Ay: Ocak 2014

  • Hüzün Yılından Sonra Hz. Muhammedin Hayatı

    33.   HÜZÜN
    YILINDAN SONRA

     

    Hüzün yılından sonraki
    yıl Hac zamanı, Haziran’in ba­şına denk gelmişti; Kurban Bayramında Peygamber
    (s.a.v.) hacıların üç gün kamp kurduğu Mina vadisine gitti. Yıl­lardan beri
    çadırların yanma gidip kendisini dinleyenlere Hak dini tebliğ etmeyi ve
    Kur’an’dan bölümler okumayı adet edinmişti. Mina’nın Mekke’ye en yakın noktası,
    yo­lun kutsal şehir doğrultusunda tepelere doğru yükseldiği Kâ’be’dir. O yıl
    Peygamber (s.a.v.) Akabe’de Hazrec kabi­lesinden altı adamla karşılaştı.
    Hiçbirini tanımıyordu, fa­kat adamlar onu ve peygamberlik iddiasını
    duymuşlardı. Onlara kim olduğunu söyler söylemez altı adamın gözleri de ilgiyle
    parladı ve onu dikkatle dinlediler. Onlardan herbiri Yesrib’deki komşuları
    yahudilerin tehdidini biliyordu : «Bir peygamber gönderilmek üzere.. Biz ona
    uyacağız ve sizi Ad ve İrem kavimleri gibi yerle bir  edeceğiz». Pey­gamber (s.a.v.) konuşmasını
    bitirince birbirlerine : «Bu ger­çekten yahudilerin bize söyledikleri
    Peygamber. Ona ilk ulaşanların, yahudiler olmasına izin vermeyelim» dediler.
    Birkaç soru sorup cevap aldıktan sonra, altısı da. Allah’a ve Peygamberine
    inandıklarını söylediler ve onlara öğre­tilen İslâm kurallarını
    uygulayacaklarına söz verdiler. «Biz halkımızdan ayrılacağız» dediler, «çünkü
    düşmanlık ve kö­tülükte onlar gibi azgını yök. Belki de senin sayende Al­lah
    onları birleştirir ve barış gönderir. Şimdi onlara gide­ceğiz ve senin dinine
    uymaları için onlara yol gösterecegiz. Eğer Allah senin sayende onların
    birleşmesini sağlar­sa, sizden daha güçlü bir topluluk bulunmaz.»[1]

    Peygamber (s.a.v.) Ebu
    Bekir (r.)’in Beni Cuman’h-lar arasındaki evini düzenli olarak ziyarete devam
    ediyor­du. Bu ziyaretler, Ebu Bekir’in en küçük kızı Aişe frJ’nin hatıralarının
    bir bölümünü oluşturuyordu. O, anne ve ba­basının müsluman olmadığı ve
    Peygamber (s.a.v.) ‘in onla­rı her gün ziyaret etmediği bir zamanı
    hatırlamıyordu.

    Hadiee (r.)’nîn
    ölümünü takip eden aynı yıl Peygam­ber Cs.a.v.) rüyasında bir adamın, bir ipek
    parçasına sarı­lı başka birini taşıdığını gördü. Adam ona: «Bu senin zev­cen,
    onun örtüsünü aç» dedi. Peygamber (s.a.v.) ipek ör­tüyü kaldırdığında Aişe’yİ
    gördü. Fakat Aişe sadece altı yaşındaydı, kendisi ise elliyi geçmişti.
    Yanısıra, Ebu Be­kir kızını Mut’im’İn oğlu Cebeyre vermek için söz vermiş­ti.
    Peygamber (s.a.v.) kendi kendine: «Eğer bu Allah’tan gelen bir emir ise, tekrar
    gelir» dedi[2]. Birkaç gece sonra
    uyurken, bir meleğin aynı ipek yığınını taşıdığını gördü, bu kez kendisi
    meleğe: «Onu bana göster» dedi. Melek ipeği kaldırdı ve yine Aişe’yi gördü.
    Peygamber (s.a.v.) yi­ne : «Eğer Allah’tan ise, bunu tekrar gösterir,» dedi[3].

    Bu rüyaları kimseye,
    hatta Ebu Bekr (r.)’e bile anlat­madı. Fakat aynı haberi te’kit eden üçüncü bir
    olay daha oldu. Hadiee (r.)’nin vefatından beri Osman îbn Ma’zun’-un zevcesi
    Havle Peygamber (s.a.v.)’in ev ihtiyaçlarına yardım ediyordu. Bir gün yine
    Peygamber (s.a.vJ ‘in evin­deyken onun evlenmesi gerektiğini söyledi. Peygamber
    (s.a.v.) ona kiminle evleneceğini sorduğunda ise: «Ya Ebu Bekir’in kızı Aişe,
    ya da Ze’meh’in kızı Şevde ile.» ceva-bmi verdi. Süheyl’in [4]yengesi
    ve kuzeni olan Şevde otuz yaşlarında bir duldu. İlk kocası, Süheyl’in kardeşi
    Sekran onu da Habeşistan’a birlikte götürmüştü. Onlar Mekke’ye ilk dönenler
    arasındaydılar. Dönüşlerinden kısa bir süre sonra Sekran ölmüştü.

    Peygamber (s.a.v.)
    Havle’den teklif ettiği iki gelinle de evlilik girişimlerinde bulunmasını
    istedi. Sevde’nin ce­vabı : «Hizmetindeyim, ey Allah’ın Rasulü» oldu. Peygam­ber
    (s.a.v.) ona: «Sana evlilikte vekil olacak bir adam seç» diye haber gönderdi.
    Şevde, Habeşistan’dan dönen, “kayını Hâtib’i seçti ve Hâtib onu
    evlendirdi.

    O sırada Ebu Bekir
    (r.) de Mut’im’i Aişe’den vazgeç­meye kolaylıkla ikna etmişti ve Aişe de
    Sevde’den birkaç ay sonra Peygamber’in eşi oldu. Nikâh sırasında Aişe yok­tu,
    nikâh akdi Peygamber (s.a.v.)’le babası arasında ya­pıldı. Aişe daha sonraları
    konumunda bir değişiklik ol­duğunu, bir gün evin yakınında arkadaşlarıyla
    oynarken annesinin elinden tutup içeriye soktuğu zaman anladığı­nı anlatmıştır.
    Annesi ona artık sokakta oynamamasını, bunun yerine arkadaşlarının ona
    gelmesini söyledi. Aişe (r.), annesi ona hemen evlendiğini söylememesine
    rağmen, durumu tahmin ediyordu; ve sokak yerine bahçe duvar­ları arasında
    oynamaktan başka yaşamı, eskisi gibi de­vam 
    etti.

    Bu sırada Ebu Bekir,
    evinin önüne küçük bir mescid yapmak istedi. Mescid, etrafı duvarlarla kaplı,
    üstü açık bir yapıydı. Ebu Bekir orada namaz kılar, Kur’an okurdu. Fakat
    duvarlar yeteri kadar yüksek olmadığı için çoğun­lukla bir grup adam onu Kur’an
    okurken seyredip dinler ve okuduğu vahyin etkisiyle derinleşen kişiliğini
    farke-derdi. Ümeyye Ebu Bekir’in neden olduğu ihtidaların ar­tacağından
    korkuyordu. Onun teklifi üzerine Kureyş li­derleri İbn ed-Duğunne’ye bir mesai
    gönderdiler, ve ko­ruma şartlarına Ebu Bekir’in uymadığını, mescidin du­varlarının
    evden bir bölüm sayılamayacak denli alçak ol­duğunu haber verdiler. «Eğer
    Rabbine duvarlar arasında ibadet edecekse, bırakın yapsın» dediler «fakat eğer
    açık­tan ibadet etmek istiyorsa korumanı onun üzerinden kal­dır». Ebu Bekir
    mescidinden vazgeçmek istemiyordu, bu yüzden tbn ed-Duğunne ile yaptığı
    anlaşmayı resmen boz­du : «Allah’ın koruması bana yeter» dedi.

    İşte o gün Peygamber
    (s.a.v.) ona ve diğer mü’minlere şu haberi verdi:

    «Sizin hicret
    edeceğiniz yer bana gösterildi; İki kaya bloku arasında suyu bol ve hurma
    ağaçlarıyla dolu bir yer gördüm.»[5]

     

     



    [1] I. I. 287.

    [2] B. X cı, 20.

    [3] A.g.e.

    [4] Bak. böl. XXIV.

    [5] xxxvn, 7.

  • Senin Yüzünün Nuru Hz. Muhammedin Hayatı

    32. SENİN YÜZÜNÜN NURU-

     

    Ebu Talib’in karısı
    Fatıma, (r.) kocasının ölümünden önce veya sonra müslüman olmuştu, Ali ve
    Cafer’in kız-kardeşleri olazf kızı Ümmü Hani (r.) de İslâm’a girmişti. Fakat
    kocası Hubeyre, Allah’ın birliği mesajına kapalı idi. Bunun]* birlikte
    Peygamber (s.a.v.) evlerine geldiğinde onu iyi kazalar ve namaz vakti ise
    evdeki Müslümanlar ce­maatle namaz kılarlardı. Bir keresinde hepsi yatsı nama­zını
    Peygamberle birlikte kıldıktan sonra, Ümmü Hani Peygamber (s.a-v.)’i geceyi
    kendi evlerinde geçirmeye da­vet etti. Peygamber (s.a.v.) onun teklifini kabul
    etti; fakat uyuduktan kasa bir süre sonra kalktı ve Mescid-i Haram’a gitti,
    çünkü geceleri Ka’be’yi ziyaret etmeyi severdi. Ora-dayken uyku bastırdı ve
    Peygamber (s.a.v.) Hicr’de uyudu.

    «Ben Hicr’de uyurken»
    dedi, «Cebrail geldi ve ayağıy­la beni dürttü. Uyandım ve etrafta hiçbir şey
    göremeyin­ce tekrar yattım. İkinci kez geldi; üçüncü kez yine geldi ve beni
    kolumdan tutup ayağa kaldırdı, birlikte Mescid’in ka­pısından çaktık. Orada
    eşekle katır arası beyaz bir binek vardı. İki yananda, bacaklarım oynattığı
    yerde kanatları vardı ve her adımı gözün görebileceği uzaklığa varıyor­du[1].

    Daha sonra Peygamber
    (s.a.v.) Burak adlı bu bineğe Cebrail’le nasıl bindiğini, Cebrail’in göğe
    ytlkselirkon bi­ci)

    hızını, _ yönünü
    ayarladığını, kuzeye, Yetrlb t* Hayber’İn Ötesine gidip Kudüs’e vardıklarını
    anlattı. On­da bir grup Peygamberle -İbrahim, Musa, tsa ve diterle­ri-
    karşılaştılar. Mescİd’de namaz kılarken bütün peygam­berler onun arkasında
    namaz kıldılar. Daha sonra Muham-med’in Önüne iki fıçı kondu, biri aüt, biri
    şarapla doluydu. Peygamber (s.a.v.) süt dolu fıçıdan aldı ve içti, tarap fı­çısına
    dokunmadı. Bunun üzerine Cebrail söyle dedi: «Sen doğru yola yöneltildin, sen
    de halkını o yola yönelttin ve şarap sana yasaklandı».

    Daha sonra,
    kendisinden öncekiler gibi -Ennoch, Uya», İsa ve Meryem gibi- ö da bu dünyadan
    Semaya yükseltil­di. Kudüs’ toprağının ortasındaki bir taşın üstünden tek­rar
    Burak’a bindi. Burak onu yükseltti ve, llyas’ın ateş ara­basının işlevini
    gördü. Artık kendi asıl halinde görünen Cebrail onları dünyevi şekil, yer ve
    zamandan uzaklaştı­rıp semaya yükseltti, yedi semadan her birinden geçerken,
    Muhamnred (s.a.v.) kendisiyle birlikte Kudüs’te namaz kı­lan peygamberleri
    tekrar gördü. Dünyada onları cismani bir şekilde görmüştü oysa şimdi onları
    semavi şekillerin­de görüyor ve gördüklerine hayretle bakıyordu. Yusuf’un
    yüzünün dolunayın parlaklığı gibi olduğunu*[2]ve tüm
    gü­zelliklerin yarısına sahip olduğunu[3] söylemiştir.
    Fakat bu bile onun diğer peygamberler karşısındaki şaşkınlığını gi-dermemiş bu
    yüzden de, ayrıca Harun’un güzelliğinden bahsetmiştir[4].
    Gökte gördüğü bahçelerle ilgili şunları söy­ledi : «Yay büyüklüğündeki bir
    Cennet parçası, güneşin do­ğup battığı tüm alandan daha iyidir. Eğer Cennet
    kadın­larından biri yeryüzünün insanlarına görünse, gökle yer arasındaki bütün
    alanı ışık ve güzel koku ile doldurur» Orada gördüğü her şeyi Ruh gözüyle
    görüyordu. Tüm dün­yevî yaratıklara nazaran  
    kendi ruhsal    tabiatı hakkında şöyle
    demiştir: *Adem henüz su “ile çamur arası bir şey­ken, ben peygamberdim»[5].

    Göğe yükselişinin
    zirvesi Sidret’ül-Mûnteha (En son sidr ağacı) idi. Kur’an’da bu şekilde
    belirtilmiştir ve Pey­gamber (s.a.v.)’in hadislerine dayanan eski bir tefsirde
    şunlar geçer: «Sidr ağacının kökü Taht’tadır ve bu ağaç, peygamber olsun,
    Cebrail olsun herkesin bilme noktası­nın sınırını belirler. Onun ötesi, Allah’tan
    başka herkese gizlidir»[6].
    Evrenin bu sınırında Cebrail (a.s.) Muhammed’e asıl şekliyle, yaratıldığı gibi
    göründü[7]. Daha
    sonra, âyette geçtiği gibi:

    «Sidreyi örten
    örtmekte iken, göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taş-madı. Andolsun, O, Rabbinİn en
    büyük âyetlerinden olanını gördü». (Necm: 16-18).

    Taberi Tefsiri’ne
    göre, ilahi Nur, Sidr ağacına inmjş ve onun ötesindeki herşeyi gizlemiştir.
    Peygamber (s.a.v.) gö­zü kayıp-şaşmamış ve sının aşmamıştır.[8] Bu
    peygamberin (s.a.v.) «Senin yüzünün nuruna sığınıyorum» sözünün kar­şılığıydı.

    Sidr Ağacı’nda
    Peygamber (s.a.v.) ümmeti için elli re­kat namaz kılma emrini aldı; aynı zamanda[9] islâm
    inan­cını ortaya koyan şu âyeti de öğrendi

    «Peygamber, kendisine
    Rabbinden indirilene İman etti. mü’-minter de. Tümü, Allah’a meleklerine,
    kitaplartna ve peygamberle­rine inandt. Onun peygamberleri arasında hiçbirini
    (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbİmiz bağışlamanı
    (dileriz). Varış ancak Sana’dır’ dediler». (Bakara: 285).

    Daha önce
    yükseldikleri gibi yedi gökten tekrar indi­ler. Peygamber (s.a.v.) bu konuda
    şunları söyler; «Dönü­şümde Musa’nın -o size ne iyi bir dosttu I- yanından ge­çerken
    bana: «Sana kaç vakit namaz farz oldu?» diye sor­du. Ben günde elli vakit
    olduğunu söyleyince «Namaz ağır bir ibadettir, senin ümmetin ise zayıftır.
    Rabbine geri dön ve senin ve ümmetinin yükünü hafifletmesini iste» dedi. Bunun
    üzerine geri döndüm ve Rabbimden yükümü hafif­letmesini istedim, O da on
    vaktini geri aldı. Musa, yanın­dan geçerken yine bana aynı şeyleri tekrarladı,
    ben de ge­ri döndüm ve on vakit namaz daha üzerimden kaldırıldı. Fakat her
    seferinde Musa beni geri gönderiyordu, sonun­da üzerimde günde beş vakit namaz
    kaldı. Tekrar Musa’­nın yanma gittim, o yine daha önce söylediklerini tekrar­lıyordu.
    Ben: «Rabbime gittim ve utanana dek azaltması­nı istedim artık geri dönemem»
    dedim. İşte bu yüzden kim beş vakit namazı Allah’ın merhametine sığınarak
    ih-las ile kılarsa, ona bu elli vaktin sevabı verilir»1[10]

    Peygamber (s.a.v.) ve
    Cebrail (a.s.) Kudüs’teki o ta­şın yanına indikten sonra geldikleri yoldan,
    güneyden ge­len kervanları görerek tekrar Mekke’ye döndüler. Kâ’be’ye
    vardıklarında hâlâ geceydi. Peygamber (s.a.v.) oradan yi­ne kuzeninin evine
    gitti. Ümmü Hani olayı şöyle anlatı­yor : «Şafaktan kısa bir süre önce
    Peygamber (s.a.v.) bizi uyandırdı ve sabah nam azmi birlikte kıldıktan sonra ba­na:
    «Ümmü Hani, gördüğün gibi akşam namazını sizinle birlikte bu vadide kıldım.
    Daha sonra Kudüs’e gittim ve orada namaz kıldım. Şimdi de gördüğün gibi sabah
    nama­zını yine beraber kıldık» dedi. Gitmek için ayağa kalktı. Cübbesini
    öylesine kuvvetle çektim ki, Peygamber (s.a.v.}’-in göğsü açık kalacak şekilde
    cübbe üstünden sıyrıldı: «Ey Allah’ın Rasulü dedim, «Bunu başkalarına söyleme,
    çün­kü onlar sana yalancı der ve seninle alay ederler» dedim-, O ise: «Allah’a
    yemin ederim onlara söyleyeceğim1 dedi».[11].

    Mescid’e gitti ve orada
    karşılaştıklarına Kudüs’e yap-ügı yolculuğu anlattı, düşmanları buna çok
    sevinmişler­di; çünkü şimdi ellerinde ona mecnun  (deli) 
    demek için karşı çıkılamaz bir delil vardı. Kureyşli çocuklar bile
    Mek-keden Suriye’ye bir kervanın ancak bir ayda varabilece­ğini ve dönüşün de
    bir ay olacağını biliyordu. Şimdi, Mu-hammed iâe bir gecede oraya gidip
    geleceğini, iddia edi­yordu. Bir gurup adam Ebu Bekir (r.)’e gitti ver «Şimdi
    bakalım arkadaşın hakkında ne düşüneceksin? O bize dün gece Kudüs’e gittiğini,
    orada namaz kılıp geri döndüğünü söylüyor» 
    dediler. Ebu Bekir  (r.)  onları yalan söylemek­le suçladı, fakat onlar
    Muhammed (s.a.v.)’in o anda Mes-cidde ve yolculuğunu anlatmakta olduğunu
    söylediler. Ebu Bekir o zaman: «Eğer O söylediyse, doğrudur. Bunda şa­şılacak
    ne var? O bana gökten haberlerin gece veya gün­düz bir saat içinde geldiğini
    söyledi. Ben onun doğru söy­lediğini biliyorum. Bu, sizin yersiz itirazlarınızın
    ötesinde bir olaydır» dedi[12] Daha
    sonra O da mescide gitti ve yine aynı şekilde tasdik etti. «Eğer o söylediyse,
    doğrudur”. O zamandan itibaren Peygamber  
    (s.a.v.),  Ebu  Bekir  
    (r.)’e, «doğrunun tasdikçisi» ve «doğrunun şahidi» anlamına ge­len
    es-Sıddık adını verdi. Bunun yanısıra olayı inanılmaz bulan bazı kişiler,
    fikirlerinden dönmek üzereydiler, çün­kü Peygamber (s.a.v.)  Mekke’ye dönerken yolda gördüğü kervanları
    anlatıyor, kaç gün sonra ve nasıl şehre ulaşa­bileceklerini söylüyordu. Önceden
    haber verdiği olayların hepsi yerine 
    gelmişti.  Peygamber   (s.a.v.)  
    Mescİd’dekilere sadece Kudüs’e yaptığı yolculuğu anlatmıştı. Ebu Bekir
    ve­ya ashabdan başkalarıyla yalnız kaldığında, gökte yaptı­ğı yolculuğu ve
    orada gördüklerinin bir kısmını anlatmış­tır. Bunlar genellikle daha sonraki
    yıllarda sorulan soru­lara verilen cevaplar şeklinde ortaya çıkmıştır.

     

     



    [1] I.I.264

    [2] IJ. 270.

    [3] A. H. IU, 286. <4) 1.1. 270.

    [4] B. L. VI, 6.

    [5] Tir. XLVI, 1; A. H. IV, 66.

    [6] Tab. Tefsir, LHI.

    [7] M. 1,280; B. UX, 7.

    [8] Tab. Tefsir, LIII.

    [9] M. I. 280.

     

    [10] 1.1. 271.

    [11] I. I. 267.

    [12] I. I. 265.

     

  • Hüzün Yılı Hz. Muhammedin Hayatı

     

    31.   HÜZÜN
    YILI

     

    M.S. 610 yılında,
    boykotun kaldırılmasından kısa bir süre sonra Peygamber (s.a.v.) büyük bir
    kayıpla, kansı Hadice’nin ölümüyle üzüntüye boğuldu. Hadice yaklaşık
    altmıs-beş, kendisi ise elli yaşlanndaydı. Yirmi-beş yıl ahenkli ve mutlu bir
    evlilik yaşamışlardı. Hadice, Peygam­ber (s.a.v.)’in sadece karısı değil, aynı
    zamanda onun en yakın arkadaşı, danışmanı ve Ali ve Zeyd dahil tüm aile­sinin
    annesiydi. Dört kızı annelerinin ölümüne çok üzül­müşlerdi. Fakat Peygamber
    Cs.a.v.) onları, Cebrail’in bir keresinde gelip, Hadice (r.)’ye Rabbinden selam
    getirdi­ğini ve Cennet’te olan bir döşek hazırlandığını bildirdiğini söyleyerek
    teselli etti.

    Hadice (r.)’nin
    ölümünü, aslında daha küçük, fakat dışarıda büyük etkiler uyandıran bir kayıp
    daha izledi. Ebu Taîib hastaydı ve ölümünün yakın olduğu durumun­dan belliydi,
    ölüm yatağında bir grup Kureyşli lider -Ut-be, Şeybe, Abdu’ş-Şems’ten Ebu
    Süfyan, Cumah’tan Ümeyye, Mahzum’dan Ebu Cehil ve diğerleri- Onu ziyaret et­tiler
    ve ona şöyle dediler: «Ebu Talib, seninle gurur duy­duğumuzu biliyorsun; şimdi
    ise başına bu hastalık geldi ve biz senin için korkuyoruz. Yeğeninle bizim
    aramızda ge­çenleri biliyorsun. Onu yanına çağır, bizden ona bir he­diye ver ve
    o bizi, biz de onu (rahat bırakalım. Bizi dini­mizle barış halinde bıraksın»
    dediler. Bunun üzerine Ebu Talib Peygamber (s.a.v.)’e -halkının soylulpn
    seninle anmak istiyorlar» dedi. Peygamber ts.a.v.) : «Peki öyle olsun, bana bir
    tek söz verin, tüm Arap ve Iran’lıları yönetimi­niz altına alabileceğiniz bir
    söz» dedi. Ebu Cehil: «Baba­nın üzerine yemin ederim ki, bu karşılıklar için
    bir değil, on söz veririz» dedi. Peygamber (s.a.v.) : «Allah’tan başka tanrı
    yoktur» demelisiniz ve O’ndan başka taptığınız her şeyden vazgeçmelisiniz-
    dedi. Ellerini çırptılar ve : «Ey Mu-hammed (s.a.v.), tanrıları bir tek tanrı
    mı yapacaksın? Se­nin teklifin gerçekten çok acaip» dediler. Kendi kendile­rine
    : «Bu adam istediğimiz hiçbirşeyi bize vermeyecek, o halde kendi yolumuza
    gidelim ve Allah onunla bizim ara­mızda hükmünü verinceye dek babalarımızın,
    dinine uy­maya devam edelim» dediler.

    Onlar gittikten sonra
    Ebu Talib, Peygamber (s.a.v.)’e «Ey kardeşimin oğlu, gördüğüm kadarıyla sen
    onlardan kö­tü bir şey istemedin» dedi. Bu kelimeler Peygamber (s.a.v.)’in
    kalbini, amcasının mûslüman olması isteğiyle doldurdu. «Amca» dedi, «O
    kelimeleri söyle ki, Mahşer gü­nünde senin için şefaat edebileyim». Ebu Talib
    «Ey kar­deşimin oğlu, eğer Kureyşjilerin bu kelimeleri ölün* kor­kusuyla
    söylediğimi zannedeceklerini bilmeşeydim, onları söylerdim. Söylediklerimle
    seni de memnun ederdim» de­di, ölüm Ebu Talib’e yaklaştığında, Abbas
    dudaklarının kıpırdadığını gördü ve kulağını dudaklarına yaklaştırdı. Kardeşim,
    senin ona söylediğin kelimeleri söyledi» dedi. Fakat Peygamber (s.a.v.) : «Ben
    duymadım» dedi.

    Korunması olmayanların
    Mekke’deki durumları gittik­çe kötüleşiyordu. Peygamber Is.a.vJ’e tabi olmadan
    önce Ebu Bekir (r.) çok nüfuzlu bir adamdı, fakat Ömer (r.) ve Hamza (r.) gibi
    tehlikeli ve hiddetli değildi. Bu yüzden, onun ruhsal gücünü görenlerden
    başkasında korku uyan-diırmıyordu. İslâm, onunla Kureyşliler araşma girdiğinde
    İse, Mekke’liler arasındaki tüm nüfuzu kayboldu. Fakat bu­na paralel olarak
    mü’minler arasındaki nüfuzu arttı. Ebu Bekir, bir çok kişinin mûslüman olmasına
    neden olduğu için müşriklerin özel düşmanlığını üzerine çekiyordu. Ha-dıce’nln
    üvey kardeşi Nevfel’in oğlu Esved (r.)’in müslüman olmasına da Ebu Bekir neden
    olmuştu. Bu yüzden Nevfel, Ebu Bekir ve Talha üzerine bir saldırı düzenledi ve
    onlan yaralı bir şekilde yolun ortasına bıraktı. Teym kabilesinden hiç kimse
    Esed’lilerin bu saldırısına karşı çık­madı. Bu da müslüman olan iki ileri gelen
    adamlarım ken­di kabilelerinden reddettiklerini gösteriyordu.

    Bundan daha kötü
    olaylara da rastlanılıyordu. Ebu Be­kir’in Bilal’ın eski sahibi ve aralarında
    yaşadığı Cumah’m lideri olan Ümeyye ile arası gittikçe kötüleşiyordu. Bu yüz­den
    göç etmekten başka seçeneği olmadığım farketti, Pey­gamber (s.a.v.)’den
    Habeşisatn’a gitmek için izin istedi ve yola koyuldu. Fakat Kızıl Deniz’e
    ulaşmadan önce, Kureyş-lilerin müttefiki olan ve Mekke’den biraz uzakta yaşayan
    bir grup kabilenin başkanı olan îbn ed-Duğunne ile kar­şılaştı : Bu bedevi
    lider, şimdi gezgin bir münzeviyi andı-ran Ebu Bekir’i zengin ve nüfuzlu olduğu
    dönemlerden be­ri tanıyordu. Bu değişikliğin sebebini soran bedeviye Ebu Bekir:
    «Halkım bana kötü davrandı ve beni dışarıya sür­dü, şimdi benim tek yapacağım
    şey Allah’a ibadet ederek yeryüzünde dolaşmaktır» dedi. «Bunu neden yaptılar?»
    de­di îbn ed-Duğunne.. «Sen kabilenin ileri gelen tüccar­larından biriydin,
    herkese yardım eder, hakkı korur ve doğruluktan ayrılmazdın. Geri dön, çünkü
    sen benim ko­rumam altındasın». Onu Mekke’ye geri götürdü ve toplu­luk önünde;
    «Ey Mekke’liler, ben Ebu Kuhafe’nin oğlunu korumam altına alıyorum, ona
    iyilikten başka bir şey ya­pılmasına izin vermeyin» dedi. Kureyş’liler onun
    koruma sim kabul ettiler ve Ebu Bekir’in emniyette olacağına söz verdiler.
    Fakat Beni Cumah’lılar Îbn’ud-Duğunne’ye: «Ona Rabbine duvarlar arasında ibadet
    etmesini duyulmadan ve görülmeden namaz kılıp Kur’an okumasını söyle. Çünkü
    onun görünüşü çok etkileyici, kadınlarımızı ve oğullarımızı saptırmasından
    korkuyoruz», dediler. İbn ed-Duğunne bun­ları Ebu Bekir’e iletti ve Ebu Bekir
    belli bir süre evinde namaz kılıp, Kur’an okudu. Bu süre içinde Beni
    Cumah’-lılarla ilişkisi düzeldi. Ebu Talıb’den sonra Haşimîlerin ba­sma Ebu
    Leheb geçti. Fakat bu Leheb’in yeğenini koruması sadece sözde kalıyordu ve
    Peygamber (s.a.v.)’e hiçi zaman olmadığı gibi kötü aavranılıyordu. Birgün evin
    önünden, geçen bir adam kapısını açtı ve yemek kabın içinde kokmuş sakatat
    (hayvanın yenmeyen bölümleri) ı ti. Bir keresinde de, evinin bahçesinde namaz
    kılarken ad mın biri üstüne kan ve pislik dolu bir işkembe attı. Pe gamber
    (s.a.v.) onu atmadan önce bir sopanın ucuna ta ti ve kapının önünden: «Ey
    Abdu’l-Menaf oğulları, bu biçim bir korumadır?» diye bağırdı. İşkembeyi atanın,
    B kiye’nin kocası Osman’ın üvey babası olan Şemsli Ukl olduğunu görmüştü. Eve
    döndüğünde kızlarından biri oı hem yıkayarak temizliyor, hem de ağlıyordu.
    «Ağlama k üçük kızım» dedi, «Allah babam koruyacak».

    Bu olaydan sonra Peygamber
    Cs.a.v) Taif’te yasayı  akillilerden
    yardım istemeye karar verdi. Bu karar om Mekke’deki durumunun ne kadar kötü
    olduğunu göste inektedir. Allah’ın evi ile eşdeğer gördükleri Lat putum
    koruyucuları olan Taiflilerden ne beklenebilirdi? Taif de Mekke’de olduğu gibi
    istisna kişiler bulunabilirdi, 1 yüzden, Peygamber Cs.a.v.) yeşil itlaklar,
    meyve bahçeli ve ekin tarlalarının etrafını çevirdiği Taife giderken üm siz
    değildi. Oraya vardığında Sakîf in lideri olan Amr îl Umeyye’nin evine gitti.
    Amr îbn Umeyye, Velid’in kem sinin Taifteki eşdeğeri olduğunu söylediği adam ve
    *şehrin iki büyük adamı»nuı ikincisiydi. Fakat, Peygamfc (s.a.v.) onlara İslam
    ı tebliğ edip, düşmanlarına karşı [1] runma
    istediğinde içlerinden biri hemen: «Eğer Allah e ni gönderdiyse, Kâ’be’de asih
    olanların hepsini aşağıya i diririm» dedi. Bir diğeri: «Allah senden başka
    gönderec adam bulamadı mı?» Üçüncüsü: «Seninle konuşamam! Çünkü eğer sen
    söylediğin gibi Allah’ın Rasulü isen, benim hitap edemeyeceğim kadar yücesin;
    ve eğer yalancı isen i

    ninle İronuşmam uygun
    olmaz» dedi. Bunun üzerine Pey­gamber (s.a.v.) belki de Taif’li başkalarını denemek
    üze­re onlardan ayrıldı. O ayrılır ayrılmaz Sakîf’liler çocukla­rını ve
    kölelerini onun üzerine saldılar ve onunla alay edip bağırdılar. O denli büyük
    bir kalabalık toplandı ki Pey­gamber (s.a.v.) özel bir bahçeye sığınmak zorunda
    kaldı. O, içeri girdikten sonra kalabalık dağılmaya başladı, de­vesini bir
    hurma ağacına bağlayarak bir asmanın gölge­sine sığındı.

    Kendini güvenlik ve
    banş içinde hissedince şöyle dua etti: «Allah’ım insanlar karşısındaki
    zayıflığımı, güçsüzlü­ğümü ve çaresizliğimi sana söylüyorum. Ey Merhametlile­rin
    en merhametlisi, sen zayıfların Rabbisin. Ve sen benim Rabbimsin. Beni kimin
    ellerine emanet ediyorsun? Bana kötü davranan yabancı birinin ellerine mi?
    Yoksa bana karşı silahlandırdığın bir düşmana mı? Buna aldırmam, yeter ki senin
    gazabın olmasın. Fakat senin yardımın be­nim için daha geniş ve daha rahattır!
    Tüm karanlıkları aydınlatan ve bu dünyayı da ahireti de düzene sokan Nu­runa
    sığınıyorum. Yeter ki senin kızgınlık ve gazabın üze­rime olmasın. Dilediğine
    yardım etmek senin elindedir. Senden başka güçlü ve kuvvetli yoktur.»[2].

    Peygamber’in sığındığı
    yer göründüğü gibi boş değil­di. Her Kureyşli zengin olup, Mekke’nin sıcak
    günlerinde serinlemek için Taif’ten yeşil bir bahçe satın almak ıster-di.
    Peygamber {s.a.v.)’in sığındığı bahçe Sakii’lilerın de­ğil, Şemsli lider Utbe
    ile Şeybe’nin malıydı. İkisi de olan­ları görmüş ve Sakif lilerin bir
    Kureyşli’ye böyle davran­masına öfkelenmişlerdi. Çünkü Muhammed (s.a.v.) de ken­dileri
    gibi Abdu’I-Menaf oğullanndandı. Aralarındaki me­sele henüz kapanmamıştı, onu
    son olarak Ebu Talib’in ölümünde görmüşlerdi ve şimdi ne kadar korumasız oldu­ğunu
    görüyorlardı. Biraz cömertlik yapıp Hristiyan köle Addâs’ı çağırdılar ve ona:
    «Şuradan birkaç salkım üzüm al, tabağa koyup, şu adama ver» diye emrettiler.    Addâs

    emredilenleri yaptı.
    Peygamber (s.a.v.) üzümden alırken: «Allah’ın adıyla» dedi. Addâs merakla onun
    yüzüne baktı ve: «Bu sözler, bu ülke halkının söylediği sözlerden değil» dedi.
    Peygamber (s.a.v.) «Nerelisin?» ve «Hangi dinden­sin?» diye sordu. Addas: «Ben
    Hristiyanım ve Ninova’lı-yım» dedi. Peygamber (s.a.v.) «Yani doğruluk timsali
    Mat-ta’nm oğlu Yunus’un şehrinden» dedi. «Sen Matta’nın og-îu Yunus’u nereden
    biliyorsun?» diye sordu Addas. Pey­gamber (s.a.v.): «O benim kardeşimdir, O peygamberdi,
    ben de peygamberim» cevabını verdi. Bunun üzerine Ad­dâs onun başını ellerini
    ve ayaklarını Öptü.

    Bunu görünce iki
    kardeş aynı anda birbirlerine bağır­dılar: «Bu köle de fazla oldu! Hemen ona
    kapudıU Addâs, Peygamber’den ts.a.v.) aynhp yanlarına gelince: «Yazık­lar olsun
    sana Addâs! Net an o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün?» dediler.
    Onlara şu cevabı verdi: «Ey sahibim, dünyada bu adamdan daha değerli bir şey
    yok. Bana sadece bir Peygamber (s.a.v.)’in bileceği şeyler söy­ledi.» «Yazıklar
    olsun sana Addâs! dediler onun seni ze­hirlemesine izin verme.»

    Peygamber (s.a.v.)
    Sakîf’lilerden birşey elde edemeye­ceğini anlayınca Taif’ten ayrıldı ve
    Mekke’ye doğru yola koyuldu. O gece geç saatte Nahle vadisine ulaştı. Nahle
    Mekke ile Taif’in tam ortasındaydı. Tam peygamberliğinin reddedildiğine
    inandığı bir anda, çok uzaklardan, Ninova’-dan gelen bir adam onun
    Peygamber’liğini kabul etmişti. Nahle’de namaz kılarken, okunan Kur’an’ı duyan
    bir grup cin -Nasibin’den gelen yedi cin- yanında Kur’an’ı dinleme­ye
    koyuldular. Peygamber (s.a.v.) sadece insanlara gönde­rilmediğini biliyordu.
    Kısa bir süre Önce gelen vahiy bunu te’yid ediyordu: «Biz seni alemler içm
    yalnızca bir rah­met olarak gönderdik» (Enbiya: 107). Daha önce indirilen
    surelerden (Rahman) birinde de hem insanları, hem de cinleri, cennet ve
    cehennemle korkutmak için gönderildi­ği bildiriliyordu. Yeni gelen bir âyette
    de:

    «De ki: «Bana
    gerçekten su vahyolundu: «Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: Doğrusu
    biz, (büyük) hayranlık uyan­dıran bir Kur’an dinledik. O (Kur’an), gerçeğe ve
    doğruya yönel-tip-iletİyor. Bu yüzden de biz ona iman ettik. Bundan böyle
    Rab-bİmize hiç kimseyi ortak koşmayacağız» (Çin: 1-2).

    Başka bir surede
    (Ahkaf: 30-1), de cinlerin nasıl ken­di toplumlarına gidip, Allah’ın Peygamber
    (s.&.v.)ine ita­ate çağırdıkları anlatılır.

    Peygamber (s.a.v.) iki
    gün kadar önce kendisini evin­den ayrılmaya zorlayan şartlara geri dönmek
    istemiyordu. Eğer bir koruyucusu olsa görevini daha iyi yerine getirebi­lirdi.
    Beni Haşim onu korumuyordu, bu yüzden o da an­nesinin kabilesine sığınmaya
    karar verdi. Orada durum biraz anormaldi, çünkü Zühre kabilesinin en etkili ve
    ileri gelen adamı aynı kabileden olmayan ve Taif’ten gelen Ahnas îbn Şerik idi.
    Uzun süreden beri Zühre’nin mütte­fiki olduğu için, Zühre’liler onu başkanları
    olarak kabul ediyorlardı. Peygamber fs.a.v.) ondan yardım istemeye ka­rar
    vermişti. Yolu üzerinde, kendinden daha hızlı giden bir atlıya rastladı ve
    ondan Ahnas’a şöyle bir mesaj gön­derdi: «Mubammed (s.a.v.) dedi ki: Allah’ın
    mesajım insan­lara aktarabilmem için beni koruman altına alır mısın?» Atlı o
    denli hızlıydı ki Peygamber ts.a.v.) oraya ulaşma­dan olumsuz cevabı geri
    dönerek iletti. Ahnas, sadece bir müttefik olduğunu ve kabilenin, üstüne bir
    koruma yük­lemeye hakkı olmadığını bildiriyordu. Mekke’den çok uzak­ta olmayan
    Peygamber Cs.a.v.) aynı ricayı Süheyl’e gön­derdi. Onun cevabı da aynı şekilde
    ümit kırıcıydı, fakat öne sürdüğü sebebin İslâm’a karşı çıkışıyla ilgisi yoktu,
    kabileler arası bir meseleye yol açmak istemiyordu. Mek­ke vadisi içinde onun
    kabilesi diğerlerinden uzak bir ko­numdaydı, çünkü Luayy’ın[3] oğlu
    Amir’in soyundan geli­yordu. Halbuki diğer bütün kabileler Ka’b’m soyundan
    geliyordu. Peygamber (s.a.v.) şehre girmekten vazgeçti ve

    ilk vahyin geldiği
    Hira mağarasına gitti. Oradan kendisi ne daha yakın olan ve boykotu kaldıran
    beş kişiden bir olan Nevfel’in şefi Mut’im’e haber gönderdi. Mutim bunu kabul
    etti ve «Bırakın şehre girsin» diye haber gönderdi Ertesi sabah oğulları ve
    yeğenleriyle silahlanmış bir şekil­de, Muhammed (s.a.v.)’i Kâ’be’ye götürdü.
    Ebu Cehil on­lara, Peygamber (s,a.v.)’in takipçileri mi olduklarını sor­du.
    Onlar sadece: «Onu korumamız altına alıyoruz» dedi­ler ve Mahzumlu da: «Sizin
    koruduğunuzu biz de koruruz» demekten başka söyleyecek söz bulamadı.

     

     



    [1] O, Peygamber’in kuzeni ve Osman’ın annesi olan Erva’r
    ikinci kocasıydı. Peygamber’in halası ve Tulayb’ın Rnn. Erva öldükten sonra
    kızına, yani Osman’ın annesine de 3 va deniyordu.

     

    [2] I.I.28O. J44

    [3] Bak. Soy ağacı. 146

     

  • Cennet Ve Ebedîyyet Hz. Muhammedin Hayatı

     

    30.   CENNET
    VE EBEDÎYYET

     

    Geriye dönen ve kendi
    halkına karşı yardım isteyen bir diğer muhacir de Ömer’in kayınbiraderi Osman
    bin Usaz’un’du. Çünkü Osman, kuzenleri Ümeyye ve Ubey’in kendisini
    cezalandıracaklarım biliyordu. Bu kez Manzum kabilesi, başka bir kabilenin
    adamını koruması altına alı­yordu: Velİd, Osman’ı koruması altına aldı: fakat.
    Osman kendisi güvenlik içinde gezerken, diğer müslümanlann ezi­yet çektiğini
    görünce, Velid’den kendi üzerindeki koruma. anı kaldırmasını İstedi Yaslı adam:
    «Ey kardeşimin oğ­la, N*”‘n” adamlarım sana bir zarar mı verdi?» diye
    sor­du. Osman (r.): «Hayır, fakat ben Allah’ın koruması al­tına girmek ve
    O’ndan sığınmamak İstiyorum». dadt Velidle beraber Mesdd’e gitti ve herkesin
    Önünde onun koruması altında olmadığını açıkladı.

    Birkaç gün sonra büyük
    sair Labld, Kureyşlilere şiir okuyordu, Osman da onu dinleyen büyük kalabalığın
    ara­sındaydı. Genelde tüm Araplarda varolan şiir okuma yete­neği, Ebu Talib,
    Hubeyre ve Haris’İn oğlu Ebu Süfyan gibi bazı kişilerde daha fazla göze
    çarpıyordu. Fakat bunların da ötesinde büyük şair diye anılan birkaç şair
    vardı, Labid de bunlardan biriydi. Belki de yaşayan en büyüjc Arap şairi
    sayılabilirdi ve Kureyşliler onu aralarında görmek­ten şeref duyuyorlardı.
    Okuduğu şiirlerden biri şöyle baş­lıyordu:

    «İşte, Allah’tan başka
    hersey boştur-. «Doğru söyledin» dedi Osman. Labid devam etti:

    Ve tüm zevkler yok
    olacak».

    «Yalan söylüyorsun»
    diye bağırdı Osman. «Cennet zevkleri hiçbir zaman sona ermeyecek». Labid sözünün
    ke­silmesine a[1]şkın değildi; Kureyş İse,
    sair misafirleri oldu­ğu için sadece şaşırmakla kalmamışlar, utanmışlardı da.
    «Ey KureyşlÜer.» dedi şair, «sizin yanınızda dost olarak oturan kimseye kötü
    davranümazdı. Ne zamandan beri böyle davranmaya başladınız?» Topluluktan biri
    kalktı, tüm kabile adına özür diledi ve: «Bu adam bir budaladır, bir grup
    budala bizim dinimizi terketti. Onun söylediğiyle ilhamın yokolmasm» dedi.
    Konuşan adam geldi ve Os­man’a bir yumruk attı, vurduğu yer morardı. Yalanında
    oturan Velid, ona kendi koruması altında kalsa îdi gözü­nün morarmayacagını
    hatırlattı. «Hayır» dedi Osman, «bi­lakis benim sağlam gözüm, diğeri gibi
    olabilmek için Al­lah’a yalvarıyor. Ben, senden daha güçlü ve kudretli olan
    Allah’ın koruması altındayım-. Velid: «Ey kardeşimin oğ­lu, gel ve benimle
    yaptığın anlaşmayı yenile» dedi. Fakat Osman kabul etmedi.

    Peygamber şairin
    dinlendiği topluluk içinde değildi, fa­kat Labid’in şiirini ve orada neler
    olduğunu duymuştu. Bu konuda kayıtlara geçen tek şey şudur: «Şairin konuştuğu
    tek doğru şey «İşte Allah’tan başka her şey boştur» sözü­dür1. Peygamber
    (s.a.v.) Labid’i bunu takip eden mısra­ları için suçlamadı. Şair «Bütün dünyevi
    zevkler yok ola­cak» demek İstemiş olabilir-, diğer taraftan Cennet ve zevk­leri
    hiç bir zaman sona ermeyecektir. Bu olayın meydana geldiği sıralarda şu âyet nazil
    oldu: «Onun yüzünden (za­tından) başka her şey helak olucudur» (Kasas: 88). Da­ha
    önce inen bir âyette de şunlar söyleniyordu: «Celal ve ikram sahibi olan
    Rabbinin yüzü (zatı) baki katacaktır.» (Rahman: 27). Bu ebedi İkram’m olduğu yerde-ebedi
    zevk­ler ve onları tadanlar da alacaktır.

    Bu konuyu daha acık
    ortaya koyan bir vahiy daha gelmişti:

    «(Ktyametin) geleceği
    günde, O’nun izni olmaksızın, hiç kim­se söz söyleyemez. Artık onlardan kimi
    ‘bedbaht ve mutsuz, (ki­mi de) muttu ve bahtiyardır. Mutsuz olanlar
    ateştedirler, onlar için orda (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır.
    Onlar Rob-binin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada temelli
    kalıcıdırlar. (Bu) kesintisi olmayan bir ihsandır» (Hûd; 105-8).

    Bu âyet göstermektedir
    ki Allah Cennetlikleri Cenne­te sürekli kılacaktır. Bu âyetlerle ilgili
    sorulan, Peygam­ber (s.a.v.) zaman zaman ashabdan bazılarına verdiği ce­vaplarla
    açıklamıştır. Bir keresinde şöyle demiştir: «istedi­ğine merhamet eden Allah,
    Cennetlikleri Cennet’e, Cehen­nemlikleri Cehennem’e kovar. Daha sonra
    Meleklere: «Ba­kın ve kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanlar; Ce­hennemden
    çıkarın» der. Melekler bir grup insanı Cehen­nemden çıkarırlar ve: «Rabbimiz,
    bize emrettiğin şartla­ra uyan hiç kimseyi orada bırakmadık» derler. Allah :
    «Ge­ri   dönün   ve  
    kalbinde    bir    zerre  
    kadar   iyilik   olan herkesi Cehennem’den çıkarın» der.
    Melekler yine bir grup insanı Cehennem’den çıkarırlar ve: «Rabbimiz orada hiç
    bir iyilik bırakmadık» derler. Melekler, Peygamberler ve inananlar şefaat
    ederler. Sonra Allah: «Melekler şefaat et­ti, Peygamberler ve inananlar da
    şefaat etti. Şimdi sadece merhametlilerin en merhametlisi olan Allah’ın şefaati
    kal­dı» der ve Cehennem’den hiç bir iyilik yapmayan bir grup insanı çıkarır,
    Cennetin girişindeki Hayat Irmağı denilen nehre atar»[2]

    Cennettekiler hakkında
    da Peygamber fs.a.v.î şunları söyler: «Allah Cennettekilere: «Memnun musunuz?»
    diye sorar, onlar: «Rabbimiz, nasıl memnun olmayız? Hiç bir yaratığa vermediğin
    nimetleri bize verdin» derler. Allah 
    «Size bundan daha iyisini vereyim mi?» der, onlar da «Da­ha iyisi
    nedir?» diye sorarlar: Allah: «Size Rıdvan’ımı vereceğim der»[3].
    Bazen ‘saadet’ olarak tercüme edilen Rıdvan, Allah’ın bir nefsi, mutlak olarak
    kabul etmesi ve o nefsi kendi yanına alıp Ebedî Saadet vermesidir. Rıdvan
    Cennetinin genel anlamıyla diğer Cenneti dışladığı düşü­nülmemelidir. Çünkü
    Kur’an her teslim olan nefis için iki cennet vadeder (Rahman: 46). Peygamber de
    kendi konu­mundan bahsederken, aynı şekilde iki rahmete kavuşaca­ğını söylerdi:
    «Rabbim’le ve Cennet’le buluşacağım»[4]

     



    [1] B:LXIII;

    [2] M. I. 79; B. XCVII,

    [3] M.LI.2.

    [4] 1.1. 1000.

     

  • Boykot Ve Kaldırılışı Hz. Muhammedin Hayatı

    29.   BOYKOT
    VE KALDIRILIŞI

     

    Ömer, (r.) mü’minler
    Allah’a İbadet ederken, Kurcys-] ilerin açıkça Ka’be’de putlara tapmalarına
    tahammül ede­miyordu. Bu yüzden gidip açıkça K&’be de namaz kılar ve diğer
    mü’minleri de buna teşvik ederdi. Bazen Ömer ve Hamza yanlarında bir grup
    mû’minle mescide girer ve na­maz kılarlardı, böyle zamanlarda Kureyş liderleri
    biç or­tada görünmezdi. Çünkü onlar için orada oturmak ve otan-lan seyretmek
    gurur kırıcıydı. Ömer (r.)’den korktuktan için de müdahale edemiyorlardı. Fakat
    bu genç artanı kendilerini yendiğini zannetmesini de İstemiyorlardı. Bu yüzden
    Ebu CehiTin baskısıyla en İyi çözümün Ebu Ieheb dışında, mü’min olsun olmasın
    Peygamber  1 koruyan tüm Haşimilere bir
    boykot düzenlemek olduğu kararına vardılar. Hazırladıkları dokümana göre, kimae
    Haşim’li bir kadınla evlenmeyecek ve kızını da Haşimile­re vermeyecekti; kimse
    onlara birşey satmayacak, onlar­dan da birşey satın almayacaktı. Bu, Haşimiler
    Muham-med’i reddedene veya o peygamberlik iddiasından vazge­çene dek sürecekti.
    Hepsi taraftar olmasa da kırk KureyşÜ lider bu anlaşmayı imzaladı. Muttalib
    oğullan, kardeşleri Haşimilere bunu yapmak istemediler, fakat zorla anlaşma­ya
    dahil edildiler. Doküman dikkatle K&’be’nin içine yer­leştirildi.

    Karşılıklı dayanışma
    için tüm Beni Hasim, Mekke va­disinin Ebu Talib mahallesinde toplandı.
    Peygamber <s.a.v.) ve Hatice ev balkıyla birlikte o mahalleye gelirken, Ebu
    Leheb, Kureyşlilere bağlı olduğunu gösterircesine karısıyla bu mahalle
    dışındaki bir eve taşındı.

    Boykot sıkı bir
    şekilde uygulanmıyordu ve evlenen bir kadın hala eski kabilesinin bir üyesi
    sayıldığı için Beni Haşim’le bağlar tamamen kopanlamıyordu. Ebu Cehil sü­rekli
    boykotu kontrol ediyor, fakat istediklerini herkese uyguluyordu. Bir gün
    Hatice’nin yeğeni Hakim’i, yanın­da sırtında bir çuval unla giden bir köle ile
    beraber Beni Hacim mahallesine giderken gördü, Onları düşmana yiye­cek
    götürmekle suçladı ve Hakim’i Kureyş’e ihbar edece­ğini söyledi. Onlar
    tartışırken, Esed kabilesinden Ebu’l-Behteri geldi ve meselenin ne olduğunu
    sordu. Sorunu öğ­rendiğinde Ebu Cehil’e: «Bu onun halasının unudur, ha­lam
    ununu İstiyor. Bırak da adam islediğini yapsın» de­di. Ne Hakim ne de
    Ebu’l-Behterî müslüman değillerdi, fa­kat Esed kabilesinden diğerine un götürmek
    kabile dışından birisinin kanşamayacagı bir durumdu. Mah-zumlunun araya
    girmesine tahammül edilemezdi, Ebu Ce­hil söylediğinde ısrar edince,
    Ebu’l-Behterî yerden bir de­venin kaburga kemiğini aldı ve Ebu Cehil’in
    kafasına vur­du. Ebu Cehil yere düştü. O sırada oradan geçmekte olan Hamza’yı
    memnun etmek istercesine yerde onu çiğnedi­ler.

    Hakim haklıydı, boykot
    edilen kurbanların kişiliği yü­zünden birçok kişi de boykota karşıydı. Amir
    kabilesin­den Hişam İbn Amr, Haşiml kanı taşımıyordu, fakat aile­sinin Haşimilerie
    evlilik bağları vardı. Hişam gece hava kararınca yiyecekte yüklü bir deveyi
    Beni Haşim mahal­lesine götürür, mahalleye girişte devenin yularını çıkarır v»
    İlerlemesi için arkasına vurup bırakıp, giderdi. Ertesi jeee de giyecek yüklü
    bir deve getirirdi.

    Müslüman olmayanların
    bu yardımlarının yanısıra di­ğer kabilelerden müslüman olanlar, özellikle Ebu
    Bekir ve Ömer b«ı yasağın etkilerini hafifletmeye çalışıyorlardı. İki yıllık
    boykotun »onunda Ebu Bekir artık zengin bir adanı sayılmazdı. Fakat bu yardımlara
    rağmen. Beni Haşini ma­hallesinde açlık ve kıtlık vardı.

    Kutsal aylarda saldın
    ve tecavüzden emin olarak dı-şan çakabiliyorlardı. Bu zamanlarda Peygamber
    £s.a.v.) sık sık Kâ’be’ye giderdi. O sıralarda Kuröyş liderleri varlı­ğından
    yararlanarak ona hakaret ederlerdi. Bazen Kureyş’i uyaran ve daha önceki
    kavimlerin başına gelenleri anla­tan âyetleri okurken, Abdu’1-Dar sülalesinden
    Nadr ayağa kalkar ve: Tanrıya andolsun ki, Muhammed (s.a.v.) benden daha iyi
    bir konuşmacı değildir. Onun konuştukları eski­lerin masallarıdır. Onları
    yazılı bir Kâğıttan okuyor, ben de benimkileri kendi kitabımdan okuyorum»,
    derdi. Daha sonra Rüstem, Isfendiyar ve İran Krallarıyla ilgili hikâye­ler
    anlatırdı. Bu bağlamda, kalbin doğaüstü .gerçeklikleri algılayan bir yeti
    olduğuna değinen bir çok âyet inmiştir Kâfirlerde kapalı olan kalb gözü; nurun
    parladığmı göre­bilir, bu da îmandır. Fakat yaşamını kötü işlerle geçirmek
    kalbi tozlarla kaplar ve Allah’tan gelen mesajın ilahi kö­kenini algılayamaz:

    «Ona âyetlerimiz
    okunduğu zaman: «Geçmişlerin uydurma ma­sallarıdır» dedi. Asla, hayır; onların
    kazanmakta oldukları, kalblen üzerinde pas tutmuştur.» (Muttaffİfin: 13-14).

    Bunun aksin» Peygamber
    (s.a.v.) kalbinin her zaman uyanık olduğunu ve her an gerçeklerle beraber
    olduğunu belirtmiştir.: «Gözüm uyur, fakat kalbim uyanıktır»[1]

    Peygamber (s.a.v.)
    cağında yaşayanların adından çok nadir bahseden Kur’an, Ebu Leheb ve karısının
    Cehenne­me gireceğini müjdeler iLeheb Sûresi). Ümmü Cemil bu­nu duyunca elinde
    bir tas tokmakla Kâ’be’ye Muhammed <n.a.v.)’i aramaya çıktı; Muhammed
    (s.a.v.)’in yanında otu­ran Ebu Bekir’e gitti Ve «Arkadaşın nerede?» diye
    sordu. Konuşamayacak denli şaşıran Ebu Bekir, onun Muham­med  (s.a.v.)’i kasdettiğini biliyordu. Ümmü Cemil
    devam etti: -Duyduğuma göre beni hicvetmiş, Tanrı’ya andoJsun onu bulursam
    ağzını bu havan tokmağıyla parçalayaca­ğım. Bana gelince, ben gerçek bir
    şairim» dedi ve Peygam­ber Cs.a.v.) hakkında bir şiir okudu:

    «Biz o günahkara
    uymuyoruz.

    Emirleriyle alay
    ediyor

    Ve dininden nefret
    ediyoruz.»

    Kadın gittiğinde Ebu
    Bekr, (r.j Peygamber’e (s.a.v.) ka­dının kendisini görüp görmediğini sordu.
    Peygamber (s.a.v.) : «O beni göremedi, çünkü Allah onun görüşüne perde çekti»
    dedi. Arapça «günahkâr», «suçlu» anlamına gelen muzammam övülen ve değer verilen
    anlamına ge­len Muhammed’in karşıt anlamıdır. Küreydiler, Peygam­ber (s.a.v.)’İ
    yermek İçin bazan bu terimi kullanırlardı. Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca
    arkadaşlarına: -Allah’­ın, Kureyşlilerin kötülüklerinden beni koruması şükre
    değ­mez mi? Onlar bana Muzammam (suçlanan) diyorlar, halbuki ben
    Muhammed’im  (Övülen)»[2].

    Beni Haşim ve Beni
    Muttalib’e uygulanan boykot iki yıl sürdü ve beklenen etkilerin hiçbirini
    göstermedi. Aksi­ne Peygamber (s.a.v.)’ln daha çok dikkat çekmesine ve tüm
    Arabistan’da yeni dinden bahsedilmesine neden oldu. Bu tür düşüncelerden
    bağımsız olarak, Kureyşlilerin çoğu. Özellikle boykot edilenler arasında
    akrabaları bulunanlar, boykot hakkında olumsuz düşünceler taşıyorlardı. Karar
    değiştirmenin zamanı gelmişti ve ilk tepkiyi gösteren adam yine, Haşimilere sık
    sık yiyecek ve giyecek yüklü develer gönderen Hişam oldu. Hişam tek başına bir
    şey yapama­yacağının farkındaydı, bu nedenle Peygamberin halası Atike’nin oğlu
    Mahzum’lu Zûheyr’e gitti ve söyle dedi: -Annenin akrabalarının durumunu
    bilirken nasıl yemek yiyip, güzel giyinmeye dayanabiliyorsun? Onlar ne birşey
    satabiliyorlar, ne de alabiliyorlar. Ne kızlarını ne de ogul-Jpını
    evlendirebiliyorlar. Allah’a yemin ederim ki, eğer on-1    Ebul-Hakem’in (Ebu Cehil) annesinin
    akrabaları ol-

    salardı ve sen onu,
    onun seni çağırdığı şeye çagırsaydın, O hiçbir zaman bunu yapmazdı». «Beni
    utandırdın, Hİşam» dedi Zûheyr, «Fakat tek başıma ne yapabilirim? Eğer be­ni
    destekleyen biri daha olsaydı bu anlaşmayı geçersiz kı­lana dek savaşırdım».
    Hişam: -Birini buldum- dedi.«Kim O?». «Benim». «Bir üçüncüsünü daha bulalım*
    dedi Züheyr. Bunun üzerine Nevfel kabilesinden, Haşim ve Muttalİb’in kardeşleri
    olan Nevfel’in torunu Mut’im tbn Adly’e gitti. «Sen Kureyş’le bir olarak Abdu
    Menaf oğullarının iki kolu­nun yok olmasına göz mü yumuyorsun? Tann’ya
    andol-sun, eğer onların bunu yapmasına izin verirsen, bir müd­det sonra aynı
    şeyi sana da yaparlar» dedi Mut’im dör­düncü bir adam istedi, bunun üzerine
    Hişam, Hadice’nin unu yüzünden Ebu Cehil’e vuran Esed’ll Ebu’l-Behterl’ye
    gitti. O beşinci bir adam gerektiğini söylediğinde Hişam diğer bir Esed’Iiye,
    bir altıncıya gerek olduğunu söyleme, den teklifi kabul eden-Zem’eh İbn
    el-Esved’e gitti. Hepsi de o gece Mekke’nin dışındaki Hacun dağı eteklerinde bu­luşmaya
    karar verdiler. Orada hareket planlarını tasarla­dılar ve bu anlaşmayı geçersiz
    kılmadan meseleyi bırak­mayacaklarına söz verdiler. Züheyr: «Bu işle en çok
    ilgili olan benim, o yüzden ilk konuşan ben olacağım» dedi.

    Ertesi sabah
    Mescid’deki kalabalığa karıştılar ve Zü­heyr üzerindeki uzun cübbesiyle
    Ka’be’yi tavaf etti. Daha sonra yüzünü meclistekilere çevirdi ve: «Ey
    Mekke’liler, Haşimogullan hiçbir şey alıp satamazken, biz burada ra­hatça yiyip
    giyinecek miyiz? Tann’ya andolsun bu hak­sızlık ortadan kalkıncaya dek rahat
    etmeyeceğim* dedi Kuzeni Ebu Cehil hemen ayağa kalktı ve: «Yalancısın!» dedi,
    «bu durum ortadan kalkmayacak». Zem’eh: «asıl ya­lancı sensin. Bu anlaşma
    yazıldığında biz taraftar değil­dik.» dedi. «Zem’eh doğru söylüyor onda yazılı
    olanı des­teklemiyoruz ve taraftar değiliz» dedi Ebu’l-Behteri. Mut’­im -.
    -İkiniz de haklısınız, asıl buna hayır diyen yalancıdır. Tanrı şahidimiz olsun
    biz ondan ve onda yazılı olandan masumuz» dedi. Hişam da aynı şeyleri söyledi
    ve Ebu Ce­hil onları bir gecede sözlerinden dönüp, entrika cevirmekle
    suçlamaya’ başladığında, Mut’im onun sözünü kesti ve Kabe’ye andlaşma metnini
    getirmeye gitti. İçerden, elinde küçük bir parça kâğıt, ve zafer ifadesiyle
    çıktı: Kurtlar, ilk başa yazılan «Allah’ım, senin adınla» kelimeleri dışın­daki
    tüm andlaşmayı yemişlerdi.

    Kureyş’in çoğunluğu
    zaten ikna olmuştu Bunun yanı­lıra bu tartışmasız mucize tüm karşı çıkışları
    durdurdu Ebu Cehil ve onun gibi düşünen birkaç kişi karşı koyma­nın anlamsız
    olduğunu biliyorlardı. Boykot resmen kaldırıl­mıştı. Kureyş’ten bir grup, Beni
    Haşim ve Beni MÛttalib’e iyi haberleri vermeye gitti.

    Boykot
    kaldırıldıktan,sonra Mekke’de büyük bir rahat­lama oldu ve belli bir süre için
    Müslümanlara karşı gös­terilen düşmanlık yumuşadı. Bu rahatlama haberi abar­tılarak
    Habeşistan’a dek ulaştı. Bunun üzerine muhacir­lerden bazıları Mekke’ye dönmek
    için hemen hazırlıklara başladılar. Cafer gibi bazıları ise bir süre daha orada
    kal­malarının iyi olacağını düşünüyordu.

    O sırada Kureyş
    liderleri çabalarını, Muhammed (s.a.v)’i bir anlaşma yapmaya ikna etmede
    yoğunlaştır­mışlardı. Bu kendilerine göre ona takınılan en yakm ve yumuşak
    tavırdı. Velid ve diğer liderler, iki dinin de aynı anda uygulanmasını
    önerdiler. Peygamber (s.a.v.) bu öne­riyi reddetme şeklinde zorluk çekmeden,
    hemen gelen vahiyle onlara cevap verdi

    «De ki: Ey kâfirler.
    Ben sizin tapttklartntza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben
    de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
    değilsiniz.

    Sizin dininiz size,
    benim de dinim botta.» (Kâfirim Suresi)

    Bunun sonucunda, geri
    dönen muhacirler daha Harı»m bölgeye ulaşmadan yumuşak durum sona ermişti.

    Cafer ve Ubeydullah
    İbn Cahş dışında, Peygamber fsa.v.)’in bütün kuzenleri geri döndüler. Onlarla
    birlikte

    Osman ve Rukiye de
    geldiler. Osman’la birlikte dönen bir diğer Şems’Ii de Ebu Huzeyfe idi. Ebu
    Huzeyfe, (r.) ko­runma için babası Utbe’ye sığınabilirdi. Fakat Ebu Sele­me
    (r.) ve Ümmü Seleme (r.) kendi kabilelerinden işken­ceden başka bir şey
    bekieyemeyeceklerini biliyorlardı. Bu yüzden Mekke’ye gelir gelmez hemen Ebu
    Seleme’nin dayısı olan Ebu Talib’den korunma istediler. Ebu Talib Mahzu-milerin
    karşı çıkmasına rağmen bu isteği kabul etti. «Sen bize karşı yeğenin Muhammedi
    koruyorsun, fakat niçin bizim kabilemizden bîr adamı bize karşı korumayı kabul
    ediyorsun?» dediler. Ebu Talib: «O benim kızkardeşimin oğludur, eğer ben
    kızkardeşimin oğlunu koruyamazsam, er­kek kardeşimin oğlunu da koruyamam
    demektir» dedi. Mahzumîlerin onun liderlik haklarına saygı göstermekten başka
    seçenekleri yoktu. Yanaşıra bu kez. Peygamber (s.a.v.)’e en çok düşmanlık
    besleyen Ebu Leheb de ağa­beyini destekliyordu. Bu yüzden daha fazla
    diretmediler. Ebu Leheb, kendisine «öre boykot süresince yeğenine duy­duğu
    nefreti bu kadar açığa vurmasının özrünü .yerine ge­tiriyordu./ Nefreti biç bir
    şekilde azalmamıştı; fakat ağa­beyinden sonra kabilenin lideri olacağı için
    ailesiyle iyi ilişkiler içinde olmak istiyordu. Ebu Talib’in çok uzun ya­şamayacağının
    da farkındaydı.

     



    [1] II. 375; B. XIX, X6 v.b,

    [2] II 234

     

  • Ömer Hz. Muhammedin Hayatı

    28. ÖMER

     

    İki elçi Mekke’ye
    dönüp, Necaşi’nin, Müslümanların tarafını tuttuğu ve kendi İsteklerinin
    reddedildiği haberini getirince, Kureysttlsr çok hiddetlendiler. Bu yüzden
    hemen Ebu Cehİl’in önderlisinde, mü’minlere yaptıkları işkencele­ri daha da
    arbnnaıya koyuldular. Ebu Cehil’in yeğeni Ömer de onun tavsiyelerini eksiksiz
    ve daha şiddetli bir biçimde yerine getiriyordu. Ömer o zamanlar yirmi-alü ya­şında,
    güçlü, yiğit ve kararından caydın lam az bir adamdı. Fakat dayısının aksine o
    dindardı ve bu yüzden yeni dine karsı çıkıyordu. Babası Hattab onu, Ka’be’ye ve
    içindeki tüm tann ve tanrıçalara saygı duyacak bir şekilde yetiştir­mişti. Bu
    yüzden onun İçin Ka’be ve içindeki putlar birbi­rinden ayrılmaz, tartışılmaz ve
    bozulmaz kutsal bir bütü­nü oluşturuyordu. Kureyş de bu bütünün içindeydi;
    fakat artık Mekke’de iki din ve iki toplum vardı. Ömer açıkça, bu sorunun bir
    tek nedeni olduğunu görebiliyordu. Buna sebep olan adam ortadan
    kaldırıldığında, ona göre tüm so­run çözülecekti Başka çıkar yol yoktu ve bu
    yol denen­meliydi. Usun süreden beri bunlar aklında yer ediyordu. O gün elciler
    Mekke’ye geldiğinde, kafasındakiler ortaya dö­küldü ve hemen evine gidip
    kılıcını aldı. Evden çıktıktan kısa bir sür» sonra kendi kabilesinden Nuaym İbn
    Abdul­lah’a rastladı. Nuaym Müslüman olmuştu, fakat Ömer’den ve diğer
    akrabalarından korktuğu için bunu gizli tutuyor­du. Ömer’in yüzündeki bu
    hiddetli ifadeyi görünce, ona nereye gittiğini sormaktan kendini alıkoyamadı.
    «Muham-med’e (s.a.v.) Kureyş’İ ikiye ayıran o dinsize gidiyorum» de­di. Ömer
    «Onu öldüreceğim» derken; Nuaym, kendisinin de Öldürülebileceğine işaret ederek
    onu durdurmaya çalıştı. Fa­kat Ömer’in böyle bir nedeni önemsemeyen halini
    görünce onu belli bir sûre geciktirebilecek -Muhammed’e haber ver­meye yetecek
    kadar- başka bir neden buldu. Bu kendisi gibi Müslüman olduğunu gizleyen
    arkadaşlarını ele ver­mek anlamına geliyordu, fakat Nuaym, onların böyle bîr
    durumdaki bu davranışı nedeniyle kendisini affedecekle­rini, belki de taKdir
    edeceklerini umuyordu. «Ey Ömer.» dedi, «İlk önce gidip neden kendi ev halkını
    doğru yola ge-tirmiyorsun?» «Benim ev halkım da kim?» dedi. Nuaym.-«Enişten
    Sa’id (r.) ile kızkardeşin Fa tama (r.) da Muham-med (s.a.v.)’ln dinine
    girdiler. Onları kendi haline bırak­mamalısın» dedi. Ömer bir kelime bile
    söylemeden kızkar-deşinln evine doğru yöneldi. Zühre’nin fakir müttefiklerin­den
    biri olan Habbab (r.J, Sa’id ve Fatıma’ya Kur’an öğ­retmek için evlerine sık sık
    gelirdi; o sırada Habbab on­ların evindeydi, yanında henüz indirilmiş olan
    Ta-ha sû­resinin âyetlerinin yazılı olduğu kâğıtlar vardı ve beraber
    okuyorlardı. Ömer’in kardeşinin adını çağıran hiddetli se­sini duyunca, Habbab
    evin bir köşesine saklandı, Fatıma da yazılı Kur’an sayfalarını gömleğinin
    altına sakladı. Fa­kat Ömer onların okuyuşlarını dışardan duymuştu, içeri
    geldiğinde: «Duyduğum o ses neydi?» diye sordu. Onu, hiç bir şey duymadığına
    ikna etmeye çalıştılar. Ömer: «Duy­dum ve sizin de Muhammed’ö uyanlardan
    olduğunuzu öğ­rendim» dedi. Daha sonra eniştesi Said’in üzerine atıldı ve onu
    dövmeye başladı, Fatıma onları ayırmaya çalıştı­ğında, Ömer ona da bir tokat
    attı ve yüzünün derisi çat­ladı. Bunun üzerine ikisi de bir ağızdan: «Evet
    Müslüman olduk. Allah’a ve Rasulüne İnanıyoruz, ne yapacaksan yap.» dediler.
    Fatıma’nın yarası kanıyordu, Ömer kanı gö­rünce yaptığına pişman oldu. Onda bir
    değişildik oldu ve kardeşine dönerek: «Biraz Önce okuduğunuz şeyi bana ge­tirin
    ki, Muhammed’in ne getirdiğini Öğreneyim» dedi. Onlar gibi Ömer de okuma
    bilirdi, fakat Ömer kâğıdı istedi­ğinde kardeşi: «Onu sana veremeyiz» dedi.
    Ömer tanrı ve tanrıçalarına yemin ederek korkmamalarını, kâğıdı oku­duktan
    sonra geri vereceğini söyledi. Kardeşi onun yumu­şaklığını farketmişti ve şimdi
    İslâm’a girmesini daha çok istiyordu. Fatıma: «Ey kardeşim, sen şimdi üzerinde
    putpe­restliğin kirini taşıyorsun, ona ancak temiz olanlar doku­nabilir» dedi.
    Ömer gitti ve yıkandı, Fatıma da ona, üze­rinde Taha’nın ilk âyetlerinin yazılı
    olduğu sayfayı verdi.

    Ömer okumaya başladı
    ve bir bölümünü bitirdiğinde: «Bu kelimeler ne kadar güzel ve ne kadar
    şerefli!» dedi. Hab-bab bunu duyunca saklandığı yerden çaktı ve: -Ömer, ümit
    ederim ki Peygamber (s.a.v.)’in duasmdaki Allah’ın seçti­ği kişi sen olursun,
    çünkü dün Peygamber (s.a.v.)’i: «Al­lah’ım, İslâm’ı ya Hİşam’ın oğlu
    Ebu’l-Hakem’Ie ya da Hat-tab’in oğlu Ömer’le güçlendir» diye dua ederken
    duydum». Ömer: «Ey Habbab! Muhammed (s.a.v.) şimdi nerdedir, ona gideyim de
    islâm’a gireyim» dedi. Habbab, ona Pey­gamber (s.a.v.)’in Safa kapısı yanındaki
    Erkam’ın evinde mü’minlerle beraber olduğunu söyledi. Ömer kılıcını tek­rar
    kınına soktu ve Safa’ya gidip, evin önünde durdu, adı­nı söyleyip kapıyı çaldı.
    Nuaym (r.) onlara haber ver­mişti, bu yüzden Ömer’in gelişi onları
    şaşırtmamıştı, fakat onun sesindeki yumuşaklığa hayret etmişlerdi.
    Mü’minler-den biri kapıya giderek anahtar deliğinden baktı ve üzün­tü İçinde
    Peygamber (s.a.v.)’e: «Ey Allah’ın Rasulü, ger­çekten de Ömer, kılıcıyla
    birlikte» dedi. Hamza: «Bırakın içeri girsin, eğer iyi niyetle geldiyse hoş
    geldi, ama eğer kötü niyetle geldiyse onun kafasını kendi kılıcıyla keseriz»

    dedi. Peygamber
    <s.a,v.) de bunu uygun gördü ve onu ke­merinden tutup odanın ortasına
    çekerek: «Ey Hattab oğlu Ömer, seni buraya getiren ne? Herhalde Allah senin üze­rine
    mucize gönderdi» dedi. Ömer de-. «Ey Allah’ın Rasulü. sana, Allah’a, Rasulüne
    ve getirdiklerine inandığımı söyle­mek İçin geldim» dedi. Peygamber: «Allahu
    Ekber (Allah Büyüktür)» dedi, bu şekilde evdeki herkes Ömer’in Müslüman
    olduğunu anlamış oldu ve hepsi tekrar tekbir getir­diler[1]

    Ömer’in Müslüman
    olduğunu gizlemesi sözkonusu de­ğildi. Bunu herkese, özellikle de Peygamber
    (s.a.v)’e en çok düşman olanlara duyurmak istiyordu. Daha sonraki yıllar­da
    şöyle derdi: «O gece İslâm’a girdiğimde kendi kendime şöyle düşündüm: Mekke’de
    Allah’ın Rasulüne en düşman olan kim, gidip ona Müslüman olduğumu söyleyeyim?
    He­men aklıma gelen cevap Ebu Cehil idî. Ertesi sabah kalkıp Ebu Cehil’in evine
    gittim kapısını çaldım. Kapıyı açtığın­da: «Hoş geldin ey kardeşimin oğlu, seni
    buraya getiren ne?» dedi. Şu cevabı verdim: «Allah’a Rasulüne ve onun
    getirdiklerine inandığımı sana söylemek için geldim» «Al­lah belanı versin!»
    dedi, -Getirdiğin .haberlere de lanet ol­sun». Daha sonra kapıyı yüzüme kapadı[2].

     

     



    [1] 1.1. 227.

    [2] I.I. 230

     

  • Es-Saa (Kıyamet) Hz. Muhammedin Hayatı

     

    25   
    ES-SAA   (KIYAMET)

     

    Kâfirlerin sık sık öne
    sürdüğü şeylerden biri de, eğer Allah gerçekten vahy gönderdiyse bir melek
    göndermeliy­di fikri idi. Buna karşı Kur’an’ın cevabı şuydu:

    «Eğer yeryüzünde
    (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten
    elçi olarak elbette me­lek gönderirdik.» (Isra: 95).

    Cebrail’in zaman zaman
    yeryüzüne inmesi, onu Kur’-anlanlamda elçi (rasul) yapmıyordu. Elçi olabilmek
    için, mesaj getirilen insanlar arasında yeryüzünde yerleşmek gerekliydi. Kur’an
    şöyle diyordu :

    «Bize kavuşmayı
    ummayanlar dediler fer: «Bize meleklerin in­dirilmesi ya da Rabbimizİ bir görmemiz
    gerekmez miydi?» Andolsun onlar ktmdi nefislerinde büyüklüğe kapıldılar ve
    büyük bi) az­gınlıkla baş kaldırdılar. Melekleri görecekleri gün,
    suçlu-gunah-kârlara bir müjde yoktur. Ve o gün (melekler onlara) derler kt:
    «(Size sevinçli haber) yasaktır, yasak» (Furkan: 21-22).

    Bu yasaklama, onların
    dünya ile Ahiret açasına bir perde çekilmesi için yalvarmalarına, ama kibir
    içinde yal­varmalarına karşılıktır. Sema ile direkt bağlantıya geçil­diğinde ve
    dünya yerle bir olup zaman ve uzay anlamsız-laştığmda ebedi son gelmiş
    olacaktır. «İnsanların, her yana dağılmış ‘pervaneler gibi olacakları gün ve
    dağların da etrafa saçılmış* renkli yünler gibi olacakları gün* (Karia: 4-5) ve
    «çocukların saçlarını ağartan bir gün» (Müzemmil: 17). Bu son, Kur’an’m tümünde
    sürekli tekrarlanır. Bu, es-saat*tır ve çok yakındır -*O göklerde de yerde de
    ağırlaştı» (A’raf: 187). Kıyamet vakti henüz gelmemiştir, onun yakın olduğu
    söylendiğinde ise, «Gerçekten senin Rabbi-nin katında bir gün, sizin, savmakta
    olduklarınızdan bin yıl gibidir» <Hacc: 47) âyeti hatırlanmalıdır. Fakat
    yine de vahyin geldiği dönem boyunca sürekli kıyamet beklenmiş­tir.

    Bu eşyanın tabiatı
    gereğidir. Çünkü ne zaman Vahy insanlarla muhatap oluyor ve yeni bir din ortaya
    konu­yorsa, Sema ve dünya arasındaki perde biraz aralanmah-dir. Bu perdenin
    kaldırılması dünyanın şartlarını değiş­tirecek ölçüde büyük değildir, fakat
    peygamberin görev süresini, İsa, Musa, İbrahim ve Nuh zamanlarında olduğu gibi
    istisna kılmaya yetecek kadardır. Kur’an, Cebrail’in Hira dağındaki
    mağaradayken Muhammed’e (s.a.v.) ilk geldiği gece olan Kadir gecesi ha-Vinnda
    şöyle der: «Ka­dir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve ruh, on­da
    Rablerinin izniyle her bir iş için inerler» (Kadir: 3-4). Kadir gecesinin bu
    eşsizliği bir bakıma Cebral’in Peygam­ber’e (s.a.v.) vahy getirdiği sûrenin
    tümü için de geçer­lidir.

    Kıyameti beklemek,
    muhakemeyi beklemektir: Kur’an da kendini, el-Furkan (Bu bir surenin adıdır)
    doğruyu yan­lıştan ayıran kriter, hakim olarak niteler. Bu nitelik, tüm vahyi
    kitaplar için de geçerlidir. Çünkü vahy ezeli ve ebe­di olanın fani olanda
    görünmesidir ve bu uhrevî varoluş nihai muhakemeye Öncülük eder. Bu da birçok
    defalar, pey­gamberin (s.a.v.) gaybı bilmesinden bağımsız bir şekilde Cennet’le
    Cehennem’in çok acık olarak görünmesi demek­tir. İyilik ve kötülüğün
    gizlilikleri artık yüzeye çıkmıştır Peygamberin (s.a.v.) varlığı da buna
    paralel bir görev yük-ienir, çünkü onun doğru yola çağırması kendisine karş:
    koyanları da, hemen kabul edenleri de kapsar.

    Vahyin, İyi olanları,
    kendilerini mümtaz kılmakla yü­kümlü tuttuğu hemen anlaşılıyordu. Fakat, o
    zamana kadar kötü olmadığına inandıkları birçok kişinin aniden kotu ve düşman
    diye nitelenmesi mü’minleri hem şaşırtıyor, hem de duygusal baskı altına
    alıyordu. Kur’an inananlara, bu­nu kabul etmeleri gerektiğim söylüyordu, çünkü
    O’na kar­şı çıkanlarla dost olunamazdı. Bu konuda birçok âyetler gelmiştir.

    «Ândolsun, biz bu
    Kur’an’da çeşitli açıklamalar yaptık, öğüt alıp- düşünsünler diye. Oysa bu,
    onların daha da uzaklaşmaların­dan başkasını getirmiyor» (lsra: 41).

    «Biz onları
    korkutmaktayız. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey
    artmmyor» (tsra: 60).

    Hiç kimse daha önce
    Ebu Leheb’in asıl tabiatını bil miyordu; 
    buna  bir diğer  örnek de 
    Abdu’r-Rahman İbn Avfın, Cumah’m lideri ve İslâm’a düşman olan Ümeyye
    İbn Halefle eskiden arkadaş olmasıydı. Buna paralel ela rak Kur’an, Nuh’un,
    getirdiği mesajın kendisiyle  kavmi nin
    arasını ayırdığından ve onların daha da sapmasına yol açtığı için nasıl Allah’a
    şikayet ettiğinden bahseder (Nuh. 6).

     

  • Habeşistan Hz. Muhammedin Hayatı

     

    27   
    HABEŞİSTAN

     

    Muhacirler
    Habeşistan’da iyi karşılandılar Ve ibadet­lerinde serbest bırakıldılar.
    Yanlarına aldıkları küçük ço­cukları saymazsak toplam seksen kişiydiler; fakat
    hepsi aynı zamanda hicret etmedi Mekke’den ayrılma şekilleri gizli ve küçük
    guruplar halinde olmak üzere planlanmışta. Eğer aileleri onların hicret
    ettiğini bilselerdi onları engel­leyebilirlerdi. Fakat hicret o kadar gizli bir
    şekilde yapıl­dı ki hiç kimse tüm muhacirler Habeşistan’a ulaşıncaya dek birsey
    anlamadı. Olayın farkına vardıklarında, Ku-reyş liderleri onları kendi
    kontrollerinden uzakta, barış içinde bırakıp yeni ihtidaların (İslam’a
    girenler) olması­na yardım etmemeleri gerektiğine karar verdiler. Bu ne­denle
    hemen yeni bir plan yaptılar ve Habeşistan’lılann en çok hoşuna giden şeylerden
    hediye etmek üzere topla­dılar. Onların herşeyden çok deri eşyalara değer
    verdikle­rini duymuşlardı, bu yüzden Necaşi’nin bütün generalle­rine yetecek
    kadar çok sayıda deri hazırladılar. Necaşi’nin kendisi için hazırlanan zengin
    hediyeler de vardı, Daha sonra aralarında elçi olmak üzere iki adam seçtiler,
    bun­lardan biri Sehm kabilesinden Amr İbn El-As idi. Kureyş-liler elçilere ne
    yapmaları gerektiğini bir bir anlattılar: generallerin hepsine teker teker
    gidecek, hediyelerini ve­rip şöyle diyeceklerdi: «Halkımızdan bir grup deli
    erkek ve kadın bu krallığa sığındılar. Kendi dinlerini terkettiler, sizin
    dininize de girmediler, fakat ne sizin ne de bizim .hiç

    duymadığımız yeni bir
    din ortaya koydular. Halkımızın soyluları bizi kralınıza gönderdi ve onları
    bize teslim et­mesini istiyorlar. Bu nedenle kralınıza bu konuyu açtığı­mızda
    bizi destekleyin, onları bize teslim etmesini ve on­larla hiç konuşmamasını
    tavsiye edin. Çünkü onlarla ilgi­li en İyi karart kendi halkı verir».
    Generallerin hepsi bu konuda söz verdiler, iki elçi de Necasi’ye hediyeleri
    götür­meyi üzerine aldı-, ve oraya gidip muhacirleri kendilerine teslim etmesi
    gerektiğini ve generallere söylediklerini tek­rarladılar. Konuşmalarının
    sonunda da söyle dediler: -Hal, kının soyluları, onların amcaları, babalan ve
    akrabaları onların kendilerine teslim edilmesi için yalvarıyor». Gene­raller de
    oradaydı ve tek ses halinde Necasi’ye sığınanla­rın bu adamlara teslim edilmesi
    gerektiğini, çünkü onlarla ilgili en iyi karan kendi akrabalarının
    verebileceğini söy­lediler. Fakat Necasi memnun olmamıştı: «Hayır, Tanrıya
    andolsun; benim korumam altına sığman. Ülkemi yurt edi­nen ve herkese rağmen
    beni seçen bu adamları teslim et­meyeceğim! Onlarla konuşmadan ve bu adamların
    söyle­diklerinin doğru olup olmadığını öğrenmeden onları bı­rakmayacağım. Eğer
    bu adamlar doğru söylüyorsa onla­rı teslim edeceğim, kendi adamları onlarla ilgilensin.
    Fa­kat eğer bunlar doğru değilse, onlar benim korumamı is­tedikleri sürece
    onları koruyacağım» dedi.

    Daha sonra Peygamber
    (s.a.v.)’in arkadaşlarına haber gönderdi ve kutsal kitaplarıyla gelen
    rahiplerini topladı. Amr ve yanındaki diğer elçi Necaşi ile, sığınanların gö­rüşmesini
    engellemeye çalışıyorlardı, çünkü bu karşılaşma geç anlaşılsa da onların
    aleyhineydi. Elçiler, Habeşistan­lıların kendilerine ticari ve politik
    sebeplerle hoşgörü gös­termelerine rağmen, putperest oldukları için küçük gör­düklerinin
    ve aralarında büyük bir engelin olduğunun far­kında değillerdi. Habeşlilerin
    çoğu samimi Hristlyanlardi; hepsi vaftiz edilmişlerdi, hepsi bir tek Allah’a
    inanıyor ve damarlarında kutsal şarap ve ekmek ayininde yedikleri­nin kanını
    taşıyorlardı. Bu nedenle onlar, kutsal ve put­perest arasındaki ayırıma karşı
    duyarlıydılar ve Amr gibi bir adamın, putperestliğin kiri ile kirlenmiş
    olduğunun far kındaydılar. Bu yüzden, znü’minler Necaşi’nin taht odası­nı
    doldurduğunda, onlardaki kutsal samimiyet ve engin­liğin farkına vararak
    şaşırdılar -en çok da Necaşi, bu du­rum karşısında etkilendi-. Gelenlerin,
    Kureyşlilerden çok kendilerine benzediğini gördüklerinde, rahiplerin arasın­dan
    hayret belirten mırıltılar yükseldi. Bu benzerlik ve en­gin görünüşün yanısıra
    mü’minlerin çoğunluğunu gençler oluşturuyordu; hepsinde de, güzel
    davranışlarının bir be­lirtisi olan doğal bir güzellik vardı.

    Muhacirlerin hepsi
    zorunlu kaldıkları için hicret et­memişti. Osman’ın (r.) ailesi onunla
    uğraşmaktan vaz­geçmişti, fakat yine de Peygamber (s.a.v.), onun gitmesi­ne ve
    Rukiye’yi de beraberinde götürmesine izin verdi. On­ların varlığı muhacirler
    topluluğuna bir güç kaynağı olu­yordu. Onlara güç veren diğer bir çift de Cafer
    ve karısı Esma idi. Ebu Talib oğlu ve gelinini saldırılardan koru­yordu, fakat
    muhacirlerin güzel konuşan bir adama,ihti­yaçları vardı, Cafer de, akıcı
    konuşurdu. Kişiliği bakımın­dan da çok etkileyiciydi. Peygamber (s.a.v.) ona
    bir kere­sinde: «Görünüşün ve karakterin bana benziyor[1]»
    demiş­ti. Muhacirlere başkanlık yapması için Cafer’i (r.) görev­lendirmişti;
    akü ve etkileyicilikte onu, Abdu’d-Dar sülale­sinden, daha sonra Peygamberin
    (s.a.v.) çok önemli bir gö­rev vereceği genç bir adam olan Mus’ab izliyordu.
    Bun­lardan başka göç edenler -arasında Şemmas adırida, annesi Utbe’nin kardeşi
    olan bir Manzum’lu genç de dikkati çe­kiyordu. «Papazlara gönüllü yardım eden»
    anlamındaki is. mi ona şu nedenle verilmişti: Bir keresinde Mekke’ye pa­pazlara
    yardım edecek olan genç ve yakışıklı bir Hristiyan gelmişti. Güzelliğiyle genel
    bir beğeni kazanmış­tı. Bunun üzerine Ut be «Size bundan daha güzel bir Şem­mas
    getireceğim» diyerek, kız kardeşinin oğlunu onlara göstermiş, o günden sonra da
    çocuğun adı Şemmas kalmış­tı. Safiyyenin oğlu Zübeyr ve Peygamberin (s.a.v.)
    kuzen-

    terinden birkaçı daha
    muhacirler arasındaydı; Erva’nın oğlu Tulayb; Umeyme’nln iki oğlu Abdullah İbn
    Cahş ve Ümeyye sülalesinden karısı Ününü Habibe ile beraber olan Ubeydullah,
    eşleriyle birlikte Berre’nin iki oğlu: Ebu Sele­me ve Ebu Sabra. Bu ilk hicretle
    ilgili anlatılanların ço­ğu Ümmü Seleme’den aktarılmıştır.

    Hepsi toplandığında
    Necaşi onlara şöyle dedi; «Ne bi­zim dinimize, ne de çevre ülkelerden birinin
    dinine uyma­dığınıza göre sizi kendi halkınızdan ayrılmaya zorlayan bu din
    nedir?» Cafer ona cevap verdi: «Ey kral, biz ce­halet içinde yüzen, putlara
    tapan, kutsanmamış etleri yi­yen, kötülük yapan ve güçlünün zayıfı ezdiği bir
    toplu­luktuk. Biz, Allah bize kendi aramızdan, soyunu bildiğimiz güvenilir bir
    elçi gönderene dek bu hal üzereydik. O bizi Allah’a çağırdı, O’nun birliğine
    inanmamız ve yalnızca ona ibadet etmemiz gerektiğini, bizim ve babalarımızın
    taptığı taş ve putlara tapmamamız gerektiğini öğretti. Bize doğ­ru söylemeyi,
    verdiğimiz sözü tutmayı, akrabalık bağları­na ve komşu haklarına saygı
    göstermeyi, kötülüklerden ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Biz bir tek
    Allah’a ina­nıyor, O’na ortak koşmuyoruz, O’nun yasakladıklarını ha­ram,
    serbest bıraktıklarını helal kabul ediyoruz. Bu yüz­den halicimiz bize karşı
    çıktı ve bizi dinimizden döndür­meye, tek Allah’a ibadeti bırakıp putlara
    tapmaya zorla-di. Sizi diğerlerine tercih edip, bu ülkeye sığınmamızın se­bebi
    bu; sizin korunmanız altında olmaktan memnunuz ve umuyoruz ki sizin yanınızda
    bize adaletsizlik yapılamaz».

    Saray tercümanları söylenenleri
    Necaşi’ye aktardılar. Necaşi daha sonra kendisine Peygamberin (s.a.v.) getir­diği
    vahiyden bir bölüm okumalarını istedi. Bunun üzeri­ne Cafer, Mekke’den
    ayrılmalarından kısa bir süre önce nazil olan Meryem Sûresinden bir bölüm
    okudu;

    «Kitap’ta Meryem’i
    zikret, Ham O, ailesinden kopup doğu ta­rafında bir yere çekilmişti. Sonra
    onlardan yana (kendini gizleyen) htr perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz
    (Cibril’i) göndermiştik. O da, düzgün bir beşer ktnda görünmüştü. Demişti ki:
    «Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah)’a sığınırım. Eğer takva so-hibiysen
    (bana yaklaşma).» Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim;
    sana tertemiz bvt erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).» O: «Benim nasıl
    bir erkek çocuğum, otalfÜir? Ba­na hiç bir beşer dokunmamtşken ve ben azgın utanmaz
    (bâr kadm) değilken» dedi. «işte böyle» dedi, «Rabbin, dedi ki: Bu benim için
    kolaydır. Onu insanlara bir âyet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk
    olacaktır)» Ve iş de olup bitmişti.» (Meryem: 121.

    Bu âyetleri dinlerken
    Necaşi de, rahipler de ağladılar, anlamları tercüme edildiğinde tekrar
    ağladılar ve Necaşi şöyle dedû «Bu, İsa’nın getirdiği ile aynı kaynaktan
    geliyor» Ve Kureyş’li elcilere dönerek: «Gidebilirsiniz, çünkü Tan-rı’ya
    andolsunki, onları size teslim ötmeyeceğim; onlara ihanet edilmeyecek» dedi.

    Fakat kralın
    huzurundan ayrıldıklarında Amr arkadaş­larına: «Yarın onlara, aralarında
    gelişen bu iyi ilişkileri bozacak bir şey söyleyeceğim. Onların Meryem oğlu
    İsa’ya kul (köle) dediklerini söyleyeceğim» dedi. Ve ertesi sabah Necaşi’ye
    giderek: «Ey kral, onlar Meryem oğlu Isa hak­kında büyük bir yalan
    uyduruyorlar, onları çağır ve Isa hakkında ne düşündüklerini sor» dedi Bunun
    üzerine Ne­caşi, mü’minlere haber gönderdi ve İsa hakkında ne bil­diklerini
    sordu, mü’minler, bunu duyunca tedirgin oldu­lar. Çünkü, bu konuda fazla
    bilgileri yoktu. Hepsi bir ara­ya gelip, bu soru sorulduğunda ne cevap
    vereceklerini tar­tıştılar. Oysa onlar Allah’ın bildirdiklerinden hasframm
    söyleyemeyeceklerini biliyorlardı. Kralın huzuruna geldik­lerinde Necaşi
    onlara: «Meryemoglu İsa hakkında ne di­yorsunuz» diye sordu. Cafer (r.) cevap
    verdi: «Biz onun hakkında ancak Peygamberimizin getirdiğini biliriz ve O’nun,
    Allah’ın kulu, Rasulü, O’nun ruhu ve bakire Mer­yem’e indirdiği kelimesi
    olduğuna inanırız.» Necaşi yar­den dit parça tahta aldı ve: «Meryem oğlu İsa,
    sizin söy­lediklerinizden sadece şu sopa kadar farklıdır» dedi. Generallerin
    karşı çıkarak etrafında toplandıklarını görünce: «Sizin tüm karşı çakışınıza
    rağmen» diye ekledf. Dana «onra Cafer ve arkadaşlarına dönerek: «istediğiniz
    yere gi­din; çünkü benim ülkemdeyken güvenliktesiniz. Dağlar ka­dar altın
    karşılığında bile sizin birinize zarar vermem» de­di. Mekke’li elçilere de bir
    el işareti yaparak yardımcısı­na: «Bu adamların, getirdikleri hediyeleri geri
    verin, çün­kü onlara ihtiyacım yok» dedi. Amr ve diğer elçi Mekke’­ye
    aşağılanmış bir halde döndüler.

    O sırada Necaşl’nin
    İsa hakkında söyledikleri halkı arasında yayılmıştı. Halk Necaşi’yi dinden
    çıkmakla suç­layarak bir açıklama istiyordu. Bunun üzerine Necaşi Ca. fer*e
    haber gönderdi ve onlar için gerekli olduğunda yola çıkmak üzere sandallar
    hazırlattı. Daha sonra bir parşö­men aldı ve üstüne: «O, Allah’tan başka taun
    olmadığı­na. Muhammed’İn O’nun kulu ve rasulü olduğuna, Mer­yem oğlu İsa’nın da
    O’nun kulu, rasulü, Meryem’e indirdi­ği kelimesi ve ruhu olduğuna şehadet etti-
    diye yazdı. Bu parşömen parçasını cübbesinin altına gizledi ve halkın hu­zuruna
    çıktı. Onlara: «Ey Habeşliler. sizin kralınız olma­ya en layık olanınız ben
    değil miyim?» diye sordu. «Evet» dediler. «Peki benim yaşamım hakkında ne
    düşünüyorsu­nuz?» «O yaşamların en güzeli», cevabını verdiler. Necaşi: «Peki
    sizi tedirgin eden nedir?» diye sordu. «Sen bizim di­nimizi terkettin ve
    İsa’nın bir kul olduğunu kabul ettin.» dediler. «Peki İsa hakkında siz ne
    diyorsunuz?» diye sor­du, «Biz O’nun Allah’ın oğlu olduğuna inanıyoruz» dedi­ler.
    Bunun Üzerine Necaşi elini göğsüne, tam gizlenmiş olan parşömenin Üstüne
    koyarak, «bu»na inandığına şe­hadet ettiğini söyledi Halk «bu» kelimesiyle
    kendi söyle­diklerini kasdettiğini zannetti[2] Bu
    yüzden memnun ve tes­kin olarak ayrıldılar, çünkü Necaşi’nin yönetiminden mem­nundular
    ve sadece te’min edilmek istiyorlardı. Necaşi tek­rar Cafer’e (r.) haber
    gönderdi ve evlerine dönebilecekle­rini, eskisi gibi emniyet içinde yaşamaya
    devam edebile­ceklerini söyledi.

     

     



    [1] I.S.IV/1,24.

     

    [2] I.L 244.

     

  • Üç Soru Hz. Muhammedin Hayatı

     

    26.    ÜÇ
    SORU

     

    Kureyşliler
    toplandıkları her seferde, kendilerine göre en büyük problemleri olan konu
    hakkında mutlaka konu­şurlardı ve bu kez Yesrib’deki Yahudi alimlerine danışmak
    üzere adam göndermeye karar verdiler. Gönderecekleri iki elçiye-. «Onlara
    Muhammed’den bahsedin, onu tarif edin ve söylediklerini iletin; ‘ ünkü onlar
    ilk kutsal kitaba ina­nıyorlar ve mutlaka Peygamberler hakkında bilgileri var­dır.
    Oysa bizim bu konuda hiçbir bilgimiz yok» dediler. Yahudi alimleri onlara şu
    cevabı gönderdi: «Ona bizim söyleyeceğimiz şu Üç soruyu sorun. Eğer bu sorulara
    ce­vap verebilirse O Allah’ın peygamberidir, fakat eğer ce­vap veremezse
    yalancı ve sahtekardır. Ona, eski günlerde ül­kesini terk eden genç adamları,
    onlara ne olduğunu ve İl­ginç hikâyelerini sorun. Yeryüzünün Ötesine, doğusuna
    ve batısına ulaşan uzak yolların yolcusundan haber vermesi­ni isteyin. Bir de
    Ruh’u, onun ne olduğunu sorun. Eğer sîze, bunları söyleyebilire, ona uyun,
    çünkü O bir peygam­berdir».

    Elçiler Mekke’ye bu
    haberle döndüğünde, Kureyş li­derleri Peygamber’e haber gönderdi ve bu üç
    soruyu sor­du. Peygamber: «Yarın size bunların cevabını vereceğim» dedi, fakat
    -înşaallah (Allah dilerse)» demeyi unuttu. Er­tesi gün Kureyşliler cevap için
    geldiğinde onları geri gön­derdi. O günden itibaren onbeş gün boyunca hiç bir
    vahy olmadı, Cebrail de hiç yanına uğramadı. Mekke’liler onunla alay ettiler, o
    ise du sözler için ve beklediği yardımı almadığı için çok üzülüyordu. En
    sonunda Cebrail, onu te­selli eden ve üç soruya da cevap veren vahyi getirdi.
    Bu uzun bekleyişin sebebi şu âyetlerle açıklanıyordu.-

    «Hiç bir şey hakkında
    ‘Ben bunu yarın mutlaka yapacağım’ deme. Ancak: «Allah dilerse» (yapacağım de)»
    (Kehf: 23-24).

    Vahyin bu gecikişi her
    ne kadar Peygamber ve mu’-minleri üzmüşse de gerçekte onlara gecikmeden sonuç
    çı­karmayı reddettilerse de, kafalarında şüphe olan bir çok Kureyşli için bu,
    Vahy’in Peygamber (s.av.) tarafından uydurulmadığma, bilâkis Allah’tan
    geldiğine delil idi. Eğer Muhammed (s.a.v.) daha önceki vahiyleri uydurdu ise,
    bu kadar alay ödilme ve üzüntüye rağmen bu kez Vahyi geciktirmesi anlamsız
    değil miydi?

    İnananlar da her zaman
    olduğu gibi vahyin kendin­den güç alıyorlardı. Kureyşliler, eski günlerde
    ülkelerini terkeden gençlerin hikâyesini sorduklarında -bu hikâyeyi o zamana
    kadar Mekke’de hiç kimse duymamıştı- bu hi­kâyenin o zamanın durumuyla ilgili
    olduğunu inananların yüceliğini ve inanmayanlann kötülüğünü anlattığım bil­miyorlardı.
    Efes’ti uyuyanların hikâyesi şöyle anlatılır-Milattan sonra üçüncü yüzyılın
    ortalarında halkı putpe­restliğe sapmış olan bir grup genç Allah’a imanı muha­faza
    ediyorlardı, halk da onları bu yüzden cezalandırıyor­du. Bu eziyetlerden kaçmak
    için bir mağaraya sığındılar ve orada Ücyüz yıl kadar uyudular.

    Yahudilerin o zamana
    dek bildiklerinden başka Kur’ an-ı Kerün’deki kıssa (Kehf: 9-25) hiçbir insanın
    görme­diği ayrıntılardan da bahsediyordu. Örneğin, uyuyanların uyandıktan sonra
    yüzyıllar boyu uyuduklarını nasıl far. kertiklerini ve Köpeklerin nasıl ön
    ayaklarını kapmın eşi­ğine doğru uzatarak yattığını anlatır.

    İkinci soruya gelince,
    bu büyük yolcu Zü’1-Karneyn’-dtr. Vahiy onun doğuya ve batıya yaptığı yolculuğu
    anla­tır v« sorulandan fazlasına cevap vererek bir Üçüncü yolculuktan bahseder.
    Zülkaraeyn iki dağın arasında yasa­yan bir topluluğa rastlar ve o topluluk
    Zül-Karneyn’e ken­dilerini Yecüc ve Mecuc’ten ve cinlerden koruyacak bir duvar
    yapması için yalvarırlar. Allah da ona, cinleri ve kötü ruhları bir yere
    toplama gücü verir. O belirli gün­de. Peygamber (s.a.v.) göre, bu kötü ruhlar
    yeryüzünde büyük karışıldıklara sebep olacaklardır. Onların ortaya çı­kısı
    Kıyamet saatinden önce olacaktır ve vaktin yakınlaş­tığını gösteren
    işaretlerden biri olacaktır.

    Üçüncü soruya cevap
    olarak Vahy, insanın akü kapa­sitesinin ruhu kavramaya yetmeyeceğini söyler:
    «Sana ruhtan sorarlar, de ki:

    «Ruh, Rabbimin
    emrindedir, size ilimden yalnızca az Nr şey verilmiştir.» (isra: 85).

    Yahudiler, peygamberin
    (s.a.v.) sorulara vArrti&İ ce­vaplan ilgiyle karşıladılar ve son cümledeki «ttlııtrftıııı
    as verilmiştir- ibaresinin yahudileri mi yoksa araplan mı kas-dettiğini
    sordular. Peygamber: «Her ikisini de- cevabını verince, kendilerinin her konuda
    bilgiye sahip olduklarını söyleyerek karşı çıktılar. Çünkü onlar, Kur’an’m da
    tas­dik ettiği gibi herseyi ayrı ayrı açıklayan (En’am: 154) bir kitap oton
    Tevrat’ı okuyorlardı. Peygamber onlara şöyle dedi: «Sizin bildikleriniz,
    Allah’ın ilmi yanında çok azdır fakat yine de eğer uygulasanız bildikleriniz
    size yeter* El. I. 198). Bu olaydan sonra Allah’ın ilmiyle ilgili âyet na­zil
    oldu:

    «Eğer yeryüzündeki
    ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun aramdan yedi deniz daha eklenerek-
    (mürekkep) olsa, yine de Altah’m kelimeleri (yazmakla) tükenmez» (lukman: 27).

    Kureyş liderleri,
    yahudi alimlerinin daha önceki tav­siyelerine uymadılar; Yahudi alimleri de,
    beklentilerinin aksine. Peygamberin tüm sorularına cevap vermesine ra£-men onu
    kabul etmediler. Fakat bu cevaplar başkalarının Ulam’ı kabul etmesine neden
    oldu. Peygamberin (s.a.v.) \ taraftarları arttıkça, düşmanları, yafam t»ry.T*
    ve top-Inmlarmıiı *« olduğunu daha iyi anlıyor ve zayıf mfi’minlare yaptıkları
    İşkenceleri daha da artırıyorlardı. Hv kabile kendi müsIÜmanlan ile
    uğraşıyordu: onları hap-sediyor, döverek işkence ediyor, aç ve susuz bırakıyorlardı.
    Dinlerinden rtflnawîwrt için, onları «cağın en fazla oldu-fu anda, Mekke
    sokaklarında güne* altında kalmaya zor-hcyoiiardı.

    Cumah’m sefl
    Ümeyye’nin, Müslüman olan Bilal (r.aî admda bir kulesi vardı. Omeyye onu öğle
    sıcağında açık bir alana çıkarır, yere yatıra*, üzerine büyük bir taş ko­yar ve
    dininden dönen» dek veya orada ölene dek bırak­mak Üzere yemin ederdi Omeyye
    onu Lat ve Uzza’ya inan­maya davet ettiğinde Bilal «Bir, Bir» derdi; o şurada
    çok yash olan Varaka da oradan geçiyordu. Bilal’ın lekence çskttgtoi ve «Bir.
    Bir. dediğini duyunca «Elbette O Bir’dir dedi Daha sonra Ümeyye’y* dönerek:
    «Allah’a ye-mm ederim ki. eğer onu böyle Öldürecek olursan onun me­saimi türbe
    yaparım» dedi

    Her KureysUntn, kendi
    kabilesi İçinde yasaması zorun­lu dfftPrti Ebu Bekir de Beni Cumahhlar arasında
    oturu­yordu. Bu, Beni Cumahulann peygamberi daha sık göre­bilmesi ««imi-**
    geliyordu, çünkü Muhammed (s.a-v.) her gün öğleden sonra Ebu Bekr’İ ztyaret
    ederdi. Peygamberin mesafmın bir..* Ebu Bekr’in yüzünde yazılı oldu­ğu
    söylenirdi. Ebu Bekr’in yüzü sanki bir kitap gibiydi, Mekke sokaklarında
    görülmesi eskiden beri tüm kabile tarafından sevinçle karşılanır ve ona çok
    değer verilir­di. Şimdi ise Kureys liderleri onu görünce tedirgin ölü­yordu.
    Bilal (r.) onun aracılığıyla İslam’a girmişi ona işkence yapıldığını görünce
    Ümeyye’ye bu «zavallı adama böyle davrandığın İçin Allah’ta» korkmuyor musun?»
    de­di «Onu bu hale sokan sensin» diye cevap verdi Ümeyye, «O halde onu bu durumdan
    sen kurtar.» Ebu Bekr (r.) Tas kurtaracağım- dedi «Bundan daha güçlü ve iri
    genç bir siyah kölem var, hem de senin dininden. Onu Bilal’* karşılık sana
    vereyim.» Ümeyye bana razı oldu, Ebu Bekr de (r.) Bilal’ı (r.) aldı ve azad
    etti.

    O zamana kadar altı
    kişiyi daha azat etmişti. Bunlar­dan ilki, ilk müslümanlardan, büyük bir ruhsal
    güce sa­hip olan Amir tbn Fuheyre idi Amir bir koyun çobanıydı, özgürlüğüne
    kavuştuktan sonra Ebu Bekr’in sürülerinin bakımını üzerine aldı. Ebu Bekr’in
    azat ettiği kölelerden biri de Ömer’in cariyesi idi Cariye islam’a girmişti,
    fakat Ömer onu dininden dönmesi İçin dövüyordu. O sırada ora­dan geçmekte olan
    Ebu Bekir cariyeyi satın almak istedi, Ömer de razı oldu. Ebu Bekir (r.)
    cariyeyi aldıktan son­ra serbest bıraktı.

    İşkence yapanların en
    acımasızı Ebu Cehil’dL Eğer ye. ni dine giren bir kimsenin kendisini koruyacak
    güçlü bir ailesi varsa, Ebu Cehil ona. İşkence edemiyor, fakat ona hakaret
    ediyor, adını kötüye çıkarıyor ve onunla alay edi­yordu. Eğer Müslüman olan bir
    tüccarsa, onun kervanını durdurmak ve mallarını boykot etmekle tehdit ediyordu.
    Fakat mü’min olan kimse eğer kendi kabilesinden, zayıf ve korunmasız bir
    kimse*ise ona çok İşkence ediyordu. eğer kabilelerdeki müttefiklerini de kendi
    zayıflarına böyle davranmaları için ikna ediyordu.

    Kabilesindeki
    zayıflardan Yasir, (r.) Sümeyye (r.) ve oğulları Ammar’a (r.) İşkence
    edilmesine Ebu Cehil se­bep olmuştu. Hepsi de İslam’dan dönmeyi reddettiler. Bu­nun
    üzerine Sümeyye kendisine yapılan işkenceler sonu­cunda öldü. Fakat Mahzum’lu
    ve başka kabilerden olan diğer kurbanlar kendilerine yapılan işkenceye dayanama­dılar
    ve İşkencecilerin her söylediğini kabul edecek bir dereceye geldiler. Onlara:
    «tat ve Uzza da Allah gibi si­zin tanrılarınız, değil mi?» diye sorulduğunda
    evet diyor­lardı. Yanlarından bir böcek geçse ve «Bu böcek de Al­lah gibi senin
    tanrın değil mi?» diye sorulsa işkenceden kaçmak için evet diyecek bir hale
    gelmişlerdi.

    Bu kelimeler kalbten
    gelmiyor, dilin ucuyla söyleni­yordu. Fakat dilleriyle bunu söyleyenler artık
    açıkça İs­lam’ı yaşayamıyor, bir çoğu gizli olarak bile yaşayami- Bununla
    birlikte halkın İşkencelerine katlanmayı] htf-toajaraya sıkman gençler hakkında
    indirilen âyetle] onlara örnek oluyordu. Peygamber (sav.) kendisinin is
    kencelerden kurtulabildigi halde, diğer mü’minlerin sü-reidi işkence çektiklerini
    görünce onlara şöyle dedi: «Egeı Habeşistan’a giderseniz, orada hiç kimseye
    haksızlık v« adafatsIzHIr yapmayan bir kral bulacaksınız. Orada din« sımsıkı
    bagh bir yaşam vardır. Allah «i» bu çektikleriniz­den bir kurtuluş yolu
    gösterene dek orada kalın»[1] Bunur
    üzerine mü’minlerden bir grup Habeşistan’a gitmek üzere yola koyuldu; bu
    islam’da ilk göç (hicret) idi.)

     



    [1] II 208

     

  • Ailelerde Bölünmeler Hz. Muhammedin Hayatı

     

    24.  
    AİLELERDE BÖLÜNMELER

     

    Ebu Talib’in büyük
    oğullan, Talib ve Akil, küçük kar­deşleri Cafer ve Ali’nin aksine müslüman
    olmadılar vo ay­nen babalan gibi yeni dine girmekte tereddüt ettiler, fakat
    hoşgörülü kaldılar. Yeni dine karşı tutumu çok farklı olan­lardan biri de Ebu
    Leheb idi: Kureyşlilerin bir Önceki top­lantısından beri yeni dine düşman
    olduğunu daha açık söylemeye başlamıştı. Ebu Leheb’in karisi ve Şemsli lider
    Ebu Süfyan’ın kardeşi olan Ümmü Cemil de Peygamber’e (s.a.v.) karşı özel bir
    düşmanlık besliyordu. Aralarında iki oğullarını, Peygamberin kızları Rukiye
    (r.) ve ümmü Gülsüm’ü (r.) boşamaya zorlamaya karar verdiler. .O zaman oğullarının
    Peygamber*in (s.a.y.) kızlarıyla evli mi yoksa henüz nişanlı mı olduğu hakkında
    kesin bilgi yoktur.- Fa­kat Ümmü Cemil’in bu boşamalardan duyduğu sevinç,
    zengin Ümeyye kuzeni Osman tbn Affan’ın Rukiye’yi is­tediğini ve onunla
    evlendiğini duyduğunda kayboldu. Bu evlilik Peygamber (s.a.v.) ve Hatice (r.)
    için bir öncekin­den daha sevindirici İdi. Kızları mutluydu ve yeni damat­ları
    hem kızlarına hem de onlara karşı saygı ve sevgi bes­liyordu. Onların
    şükretmesi gereken başka bir konu da­ha vardı: Rukiyye kızları arasında en
    güzeli ve tüm Mek­ke’de kendi akranlarının en güzeli idi. Osman da çok ya­kışıklı
    bir adamdı. ikisini bir arada görmek bir sevinç kav-nağı oluyordu. «Allah
    güzeldir ve güzelliği sever-[1].
    Evliliklerinden kısa bir süre sonra, ikisi de Mekke dışındayken Peygamber
    (s.a.v.) onlardan haber almak için bir adam gönderdi, fakat adam beklenilenden
    çok geç geri döndü. Geciktiği için özür dilemeye başladığında, Peygamber (s.
    a.v.) sözünü kesti ve: «Bırak, seni neyin geç bıraktığını ben söyleyeyim;
    orada- Osman ve Rukiye’nin güzelliklerini seyretmeye daldın ve o yüzden de geç
    kaldın»[2] dedi.

    Peygamberin halası
    Erva, islam’a girmek için kararı­nı vermişti. Bu ani kararının en önemli sebebi
    ise on-be? yaşındaki Oğlu Tulayb’m kısa bir süre önce Erkam’m evin­de inancını
    açıklamasıydı. islam’a girdiğini annesine ha­ber verdiğinde annesi: «Biz,
    erkeklerin yapabildiğini yapa­bilirsek, kardeşimizin oğlunu koruyacağız» dedi.
    Fakat Tulayb bu tür belirsiz bir ifadeyle yetinmedi ve «Seni İslam’a girip,
    O’na tabi olmaktan alıkoyan nedir? Kardeşin Hamza da müslüman oldu.» dedi.
    Annesi her zamanki gibi di­ğer kız kardeşlerinin kararını beklediği Özürünü
    dile getir­diğinde ise Tulayb onun sözünü kesti: «Tanrı adına sana
    yalvarıyorum, git ve onu selamla, ona inandığını söyle ve Allah’tan başka taun
    olmadığına şehadet getir». Erva oğ­lunun dediklerini yaptı; müslüman olduktan
    sonra cesa­reti arttı ve kardeşi Ebu Leheb’i yeğenine yaptıklarından dolayı
    azarladı.

    Hatice’nin
    akrabalarına gelince, İslâm’ın Mekke’de ta­nınmaya başlamasından kısa bir süre
    sonra üvey kardeşi Nevfel, İslam’ın en kötü ve en azgın düşmanı oldu. Fakat
    onun bu düşmanlığı oğlu Esved’in yeni dine girmesini ön­leyemedi. Esved’in
    Müslüman oluşu Haticeye bir bakıma Nevfel’in düşmanlığını unutturuyordu. Fakat
    ne yazık ki en sevdiği yeğeni ve birkaç yıldan beri de damadı olan Şems’li
    Ebu’l-As, karısı Zeyneb İslam’a girdiği halde müs-lümanhğı kabul etmiyordu.
    Karısı müslüman olduğu için, kabilenin ileri gelenleri ders olsun diye onu
    boşaması için Ebu’s’ı zorluyorlardı., O kadar ileri gittiler ki Zeyneb’i
    boşamasına karşılık ftîekkeden en güzel, en zengin ve ensoylu kadınla
    evlenebilmesi için tüm olanaklarını bu yolda harcayacaklarına söz verdiler.
    Fakat Zeyneb’le Ebu’l-As birbirlerini seviyorlardı; Zeyneb (r.) her zaman
    kocasının da müslüman olması için dua ediyor ve Öyle olmasını ümit ediyordu,
    kocası da Zeyneb’i sevdiği için kendisini boşa­maya zorlayanlara istediği
    kadının evde olduğunu ve baş­ka bir kadın da istemediğini söyledi. Hatice’nin
    yeğenle­rinden bir diğeri olan Hakim de -kendisine yirmi yıl ka­dar önce Zeyd’i
    nediye eden kardeşi Hişam’ın oğlu- Ebu’l-As gibi halasına ve halasının ev
    halkına karşı sevgi va saygı beslemeye devam ediyor, fakat Kureyş tanrılarına
    da karşı çıkmıyordu. Hakim’in kardeşi Halid ise müslüman olmuştu.

    «Gerçek şu ki, sen,
    sevdiğini hidayete eriştiremezsin, ancak Allah dilediğini hidayete eriştirir.»
    (Kasas: 56).

    Bu âyetle ifade edilen
    gerçek Kur’an’ın her yerinde tekrarlanır. Fakat bu tür ayetler, Peygamberir
    (s.a.v.) üs­tünden sorumluluk yükünü kaldırsa da, onun Mahzum’lu kuzeni
    Abdullah’ın küfrüne üzülmesini engelleyemiyordu. Onu çok üzen bir başka durum
    daha vardı: büyük amca­sı Hâris’in oğlu, bir zamanlar çok samimi arkadaşı olan
    Ebu Süfyan da müslüman olmayı kabul etmiyordu. Pey­gamber (s.a.v.) onun mesaja
    karşı duyarlı olacağını ümit ediyordu, fakat aksine İslam aralarına bir engel
    oldu. Bü­yük bir ihtimalle amcası Ebu Leheb’in etkisiyle Ebu Süf-yan’ın vahye
    ve peygambere (s.a.v.) karşı soğukluk ve an­layışsızlığı gün geçtikçe arttı.
    Yukarıdaki âyetin gerçek ol­duğu başka durumlarda da gözleniyordu: Ebu Bekir
    Müs­lüman olduğunda karısı Ümmü Ruraan ve başka bir karı­sından olan oğlu
    Abdullah’la kızı Esma ona uymuşlar ve İslam’a girmişlerdi. Ummö Ruman kısa bir
    süre önce Aişe adını verdikleri ve Zeyd’in oğlu Üsame gibi İslam’ın ilk
    çocuklarından olan bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ebu Bekir bir çok
    kimsenin müslüman olmasına neden oldu­ğu halde en büyük oğlu Abdu’l-Kâbe’yi
    İslama sokama-mıştı. O, annesi Ümmü Kuman ve babasının tüm çabala­rına rağmen
    yeni dine girmemekte ısrar ediyordu.

    Mütnînler, hayal
    kırıklığı içindeydiler. Kâfirlerse, Mek­ke’de yaşam tarzlarını tehdit eden ve
    gelecekle ilgili, özel­likle çocuklarının evlilikleriyle ilgili projelerini
    suya düşü­ren bir olayla karşı karşıya bulunduklarının farkına var­mışlardı.
    Mahzumilerâen Abdullah, mecliste kuzeni Muhammed’e (s.a.v.) sert bir şekilde
    karşı çıktığında, Benî “” Mahzum çok sevinmişti. Abdullah’ın kardeşi
    Züheyr de, yeni dine ondan daha az düşmanlık beslemesine rağmen mûslüman olmayı
    reddetmişti. Abdullah gibi Züheyr de Abdu’1-Muttalib’İn kızı Atike’nin oğluydu,
    fakat şimdi hayat­ta olmayan babaları Atike adında başka bir kadınla ev­lenmiş
    ve ondan bir kız çocuğu olmuştu. Adı Hind olan bu kız on dokuz yaşındaydı ve
    çok güzeldi; kısa bir su­re önce de iki üvey ağabeyinin kuzeni olan Mahzum’un
    diğer kolundan Ebu Seleme ile evlenmişti. Bu evlilik ka­bilenin iki kolunu
    birbirine bağladığı için tüm kabileyi memnun esmişti. Fakat Ebu Seleme’nin
    mûslüman oldu­ğunu duyduklarında bu memnunluk üzüntü ve kızgınlığa dönüştü. Bu
    kızgınlık, Hind’in -veya her zamanki lakabı olan Ümmü Seleme’nin- kocasını
    bırakmak yerine, onunla birlikte en samimi müslümanlardan biri olduğunu duxun­ca,
    İki| katına çıktı.

    Ebu Seleme’nin babası
    öldüğünde, annesi Berre, Ku-reyş’in Amir kolundan bir adamla evlendi ve ondan
    Ebu Sabra adında bir oğlu oldu. Amir’in şefi olan Süheyl kısa bir süre önce
    kızı Ümmü Gülsüm’ü Ebu Sabra’yla evlen-dirmişti Ben», kardeşi Erva’nın aksine
    henüz îslâm’a gir­memişti. Fakat Ebu Sabra hem üvey kardeşi Ebu Seleme hem de
    üvey annesi, babasının ikinci karısı Mey m un e sa­yesinde yeni dine İlgi
    duymaya başlamıştı. Peygamber «Gerçekten şu kız kardeşler gerçek mü’minlerdir»[3]
    derken Meymune ve Abbas, Hamza ve Cafer’in hanimlan olan üç kız kardeşini
    kasdediyordu. Meymune’nin Ebu Sahranın babasıyla evlenmesi Amir kabilesine,
    güçlü bir iman örne­ği gösterdi.

    106

    Süheyl, diğer kızı
    Sehle’yi, Şemsi lider Utbe’nin oğlu Ebu Huzeyfe’yle evlendirmişti. Amir
    kabilesi güç yönün­den ilerlemede biraz geç kalmıştı, bu nedenle bu evlilik on­lar
    için ve diğer kabile için avantajlıydı. Evlendikten kısa bir süre sonra bu,
    çift îslam’a girdi. Onları Ebu Sabra ve Ümmü Gülsüm ikilisi izledi. Yani Süheyl
    iki kızını ve dik­katle seçilmiş iki damadı yeni dine kaybetmişti. Aynı şe­kilde
    üç kardeşi Hatib, Salit ve Sekran’ı ve Sekran’m ka­rısı, kuzenleri Sevde’yi de
    kaybetmişti. Fakat Süheyl’e gö­re en kötü olanı en büyük oğlu Abdullah’ın da
    Peygam­berin Cs.a.v.) en hızlı takipçilerinden biri olmasıydı. Ab­dullah
    babasının da bir gün hidayete erip, kendilerine ka­tılacağını ümit ediyordu.
    Peygamber de aynı ümidi taşı­yordu, çünkü Süheyl diğer liderler içinde en
    merhametli ve en a kıllı siy di. uzun süreden beri de sık sık ruhsal din­lenme
    ve tefekkür için inzivaya çekilirdi. Fakat buna rağ­men o yeni dine düşman
    oldu, çok şiddetli olmasa da düş­manlığını korudu. Çocuklarının kendisine itaat
    etmemesi de bu düşmanlığı besleyen bir nokta oldu.

    Abdu’ş-Şems içinde Ebu
    Huzeyfe, anne-baba otorite­sine karşı çıkan tek lider oğlu değildi. Rüyasında
    Peygam­berin (s.a.v.) kendisini ateşten kurtardığını gören Halid, ilk zamanlar
    islâm’a girdiğini ailesinden gizlemişti. Fa­kat babası bunu duyduğunda eski
    dine döndüğünü itiraf etmesini istedi. Bunun üzerine . Halid: «Muhammed’in
    (s.a.v.) dininden vazgeçmektense ölürüm daha iyi-* dedi. Babası bu sözleri
    duyunca onu acımasızca dövdü ve yiye­cek ve içecek vermeksizin bir odaya
    kapattı. Fakat üç gün sonra Halid kaçmayı başardı; babası daha fazla ileri git­medi,
    fakat onu evlatlıktan reddetti. Utbe, oğlu Ebu Hu-zeyfe’y[4]
    karşı, Halid’in babasından daha sabırlı ve dikkatli davranıyordu. Babasına
    bağlı olan Ebu Huzeyfe de baba­sının birgün putperestliğin yanlış olduğunu
    göreceğini ümit ediyordu.

    Abdu’ş-Şems’in Ümeyye
    boyuna gelince, Osman’ın (r.) müslüman oluşundan ve Rukiye’yle evlenişinden
    daha buyük kayıplar vardı. Müttefikleri Beni Esed İbn Huzeyme’-nm büyük bir
    çoğunluğu yeni dine girmişti., İçlerinde Pey­gamberin (s.a.v.) kuzenleri ve
    lider olan Cahş ailesinin de bulunduğu on dört kişi Müslüman olmuştu. Bu
    değerli müttefiklerin yanı sıra Ümeyyelerin Şefi Ebu Süfyan, Ab­dı ıllah’ın
    küçük kardeşi Ubeydullah İbn Cahş’la evlendir­diği kızı Ümmü Habibe’yi de yeni
    dine kaptırmıştı.

    Adîy kabilesinin ileri
    gelen ailelerinden birinde ise Hak bağının diğer bağlan nasıl kırdığı son
    nesilde gözleniyor­du. Nufeyl’in iki ayrı karısından Hattab ve Amr adında iki
    oğlu vardı. Nufeyl’in ölümü üzerine Hattab’m annesi üvey oğlu Amr ile evlenmiş
    ve ondan Zeyd adında bir oğ­lu olmuştu. Bu nedenle Zeyd ve Hattab anne
    tarafından kardeş oluyorlardı. Zeyd, Varaka gibi Kureyşin putperest
    geleneklerinin yanlış olduğunu görebilen ender insanlar­dan biriydi. Sadece
    putlara tapma m ak la kalmaz, onlar için kesilen kurbanların etinden de
    yemezdi. O, İbrahim’in Al­lah’ına inandığını söyler ve Kureyşlileri topluluk
    içinde azarlamaktan çekinmezdi. Diğer taraftan Hattab, Kureys geleneklerine
    sıkı sıkıya bağlıydı ve Zeyd’in, kendi tap­tıkları tanrı ve tanrıçalara hakaret
    etmesine çok kızıyor­du. Bu yüzden Zeyd’i Mekke dışındaki tepelerde yaşama­ya
    zorladı, daha da ileri giderek Zeyd’in Kâ’be’ye yaklaş­masını önleyecek genç
    bir ordu kurdu. Bunun üzerine top­lumdan sürülen Zeyd, Hicaz’ı terkederek
    Irak’ın kuzeyin­deki Musul’a gitti, oradan da güneybatıdaki Suriye’ye git­ti.
    Gittiği yerlerde rastladığı rahib ve yahudi bilginlerine İbrahim’in dini ile
    ilgili sorular soruyordu. Sonunda, ona terkettiği ülkede ortaya çıkmak üzere
    olan ve İbrahim’in dinini tekrardan vazedecek olan bir peygamberin gelece­ğinden
    bahseden bir rahibe rastladı. Bunun üzerine Zeyd geri dönmeye karar verdi,
    fakat Suriye’nin güney sınırın­daki Lahm bölgesinden geçerken saldırıya uğradı
    ve Öldü­rüldü. Varaka onun Ölümünü duyunca çok Üzüldü ve bir ağıt yazdı.
    Peygamber (s.a.v.) de onu övdü ve onun Kı­yamet gününde «Büyük bir halkm
    değerini kendinde ta­şıyarak diriltileceğim» [5]söyledi.

    Zeyd’in ölümünaen sonra
    yıllar geçmişti: Hattab da ölmüştü ve Ömer (oğlu) kardeşi Fatuna ile evlenen
    Zeyd’­in oğlu Sa’İd’le iyi anlaşıyordu. Fakat İslam’ın gelişiyle ara­larındaki
    bu dostluk kesildi. Çünkü Sa’id İslâm’a ilk gi­renlerden biriydi ve karısı
    Fatıma da ona uyarak müslü-man olmuştu. Fakat annesi Ebu Cehil’in kızkardeşi
    olan Ömer, yeni dine karşı çıkanlardan biriydi. Sa’id ve Fatı­ma, Ömer’in çok
    hiddetli olduğunu bildikleri için îslâm’a girdiklerini ona söylememeyi tercih
    ettiler. Ömer’in İslâm’a kaybettiği birileri daha vardı: karısı Zeyneb, Cumah
    ka­bilesinden Ma’zun’un oğlu Osman’ın kardeşiydi; Osman es­kiden beri zühd hali
    ile yaşar ve vahy gelmeden önce bile tek tanrıya inanırdı. O ve iki erkek
    kardeşi yeni dine ilk girenler arasındaydı. Onların ve Zeyneb’in İslam’a giren
    üç yeğenleri vardı. Bu dönemde Zeyneb’in müslüman olup olmadığı hakkında hiç
    bir kayıt yoktur. Çünkü onun bu konudaki eğilimlerini gizli tutacak yeterli
    nedeni vardı. Ağabeyi Osman, gerçi Ömer kadar hiddetli değildi ama uzlaşmaz bir
    yapıya sahipti.

    Zeyneb ve erkek
    kardeşleri, kabilelerinin şefi ve İs­lam’ın en azılı düşmanlarından olan Ümeyye
    bin Halefin kuzenleri oluyorlardı. Birgün kurumuş bir kemiği alıp Peygamber’e
    (s.a.v.) : «Muhammed (s.a.v.) Allah’ın bunu di­rilteceğini mi iddia ediyorsun?»
    diyen Zeyneb’in kardeşi Übey idi. Daha sonra alaylı bir gülümsemeyle kemiği el­leri
    arasında ezmiş ve tozlarını Peygamberin yüzüne doğ­ru savurmuştu. Bunun üzerine
    Peygamber: «Evet, iddia ediyorum ki: Allah onu diriltecek ve seni de şu andaki
    ha­linle diriltecek, daha sonra da seni Cehenneme atacak.» Aşağıdaki âyetler
    Übey’e hitaben inmiştir:

    «Kendi yaratılışım
    unutarak bize bir Örnek verdi; dedi ki: «Çü­rümüş bozulmuşken bu kemikleri kim
    diriltecekmiş?» De ki: «On-tart, ilk defa yaratıp, inşa eden diriltecek. O, her
    yaratmayı bilir.» (Yasin 78-79).

     



    [1] Hadis. A.H.N. 133-4

    [2] S. 205

     

    [3] i. s. vm, 203

    [4] I. S. IV, I, 68

    [5] I.1.145