Ay: Ocak 2014

  • Yuva Hz. Muhammedin Hayatı

    13. YUVA

     

    Damat, amcasının
    evinden ayrıldı ve gelinle birlikte yaşamak üzere onun evine yerleşti. Hatice
    kocasına bir eş olduğu kadar, onun en yakın arkadaşı ve ideallerini ve
    is-teklerini paylaşan bir dostu idi. Acılar ve kayıplar olsa da evlilikleri çok
    mutlu geçiyordu. Hatice, Muhammed’e (s.av.) altı çocuk doğurdu, iki erkek ve
    dört kız. En büyük ço­cukları Kasım adında bir oğlan çocuğuydu. Bundan son­ra
    Muhammed’e Ebu’l-Kasım (Kasım’ın babası) denmeye başlandı. Fakat çocuk iki
    yaşını doldurmadan öldü. İkinci çocukları Zeyneb adında bir kızdı, onu üç kız
    çocuğu daha takip etti, Rukiyye, Ümrnü Gülsüm ve Fatıma. Son çocukları ise yine
    çok az bir süre yaşayan bir erkek çocuğuydu.

    Evlendiği’gün Muhammed
    (s.a.v.1, babasından miras kalan sadık cariyeyi, Bereke’yi, azat etti; aynı gün
    Hatice ona kendi kölelerinden birini, onbeş yaşındaki Zeyd’i he­diye etti.
    Bereke’ye gelince, onu Yesrib’li biriyle evlendir­diler. O adamdan bir oğlu
    oldu ve bundan sonra Ümmü Eymen (Eymen’in annesi) olarak anıldı. Zeyd ise
    kendisi gibi gençlerle birlikte, Hatice’nin yeğeni, yani Kardeşi Ni-zam’in oğlu
    Hakim tarafından Ukaz panayırından satın alınmıştı. Halası onu ziyarete
    geldiğinde, Hakim ona yeni aldığı kölelerden birini seçmesini teklif etti. O da
    Zeyd’i seçti.

    Zeyd, atalarıyla
    övünürdü: babası Harise Suriye ile Irak arasında yerleşik olan Kelb
    kabilesindendi; annesi ise yine meşhur olan komşu Tayy kabilesindendi. Tüm
    Arabistan’da cömertliği ve belagatı ile şöhret salan şair-şöval ya Hatim de
    annesiyle aynı kabiledendi. Yıllar önce bir gün annesi Zeyd’i ailesini ziyaret
    etmek için kendi kabile­sine götürüyordu; kaldıkları köye Benî Kayn
    kabilesinden bir grup adam saldırdı, çocuğu kaçırıp köle diye sattılar. Babası
    Harise onu ümitsizlik içinde arıyordu, Zeyd de Kelb kabilesinden babasına haber
    gönderebileceği kimse­ye rastlayamamiştı. Fakat Kabe’ye Arabistan’ın her yerin­den
    hacılar geliyordu. Muhammed’in (s.a.vj kölesi olduk­tan aylar sonra bir gün,
    Mekke sokaklarında kendi kabi leşinden adamlara rastladı. Eğer onları bir
    Önceki yıl ger muş olsaydı, duygulan çok farklı olurdu. Böyle bir karşı­laşmayı
    uzun süredir arzuluyordu, fakat şimdi şaşkınlığa düşmüştü. Şimdi artık hiçbir
    şey düşünmeden burayı ter-kedip ailesine gidemezdi. Fakat onlara nasıl bir haber
    gön­derebilirdi? Meselenin esası ne olursa olsun, bir çöl çocuğu olarak bu
    durumlarda hiç bir şeyin şiirden daha anlamlı, olamayacağını biliyordu.
    Kafasındakileri anlatabilmek için bir kaç mısra yazdı, fakat bu mısralar ifade
    ettikleri an­lamlardan daha fazlasını ima ediyorlardı. Daha sonra Kelb’li
    hacıların yanına gitti ve kendisini tanıttı: «Aileme şu mısraları okuyun, çünkü
    uzun sûredir benim için üzül­düklerini biliyorum:

    Kendim uzakta olsam
    da, sözlerimi ahu

    Ve halkıma götürün:
    Ben şimdi Kutsal Ev’de

    Tann’nın kutsadıgı
    yerde yaşıyorum.

    Artık şimdiye dek
    çektiğimiz üzüntüleri bir kenara bırakın.

    Beni aratmak için
    develeri yormayın. Çünkü ben, Allah’a şükür, bütün silsilesi soylu olan Büyük
    ve iyi bir ailenin yanındayım.

    Hacılar bu haberle
    yurtlarına döndüklerinde, Harise hemen kardeşi Ka’b ile birlikte Mekke’ye doğru
    yola çıktı. Muhammed (s.a.v.)’e gidip, ondan oğlu Zeyd’i istediği fi­yata
    kendisine satmasını istedi. Muhammed şu cevabı verdi: «Bırakın kendisi seçsin,
    eğer sizi seçerse hiç bir ücret istemeden onu size veririm; eğer beni seçerse,
    ben beni se­çen birinin üstünde karar verici değilim.» Daha sonra Zeyd’i
    yanlarına çağırdı ve bu iki adamı tanıyıp tanımada-ğını sordu. Zeyd: «Bu amcam,
    bu da babamdır» dedi. «Be­ni tanıyorsun» dedi Muhammed (s.a.v.): «Ve benim sana
    gösterdiğim dostluğu da biliyorsun, o halde benimle onlar arasında bir seçim
    yap.» Zeyd zaten seçimini yapmıştı, he­men şöyle dedi: «Senin üstüne başka adam
    seçecek deği­lim. Sen bana annem ve babam gibisin.» «Ey Zeyd, köleli­ği özgürlüğe,
    babana, amcana ve ailene tercih mi ediyor­sun?» diye hayretle sordular. Zeyd:
    «Evet Öyle, çünkü ben bu adamda öyle şeyler gördüm ki kimseyi ona tercih ede­mem»
    dedi.

    Muhammed (s.a.v.) daha
    sonraki konuşmaları kısa ke­serek onlan Kabe’ye davet etti. Hicr’de ayakta
    durarak yüksek sesle şunları söyledi: «Ey burada bulunanlar, «ahit olun ki Zeyd
    benim oğhımdur, ben onun, o da benim va-risimdir.»[1]

    Amca ve baba
    isteklerini yerine getiremeden ülkeleri­ne dönmek zorunda kaldılar. Fakat
    kabilelerine anlatma­ları gereken hikâye, bu evlât edinmeye sebep olan karşı­lıklı
    sevgi, utanç verici bir şey değildi. Zeyd’in özgürlüğe kavuştuğunu ve daha
    sonraki yıllarda kardeşleri ve akra­balarına da faydalı olabilecek yüksek bir
    şerefe ulaştığını gördükten sonra teselli oldular-ve yollarına üzüntüsüz de­vam
    ettiler. O günden sonra bu yeni Haşimî, Mekke’de Zeyd İbn Muhammed diye
    anılmaya başladı.

    Muhammed’le (s.a.v.)
    Hatice’nin evlerine en sık gelen ziyaretçilerden biri de Muhammed’in kendinden
    bile kü­çük olan en küçük halası, aynı zamanda Hatice’nin yenge­si Safiye idi.
    Beraberinde, ağabeyinin ölümünden sonra Zübeyr adını verdiği oğlunu da
    getirirdi. Bu nedenle Zü-beyr, Muhammed’in kızlarıyla, yani kuzenleriyle küçük
    yaşlardan beri arkadaşlık ederdi. Safiye ile birlikte, Hati­ce’nin tüm
    çocuklarının ebesi olan ve kendisini ev halkından sayan sadık hizmetlisi Selma
    da gelirdi.

    Yıllar geçtikçe,
    Muhammed’în sütannesi Halime de ara sıra onları ziyarete gelmeye başladı.
    Hatice ona her zaman gereken saygıyı gösterirdi. Bu ziyaretlerden biri,
    Halime’-nin sürülerinin uzun süren çok sert bir kuraklık nedeniy­le helak
    olduğu bir zamana rastladı. Hatice ona kırk ko­yun ve üstünde tahtı ile
    birlikte bir deve hediye ettr. Hi­caz’da bir veba gibi yayılan bu kuraklık
    aileye yeni bir ferdin katılmasına da neden oldu.

    Ebu Talib
    bakabileceğinden fazla çocuğa sahipti ve kuraklık onun belini kırmıştı.
    Muhammed (s.a.v.) bunu iarketti ve birşeyler yapması gerektiği kanaatine vardı.
    .Amcaları arasında en zengin olanı Ebu Leheb’di, fakat o aileden uzak dururdu.
    Belki bunun nedeni kendisinin, an­nesinin tek çocuğu oluşu ve başka öz kardeşe
    sahip olma­yışıydı. Muhammed (s.a.v,) başarılı bir tüccar olan ve be­raber
    büyüdükleri için kendisine çok yakın olan amcası Abbas’tan yardım istemeyi
    tercih etti. Muhammed (s.a.v.)’e en yakın olanlardan biri de, onu her zaman
    evinde hoş karşılayan ve çok seven Abbas’ın karısı Ümmü’1-Fadl idi. Onlara
    gitti ve iki ailenin Ebu Talib’in durumu düzelene dek onun oğullarından
    ikisinin bakımım üstenmesinı tek­lif etti. Hemen karar verdiler ve birlikte Ebu
    Talib’e gitti-[2] Onların tekliflerine karşı
    Ebu Talib: «istediğinizi ya­pın, fakat Akil ile Talib’i bana bırakın» dedi.
    Cafer artık onbe? yaşındaydı ve ailenin en küçüğü de değildi. Annesi Fatıma,
    ondan on yaş küçük bir erkek çocuğu daha dünya­ya getirmişti; adını Ali
    koymuşlardı. Abbas, Cafer’in bakı­mını üstlenebileceğini söyledi, bunun üzerine
    Muhammed (s.a.v.) de Ali’yi aldı. Bu sıralarda Hatice Abdullah adında bir erkek
    çocuğu daha dünyaya getirmişti, fakat Abdullah,” Kasım’dan daha az bir
    zaman yaşadı. Bîr anlamda Ali onun yerini almıştı. Rukiye ve Ümmü Gülsüm’1 e
    hemen hemen aynı yaşta Seyneb’den küçük ve Fatıma’dan biraz büyük olan Ali bu
    dört kuzeniyle kardeş gibi büyüdü. Zeyd’le birlikte bu beş kişi Muhammed ve
    Hatice ailesinin özünü, oluşturuyordu. Fakat bunlardan başka onlara çok bağlı
    olan ve burada kronolojik olarak ele alınan ta­rihte küçük veya büyük roller
    oynayan birçok akrabalar: da vardı.

    O sırada hayatta
    olmayan en büyük amcası Haris geri-de bir çok erkek çocuk bırakmıştı. Bunlardan
    biri, Ebu Süfyan*. Muhammed (s.a.v.)’in süt kardeşi idi. Çünkü on­dan birkaç
    yıl sonra o da Beni Sa’d’da Halime tarafından omzırümişti. Çoğu kişi Ebu
    Süfyan’m aile benzerliği bakı­mından Muhammed (s.a.v.)’e çok yakın olduğunu
    söyler. İ’tisinin ortak özelliklerinden biri de güzel konuşma sana­lı idi.
    Fakat Ebu Süfyan yetenekli bir şairdi -belki de amalan Zûbeyr ve Ebu Talib’den
    daha yetenekliydi. Oysa Muhammed (s.a.v.), arapça grameri ve güzel konuşmada
    rakipsiz olmasına rağmen, bir tek şiir bile yazmamıştı.

    Hemen hemen kendi
    yaşında olan Eüu Süfyan, onun için hem arkadaş hem de bir dosttu. Kanla bağlı
    akraba­larından biraz daha yakın olanlar, babasının öz kardeşle­ri, yani
    Abdu’l-Muttalib’in beş kızının çocukları idi. Bu ku­zenlerinin en büyükleri
    kuzeydeki Esed kabilesinden Cahş adında bir adamla evlenen haıası Umeyme’nin
    çocuklarıy­dı[3]. Cahş’ın Mekke’de bir evi
    vardı. Kendi kabilesinden başka bir kabile ile beraber yaşayan birinin, o
    kabilenin bi” üyesi ile karşılıklı anlaşma yapması sonucunda, o kişi­yi
    haklarını ve görevlerini yerine getirecek bir temsilci olarak tayin emtesi de
    mümkündü. Abdu’ş-Şems soyunun Ümeyye [4]kolundan
    gelen kabilenin başkam olan Harb, Cahş’ın müttefiki olmuştu. Bu nedenle
    Umeyme’nin Cahş jle evlenmesi aynen onun bir Şems’li ile evlenmesi gibiy­di.
    Umeyme’nin ağabeyinden sonra Abdullah adını \ erdiği en büyük oğlu Muhammed’den
    hemen he­men oniki yaş küçüktü ve bu iki kuzen birbirlerini çok severdi.
    Umeyme’nin ağabeyinden epey küçük oian ve güzelligiyle dikkatleri çeken kızı
    Zeyneb de bu sevgi bağı­nın içindeydi. Muhammed (s.a.v.) ikisini de
    çocuklukların­dan beri çok severdi; halası Berre’nin oğlu Ebu Seleme’ye de özel
    bir sevgi beslerdi.

    El-Emin’i çevreleyen
    bu sevgi ve cazibe sadece ailesi ile sınırlı değildi; Hatice ile birlikte bu
    sevgi çemberinin merkezinde bütün akrabalarını içeren bir daire içindeki tüm
    İnsanlara sevgi besliyorlardı. Hatice’nin akrabaları da bu çemberin içindeydi.
    Ona en yakın olanlardan biri, oğlu Ebul-As ile onları sık sık ziyaret eden kardeşi
    Hale idi. Hatice yeğenini, sanki kendi oğluymuş gibi seviyordu; bu nedenle Hale
    kardeşinden oğlu için bir eş bulmasını istedi -Hatice sık sık onların her
    durumda yardım isteme­lerini tembih ederdi. Halice kocasına bu konuyu açtığın­da
    o, kızları Zeyneb’i evlenecek yaşa geldiğinde Ebu’l As’a uygun bir eş
    olabileceği önerisini getirdi. Zamanı geldiğin­de Zeyneb’i kuzeni ile
    evlendirdiler.

    Politik olarak bir
    arada anılan Haşim ve Muttalib soy­larının zayıflayan politik etkisini tekrar
    güçlendirmek için duyulan ümitler, Muhammed (s.a.v.) üzerinde yoğunlaş-nusti.
    Soy ayrımı olmaksızın tüm Kureyş onu, Arabistan’­da kabilelerinin şerefini ve
    gücünü devam ettirebilecek, neslinin en yetenekli şahsı olarak görüyordu.
    El-Emin’e ya­pılan övgüler herkesin dilindeydi; belki de bu nedenle Ebu Leheb
    yeğenine gelmiş ve kızları Rukiyye ve Ümmü Gül-süm’ü kendi oğullan Utbe ve
    Uteybe’ye » istedi­ğini söylemişti. Muhammed (s.a.v.J, bu İki kuzenini iyi ta­nıdığı
    için teklifi uygun bulmuş ve nişanlar yapılmıştı.

    İşte bu sıralarda Ümmü
    Eymen’i yine aile fertleri ara­sında görüyoruz. Kaynaklar onun bir dul olarak
    döndüğü­nü, veya kocasının onu boşadığını belirtmiyorlar. Sebep her ne İse,
    Ümmü Eymen yerinin orası olduğunu biliyor­du. Muhammed (s.a.v.), çoğu kez ona
    «anne» diye hitap eder ve başkalarına «O bana ailemden kalan tek ferttir»
    derdi”[5]

     



    [1] I S. III/1;26

    [2] i. S. l/ı, 7i.

     

    [3] Esed ibn Huzeyme  
    Necd ovasının en    kuzeyinde
    yerleşmişolan Mekke’nin kuzey-doğusundaki bir kabile.

    [4] Abdu’ş-Şems’in oğl” ve Harb’in babası Umeyye’nin
    ölümünden-sonra böyle anılmıştır

    [5] I. S. VIII 162.

     

  • Evlîlîk Önerileri Hz. Muhammedin Hayatı

    12. EVLÎLÎK ÖNERİLERİ

     

    Muhammed (s.a.v.)
    yirmi yaşını geçmişti ve za­man geçtikçe daha sık, akrabalarından biri ve
    diğeri ile birlikte sefere çıkmaya davet ediliyordu, Bir gün, hasta­landığı için
    sefere çıkamayan bir tüccarın malların; tes-ltm aldı ve yalnız başına gitti. Bu
    başarısı bundan sonra da aynı tür teklifler almasını sağladı. Artık yaşamını
    daha rahat kazanabiliyordu ve evlilik olanağı artıyordu.

    Amcası ve koruyucusu
    Ebu Talib’in o zaman üç oğlu vardı: en büyükleri TaUb, Muhammed’le aynı
    yaştaydı; Akil onüç veya ondört; Cafer ise dört yaşındaydı. Muham­med çocukları
    çok severdi ve onlarla oynamaktan hoşlanır­dı, ilgisi ve sevgisi daha sonra
    kendisine bağlılıkla karşı­lık verecek olan Cafer’de yoğunlaşmıştı. Cafer
    akıllı ve gü­zel bir çocuktu. Ebu Talib’in kız çocukları da vardı, bunlar­dan
    biri henüz evlenme çağma yeni girmişti. Adı Fahite idi, fakat daha sonra Ümmü
    Hani adını almış ve bu adla tanın­mıştır. Onunla Muhammed (s.a.v.) arasında
    büyük bir sev­gi vardı ve Muhammed (s.a.v.) onu babasından evlenmek üzere
    istedi. Fakat Ebu Talib’in kızı için başka planları vardı: Manzum kabilesinden
    dayısının oğlu Hubeyre de Ümmü Hanİ’yi istemişti; Hubeyre sadece önemli bir
    Kimse değil, aynı zamanda Ebu Talib gibi iyi bir şairdi de. Bunun yanısıra
    Mekke’de Manzum kabilesinin gücü artıyor, Haşimilerin gücü ise azalıyordu. Bu
    nedenlerle Ebu Talib Üm­mü Hani’yi Hubeyre ile evlendirdi. Yeğeni ona sitem
    ettiginde ise ona şu cevabı verdi. -Onlar bize kızlarını verdi­ler.»* -burada
    şüphesiz kendi annesini kastediyordu- «cö­mert bir adama cömertlik yapılmalı».[1] Bu
    cevap inandırıcı olmaktan uzaktı, çünkü Abdu’l-Muttaiib, Atike ve Berre
    adlarındaki iki kızını Mahzumi’lere vererek borcunu öde­mişti. Muhammed
    (s.a.v.) amcasının kibarca onun evlene­cek konuma gelmediğini söylemek
    istediğini anladı. Ken­disi de bu kanıya vardı, fakat beklenmedik durumlar onun
    fikrini değiştirecekti.

    Mekke’deki zengin
    tüccarlardan birisi bir kadındı -Esed kabilesinden Huveylid’in kızı Hatice. O
    aynı zaman­da Hristiyan olan Varaka’nın ve kardeşi Kuteyle’nin ku­zeni idi.-
    Onlar gibi Hatice de Haşimoğullarmm uzaktan yeğenleri oluyordu. O zamana dek
    iki kez evlenmişti ve ikinci kocasından ölümünden – beri kendi âdına ticaret ya­pacak
    bir adam görevlendirmeyi adet edinmişti, Muham­med (s.a.v.) artık Mekke’de
    eLEmin (güvenilir), şerefli olarak tanınıyordu. Bu şöhreti ise kendisine emanet
    edilen ticaret kervanlarının sahiplerinden yayılıyordu. Hatice de onun hakkında
    ailesinden çok şeyler duymuştu-, birgün Suriye’ye gidecek ticaret kervanını
    yönetmesi için ona ha­ber gönderdi. Ücreti onun şimdiye kadar bir Kureyşlİye
    ödediği en yüksek fiyatın iki katı kadardı; yanma yolcu­lukta eşlik etmesi için
    Meysere adında bir de genç köle verdi. Muhammed <s.a.v.) onun teklifini
    kabul etti ve gençle birlikte onun mallarını kuzeye götürdü.

    Suriye’nin güneyindeki
    Basra’ya ulaştıklarında, Mu­hammed (s.a.v.), Nestor denilen bir rahibin
    manastırına yakın bir yerde bir ağacın gölgesi altına oturdu. Yolcula­rın
    konaklama yerleri hep aynı olduğu için, belki de bu on beş yıl kadar önce
    amcasıyla Basra’ya giderken altın­da oturduğu ağacın aynısı idi. Belki Bahira
    ölmüş, onun yerini Nestor almıştı. Bu ihtimaller bir yana, Meyser’in şöyle
    haber verdiğini biliyoruz: Rahip manastırdan çıktı ve ona: «Ağacın altında
    oturan adam kim?» diye sordu. O

    da «Bir Kureyşli» dedi
    ve açıklamak için şunları ekledi. «Allah’ın Evi’ni koruyanlardan». Nestor: «O
    ağacın altında bir peygamberden başkası oturmuyor» dedi[2]

    Suriye’ye doğru ilerlerken
    Nestor’un sözleri Meysere’-nin daha çok İçine işledi, fakat bunlar onu çok
    şaşırtma­dı; çünkü yolculuk boyunca şimdiye kadar beraber olduğu kimselere hiç
    benzemeyen bir adamla yolculuk ettiğinin farkına vardı. Bu düşüncesi eve
    dönüşte gördüğü bir şeyle daha da kesinleşti: çoğu zaman sıcağın garip
    denebilecek şekilde az olduğunu farketmişti, ve bir gün öğleye doğru Muhammed’i
    (s.a.v.) sıcaktan koruyan iki meleği açıkça gördü.

    Mekke’ye
    vardıklarında, Suriye’den sattıkları malın karşılığı olarak aldıkları mallarla
    birlikte Hatice’nin evine gittiler. Hatice, Muhammed (s.a.v. Tin yolculuğu ve
    yaptı­ğı alışverişleri anlatışını dinledi. Çok kâr etmiş görünü­yordu, çünkü
    şimdi elindeki mallan maliyetinin iki katına satabilme olanağı vardı. Fakat bu
    tür düşünceler onun zihninden uzaklardaydı, çünkü Hatice’nin dikkati anlatı­lanlardan
    çok anlatan kişide yoğunlaşmıştı. O, orta boylu, İnce, geniş omuzluydu, başı
    büyûic ve vücudunun diğer or­ganları da orantılı bir şekildeydi. Saçı ve sakalı
    sık ve si­yahtı, dümdüz değil, hafiften dalgalıydı. Saçları omuzları ile kulak
    memesi arasına kadar uzuyor, sakalı ise hemen hemen saçlarının uzunluğuna
    iniyordu. Geniş bir ahu var­dı; göz yuvarlakları geniş, kirpikleri uzun,
    kaşları ise ge­niş ve hafif çatıktı.  
    Eski kaynakların çoğunda gözlerinin

    siyah olduğu söylenir,
    fakat bazı kaynaklara göre gözleri kahverengi, hatta açık kahverengidir. Burnu,
    ağzı geniş ve güzel şekilliydi. Sakallarını uzatmasına rağmen bıyıklarını hiç
    bir zaman üst dudağına dek uzatmadığı için dudaklarının güzelliği
    görülebilirdi. Cildi beyazdı, fakat güneşten bronzlaşmıştı. Bu doğal
    güzelliklerin yanısıra, yüzünde -babasında da var olan, fakat oğlunda daha güç­lü
    bir şekil alan- bir nur vardı. Bu ışık daha çok alnında ve parlak gözlerinde
    ışıldardı. Hatice, kendisinin de hala güzel olduğunun farkındaydı, fakat ondan
    onbeş yaş bü­yüktü. Buna rağmen onunla evlenmeyi kabul eder miydi, acaba?

    Muhammed is.a.v.)
    gider gitmez, Hatice, Nufeyse adındaki bir arkadaşına danıştı, o da aralarını
    yapmaya söz verdi. Meysere patronuna gelip, yolda* gördüklerini, iki meleği ve
    rahibin söylediklerini anlattı. Hatice de gi­dip bunları kuzeni Varaka’ya
    anlattı. Varaka «Eğer bu doğruysa, Hatice- dedi, «Muhammed (s.a.v.) kavmimize
    gönderilen peygamberdir. Uzun süreden beri bir peygam­berin geleceğini
    biliyordum ve işte geldi.»[3].

    Bu sırada Nufeyse,
    Muhammed (s.a.v.) ‘e gitti ve niçin evlenmediğini sordu. «Maddi imkanlarım
    yetersiz» diye ce­vap verdi. «Fakat eğer sana imkan verilirse: güzeUik, zen­ginlik
    soyluluğun varolduğu bir anlaşmaya çagniırsan ne dersin?» «O kim?» diye sordu.
    «Hatice.» dedi Nufeyse. «Ben böyle bir evliliği nasıl yapabilirim?» dedi.
    «Orasını bana bırak![4] dedi.
    Nufeyse konuştuklarını Hatice’ye iletti, o da Muhammed’e (s.a.v.) gelmesi için
    haber gönderdi. Geldi­ğinde ona şunları söyledi: «Ey amcamoğlu, seni akrabam
    olduğun için ve o veya bu gruba bağlanmadan orta yolda yer aldığın için
    seviyorum; seni güveniluiiliğin, doğru söz­lü ve güzel huylu olduğun için
    seviyorum»[5]. Daha
    sonra ona evlenme teklif etti. Birlikte Muhammed’in amcalarıyla,

    Hatice’nin de babası
    öldüğü için Esedoğu Harından amcası Amr ile konuşması gerektiğine karar
    verdiler. Haşimiler bu törende kendilerini temsil etmesi için genç olmasına
    rağmen Hamza’yı seçtiler. Bunun nedeni aralarında Esed kabilesine en yakın
    olanın Hamza oluşuydu. Çünkü Ham-za’nın öz kardeşi Safiye, kısa bir süre önce
    Hatice’nin kar deşi Avvam ile evlenmişti. Hamza yeğeni ile birlikte Arara gitti
    ve Hatice’yi istedi, aralarında Muhammed’in mehır olarak Hatice’ye yirmi dişi devs
    vermesi kararma vardık.

     

     



    [1] 1.S.VIII;108

     

    [2] I. S. î/l, 83. Isl&m İnancına göre Muhammed, o
    gelene dek İsa, Yahuda soyundan gelen son peygamber olduğu için, ya-hudilerde
    kalan ruhsal otoritenin «ahir zamanda» kendisi­ne aktarıldığı Shİloh dur. Bunu
    ölümünden kısa bir süre ön­ce Yakub şöyle bildirmiştir: «Ve Yakub oğullarını
    çağırdı ve onlara ahir zamanda size neler olacağını anlatacağım, toplanın dedi.
    Shiloh gelinceye dek hakimiyet Yahuda’da ka­lacak; o geldiğinde tüm insanlar
    onun etrafında birleşecek­ler.» (Tekvin, 49:1,10).

     

    [3] I.l. 121.

    [4] I. S. I/l, 84.

    [5] I.I. 120.

     

  • Hılfül-Füdul Hz. Muhammedin Hayatı

    11.  
    HILFÜL-FÜDUL

     

    Suriye’deki ticaretini
    bitirdikten sonra Ebu Talib, da ha önceki yalnız yaşamına devam eden yeğeniyle
    birlikte Mekke’ye döndü. Fakat amcaları, Abbas ve Hamza gibi onun da savaş
    araçlarını kullanmak için eğitimden geç­mesi gerektiği kanısına vardılar. Hamza
    büyük fiziksel gü ce sahipti, güçlü bir adam olacağı önceden belliydi, tyi bir
    güreşçiydi ve iyi kılıç kullanırdı. Muhammed ise ortalama uzunluk ve güçte bir
    gençti. Okçuluğa Özel bir yeteneği vardı ve büyük ataları İsmail ve İbrahim
    gibi iyi okçu ol­ma yolundaydı. Bu başarıdaki en büyük rol ise gözlerinin
    keskin oluşundaydi: onun Süreyya burcunun oniki yıldızı­nı sayabildiği
    söylenirdi.

    O yıllarda, uzun fakat
    aralıklarla süren ve haram ay­lardan birinde başladığı için Ficar Savaşı
    denilen savaş­tan başka önemli bir çatışma olmadı. Kinane kabilesinden bir
    adam, Necd’deki Havazin kabilelerinden Amir’İn bir adamını öldürmüş ve Hayber
    kalesine sığınmıştı. Olaylar dizisi her zamanki çöl kurallarına uygun olarak
    meydana geldi: onur intikam gerektirirdi. Öldürülen adamın kabi­lesi, Kinane’ye
    yani öldürülen adamın kabilesine saldırdı. Kureyş o sıralarda Kinane ile
    müttefik durumdaydı. Savaş üç dört yıl sürdü, fakat gerçekte beş günden fazla
    çatışma meydana gelmedi. O sıralarda Haşimilerin başında, Ebu Talib gibi
    Muhammed’in babasının öz kardeşi olan Abdu’I-Muttalib’in oğlu Zübeyr vardı.
    Zübeyr ve Ebu Talib yeğenleri Muhammed’i ilk çatışmalardan birine götürdüler.
    Fa­kat onun savaşmak için çok genç olduğu kanaatine vardı­lar. Bu nedenle onun
    sadece hedefine ulaşmayan düşman oklarını toplayıp, amcalarına iletmesine izin
    verdiler[1]. Fa­kat
    bunu takip eden çatışmalarda, Kureyş ve taraftarları­nın kötü bir durumda
    olduğu sırada, onun da bir okçu olarak marifetini göstermesine izin verildi ve
    başarısı kut­landı.[2]

    Bu savaş, yerleşik
    topluluklarla çöl kanunu arasında her 7aman varolan hoşnutsuzlukları artırmaya
    yardım et­ti. Kureyş’in ileri gelenlerinin çoğu Suriye’ye gitmiş ve orada Roma
    imparatorluğunun uyguladığı göreli adaleti görmüşlerdi. Habeşistan’da da savaş
    etmeden adaleti sağ­lamak mümkündü. Fakat Arabistan’da suç kurbanı kişinin veya
    ailesinin hakkını alabileceği, bunlarla karşılaştı rabile-cek bir kanun sistemi
    yoktu; ve Ficar savaşının da, ken­dinden önceki diğer karışıklıklar gibi,
    birçok zihni bu tür claylarr önleme yollan ve araçlarıyla ilgili düşünceye
    sevketmiş olması doğaldı. Fakat bu kez sonuç sadece dü­şüncelerden ve
    kelimelerden ibaret kalmamıştı: Kureyş* bu tür olayları önlemek için hemen
    harekete geçmeğe hazırdı. Onların bu adalet anlayışları, savaşın bitiminden
    birkaç hafta sonra Mekke’de meydana gelen bir olayla sınandı.

    Zabid kabilesinin
    Yemen’deki bölgesinden bir tüccar, Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden birine
    değerli mallar satmıştı. Sehmli adam malları teslim almıştı, fakat karar­laştırılan
    fiyatı Ödememekte ısrar ediyordu. Dolandırılan tüccar, onu dolandıranın da
    bildiği gibi Mekkeli değildi ve tüm şehirde ona yardım edebilecek bir velisi
    veya mütte­fiki yoktu. Fakat karşısındakinin küstahça kendine güveni­şinden de
    ürkmüyordu. Bu nedenle Ebu Kubays tepesine çıkıp, yüksek sesle ve beliğ bir
    şekilde tünvKureyş’i adale­ti yerine getirmeye davet etti. îlk tepki Sehm
    kabilesiyle geleneksel bağları olmayan kabilelerden geldi. Kureyş ise,

    herşeyin Ötesinde
    kabile aynnu gözetmeden birleşme ta­raftarıydı. Fakat yine de kendi birlikleri
    içindeki kesin ayrımın, Kusay’ın mirası nedeniyle meydana gelen Müt­tefikler ve
    Güzel Kokanlar ayrımının farkındaydılar ve Sehm de Müttefiklerdendi. Diğer
    grubun liderlerinden biri, Mekke’nin en zenginlerinden biri olan Teym
    kabilesinin şefi Abdulah İbn Cud’an İdi; ve şimdi büyük evini, tüm adaleti
    sevenlerin toplanma yeri olarak açıyordu. Güzel kokanlar grubundan sadece
    Abdu’ş-Şems ve Nevfel kabile­leri orada değildi. Haşim, Muttalib, Zûhre Esed ve
    Teym kabileleri toplulukta temsil ediliyordu. Bunlara öir de Müt­tefiklerden
    Adiy katılmıştı. Birlikte yaptıkları tartışmalar sonucu zayıflan kollamak ve
    adaleti korumak İçin bir ör­güt kurmaya karar verdiler. Hep birlikte Kabe’ye
    gidip Hacer’ül-Esved’in üzerine su döküp, bu suyu bir kaba akıt; tılar. Bu
    şekilde kutsanmış olan sudan teker teker içtiler ve sağ ellerini yukarı
    kaldırarak Mekke’de ne zaman bir zulüm meydana gelirse, zulmedilen Mekke’n* olsun,
    yaban­cı olsun onun hakkını alıp, adaleti korumak için tek bir vücut gibi
    birleşeceklerine and içtiler. Bundan sonra Sehm’li adama borcunu ödettiler; bu
    anlaşmaya katılma­yan kabilelerin de hiç birinden karşı çıkıp Sehmli koru­yan
    olmadı.

    Teym’İn şefi İle
    birlikte bu düzeni kuranlardan biri de Haşimilerden Zübeyr idi: Beraberinde
    aynı andı içen ye­ğenini de bu toplantıya getirmişti. Muhammed (s.a.v.) daha
    sonraki yıllarda şöyle diyecektir: «Abdullah İbn Cud*an*ın evinde ben de
    vardım-, orada bulunuşumu ve o anlaşmaya katılışımı bir sürü kızıl deveye
    değişmem ve şimdi, îslam’-da, o örgüte çagrılsam memnuniyetle katılırım-[3].
    Orada bulunanlardan biri de, oğlu Ebu Bekir ile birlikte gelen ev sahibinin
    kuzeni Teymli Ebu Kuhafe İdi. Ebu Bekir, Mu-hammed’den bir veya iki yaş küçüktü
    ve onun en samimi arkadaşı olacaktı.   

     



    [1] i. H. 119.

    [2] I. S. 1/1,81.

     

    [3] 1.1 86

  • İkî Kayıp Hz. Muhammedin Hayatı

    9.   İKÎ
    KAYIP

     

    Halime ve Haris
    sonunda çocukların doğru söylediği­ne inandılar ve bu olay onları çok etkiledi.
    Haris süt ço­cuklarının kötü bir ruha sahip olmasından veya büyüye uğramasından
    korktu ve karısına bu kötülükler meydana çıkmadan çocuğu annesine teslim
    etmeleri gerektiğini söy­ledi. Halime onu bir kez daha Mekke’ye götürdü, geri
    gö-türmelerinin asıl nledenini gizlemek niyetindeydi. Fakat Amine, daha önceki
    fikirlerini neden değiştirdiklerini öğ­renmek için çok ısrar etti, sonunda tüm
    hikayeyi öğrendi. Her şeyi öğrendikten sonra Halime’yi teskin ederefc: «Be­nim
    küçük oğlumda büyük harikalar gizli» dedi. Sonra ha­mileyken başından
    geçenleri, kendi içinde bir ışık taşıdığı­nın nasıl farkına vardığını anlattı.
    Halime çocuğu yanında tutmaya razı olmuştu, fakat bu kez Amine çocuğuna kendi
    bakmaya karar verdi: «Onu benimle bırak ve selametle evi­ne dön» dedi.

    Çocuk, annesiyle
    Mekke’de yaklaşık üç yıl kadar mut­lu yaşadı ve dedesinin, amcalarının,
    halalarının ve ku­zenlerinin beğenisini kazandı. Özellikle ona en yakın olan­lar,
    Muhammed’in anne-babasıyla aynı günde evlenen Abdu’I-Muttalib’in son
    evliliğinden olma çocukları Hamza ve Safiye idi. Hamza, Muhammed’le (s.a.v.)
    aynı yaştaydı. Safiye ise biraz daha küçüktü. Babası tarafından amca ve halası,
    anne tarafından ise kuzenleri olan bu ikiliyle ömür boyu sürecek olan güçlü bir
    bağ kurdu.

    Altı yaşına
    geldiğinde, annesi onu Yesrib’deki akraba­larına ziyarete götürmeye karar
    verdi. Kuzeye giden bir kervana katıldılar, yanlarında iki deve vardı, birinde
    Ami­ne, diğerinde cariye ile Muhammed (s.a.v.) gidiyordu. Da­ha sonraları,
    çocuk beraber kaldıkları Hazreçli akrabala­rının yanında nasıl uçurtma uçurmayı
    ve havuzda yüzme­yi Öğrendiğini hatırlayıp anlatırdı. Fakat Yesrib’den ayrıl­malarından
    kısa bir süre sonra Amine hastalandı ve ker­vandan ayrılıp orada kalmak zorunda
    kaldılar. Birkaç gün sonra Amine vefat etti  Yesrib’den çok uzak olmayan bir yerde, Ebva’da
    ve oraya gömüldü. Şimdi iki taraftan da yetim olan çocuğu Bereke elinden
    geldiğince teselli et­meye çalıştı. Bazı yolcuların yardımıyla onu Mekke’ye ge­tirmeyi
    başardı.

    Şimdi artık ondan
    tamamen dedesi sorumluydu. Gün­ler geçtikçe Abdul-Muttalib’in Abdullah’a
    duyduğu Özel sevginin onun oğluna aktarıldığı gözleniyordu. Abdu’l-Muttalib her
    zaman Kabe’ye yakın olmayı seviyordu. Zemzem’i kazması emredildiğinde de
    Hicr’de uyuyordu. Bu ne­denle ailesi onun için Kutsal Ev’in gölgesine hergün
    bir şilte sererdi. Babalarına duydukları saygı nedeniyle oraya, oğullarından
    hiçbiri, hatta Hamza bile onun yanında otur­maya giremezdi; fakat küçük
    torununun bu tür sorunları yoktu. Amcaları ona başka yerde oturmasını
    söyledikle­rinde Abdü’l-Muttalib şöyle derdi: «Oğlumu olduğu gibi bı­rakın,
    onun geleceği çok büyük.» Muhammed, onun yanın­da oturur ve sırtına binerdi.
    Dedesi de onun yaptıklarını memnuniyetle seyrederdi. Hemen hemen hergün Kabe’de
    ve Mekke’nin diğer yerlerinde elele görülebilirlerdi. Hatta Abdu’l-Muttalib,
    Meclis’e giderken de beraberinde götü­rürdü. Hepsi kırk civarında tüm şeflerin
    toplandığı bir mec­liste çok Önemli meseleler konuşuluyordu ve seksen yaşın­daki
    yaşlı şef, yedi yaşındaki bu çocuğa olaylar konusun­daki fikrini soruyordu.
    Dedesi her seferinde «Oğlumu bü­yük bir gelecek bekliyor» derdi.

    Annesinin ölümünden
    iki yıl sonra yetim, dedesini de kaybetti. Abdu’l-Muttalib ölürken torununu,
    babasının öz

    kardeşi olan, amcası
    Ebu Talib’e emanet etti. Ebu Talib de yeğenine dedesinden gördüğü sevgi ve
    nezaketin aynısını gösterdi. Bundan sonra artık O, Ebu Talib’in oğullarından
    biriydi, karısı Fatıma[1] da
    çocuğun annesinin yerini tutmak için elinden geleni yapıyordu. Daha sonraki
    yıllarda Mu-hammed (s.a.v.), onun kendi çocukları aç dururken, ken­disini
    doyurduğundan bahsederdi. 

     .

     



    [1] Ebu Talıb gibi O da Haçim’in torunuydu, Abd el-Mutatalib’
    in üvey kardeşi Esad’ın (Haşim’in oğlu) 
    kızı idi.’

     

  • Rahip Bahira Hz. Muhammedin Hayatı

    10. RAHİP BAHİRA

     

    Abdu’l-Muttalib’in
    mallan hayatinin son döneminde oldukça azalmıştı, ölümünden sonra oğullarına
    sadece çok küçük bir miras bırakmıştı. Oğullarından bazıları, özellikle Ebu
    Leheb olarak tanınan Abdu’1-Uzza kendiliklerinden zengin olmuşlardı. Fakat Ebu
    Talib fakirdi. Bu nedenle ye­ğeni kendisini, yaşamını w»ymı«.ir için elinden
    geleni yap­maya zorunlu hissediyordu. Yaşamını keçi ve koyunlara çobanlık
    ederek kazanıyordu ve gün geçtikçe Mekke’nin üstündeki tepelerde veya
    ötesindeki ovalarda yalnız geçir­diği günler artıyordu. Buna rağmen amcası onu
    bazen be­raberinde yolculuğa götürüyordu. Bunlardan birinde, Mu hammed (s.a.v.)
    dokuz, bir görüşe göre de oniki yaşınday­ken bir ticaret kervanıyla Suriye’ye
    kadar gitti. Basra’da, Mekke kervanının her zamanki konak yerlerinden birin­de,
    içinde nesilden nesile bir hristiyan rahibin yaşadığı bir hücre vardı. Biri
    öldüğünde, diğeri onun yerini alıyor ve eski elyazmalarını da içeren
    manastırdaki bütün varlıkla­ra varis oluyordu. Bu el yazmalarından birinde
    Araplara bir peygamber geleceği kayıtlıydı. Manastırda yaşayan Ra­hip Bahira bu
    kitapların hepsinden haberdardı. Bu konuy­la ilgilenmesinin asıl sebebi ise
    Varaka gibi onun da pey­gamberin kendi yaşam süresi içinde geleceğine inanmasıy­dı.

    Mekke kervanının
    manastırdan pek uzak olmayan ko­nak yerine konakladığım birçok defa görmüştü. Fakat
    bu

    sefer daha Önce hiç
    görmediği bir şeyle karşılaştı ve dona­kaldı: alçak ve küçük bir bulut onların
    üstünde yavaş ya­vaş ilerliyor ve sürekli yolculardan bir veya ikisi ile güne­şin
    arasında yer alıyordu. Büyük bir ilgiyle onların yak­laşmasını izledi. Fakat
    birden ilgisi şaşkınlığa dönüştü. Çünkü konakladıkları anda bulut hareket
    etmeyi durdur» du ve altında gölgelendikleri ağacın üstünde sabit olarak kaldı.
    Ağaç ise dallarını aşağı indirerek onların iki kat gölgede olmalarını
    sağlıyordu. Bahira böyle bir harikanın zor olmasa da önemli olduğunu biliyordu.
    Sadece yüce bir ruhun varlığı bu olayı açıklayabilirdi ve aniden beklenen
    peygamber aklına geldi. Sonunda gelmiş miydi, bu yolcu­ların arasında olabilir
    miydi?

    Manastıra kısa bir
    süre Önce yiyecek stokları gelmişti, elindekilerin hepsini birleştirerek
    kervana şöyle bir haber gönderdi: «Ey Kureyşler! Sizin için yiyecekler
    hazırladım ve buraya gelmenizi istiyorum. Yaşlı-genç, köle-hür- hepi­nizi davet
    ediyorum.*

    Bunun üzerine hepsi
    manastıra geldiler, fakat Bahira’nın tembihlerine rağmen Muhammed (s.a.v.)’i
    develerin ve yüklerin yanında gözcü olarak bıraktılar. Oysa vardık­larında
    Bahira onların yüzlerine teker teker baktı. Fakat kitaplarda tarif edilen yüze
    benzer bir yüz göremedi-, on­ların arasında bu iki mucizevi yapabilecek güçte
    kimse yoktu. Belki de hepsi gelmemişti. «Ey Kureyşlİler,» dedi, «geride kimse
    kalmadığından emin misiniz?-. «Başka kim­se kalmadı- dediler, «sadece en
    küçüğümüz olan bir erkek çocuk kaldı». Bahira «Ona öyle davranmayın, onu da ça­ğırın
    bizimle beraber yemekte bulunsun» dedi. Ebu Talib ve diğerleri bu
    düşüncesizlikleri için özür dilediler, içle­rinden biri şöyle dedi: «Biz,
    gerçekten suçluyuz, Abdullah’­ın oğlunu geride bırakıp, bu ziyafetten mahrum
    etmeme­liyiz.» Daha sonra Muhammed’in (s.a.v.) yanma gitti ve onu da beraber
    yemek yemeğe davet etti.

    Çocuğun yüzüne bir kez
    bakmak Bahira için bu muci­zeleri açıklamağa yetti. Yemek boyunca onu dikkatle
    in­celediğinde yüz ve vücut özelliklerinin kendi kitabında anlatılanlara nedenli    yakın olduğunu gözledi.    Yemekten sonra rahip bu genç misafirinin
    yanma gitti ve ona yasanı şekli, uykuları ve genel konulardaki tavırlarıyla
    bazı şey­ler sordu. Muhammed ona bu konularda ayrıntılı cevap­lar verdi; çünkü
    au^m saygıdeğerdi, sorular ise saygılı ve hürmetkarca soruluyordu. Hatta rahip
    sırtına bakmak is tediğinde, gömleğini   sıyırmakta tereddüt etmedi.  Bahira zaten kesinlikle   onun peygamber olduğu    kanaatındeydı Bir de sırtındaki iki kürek
    kemiği arasında, kitabında anla­tılan yerde peygamberlik mührünü görünce tüm
    şüphele­ri silindi. Bahira Ebu Talİb’e döndü ve: «Bu çocukla akra­balık
    dereceniz nedir?» diye sordu. Ebu Talib «Oğlumdur» dedi. Bahip, «Oğlunuz değil,
    bu çocuğun babası sağ ola maz» dedi. Ebu Talib    «Kardeşimin oğludur» dedi. «Peki babasına
    ne oldu?» dedi rahip. Öteki «Daha annesi ona ha­mileyken öldü.» dedi. «İşte bu
    doğru» dedi Bahira. «Karde sinin oğlunu ülkene geri götür ve onu Yahudilerden
    koru Çünkü benim bildiğimi onlar da bilirler ve görürlerse ona kötülük yaparlar.
    Kardeşinin oğlunun geleceğinde büyul: şeyler gizli.»

     

     

  • Çöl Hz. Muhammedin Hayatı

    8.   ÇÖL

     

    Erkek çocukların,
    doğduktan sonra çöle emzirilmek ve belli bir yaşa kadar büyütülmek üzere
    gönderilmesi Ara­bistan’da yaygın bir gelenekti. Çocuk ölüm oranının yük­sek ve
    salgın hastalıkların yaygın olusu nedeniyle Mekke’­de de bu gelenek sürdürülüyordu.
    Fakat bundan amaç sa­dece çocuğun çölün temiz havasını teneffüs etmesi değil­di.
    Bu sadece bedenle ilgili bir sebepti. Çölün insan ruhu Üzerinde de bir takım
    etkileri vardı. Kureyş yerleşik ha­yata yeni geçmişti. Kusayy, onlara Mabed’in
    etrafına evler yapmalarını söyleyene dek- yan göçebe bir hayat yaşıyor­lardı.
    Sabit yerleşme tabii ki kaçınılmazdı, fakat bu türlü yerleşme sakıncalıydı.
    Soyluluk ve özgürlük birbirinden ay­rılmaz iki kavramdı ve göçebe özgürdü.
    Çölde bir insan, mekana hükmettiğinin bilincindeydi; bu hükmetme saye­sinde de
    bir bakıma zamanın baskısından kurtuluyordu de­nebilir. Çöl insanı, çadır
    bozarak dünlerini savabiliyordu; zamanı ve yeri henüz belirmedigi için yarın
    bir hüsran olarak görünmüyordu. Fakat şehirli insan bir mahpustu Onun bir yerde
    sürekli kalmak zorunda oluşu herseyi çürü­tüyor ve -dün, bugün, yarın- zamanın
    gayesi haline getiri­yordu. Şehirler bozulma yerleriydi. Şapşallık ve tembellik
    onların duvarları arasına gizlenmiş ve insanın uyanık ve te­tikte oluşunu köreltmek
    için hazır bekliyorlardı. Orada her şey, hatta insanın sahip olduğu en önemli
    özellik olan dil bi­le bozuluyordu. Arapların çok azı okuyabilirdi, fakat güzel
    konuşma tüm Arapların çocuklarında görmek istediği üt­tün bir meziyetti.
    İnsanın değeri güzel konuşmam ve bela-gafa İle ölçülürdü ve belagatın’.başı da
    şiirdi. Ailede bir şairin bulunması Övünülecek bir olaydı. En iyi «»Her he­men
    hemen tamamen çöldeki birkaç kabileden çıkıyordu. Çünkü çölde konuşulan dil
    güre çok benziyordu, ,

    Bu nedenle çölle bağlantı
     nesilde yenilenmeliydi; ciğerler için
    temiz hava, dil için saf arapça\ ruh için öz­gürlük. Kureyş’in erkek çocukları,
    çölden bu faziletleri ka­pabilmeleri için, daha kısa surede yeterli olmasına
    rağmen, sekiz yaşlarına kadar çölde kalırlardı.

    Bazı kabileler
    çocuklara bakma ve büyütmede iyi şöh­ret kazanmışlardı. Bunlardan biri de
    Mekke’nin güneydo­ğusunda yerleşen, Havazin’lerin en önemli kollarından biri
    olan Beni Sa’d îbn Bekr kabilesi idi. Amme oğlunu bu ka­bileden bir kadına
    vermek istiyordu. Onlar Mekke’ye be­lirli zamanlarda süt çocuğu almak İçin
    gelirlerdi ve yalan­da bir grubun gelmesi bekleniyordu. Mekke’ye bu kez yap­tıkları
    yolculuğu, onlardan biri, kocan Harisle birlikte ge­len ve yeni doğum yapmış
    olan Ebu Zu’ayb’ın kızı Hali­me şöyle anlatıyor: «O yıl bir kıtlık yılıydı ve
    hiçbir şeyi­miz kalmamıştı. Dişi eşeğimin üzerine bindim. Yanımıza bir damla
    bile süt vermeyen yaşlı dişi devemizi de aldık. Açlıktan ağlayan küçük oğlumuz
    yüzünden bütün gece uyuyamadık. Çünkü göğsümde onu besleyecek kadar süt yoktu.
    Eşeğim o kadar zayıf ve güçsüz idi ki çoğunlukla diğerlerini bekletiyordum.»

    Develerin ve eşeğin
    beslenip güçlenebilmesi için nasıl bir damla yağmur yağmasını beklediklerini
    anlattı. Fakat Mekke’ye varana dek hiç yağmur yağmadı. Beni Sa’dülar süt çocuğu
    almak için etrafa bakınmaya başladıklarında. Amine orada bulunanlara sırayla
    oğlunu almaları için tek­lifte bulundu, fakat hepsi reddettiler. Halime: «Bunun
    se­bebi çocuğun babasından biraz destek beklemenüzdi. O bir yetim, annesi ve
    dedesi bize ne sağlayabilir? diyerek onu almadık- dedi. Çocuk emzirmek için
    direkt bir Ücret İste­miyorlardı, çünkü çocuğa verilen süt karşılığında par»
    almak şerefsizlik sayılıyordu. Aldıkları karşılık daha dolaylı ve uzun. sûreye
    bağlıydı. Şehirlilerle göçebeler arasındaki bu değiş-tokuş doğal bir şeydi,
    çünkü birinin zengin oldu­ğu konuda diğeri fakirdi. Göçebenin teklif ettiği şey
    Tanrı vergisi geleneksel yaşam şekliydi. Habibi’in yaşam şekli. Ka­bil’in
    oğulları ise -ilk şehirleri kuran Kabil’di, zenginliğe ve güoe sahiptiler.
    Bedevi’nin avantajı, büyük ailelerden biriyle sürekli bir bağ kurmaktı.
    Sütanne, kendisine ikin­ci bir anne gibi bağlanacak ve yaşamı boyunca minnettar
    kalacak bir oğul sahibi oluyordu. O aynı zamanda kendi çocuklarına da kardeş
    gibi davranacaktı. Bu ilişki sadece sözde bir ilişki değildi. Araplara göre süt
    de varislik ka­nallarından biriydi ve emzirenin nitelikleri hemen bebeğe, de
    geçerdi. Fakat süt çocuktan büyüyene dek hiçbir şey beklenemezdi, o büyüyene
    dek çocuğun görevlerini babası yüklenirdi. Bir büyükbaba (dede) görevler için
    uzak sa-yılabirlirdi. Bu durumda ise Abdu’l-Muttalib’ân yaşlılığı ne­deniyle
    uzun süre yaşayamayacağını biliyorlardı, öldüğün­de torunu değil oğullan miras
    alacaklardı. Amine iee fakirdi; çocuğa gelince, babası ona zengin bir miras
    bıraka­cak kadar yaşamamıştı. Oğluna beş tane deve, küçük bir koyun ve keçi
    sürüsü ve bir cariyeden başka miras bırak­mamıştı. Abdullah’ın oğlu gerçekte
    büyük bir aileye men­suptu; fakat bu yil teklif edilen en fakir çocuktu.

    Diğer taraftan sütanne
    ve ailesinin zengin olmaları beklenmese de çok fakir olmamaları istenirdi.
    Halime ve kocası arkadaşları arasında en fakir olanlarıydı. Halime ve diğeri
    arasında bir seçenek ihtimali olduğunda, diğeri tercih ediliyordu. Sonunda
    Halime dışında tüm Beni Sa’d kadınları birer çocuk sahibi olmuşlardı. Sadece en
    fakir sütanne çocuksuz, en fakir çocuk da sütannesiz kalmıştı.

    «Mekke’den ayrılmaya
    karar verdiğimizde» dedi Hali­me, «kocama dedim ki: tüm arkadaşlarımın arasında
    em-zirecek bir çocuk bulamadan dönmeyi sevmiyorum. Gidip o yetimi alacağım.»
    «Nasıl istersen» dedi. «Onun sayesinde Tann bize belki lütfeder.» Ondan başka
    bir bebek bula­madığım için döndüm ve onu aldım. Onu alıp konakladığımız yere
    döndüm, onu kucağıma alıp göğsüme yaklaş, tırdığımda göğsüm onun için sütle
    doldu. O kendi meme­sini emdi, diğerinden de süt kardeşi doydu. Sonra ikisi de
    uyudular, kocam yaşlı devemizin yanına gitti, bir de ne görsün! Memeleri süt
    doluydu. Onu sağdı ve doyuncaya dek ikimiz de sütten içtik. En güzel gecemizi
    geçirdik ve sabahleyin kocam bana şöyle dedi: «Halime, senin aldı­ğın bu çocuk
    korunmuş bir yaratık.» «Benim dileğim de bu» dedim. Daha sonra yola koyulduk,
    ben eşeğe bindim, arkama da çocuğu bindirdim. Eşeğim tüm diğerlerini geç­ti ve
    hiçbiri ona yetişemedi. Bana  «Hey, bizi
    bekle! Geldi­ğin eşek bu mu?» diye sordular. «Tabii bu» dedim. «Ona bir mucize
    isabet etmiş» dediler.

    «Beni Sa’d yöresindeki
    çadırlarımıza ulaştık. Tann’nın yeryüzünde burası kadar kısır ve verimsiz bir*
    toprak da­ha olduğunu sanmıyorum. Fakat biz çocuğu beraberimiz­de getirdikten
    sonra sürümüz her seferinde karnı tok ve sütle dolu olarak eve dönüyordu.
    Diğerlerinin bir damla bile sütü yokken biz onları sağıp içiriyorduk. Komşuları­mız
    ise kendi çobanlarına: -Gidin ve onların çobanının ot­lattığı yerlerde sürüleri
    otlatın» diyorlardı. Yine onların sürüleri aç ve sütsüz dönerken, bizimkiler
    tok ve sütle do­lu dönüyorlardı. Çocuk iki yaşma gelip ben onu sütten ke
    sinceye dek Tann’nm bu lütfü devam etti[1]

    «Çocuk iyi büyüyordu»
    diye devam etti. «Ve diğer ço­cukların hiçbiri büyümede ona yetişemiyordu. iki
    yaşma geldiğinde iyi gelişmiş bir çocuktu, bize getirdiği bereket nedeniyle
    bizde daha çok kalmasını istememize rağmen onu annesine geri götürdük. Ona
    şöyle dedim : «Küçük oğlumu daha çok güçlenene dek benim yanımda bırak, çünkü
    Mek­ke’de onun salgın hastalıklara yakalanmasından korkuyo­rum». Onu bize tekrar
    verene dek annesine ısrar ettik.

    «Dönüşümüzden aylar
    sonra birgün o ve kardeşi çad;ırm arka tarafında kuzularla beraberlerdi. Kardeşi
    ko­şarak geldi ve    «Kureyşli
    kardeşim,  beyazlar giymiş  iki kişi onu aldılar, yere yatırdılar ve
    göğsünü açtılar, elleriy­le göğsünü karıştırıyorlar- dedi. Bunun üzerine ben ve
    ba­bası onların yanına gittik, onu oturur bulduk, fakat yüzü solgun görünüyordu.
    Onu yanımıza çektik ve «Sana ne ol* du oğlum?» diye sorduk. Şöyle cevap verdi:
    «Beyazlar giy­miş İki adanı yanıma geldi, beni yatırdılar ve göğsümü aç­tılar,
    içinde bilmediğim birşeyi araştırdılar»[2]

    Halime ve kocası Haris
    etrafa batandılar, fakat insana benzer bir şey göremediler. İki çocuğun
    söylediğini doğru­layacak bir damla kan veya yara bile yoktu. Sorulan so­rular
    çocukları söyledikleri şeyden vazgeçiremedi. Çocu­ğun küçücük göğsünde bir
    çizik bile yoktu. Normal olma­yan tek şey çocuğun sırtında, iki kürek kemiğinin
    ortasın-daydı: küçük, fakat belirgin yuvarlak bir işaret Sanki bir bardak
    kapanmış gibi oranın etleri derinin üstünde bir yükseklik meydana getiriyordu.
    Fakat bu işaret doğuş­tandı.

    Daha sonraki yıllarda
    çocuk bu olayı daha ayrıntılı bir şekilde anlatabiliyordu: «Beyazlar giymiş iki
    adam yanı­ma geldi, ellerinde karla dolu altın bir leğen vardı. Sonra beni
    yatardılar ve göğsümü açtılar, kalbimi dışan çıkar­dılar. Aynı şekilde onu da
    ikiye ayırdılar, içinden siyah bir pıhtıyı alıp attılar. Daha sonra kalbimi ve
    göğsümü karla yıkadılar.»[3].
    Şunları da ekledi: «Meryem ve îsa dışında, doğduğu andan itibaren tüm
    Ademoğullanna Şeytan do­kunmuştur.»[4]

     

     



    [1] U.. 105

    [2] A.g.e.

    [3] I. S. I/l, 96

    [4] B. Ljc, 54.

     

  • Fîl Yılı Hz. Muhammedin Hayatı

    7.    FÎL
    YILI

     

    O yıllarda Yemen,
    Habeşistan’ın yönetimindeydi. Ve Ebrehe admda bir Habeş’lî tarafından
    yönetiliyordu. Ebre-he, San’a’da bütün Arabistan’ın hac yeri olarak Mekke’den
    daha ileri olmasını istediği büyük bir katedral yaptırdı. Bu katedral için Saba
    melikesinin terkedilmiş sarayların­dan mermerler getirtti, altından haçlar,
    fildişi ve abanoz­dan minberler yaptırttı ve Necaşiye şunları yazdı: «Kralım,
    sîzden önce hiç bir krala nasip olmayan bir kilise yaptır­dım sizi ve tüm
    Arapları bu kiliseye haccetmeye razı ede­ne kadar uğraşacağım.» Bu dileğini
    gizli de tutmuyordu, bu nedenle Hicaz ve Necd Arapları arasında büyük bir
    gerginlik ortaya çıkmıştı. Sonunda Kureyş’e yakın kabile­lerden biri olan
    Kinane’li bir adam San’a’ya kiliseyi pis­letmek için gitti. Bir gece gizlice
    gidip, sağsalim geri dön­dü.

    Ebrehe bunu duyunca,
    Ka’be’yi yerle bir etmeye and içti. Hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir ordu
    ile Mekke’­ye doğru yola çıktı. Ordunun önünde ise bir fil gidiyordu. San’a’nın
    kuzeyindeki bir takım Arap kabileleri onu dur­durmaya çalıştılar, fakat
    Habeşistanlılar onları yendi ve Kes’am kabilesinin lideri Nufeyl’i esir
    aldılar. Nufeyl ha­yatına karşılık onlara rehberlik etmeyi kabul etti.

    Ordu Taife vardığında
    Nufeyl’in adamları, Ebrehe’nin Kâ’be yerine kendi tapmakları Lafı yıkmasından
    korkarak onu karşılamaya çıktılar. Varmak istediği yere henüz ulaşmadiğim
    söyleyip, geri kalan yolda onlara rehberlik etme­si İçin beraberine bir adam
    verdiler. Ebrehe yanında Nufeyl olmasına rağmen teklifi kabul etti. Fakat
    yanına ver­dikleri adam Mekke’ye iki mil kala, Muğammis’te öldü, onu oraya
    gömdüler Araplar bu mezarı bugüne dek hep taslaya gelmişlerdir.

    Ebrehe Muğammis’te
    mola verdi ve Mekke tepelerine atlı bir grup gönderdi: Yolda ne bulurlarsa
    aldılar ve Eb-rehe’ye Abdu’l-Muttalib’in ikiyüz devesini de içeren bir sü­rü
    gönderdiler. Kureyş ve komşu kabileler savaş konseyi topladılar ve düşmana
    karşı koymanın bir anlamı olma­dığına karar verdiler. O sırada Ebrehe, Mekke’ye
    berabe­rinde oranın şefini getirmesi İçin bir elçi gönderdi. Elçi onlara savaş
    etmek istemediklerini, sadece Kabe’yi yıka­caklarını ve kan dökülmesini
    istemiyorlarsa şefin kendisiy­le birlikte Habeşlilerin karargahına gelmesi
    gerektiğini söyledi.

    Haklar ve görevler Abdu’d-Dar
    ve Abdu’l-Menaf süla­leleri arasında bölüştürüldüğünden beri Kureyş “in
    resmi bir başkanı yoktu. Fakat herkesin fikrinde kabilelerden bi­rinin başkanı)
    Mekke’nin şefi olarak yer etmişti. Bu kez elçi Abdu’l-Muttalib’in evine yöneldi
    ve Abdu’l-Muttalib oğullarından biriyle beraber elçinin arkasından gitti. Eb­rehe
    onu gördüğünde, görünüşünden o denli etkilendi ki selamlamak için ayağa kalktı
    ve halının Üstüne, onun ya­nına oturdu. Ebrehe tercümana Abdu’l-Muttalib’den
    bir şey sorup sormak İstemediğini öğrenmesini söyledi. Abdu’l-Muttalib,
    askerlerin ikiyüz devesini aldığını ve onların ge­ri verilmesi gerektiğini
    söyledi. Ebrehe biraz şaşırdı ve ha­yal kırıklığına uğradığını belirtti.
    Develerinden çok yıkıl­mak istenen dinini düşünüyor olmalıydı. Abdu’l-Muttalib
    şu cevabı verdi: «Ben develerin sahibiyim, Kâ’be’rün de onu koruyan bir sahibi
    vardır». Ebrehe: «Bana karşı ko­ruyamaz» dedi. Abdu’l-Muttalib: «Bunu
    göreceğiz, sen ba­na develerimi geri ver» dedi. :Ebrehe de develerin geri vermesl
    için emir verdi.

    Abdul-Muttalib,
    Mekke’ye döndü ve Kureyşlere şeh­rin üzerindeki tepelere çekilmelerini tavsiye
    etti. Daha son­ra ailesinden bir grupla Ka’be’ye gitti. Ka’be’nin yanında
    durarak, Allah’a, Ebrehe ve askerlerine karşı güç vermesi için yalvardılar.
    Abdu’l-Muttalib de Kâ’be’nin kapısında­ki metal halkaya yapışarak «Allah’ım.kulun
    kendi evini ko­rudu, sen de kendi Ev’ini koru» diye yalvardı. Duayı bi­tirdikten
    sonra diğer Kureyşlilerle birlikte Mekke’nin dı­şındaki tepelere çıktılar,
    oradan aşağıda ne olup bittiğini görebiliyorlardı.

    Ertesi sabah Ebrehe
    şehrin üzerine yürümek için ha­zırlandı. Ka’be’yi yıkıp tekrar aynı yoldan
    San’a’ya dön­meyi düşünüyordu. Süslenen fil, zaten hazır olan ordunun en önüne
    geçirildi; güçlü hayvan konumunu aldıktan son­ra, bakıcısı Üneys tarafından
    ordunun gittiği yöne, yani Mekke’ye doğru çevrildi İsteksiz olmasına rağmen
    rehber yapılan Nufeyl, ordunun en önünde Üneys’le birlikte git­mek zorundaydı.
    Bu sırada Üneys’ten hayvana nasıl ku­manda ettiğini de öğrenmişti. Ve Üneys
    ilerleme emrini anlayabilmek için başım çevirdiği bir anda Küfeyi filin
    kulağına yavaşça çökmesini fısıldadı. Bunun üzeirne fil, Ebrehe ve askerlerini
    şaşırtacak bir şekilde kendini yere bıraktı. Üneys ona kalkmasını emretti,
    fakat fil Nufeyl’in emrinden çıkmadı. Onu ayağa kaldırmak için ellerinden
    geleni yaptılar; hatta başına demir çubuklarla vurdular, fakat fil taş gibi
    yerinde sabit duruyordu. Daha sonra tüm orduyu Yemen tarafına yürütüp
    kendilerini takip etmeai için kaldırmayı denediler. Fil kalktı ve peşlerinden
    gitti. Orduyu tekrar Mekke yönüne çevirdiler, fil de. o tarafa döndü, fakat bir
    adım bile atmadan oraya çöktü.

    Bu, bir adım bile
    ileri gitmemeleri gerektiğine açık bir uyarı idi. Fakat Ebrehe yaptırdığı
    mabedi kabul ettirmeye ve onun rakibini yok etmeye o kadar kararlı idi ki, bu
    uya­rıyı göremez hale gelmişti. Eğer geri dönmüş olsalardı, bel­ki büyük
    felaketten kurtulabilirlerdi. Ama geç kalmışlar­dı : birden batı tarafındaki
    gökyüzü karardı ve acayip bir ses duyuldu. Denizden gelen bu karanlık manzara
    genişledi ve yukarı baktıklarında gökyüzünün kuşlarla dolu ol­duğunu gördüler.
    Kurtulanlar, kuşların uçuşunun kırlan­gıca benzediğini ve her kuşun, biri
    ağzında ikisi ayakla­rında olmak üzere, kuru fasulye büyüklüğünde üç çakı I
    -taşı taşıdığını söylediler. Askerlerin üzerine çullandılar ve taşlamaya
    başladılar; taşlar o denli sert ve hızlı idi ki, zırh­ları bile delip
    geçiyordu. Her taş hedefini buluyor ve Öl­dürüyordu, çünkü taş bedene deâer
    denmez beden yavaş yavaş veya aniden çürümeye başhyordu. Taşlar herkese isa­bet
    etmemişti, Üneys ve fil de bunlar arasındaydı. Kurtu­lanlardan bir kısmı
    Hicaz’da kaldı ve çobanlık ederek ve­ya başka işler yaparak geçimlerini
    sağladılar. Fakat ordu­nun büyük bir çoğunluğu tekrar San’a’ya döndü: Çoğu
    yolda öldü, Ebrehe’nin de içinde bulunduğu diğer grup ise San’a’ya vardıktan sonra
    öldüler. Nufeyl ise ordunun dik­katinin file çevrildiği bir sırada oradan
    ayrılmış ve Mek­ke’nin üstündeki tepelere kaçmıştı.

    O günden sonra Araplar
    kureyşlilere * Tanrı’nm halkı» adını verdiler ve daha çok saygı göstermeye
    başladılar. Çünkü Allah onların dualarını kabul etmiş ve Kâ’be’yi yi kılmaktan
    korumuştu. Onlar birincisiyle pek ilgisiz olma­yan ve aynı yılda. Fil yılında
    meydana gelen başka bu olayla da şeref ve saygınlık kazanacaklardı.

    Abdu’l-Muttalib’in
    oğlu Abdullah, kuşların mucize gös. terdiği sırada Mekke’de değildi. Kervanlardan
    biriyle Fi listin “Suriye’ye ticaret için gitmişti; dönüşte Yesrib’te
    babaannesinin akrabalarına uğradı ve orada hastalandı Kervan Mekke’ye onsuz
    döndü. Oğlunun hastalık haberini duyunca Abdu’l-Muttalib, iyileştiğinde
    kardeşini geri ge­tirmesi için oğlu Haris’i gönderdi. Fakat Haris Yesrib’iı
    kuzenlerinin evine vardığında teselli dolu selamlamalar al­dı ve kardeşinin
    öldüğünü anladı.

    Haris döndüğünde Mekke
    üzüntüye boğuldu. Aminenin tek tesellisi doğacak olan bebeğiydi ve doğum yaklaştıkça
    kederi daha da azaldı, içinde bir ışık taşıdığının far­kındaydı. Birgün
    kendisinden öyle bir ışık parladı ki Suri­ye’deki Basra kalelerini bile
    görebildi. Kendisine bir sesin şöyle dediğini duydu: «Sen karnında halkının
    önderi olacak bir şahsı taşıyorsun; doğduğunda şöyle de: «Onu her türlü
    kötülükten, Allah’ın koruması altına emanet edi­yorum» ve adını Muhammed koy.»[1].

    Birkaç hafta sonra
    çocuk dünyaya geldi. Amine am­casının evindeydi. Abdu’l-Muttalib’e gelip
    torununu gör­mesi için haber gönderdi. Abdu’l-Muttalib çocuğu kucağı­na aldı ve
    Kâ’be’ye götürdü. Orada verdiği hediye için Al­lah’a şükretti. Daha sonra
    çocuğu tekrar anesine getirdi-Fakat dönüşte Önce kendi evine uğradı ve çocuğu
    evdeki-lere gösterdi. Kendisi de Amine’nin yeğeni Hale’den kısa bir süre sonra
    çocuk sahibi olacaktı. O sırada en küçük oğlu, üç yaşındaki Abbas’tı. Kapının
    önünde durmuş ba­basına bakıyordu. Abdu’l-Muttalib yeni doğmuş bebeği ona doğru
    uzatarak: «Bu senin kardeşin, kardeşini öp» dedi Abbas da onu öldü

     

     



    [1] I.I., 102

     

  • Bîr Peygambere Duyulan İhtiyaç Hz. Muhammedin Hayatı

    6.   BÎR
    PEYGAMBERE DUYULAN İHTİYAÇ

     

    Abdu’l-Muttalib hiç
    bir zaman Hubal’a ibadet etmedi; o hep Tanrı’ya-Allah’a ibadet ederdi- Fakat
    Moabi putu nesillerden beri Ka’be’nln içindeydi ve tüm mabedlerin en büyüğü
    olan bu mabedi kaplayan lütuf ve ruhsal etkinin, yani bereket’in cisimleşmiş
    şeklini temsil ediyordu. Arabis­tan’da başka küçük mabedler de vardı. Bunların
    en önem. İlleri Hicaz bölgesindeki AH<* kızları» olarak kabul edilen Lat,
    Uzza ve Menat İdi. Diğer Yesrlb Arapları gibi Abdul-Muttalib de küçüklüğünden
    beri, vahanın kuze­yinde, Kızıl Deniz’deki Kudayd’da bulunan Menafin ta­pınağına
    götürülmüştü. Kureyş için bunların en önemlisi, Mekke’nin bir günlük deve yolu
    güneyinde, Nahle ovasın-dakl Uzza putu idi Bir günlük yol daha gidilirse,
    Havazin kabilesinden Takıf tarafından yönetilen ve Yeşil Cennet denilen Taife
    vanlır. Lat «Taiflİ bir kadın» di ve onun pu­tu gösterişli bir tapınağa
    konmuştu. Bu putun koruyucula­rı oldukları için Takıf ular kendilerini
    Kureyş’le bir tutar­lardı; Kureyş de Mekke ve Taif i kasdettiklerinde, -iki şe­hir»
    diyecek kadar Taif i yüceltmisti. -Hicaz’ın Bostanı» denilen Taif1 in
    verimliliği ve ikliminin güzelliğine rağmen, halkı yine de kuzeydeki boş vadiyi
    kıskanıyordu Çünkü kendi mabetlerinin, ne kadar yükseltseler de, Allah’ın Evi
    ile boy ölçüşemeyeceğini biliyorlardı. Tamamen tersi ol-masını, yani kendi
    tapınaklarının tercih edilmesini de is­temiyorlardı, çünkü onlar da İsmail’in
    soyundandılar ve

    Mekke’yle bir çok
    bağları vardı. Bu konudaki duyguları çoğunlukla karmaşık ve birbirine karşıt
    oluyordu. Diğer tarafta Kureyş hiç kimseyi kıskanmıyordu. Dünyanın mer­kezinde
    yaşadıklarından haberdardılar ve pusulanın her yönünden hacı çekebilecek
    derecede büyük bir tapınağın sahibi olduklarını biliyorlardı. Onların yapması
    gereken tek şey kendileriyle diğer kabileler arasında kurulan iyi ilişkiyi
    bozmamaya çalışmaktı.

    Abdu’l-Muttalib’in
    hacıları Mekke’de ağırlamayla ilgi­li görevleri, onun tüm bunlardan haberdar
    olmasını sağ­ladı. Onun işlevi kabilelerarası bir işlevdi ve bir noktaya kadar
    tüm Kureyş tarafından paylaşılıyordu. Hacılara Mek­ke’nin bir ev olduğu
    hissettirilmeliydi. Onları hoş karşıla­mak, onların ibadet ettikleri şeyleri
    hoş karşılamak ve be­raberlerinde getirdikleri putlara saygıda kusur etmemek
    anlamına geliyordu. Putları kabul etmenin ve onların et­kili olduğuna inanmanın
    tek delili ve meşruiyeti gelenekti: babaları, babalarının babaları ve daha
    büyük ataları hep öyle yapmıştı. Bununla birlikte, Allah, Abdu’LMuttaUb için
    büyük bir gerçeklik ifade ediyordu. Şüphesiz O, Kureyş. Huzaa, Havazin ve diğer
    arap kabilelerindeki çağdaşların­dan daha çok İbrahim’in dinine yakındı.

    Fakat İbrahim dinini
    tam anlamıyla sürdüren bir kaç kişi vardı ve daima olmuştu. Onlar putlara
    ibadetin gele­neksel olmaktan çok, sonradan ortaya çıkmış bir tehlike (bid’at)
    olduğu kanaatindeydiler. Hu bel’in, İsrail oğulları­nın altın buzağısından pek
    farklı olmadığını görebilmek için tarihe bir göz atmak yeterliydi. Kendilerine
    Hanifler[1] adını
    veren bu şahısların putlarla hiç ilgisi yoktu ve putları Mekke’yi pisleten ve
    alçaltan varlıklar olarak görüyorlardı. Taviz vermekten uzak oluşları ve çoğu
    şeye karşı çıkışları onları Mekke toplumunun dışında kalmaya zorluyordu. Onlara
    karşı takınılan, tavır, tolerans, saygı ve­ya kötü davranma bir bakıma
    kişilikleri, bir bakıma da kendilerini korumaya hazır olan kabileler tarafından
    be­lirleniyordu.

    Abdu’l-Muttalib dört
    tane Hanif tanıyordu ve onların en saygını olan Varaka, Esad kabilesinden
    ikinci kuzeni Nevfel’in [2]oğlu
    idi. Varaka Hristiyan olmuştu. O bölgede­ki Hristiyanlar arasında bir
    peygamberin gelişinin yakın olduğu fikrî yaygındı. Bu inancın bu kadar
    yayılmasının sebebi ise Doğudaki kiliselerden bazılarının bu inancı des­teklemesi
    ve astrologlarla, kahinlerin de bu inancı paylaş­masıydı. Yahudilere gelince,
    onlar da son gelen peygam­berin İsa olduğunu bildikleri için yeni bir
    peygamberin geleceği konusunda hemfikirdiler. Yahudi alimleri onlara
    peygamberin çok yakında geleceğini, onun geleceğine de­lalet eden birçok
    işaretin görüldüğünü ve muhakkak onun seçilmiş kavim olan yahudilerden
    çıkacağını söylüyorlar­dı. Varaka’nm da içlerinde olduğu bir grup Hristiyan ise
    bu konuda şüphedeydiler; onlara göre peygamberin Arap olmaması için hiç bir
    sebep yoktu. Arapların, yahudilerden daha çok peygambere ihtiyaçları vardı,
    çünkü en azından yahudiler tek Tanrı’ya tapma bakımından İbrahim’in di­nini
    takip ediyor ve putlara tapmıyorlardı. Arapların bu yalancı tanrılara
    tapmalarını ise sadece bir peygamber ön­leyebilirdi. Kâ’be’nin içinde ve
    çevresinde toplam 360 put vardı; bunun yanısıra Mekke’de her evde, evin
    merkezini oluşturan bir put bulunurdu. Yolculuğa çıkarken ve dö­nüşte yapılan
    ilk iş, putu okşamak ve ondan yardım dile­mek olurdu. Bu uygulamalar sadece
    Mekke’ye özgü değil­di, tüm Arabistan’a yayılmıştı. Bazı yerleşik Hristiyan
    Arap topluluklarının varolduğu da bir gerçekti: Güney’de, Nec-ran ve Yemen’de,
    Kuzey’de ise Suriye kıyılarında bulunu­yorlardı. Fakat, tüm Akdeniz’i ve
    Avrupa’yı değiştiren Tan-n’nın son vahyi (İsa), altı yüzyıldan beri Mekke
    vadisin­deki putperest topluluk üzerinde hiçbir önemli etkiye sa­hip
    olamamıştı. Hicaz Arapları ve doğusundaki geniş Necd ovasındaki Araplar
    încillerin mesajına kapalı gibi görünü­yordu.

    Kureyş ve diğer
    putperest kabileler Hristiyanlara düş­man değildiler. Hristiyanlar bazen
    ibrahim’in Mabed’ini zi­yarete gelirler ve Araplar tarafından diğer hacılar
    gibi ağırlanırlardı. Hatta bir Hristiyan’ın Ka’be’nin içinde Mer­yem ve İsa
    portresi boyamasına izin verilmiş, teşvik bile edilmiştir. Fakat bu resim ve
    diğerleri bir karşıtlık teşkil ediyorlardı, Kureyşliler ise bu karşıtlığa
    aldırmaz görünü­yorlardı onlar için bu, sadece putlarına iki yeni putun ek­lenmesinden
    ibaretti.

    Kabileslndeki çoğu
    kişinin aksine Varaka eski kutsal kaynakları okuyabiliyordu. Onlar üzerinde bir
    araştırma bile yapmıştı. Bu nedenle O, hristiyanlann çoğunlukla Ham­sin
    yortusunda kutladıkları mucizeye (Pentecost) delalet ettiğini söyledikleri
    İsa’nın sözlerinden bir kısmının bu an­lamı aştığını ve henüz ortaya çıkmamış
    bir şeyi kasdettı-ğtoi farkedebiliyordu. Fakat’bu cümlelerin anlamı gizli idi.
    neye delalet ettiği anlaşılmıyordu: «O hiç bir zaman ken­diliğinden konuşmaz,
    onun söyledikleri duyduklarından ibarettir.»[3]

    Varaka’nın kendine çok
    yakın olan Kuteyle adında bir kızkardeşi vardı. Çoğunlukla bütün bunları ona.
    anlatırdı. Onun söyledikleri Kuteyle üzerinde o denli etkili olmuştu ki
    beklenen peygamber sürekli düşüncelerinde yer ediyor­du. O gerçekten aralarında
    olabilir miydi?

    Develer kurban edilir
    edilmez, Abdu’l-Muttalib kurtu­lan oğlunu evlendirmeye karar verdi. Biraz
    araştırdıktan sonra, Kusayy’m kardeşi Zühre’nin torunu olan Vehb’in kı­zı
    Amine’yi uygun bir eş olarak seçtiler.

    Vehb, Zühre
    kabilesinin şefiydi, fakat birkaç yıl önce ölmüştü. Amine, babasından sonra
    kabilenin şefi olan er­te) erkek kardeşi Vuheyb’in velayeti altındaydı.
    Vuheyb’in de evlenecek yaşta Hale adında bir kızı vardı. Abdu’l-Muttalib evlilik
    kararını onaylatırken Amine[4]yi
    oğluna, Hale’yi de kendine istedi. Vuheyb de bu anlaşmayı kabul etti ve aynı
    zamanda yapılacak olan bu çifte düğün için tüm ha­zırlıklar yapıldı. Karar
    verilen gün Abdul-Muttalİb oğlu­nun elinden tutup Beni Zühre’nin[5]
    yerleştiği evlere doğru yürümeye başladı. Beni Esad’ın evleri de yol
    üzerindeydi. O sırada Varaka’mn kardeşi Kuteyle de, bu meşhur düğünü görebilmek
    için evinin kapısı önünde oturuyordu. Abdu’l-Muttalib o sıra yetmiş
    yaşlanndaydı, fakat yaşma görft her bakımdan hâlâ genç görünüyordu. Bu çifte
    damatların ya­vaş yavaş yaklaşması, onların zaten var olan etkileyicilik­lerini
    artırıyordu. Daha da yaklaştıklarında Kuteyle göz­lerini genç adama dikti.
    Abdullah güzellikte zamanının Yusuf u gibiydi. Hatta Kureyş’in en yaşlı erkek
    ve kadın­ları o zamana dek böyle güzel kimse görmediklerini söy­lüyorlardı. O
    şimdi gençliğinin baharında, yirmi beş yaşın­da idi. Fakat Kuteyle bu kez onun
    yüzünde başka bir şey­lerin varolduğunu ve ahunda dünyanın ötelerinden gelen
    bir nur (ışık) parladıgını farkederek şaşırdı. B. Alenen pey­gamber Abdullah
    olabilir miydi? Yoksa o beklenen pey­gamberin babası mı olacaktı?

    Baba-oğul tam onun
    yanından geçmişlerdi ki «Ey Ab­dullah,» diye bir ses duydular. Babası, sanki
    onun gidip kuzeniyle konuşmasını İstermiş gibi elini bıraktı. Abdullah, yüzünü
    Kuteyle’ye çevirdi, kadın ona nereye gittiğini sor­du. Abdullah bir şeyler sakladığı
    için değil, fakat onun dü­ğüne gittiğini bilmesi gerektiğini düşünerek sadece
    «Ba­bamla gidiyorum» diye cevap verdi. Kuteyle: «Beni şimdi ve burada al ve
    benimle evlen, sana yerine kurban edilen develer kadar deve vereceğim.» dedi.
    Abdullah ise «Babam­la beraberim, onun isteklerinin dışına çıkamam ve onu bı­rakamam»
    diye cevap verdi.”[6].

    Evlilikler planlandığı
    gibi yapıldı ve iki çift birkaç gün Vuheyb’in evinde kaldılar. Bu sırada
    Abdullah, kendi evin­den birşeyler almak üzere yola çıkmıştı, yine Varaka’mn
    kardeşi Kuteyle’ye rastladı. Kadının gözleri yüzünü öyle araştırır bakışlarla
    tarıyordu ki, konuşmasını bekler bir şekilde yanında durdu. Kadın bir şey
    söylemeyince, bir gün önce söylediklerini neden tekrarlamadığını sordu. Kuteyle
    şu cevabı verdi: «Dün yüzünde varolan ışık bugün yok. Bugün benim senden
    istediklerimi bana veremezsin.» .

    Evlenmelerin meydana
    geldiği yıl MS. 569 idi. Bunu takip eden yıl Fil yılı olarak bilinir ve birden
    fazla sebep nedeniyle Önem taşır.

     

     



    [1] Hanif kelimesi (çoğulu hunefa) «Ortodoks» anlamım
    taşır. Bak. K. VI, 161. Yazar M. Ungs, Hanif terimini her ne ka­dar
    Ortodoks’tuk olarak tarif ediyorsa da, gerçekte asıl an­lamı Hak dine eğilim,
    tevhid dini, muvahhid olmak veya Allah’ı birleyen, bir tanıyan demektir. (İnsan

    [2] Haşim’in kardeşi Nevfel’le karıştırılmamalı dır.

     

    [3] St John, 16: 13.

    [4] Zühre oğulları onun soyundan gelenler). Bent,’ İbn’in
    çoğu­ludur.

    [5] M., 101. 30

    [6] IX, 100

     

  • Bîr Oğul Kurban Etmeye Îçîlen And Hz. Muhammedin Hayatı

    5.   BÎR OĞUL
    KURBAN ETMEYE ÎÇÎLEN AND

     

    Abdul-Muttalib,
    cömertliği ve akıllılığı ile Kureyş-ten saygı görüyordu. O çok yakışıklı bir
    adamdı, etkili bir görünüşü vardı. Zengin oluşu da kendini şanslı sayması­nın
    nedenlerinden biriydi; bütün bunların üstüne Zem-zem’in tekrar inşa edilmesine
    alet olan seçilmiş kişi ol­ması da ekleniyordu. Bu lütuflan için Allah’a çok
    min­nettardı; fakat, Zemzem kuyusunu kazmayı durdurması söylendiğinde, ruhu bir
    takım düşüncelerle sıkılmıştı. Her-şey iyi gitmişti, Allah’a şükür! Fakat daha
    önce bir oğul sahibi olmanın eksikliğini hiç bu kadar hissetmemişti. Ör­neğin,
    AbdÜ’ş-Şems kabilesinin başı, kuzeni Umeyye’ye bir çok erkek evlat
    lutfedilmlşti ve eğer kuyuyu kazan Mah-zum’un reisi Muğire olsaydı, oğullan
    onun etrafında büyük ve güçlü bir daire oluşturabilirlerdi. Oysa kendisi,
    birden fazla karısı olmasına rağmen onu destekleyecek bir tek er­kek çocuğa
    sahipti. Buna alışmıştı; fakat kendisine Zem-zem’i veren Allah onu başka
    yönlerde de yüceltebilirdi; bu yeni lütfün verdiği şevkle Tanrıya daha fazla
    erkek ço­cuk vermesi için dua etti. Duasına, eğer O, on evlat ve­rirse ve hepsi
    de büyüyüp, buluğ çağına gelirse, onlardan birini Kâ’be’de kurban edeceğini de
    ekledi.

    Duası kabul olmuştu;
    yıllar geçmiş ve dokuz oğlu da­ha olmuştu. O andı içtiğinde, bu, ona çok uzak
    bir olası­lık gibi görünmüştü. Fakat, Abdullah dışındaki tüm oğul­lan
    büyüdüğünde, içtiği ant düşüncelerinde yer etmeye başladı. Bütün oğullarıyla
    iftihar ediyordu, fakat içlerinde en çok Abdullah’ı sevdiği açıktı. Belki Tanrı
    da bu çocu­ğu seçmiş ve ona bu belirgin güzellik ve iyilikleri vermiş­ti. Belki
    de onun kurban edilmesini istiyordu. Ne olursa olsun, Abdu’l-Muttalib sözünün
    eri bir İnsandı, sözünden dönmeyi hiç bir zaman düşünmemişti. O aynı zamanda
    çok adaletli bir insandı ve sorumluluklarının farkındaydı. Han gi oğlunu kurban
    edeceğini seçme yükünü kendi üstüne ala­mazdı^ Bu nedenle Abdullah büyüdüğünde,
    on oğlunu da çevresine topladı ve onlara Tanrı’ya verdiği sözden bahsetti,
    sözünü yerine getirebilmesi için onlardan yardım istedi Ona boyun eğmekten
    başka seçenekleri yoktu; babalarının sözü kendi sözleriydi; ve ona ne yapmaları
    gerektiğini sor­dular. Babaları onlara her birinin bir ok üzerine kendi işa­retlerini
    koymalarını söyledi. O sırada Kureyşln oklara bakan falcısına Kâ’be’de
    bulunması için haber göfiderdi. Oğulannı Kutsal Ev’e soktu ve falcıya verdiği
    sözden bah­setti. Her oğul kendi okunu hazırladı ve Abdu’l-Muttalib, Hubal’ın
    yanında yerini aldı. Yanında getirdiği büyük bı­çağı .çıkardı ve Allah’a dua
    etmeye haşladı. Oklar çekil­di, çakan Abdullah’ın okuydu. Babası bir eliyle
    onu, diğer eliyle de bıçağı tutarak onu kapıya doğru sürükledi, ken­disine
    düşünme payı bırakmak istemezcesine kurban ede-^ uygun bir yer arıyordu.

     Fakat o evindeki kadınları, özellikle de
    Abdullah’ın an­nesi Fatıma’yı hesaba katmamıştı. Diğer karıları Mekke dışındaki
    kabilelerdendi, bu nedenle Mekke üzerinde etki­leri çok azdı. Fakat Fatıma, en
    güçlü kabilelerden biri olan Mahzum lrabilesindendi, yani bir Kureyş’liydi.
    Bunun ya-nısıra anne tarafından Kusayy’ın oğullarından Abd’a bağ­lıydı.
    Fatuna’nın tüm ailesi bir yardım gerektiğinde müda­hale edebilecek kadar
    yakındaydılar. On oğlundan üçü Fa-tıma’dandı: Zübeyr, Ebu Talib ve Abdullah. O
    aynı zaman­da, kardeşlerine çok bağlı olan Abdu’l-Muttalib’in beş kı­zının da
    annesi idi. Bu kadınlar boş durmuyordu ve şüp­hesiz kendi oğullarının başına da
    gelebilecek olan bu teh­like nedeniyle diğer| karıları da Fatıma’nm yanında yer
    alıyorlardı.                 ı-

    Oklara bakıldıktan
    sonra büyük bir topluluk fal ok­larının bulunduğu yeri doldurdu. Muttalib ve
    Abdullah, Kâ’be’nin kapısında ölü gibi renksiz bir halde belirince, Mahzumiler
    arasından bir mırıltı yükseldi, çünkü kendi kardeşlerinin oğullarından birinin
    kurban edileceğini an­ladılar. «O bıçakla nereye? diye bir ses yükseldi,
    halbuki hepsi bu sorunun cevabını biliyordu. Abdu’l-Muttalib et­tiği yeminden
    bahsetmeye başladı, fakat Mahzum’un şefi Muğire onun sözünü kesti: «Onu kurban
    etmeyeceksin, onun yerine başka bir şey feda et, Onun bedeli ne kadar çok
    olursa olsun, tüm Mahzumoğulları kendi mallarını fe­da etmeye hazırdırlar-. Bu zamana
    kadar Abdullah’ın di­ğer kardeşleri de Ka’be’nin dışına çıkmışlardı. Hiçbiri konuşmamıştı,
    fakat şimdi babalarına dönüp, kardeşlerini ke­faret karşılığında kurtarması
    için yalvanyorlardı. Herkes aynı şeyi söylüyor ve Abdu’l-Muttalib de ikna olmak
    isti­yordu, fakat aklı şüphelerle doluydu. Sonunda Yesrib’de yaşayan akıllı bir
    kadına, bu durumda kefaretin mümkün olup olmadığını sormaya ve mümkünse nasıl
    olacağını öğ­renmeye karar verdi.

    Abdullah’ı ve bir veya
    iki oğlunu daha yanma alarak, Abdu’l-Muttalib doğduğu şehre gitti. Orada
    kadının Yes-rib’in yüz mil güneyinde, yahudilerin yerleştiği Heyber’e gittiğini
    öğrendi. Bu nedenle yollarına devam ettiler ve kadını buldular. Kadına olayları
    anlattıklarında, onlara ruhla konuşması gerektiğini ve ertesi günü gelmelerini
    söy­ledi. Abdu’l-Muttalib Allah’a dua etti, ertesi gün kadın şunları söyledi:
    «Bana ilham geldi. Sizde kan bedeli ne-dir?» Ona on deve olduğunu söylediler.
    «Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi bir
    tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aley­hine çıkarsa, on deve
    daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri
    arttırın. Develeri kur­ban edip adamı salıverin- dedi.

    Mekke’ye döndüler,
    Abdullah’ı ve on deveyi Râ*be*nin avlusuna koydular. Abdu’l-Muttalib, Kâbenin
    içine girdi ve Hubel’in yanında durarak, yaptıklarını kabul etmesi için

    Allah’a yalvardı.
    Okları çektiler ve ok Abdullah’ın aleyhi­ne çaktı. On deve dana eklediler,
    fakat oklar yine develerin yaşaması, Abdullah’ın kurban edilmesi gerektiğini
    söylü­yordu. Her seferinde on deve ekleyerek develerin sayısını artırmaya devam
    ettiler, develerin sayısı yüzü bulunca­ya dek falın sonucu aynı çıktı. Sonunda
    fal develerin aley­hine döndü. Fakat Abdu’l-Muttalib çok titiz bir insandı: bu kadar
    büyük karara varmak için bir okun sonucunu yeterli görmedi. Üç kez fal oku
    çekilmesi üzerinde durdu ve İki kez daha ok çektiler. Her seferinde fal
    develerin aleyhine çıktı. Sonunda Abdu’l-Muttalib Tann’nın kefare­ti kabul
    ettiğinden emin oldu ve develer kurban edildi.

     

     

  • Bir Kaybın Tekrar Bulunuşu Hz. Muhammedin Hayatı

     

    4. BİR KAYBIN TEKRAR BULUNUŞU

     

    Kabe’nin kuzey-baü
    yönüne bitişik, alçak, yarı daire­sel bir duvarla çevrilmiş bir bölüm vardır. Duvarın
    iki ucu Ka’be’nin kuzey ve batı köşelerine birleşemeyecek ka­dar kısadır ve bu
    da hacılara geçiş sağlar. Fakat hacıların çoğu tavaflarını bu noktada geniş
    alırlar ve duvarın dı­şından tavaf ederler. Bu duvarın bulunduğu yer Hicr-i İs­mail
    adını alır, çünkü İsmail ve Hacer’in mezarları onu kaplayan kayaların
    altındadır.

    Abdul-Muttalib,
    Ka’be’ye yakın olmayı o denli se­viyordu ki bazen Hicr*e bir şilte serilmesini
    emrediyordu. Bir gece orada uyurken bir gölge geldi, ona: «Tatlı ber­raklığı
    kazıp çıkar» dedi. -Tatlı berraklık nedir?» diye sor­du, fakat o sırada gölge
    kayboldu. Buna rağmen uyandı­ğında ruhunda bir hafiflik ve mutluluk duydu, bu
    neden­le ertesi geceyi de orada geçirmeye karar verdi. Ziyaretçi tekrar geldi
    ve: «Hayrı kaz» dedi. Fakat Abdu’l-Muttalib yine sorusuna cevap alamadı. Üçüncü
    gece ona şöyle söy­lendi: «Saklanmış hazineleri kaz». Abdu’l-Muttalib’in onla­rın
    ne olduğunu sorması üzerine yine konuşan yok oldu. Fakat dördüncü gece emir;
    «Zemzemi kaz» idi; ve bu kez «Zemzem nedir?» sorusuna konuşan şu cevâbı verdi:

    «Onu kaz, pişman
    olmayacaksın,Çünkü o mirastır Senin büyük atalarından O hiçbir zaman kurumaz. Ve
    tüm Hacıları sulamana yeter.»

    Daha sonra konuşan ona
    kan, gübre, karınca yuvası ve gagalı kuzgûnî kuşların bulunduğu bir yer aramasını
    söyledi. Ona «Allah’ın hacılarını tüm hac boyunca su­layacak temiz akan su
    için- dua etmesi söylendi.1

    Güneş doğarken,
    Abdu’l-Muttalib kalktı ve Irakî köşe adı verilen Kâ’be’nin kuzey köşesinden
    Hicri terketti. Ku-zey-batı duvarı boyunca diğer köşedeki Kâ’be’nin kapısı­na
    doğru yürüdü; bir kaç adım gittikten sonra durdu, do­ğu köşesindeki
    Hacerü’l-Esved*i (Kara Taş) öptü. Oradan tavafa başladı, tekrar Iraki Köşe’den
    Hicr’e, oradan batı köşesine -Suriye Köşesi- oradan da güneydeki Yemen kö­şesine
    gitti. İbrahim’in soyundan gelenler, tshakoğuilari olsun, îsmailoğuliarı olsun
    mabedi güneşin tersi yönünde tavaf ederler. Yemen köşesinden Hacerü’l-Esved’e
    doğru yürüdüğünde, Ebu Kubays tepesini ve sarı ışıkta kesin çiz­gileriyle belli
    olan diğer tepeleri görebiliyordu. Mabed’in etrafında yedi kez döndü. Her
    dönüşünde ışık daha par-laklaşıyordu, çünkü Arabi? -an’da alacakaranlık ile
    şafağın arası çok kısadır. Tavafı tamamladıktan sonra Hacerü’1-Es-ved’den
    Kâ’be’nin kapısına gitti, kilide asılı olan metal hal­kayı tutarak, kendisine
    öğretilen duayı okudu.

    Yakınında, kumun
    üstünde kanat ve kuş sesleri duy­du. Bir başka kuş daha göründü.
    Abdu’l-Muttalib ibade­tini bitirip, kuşların kapının karşısında yaklaşık
    yüzyıldan beri duran kayalara doğru ilerleyişlerini seyretti. Bu ‘ka­yalar put
    olarak kabul edilmişti ve Kureyşliler kurbanla­rını bu iki kaya arasında
    kesiyorlardı. Kuşlar gibi Abdu’l-Muttalib de kayaların arasında kan olduğunu
    biliyordu. Gübre de vardı. Oraya yaklaştığında bir karınca yuvasının da
    varolduğunu gördü.

    Eve gitti ve biri oğhı
    Haşim, biri de kendisi için iki kazma aldj. Kazma sesleri ve garib görüntü
    -çünkü bura­sı her taraftan rahatlıkla görülebilirdi- kalabalığı onların yanına
    çekti; Abdu’l-Muttalib’e duyulan büyük saygıya rağmen, kurbanların kesildiği bu
    putların dibini kazmanın

    (D I.I., 93.

    hürmetsizlik olduğunu
    ve Abdu’l-MuttaÜb’in kazmayı bı­rakmasını söyleyenler çıktı. O durmayacağını,
    Haris’e ar­kasında bekleyip kimsenin müdahale etmesine izin verme­mesini
    söyledi.

    Bu heyecanlı ve
    sihirli bir andı. Sonuç güzel çıkmaya­bilirdi. Fakat iki Haşimî kararlı ve
    birlik içindeydiler, sey­redenler ise şaşkınlık içindeydi, isaf ve Naile
    adındaki bu iki put Mekke putları arasında yüksek bir yere sahip de­ğildi,
    hatta onların Kâ’be’yi pislettikleri için taşa çevril­miş Cürhümi bir kadınla
    bir erkek olduğu bile söyleni­yordu. Bu nedenle Abdul-Muttalib’i durdurmak için
    hiç bir aktif hareket meydana gelmedi; o kuyuyu kaplayan kayayla karşılaşıp,
    Tann’ya şükrettiği sırada, kalabalığın bir kısmı oradan ayrılmak üzereydi.
    Kalabalık tekrar top­landı ve çoğaldı; o, Cürhümilerin gömdüğü hazineleri çı­karırken
    herkes bunlar üzerinde kendine bir pay çıkarma­ya çalışıyordu. Abdu’l-Muttalib,
    bu hazinelerin kendisine mi, topluluğa mı, yoksa Kâ’be’ye mi kalacağı konusunda
    kur’a çekilmesine karar verdi. Bu şüpheli bir şeye karaı vermekte kullanılan
    usul, kabul edilmiş bir gelenekti. Bu gelenek Kâ’be’de Moabi putu Hut al Önünde
    ok çekerek uy­gulanıyordu. Bu çekilişte hazinenin bir kısmı Kâ’be’ye, bir kısmı
    da Abdul-Muttalib’e çıkb ve Kureyş’e hiçbir çey çık­madı. Aynı zamanda Zemzem
    Üzerindeki kontrolün Haşi-milerde obuasına karar verildi, çünkü hacılara su
    sağla­mak onların göreviydi