Ay: Ocak 2014

  • Korku Ve Ümit Hz. Muhammedin Hayatı

     

    23.   KORKU
    VE ÜMİT

     

    Elbette gençlerin ve
    zayıfların hepsi, hemen ilâhi da­veti kabul etmemişti, fakat hiç olmazsa
    onların kendini be­ğenmişliği, küçük yaşamlarını bir klarnetin notaları gibi
    bölen davet ve vaazların Önem ve şiddetine karşı kulakla­rını tıkamalarına
    neden olmuyordu. Osman’ın çölde duy­duğu : «Ey uykudakiler uyanın» sesi vahyin
    kendisiydi ve daveti kabul edenler, şimdi sanki uykudan uyanmışlar ve yeni bir
    yaşama girmişlerdi

    Geçmişteki ve şu
    andaki kâfirlerin tutumu şu sözlerle ifade edilebilir: «Bu dünya hayatımızdan
    başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek de değiliz.» (En’am: 29). Bu sözlere
    ilahi cevap olarak şunlar söyleniyordu: «Bizler gökleri, yeri ve ikisinin
    arasındakilerini oyuncular (in oyun konusu) ola­rak yaratmadık.» (Enbiya: 16,
    Duhan: 38). «Bizim boş bir amaç uğruna yarattığımızı ve sizin gerçekten bize
    döndûrülüp-getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?» (Mü’minûn: 115). Küfrün henüz
    tam olarak yerleşmediği kişilerde bu söz­ler etkisini gösteriyordu. Bu etki,
    kendisini bir nur ve hi­dayet (doğru yola ulaştırıcı) olarak niteleyen vahyin
    tü­mü için de geçerliydi. Mesajı kabul etmeye iten başka bir neden de onu
    getiren elçinin kişiliğiydi. O, başkalarını kötülüğe yönlendirmeyecek denli
    gerçekle dolu ve kendisi de sapıtmayacak kadar hikmet ve fazilet sahibiydi.
    Yapı­lan çağrıda hem bir uyan, hem de bir vaad vardı, uyan onları iyi işler
    yapmaya yöneltiyor, müjde ise onlan mutlu kılıyordu.

    «Şüphesiz: ‘Bizim
    Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da dosdoğ­ru bir istikâmet tutturanlar (yok mu)
    onların üzerine melekler iner (ve der ki): «Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size
    vadolunan cennetle sevinin. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriziz.
    Orda nefislerinizin arzuladığt her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey
    de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Aî-tah)tan bir ağırlanma olarak.»
    (Fussikt: 30-32)

    «Bu mu daha hayırlı,
    yoksa takva sahiplerine vadedılen cen­net mi? Ki onlar için bir mükâfat ve son
    duraktır, içinde ebedi katlar olarak, orada her istedikleri onlarındır, bu
    Rabbinm üzerinde istenen bir vadidir» (Yunus:7).

    Gerçek mü’minler
    «Bizimle karşılaşmayı umanlar» di­ye tanımlanmıştır. Oysa kafirler:

    «Bizimle karşılaşmayı
    ummayanlar, dünya hayatına razı olan­lar ve bununla tatmin olanlar ve bizim
    üyelerimizden habersiz (ga­fil) olanlar.» (Yunus: 7) dır.

    Mü’min’in tutumu, her
    konuda kâfirinkinin aksi ol­malıdır. İnanmayanların daldığı küfrün bir özelliği
    de on­ların tabiat görüntülerini olduğu gibi almaları ve onlar­dan ders
    almamalarıdır. Gerçeğe (Hakk) uyanık olmak sadece insanın ümitlerini bu
    dünyadan ahirete çevirmesi değil, aynı zamanda bu dünyada serpili olan Allah’ın
    âyetlerinden de ders almasıdır:

    «Gökte burçları kıtan,
    onların içinde bir aydınltk ve nurlu bir ay vareden (Allah) ne yücedir. O gece
    ile gündüzü birbiri ar­dınca kılandır; öğüt attp-düşünmek isteyenler ya da
    şükretmek isteyenler içinj* (Furkan: 61-62)

    Kureyş liderleri
    küstahça peygamberden bu âyetleri (işaretleri veya mucizeleri) göstermesini, ya
    gökten onu destekleyen bir melek gelmesini, ya da onun göğe yüksel­mesini
    İstiyorlardı. Ve birgün, dolunayın henüz Hıra dağmın tepesine çıkıp ortalığı’
    aydınlattığı bir gecede, bir grup kâfir peygambere yaklaştılar. Ve eğer
    gerçekten Al­lah’ın Rasulü ise Ay’ı ikiye bölmesini istediler. Mı
    “”Tünleri ve kararsızları da içeren büyük bir topluluk vardı ve bu
    istek yerine getirildiğinde tüm gözler parlayan Ay’a çev­rildi. Büyük bir
    şaşkınlık içindeydiler, çünkü Ay ikiye ay­rılmış ve her biri dağın bir yönünde
    parlıyordu. Peygam­ber «İşte şahit olun- dedi. Fakat asıl ay’ı ikiye bölmesini
    isteyenler bu optik mucizeyi reddettiler ve onun büyü ol­duğunu söylediler
    (Kamer: 1-2). Diğer taraftan inananlar sevindiler ve kararsızlardan bazıları
    imâna yaklaştı, bazı­ları ise gerçekten İman etti.

    Böyle isteklere karşı
    Allah’tan gelen bu cevap bir is­tisnaydı. Çünkü Kurevş’in istediği diğer
    mucizeler onlar istediğinde değil, Allah’ın dilediği zaman meydana gel­mişlerdir.
    Bunlardan başka sadece İnananların şahit ol­duğu küçük mucizeler de vardı.
    Fakat bu tür harikalar yeni dinin merkezinde bir konuma sahip değildi, çünkü
    İsa’nın bir önceki vahyin mucizesi olması gibi, bu vahyin mucizesi de Kur’an’ın
    kendisiydi. Kur’an’a göre İsa, hem Allah’ın elçisi hem de «O’nun kelimesidir.
    Onu (Ol keli­mesini) Mer’yem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur» (Ni­sa: 171).
    Aynen Allah’ın kelimesi olan İsa’da olduğu gibi şimdi de Allah’ın kelimesi olan
    Kur’an’la İslâm gerçek bir din oluyordu. Bu kelâmın (Kur’an) işlevlerinden biri
    de. İslâm’a hanif bir din olarak bakıldığında (Rum: 30) insan­da zaman geçtikçe
    körelen ve yanlışlıklara yönelen duygu­lan tekrar uyandırmaktı. Bu nedenle
    Kureyş Peygamber’den mucize göstermesini istediğinde Kur’an’ın cevabı, on­ları
    her zaman gördükleri, fakat üzerinde düşünüp ibret almadıkları şeylere
    yöneltmek olmuştur:

    «Kendileri bir
    bakmıyorlar mt o deveye, nasıl yarat Odı?

    (ğoğe; nasıl
    yükseltildi*

    Dağlara; nasıl
    oturtulup-kuruldu? Yere: nastî yayılıp, döşendi?» (Gaşiye: 17-20)

    İnananlardan beklenen
    korku ve ümidin her ikisi de Allah’a götüren davranışlardır. Allah’a şükür
    belirtisi ola­rak söylenen «Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır,, sö­zü aynı
    zamanda korku da taşır ve hamdedeni ve h&m,-dolunam doğruca tüm iyiliklerin
    kaynağı olan uluhr/ete götürür. «Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla» sö?u
    insanı ümitle aynı yöne yöneltir. Bu korku ve ümit en be­lirgin bjr şekilde
    Fatiha Suresinde toparlanmıştır (Kur’-an’ın ilk suresi [1]olduğu
    için Açan anlamında Fatiha is­mi verilmiştir:)

    «Hamd, Alemlerin
    Rabbi. Rahman, Rahim ve Din gutumun maliki olan Allah’adır. Biz yalnızca Sana
    ibadet eder ve yalnızca senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet,
    kendilerine nimet ver­diklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıkhmnkine
    değil» (Fatiha 2-7).

    îslâm öğretisinin en
    güzel ve tam ifadesini yapan diğer bir sure de Kur’an’ın son surelerinden biri
    olan fhlas Sü­residir. Bu sure, putperestlerin Peygamber’den, Allah’ı ta­nımlamasını
    istediğinde indirilmiştir:

    «De ki: O Allah
    birdir.

    Allah Samed’dir (her
    şey ona muhtaçtır, daimdir, hiçbir şe\e

    İhtiyacı olmayandır).

    O. doğurmamtştır ve
    doğurulmamışlır.

    Ve hiç bîr şey O’nun
    dengi  değildir(ihlasSuresi).

     



    [1] Son düzenlemede ilk sıradadır, fakat nüzulde ilk
    değildir Fatiha’nın islâm’daki yeri büyüktür ve en azından her mü’-min onu
    günde onyedi defa okur.

     

  • Kureyşin Îleri Gelenleri Hz. Muhammedin Hayatı

    22. KUREYŞİN ÎLERİ GELENLERİ

     

    Peygamber (s.a.v.)’e
    tabi olanlar sürekli bir artış gös­teriyordu, fakat yeni dine girenlerin hemen
    hemen hepsi ya köle, ya azatlı, ya da Mekke dışındaki Kureyşlilerden
    oluşuyordu. İslâm’a girenler Vadi Kureyşlilerinden olsa bi­le, nüfuzlu bir
    aileden gelen fakat kendileri nüfuzlu olma­yan ve İslâm’a girişleriyle
    ailelerinin ve akrabalarının düşmanlığını üzerlerine çeken zayıf kişiler
    oluyordu. Aba ur-Rahman, Hamza ve Erkana istisna idi, fakat onlar da li­der
    konumunda olmaktan uzaktılar. Bu nedenle Peygambeı (s.a.v.) hiçbirinin, hatta
    amcası Ebu Talib’in bile kendisi­ne uymaya yanaşmadığı Kureyş ileri
    gelenlerinden biç ol mazsa bir kaçını kazanmak istiyordu. Eğer Ebu Cehil’in
    amcası Velid gibi güçlü bir şahsiyetin -Velid hem Mahzu nülerin şefi, hem de
    Kureyş’in gayri resmi şefi idi- deste­ğini kazanırsa, davetini daha kolay bir
    şekilde yapabile­ceği inanandaydı Velid aynı zamanda diğer Kureyş lider­lerine
    göre daha anlayışlı ve tartışmaya açık bir kimseydi ve bir gün Peygamber
    (s.a.v.) Velid’le yalnız konuşabile­ceği bir fırsat buldu. Fakat onlar sohbete
    dalmış bir hal­deyken henüz İslam’a girmiş kör bir adam yanlarından geçti;
    Peygamber (s.a.v.)*in sesini duyunca orada duru*, kendisine Kur’an’dan bir
    bölüm okumasını rica ettfc Bira; sabırlı olmasını ve uygun bir zaman beklemesi
    söylendi­ğinde kör adam o kadar ısrar etti ki, sonunda-Peygamber hiddetlendi ve
    yüzünü çevirdi. Sohbeti yarıda kesilmişti;

    fakat bu bölünme hiç
    bir kayıba sebep olmadı, çünkü Velid zaten, mesaja, ümitsiz denebilecek
    derecede kapalıydı O anda şu sözlerle başlayan yeni bir sûre nazil oldu-

    «Surat astı ve yüz
    çevirdi; kendisine o kör geldi diye». Vahy şöyle devam ediyordu:

    «Fakat kendini
    müstağni (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) gören İse, işte sen, onda “yankı
    uyandırmaya çalışıyorsun.’ Oysa, onun temizlenip arınmasından sana ne} Ama
    koşarak sana gelen ise, kt o ‘içi titreyetek korkar’ bir ‘durumdadır, sen ona
    aldırış etmeden oyalanıyorsun.» (Abese: 5-10).

    Bundan kısa bir süre
    sonra Velid kendini beğenmişli­ğini şu sözlerle ortaya koyuyordu: «Ben
    Kureyş’in en üs­tünü ve şefi olduğum halde, bana gelmiyor da Muhammed’e mi
    vahiy geliyor? İkimiz de iki şehrin iki büyüğü olduğumuz halde o ne bana ne de
    Taif in reisi Kbu Mes’-t gelmiyor da ona mı geliyor?» (Zubruf: 31). Ebu
    Cehil’in karşı çıkışı ise daha az cüretli fakat daha tutkulu idi. «Biz ve
    Abdu’l-Menaf oğullan aramızda şeref konusun­da yarış ederiz. Onlar başkalarını
    doyururlar ve korurlar, biz de aynısını yaparız. Onlar verirler, biz de onlarla
    aynı yansta burun buruna giden atlar gibi eşit oluncaya dek veririz. Şimdi
    onlar «Bizim adamlarımızdan biri Pey gam-ber’dir, ona gökten vahiy geliyor»
    diyorlar. Biz onun bir eşini ne zaman elde edeceğiz? Tanrıya andolsun ona hiç
    bir zaman inanmayacağız ve onun gerçeği söylediğini ka­bul etmeyeceğiz.»
    Şems’li Utbe’nin tutumu daha az olum­suzdu, fakat değerlendirmede onlarla aynı
    hataları yapı­yordu. Çünkü onun ilk düşüncesi ‘eğer Muhammed ger­çekten
    Peygamber’se ona uyulmalıdır’ değil, ‘onun Pey­gamberliği Abdu’l-Menaf
    oğullarına şeref getirecek’ olmuş­tur. Bir gün Ebu Cehil bu konudaki
    kızgınlığını belirte­rek Utbe’ye: «Ey Abdu’l-Menaf oğulları, işte sizin
    Peygamber’iniz var- dediğinde Utbe şiddetle şu karşılığı verdi: Biz bir krala
    veya bir Peygambere sahip olduğumuz için siz gücenmek zorunda mısınız?»
    Buradaki kral kelimesi Kusayy için kullanılıyor ve Manzum ilere, Abdu’I-Menafın
    Kusayy’ın oğlu olduğu, halbuki Mahzum’un sadece Kusayy’ in yeğeni olduğu
    hatırlatılmak isteniyordu. Peygamber (s.a.v.î, bu söylenenleri duyacak kadar
    yakındaydı, hemen yanlarına geldi ve onlara: «Ey Utbe, sen ne Allah, ne de onun
    rasulü için tartışıyorsun. Sana gelince ey Ebu Ce­hil sana bir felâket gelecek
    ve sen çok ağlayıp az gülecek­sin-  (Tab.
    X203, 3.).

    Kureyş’in çeşitli
    boyları arasında rekabet sürüyor ve en güçlü olanlar sürekli değişiyordu. O
    zamanlar en güç­lü iki boy Abdu’ş-Şems ve Mahzum idi. Utbe ve kardeşi Şeybe,
    Şems boyunun bir bölümünden sorumluydular. Ku­zenleri Umeyye kolunun lideri
    Harb ölmüş, yerine Utbo’-nin kızı Hind’le evlenen Ebu Süfyan geçmişti. Onun hem
    politikada hem de ticarette başarılı olması bir bakıma ada­leti korumasına,
    soğukkanlılığına ve bir avantaj kazana­cağına inandığında sabırlı olmasına
    bağlanabilirdi. Onun bu soğukkanlılığı, çok çabuk sinirlenen ve aceleci olan
    Hind’in sık sık kızmasına neden oluyordu, fakat Ebu Süf­yan kararını verdikten
    sonra onun fikirlerini çok az din­lerdi. Beklendiği gibi, o Peygamber*e karşı
    Ebu Cebirden daha az düşmanlık besliyordu.

    Bununla birlikte,
    Kureyş liderlerinin Peygamber (s.a v) ‘e karşı tutumları farklı olsa da, hepsi
    de mesajı reddet­me konusunda aynı fikirdeydiler. Hayatta belirli bir ba­şarı
    kazanmış olarak, hepsinde tüm Arabistan’da kabul edilen, bir insanın hamiyeti
    ideali hakimdi. Zenginlik bu şerefin bir yönü değildi, fakat bu amaca ulaşmak
    için zen­ginlik gerekliydi. Şerefli ve kerem sahibi-bir adam bir ko­ruyucu ve
    müttefik olmalıydı, yani kendisinin de dayandı­ğı bazı müttefikler varolmahydı.
    Bunu da kendi evlilikleri, ki7İ_n ve oğullarının evlüikleriyle kurduğu bağlar
    saye­sinde başarabilirdi. Fakat böyle bir konumu kazanmada en önemli etken
    zenginlikti, çünkü şerefli bir «dam iyi bir ev sahibi olmak zorundaydı.
    Birtakım iyi özelliklere sahip olmak  
    sözkonusu idealin   gerçekleşmesi
    için   gerekliydi:

    Özellikle cömertlik bu
    idealde büyük bir rol oynuyordu, fakat bu iyi davranışların hiçbiri ahirette
    karşılık almak için yapılmıyordu. Tüm Arabistan’da, çok cömert, cesaret­li ve
    koruma, ittifak, garanti veya başka herhangi bir şey için verdiği sözde duran
    biri olarak tanınmak ve öldük­ten sonra da böyle anılmak, onlar İçin yaşama
    asıl anlamı­nı veren büyük bir şeref ve ölümsüzlük idi. Velid gibi adamlar
    böyle bir şerefe sahip olduklarından emindiler; bu da onların, bu hayatın -yani
    onların basan ve şeref kazandıkları Hayatin- geçiciliğini vurgulayan bir mesaja
    kulaklarını kapatmalarına neden oluyordu. Onların şereı ve ölümsüzlükleri
    Arabistan’ın aynı kalmasına, Arap ide­allerinin geçmişten geleceğe sürekli
    aktarılmasına bağlıy­dı. Hepsi de değişik derecelerde Vahyin diline ve üslubuna
    karşı duyarlıydılar. Fakat anlamına gelince, aşağıdaki gibi babalarının hiçbir
    şey kazanmadığını ve onların tüm ça­balarının boşa gittiğini vurgulayan
    âyetlere gönüllerini kapatmışlardı: «Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve (eğ­lence
    türünden) ‘tutkulu bir oyalanmadır’ Gerçekte ahiret yurdu ise, .asıl hayat
    odur. Bir bilselerdi.» (Ankebut: 64).

     

  • Kureyş’in Teklifleri Ve İsteklebî Hz. Muhammedin Hayatı

     

    21. KUREYŞ’İN TEKLİFLERİ VE İSTEKLEBÎ

     

    O günden sonra Hz.
    Hamza teslim oluşunu korudu ve Peygamber’in tüm isteklerine uydu. Onun İslâm’a
    girmesi Kureyş’i çok etkiledi; artık Peygamber’e, Hamza’nın koruya­cağım
    düşünerek, direkt saldırılarda bulunamıyorlardı. Di­ğer taraftan, bu
    beklenmedik olay onların meselenin asıl Önemini daha iyi kavramalarını sağladı
    ve kendilerine gö­re Araplar arasındaki yüksek konumlarına zarar verecek olan
    bu gelişmeyi önlemek ve durdurmak için yeni çözüm­ler arama çabalarını da
    artırdı. Bu tehlikeyi düşünerek taktik değiştirmeye ve Abdu’ş-Şems’in ileri
    gelenlerinden Utbe İbn Rebia’nın mecliste yaptığı öneriyi kabul etmeye karar
    verdiler. Utbe: «Niçin Muhammed (s.a.v.)’e gidip ka­bul edeceği bazı
    tekliflerde bulunmuyoruz?» dedi. «Kabul ettiklerini, bizi rahat bırakması
    karşılığında veririz.» Pey­gamber (s.a.v.)’in Kâ’be yalanında yalnız başına
    oturduğu haberi geldi. Utbe hemen meclisten ayrıldı ve Mescid’e git­ti. O bu
    görevi, Haşim’in kardeşi Abdu’ş-Şems’in torunu olduğu için üstlenmişti.
    Kusay’ın oğlu Abdu’l Menaf’tan sonra iki oğlu Abdu’ş-Şems ve Haşim kabileleri
    birbirinden ayrılmış iseler de, farklılıkları büyük atalarının ortak olu­şuyla
    kapatılabilirdi. Bunların yanısıra Utbe, Kureyş için­de en az şiddet taraftan
    olan ve daha çok uzlaşmacı ka­raktere sahip bir adamdı; aynı zaman da çok da
    akıllıydı”

    Peygamber’e: -Ey
    kardeşimin oğlu,» dedi, «Sen, bildı-ğin gibi kabilenin soylulanndansm ve   senin soyun sana

    şerefli bir konum
    sağlıyor. Fakat sen halkına ciddi ve teh­likeli bir mesele getirdin, bununla
    onların topluluğunu birbirinden ayırıyor, onların yaşam tarzının saçma oldu­ğunu
    söylüyor, dinlerini ve tanrılarını küçümsüyorsun ve onların atalarına kafir
    diyorsun. Şimdi benim önerdikleri­mi dinle, sana uygun olanı kabul et. Eğer
    istediğin zengin-Ukse, mallarımızı birleştirir seni aramızda en zengin kim­se
    yaparız. Eğer istediğin şerefse, seni liderimiz yaparız ve senin sözünden hiç
    çıkmayız. Ve eğer kıral olmak istiyor­san seni kıral yaparız. Eğer sana
    musallat olan cinden ve hastalıktan kurtulamıyorsan sana bir hekim buluruz ve
    iyileşene dek senin için tüm servetimizi harcarız.» Konuş­masını bitirdiğinde
    Peygamber ona: «Ey Velid’in babası, şimdi beni dinle» dedi. Utbe «dinleyeceğim»
    deyince, Pey­gamber (s.a.v.) kendisine, yeni gelen surelerden birini oku­du.

    Utbe, kazanmak
    istediği kişiyi etkilemek için biraz ol­sun dikkatle dinliyor izlenimi vermek
    istiyordu, fakat bir­kaç cümle dinledikten sonra tüm bu düşünceler yerini oku
    nan kelimelerin anlamlarını düşünmeye bıraktı. Ellerini arkasına dayayarak
    oraya oturdu, dinledikçe ellerinin üs­tüne daha çok yükleniyordu; kulaklarına
    nüfuz eden dilin güzelliği karşısında şaşırmıştı. Okunan âyetler[1]
    Vahy’in kendisinden, yerlerin ve göklerin yaratılışından bahsedi­yordu. Eski
    peygamberlere, onlara tabi olmayı reddeden topluluklara ve onların nasıl
    Cehennemi boyladiklanna de­ğinen ayetler bunu takip ediyordu. Daha sonra
    inananla­ra değinen ve onlara bu dünyada melekler tarafından ko­runmayı,
    ahirette de ebedi mutluluğa ulaşmayı vadeden bir pasaj geliyordu. Peygamber
    (s.a.v.) okumasın» şu cüro-leierle bitirdi:

    «Gece, gündüz, güneş
    ve ay O’nun âyetlerindendir. Siz güne­şe de, aya da secde etmeyin. Allah’a
    secde edin ki, bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O’na ibadet edecekseniz»
    (Fussilet: 37).

    Bunun üzerine
    Peygamber hemen başını yere koyarak secde etti. Daha sonra şöyle dedi: «Ey
    Ebu’l-Velid duyduk­larını duydun, şimdi her şey onlarla (duyduklarınla) senin
    aranda.*

    Utbe, arkadaşlarının
    yanma döndüğünde onlar, Ubte-nin yüzündeki İfade değişikliğine öyle
    şaşırrtuşlardı ki «Sana ne oldu ey Ebu’l-Velid?» demekten kendilerim ala­madılar.
    Onlara şu cevabı verdi: «Şimdiye dek hiç duyma­dığım sözler duydum. O şiir
    değil, Tanrı’ya andolsun büyü ve kehanet de değil. Ey Kureyşliler,
    söylediklerime kulak verin ve benim dediklerimi yapın. Bu adamla işi arasına
    girmeyin, onu kendi haline bırakın, çünkü Allah’a yemin ederim ki ondan
    duyduğum sözler büyük haberlerdir. Eğer Araplar onu yok ederse onu başkalarının
    ellerinde kay­betmiş olursunuz, ama eğer Araplara üstün gelirse, onun
    hakimiyeti sizin hakimiyetiniz, onun gücü sizin gucunuz olur. Böylece
    insanların en şanslısı olursunuz.» -Seni diliy­le büyülemiş» diye onunla alay
    ettiler. «Size benim kişisel fikrimi söyledim, neyin en iyi olduğunu
    düşünüyorsanız onu yapın» dedi. Onlara daha fazla karşı çıkmadı, Kur’an
    âyetleri onda çok kısa süreli bir etki yaratmıştı. O sırada, Utbe Peygamber’e
    sorduğu soruların hiçbirine cevap geti­remediği için, içlerinden biri şöyle
    dedi. «Muhammed’e ha­ber gönderelim, onunla konuşalım ve tartışalım ki denen­memiş
    hiç bir yol bırakmayalım». Bunun üzerine ona Söy­le bir haber gönderdiler:
    «Kabilenin ileri gelen soyluları seninle konuşmak için toplandı.» Peygamber
    (s.a.v onla­rın tutumlarını değiştirdiğini düşünerek hızla yanlarına gitti.
    Onları gerçeğe (Hakk)a ulaştırmak istiyordu, fakat onlar kendisine daha önce
    yapılan teklifleri sıralamaya baş­layınca bütün ümitleri kayboldu.
    Konuşmalarını bitirdikle­rinde onlara şöyle dedi: «Ben büyülenmiş değilim,
    aranız­da en şerefli olmayı veya kralınız olmayı da istemiyorum. Bilâkis Allah
    beni size bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap verdi, sizi hem uyarmamı
    hem de müjdelememi emretti. Size Rabbimin mesajını ilettim ve iyi tavsiye­lerde
    bulundum. Eğer size   getirdiklerimi
    kabul ederseniz,bu sizin için. hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluş­tur;
    fakat eğer getirdiklerimi kabul etmezseniz, o za­man sizinle benim aramda
    Allah’ın hüküm vermesini bek­liyorum»[2].

    Onlarıtek cevabı daha
    önce kaldıkları yerden devam etmeleriydi. Eğer onların tekliflerini kabul
    etmiyorsa, Al­lah’ın elçisi olduğunu ispatlayacak birşeyler göstermeliydi, o
    zaman mesele hallolurdu. «Rabbinden çevremizdeki dağ­lan kaldırmasını, toprağı
    dümdüz yapmasını ve ülkemiz­den Irak ve Suriye’deki gibi nehirler akıtmasını
    iste. Ata­larımızdan birinin, örneğin Kusay’ın dirilmesi için dua et. biz de
    ona Söylediklerinin doğru olup olmadığını soralım. Veya eğer bizim için bunları
    istemeyeceksen kendin için birşeyler iste. Allah’tan senin sözlerini doğrulayıp
    bizim­kileri yalanlayacak bir meirtc indirmesini iste. Sana bah­çeler,
    saraylar, altın ve gümüş hazineleri versin ki senin Allah katında ne kadar
    değerli olduğunu görebilelim.» Pey­gamber onlara şöyle cevap verdi: «Ben
    Allah’tan böyle şeyler isteyecek değilim, çünkü O beni uyarmam ve müj­delemem
    için gönderdi.» Onu dinlemeyi reddederek şöyle dediler: «O zaman gökyüzünü
    parça parça üzerimize in­dir.» Bunu su âyete karşı söylüyorlardı: «Eğer biz
    dilersek onları yerin-dibine geçirir, ya* da gökten üzerlerine parça­lar
    düşürürüz» (Sebe’, 0.) «Karar verecek olan Allah’tır, di­lerse yapar» diye
    cevap verdi Peygamber (s.a.vj.

    Alaylı bakışlarla,
    cevap vermeden başka bir konuya geçtiler. Onlara göre, Vahyin en şaşırtıcı ve
    etkileyici yönü Rahman isminin çok sık geçmesiydi, bu Peygamber (s.a. v.)*in
    herhalde ilham kaynağı olmalıydı. Surelerden biri «Rahman, Kur’an’ı öğretti»
    (Banman, I.) sözleriyle başlı­yordu. Muhamed (s.a.v.)’in söylediği şeyleri
    Yemame’li bir adamdan öğrendiği söylentisini kabul etmek işlerine geldi­ği için
    şöyle diyorlardı: «Sana öğretilen her şeyuı Yema­me’li Rahman adındaki bir
    adamdan kaynaklandığını duy­duk, biz Bahman’a kesinlikle inanmayız». Peygamber
    sessiz kaldı, onlar şöyle devam ettiler- «Muhammed (s.av.1, şimdi biz
    sözlerimizin doğruluğunu ispatladık, ve Tanrı’va andolsun ki seni rahat
    bırakmayacağız, sen bizi veya biz seni yok edinceye kadar savaşacağız.»
    İçlerinden biri şun­ları da ekledi: «Sen bir merdiven alıp göğe tırmanıncayn ve
    söylediklerini doğrulayacak dört melek gelinceye dek sana inanmayacağım. O
    zaman bile sanırını sana inan­mam.» Bunları söyleyen Mahzum’lu Ebu Umeyye’nin
    oğlu Abdullah idi. Abdullah, babası tarafından Ebu Cehil’in ku­zeni oluyordu;
    fakat annesi Âtike, Abdu’l-Muttalib’in kı­zıydı ve kardeşinin, yani
    Peygamber’in babasının ölümün­den sonra oğluna onun adım koymuştu. Halkının
    ileri ge­lenleriyle arasındaki bu uzaklığın üzüntüsüne bir de on yakın
    akrabalarından birinden bu sözleri duyma üzüntüsü eklenmişti.

    Kendisine karşı en
    fazla nefret besleyen kavim olan Mahzumilerden sadece bir kişi, halası
    Berre’nin oğlu Ebu Seleme islâm’a girmişti ve yine o taraftan yeni dine bek­lenmedik
    güçlü bir destek geiiyordu. Ebu Seleme’nın oa-basi tarafından kuzeni olan Erkam
    adında zengin bir ak­rabası vardı -ikisinin Mahzumlu olan dedeleri kardeşti- \c
    Erkam Peygamber (s.a.v.) ‘e gelip «La ilahe illallah» Allah’­tan başka tanrı
    yoktur «Muhammedün Resulullah» Muham­med «onun elçisidir diye inancını
    açıkladı. Daha sonra Safa Tepesi eteklerindeki büyük evini İslâm’ın hizmetine
    verdi O zamandan sonra mü’minler, Mekke’nin ortasında görül­me ve rahatsız
    edilme kaygısı taşımadan sığınabilecek \o birlikte ibadet edebilecek bir yer
    bulmuşlardı

     

     



    [1] Kur’an’ın her cümlesi ‘ayet’ adını alır, yani ders
    veren işa­ret.

     

    [2] I.1.188.

     

  • Ebu Cehil Ve Hamza Hz. Muhammedin Hayatı

    20. EBU CEHİL VE HAMZA

     

    Mekke’de mü’minlerin
    sayısındaki artış, beraberinde kâfirlerin düşmanlığındaki artışı da getirdi.
    Bir gün Ku-reyş ululan Hicr’de toplanmış, Peygamber’e karşı birbirle­rinin
    kızgınlıklarını alevlendiriyordu.’ Tam o sırada Pey­gamber (s.a.v.) Mescid’e
    girdi. Kâ’be’nin doğu köşesine giderek, Hacerü’l-Esved’i öptü ve tavafa
    başladı. O Hicr’in yanından geçerken, Hicr*dekiler onun aleyhine söyledikleri
    şeyleri daha yüksek sesle söylüyorlardı. Peygamber’in on­ları işittiği yüzünden
    belli oluyordu. Hicr’in yanından ikin­ci kez geçti, onlar tekrar hakaret
    ettiler. Fakat üçüncü kez geçişinde onların önünde durdu ve: «Ey Kureyş, beni
    işi­tiyor musunuz? Nefsim elinde olana yemin ederim ki size katliam gelecek»[1] Bu
    sözler ve onların söyleniş şekli onları sanki büyülemişti. İçlerinden hiçbiri
    ne hakaret edebildi, ne de konuşabildi. Sonunda içlerinde en sinirli ve sert ya­pılı
    olanı, büyük bir nezaket içinde: «Ey Bbul-Kasun, yolu­na git, çünkü Tanrı’ya
    andolsun sen cahil bir aptal değil­sin» diyerek sessizliği bozdu. Fakat
    herkesin sessiz kaldığı bu süre uzun sürmedi. Çünkü orada bulunanlar bu denli
    korktukları için kendilerini suçlamaya başladılar ve şim­diki zayıflıklarını
    gelecekte tamir edeceklerine yemin etti­ler.

    İslam’ın en kötü
    düşmanlarından biri, ailesi ve arka-daşları arasında   Ebul-Hakem diye anılan mü’minlerinse

    adını Ebu Cehil
    (cehaletin babası) koydukları Mahzum ka­bilesinden. Amr idi. Muffire’nin tonmu,
    o zaman Mahzumj- basında bulunan yaşlı Velid’in de yeğeni oluyordu Cehil
    amcasından sonra onun yerini, alacağından temindi. Kendisi için şimdiden
    Mekke’de belirli bir konum sağlamıştı. Bu konum hem zenginlimi, hem konukseverlik
    hem de kendisine karşı çıkanlardan öç alma konusunda gösterdiği sertlik ve
    acelecilikten kaynaklanıyordu. O ge­çen hac döneminde hacıları Peygamber
    (s.a.v.)’e karşı uyarmak için çalışanların en usanmazı ve Peygamber [2]s.a.
    büyücü diye adlandıranların en bagırgam idi. Kendi klanmdaki çaresiz mü’minlere
    karşı acımasızlıkta ve diğer klanları da aynı şeyi yapmaya teşvik etmekte çok
    etkindi. Fakat birgün, kendisine rağmen, yeni dine büyük bir hiz­mette bulundu.

    Peygamber (s.a.v.),
    Mescid’in dışında Safa kapısı ya­kınında oturuyordu. Hacılar kapıya yakın olan
    Safa tepe­sinden başlayan ve 450 yarda kuzeydeki Merve tepesinde biten yedi kez
    gidip gelme farzına bu kapıdan başladıkla­rı için kapıya Safa kapısı adı
    verilmiştir. Safa’nm etekle­rindeki bir kaya parçası bu ibadetin başlangıç
    yerini işa­ret eder. Ebu Cebir yanından geçtiğinde Peygamber (s.a. s.) bu
    kutsal yerde tek başına oturuyordu. Mahzumlunun bir önceki seferde korkmadığını
    göstermek için bir fırsat çıkmıştı; Peygamber’in önünde durarak ağzına gelen
    tüm küfürleri ona karşı söyledi. Peygamber sadece ona baktı, fakat hiçbir şey
    söylemedi. Sonunda yapabileceği tüm ha­karetleri bitirdikten sonra Ebu Cehil,
    Hicr’de toplanmış olan diger Kureyşlilere katılmak üzere Mescid’e girdi. Pey­gamber
    üzüntüyle ayağa kalktı ve evine döndü.

    O gittikten hemen
    sonra, yayı boynunda asılı bir hal­de avdan dönen Hamza karşıdan gözüktü. Avdan
    döndük­ten sonra, ailesinin yanma gitmeden önce Kâ’be’yi ziyaret etmek onun
    adetiydi. Onun yaklaştığım görünce, Safa ka­pısına yakın olan evinden bir kadın
    çıktı ve onu durdur­du. Bu kadın, şimdi hayatta olmayan ve yirmi yıl kadar önce
    Haf’ul-Fadûtu kuranlardan biri olan Teym kabilesınin şefi Abdullah İbn Cu’dan’m
    azathlarındandı. Cud’an ailesi, Ebu Bekir’in kuzenleri oluyordu, Peygamber
    (s.a.v.)’e ve dinine bağlı olan bu kadın Ebu Cehil’in hakaretlerini duymuş ve
    çok sinirlenmişti. Hz. Hamza’ya: «Ebu Umare-, dedi, Hişam’ın oğlu Ebu’l-Hakem’in
    kardeşinin oğlu Muhammed’e nasıl davrandığım bir görseydin, O burada oturur­ken
    geldi ve- ona hakaret etti, onunla alay etti. Daha son­ra cekiü etti -Nereye
    gittiğini belirtmek için Ka’be’ye doğ­ru işaret etti- -Muhammed ise bir tek
    kelime bile söyleme­di». Hamza, yumuşak huylu ve anlaşılması kolay bir insan­dı.
    Bununla birlikte O, Kureyş’in en cesuru İdi, kızdırıldı-ğında ise en başeğmez
    ve en sert adamı olurdu. Şu anda onun güçlü yapısı kızgınlıktan sarsılıyordu.
    Onun bu kız­gınlığı ruhundan bazı şeyleri kaldırdı, özgürlüğe kavuştur­du,
    ruhunda daha önce varolan bazı şeylerin tamamlan­masını sağladı. Kâ’be’ye giren
    Hamza doğruca Ebu Cehil’ in yanına gitti, yanında ayakta durarak elindeki yayı
    tüm gücüyle arkasına indirdi. «Ona hakaret edecek misin?- de­di, «Ben de onun
    dinindenim, onun iddia ettiklerinin hep­sini onaylıyorum. Eğer karşı çıkmaya gücün
    varsa bana karşı çık.» Ebu Cehil korkak değildi, fakat bu kez mesele­nin
    kapanmasının daha İyi olacağını düşünüyordu. Bu yüz. den ona yardım etmek için
    yerlerinden kalkan Mahzum ile­re oturmalarını işaret etti ve şöyle dedi:
    «Bırakın, Ebu Umare istediğini yapsın, çünkü Tanrıya andolsun onun kardeşinin
    oğluna çirkince küfür ettim.»

     



    [1] I.I. 183.

    [2] Umare, Hamza’mn kızıydı. Araplar arasında bir birine
    hi­tap etmenin en kibar yolu erkeklere -şunun babası lEbu)-kadınlara da «bunun
    annesi (Ümmü)» diye hitap etmektir.

     

  • Evs Ve Hazreç Hz. Muhammedin Hayatı

     

    19. EVS VE HAZREÇ

     

    Evs ve Hazrec
    kabileleri kendileriyle birlikte Yesrib’de yaşayan bazı yahudi kabileleriyle
    müttefiktiler. Fakat ara­larındaki ilişki çoğunlukla kötü duygularla örülmüştü.
    Bu­nun nedeni ise tek tanrıcı Yahudilerin, Allah’ın seçilmiş kullan olarak, çok
    tanrıcı Araplara güçlerinden dolayı saygı duymalarına rağmen bir kıskançlık
    beslemeleriydi. Yahudiler sıkıntıya düştüklerinde ise şöyle diyorlardı
    «Gönderilecek olan Peygamberin zamanı şimdidir. O bize geldiğinde biz sizi, Ad
    ve irem1 kavimlerinin yerle bir edil­mesi gibi yok edeceğiz» Yahudi alimleri ve
    kâhinler, Peygamber’in nereye geleceğini soranlara çoğunlukla Mekke ile aynı
    yönde olan Yemen tarafını işaret ederlerdi. Bu ne­denle Yesribliler, Mekke’de
    Peygamber olduğunu iddia eden bir adamın varolduğunu duyunca dikkat kesildiler;
    getirdiği mesajın özelliklerini duyduklarında ise daha çok ilgi duydular, çünkü
    onlar eskiden beri tek tanrıcı akide­ye aşinaydılar. Yahudiler, onlarla daha
    iyi geçindikleri za­manlarda, onlara Tann’nin birliğini ve insanın esas amacı­nın
    [1]»
    olduğunu anlatırlar ve birlikte bu konuyu tartışır­lardı, öldükten sonra
    dirilme fikri çoktanrıcı putperestler için kabul edilmesi zor bir konuydu. Bir
    keresinde Yahudi alimlerinden biri bu konuyla İlgili olarak güneyi işaret
    ederek, orada tekrar diriliş gerçeğini tasdik edip ispatlayacak bir peygamberin
    geleceğini söylemişti.                            

    Arapların Mekke’den
    gelecek olan haberlere bu kadar dikkat etmeleri, dolaylı olarak,
    Îbnu’l-Heyyebân adında Su­riye’den Yesrib’e göçmüş ve yağmur sularıyla vadiyi
    bir­kaç kez kuraklıktan kurtarmış olan bir Yahudi’den kay­naklanıyordu. Bu
    dindar adam, Peygamber (s.a.v.)’e ilk Vahy’in geldiği sıralarda Öldü. Öleceğini
    anlayınca etra­fındakilere şöyle dedi: -Ey Yahudiler, beni ekmek ve şa­rabın
    bol olduğu bir ülkeden açlık ve zorluk çekilen bu ül­keye getiren sebebi bir
    düşünün?» «Sen daha iyi bilirsin-dediler. «Bu ülkeye, gelmesi yakın olan
    Peygamber’i karşı­lamak için geldim. O bu ülkeye hicret edecek. Benim yaşa­mım
    süresinde gönderileceğini ve benim de ona tabi ola­cağımı ümit ediyordum. Onun
    size gelmesi yakındır»[2] ce­vabını
    verdi. Bu sözler bazı Yahudi gençlerini çok etkile­di ve Peygamber (s.a.v.)
    geldiğinde, Yahudi olmamasına rağmen onu kabul etmelerini sağladı.

    Fakat genelde, Araplar
    adamı tasdik ederken getirdi­ği mesajı kabul etmiyor, yahudiler ise mesajı
    kabul ediyor, ancak yanlış adam olduğunu düşünüyorlardı. Çünkü Allah seçilmiş
    milletten olmayan birini nasıl Peygamber gönderebilirdi? Bununla birlikte
    hacılar Peygamberle ileili haberleri Yesrib’e ulaştırdığında, yahudiler kendilerinden
    olmamasına rağmen bu haberlere ilgi duyuyor ve daha ay-nntılı bilgi
    istiyorlardı. Yesrib Arapları bu ilgiyi farkettik-lerinde ve yahudi alimlerinin
    ilgisinin daha çok mesajın monoteist olması üzerinde yoğunlaştığını
    gördüklerinde, bu haberleri taşıyanlar gibi onlar da etkilenmekten kendileri­ni
    alıkoyamadılar.

    .Bunların yanısıra
    Hazreçliler, şimdi bir Peygamber ol­duğunu iddia eden ve daha önce çocukken
    annesiyle, son­raları da Suriye’ye giderken bir çok kez Yesrib’e uğramış, olan
    bu adamla aralarında güçlü kan bağı olduğunun far­kındaydılar. Evs’e gelince,
    onların ileri gelenlerinden biri, Ebu Kays, Hatice ve Varaka’nm halası olan bir
    Mekke’li İle evlenmişti. Ebu Kays çoğunlukla Mekke’de, karısının ailesiyle
    birlikte kalıyor ve Varaka’nm yeni Peygamber’le ilgili görüşüne katılıyordu.

    Hacılar ve Mekke’yi
    ziyaret edenlerin getirdiği haber­lerle desteklenen tüm bu faktörler, vadi
    halkı üzerinde et­kisini göstermeye başladı. Fakat o an için asıl önemli olan
    kendi iç sorunlarıydı. Bir Evs’li ve bir Hazreç’li arasında kan dökülmesiyle
    biten çatışma, iki kabileden de bir çok boyun savaşa girmesine sebep oldu.
    Hatta yahudiler bile bir tarafla müttefik oldular. Üç çatışma olmuştu, fakat bu
    çatışmalar engelleyici olmaktan çok insanların kin ve 6c-alma duygularını
    kabartmıştı. Diğerlerinden daha buyuk dördüncü bir çatışma kaçınılmaz
    görünüyordu. Bu neden­le Evs’in ileri gelenleri Mekke’ye, Kureyşlüerden
    Hazrec’e karşı yardım istemek üzere bir delege göndermeye karar verdiler»

    Delegeler, Kureyş’ten
    cevap beklerken Peygamber (s a.v.) onların yanlarına gitti ve geldikleri şeyden
    daha gu-zel ve iyisini isteyip istemediklerini sordu. Bu daha iyinin ne
    olabileceğini sordular; o da görevinden ve tebliğ etmek­le yükümlü olduğu
    dinden bahsetti. Daha sonra onlara Kur’an’dan bir bölüm okudu. Bitirdiğinde
    Muaz’ın oğlu îyas şöyle dedi: «Arkadaşlar, bu bizim geldiğimiz şeyden r?aha
    iyidir». Fakat delegenin lideri yerden bir avuç toprak al;* i ve gencin yüzüne
    atarak: «öyleyse, o senin olsun, ha­yatıma yemin ederim ki biz bundan başka bir
    şey için geldik.» dedi. lyas sesini çıkarmadı ve Peygamber ts.a.v.) onların
    yanından ayrıldı. Kureyş onlann yardım isteklerin ı geri çevirdi, onlar da
    Medine’ye döndüler. Bundan kısa bir süre sonra îyas öldü, ölümünde yanında
    olanlar onun Ölene kadar Allah’ın birliğine şehadet getirdiğini söyledi­ler. Bu
    nedenle, O, islâm’a giren ilk Yesrib’ü olarak sayıla­bilir.

     

     



    [1] Ad ve İrem, kendilerine gönderilen peygamberlere
    uymayı reddettikleri için aniden helak olan Eski arap kavimleridir.

    [2] I.I. 136.

     

  • Kureyş Karşı Çıkıyor Hz. Muhammedin Hayatı

     

    18.   KUREYŞ
    KARŞI ÇIKIYOR

     

    islAın’ıa ilk
    günlerinde, Peygamberin etrafındakiler sık sık gruplar halinde Mekke’nin
    dışındaki derelere gider ^e kimseye görünmeden cemaatla namaz kılarlardı. Fakgt
    bir gün bir kaç putperest onlar namaz kılarken yanlarına geldiler ve alay
    etmeye başladılar. Sonunda karşılıklı ça­tışma başladı ve Zühre kabilesinden.
    Sa’d kafirlerden bi­rine bir devenin kaburgası ile vurdu ve onu yaraladı. Bu İslam’da
    ilk kan dökme idi. Fakat o günden sonra, Allah aksini emredinceye dek şiddetten
    kaçınmaya karar verdı-‘fcr. Çünkü Vahv sürekli olarak Peypamber’e. dolavtsıvte
    .onlara sabrı tavsiye ediyordu: «Onların demftlrine karşı şefi sabret ve
    onlardan güzel kopma (düşünce ve eylem ba-. lamından köklü bir tutum) İle kopup
    ayrıl» (Müzzemmil: 10). ve «Sen şimdi o küfretmekte olanlara bir mühlet ver,
    kendilerine az bir süre tanı.» (Müzemmil: 10)

    Bu şiddet eylemi iki
    taraf için de bir İstisna teşkil edi­yordu. Çünkü Kureyş’in tümü, Peygamber
    (s.a.v.) onu açık­ça tebliğ ettikten sonra bile, yeni dine hoşgörü gösteri­yordu.
    Bu hoşgörü, yeni dinin kendi tanrılarına, ilkelerine ve kökleşmiş geleneklerine
    karşı çıktığını farketm eleri ne dek devam etti. Bunun farkına vanr varmaz,~bir
    grup ileri gelen adam Ebu Talib’e gitti ve onun yeğeninin etkinlikle­rini
    sınırlaması gerektiğini söylediler. Ebu Talib onlara ya­tıştırıcı bir cevap
    verdi; fakat onun hiçbir şey yapmadığı­nı görünce tekrar ona geldiler ve şöyle
    dediler:   «Ey Ebu Talib, sen aramızda en
    şerefli ve en yüce konuma sahip olansın ve biz senden kardeşinin oğlunu kontrol
    altında tutmanı istedik, fakat sen böyle yapmadın. Tanrıya andol-sun ki,
    babalarımızın hor görülmesine, tanrılarımızla alay edilmesine ve tanrılarımıza
    küfredilmesine dayanamayız. Ya onu engelle, ya da biz her ikinize de savaş
    açalım.» Ebu Talib büyük bir üzüntü içinde yeğenine haber gönderdi. Geldiğinde
    ona kendisini tehdit ettiklerini söyledi ve: -Ey kardeşimin oğlu, kendini ve
    beni koru. Benim üstüme taşı­yabileceğimden fazla yük yükleme» dedi. Fakat
    Peygamber (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: «Allah’a andolsun ki, benim bu yolu
    bırakmam için Güneşi sağ elime, Ay’ı da sol eli­me verseler, Allah dinini
    zafere ulaştırmadıkça veya ben bu yolda harap olmadıkça bırakmam» (IX 168).
    Daha sonra gözlerinde üzüntü belirtileriyle gitmek üzere ayağa kalktı, fakat
    amcası onu. geriye çağırdı ve şöyle dedi: «Ey karde­şimin oğlu, git ve
    istediğini yap, çünkü Tanrı’ya andolsun ki seni hiçbir konuda yüzüstü
    bırakmayacağım.»

    Sözlerinin Ebu Talib
    tarafından yerine getirilmediğini görmelerine rağmen, Kureyşliler yine de onun
    yeğenine doğrudan saldırmakta tereddüt ettiler. Çünkü kabilesinin şefi olarak
    Ebu Talib, onu koruyabilecek güçteydi ve Mek­ke’deki her şef, kendi adına
    şeflik kurumuna saygılı olun­masını isterdi. Bu yüzden, ilk olarak Mekke’de
    hiçbir ko­ruyucusu bulunmayan ve yeni dine giren zayıf kişilerle uğ­raşmaya
    karar verdiler.

    O günlerde, birlikte meselenin
    özünü tesbit etmek için bir dayanışma kurulu oluşturdular. Durum çok ciddiydi,
    Hac zamanına kısa bir süre kalmıştı vo Arabistan’ın her ta­rafından Araplar
    Mekke’ye geleceklerdi. Kureygliler konuk­severlikleri İle meşhurdular. Onlar
    konuklarına sadece yi­yecek ve içecek sağlama bakımından değil, her geleni
    tan-nlanyla birlikte kabul ettikleri için konukseverdiler. Fa­kat bu yıl
    hacılar, Muhammed (s.a.v.) ve taraftarlarının, putları horgördüğünü
    farkedecekler ve babalarının dinini, bırakıp bir çok dezavantajlara sebep
    olacak yeni dine gir­meye çağrılacaklardı. Şüphesiz onların bir çoğu bir daha

    Mekke’ye gelmeyecekler,
    bu da hem ticareti hem de Mescid’in koruyucularının şerefini ve haysiyetini
    kötü duruma sokacaktı. En kötü ihtimal ise Arablann birleşerek Kureyş-lileri
    Kutsal Mescid’den çıkarmaları ve orayı başka bir ka­bilenin kontrolüne
    vermeleriydi, aynen Kureyş’in Huzaa’h-ları, Huzaa’lılarm da Cürhümileri
    kovmaları gibi. O halde Mekke’ye gelen Arab’lara, Muhammed’in (s.a.v.) Kureyş’i
    temsil etmediği iletilmeliydi. Fakat onun Peygamber oldu­ğunu yalanlamak kolay
    olsa da, bu, insanları onun konuş­malarını dinlemeye dolaylı bir teşvikten öte
    gitmiyordu. Çünkü onlar da merak edip kendileri karar vermek iste­yeceklerdi.
    Bunun yanısıra onlara söylenecek başka şeyler de olmalıydı; işte onların zaafı
    buradaydı. Bazıları onun için mecnun (deli) demeyi uygun buldu. Bazılarına göre
    ise o bir kahin, bir şair veya bir büyücü olmalıydı. Bu sı­fatlardan hangisinin
    hacıları daha çok etkileyip ikna ede­ceği konusunda, kabilenin en etkili adamı
    olan Muğirenin oğlu Velid’e danıştılar. Velid, bu sıfatların hedeften uzak
    olduğunu söyledi. Fakat ikinci bir kez düşündüğünde söz konusu adamın gerçekte
    bir büyücü olmasa da, büyücü­lerle ortak bir noktası olduğuna karar verdi. O
    bir adamı, babasından, kardeşlerinden, karısından veya genelde tüm ailesinden
    ayırma gücüne sahipti. Bu yüzden Velid onlara Muhammed (s.a.v.) ‘in kaçınılması
    gereken bir büyü gücü­ne sahip olduğu fikrinin ortak hücum alanı olması gerek­tiğini
    söyledi. Bu tavsiyeye uymaya karar veren Kureyş-liler, Mekke’ye ulaşan tüm
    yollan kesip, yolcuları bu ko­nuda uyarmaya da karar verdiler. Çünkü onlar
    Muham­med (s.a.v.) “in insan kazanmada ne denli başarılı olduğu­nu
    biliyorlardı. Bu tür vaazlar vermeye başlamadan önce O. Mekke’nin en sevilen
    adamı değil miydi? Ne dili bela­gatını, ne de görünüşünün etkileyiciliğini
    kaybetmemişti.

    Plânları titiz bir
    şekilde uyguladılar. Sadece bir özel durumda başlangıçta yanlışa düştüler. Beni
    Gıfar kabi­lesinden Ebu Zer adındaki bir adam -bu kabile Mekke’nin kuzey
    batısında, Kızıl Deniz yakınlarında yerleşiktir- Pey­gamber (s.a.v.) ve ona
    karşı çıkanlar hakkında çok şeyler duymuştu. Kabilesindeki diğer insanlar gibi,
    Ebu Zer de bir eşkiya idi; fakat onların aksine Tann’nın birliğine ina­nıyor ve
    putlara saygı beslemeye karşı çıkıyordu. Kardeşi Üneys bir iş için Mekke’ye
    gitmiş ve dönüşünde Ebu Zer’e Mekke’de peygamber olduğunu iddia eden ve
    Allah’tan başka Tanrı yoktur, diyen bir adamın varlığından ve onun kabilesi
    tarafından dışlandığından bahsetmişti. Orada ger­çek bir peygamberin
    varolduğuna inanan Ebu Zer hemen Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’ye girişte
    yolunu kesen Kureyşliler onun tüm öğrenmek istediklerini, sormasına gerek
    kalmadan anlattılar. Ebu Zer zorluk çekmeden Pey-gamber’in evini buldu.
    Peygamber o sırada avlunun bir köşesinde yüzünü Örtüsüyle örtmüş bir halde, bir
    şilte üze­rinde uyuyordu. Ebu Zer onu uyandırdı ve     selam verdi,

    -Selam üzerine olsun»
    dedi Peygamber. Ebu Zer, «Sözle­rini bana oku» dedi. Peygamber: «Ben şair
    değilim benim okuduğum şey Kur’an’dır ve konuşan ben değilim, Allah konuşuyor»
    dedi. Ebu Zer: O halde benim için oku» dedi. Peygamber (s.a.v.) ona bjr sure
    okudu, bunun üzerine Ebu Zer; «Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muham-med
    (s.a.v)’in O’nun rasulü olduğuna şehadet ederim» de­di. Peygamber «Hangi
    kabiledensin?» diye sordu, adamın cevabı üzerine şaşkınlık içinde onu süzdü ve:
    «Şüphesiz Allah kimi dilerse, hidayete ulaştırır- dedi[1]. Beni
    Gıfar kabilesinin hemen hemen tümünün hırsız olduğu biliniyor, du. Ona Islâml
    emirleri öğrettikten sonra, Peygamber (s.a. v.), halkının yanına dönmesini ve
    emirlerini bekleme­sini söyledi. Bu yüzden O, Beni Gıfar’a döndü ve onun ara­cılığı
    ile çoğu kişi İslâm’a girdi. O sırada Ebu Zer eski Mes­leğine devam ediyordu,
    fakat bu kez Kureyş kervanları­na özel bir ilgi gösteriyordu. Bir kervanın
    yolunu kestiğin­de, eğer kervan dakiler Allah’ın birliğini ve Muhammed
    (s.a.v.)’in O’nun Rasulü olduğunu kabul ederlerse, aldığı malları geri
    veriyordu.

    Başka bir karşılaşma
    ise. Gıfar gibi batıda yerleşen bir başka kabilenin, Beni Devs’in İslâm’a
    girmesine neden ol-

    du. Devs’li bir adam
    olan Tufeyl daha sonraları, Mekke’ye vardığında büyücü Muhammed’le konuşmaması
    ve onu ailesinden ve halkından ayrılabileceğinden dolayı hiç dinle­memesi için
    nasıl uyarıldığını anlatır. Kureyş bu uya­rılara çok önem veriyor ve yolcuları
    çok etkiliyordu. Tu­feyl büyülenmekten o denli korkmuştu ki Mescid’e gitme­den
    önce kulaklarına pamuk tıkamıştı. Peygamber (s.av.) oradaydı, adeti olduğu üzere
    Yemen köşesi ile Hacerü’1-Esved arasında, yüzü Kudüs yönüne çevrili ve Kabe’nin
    gü-ney-doğu duvarı hemen önüne gelecek şekilde namaz için yerini almıştı.
    «Okuduğu Kur’an âyetleri o kadar yüksek tonda değildi, fakat buna rağmen
    ayetlerden bir kısmını bana işittirdi, duyduğum şeyler çok güzeldi. Bu yüzden
    kendi kendime şöyle dedim: Ben sağduyulu bir adamım ve şairim, yanlış ile
    doğruyu ayıramayacak kadar cahil de de­ğilim. O halde neden bu adamın
    söylediklerini işitmemeli-yim? Eğer doğruysa kabul ederim, yanlışsa bırakırım.
    Pey­gamber (s.a.v.) oradan ayrılana dek bekledim ve giderken onu takip ettim.
    Tam evine girdiği sırada hemen arkasın­dan, ben de girdim ve: «Ey Muhammed
    (s.a.v.) senin kabi-lendeki adamlar bana böyle böyle dediler, ben de o kadar
    korktum ki senin sözlerini duymamak için kulağıma pa­muk üfledım. Fakat
    imkansız olduğu halde Tanrı bana se­nin sözlerini işittirdi. O halde kim
    olduğunu bana söyle dedin.»

    Peygamber (s.a.v) ona
    İslam’ı anlattı ve Kur’an okudu; Tufeyl de kelime-i şehadet getirdi. Daha sonra
    İslâm’ı teb­liğ etmek için halkının yanma döndü. Babası ve karısı İs­lam’a
    girdiler, fakat geri kalan Devs’liler küfürde ısrar ettiler. O da Mekke’ye
    büyük düş kırıklığı içinde döndü ve Peygamber’den onlara beddua etmesini
    istedi. Fakat bunun yerine Peygamber onların doğru yolu bulmaları için dua etti
    ve Tufeyl’e şöyle dedi: «Halkının yanına dön, Onları İslam’a çağır ve onlara
    tatlılıkla muamele et.»[2].
    Tufeyl bu tavsiyelere harfiyen   uydu ve
    yıllar    geçtikçe daha çok Devs’li aile
    İslâm’a girdi.

    Peygamberce
    karşılaşmadan önce Tufeyl, sadece onun düşmanlarına rastlamışti; fakat diğer
    hacılar, kendilerine düşmanlarınkinden çok farklı bir hikâye anlatan Peygam­ber
    s.a.v.) taraftarlarıyla karşılaştılar ve her biri yaratı­lışının gereği olarak
    inandı. Tüm bunların sonucunda, Ara­bistan’ın her yerinde iyi veya kötü olarak
    yeni.dinden bah­sediliyordu. Fakat yeni din hiç bir yerde Yesrib vadisinde­ki
    kadar yaygın bir konuşma teması haline gelmemişti.

     



    [1] t S. IV, 164.

     

    [2] I.1.252-1.

  • Aileni Uyarıp Korkut Hz. Muhammedin Hayatı

     

    17. AİLENİ UYARIP KORKUT

     

    Henüz açık olarak
    İslam’a bir çağn yapılmamıştı, fa­kat gün geçtikçe bu fedakar müminler ve
    abidler grubu­na kadın-erkek bir çok yeni genç katılıyordu. Daha önce
    bahsettiklerimizden başka İslam’a ilk girenler arasında Peygamber’in kuzenleri
    Cafer ve Zübeyr de vardı; bunları, daha başka kuzenler takip etti. Halası
    Umeyye’nin oğul­la ı, Abdullah İbn Cahş ile kardeşi ÜbeyduUah ve diğer halası
    Berre’nin oğlu Ebu Seleme de islam’a girdi. Annesi tararından iki kuzeni de,
    Zühre’lİ Ebu Vakkas’ın oğlu Sa’d ve onun küçük kardeşi Umeyr de yeni dine
    girenler ara­sındaydı. Fakat Peygamber’in dört amcasından hiç biri onun
    peşinden gelmeye yatkın görünmüyordu: Ebu Talib oğullan Cafer ve Ali’nin
    İslam’a girmesine karşı çıkma­mıştı. Fakat kendisinin, atalarının dinini
    terketmeye hazır olmadığım söylüyordu. İkisi de Peygamber’i kişisel olarak çok
    sevdiklerini gösterdikleri halde Abbas İslam’a girme konusunda kaçamak yapıyor,
    Hamza ise anlamaz görü­nüyordu. Fakat Ebu Leheb açıkça yeğeninin bir saptırıcı
    değilse bile, bir sapık olduğunu söylüyordu.

    «(Öncelikle) En yakın
    hısımlarını (aşiretini) uyarıp korkut-[1]ayeti
    geldikten sonra Peygamber (s.a.v.), Ali’yi çağırdı ve ona: «Allah bana en
    yakınlarımdan başlayıp ailemi ve akrabalarımı uyarmamı emretti. Fakat bu iş

    nün gücümü asıyor. Bu
    yüzden bir yemek vereceğim. Bir koyun budundan yemek hazırla, bir maşrapa da
    süt bul ve tüm Beni Abdu’l-Muttalib’i bir araya topla. Böylece ben de bana
    verilen emri yerine getirebileyim.» Ali, kendisine söylenenleri yaptı, ne az ne
    fazla, ne söylendi ise onlan hazırladı ve Haşim Kabilesinin hemen hemen tümü,
    kırk adam geldiler. «Onlar bir araya geldiğinde» dedi Ali, «Pey­gamber bana
    hazırladığım yemeği getirmemi söyledi. Ta­baktan bir lokma et aldı, onu ısırdı
    ve tekrar tabağa koy­du ve «Allah’ın adıyla onu götür» dedi. Adamlar grup grup
    sırayla hepsi doyuncaya dek yediler. Fakat» dedi Ali, «ye­mekte hiç bir azalma
    yoktu, sadece insanların el değme­siyle parçalanmıştı. Hayatım üzerine yemin
    ederim ki eğer bir tek adam olsaydı, benim koyduğum yemekle ancak do-yardı.
    Daha sonra Peygamber: «Onlara içecek ver» dedi, ben de maşrapayı getirdim,
    herkes doyana dek içti. Hal­buki o kaptaki sütü bir tek kişi bitirebilirdi.
    Fakat Pey­gamber tam onlara hitap edecekken Ebu Leheb onun sözü­nü kesti ve:
    «Ev sahibiz sizi büyüledi» dedi. Bunun üze­rine onun konuşmasına fırsat
    kalmadan dağıldılar».

    Ertesi gün Peygamber
    Ali’ye bir önceki gün yaptıkla­rının aynısını yapmasını söyledi. Ve yine bir
    önceki gibi yemek hazırlandı, her şey önceki gün gibiydi. Fakat bu kez
    Peygamber (s.a.v.), etkisini gösterip onlara hitap etme­yi basardı: «Ey
    Abdu’l-Muttalib oğullan,» dedi, «bu halka benimkinden daha soylu bir mesaj
    getiren hiç bir Arap tanımıyorum. Size hem bu dünya, hem de ahiret için kur­tuluş
    getiriyorum. Allah bana, sizi O’na çağırmamı emre­diyor. O halde içinizden kim
    bana bu konuda yardımcı olacak, benim vekilim, kardeşim ve varisim olacak?» Tüm
    kabile sessizlik içindeydi. Cafer ve Zeyd birşeyler söyleye­bilirlerdi; fakat
    onlar meselenin kendi Müslümanlıkları olmadığını ve bu meclisin diğerlerini
    İslâm’a çağırmak için. toplandığını düşünüyorlardı. Sessizlik bozulmayınca onüç
    yaşındaki Ali, kendisini konuşmak zorunda hissetti ve şöyle dedi: «Ey Allah’ın
    Basulû, ben senin yardımcın olacağım.» Peygamber elini Ali’nin ensesine koydu
    ve: «Bu.sizin aranızda benim vekilim, varisim ve kardeşimdir. Onu dinleyin ve
    ona itaat edin» dedi. Adamlar ayağa kalktılar ve gülerek Ebu Talib’e: «O, sana,
    oğlunu dinlemeni ve ona itaat etmeni emrediyor» dediler[2].

    Peygamberin balalarından
    Safiye de oğlu Zübeyr gibi ona uymakta tereddüt etmedi, fakat onun beş kız
    kardeşi bir türlü karar veremediler. Erva’nın tutumu, onların hep­sinin
    bulunduğu durumu aydınlatacak niteliktedir: «Ben diğer kız kardeşlerimin ne
    yapacaklarını bekliyorum» der-al. Diğer taraftan yengesi, kararsız olan
    Abbas’ın karısı Ümmü’1-Fadl, Hatice’den sonra İslam’a giren ilk kadındı. Daha
    sonra üç kız kardeşini de Peygambere getirmeyi ba­şarabilmiştir, -öz kardeşi
    Meymune ve üvey kardeşleri Selma ile Esma.- Cafer, Ümmü’l-FadTın evinde büyü­müştü
    ve kısa bir süre önce evlendiği Esma’yı bu evde ta­nımış ve sevmişti. Hamza da
    onun kardeşi Selma ile ev­lenmişti, islam çağrışma ilk icabet edenlerden biri
    de Um­mû Eymen idi. Peygamber onun hakkında şöyle derdi: «Cennet enimden
    biriyle evlenmek isteyen Ummü Eymen-‘ le evlensin»[3]. Bu
    sözleri, Zeyd’i çok etkilemişti. Ummû Ey­men Zeyd’den çok yaşlı idi, fakat Zeyd
    için bunun bir öne-Tal yoktu. Bu nedenle Peygamber’e kararını açıkladı; o da
    Ummû Eymen’i kolayca bu evliliğe razı etti. ” Ummû Eymen Zeyd’e bir erkek,
    çocuğu verdi ve adını Üsame koydular. Usame, kendisini çok seven Peygamberin
    yanında onun torunu imiş gibi yetişti.

     



    [1] Şuara=2l4.

     

    [2] .Tab 1171

    [3] I. S. VIII, 162.

     

  • Namaz Hz. Muhammedin Hayatı

     

    16. NAMAZ

     

    Bu son cümleye uygun
    olarak. Peygamber artık Karı­sından sonra kendisine en yakın ve sevgili bulduğu
    kişile­re Melek ve Vahiy hakkında gördüklerini anlatmaya baş­ladı. Henüz
    onlardan hiçbir şey istemiyordu; istediği tek şey sırrını açığa
    çıkarmamalarıydı. Fakat bu durum uzun sürmedi. Bir gün Mekke’nin üzerindeki
    yükseklikte Ceb-“rail ona geldi ve topuğuyla tepenin yamacındaki cimliğe
    vurdu. Oradan hemen bir su fışkırmaya başladı. Daha son­ra namazdan önce
    kendisini nasıl temizleyeceğini Peygamber’e öğretmek için onun önünde abdest
    aidi. Peygamber de onu taklid etti. Sonra namazı nasıl kılacağını, kıyam, rüku,
    sücud ve teşehhüd miktarı oturmanın nasıl yapılacağını öğretti ve bunların
    aralarında Allahu Ekber Allah Büyük­tür denilecek zamanları, namaz bittikten
    sonra da Es-Se-lamü Aleyküm selam üzerinize olsun (meleklere) deme­si
    gerektiğini söyledi Peygamber yine onu taklid etti. Me­lek oradan ayrıldı,
    Peygamber de evine döndü. Döndüğünde öğrendiklerinin tümünü Haticeye’de öğretti
    ve birlikte namaz kıldılar.

    Din artık abdest ve
    namaz esasları üzerine kurulmuş­tu. Hatice’den sonra bu esasları İlk
    uygulayanlar Ali Zeyd ve Peygamber’in yakın dostu Teym’li Ebu Bekr idi. Ali
    daha on yaşındaydı. Zeyd’in henüz Mekke’de hiçbir etkisi yok­tu. Fakat Ebu Bekr
    sevilen ve saygı duyulan bir kimsey­di, çünkü bilgili, anlayışlı ve yumuşak
    huylu bir adam­dı. Çoğu kimseler şu veya bu konuda danışmak İçin ona gelirlerdi
    Şimdi, O, güvenebileceği kimseleri Peygambere uymaları İçin yeni dine davet
    etmeye başlamıştı. Uyanla­rın çoğu yeni dine onun aracılığı ile girmişlerdi.
    Çafrıya ilk karşılık verenlerden biri Zühre kabilesinden Avf m oğ­lu Abdu’1-Amr
    «Peygamber’in annesinin uzaktan akrabası oluyordu-, diğeri ise Beni’l-Haris
    kabilesinden el-Cerrah’m oğlu Ebu Ubeyde idi.

    Bunlardan ilki olan
    Abdu’[1]-Amr
    ile birlikte daha Önce hiç olmayan bir olay adet haline geldi. Vahyin en göze
    çarpan özelliklerinden biri de, er-Bahman ve er-Rabim İla­hî isimleriydi. Rahim
    kelimesi, rahim kelimesinin yoğun şeklidir ve çok merhametli, sınırsız
    bağışlayıcı anlamına gelir. Bundan daha yoğun ve kapsamlı bir anlama sahip olan
    rahman kelimesinin tam karşılığı bulunmadığı kin çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır.
    Vahiy, yeni dinin Allah’­ın yüceliğinde bir sığınak bulma ihtiyacı nedeniyle,
    bu iki kelimeye önem vermiştir. Er-Rahim’den (çok merha­metli) daha fazla
    merhamet ifade eden Er-Rahman kelime­si, rahmetin kökünü ve Ölümü ifade eder.
    Sınırsız lütuf ve ihsan anlamına gelen bu kelime Kur’an’da Allah’a eş tutu­lur.
    «Allah diye çağırın, ‘Rahman’ diye çağırın, ne ile ça­ğırırsanız; sonunda en
    güzel isimler Onundur.»[2]

    Bu isim Peygamber için
    çok sevgili bir isimdi ve Abdu’l-Amr (Amr’ın kulu) ismi çok putperestçe,
    göründüğü İçin, yeni mü’mine Abd’ur-Rahman; Rahman’m kulu, sonsuz ba­ğışlayıcının
    kulu adını verdi. İsmi Abd’ur-Rahman’a çev­rilen sadece Avf’m oğlu değildi,
    daha pek çok kimseye bu ad verilmiştir.

    İslam’a çağrıya ilk
    olumlu tepkileri gösterenler çoğun­lukla ikna yoluyla değil bir takım içsel
    motiflerle bu yola gelmişlerdir. Ebu Bekr uzun süreden beri Mekke’de rüya tabirindeki
    yeteneğiyle tanınırdı: Bir sabah Şems kabile­sinden güçlü bir adam olan Sa’.d
    tbn’u’1-As’m oğlu Halid ona beklenmedik bir ziyarette bulundu. Genç adamın yü­zü
    hala. kısa bir sûre önce korkunç bir iç tecrübe geçirmiş olmanın illeriyle
    doluydu. Aceleyle, gece önemli olduğunu sandığı, fakat anlayamadığı bir rüya
    gördüğünü anlattı. Rüyasında, dibi görünmeyecek kadar derin ve ateşler için-de
    bir çukurun hemen kenarında duruyor. Daha sonra ba­bası geliyor ve onu ateşe
    itmeye çalışıyor. Kenarda müca­dele ederken, korkusunun doruğa ulaştığı bir
    anda iki güçlü el onu, babasının tüm çabalarına rağmen çekip alı­yor. Geriye
    dönüp baktığında kurtarıcısının el-Emin, yani Abdullah’ın oğlu Muhammed
    olduğunu görüyor ve o şura­da uyanıyor. Rüyasını anlatmayı bitirdikten sonra
    Ebu Bekr ona: «Sana iyilikler temenni ederim- dedi. «Seni kur­taran bu adam
    Allah’ın elçisidir, o halde ona tabi ol -hem ona tabi olacaksın, hem de onun
    sayesinde İslam’a girecek­sin ve İslâm seni ateşten koruyacak.» Halid doğruca
    pey­gambere gitti, rüyasını anlattıktan sonra mesajının ne ol­duğunu ve ne
    yapması gerektiğini sordu. Peygamber ona ne yapacağını gösteıdi ve Halid ailesinden
    gizlice islâm’a girdi[3].

    Bu sırada Suriye’den
    memleketine dönmekte olan Abd’-uş-Şenuli bir tüccar da, çölde bir gece şöyle
    bir sesle uyandu «Ey uyuyanlar, uyanın, çünkü Mekke’ye Ahmed geldi.»[4] Bu
    tüccar Ümeyye kabilesinden Affan’ın oğlu Os­man’dı, aynı *amft”rtft annesi
    tarafından, Abdu’l-Muttalib’-in inginrmHttn birinin. Peygamberin halası Uramü
    Hakim el- Beyza’nın da torunu oluyordu. Her ne kadar «gelmek–ten ne
    kastedildiğini bilmese ve çok yüceltilmiş anlamın­daki -Ahmed-in, «yüceltilmiş»
    anlamındaki Muhammed’in yerine kullanıldığım farketmese de, bu sözler onun ruhu­na
    işledi. Fakat Mekke’ye Varmadan, Teymli bir adamla, Ebu Bekir’in
    kuzenlerinden    Talha ile
    karşılaştı.    Talha,

    Kutsal Evin halkı
    arasından Ahmod’in meydana çıkıp çıkmadığını soran bir rahibin bulunduğu
    Busra’dan henüz dönüyordu. -Ahmed de kim?» diye sordu Talna. Rahip
    «Abdul-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu» cevabını verdi. «Bu ay onun ortaya
    çakacağı ay; ve o peygamberlerin so­nuncusudur» dedi. Bu sözleri, kendi
    başından geçenleri anlatan Osmana da tekrarladı. Döndüklerinde Talha, Mu-hammed
    (s.a.v.)’in en yalan arkadaşı olan Ebu Bekr’e git­melerinin doğru olacağını
    söyledi. Bunun üzerine Ebu Bekr’e gittiler ve duyduklarını ona anlattılar: O da
    hemen onları, çölde duyduklarını ve rahibin söylediklerini anlat­maları için
    Peygamber’e götürdü. Başlarından geçenleri arılattıktan sonra inançlarını dile
    getirdiler.

    İslam’a giren dördür
    cü kişi ise, imana gelme şekli ba­kımından bunlardan pek farklı olmayan
    Zühre’nin mütte­fiki (mevlası) Abdullah ibn Mes’ud idi. Bu konuda şöyle diyor:
    «O zamanlar henüz olgunluğa erişmiş bir gençtim ve ükbe ibn Ebi Muayt’ın
    sürülerini otlatıyordum. Bir gün Pey­gamber ve Ebu Bekr yakınımızdan geçiyordu.
    Peygamoer kendilerine verebilecek sütüm olup olmadığını sordu. Ben de sürülerin
    benim olmadığını, bana emanet edildikleri için onlara süt veremeyeceğimi
    söyledim. Peygamber: «Daha üzerinden bir koç geçmemiş, küçük bir kuzunuz var
    mı?» diye sordu. Bir tane olduğunu söyledim ve onu getirdim. Peygamber onu iple
    bağladıktan sonra eljerini kuzunun memelerine koydu ve dua etti. Bunun üzerine
    kuzunun memeleri sütle doldu, Ebu Bekr tas gibi ortası çukur bir kaya parçası
    getirdi, Peygamber kuzuyu sağdı ve hepimiz sütten içtik. Daha sonra memeye:
    ‘Kürü* dedi, o da kuru­du»[5]
    Birkaç gün sonra Abdullah, Peygamber’e gitti ve İs­lâm’a girdi, bir süre sonra
    ondan yetmiş sure[6] öğrendi ve kendisine
    verilen bir lütufla onları ezberledi. Daha sonra

    Kur’an kıraatçilerinin
    ileri gelen simalarından biri olmuş­tur.

    Vahyin bir süre kesilmesi
    Peygamber[7] çok
    üzmüştü, fakat kalbi, henüz inzal olmayan bir ayette de belirtildiği gibi,
    İlâhi Kelâm’ı almanın yükü altında eziliyordu. «Şa­yet biz bu Kur’an’ı bir
    dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş
    eğmiş, par­ça parça görmüş olurdun.»[8]. Onu
    *beni örtün, beni örtün» demeye zorlayan ürperme yine zaman zaman geliyordu.
    Bir gece örtüsüne bürünmüş bir halde yatarken, inzivasını, da­ha sert ve önemli
    bir îlâhî Emir, insanları Kıyamet Günü ile uyarmasını isteyen bir’emir böldü:
    «Ey bürünüp, örtü­nen kalk (ve) bundan böyle uyarıp-korkut. Rabbini tekbır et
    (yücelt). Elbiseni de temizle. Pislikten kaçınıp-uzaklaş .. Çünkü o boruya
    (sura) üfürüldügü zaman, işte o gün, ol­dukça zorlu bir gündür; kafirler içinse
    hiç kolay değildir-*. Bundan kısa bir süre sonra bir gece yine, kendisinden ve
    onu takip edenlerden beklenen namazı ve ona yüklenen büyük sorumluluğu
    vurgulayan emirlerle uyandırıldı:

    «Ey örtüsüne bürünen,
    az bir kısmı hariç olmak üzere, gece-teyîn kalk; (Gecenin} yansı kadar. Ya da
    ondan da biraz eksilt. Ve­ya üzerine ilave et. Ve Kur’an’t da belli bir düzen
    içinde (tertil üze­re) oku. Gerçek şu ki biz senin üzerne ‘oldukça ağtr’ bir
    söz {vahiy) bırakacağız (Müzzemmil: 1-5).

    Yine aynı surede şöyle
    bir emir vardı: «Rabbinin ismi­ni zikret ve her şeyden kendini çekerek yalnızca
    O’na yö-nel (Allah) Doğunun ve Batının Rabbidir. Ondan başka ilah yoktur. Şu
    halde (yalnızca) O’nu vekil tut.» (Müzzem­mil: 8-9). Peygamber’i teskin ve
    teselli etmek için indirilen ve daha yumuşak tonda olan vahiyler de geliyordu.
    Bir seferinde, sadece onun görebildiği Melek şöyle dedi: «Hati­ce’ye Rabbin’in
    selâmını ilet» Peygamber ts.a.v.) Hati-ceye: «Ey Hatice, işte Cebrail sana
    Rabbinden selâm getj-riyor» dedi. Hatice şaşkınlıktan kurtulup konuşacak keli­me
    bulabildiğinde şöyle dedi.- «Allah Selâmdır, selâm da p’ndandır, selâm
    Cebrail’in üstüne olsun [9].

    Yeni dine giren İlk
    mü’minler, Peygamber’e yöneltilen emirlerin kendilerini de içerdiğine kanaat
    getirdiler. Bu nedenle onlar da Peygamber gibi uzun gece ibadetleri ile meşgul
    oluyorlardı. Her zaman kıldıkları namaza gelince, artık sadece abdest almakla
    kalmıyor, üstlerini ve namaz kıldıkları yeri temiz tutuyorlardı. Aynı zamanda
    Kur’an “in inen tüm bölümlerini, namazda okuyabilmek için hemen ezberliyorlardı.
    Vahiy artık daha sık gelmeye başlamıştı. Vahiy geldiğinde Peygamber onu
    çevresindekilere aktarı­yor, daha sonra ağızdan ağıza okunup ezberleniyordu.
    Dünyevi şeylerin geçiciliği, ölüm, tekrar dirilme ve Hesap gününün kesin oluşu,
    Cennet ve Cehennem hakkında gittikçe daha çok âyet iniyordu. Fakat tüm bunların
    ötesinde en çok, Allah’ın yücelirine, tek oluşuna, Hak olduğuna, . Hikmet,
    Rahmet, Mağfiret, İhsan ve Kudretine dikkat çe­kiliyordu. Bunların yanısıra,
    açıkça Yaratıcılarının bir ol­duğuna işaret eden tabiat harikalarına ve
    evrendeki den­geye, O’nun âyetleri olarak değiniliyordu. Tabiattaki ahenk
    Tevhid’in çokluklar dünyasına aksetmesidir ve Kur’an bu ahenge insanın düşünce
    duyularını harekete geçiren bir tema olarak değinir.

    Düşman olan inançsızların
    bulunmadığı yerlerde mü’­minler birbirlerine,’ Cennet ehlinin selamı yla,
    Cebrail’in Peygamberi selamladığı şekilde selâm veriyorlardı: «Selâ-jnûn
    aleyküm (selam üzerinize olsun)», karşıdakinin cevabı .işe: «Ve aleykûm selâm
    (selâm sizin de üzerinize olsun)» oluyordu. Burada çoğul zamir (küm)
    kullanılması, selâm ı verilen kişinin iki yanında duran melekleri de selama da­hil
    etmek içindir. Şükür ve kutsama ile ilgili âyetler de onların yaşamımla ve
    hayat görüşlerinde önemli rol oynu­yordu. Kur’an şükür üzerinde çok duruyordu
    ve şükrünü1 ifade etmenin yolu ise: Hamd Alemlerin Babbi olan Allah’a­dır
    demekti. Bağlılık ve itaatin ifadesi ise Rahman ve Ra­him olan Allah’ın adıyla
    demek idi. Bu Kur’an’daki her su­renin” ilk âyetiydi. MÜ’minler de Peygamberden
    öğrendik­leri gibi her Kur’an okuyuşlarında besmele çekiyorlar[10]di.
    Genişleterek okudukları her şeyin başında ve da­ha sonra başlanan herşeyden
    önce besmeleyi okumayı adet haline getirdiler. Yeni din, kirli olan hiçbir şeyi
    kabul et­miyordu.

     



    [1] Bak. soy ağacı.

    [2] isra: l10. Bundan sonra rahman ve rahim isimlerini
    karşı­larken, Arapçadaki gibi tek isim kullanmak için (esirgeyen ve bağışlayan
    kelimelerini kullanacağız. Belirlilik takısı ise (tha el) bu sıfatlara» Mutlak
    oluşuna delalet eder.

    [3] I. S. IV/l, 68.

    [4] I. S. m/l, 37.

    [5] I. S. m/l, 107.

    [6] Kur’an uzunlukları birbirine eşit olmayan 114 sureden
    mey­dana gelir. En uzun sure, 285, en kısa sure ise üç ayetten meydana
    gelmiştir.

    [7] Haşn 21., Kur’anda, birinci şahıstan     (Biz) 
    üçüncü şahsa (Tfcnn, O) geçişler çok kullanılmıştır.

     

    [8] Müddettir: 1-10

    [9] I. H. 156.

    [10] Sadece  bir tek
    surenin   (Tevbeî   başında besmele yoktur. Fakat bu sure henüz
    o dönemde nazil olmamıştı.

  • İlk Vahiy Hz. Muhammedin Hayatı

    15. İLK  
    VAHİY

     

    Otorite ve
    saygınlığının dışa vurmasından kısa bir sü­re sonra, Muhammed (s.a.v.) zaten
    bilincinde olduğu ruh­sal olayların yanısıra bazı güçlü içsel işaretler almaya
    baş­lamıştı. Bunların nasıl olduğu sorulduğunda onların, uy­kuda iken gelen
    «Şafağın söküşü gibi gerçek görüntüler»[1]
    olduğunu söylerdi. Bunların sonucunda tenha yerleri tercih etmeye başladı ve
    Mekke’nin üstündeki tepelerden birine, Hira dağındaki bir mağaraya, inzivaya
    çekilmeyi adet haline getirdi. Bu Kureyş geleneklerine yabancı ve ga­rip bir
    olay değildi. Çünkü inziva İsmail oğulları arasında gelenek haline gelmişti.
    Her nesilde, belirli bir süre insan­ların dünyasından el çekip yalnız kalmayı
    tercih eden bir­kaç kişi bulunurdu. Bu eski, fakat hâlâ uygulanan geleneğe
    uygun olarak Muhammed (s.a.v.), yanına biraz yiyecek alır ve birkaç geceyi
    Allah’a ibadetle geçirirdi. Daha sonra ailesine döner, tekrar yiyecek ve
    gerekli şeyleri alıp geri giderdi. Bu yıllarda arasıra, şehirden ayrılıp, mağa­raya
    yaklaştığında şöyle sesler duyardı: «Ey Allah’ın Rasu-ıü, sana selâm olsun»[2]
    Geriye dönüp kimin konuştuğunu araştırdığında ise kayalar ve ağaçlardan başka
    kimse göre­mezdi.

    Ramazan, geleneksel
    inziva ay’ı idi. Kırk yaşında iken. Ramazan’m sonlarına doğru bir gece
    yalnızken ona insan

    şeklinde bir Melek
    geldi. Melek ona «Oku!» dedi. O, «Ben okuma bilmem» deyince, kendi anlattığı
    şekliyle şunlar ol­du: Melek beni aldı ve dayanabileceğim son nok­taya kadar
    sıktı. Daha sonra beni bırakıp: «Oku!» dedi. Ben «okuma bilmemi» dedim, beni
    tekrar aldı ve sıktı ve tekrar takatimin son noktasında bırakıp, tekrar «Oku!»
    de­di, ben yine «Okuma bilmem» dedim. Beni üçüncü defa aynen sıktı ve
    bıraktığında şöyle dedi:

    Yaratan Rabbinin
    adıyla oku

    O, İnsanı bir kan
    pıhtısından yarattı.

    Oku, senin Rabbİn en
    büyük kerem sahibidir;

    Kİ O, kalemle
    (yazmayı) öğretendir,

    insana bilmediğini
    Öğretti. (A’lak : 1-5)[3]

    O, bu sözleri meleğin
    arkasından tekrarladı ve melek onu bırakıp gitti. Daha sonraları şöyle derdi:
    «Sanki keli­meler kalbime yazılmışta»[4].
    Fakat O, kendisine şairlere oldu­ğu gibi bir cinin musallat olmasından korktu.
    Bu yüzden hemen mağarayı terketti, dağdan inerken yukarıdan bir sesin şöyle
    dediğini duydu: -Ey Muhammed, sen Allah’ın Rasulüsün, ben de Cebrailim».
    Gözlerini yukarı çevirdi, onu mağarada ziyarete gelen kimse ordaydı, fakat
    şimdi aslen melek şeklindeydi, tüm ufku kaplamıştı. Tekrar «Ey Muhammed, sen
    Allah’ın Rasulüsün, ben de Cebrail’im» dedi. Peygamber, meleğe bakmaya devam
    etti; daha sonra gözlerini ondan çrivirdi. Fakat nereye baksa Melek oraday­dı;
    doğu, batı, kuzey, güney tüm ufku kaplamıştı. Nihayet melek ondan ayrıldı, o da
    evine dönebildi. Hızlı hızlı çar­pan kalbiyle yatağına uzanıp Hatice’ye «Beni
    örtün[5] Beni|
    örtün!»[6] dedi.
    Birden telaşlanan Hatice ona hiçbir şey sor­madan bir örtü getirdi ve üzerine
    örttü. Korkusu biraz geçtiğinde Muhammed 
    (s.a.v.), ona, gördüklerini ve duyanlattı; bunun Üzerine Hatice, yaşlı
    ve kör bir adam olan kuzeni Varaka’ya gitti ve olanları haber ver. di. O da:
    -Hay Mübarek» dedi, «Varaka’nın nefsine Hakim olana yemin ederim ki Muhammed’e,
    Musa’ya gelen Na­mus* gelmiştir. Muhammed halkının peygamberidir. Git onu
    teskin et.» Hatice eve döndü ve aynı sözleri Muham­med’e (s.a.v.) tekrarladı.
    Bunun üzerine Muhammed (s.a. v.), Tann’ya adadığı ibadet günlerini tamamlamak
    için gönlü rahat olarak mağaraya döndü, ibadetini bitirdikten sonra adeti üzere
    Kabe’ye gitti, tavafı tamamladı. Daha sonra Mescid’de oturanlar arasında
    gördüğü yaşlı ve kör Varaka’yı selamladı. Varaka ona: «Ey kardeşimin oğlu, bana
    gördüklerini ve duyduklarını anlat» dedi. Peygam­ber olanları anlatınca, Varaka
    ona da Hatice’ye söyledikle­rinin aynısını tekrarladı. Fakat bu kez şunları da
    ekledi: «Sana yalancı diyecekler, kötü davranacaklar, sana savaş açacaklar ve
    seni kovacaklar, ben o günleri görürsem Allah için sana yardım edeceğim»[7] Ona
    doğru eğildi ve alnından öptü. Peygamber daha sonra evine döndü.

    Hatice ve Vuraka’nın
    ona güven vermesinden sonra kendisine olan güveni semadan gelen ikinci vahiyle
    iyice güçlendi ikinci vahyin nasıl geldiği kaynaklara kaydedil-, memiş, fakat
    Peygamber’e nasıl geldiği sorulduğunda, iki şekilde cev&bını vermişti:
    «Bazen o bana zil sesi gibi ge­liyordu, bu en zor ve ağır olanıydı; zil sesleri
    (çınlama­lar) mesajı anladığım anda kesiliyordu. Bazen de Melek bir insan
    şeklinde geliyor ve konuşuyor, ben de konuştuk­larını ezberliyordum[8]».

    Bu ikinci vahiy bir
    tek harfle, daha sonra Kurandaki bir çok surenin başında yeralacak olan
    harflerden, ilkiyle başlıyordu. Harfin hemen arkasından ilâhî bir and geli­yordu.
    İlk vahiyde de Delirtilen Allah’ın  
    insana Öğretme

    aracı olan kalem
    üzerine yemin ediliyordu. Kalemden, so­rulduğunda Peygamber şöyle dedi:
    «Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdi. Kâğıdı yarattı ve kaleme ‘Yaz!’ diye
    emretti. Kalem «Ne yazayım?» cevabını verdi. Allah: «Kıyamete dek
    yarattıklarımla ilgili benim İlmimi yaz» dedi. Daha sonra kalem verilen emri
    yerine getirdi.»[9] Kaleme and iç­tikten
    sonra, bir de onun yazdıklarına and içiliyordu. Sema­da Meleklerin kâğıtlara
    yazdığı şeylerden biri de, daha sonra İndirilen vahiylerde Levh-i Mahfuz’da yazılı
    ‘şerefi üstün bir Kur’an[10] ve
    kitabın anası (Ra’d: 39) olarak ge­çen, Kur’an’ra semavî arkitipidir. Yani ona
    da and içiliyor. Bu iki yemini teselli takip ediyor:

    «Ntm. Kalemr ve satır
    satır yazdıklarına andolsun. Sen, Rabbinin nimetiyte bir deli değilsin.
    Gerçekten senin içtn ke­sintisi olmayan bir ecir vardır. Ve şüphesiz sen, pek
    büyük bir ahlâk üzerindesin.» (Kalem: A-4).

    Bu ilk vahiyler
    geldikten sonra, belli bir sûre vahiy ke­sintiye uğradı. Peygamber, Hatice’nin
    sürekli teselli etme­sine rağmen göklerin gazabına sebep olmasından korkuyor­du.
    Sonunda bu sessizlik bitti ve onu temin edici bir vahiy geldi :

    «Kuşluk vaktine
    andolsun, ‘Karanlığı iyice çöktüğü» za­man geceye, Rabbin seni terketmedi ve
    darıtmadt da. Şüphe­siz senin için son olan, İlk olandan (ahiret, dünyadan)
    daha kaytrltdtr. Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
    Sen bir yetim iken. seni bulup da barındırmadı mı? Ve seni yol bilmez iken,
    ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi? Bir yoksul iken sent bulup da zengin etmedi
    mi? öyley­se, sakın yetimi üzüp-kahretme. isteyipdi Unem de azarla-ytp-çtktşma.
    Rabbinİn nimetini İse, durmakstzın anlat.» (Du­ka: 1-11}.

     



    [1] B. 1,3

    [2] IJ. 151.

    [3] B. ı, 3

    [4] 1.1 153.

    [5] B.I 3

     

    [6] İlahi   Kanun
    ve    Kutsal Yazıt    anlamlarına gelen Yunancı Nomos kelimesi
    burada Vahyi getiren melekle özdeşleştiriliyor.

    [7] J. I. 153-4

    [8] B. I., 3.

    [9] Tir.   44.

    [10] İşte islâm’ın dayanayım teşkil eden ilâhi vahiy, adını
    bura-ran alır. (Bürûc: ai-22)

     

  • Ka’be’nin Yeniden İnşası Hz. Muhammedin Hayatı

     

    14. KA’BE’NİN YENİDEN İNŞASI

     

    Bu bahsettiğimiz
    olaylardan, yani Ali’nin aileye katıl­masından kısa bir zaman önce, Muhammed
    (s.a.v.) otuz-beş yaşında iken Kureyşliler Kabe’yi tekrardan yapmaya karar
    verdiler. O zamanlar Kabe’nin yüksekliği, bir insan boyu kadardı ve üstünde
    çatı yoktu. Bu nedenle kapı kilit-lense bile hırsızlar kolaylıkla içeri
    girebilirdi. Kısa bir sü­re önce, mahzene gömülen hazinelerden bir kısmı çalın­mıştı.
    Ellerinde çatı yapmaya yetecek kadar kereste vardı: Yunanlı bir tüccarın gemisi
    karaya vurmuştu ve tamir edi­lemeyecek kadar dağılmış bir halde Cidde kıyısında
    bek­liyordu. Bu nedenle onun kerestelerini çatı yapmak için al­dılar. O sırada
    Mekke’de yetenekli bir marangoz olan bir Kıptî de bulunuyordu.

    Fakat Kabe’ye
    duydukları saygı o denli fazla İdi ki ona el sürmekte tereddüt ediyorlardı.
    Planları, yumuşak ve dayanıksız taşlardan yapılmış olan tüm duvarları yıkıp,
    yenilerini yapmaktı; fakat kutsal olan bu yeri yıkarak gü­nahkâr olmaktan ve
    belaya uğramaktan korkuyorlardı. Bu tereddütleri, Kabe’nin duvarından her güaı
    güneşlemek için dışarı çıkan yılanı görmeleriyle daha da arttı. Kim o tarafa
    yaklaşırsa yılan başım kaldırıyor, dilini çıkarıp tıs­lıyordu. Bu da onlan çok
    korkutuyordu. Fakat bir gün, yılan güneşlerken, Allah gökten bir kartal
    gönderdi, kartal yılanı kaptı ve uçtu gitti. Kureyşliler aralarında şöyle ko­nuştular:
    «Şimdi Allah’ın   bizim niyetimizi tasdik
    ettiğine inanabiliriz.    Bize yardım
    edecek bir    marangozumuz ve
    tahtalarımız var, Tanrrı bizi yılandan da kurtardı.»

    Duvarların üstünden
    ilk taşı alan. Muhammed (s.a.v ) in büyük annesi Fatıma’nın erkek kardeşi
    MahzunVlu Ebu Vehb idi; fakat o taşı alır almaz, taş elinden kurtulup tek­rar
    eski yerine döndü. Bunun üzerine hepsi işe devam et­mekten korkarak Kabe’den
    kaçtılar. Daha sonra Manzumilerin reisi, o zaman hayatta olmayan Muğire’nin
    oğlu Ve lid kazmayı eline aldı ve şöyle dedi: «Ey Tanrım, korkma. Ey Tanrım biz
    iyilikten başka birşey istemiyoruz.» 
    Daha sonra Yemen köşesi ile Hacerü’l-Esved’in    arasındaki gü-ney-doğu duvarının bir
    kısmını yıktı; fakat diğerleri  işe
    koyulmaktan çekindiler. «Bekleyelim ve görelim» dediler, *Eğer o helak olursa,
    Kabe’ye dokunmayalım,    hatta onu eski
    haline çevirelim. Fakat eğer o çarpılmazsa, ki bu Allah işimizi onaylıyor
    demektir, onu sonuna    kadar yıkalım »
    Gece hiçbir aksilik çıkmadı; Velid, sabah  
    erkenden   tek rar işe başladı,
    diğerleri de ona katıldılar. Tüm duvarlar. İbrahim’in attığı temellere kadar
    yıkılınca, yanyana dızık miş deve hörguçlerine benzer, büyük, yeşilimsi taşlar
    orta­ya çıktı. Bir adam taşlardan birini çekip çıkarmak için iki taşın arasına
    bir manivela koydu; fakat ilk hareketinde, tüm Mekke’yi sarsan ve depreme
    benzeyen bir sallantı ol du. Bunu, temelleri yıkmamaları için yapılan bir uyan
    işa­reti olarak kabul ettiler

    Hacerü’l-Esved’in
    bulunduğu köşede süryanice bir ya­zı buldular. Onu, bir Yahudi okuyana dek ne
    olduğunu bilmeden sakladılar: -Ben Allah’ım ve Bekke’nin Rabbıyım. Bekke’yi.
    gökleri ve yeri yarattığım, Aya ve Güneşe şekil verdiğim ve Güneşin etrafına
    dokunulmaz olan yedi mele­ği yerleştirdiğim gün yarattım. O (Bekke),
    insanlarına su i. ve su ile yardım eden iki tepesi varoldukça varolmaya de­vam
    edecektir.» Bir parça yazı da İbrahim makamında Kabe’nin kapısı yanında
    İbrahim’in ayak izini taşıyan ka­yanın altında bulundu: «Mekke, Tanrı’nın
    kutsal evidir. Onun sürekliliği üç yönden gelir. Onun insanları onu ille
    kirletenler olmasın.»                                 

    Kureyşliler, binanın
    yüksekliğini arttırmak için. daha çok taş topladılar. Ayrı ayrı kabileler
    sırayla çalıştılar. Nihayet bina Hacerü’l-Esved’in konulacağı yüksekliğe gel­di.
    Bu şurada aralarında şiddetli bir tartışma çıktı. Çünkü hiçbiri Hacerûl-Esved’i
    duvara yerleştirme şerefini, diğer kabileye bırakmak istemiyordu. Bu tartışma
    bir kaç gün sürdü ve anlaşmazlık o denli büyüdü ki, taraflar savaşmaya
    hazırlandılar. O sırada yaşlı bir adam şöyle bir öneri ge­tirdi : «Ey
    Kureyşliler, tartıştığınız konuda sizi uzlaştıracak bir hakem seçin. Mescid’e
    girecek olan ilk adam bu konu­da hakem olsun.»[1]
    Kabe’nin çevresindeki alana Mescid, ya­ni secde edilen yer adı verilirdi. Çünkü
    Allah’ın Evine yönelerek O’na secde etme geleneği. İbrahim ve İsmail’den beri
    devam edegeliyordu. Yaşlı adamın tavsiyesine uyma ya karar verdiler. Mescid’e
    ilk giren kişi, belli bir süredir Mekke’de bulunmayan ve henüz dönen Muhammed
    (s.a.v.1 idi. Onun kapıdan görünmesiyle insanların yüzünde, mut­luluk ve sevinç
    ifadeleri belirdi. Daha da yaklaştığın­da memnuniyetle -dolu selamlamalar ve
    mırıldanma­lar topluluğu sardı. Bazıları: «O, el^Emin’dir» dediler. Bazı­ları:
    «Muhammed (s.a.v.) geldi, onun kararına uyanz* de­diler. Meseleyi ona
    anlattıklarında O, «Bana bir parça ku­maş getirin» dedi. Getirdiklerinde bezi
    yere yaydı, Ha-cerü’LEsved’i ortasına koydu. «Her kabile bezin bir ucun­dan
    tutsun» dedi. «Sonra hep birlikte onu kaldırın». Taşı yeteri kadar yerden
    yükselttiklerinde, onu aldı ve Kabe’­nin köşesine kendi elleriyle yerleştirdi
    ve böylece inşaat devam etti

     

     



    [1] U> IX 125.