan etmiştir. Ama Şia, Cenâb-ı Hakk’ı tahtle
    edercesine, tekzîb edercesine bu büyüklere dil uzatmaktadır. Dalâlet bu
    kadar olur. Allah korusun! (İbrahim Canan)



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/522-523.

  • 2. Sahâbenin Adaleti: Hadis Usulü Online Oku


    2. Sahâbenin Adaleti:

     

    Yukarıda belirtilen yollarla bir kimsenin sahâbî
    olduğuna hükmedilince ona müslümanlar arasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
    vesselâm)’i görmüş olmaktan ileri gelen müstesna bir makam ve şeref tanınmış
    olmaktadır.

    Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’e mensub olan bütün
    mü’minler sahâbe’nin hâiz olduğu bu yüce makamda müttefiktirler. Kıyâmete kadar
    gelecek bütün mü’min nesillerden hiçbiri, hiçbir ferd Ashab’a mensup hiçbir
    kimseye karşı fazîlet noktasında üstünlük iddia etmez. Onların efdaliyeti bizzat
    Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) tarafından ifâde
    edilmiştir.

    Ehl-i Sünnet, Ashab (radıyallahü anhüm)’ı bir
    bütün kabul etmekte de müttefiktir. Hususî, ferdî fezâilde aralarında dereceleme
    yaparsa da sahâbelik fazîletinde hepsini bir görür. Bir başka ifâdeyle Şi’a’nın
    yaptığı gibi, Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın sohbetiyle müşerref olan
    hiç kimseye yakışık almayan, saygısızlık, güvensizlik, ittihâm ifâdeleri taşıyan
    sıfatlar izâfe edemez. Hepsini ayrı ayrı sever ve sayar. Hangisinin ismi geçerse
    geçsin radıyallahu anh yani Allah ondan razı olsun duasını okur.

    Ashab’ı bir bütün olarak sevmek, hepsine ayırım
    yapmadan güvenmek Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın
    emirleri gereğidir. Buna bir bakıma sahâbenin adaleti denir. Adâletin ne
    olduğunu teferruatlı olarak açıklayacağız. Özet olarak dindarlık, sıdk, itikad
    düzgünlüğü, güzel ahlâk demektir. Bâzı ehl-i Bid’a takımı hâriç, Ehl-i sünnet,
    bütün Sahâbîlerin bu vasıfları taşıdıklarında müttefiktirler. Bunda delilimiz
    Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’dir. Pek çok âyet ve
    hadis Ashâbı tebric eder. Tâ ilk İslam büyüklerinden günümüze kadar gelip geçen
    bütün ehl-i sünnet ulemâsı ayet ve hadisleri böyle anlamakta ihtilâf etmezler.

    Şimdi bunlardan bir kısmını kaydedeceğiz:[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/521-522.

  • 1. Bir Şahsın Sahâbe Olduğu Ne Yolla Anlaşılır? Hadis Usulü Online Oku


    1. Bir Şahsın Sahâbe Olduğu Ne Yolla Anlaşılır?

     

    İslam bilginlerine göre bir kimsenin sahabi
    olduğu şu yollarla bilinebilir:


    1-

    Tevatür Yolu:
    Daha hayattayken cennetle müjdelenmiş olan on kişi (el-aşeretü’l-mübeşşere)
    bu yolla bilinir. Bunlar dört halife, Sa’d b. Ebi Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b.
    Ubeydullah, Zübeyr b. El-Avvam, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. El-Cerrah –radiyallahu
    anhum- hazeratıdır.


    2-

    Şöhret Yolu:
    Dımam (veya Dımad) b. Sa’lebe bu yolla bilinir.


    3-

    Şehadet Yolu:
    Herhangi bir sahabi veya tabiinin, bir başkasının “sahabi”
    olduğunu söylemesi şehadettir. Ancak bu zât tezkiyesi makbûl biri olmalıdır.
    Hümeme b. Ebi Hümeme hakkında Ebu Musa el-Eş’ari’nin şehadeti gibi.


    4-

    İkrar Yolu:
    Bir kimsenin şahsen: “Ben sahâbî’yim” demesiyle de sahâbelik
    sübut bulur. Ancak bu durumda iddia sâhibinin adâlet sâhibi ve Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’a yaşca muâsır olması gerekir.

    [1]

    Adalet iddiası kendi sözüyle sübut bulmaz,
    başkasının şehâdeti esastır. Böyle olmayanların sahâbelik iddiaları kabul
    edilemez. Muasara şartına gelince, bunun son hududu hicrî 100-110 yıllarına
    rastlar. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) ömrünün sonlarında Ashab (radıyallahu
    anhüma)’ına: “Bu geceniz var ya, bundan yüz sene sonra, şu anda mevcutlardan
    kimse yeryüzünde kalmayacaktır”[2]

    buyurmuştur. Bu hadisi Buharî ve Müslim İbnu Ömer’den rivâyet etmiştir. Hadîs’in
    Müslim’de Hz. Câbir’den kaydedilen veçhinde, bu sözü Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’ın vefatından bir ay kadar önce söylediği belirtilir. Bu rivâyete
    dayanarak, İslam ulemâsı, mezkûr hududdan sonraki zamanlarda sahâbelik iddiasına
    kalkanları reddetmişlerdir.

    Nitekim pek çok şarlatan asırlarca sonra sahâbî
    olduğunu iddia ederek sahte hadîsler rivâyet etmiş ve kendilerine inanacak
    câhil, saf kişiler bile bulmuştur. İbnu Hacer, el-İsâbe’nin el-Kısmu’r-Râbi diye
    ayırdığı bölümlerde onlar hakkında bilgi verir. Her biriyle ilgili hikâye ve
    teferruatı mezkûr kitaba bakarak bu sahte sahabilerden bir kaçının ismini ve
    ölüm târihini kaydedelim:


    1-

    Osmân İbnu’l-Hattâb: Bağdad’da zuhûr etti. Vefatı: 327/938.


    2-

    Cafer İbnu Nestûr er-Rûmî: Farab’ta çıktı. Vefatı: 350’den sonra.


    3-

    Sarbatak: Hindistan prenslerinden. Vefatı: 333/944.


    4-

    Cübeyr İbnu’l-Hâris. Vefatı: 576’dan sonra.


    5-

    er-Rebî’ İbnu Mahmûd, Mardinli bir sûfı. Vefatı: 599/1202.


    6-

    Ebu’r-Rida Ratan, Hindistan’ın Batranda şehrinden. Vefatı: 632/1443 veya
    709/1309’dur.


    7-

    Kays İbnu Temîm et-Tâî. Geylan şehrinde çıktı. Vefatı: 517/1123’den sonra.

    Hadîs ulemâsı, yukarıda kaydedilen ihbâr-ı
    Nebevî’ye muvafık şekilde, Mekke’de 100-110 târihleri arasında vefat eden Ebu’t-Tufeyl
    Âmir İbnu Vesîle el-Cühenî’nin en son vefat eden sahabî olduğunda ittifak eder.[3]

    Muammerun (uzun yaşayanlar) dan olduğunu
    söyleyerek uzun yıllar hatta asırlar sonra kendisinin sahabi olduğunu iddia eden
    kişilere rastlanmış ve bunların iddiaları bu tarihi kriterle reddedilmiştir.

    Ayrıca şuna da işaret edilmelidir ki, müslüman
    olarak Hz. Peygamber’in zamanını idrak eden herkes Hz. Peygamber’i görebilmiş
    değildir. Sadece sahabileri görebilmiş olanlar da bulunmaktadır. İşte böyle hem
    cahiliyye devrinde yaşamış hem de İslam devrinde yaşamış olduğu halde Hz.
    Peygamber’i görememiş ancak sahabilerle görüşebilmiş olanlara tabiilerden olmak
    üzere özel bir isimle muhadram oğlu, muhadramun denir. Aslında bu grubun hem
    sahabilerden hem de tabiilerden farklı yönleri bulunmaktadır.

    Çeşitli bölge ve şehirlerde en son vefat eden
    sahabiler bilinmektedir. Biz sadece Mekke’de (h. 100 veya 110’da) en son vefat
    eden sahabi’nin Ebu’t-Tufeyl Amir b. Vasıla el-Leysi olduğunu hatırlatmakla
    yetineceğiz. İşaret edelim ki Radıyyuddin es-Sağani (650/1252), “Derru’s-sahabe
    fi beyanı mevadı’ı vefeyatı’s-sahabe” adıyla yazdığı eserde sahabilerin vefat
    ettikleri yerler konusunda bilgi vermiştir.

    [4]

     



     




    [1]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 81.



    [2]

    Müslim, Fedailu’s-sahabe: 217, 218, 220; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/129,
    157; 3/322, 385. Rasulullah (s.a.v.) H. 11’de vefat etmiştir. Bu hadise
    binaen bu tarih belirlenmiştir.



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/520-521.



    [4]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 82.

  • A) Sahabe[1] Hadis Usulü Online Oku


    A) Sahabe
    [1]

     

    “Sahib” kelimesinin çoğulu olarak “sahb”,
    “ashab” veya “sahabe”, Hz. Peygamber’in müslüman çağdaşlarına denir. Terim
    anlamı ise, “müslüman olarak Rasul-i ekrem’i gören ve bu imanla yaşayıp ölen
    kimse” demektir. Sağını solunu birbirinden ayırabilen veya “sözü anlayıp
    karşılık verebilen” çocuklar ile amalar da sahabi sayılırlar. “Alem-i manada” ya
    da “rüya”da Hz. Peygamberi görenlerin sahabi sayılması mümkün değildir. Sahabi
    olabilme şansı, risaletin ilanından itibaren Hz. Peygamberi, vefatına kadar
    geçen zaman içinde müslüman olarak görebilenler için söz konusudur.

    [2]
     

    İbnu Hacer’in el-İsâbe’de “en doğru” diye tavsîf
    ettiği târife göre, sahâbî: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le kendisine
    inanmış olarak karşılaşıp İslam üzere ölen kimsedir.”[3].
    İbnu Hacer devam eder: “Bu tarife, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)’le
    berâberliği uzun olan da girer, kısa olan da; kendisinden hadîs rivayet eden de
    girer, etmeyen de; O’nunla gazve yapan da girer, yapmayan da; keza O’nu bir kere
    görmüş ve fakat beraber oturmamış olan da girer, beraber olduğu halde âmâlık
    gibi bir sebeple görmemiş olan da. Îmân kaydı; Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’la, kâfir olarak karşılaşıp, sonradan iman edeni -şayet imandan sonra
    tekrar karşılaşmadı ise- hâriç tutar. “Kendisine” tâbirimiz, başkasına inanmış
    olarak O’nunla karşılaşanı hâriç tutar; Bî’set’ten önce kendisiyle karşılaşan
    ehl-i kitap gibi. Şöyle bir soru hatıra gelebilir: Ehl-i kitaptan, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’la peygamberliğinden önce karşılaşıp, O’nun peygamber olacağına inanan
    sahabî sayılır mı? Bu ihtimalli duruma, Hz. Peygamber’in ticarî maksatla gittiği
    Suriye seferinde Busra kasabasında karşılaştığı Rahip Buhayra ve benzerleri
    dahildir… Sayıca az da olsa iman ettiği halde sonradan irtidâd edip tevbe
    etmeden ölenler de sahâbî değildir: Ubeydillâh İbnu Cahş, Abdullah İbnu Hatal,
    Rebî’a İbnu Ümeyye İbni Halef gibi. İrtidaddan dönen sahâbîdir, Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’la tekrar görüşmese de, el-Eş’as İbnu Kays gibi…

    İbnu Hacer’in, Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’ı dinlemiş, görmüş olan cin ve melâikenin sahabeden sayılıp
    sayılmayacağı konusunda kaydettiği münakaşanın amelî bir yönü olmadığı için onu
    aktarmıyoruz.

    Ancak şunu da kaydedelim. Bir kimseye sahâbe
    diyebilmek için şâz olan ve ulemânın çoğunluğu tarafından kabul edilmeyen başka
    şartlar da ileri sürülmüştür. Bunlardan birine göre şu dört vasıftan biri
    olmadıkça sahâbi olunamaz:


    1-
    Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’le uzun müddet mücâlese (beraberlik).


    2-
    Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’den yaptığı bir rivâyetin bilinmesi.


    3-
    Hz.
    Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’le gazve yaptığının bilinmesi.


    4-

    Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın yanında şehîd olması.

    Bazıları sahâbeliğin sıhhati için “büluğa ermiş
    olmak”ı şart koşmuş, bazıları kısa bir müddet için de olsa mücâlese’yi (berâber
    bir mecliste bulunmayı) şart koşmuştur. Bazıları: “Sahâbelik için “Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’ı görmek” yeterlidir” diye mutlak bir ifâde kullanmışsa da bu
    görmekten maksat “temyîz yaşında görmek”dir, böyle kayıtlamak gerekir.” İbnu
    Hacer, devamla Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ı vefatından sonra (henüz
    gömülmeden) görenin durumu münâkaşa götürse de sahabî sayılmaması gerektiğini
    söyler. Şâir Ebu Züeyb el-Hüzelî gibi.

    Kimin sahâbe olduğunu tefrikte, müelliflerin
    işini zorlaştıran bazı mücmel tavsîfler de olmuştur. Bunlardan -İbnu Ebî
    Şeybe’nin Musannaf’ında kaydedilen- birine göre: “Fetihler sırasında sadece
    sahâbîyi komutan tâyin ederlerdi.” Bir diğerine göre -ki İbnu Abdilberr’e
    aittir- “Hicrî onuncu senede Mekke ve Taif’te müslüman olmuş ve Resûlullah’ (aleyhissalâtü
    vesselâm)’ın Vedâ haccına katılmamış tek kişi mevcut değildi.”

    Keza benzer ifade Evs ve Hazrec kabîleleri
    hakkında da sarfedilerek: “Onlardan hiç kimsenin Hz. Peygamber (aleyhissalâtü
    vesselâm)’in ömrünün son senesine kadar küfrünü devam ettirip, Resûlullah (aleyhissalâtü
    vesselâm)’ın vefatında onu izhar ettiğinin görülmediği” belirtilmiştir.[4]



     




    [1]

    Raviler arasında en mühim tabakayı Ashab(radıyallahu anhüm)’ın teşkil ettiği
    ve günümüzde Ashab’a dil uzatmalar yaygınlaşmaya yüz tuttuğu için bu bahsi
    genişçe işleyeceğiz. (İbrahim Canan)



    [2]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 80-81.



    [3]

    Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın: “Ne mutlu beni görüp iman edene!
    Ne mutlu beni göreni görene”
    hadisinin mezkûr Sahabe tarifindeki katkısı
    açık olarak görülmektedir. Tâbiî’nin tarifini yaparken de göreceğiz ki, bu
    hadis Tâbiîn ile ilgili tarifin ortaya çıkmasında da müessir olmuştur. Zira
    muhtelif tariflerden, ekseriyetin benimsediği tarif uygun olanıdır. (İbrahim
    Canan)



    [4]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/518-519.

  • 3- RÂVÎNİN TABAKALARI: Hadis Usulü Online Oku

    3- RÂVÎNİN
    TABAKALARI
    :

     

    Tabaka kelimesi, sözlükte herhangi bir vasıfta
    ortak olanlar anlamına gelir. Hadis ıstılahında ise, yaş ve isnadda birbirine
    benzeyen akran raviler grubu demektir.

    Tabakanın tayininde şu dört noktanın bilinmesine
    ihtiyaç duyulur:


    a)

    Doğum


    b)

    Vefat


    c)

    Öğrenciler


    d)

    Hocalar.  

    Bir ravinin hangi tabakadan olduğunu tayin
    etmekte esas alınan kriterler ve değişik itibarlar sonucu mutlaka
    etkilemektedirler. Bazan iki ravi, bir açıdan aynı tabakaya girebildikleri halde
    bir başka açıdan ayrı tabakalara dahil olabilirler. Mesela, müslüman oluşları
    esasından hareket edilirse Enes b. Malik genç sahabiler tabakasından, Hz. Ebu
    Bekir de yaşlı sahabiler tabakasından olurlar. Ancak sahabe olma vasfında ortak
    oldukları dikkate alınacak olursa, bu takdirde de aynı tabakadan olurlar. Bu son
    ölçüye göre bütün sahabiler birinci tabaka, bütün tabiiler ikinci tabaka,
    etbau’t-tabiiler de üçüncü tabakayı teşkil etmiş olurlar. Rivayet asrının sonu
    kabul edilen hicri üçüncü asır sonuna kadar böylece beş tabaka söz konusu olur:
    sahabe h. 110; Tabiun 4. 180; Etbau’t-tabiin h. 220; Etbau etabaı’t-tabiin h.
    260; Etbau etbaı etbaı’t-tabiin h. 300.

    Bu beş tabakayı İbn Hacer (v.852/1448) isnaddaki
    yakınlıkları, hocaları ve akranları gibi ortak noktaları dikkate alarak on iki
    tabakaya ayırmıştır. Her tabaka için takribi zaman sınırını da açıklamıştır.[1]

    Ravi tabakalarının tayini, gerek ravilerin
    tanınması, gerekse seneddeki rivayet lafızlarının delaletleri, tedlis, inkıta ve
    ittisal gibi fevkalade önemli hususların bilinmesi açısından oldukça
    ehemmiyetlidir.

    Ana hadis kaynaklarının tasnifine yani
    hadislerin kitaplarda toplanmasına kadar geçen dönemde hadislerin naklini
    gerçekleştirenler ve sünnet verilerini sonraki nesillere ataranlar Sahabe,
    Tabiun ve Etbau’t-tabiin’den oluşan üç nesildir. Ravilerin tabakaları deyince,
    önce bu üç nesil akla gelir. Sonra da bu üç neslin kendi içinde belli kriterlere
    göre ayrıldıkları gruplar anlaşılır. Şimdi Hz. Peygamber’in, “Nesillerin en
    hayırlıları çağdaşlarım, onları takib edenler, onlardan sonra gelenlerdir.”[2]
    hadisinde kendilerine işaret buyurulan bu üç nesli sırasıyla ve bilim
    dalımızı ilgilendiren yönlendiren yönleriyle tanımaya çalışalım.[3]



     




    [1]

    Bk. İbn Hacer, Takribu’t-Tehzib: 1/5-6.



    [2]

    Buhari, Şehadat: 9; Rikak: 7; Tirmizi, Fiten: 45; Şehadat: 4; Menakib: 56;
    İbn Mace, Ahkam: 27; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/378, 417, 434; 2/228; 4/267.



    [3]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 79-80.