Ay: Ocak 2014

  • 9. SINIF ARAPÇA YAZILI SORULARI TEST للصف التاسع

     

    İMAM-HATİP LİSESİ

     

     

     

    الممرضاتُ…………..  إلى المستشفى      cümlede boş bırakılan yere hangi mazi fiil

     

    gelmelidir?

     

    A-تذهبون      B-ذهبْن  C-ذهبون      D-تذهبن

     

    قميصُ احمدَ………….   cümlede boş bırakılan yere  aşağıdaki şıklardan hangisi gelmelidir?

     

    A- الجميلٌ      B-جميلٍ     C- جميلةً      D-جميلٌ

     

    هاتان هما…….. تخرجان  من المختبر.  cümlede boş bırakılan yere hangi ismi mevsul gelmelidir?

     

    A-اللذين    B-اللتان     C-الذين        D- اللتين

     

    كان البيتُ               cümlede boş bırakılan yere aşağıdaki şıklardan hangisi gelmelidir?

     

    Aالقديماً      Bٍ قديم  Cً   قديمًا  Dقديم

     

    نشيطاتٌ  ………..  cümledeki boşluğa müpteda olarak aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    Aالتلاميذ ُ   B المعلمون َC الطفلة ُ  Dُالنساء

     

    هذه حديقة ٌ جميلة ٌ و أشجار    كثيرة ٌ   cümlede boş bırakılan yere hangi muttasıl zamir gelmelidir?

     

    A-ئه           Bهُنّ   Cها            Dك

     

    خديجة ُ، فاطمة ُ و عليّ ُ                البيتَ  cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A- تُنظفونَ   B- يُنظفان ِ    C-يُنظفون َ  D- يُنظفْنَ

     

    Aşağıdaki şıkların hangisinde ismi tafdil vardır?

     

    A-أحمدُ  ذاهبٌ إلى الجامعةِC- سلمى  أصْغَرُ م ختِها

     

    B-حسنُ  ولدٌ  شجاعٌ جدًاD- اشتريتُ ملابس شتويةَ

     

    ركِب سليمُ  السيارة                cümlede boş bırakılan yere hangi şık gelmelidir?

     

    A-أحمر      B-حمراء     C-حمر      D-الحمراء

     

    غائبونالمَدْرَسة              cümlesinde boş bırakılan yere muzaf olarak aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-مُدرّسوا     B-المُدرّسوا  C-مُدرّسَ  D-َمُدرّسون

     

    A

     

    المعاطف                 cümlesinde boş bırakılan yerlere hangi işaret ismi ve  sıfat gelmelidir?

     

    A-هؤلاء ـ الجديد    B-هذا ـ جديد   

     

    C-هذه ـ الجديدة      D-هذا ـ جديدة

     

    ‘evi kütüphaneye uzak’ cümlesinin Arapça karşılığı aşağıdakilerden hangisidir?

     

    A-بَيْتكُما قريبٌ مِن المكتبة   C-بَيْتكَ بعيدٌ عَن المكتبة

     

    B-بيتكُمْ بعيد عن المكتبة   D-بَيتُها بعيد عَن المكتبةَ

     

    سألعبُ كرّة القدم    cümlesinin Türkçe karşılığı aşağıdakilerden hangisidir?

     

    A-futbol oynuyorum       futbol oynarım

     

    B-futbol oynadım  D-futbol oynayacağım

     

    Aşağıdakilerden hangisi hakiki müennese’örnektir?

     

    A- ذكرى   B-زينب  C-حديقة     D-حمزة

     

    الكتبُ           cümlesindeboş bırakılan yere haber olarak aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-  المفيد ُ  B- المفيدة  C-    مفيدة ٌ   D-مفيدٌ

     

    أمي تبْحَثُ     ك  cümlesindeki boşluğa hangi harfi cer gelmelidir?

     

    A-من      B-عن        C-ل ِ       D-إلى

     

    Aşağıdakilerden hangisi müennes değildir?

     

    A- أذُنٌ    B-   أنف ٌ   C-يدٌ           D-عَيْنٌ

     

    زُرْتُ            المدينة  cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi muzaf olarak gelmelidir?

     

    A-ِ  مُتحَفيْنB-مُتْحَفان ِ  C-مُتحَفَيّ   D-مُتْحَفُ

     

    Aşağıdaki sıfat tamlamalarından hangisi doğrudur?

     

    A-الأشجار الجديد    C-الشجرة الخضراء

     

    B-الأشجار الأخضر    D-الشجرة العتيق

     

    كم عُمْرُك؟  sorusunun cevabı ağıdakilerden hangisidir?

     

    A-لي عِشرون عمرا       C-سنة عمري عشرون

     

    B-عمري عِشرون سنة      D-لي عمر عشرون

     

    حَمَلَ  filinin هُنّ zamirine uygun çekimi aşağıdakilerden hangisidir?

     

    A-حَمَلْتُ     B-حَمَلَتْ     C-حَمَلْنَ   D-حَمَلْتُنَّ

     

    لي أربعة ُ              boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A- كِتابٍ    B-كِتابًا       C-كُتُبٍ    D-كُتبً

     

    فتحَ الرجلُ              السيارة cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdaki kelimelerden hangisi gelmelidir?

     

    A-الأبوابِ      B-بابَ   C- أبواب ِ  D-نافِذتان ِ

     

     ‘hobim basketboldur? cümlesinin Arapça karşılığı aşağıdakilerden hangisidir?

     

    A-هِوايتي كرّة السلة     C-هِوايتي كرّة القدم

     

    B-هِوايتي كرّة اليد           D-هِوايتي كرّو الطاولة

     

    كان            نازلاً     cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-المطرُ    B-مطرٌ   C-مطرَ       D-مطرًا

     

    Aşağıdakilerden hangisiفوْقَ  kelimesinineşanlamlısıdır?

     

    A-تحْت     Bعلى    C-اَمام     D-مُجاوِر

     

    رأيتُ                 في المحطة  cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    السائقون َB- السائقِين َC-السائقاتُ  D-السوائِق

     

    لم            أحمدُ من السوق  cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-يأتوا      B-يأتِي    C-تأتِي  D-  يأتِ

     

    تُساعِد الدولة              cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-المحتاجونB-المحتاجينَC-المحتاجانD-ِ      المحتاج

     

    أعْطيْتُ                 كُتبًا cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-التلميذات َ  B- التلميذاتِC-التلميذةٍD- التلميذاتُ

     

    Aşağıdakilerden hangisi zaman zarfıdır?

     

    A-فوق       B-شهرًا    C-أمام      D-تحت

     

    قميصُكَ جيدٌ   cümlesindeki muzafun ileyh aşağıdakilerden hangisidir?

     

    A-قميص      B-جيد    C-قميصك     D-ك

     

    يبكون   fiilinin başına  لم       gelirse  aşağıdakilerden hangisi doğru olur?

     

    A-لم يبكونَB-ِ    لم يبكC-لم يَبُكْ     D-لم يَبْكوا

     

    كم                      في الصف؟boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-تلاميذٍ   B-   تلميذ ًاC- تلاميذ ُ   D-ٍ   تلميذ

     

    الصفِ  مفتوحٌ.   ……….cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-البابَ      B- المدرسة ُ    C-بابُ     D-مدرسةِ

     

    الشارعُ  واسعٌ                 cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdaki işaret isimlerinden hangisi gelmelidir?   

     

    A-هذا      B-هؤلاء    C-هذه          D-أولئك

     

    أكبرُ من       سنا……..cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-ذو/فو   B-الأب/ أخ  C-أبوك/أخيD-حميك/فوك

     

    طالبًا في الصفِ؟                              cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-لماذا     B-كم      C-لمن    D-أين

     

    خالد تلميذ ٌ          cümlesinde boş bırakılan yere aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

     

    A-الذكي ٍ   B-     العالمْC-الجميلُD-نشيطٌ

     

    ما أرَى                تحت          

     

    A-التلميذاتِ/الشجراتِ  B-التلميذاتُ/الشجراتِ 

     

    C-التلميذتَ/ الشجراتِ   D-التلميذتَ/ الشجراتَ

     

     

  • Bedîr’e Doğru Hz. Muhammedin Hayatı

     

    42.   Bedîr’e
    Doğru

     

    Ebu SûJfyan ve
    arkadaşlarının aldıkları mallarla Suri­ye’den dönme zamanı gelmişti. Peygamber
    Is.a.v.) Talha ve Ömer’in kuzeni Sa’d’ı, -Hanîflerden olan Zeyd’in oğlu- Me­dine’nin
    batısındaki sahilde yeralan Havra’ya, kervanla il­gili haber almaları için
    gönderdi. Bu şekilde, gün ey-batıya hızb bir yürüyüşle kervanı sahile
    yaklaştırmak daha da kolay olacaktı. Gönderdiği iki gözcü Cüheyne kabilesin­den
    bir adamın evinde, kervan geçinceye kadar misafir edilmişti. Fakat bu zahmetler
    boşa gidebilirdi. Çünkü Me­dine’deki yahudilerden veya münafıklardan biri,
    Peygam­ber (s.a.v.)’in plânını Ebu Süfyan’a haber vermişti. Bunu duyan Ebu
    Süfyan, Gıfari kabilesinden Demdem adındaki Wr adamı Mekke’ye haber vermesi ve
    onlan koruyacak bir ordu hazırlamalarını söylemesi için gönderdi. Bu sırada
    kendisi de, gece-gündüz kervanıyla sahil yolunda hızla iler­liyordu.

    Acil durumda olan
    sadece Ebu Süfyan değildi. Peygam­ber (s.a.v.) Medine’de mümkün olduğu kadar
    uzun süre kalmak istiyordu, çünkü kızı Rukiyye tr.) çok hastaydı. Fakat kişisel
    sorunlar engelleyici olmamalıydı, bu yüzden Peygamber (s,a.vj, gönderdiği
    gözcülerin dönmesini bekle­meden yola koyulmaya karar verdi. Medine’ye vardıkla­rında,
    Muhacirlerden ve Ensardan oluşan, toplam 305 kişi olan bir ordu kurulmuştu. O
    sırada Medine’de eli silah tu­tan yetmiş yedi Muhacir vardı. Üçü hariç hepsi
    oradaydılar: Bunlardan  biri  Peygamber  
    (s.a.v.)’in  damadı  Osmandı.Peygamber (s.a.v.), onun hasta
    karısına bakmak için Me­dine’de kalmasını istemişti. Diğer ikisi ise Talha (r.)
    ve Sa’d (r.) idi. Onlar Medine’ye vardıklarında ordu çoktan yola çıkmıştı.

    tik konaklarında,
    Peygamber (s.a.v.)’in kuzeni Zühre kabilesinden Sa’d, on beş yaşındaki kardeşi
    Umeyr’i üzün­tülü görünce, ne olduğunu sordu. «Korkuyorum» dedi Umeyr,
    «Allah’ın Rasulü beni görür de çok küçük oidugu-mu söyler ve beni geri gönderir
    diye korkuyorum. Fakat ben gitmek istiyorum. Çünkü, belki Allah bana şehadeti
    tattırır». Korktuğu başına gelmişti. Peygamber (s.a.v.) or­duyu düzene sokarken
    onu gördü ve çok küçük oıdugu için Medine’ye geri dönmesini istedi. Fakat Umeyr
    ağlayınca, Peygamber (s.a.v.) kalmasına izin verdi. «O kadar küçük­tü ki,» dedi
    Sa’d, «Kılıç kayışını kısaltmak zorunda kal­dım».

    Üzerinde üç veya dört
    kişiyi taşımakta olan yetmiş de­veleri, biri Zübeyr’e ait olan üç de atları
    vardı. Beyaz san­cak Mus’ab (r.)’a verilmişti. Çünkü o, savaşta Kureyşlile-rin
    sancaktarı olan Abdu’d-Dar sülalesindendi. Bu öncü kolun hemen arkasında,
    Peygamber (s.a.v.) yer alıyordu. Onu da, biri Muhacirleri, diğeri Ensar’ı
    temsil eden iki siyah flama takip ediyordu. Bu flamalardan birini Ali (r.),
    diğerini Evs’li Sa’d Ibn Muaz (r.) taşıyordu. Peygamber (s.a.v,)’in yokluğunda
    Medine’de namazları âmâ olan îbn Ümmü Mektum (r.) kıldıracaktı. Onun hakkında
    şu ayet nazil olmuştu: «Surat astı ve yüz çevirdi, kendisine o kör geldi diye»

    [1]Demdem’in Mekke’ye ulaşmasından önce Peygamber
    (s.a.v.)’in halası Atike korkunç bir rüya görmüş ve bunu Kureyş’i bekleyen
    felâkete yormuştu. Rüyadan çok etkile­nen Atike kardeşi Abbas’a haber göndermiş
    ve gördükle­rini ona anlatmıştı: «Deveye binen bir adam gördüm, va­dinin
    ortasında devesinden indi ve en yüksek sesiyle: ‘Ey vefasız insanlar, üç gün
    içinde sizi mahvedecek olan felâ­kete hazırlanın’ diye bağırdı. İnsanların onun
    etrafında toplandığını gördüm. Daha sonra  
    etrafındaki   insanlarla birlikte
    Mescid-i Haram’a girdi. Devesi onu, insanların ara­sından, Kâ’be’nin çatısına
    götürdü. Orada yine aynı şe­kilde bağırdı. Daha sonra devesi onu Ebu Kubays
    tepesine taşıdı, oradan da insanlara aynı şekilde bağırdı. Sonra yerden bir
    kaya aldı ve tepeden aşağıya fırlattı. Kaya te­penin eteklerine ulaştığında
    ikiye ayrılmıştı. Mekke’de ka­yanın bir parçasının darbe vurmadığı bir tek ev
    kalma­mıştı».

    Abbas kızkardeşinin
    rüyasını arkadaşı Velid’e -Utbe’-nin oğlu- anlattı. Velid de bunu babasına
    anlattı ve haber tüm şehre yayıldı. Ertesi gün Ebu Cehil, Abbas’m yanında
    alaylı bir sesle şöyle dedi: «Ey Abdu’l-Muttalib oğulları, ne zamandan beri
    aranızdaki kadın peygamber size gayb-dan haberler veriyor? Erkeklerinizin
    peygamber rolü oyna­ması yetmedi mi? Şimdi sıra kadınlarınızda mı?» Abbas,
    verecek bir cevap bulamadı, fakat Ebu Cehil, ertesi gün Ebu Kubays tepesinden
    Demdem’in sesi tüm şehri çınlat­tığında cevabını aldı. İnsanlar evlerinden
    fırladılar ve onun etrafında toplandılar. Ebu Süfyan ona çok para ödemişti, bu
    nedenle rolünü güzel oynamalıydı. Devenin üstünde, ters bir şekilde oturmuştu,
    bunun yanısıra felâket işareti olarak devesinin burnunu da yatmıştı. Devenin
    burnun­dan kanlar akıyordu. Kendi üstündeki giysiyi de parça­lamıştı. «Ey
    Kureyşliler» diye bağırdı, «Kervan develeri, kervan develeri, Ebu Süfyan’la
    beraber olan mallarınız! Mu-hammed ve adamları onlara saldırdı. Yardım edin!
    Yar­dım edin!».

    Şehir birden bîre
    telaşa büründü. Şimdi tehlikede olan kervan, yılın en zengin kervanıydı ve çoğu
    onu yitirmek­ten korkuyordu. Hemen bin kişilik bir ordu toplandı. Nehle’de
    haram ayda öldürülen Abdu’ş-Şems’in müttefiki Amr’ı kasdederek : «Muhammed ve
    arkadaşları bu kervanın, İbn el-Hadramî’nin kervanı gibi olduğunu mu
    zannediyorlar?» diyorlardı. Sadece Adiy kabilesi orduda yer almıyordu. Kendi
    yerine, para vererek bir Mahzum’luyu gönderen Ebu Leheb’den başka diğer bütün
    kabile reisleri bir grup askerle savaşa katılıyorlardı. Beni Hasim ve Beni
    Muttalib kabilelerinin de kervanda malları vardı ve onları koruma­yı şeref
    meselesi yapıyorlardı. Bu nedenle Talib iki kabile­den de bir grup adam
    çıkardı. Abbas da aracılık yapmak için onlarla birlikte gitti. Esed
    kabilesinden Hadice’nin ye­ğeni Hakim de aynı amaçla onlara katıldı. Ebu Leheb
    gibi Cumah’m lideri Umeyye de, yaşlı bir adam olduğunu ileri sürerek Mekke’de
    kalmaya karar verdi. Fakat o Mescid-i Haram’da otururken Utbe geldi, onu önüne
    güzel koku ya­yan bir buhurdanlık koyarak: «Bundan kendine güzel ko­ku sür Ebu
    Ali, çünkü sen kadınlar gibisin» dedi. «Allah belânı versin» diye Umeyye,
    diğerleriyle birlikte yola çık­mak üzere hazırlandı.

    Peygamber (s.a.v.)
    Medine’den güneye giden direkt yoldan ayrılmış ve batıda Suriye’den Mekke’ye
    gideni sahil yolu üzerinde yer alan Bedir’e yönelmişti. Ebu Süfyan’ı Bedir’de
    yakalamayı planlıyordu. Bu nedenle müttefikleri olan Cuheynelilerden oraları
    iyi tanıyan iki adamı gözcü olarak gönderdi. Gözcüler Bedir kuyusunun üstündeki
    bir tepede konakladılar. Su doldurmak için kuyunun yanına geldiklerinde, köyden
    iki kızın aralarında konuştuklarına kulak misafiri oldular. Biri diğerine:
    «Kervan ya yarın, ya da öbür gün gelecek, onlar için çalışıp para kazanacağım
    ve sana olan borcumu ödeyeceğim» diyorlardı. Gözcüler bunları duyunca Peygamber
    (s.a.v.)’e haberi ulaştırmada acele ettiler. Bir müddet daha kalmış olsalardı,
    batıdan ku-vuya doğru güçlü bir atlının geldiğini göreceklerdi. Atlı Suriye’den
    Mekke’ye giden ve Bedir’den geçen yolun, gü­venilir olup olmadığını kontrol
    etmek için kervanın önün­den giden Ebu Süfyan’dı. Suyun yanma geldiğinde köylü­lerden
    birine rastladı ve ona bir yabancı görüp görmedi­ğini sordu. Köylü, iki
    yabancının gelip tepede konakladık­larını ve su doldurup gittiklerini haber
    verdi. Ebu Süfyan onların konakladığı tepeye gitti, götürdüğü deve pislikleri­ni
    parçaladı. İçlerinde hurma çekirdekleri vardı. «Tanrım,» dedi, «Bu Yesrib’in
    yemi». Aceleyle geri döndü ve kervanı Bedir’i sol tarafına alıp deniz kıyısına
    doğru yöneltti.

    O sırada iki gözcü
    Peygamber (s.a.v.)’e kervanın erte­si gün veya iki gün sonra geleceği haberini
    ulaştırdılar. Kervan mutlaka, Suriye ile Mekke arasındaki en eski ko-noklardan
    biri olan Bedir’de duracaktı. Müslümanların on­ları orada bastırıp, şaşırtmaya
    vakitleri vardı.

    Dana sonra
    Kureyşlilerin bir ordu hazırlayıp yola çık­tıklar} haberi ulaştı. Bunu her
    zaman bir ihtimal olarak gözönünde bulundurmuşlardı. Fakat bu ihtimalin
    gerçekleş­tiğini öğrenince Peygamber (s.a.v.) sahabilerine danışıp, devam etme
    veya geriye dönmek için bir karar verme ge­reğini hissetti. Ebu Bekir tr.) ve
    Ömer Cr.), Muhacirler adı­na devam etme kararım açıkladılar. Onların
    söyledikleri­ni kuvvetlendirir bir şekilde, Beni Zühre’nin müttefiklerin­den
    biri olan ve Medine’ye yeni gelen Mikdad ayağa kalktı ve şöyle dedi: «Ey
    Allah’ın Rasulü, Allah sana ne yapman gerektiğini söylediyse onu yap. Biz tsrailoğullannin
    Mu­sa’ya- dediği gibi: ‘Sen ve Rabbin git, ikiniz savaşın. Biz şüphesiz burada
    duranlarız’ Maide : 24) demeyiz. Biz şöy­le deriz: «Sen ve Rabbin gidin, ikiniz
    savaşın, sizinle bir­likte, sağınızda, solunuzda, ön ve arkanızda biz de sava­şacağız».
    Abdullah İbn Mes’ud daha sonraki yıllarda, Pey­gamber (s.a.v.)’in bu sözleri
    duyduğunda nasıl yüzünün parladığım anlatırdı. O buna şaşırmamıştı, çünkü Muha­cirlerin
    tamamen kendisiyle birlikte olduğuna inanıyordu. Fakat aynı şey, orada bulunan
    Ensar’ın tümü İçin de söy­lenebilir miydi? Ordu, Medine’den kervanı yakalamak
    için yola çıkmıştı. Fakat şimdi daha büyük bir orduyla karşı­laşma İhtimali
    ortaya çıkmıştı. Bunun yanısıra, Medine’-liler Akabe’de, onu, kendi sınırları
    içinde korumak üzere söz vermişlerdi. Ancak kendi ülkelerinde onu, eşlerini ve
    çocuklarını korudukları gibi koruyacaklardı. Acaba Medi­ne dışındaki bir
    düşmana karşı da onu korumaya hazır mıydılar? «Ey insanlar, benimle istişare
    edin» dedi. Hitap geneldi, fakat o, aralarında henüz kimsenin konuşmadığı
    Ensar’ı kasdediyordu. Sa’d İbn Muaz (r.) ayağa kalktı ve : «Ey Allah’ın Rasulü,
    zannedersem insanlar derken bizi kas­tediyorsun» dedi. Peygamber (s.a.v.) bunu
    onaylayınca konuşmasına devam etti: Biz sana güveniyoruz, bize söyle­diklerine
    inanıyoruz ve getirdiğin şeyin hak olduğuna şa­hadet ediyoruz. Biz, dinlemek ve
    itaat etmek üzere sana söz verdik. O halde ne istiyorsan onu yap, biz seninle
    bir­likteyiz. Seni Hak’la gönderene yemin olsun ki, eğer bize şu ileriki
    denizden geçmemizi emretsen ve kendin suya dal­san, biz de seninle birlikte
    dalarız. Hiç birimiz geride kal­mayız. Yarın o düşmanla karşılaşmaktan da
    çekinmiyoruz. Biz savaşta deneyimli ve çatışmada güçlüyüz. Belki de Al­lah,
    bizim yiğitliğimizi sana gösterir de senin gözlerin se­rinlikle dolar[2] O
    halde Allah’ın yardımıyla bize önderlik et».

    Peygamber (s.a.v.) bu
    sözlere çok sevindi. Ya kervan ya da ordudan sadece biriyle savaşmaları
    gerektiği kanı­sındaydı. «İleri* dedi, «Neşelenin, çünkü Yüce Allah, ba­na iki
    gruptan birini söz verdi. Şimdiden düşmanı yenil­miş bir halde görüyorum»[3].

    Kendilerini en kötü
    ihtimale hazırlamış obualarına rağ­men yine de içlerinde, kervanıIe geçirip,
    Kureyş ordusu gelmeden Medine’ye ganimetler ve esirlerle dönme ümidi vardı.
    Fakat, Bedir”e bir günlük uzaklıktaki bir konağa var­dıklarında, Peygamber
    (s.a.v.î ve Ebu Bekir önden gidip rastladıkları yaşlı bir adamdan bilgi aldılar
    ve Mekke or­dusunun yakında olduğu kanaatine vardılar. Kamp yerine döndüler,
    gece yarısına kadar beklediler. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) üç kuzenini, Ali,
    Zübeyr ve Sa’d’ı di­ğer birkaç arkadaşıyla birlikte, Mekke ordusunun veya ker­vanın
    kuyudan su alıp almadıklarım Öğrenmek Üzere Be­dir kuyusuna gönderdi Gönderdiği
    adamlar kuyuya var­dıklarında Kureyş ordusu için su dolduran iki adama rast­ladılar.
    İkisini de yakalayıp, Peygamber (s.a.v.)*e getirdi­ler. O sırada Resululîah
    (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun bitirmesini beklemeden Kureyş ordusunun su
    taşıyıcıları olduklarım söyleyen iki adamı sorguya çekmeye başiadı-lar.
    Soranlardan bazıları onların yalan söylediğini düşün­meyi tercih ediyordu,
    çünkü onlan, Ebu Süfyan’m kervan için su doldurmak üzere gönderdiğini ümit
    ediyorlardı. İki adamı, «Biz Ebu Süfyan’m adamlarıyız» diyene kadar döv­düler,
    sonra serbest bıraktılar. Peygamber (s.a.v.1 namaz­da son oturuşunu yaptı ve
    selam verdi. Sonra: «Sizo doğ­ruyu söylediklerinde onları dövüyorsunuz, yalan
    söyledik­lerinde ise bırakıyorsunuz. Onlar gerçekten Kureyş ordu­sunun
    adamları» dedi. Daha sonra iki adama dönerek: «Siz ikiniz, bana Kureyş’in
    nerede olduğu hakkında bilgi verin» dedi. Adamlar Akankal’ı işaret ederek:
    «Onlar şu tepenin arkasındalar, tepenin ötesindeki vadideler» dedi­ler.
    Peygamber (s.a.v.î : «Kaç kişiler?» diye sordu. «Çok. dediler, fakat kesin bir
    sayı söyleyemediler. Bunun üzeri­ne Peygamber fs.a.v.) onlara günde kaç hayvan
    kestikle­rini sordu. «Bazı günler dokuz, bazı günler on» diye cevap verdiler.
    Peygamber (s.a.v.) buna karşılık şöyle dedi: «O halde dokuzyüz kişi İle bin
    kişi arasındadırlar. Peki hangi Kureyş liderleri ordunun arasında?» Onbeş tane
    isim say­dılar. Bunların arasında şu isimler vardı: Abdu’ş-Şems’ten iki kardeş,
    Utbe ve Şeybe; Nevfel kabilesinden Haris ve Tu’ayme; Abdu’d-Dar’dan, kendi
    Farisî hikâyelerini Kur’-an’la karşılaştıran Nadr; Esed kabilesinden Hadice’nin
    üvey kardeşi Nevfel; Mahzum’dan Ebu Cehil; Cumah’tan Umey-ye; Amir’den Süheyl.
    Bu önemli İsimleri duyan Peygam­ber (s.a.v.î adamlarını topladığında: «Mekke,
    hayatının en iyi parçalarım sizin önünüze atıyor» dedi.

    Bin kişilik güçlü
    Kureyş ordusunun haberinin Ebı Süfyan’a ulaşması uzun sürmemişti. Fakat o
    zamana ka dar kervan, kendisini korumaya gelen ordunun düşmante kervan arasında
    duvar olacağı bir konağa ulaşmıştı. Ker­vanın artık güvende olduğunu hisseden
    Ebu Süfyan Ku­reyş ordusuna bir elçi gönderdi: «Siz develerinizi, malla­rınızı
    ve adamlarınızı korumak üzere geldiniz. Allah on­ları korudu, o halde geri
    dönün». Bu mesaj Kureyş ordu­suna, Bedir’in biraz güneyindeki Cuhfe’de
    konakladıkları sırada ulaşmıştı. Ordunun daha fazla ilerlememesi için bir neden
    daha vardı. Beni Muttalib’den bir adamın -Cuheym-gördüğü rüya, veya hayal
    nedeniyle tüm kampı karam­sarlık bürümüştü. Cuheym şöyle diyordu: «Uyku ile uya­nıklık
    arasında, yanında bir deveyle birlikte at üstünde bir adamın yaklaştığını
    gördüm. Atından indi ve ‘Utbe, Şey-be, Ebul-Hakem ve Umeyye’ -sonra adamın,
    söylediği di­ğer kabile liderlerini de saydı- hepsi kılıçtan geçirilecek».
    -Daha sonra» dedi Cuheym: «devesinin göğsünü bıçakla yaraladı ve onu çadırların
    arasında koşması için serbest bıraktı. Kampta devenin kanı sıçramayan bir tek
    çadır kalmadı». Ebu Cehil, Cuheym’in anlattıklarını duyunca, se­sinde zafer
    dolu bir hava ile: «îşte, Abdu’l-Muttalib oğul­larından bir Peygamber daha»
    dedi. «Bir peygamber daha» demesinin sebebi, Haşim ve Muttalib oğullarının bir
    tek kabile olarak kabul edilmesiydi. Kamptaki bu karamsar­lığı yok etmek
    isteyen Ebu Cehil, oradakilerin tümüne hi­tap ederek şöyle dedi: «Tanrıya
    andolsun ki, Bedir’e git­meden geri dönmeyeceğiz. Orada üç gün kalacağız-, deve­ler
    kesip şölen, kuracağız; şarap su gibi akacak ve dansöz­ler bize şarkı söyleyip
    dansedecekler. Araplar bizim bu muhteşem yürüyüşümüzü ve topladığımız gücü
    duyacak­lar. Bundan sonra bize karşı hep korku ve saygı duyacak­lar. Bedir’e,
    ileri!».

    Abbas îbn Şerik,
    müttefiki olduğu Zühre kabilesi ile “beraber gelmişti; şimdi ise onlan Ebu
    CehİFe kulak asma­maları için ikna etmeye çalışıyordu. Zühre’lileri ikna et­meyi
    başardı ve hepsi Cu’fe’den Mekke’ye döndüler. Ta-lib de adamlarından bir
    kısmıyla geri dönmüştü. Çünkü Kureyş’ten bazıları ona şöyle demişlerdi: «Ey
    Haşimoğul-ları, sizin şu anda bizimle olmanıza rağmen, gönüllerinizin
    Muhammed’le birlikte olduğunu biliyoruz». Abbas buna rağmen Bedir’e gitmeye
    karar verdi ve yanına üç yeğeni­ni aldı: Hâris’in oğullan Ebu Süfyan ve Nevfel
    ile Ebu Talib’in oğlu Akil.

    Tepenin arkasında,
    biraz kuzey-doğuda müslümanlar çadır bozuyordu. Peygamber (s.a.v.) Bedir
    kuyularına düşmandan önce varmaları gerektiğini biliyordu. Bu nedenle hemen
    yola çıkma ve hızla ilerleme emri verdi. Yola çık­malarından biraz sonra yağmur
    yağmaya başladı. Müs­lümanlar bunun Allah’tan bir yardım işareti olduğunu dü­şünerek
    sevindiler. Yağmur sayesinde insanlar zindeleşti, üzerinde yol aldıkları Yelyel
    kumu ise yatıştı, yağmur, müs-lümanlann solunda, Bedİr’in aksi yönündeki
    Akankal te­pelerini henüz tırmanacak olan düşmanları engelliyordu. Kuyuların
    hepsi önlerindeki eğimde sıralanıyordu. Peygam­ber (s.a.v.) geldikleri ilk
    kuyunun yanında konaklama em­ri verdi. Fakat Hazreç’Ii Hubâb İbn el-Munzir (r.)
    ona gel­di ve: «Ey Allah’ın Rasulü (s.a.vJ, bu konakladığımız yer­den ne
    ilerleyip ne de gerilemeden durmamızı Allah mı sana emretti, yoksa bu senin
    görüşün ve savaş stratejin mi?» dedi. Peygamber (s.a.vJ bunun sadece bir görüş
    ol­duğunu söyleyince Hubâb devam etti: «Burada konakla­mayalım. Ey Allah’ın
    Rasulü, düşmana yakın kuyuların en büyüklerinden birinin yanma varıncaya kadar
    ilerleyelim. Orada konaklayalım, diğer bütün kuyaları kapatıp, kendi­miz için
    bir sarnıç hazırlayalım. O zaman düşmanla kar­şılaştığımızda bizim içecek
    suyumuz olur, onlarınsa suyu olmaz». Peygamber (s.a.v.) bu görüşü kabul etti ve
    Hubâb’-ın plânı ayrintıyia uygulandı, ilerideki bütün kuyular ka­patılıp, bir
    sarnıç hazırlandı. Herkes su kırbasını doldur­du.

    Daha sonra Sa’d îbn
    Muaz (r.) Peygamber (s.a.v.)’e geldi ve şöyle dedi; «Ey Allah’ın Rasulü, izin
    ver de senin için bir gölgelik yapalım, develerini de yanma bağlayalım.
    Düşmanla karşılaştığımızda, Allah bize güç verir de onla­rı yenersek, bizim
    istediğimiz yerine gelir. Fakat eğer kay­bedersek, sen hemen devene binip
    gerideki arkadaşları­mıza katılabilirsin. Çünkü geride kalan arkadaşlarımız da
    seni bizim kadar severler, eğer senin savaşla karşılaşaca­ğını bilselerdi,
    onlar da sana yardımcı olurlar ve senin ya* nmda savaşırlardı.» Bunun üzerine
    Peygamber (s.a.vJ, Sa’d’ı övdü ve ona dua etti. Hurma dallarından bir gölge­lik
    yapıldı,

    O gece Allah,
    mü’minlere rahat bir uyku indirdi ve mü’minler sabahleyin çok zinde
    kalktılar.  (Enfal: 11).

    Günlerden Cuma’ydı, 17
    Mart. M.S. 623, yani 17 Ra­mazan H. S. 2 [4]Şafakla
    birlikte Kureyş Akankal tepe­sine tırmandı. Onlar tam tepeye ulaştıklarında,
    güneş yük­selmişti. Peygamber (s.a.v.) onları süslenmiş atlar ve deve­ler
    üstünde, tepeden Bedir’e doğru Yelyel vadisine iner­ken gördü ve şöyle dua
    etti: «Allah’ım, işte Kureyş: ki­bir ve gururla geliyorlar, sana karşı çıkıyor
    ve senin Rasulünü yalanlıyorlar. Ya Rabbi, bize vadettiğin yardımını
    üzerimizden eksik etme! Ya Rabbi, bu sabah onları helak et!».

    Kureyş ordusu tepenin
    hemen eteğinde konakladı. Müs­lümanları beklediklerinden az buldukları için
    Cumah ka­bilesinden Umeyr’i, arkada başka yedek ordunun olup ol­madığını
    öğrenmek üzere gönderdiler. Umeyr, vadinin di­ğer ucunda, karşılarında duran,
    ordudan başka yardımcı güç görünmediğini haber verdi. «Fakat, ey Kureyşliler,»
    di­ye devam etti, «Onlardan hiç birinin sizden bir adam öl-dürmedikçe öleceğini
    zannetmem. Onlar, sizden kendi sa­yılarına eşit adam öldürürlerse, geriye ne
    kalır?» Umeyr, Mekke’de kâhinliğiyle meşhurdu, bu şöhreti sözlerinin da­ha
    etkili olmasını sağlıyordu. Hatice’nin yeğeni Esed ka­bilesinden Hâkim de bu
    konuda aynı görüşteydi. Hakim tüm kampı yürüyerek dolaştıktan sonra Abdu’ş-Şems
    ka­bilesinin konakladığı yere vardı. Utbe’ye: «Ey Velid’in ba­bası» dedi, «Sen
    Kureyş’in en büyük adamı ve onların yö­neticisinin, onlar sözünü dinlerler.
    Sonsuza kadar onların arasında şeref ve Övgüyle anılmak ister misin?» Utbe: «Bu­nu
    nasıl yapabilirim?» diye sordu. «Onları geri götür» de­di Hakim, «ve öldürülen
    müttefikin Amr’ın, diyetini üzeri­ne al.» Hakîm siavaşın en büyük nedenlerinden
    biri olan kan davası ve diyeti ortadan kaldırmak istiyordu. Çünkü Nahle’de
    öldürülen adamın kardeşi Amîr, bu savaşa öç al­mak için gelmişti. Utbe,
    Hakîm’in dediklerinin hepsini kabul etti, fakat onun gidip savaşı en çok isteyen
    Ebu Ce­hille konuşmasını istedi. O sırada orduya şöyle seslendi: «Ey
    Kureyşliler, Muhammed ve arkadaşlarıyla savaşmak size hiçbir şey
    kazandırmayacak. Eğer onlarla savaşırsa­nız, herbiriniz bir diğerinin yüzüne,
    kardeşi, amcası veya yakın bîr akrabasını öldürdüğü için nefretle bakacak. Bu
    nedenle geri dönün ve Muhammed’i diğer Araplara bıra­kın. Eğer onu Öldürûrlerse
    sizin isteğiniz yerine gelir, eğer öldürmezlerse ona karşı kendinizi,
    tuttuğunuzu anlayacak­sınız».

    Utbe, şüphesiz,
    kardeşinin kan diyetini ödemek için Amir el-Hadrami’ye yaklaşmak istiyordu.
    Fakat Ebu Ce­hil, Utbe’yi korkaklıkla, kendinin ve karşı saflardaki oğlu Ebu
    Huzeyfe’nin öldürmesinden korkmakla suçladı. Daha sonra Amir’e dönerek onu,
    kardeşinin öcünü alacağı bu fırsatı kaçırmamaya teşvik etti. «Kalk ve onlara
    sözünü, kardeşinin öldürüldüğünü hatırlat» dedi.

    Amir ayağa kalktı ve
    elbiselerini parçalayarak bağır­maya başladı. «Amr’a yazık oldu! Amr’a yazık
    oldu!» Bu sözler askerlerin coşmasına neden oldu ve kalblerini hid­detle
    doldurdu. Artık ne Utbe, ne de başka biri onları ikna edemezdi.

    Bu son coşku ve hiddet
    dolu anlar bir adama bekledi­ği fırsatı sağladı. Kendisi yokken oğlunun
    kaçmasından korkan Süheyl oğlu Abdullah’ı da Bedir’e getirmişti. Cumah’ın
    lideri Umeyye de zorla islam’dan döndüğünü söy­lettiği oğlu Ali’yi aynı nedenle
    savaş alanına getirmişti. Fakat kararsız olan Ali’nin aksine Abdullah’ın inancı
    sar­sılmazdı. Kampın yakınındaki bir kayanın arkasına gizle­nen Abdullah,
    karşıdaki müslüman kampa kaçmanın bir yolunu bulmuştu. Oraya vardığında doğruca
    Peygamber ‘e gitti, ikisinin de yüzü sevinçten parlıyordu. Ab­dullah, daha
    sonra sevinç içinde iki eniştesi, Ebu Huzeyfe ve Ebu Sabra’yı selamladı.

     

     



    [1] Abese: 1-3, Bkz. Böl. XXII

     

    [2] Gözlerin serinliği» deyimi Arapça’da çok fazla sevinç,
    neşe ifade eden bir deyimdir,

    [3] I. I. 435.

     

    [4] Hicret’ten sonra  
    – îslam Tarihi Hicret’le başlar.

     

  • Savaşa Başlangıç Hz. Muhammedin Hayatı

     

    41.   Savaşa
    Başlangıç

     

    «Kedilerine
    zulmedilmesi dolayısıyla,  anlara karşı
    savaş açı-1 lana (mû’minlere savaşma) izni verildi. Şüphesiz Allah, onlara
    yar-dtm etmeye güç yetirendir. Onlar, yalntzcû: «Rabbimiz. Allah’tır»
    demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıka rtldtlar».
    (Hacc: 39-40).

    Bu vahy, Peygamber
    (s.a.v.) ‘e Medine’ye ulaştıktan kısa bir süre sonra indi. Peygamber buradaki
    iznin emir anlamında olduğunu biliyordu. Yahudilerle yapılan anlaş­mada da,
    savaş gerekleri belirlenmişti. Fakat şu an için sa­dece baskın yapılabilirdi,
    başka türlü bir saldırı düşünü­lemezdi. Kureyglilerin kervanları saldırıya
    açıktı; özellikle ilkbaharda ve yazın ilk aylarında, Suriye’ye yaptıkları ti­caret
    aktif olduğu sırada, Medine’den yapılacak olan sal­dırılara savunmasız
    kalabilirlerdi. Sonbahar ve kış ayla­rında ise kervanlarını daha çok güneye,
    Yemen ve Habe­şistan’a gönderiyorlardı.

    Medine’de, kervanlarla
    ilgili toplanan bilgiler, kesin olmaktan uzaktılar, çünkü sık sık son anda plân
    değişikli­ği olurdu. Mekke kervanları, Medine’li müslümanlarm yap­tığı ilk
    saldırılardan kurtuldular. Fakat, bununla birlikte, Müslümanlar, Kızıl Deniz
    kıyısındaki stratejik noktalarda yaşayan Bedevi kabilelerle anlaşma yapmayı
    başardılar.

    Peygamber (s.a.v.)
    Medine dışına çıkınca şehirde kendi adına yönetimi devralan bir arkadaşını,
    Hazreç liderlerinden Sa’d İbn Ubede’yi vekil olarak tayin etti. Bu olay Hic­ret’ten
    onbir ay sonra meydana geldi. O zamandan sonra Peygamber (s.a.v.) bir daha
    sefere katılmadı ve giden gru­ba, elinde uzun bir sopanın ucunda beyaz bir bez
    taşıyan bir lider tayin etti. îlk yıl, Peygamber (s.a.v.) sadece
    Muha-cir’lerden bir grubu akma gönderiyordu. Fakat 623 Eylül’-ünde, Cumah’lı
    lider Umeyye yönetiminde ve yüz silahlı adam eşliğinde, zengin bir kervanın
    kuzeyden geldiği bi­berleri Medine’ye ulaştı. Umeyye, her zaman için İslam’ın
    en azgın düşmanlarından biri olmuştu-, muslümanların sal­dırmak istemesinin
    diğer bir nedeni de ele geçirecekleri ganimetlerdi. Ticarî eşyaların yaklaşık
    2500 deveye yüklen­diği söyleniyordu. Fakat sadece Muhacirler yüz Kureyşli’ye
    karşı koyamazlardı. Bu yüzden, Peygamber (s.a.v.) bu sefer, yansını
    Ensar”ın oluşturduğu İkiyüz adam gönderdi. Fakat bu kez de bilgiler
    yetersizdi ve yine hiçbir çatışma olmadı. Bundan yaklaşık üç ay sonra, daha az
    korunan zengin bir kervanı daha kaçırdılar. Kervan, Şemsti Ebu Süfyan’ın
    Suriye’ye götürdüğü mallarla yüklüydü. Kerva­nın haberi Medine’ye geç
    ulaşmıştı; Peygamber (s.a.v.) ve adamları, Medine’nin güney-batısından Kızıl
    Deniz’e açı­lan Yenbu’ ovasmdaki Uşeyre’ye vardıklarında, kervan çoktan oradan
    geçip gitmişti. Fakat Ebu Süfyan, belli bir süre sonra, belki de daha fazla
    yükle Suriye’den dönecek­ti, îşte o zaman, Allah dilerse, onları
    kaçırmayacaklardı. Henüz hiçbir çatışma meydana gelmemiş olmasına rağ­men,
    Kureyşliler Medine’deki düşmanlarına karşı alarm­daydılar. Fakat, bu durumun
    güney, ticaretlerini engelle­meyeceğini zannediyorlardı. Bu zanlan tersine
    çaktı. Çün- * kü Peygamber (s.a.v.) Yemen’den gelen bir kervanın ha­berini aldı
    ve kuzeni Abdullah İbn Cahş’ı, sekiz Muhacirle birlikte, Taif ve Mekke
    arasındaki Nahle ovasında bekle­mek üzere gönderdi. Recep aynıdaydılar, yani
    yılın dört haram ayından biri. Peygamber (s.a.v.) Abdullah’a saldın emri
    vermemişti, sadece haber getirmesini söylemişti. Şüp­hesiz, ileriki
    saldırılarda hazırlıklı bulunmak için güney kervanlarının ne derece korunduğu
    hakkında fikir, sahibi olmak istiyordu.

    Muhacirler, Nahle’ye
    varıp, yolun çok yakınında gizli bir yere konakladıklarında, küçük bir Kureyş
    kervanı, on­lardan habersiz, yakınlarında bir yere konakladı. Develer, deri,
    kuru üzüm ve diğer ticari eşyalarla yüklüydü. Ab­dullah ve arkadaşları bir
    ikilem içindeydiler: Peygamber (s.a.v.)’in tek açık emri onların haber
    getirmesiydi; fakat onlara savaşmaları gerektiğini söylememiş ve haram ay
    lardan da bahsetmemişti. İslam öncesi bu yasak, şinidi de g&çerli mi, diye
    kendi kendilerine soruyorlardı. Şu âyeti de düşünüyorlardı: «Kendilerine
    zulmedilmesi dolayısıyla, onlara karşı savaş açılana (mü’minlere savaşma) izni
    ve­rildi… Onlar haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıka­rıldılar».  (Hacc : 39).

    Kureyşle savaş
    halindeydiler. Bunun yanisıra, kervan-dakiler, arasında, Mekke’deki diğer
    kabileler arasında İs­lam’a en çok düşmanlık gösteren Mahzum kabilesinden iki
    adam vardı. Receb’in son gününün sabahmdaydılar; güne­şin batmasıyla, haram ay
    olmayan Şaban, ay’ina girecek­lerdi. Fakat o zamanda, düşmanlar haram ayla
    değil, haram bölge ile korunacaklardı. Çünkü güneş batıncaya kadar Mescid-i
    Haram’a ulaşacaklardı. Bir- müddet süren kararsızlıktan sonra saldırmaya karar
    verdiler. İlk attıkla­rı okla, Abdu’ş-Şems kabilesinin müttefiki olan Kinde
    kabi­lesinden bir adamı öldürdüler. Hemen arkasından, -zum’lu Osman’ı ve bir
    azatlı olan Hakem’i esir aldılar. Fa­kat Osman’ın kardeşi Nevfel, Mekke’ye
    kaçmayı başardı.

    Abdullah (r.) ve
    adamları, develeri, esirleri ve ticarî eşyaları Medine’ye getirdiler. Abdullah
    getirdiklerinin beş­te birini Peygamber (s.a.v.)’e verdi, geri kalanlarını da
    ar kadaşlarıyla paylaştılar. Fakat Peygamber fs.a.v.) verilen­leri kabul etmedi
    ve: «Size haram ayda savaşmanız için izin vermemiştim» dedi. Bunun üzerine bu
    Muhacirler gru­bu günah işlediklerini anladılar. Medine’deki arkadaşları onları
    haram aya tecavüzle suçladılar; Yahudiler bunun Peygamber ts.a.v.) için kötü
    bir şöhret olacağını söyledi­ler. Kureyşliler ise ‘Mühammed   Cs.a.v.)  
    haram aya tecavüz etti’ diye her tarafta propagandaya giriştiler    Bunun \ üzerine şu âyetler nazil oldu:

    «Sana haram olan ay’ı,
    onda savaşmayı sorarlar. De ki: Onda savaşmak büyük (bir günahtır). Allah
    kaanda ise, Allah’ın yolun­dan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Harama
    (ziyaretçilerin girmelerine) engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük
    (bir günahtır). Fitne ise, katilden beterdir». (Bakara: 217),

    Peygamber (s.a.v.) bu
    âyeti şöyle yorumladı; Haram aylarda savaşmak yine haramdı, fakat bu durum bir
    istis­naydı. Bu yüzden Abdullah’ın verdiği beşte biri toplumun genel
    harcamalarında kullanmak üzere kabul etti. Mah-zum kabilesi esirleri için fidye
    göndermişti, fakat onların azatlısı Hakem müslüman oldu ve Medine’de kaldı. Bu
    nedenle Osman, Mekke’ye yalnız döndü.

    O Şaban ayında, çok
    büyük önem taşıyan bir vahiy nazil oldu. İlk kelimeleri, Peygamber fs.a.v.) ‘in
    kıble tayini için gösterdiği aşırı dikkate değiniyordu. Camide kıble, Mihrabla,
    yani Kudüs’e yönelik duvarın ortasında konan taşlarla belirlenmişti. Fakat
    şehir dışında iken kıble, gü­neş ve yıldızlara bakarak belirlenebiliyordu.

    «Biz, senin, yüzünü
    çok defa göğe doğru, sağa-sola çevirip-dur-duğunu görüyoruz. Şimdi elbette seni
    hoşnut olacağın kıbleye çe­vireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.
    Her nerede bulunursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin».  (Bakara:  
    144).

    Bunun üzerine Mescid’in
    Mekke’ye bakan güney duva­rına, bir Mihrab yapıldı. Bu değişiklik Peygamber
    (s.a.v.) ‘i de memnun etmişti. O günden itibaren müslümanlar, beş vakit namazda
    ve diğer namazlarda yüzlerini Kâ’be tara­fına çevirdiler.

  • Hicret Hz. Muhammedin Hayatı

     

    37.    Hicret

     

    O sırada Peygamber
    (s.a.v.), Ebu Bekir (r.)’e gitti ve vakit kaybetmeden evin arka penceresinden
    eğerli halde bekleyen iki devenin yanına çıktılar. Peygamber (s.a.v.) birine
    bindi, diğerine de Ebu Bekir bindi. Oğlu Abdullah’ı ise arkasına bindirdi. Daha
    önceden plânladıkları şekil­de, Yemen’e giden yol üzerinde ve güneyde olan Sevr
    da­ğındaki bir mağaraya doğru yöneldiler. Çünkü Mekke’de Peygamber (s.a.vj ‘İn
    yokluğu anlaşılır anlaşılmaz, tüm ku­zey yollarına gözcüler ve takipçiler
    gönderileceğini biliyor­lardı. Mekke’nin biraz dışına çıkınca Peygamber
    (s.a.v.) devesini durdurdu ve arkasına bakarak: «Allah’ın yeryü­zünde, sen,
    bana ve Allah’a en sevgili yersin ve halkım be­ni senden çıkarmasaydı senden
    ayrılmazdım» dedi.

    Ebu Bekir (r.)’in köle
    olarak aldığı, sonradan azad et­tiği çoban Amir îbn Fuheyre sürüsüyle onların
    izlerini ka­patmak için arkalarından geliyordu. Mağaraya vardıkla­rında Ebu
    Bekir, oğlunu develerle birlikte eve geri gön­derdi ve ona ertesi gün
    Peygamberin yokluğu farkedilin-ce neler konuşulduğunu dinlemesini ve ertesi
    gece haber getirmesini söyledi. Amir, koyunlarını gündüz her zaman­ki gibi
    diğer çobanlarla otlatacak, akşam olduğunda ise Mekke ile Sevr arasında
    Abdullah’ın izlerini kapatmak için dolaştıracaktı.

    Ertesi gece Abdullah
    ve kardeşi Esma mağaraya, on­lara yemek getirdiler.   Verdikleri haber şuydu   Muhammed (s.a.v.)’ı yakalayıp getirene yuz
    deve ödül verilecekti. Atlılar Mekke’den Yesrib’e giden tûîn yollan, ikisini de
    birlikte yakalamak için araştırıyorlardı. Ebu Bekir de yok olduğu için ikisinin
    beraber gittiğini tahmin ediyorlardı.

    Fakat Abdullah’ın
    belki de bilmediği başka bir grup, onun Mekke dışındaki mağaralardan birinde
    olabileceğim düşünüyordu. Yanısıra, cöl Arapları iyi iz sürerlerdi: sıra­dan
    bir bedevi arkasından bir koyun sürüsü takip etse bi­le, küçük izler arasındaki
    büyük izleri farkederek oradan iki veya üç deve geçtiğini bile anlayabilirdi.
    Kaçanların güneyde bir yerde olmaları muhtemel değildi, fakat bu kadar büyük
    bir ödül için her yol denenebilirdi, ve Sevr’e giden yolda koyun izleri
    arasındaki deve izleri de anlaşıla­bilirdi.

    Üçüncü gün dağın
    sessizliğini, kaya güvercini olduk­larını tahmin ettikleri, iki kuşun kanat
    çırpışlarından ve ötmelerinden çıkan sesler bozdu. Kısa bir sure sonra de­rinden
    gelen, fakat sanki dağa tırmanan birileri varmış gibi gittikçe yükselen insan
    sesleri duydular. Fakat hava kararmcaya kadar Abdullah’ı beklemiyorlardı ve
    güneşin batmasına daha be’li bir vakit vardı. Buna rağmen mağa ra normalden
    daha az ışıktı. Artık sesler uzaktan gelmiyordu, en azından beş veya altı adam
    gittikçe yak­laşıyordu. Peygamber (s.a.v.) Ebu Bekir’e baktı ve : «Hüz­ne
    kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir» dedi. (Tev-bo: 40).

    Daha sonra şunu
    ekledi    «Üçüncüleri Allah olan iki
    kışi«   (B. LVIT, 5). Artık yaklaşan ve
    duran ayak seslerini duyabiliyorlardı: 
    adamlar mağaranın dışındaydilar  
    Hep si de kararlı bir şekilde mağaraya girmeye gerek olmadı ğını, çünkü
    orada kimsenin bulunamayacağım söylediler Daha sonra geldikleri yoldan geri
    döndüler.

    Uzaklaşan ayak sesleri
    duyulmaya başlayınca, Peygan ber ve Ebu Bekir 
    (r.)  mağaranın ağzına geldiler.
    Önünde sabahleyin görmedikleri, hemen hemen girişin tümünü ka­patan insan
    boyunda bir akasya ağacı vardı   Açık
    kalar. yeri de bir örümcek, akasya ile mağaranın duvarı arasında ağ Örere!,
    kapatmıştı. Ağın içinden baktılar, mağaraya girerken adamın ayağını basacağı
    yere, kayanın çuku­runa, bir kaya güvercini yuva yapmıştı ve altında yumur­ta
    varmış gibi oturuyordu. Erkek güvercin ise biraz yük­sekteki kayaya tünemişti.

    Abdullah ve kardeşinin
    seisini bekledikleri saatte du­yunca, kendilerini koruyan ağı kibarca
    kaldırdılar ve gü­vercini ürkütmemeye çalışarak onları karşılamaya gitti­ler.
    Amir de onlarla birlikteydi, fakat bu kez sürüsü yok­tu. Amir, Ebu Bekir’in
    yolculuk için seçtiği develeri ema­net ettiği bedeviyi getirmişti. Bedevi henüz
    müslüman ol­mamıştı, fakat sırlarını gizleyeceğine güvenilebilirdi. Bu adam
    onları Yesrib’e sadece gerçek bir çöl adamının bile­bileceği yollardan
    götürecekti. Bedevi onları iki dağ ara­sındaki vadide, yanında Ebu Bekir’in iki
    devesi ve kendi için aldığı bir deve ile birlikte bekliyordu. Ebu Bekir, ih­tiyaçlarına
    yardım etmek üzere Amir’i arkasına bindire­cekti. Mağaradan çıktılar ve düzlüğe
    indiler. Esma bir çan­ta dolusu yiyecek getirmişti, fakat ip getirmeyi unutmuş­tu
    Bu yüzden kuşağını çıkardı, ikiye yırttı ve birini ba­basının semerine çantayı
    bağlamakta kullandı, diğerini de kendine ayırdı. Bu olaydan sonra ona «iki
    kuşaklı» adı ve­rildi.

    Ebu Bekir (r.),
    Peygamber (s.a.v.)’e develerin en iyi­sine binmesi için verdiğinde, O: «Ben
    benim olmayan de­veyle gitmem» dedi. Ebu Bekir: «Fakat o senin, ey Allah’­ın
    Rasulü» dedi. “Hayır» dedi Peygamber (s.a.v.), «Onun için kaç para
    ödertin?» Ebu Bekir söyledi, Peygamber (s.a.v.) «Deveyi o fiyattan alıyorum»
    dedi. Peygamber (s.a.v.) daha önce birçok kez ondan hediye kabul ettiği halde,
    bu özel bir durum olduğu için Ebu Bekir (r.) he­diye etmekte ısrar etmedi. Bu
    durum Rasulün hicretiydi, Al­lah rızası için yurdundan tüm bağlarını
    koparmasıydı. Bu nedenle hicret, yani yaptığı fedakârlık, sadece kendinin ol­malı
    ve başkalarıyla paylaşılmamalıydı. Bu olayın bir par­çası olduğu için binek de
    kendinin olmalıydı. Hicret ettiği sırada aldığı devenin adı Kesva’ idi ve o
    günden sonra en sevdiği devesi olarak kaldı.

    Rehberleri onlan
    Mekke’den biraz doğuya, biraz güne­ye doğru götürdü, sonunda Kızıl Deniz’e
    ulaştılar. Yesrib, Mekke’nin kuzeyindeydi, fakat sadece o noktadan kuzeye
    yönelebilirlerdi. Sahil yolu kuzey batıya gidiyordu. Birkaç gün bu yolu takip
    ettiler. îlk akşamlarından birinde, Nabi çölünde su ararken Rabiul-Evvel
    ay’ının hilalini gördüler. Peygamber (s.a.v.) yem Ay’ı görünce: «Ey iyilik ve
    reh­berlik hilâli, imanım seni Yaratana’dır»[1].

    Bir sabah, karşı
    taraftan küçük bir kervanın geldiğini görerek şaşırdılar ve korktular. Fakat
    onun, devesine yük­lediği elbise ve diğer ticari eşyalarla Suriye’den dönen,
    Ebu Bekir’in kuzeni Talha olduğunu görünce, şaşkınlıkları se­vince dönüştü.
    Talha, gelirken Yesrib’e uğramıştı, malla­rını Mekke’de satar-satmaz hemen geri
    dönmeyi düşünü­yordu. Yesrib’de Peygamber (s.a.v.)’in gelişinin büyük bir
    merakla beklendiğini haber verdi ve veda etmeden önce onlara, zengin
    Kureyşlilere satmayı planladığı beyaz Su­riye elbiseleri hediye etti.

    Talha’yla karşılaştıktan
    kısa bir süre sonra kuzeye doğru yöneldiler, sahilin biraz içinden ilerleyerek
    kuzey doğuya döndüler; artık yönleri direkt olarak Yesrib’e dö­nüktü.
    Yolculuğun belli bir zamanında Peygamber vahiy geldi.-

    «Hiç şüphesiz, sana
    Kuranı farz kılan, seni dönülecek yere elbette döndürecektir» (Kasas: 85).

    Mağaradan
    ayrılışlarının onikinci günü, şafakta Akik ovasına vardılar ve diğer taraftaki
    tepeye tırmandılar. Te­penin en yüksek yerine ulaşmadan önce güneş yükseldi ve
    sıcak artmaya başladı. Diğer günlerde sıcağın en yüksek dereceye ulaştığı
    zamanlarda dinleniyor, yolculuk etmiyor­lardı. Fakat bu son tepeyi, durmadan
    aşmaya karar verdiler. Tepeye ulaşıp vadiyi gördüklerinde ise durmak
    istemediler. Peygamber (s.a.v.)’in rüyasında gördüğü «İki grup kara kaya yığını
    arasındaki suyu bol yer» önlerinde uzanıyordu. Koyu yeşil hurma bahçeleri ve
    açık yeşil bos­tanlar, bulundukları noktadan yürüyerek üç mil aşağıda gözler
    önüne serilmişti.    ,

    Yeşilliğin en yakın
    noktası, hicret edenlerin ilk durağı olan ve bazılarının hâlâ orada bulunduğu
    Küba idi. Pey­gamber Cs.a.v.) rehbere: «Bizi Kuba’daki Beni Amr’a gö­tür, şehre
    götürme» dedi. Vadinin en kalabalık yerleşim merkezi bu adla (şehir) tanınırdı.
    O zamandan sonra bu şehir tüm Arabistan’da ve her yerde el-Medina, Medine
    olarak anılmaya başlandı.

    Günlerce önce,
    Mekke’de Peygamber (s.a.v.)’in kaybol­duğu ve onu bulana verilecek ödülün
    haberi vahaya ulaş­mıştı. Kübalılar, onun gelme vakti geciktiği için her gün
    bekliyorlardı. Bu yüzden her sabah, namazdan sonra Beni Amir’den birkaç adam,
    başka kabilelerden adamlarla ve Mekke’den hicret eden fakat henüz Medine’ye
    girmemiş olan muhacirlerden bir kısmıyla yola çıkıyor ve onu arı­yorlardı.
    Tarlaları, hurma bahçelerini geçip kayalık böl­geye varıyorlar ve sıcak
    bastırana dek yolu gözlüyorlar, daha sonra tekrar evlerine dönüyorlardı. O
    sabah da git­mişler, fakat dört yolcu kayalıklardan inmeye başladığın­da geri
    dönmüşlerdi. Artık gözler bekleyişle o yöne bak­mıyordu; fakat Peygamber
    (s.a.v.) ve Ebu Bekir (r.)’in ye­ni, beyaz elbiseleri, arkadaki mavimsi kaya
    zemininde da­ha da belirginleşerek, güneşten parlıyordu. O sırada evi­nin
    çatısında olan bir yahudi onları gördü. Onların kim olduğunu hemen anladı,
    çünkü Kuba’lı yahudiler, komşu­larının neden her sabah şehrin dışına çıkıp
    birşeyler araş­tırdığım sormuşlar ve nedenini öğrenmişlerdi. Bu yüzden yüksek
    sesle bağırdı: «Kayle’nin oğulları, o geldi, o geldi!» Çağrıyı duyan çocuk,
    kadın ve adamlar evlerinden fırla­dılar. Bir kez daha yeşillikten geçip
    kayalığa doğru gitti ler. Fakat fazla ilerlemelerine gerek yoktu. Çünkü o za­mana
    kadar yolcular ilk hurma bahçesinin yanma ulaş- . O, her yönüyle coşku dolu bir
    öğlendi. Peygamber (silv.) onlara şöyle hitap etti* «Ey insanlar, birbirinizi
    ba nşla selamlayın, açları doyurun; akrabalık bağlarına saygı gösterin, herkes
    uyurken namaz kılın. Böylece selam için­de Cennet’e gireceksiniz»[2]

    Peygamber (s.a.v.)’tn
    daha önce Hamza (r.) ve Zeyd (r,)’i de misafir eden yaşlı bir Küba’iı olan
    Gülsüm’ün evin­de kalmasına karar verildi. Gülsüm’ün kabilesi olan Beni Aznr,
    Evs’üî bir koluna mensubtu. Bu yüzden, iki Yesrib’li kabilenin de
    misafirperverliği paylaşması için Ebu Bekir, Medine’ye biraz daha yakın olan
    Sunh köyündeki bir Haz-reçli de kaldı. Bir veya iki gün sonra AH (rJ, Mekke’den
    geldi ve Peygamber (s.a.v.)’in kaldığı evde misafir oldu Emanet edilen mallan
    sahiplerine geri vermesi üç gününü almıştı.

    Peygamber (s.a.v.)’i
    selamlamaya pek çok kişi geliyor­du. Bunların arasında iyi niyetten değil
    meraktan geler Medine’li yahudüer de vardı. Fakat üçüncü veya ikinci ak­şam,
    görünüşü diğerlerinden, farklı olan ve ne araba ne de yahudiye benzemeyen bir
    adam geldi. Adı Selman olan bu adam, İsfahan’a yakın Ceyy köyünden, Iran’h
    ateşe ta­pan bir ailenin çocuğuydu, fakat çok gençken hıristiyan ol­muş ve Suriye’ye
    gitmişti. Orada bir aziz rahibe bağlan­mıştı: bu rahip ölüm döşeğinde ona
    kendisi gibi yaşlı fa­kat çok iyi bir adam olan Musul rahibine gitmesini söyle­mişti.
    Selman Irak’ın kuzeyine doğru yola koyulmuştu. Bu onun için bir dizi yaşlı
    hıristiyan rahibe bağlanmanın baş­langıcını oluşturuyordu. Bu rahiplerin
    sonuncusu, yine ölüm döşeğinde ona bir peygamberin gelmek üzere oldu-ğuûü
    söylemişti; -O, İbrahim’in dini ile gönderilecek ve Arabistan’da ortaya
    çıkacak, kendi yurdundan hicret edip iki kaya yığını arasındaki hurma
    ağaçlarıyla dolu ülkeye gidecek. Onun belirtileri şunlardır: Hediye kabul
    edece!; fakat sadaka olarak verileni almayacak; ve iki kürek ke­miği   arasında Peygamberlik   mührü  
    olacaktır».   Selman. peygamber
    (s.a.v.) ‘in memleketine gitmeye karar vermiş ve Kalk kabilesinden tüccarlara,
    kendisini Arabistan’a götür­meleri için ödemede bulunmuştu. Fakat Kızıl
    Deniz’in ku­zeyindeki Akabe Körfezi’nin yakınında yer alan Vadi’I-Ku-ra’ya
    geldiklerinde tüccarlar onu bir yahudiye köle ola­rak satmışlardı. O,
    Vadi’l-Kura’daki hurma ağaçlarını gö­rünce beklediği yerin burası olduğunu
    zannetmişti, fakat yine de şüphe içindeydi. Kısa bir süre sonra yahudi onu,
    Medine’deki Beni Kurayza kabilesinden olan kuzenine sat­mıştı. Selman,
    Medine’yi görür görmez, Peygamber (s.a.v.) ‘-in hicret edeceği yerin burası
    olduğunu anlamıştı.

    Selman’m yeni
    sahibinin Küba’da da bir kuzeni vardı; ve Peygamber (s.a.v.)’in vardığı
    haberini bu yahudi Me­dine’ye getirmişti. Yahudi kuzenini bir hurma ağacının al­tında
    oturur buldu, ağacın üstünde çalışan Selman ada­mın şöyle dediğini duydv :
    «Allah Kayle oğullarının be­lâsını versin! Onlar şimcıi de Küba’da Mekke’den
    gelen bir adamın etrafında toplandılar. Onun bir Peygamber ol­duğuna
    inanıyorlar». Bu son sözler, Selman’ın ümitlerinin gerçekleştiğini
    gösteriyordu. Selman o kadar heyecanlan­mıştı ki bütün vücudu titriyordu.
    Ağaçtan düşeceğinden korktu ve aşağı indi; yahudiye peygamberle ilgili sorular
    sormaya başladı. Fakat sahibi ona kızdı ve ağaca çıkıp ça­lışmasını emretti. Selman
    o akşam yanma biriktirdiği bir parça yiyeceği alarak kaçtı ve Küba’ya gitti.
    Peygamber (s,a.v.) eski ve yeni sahabeleriyle oturuyordu. Selman, onun
    Peygamber (s.a.v.) olduğundan emindi, fakat bununla bir­likte yaklaştı ve
    elindeki yiyeceği bir sadaka olarak ver­diğini söyleyerek onlara uzattı.
    Peygamber (s.a.v.) arka­daşlarına yemelerim söyledi, fakat kendisi yemedi.
    Selman bir gün Peygamberlik mührünü görmeyi ümit ediyordu, fakat şimdilik
    Peygamber (s.a.v.) ‘i görmek ve söyledikleri­ni duymak yeterliydi. Medine’ye
    sevinç ve şükür içinde döndü.

     



    [1] A. H. V, 320. 174

     

    [2] I. S. I/l, 159.

     

  • Yenî Yuva Hz. Muhammedin Hayatı

    40.   Yenî Yuva

     

    Cami’in bitirilmesine
    yakın Peygamber (s.a.v.), cami­nin doğu duvarına bitişik iki oda yapılması için
    emir ver­di. Biri hanımı Şevde (r.), diğeri de nişanlısı Aişe (r.) için­di.
    Binanın yapımı toplam yedi ay sürmüştü, Peygamber (s.alv.) bu süre içinde Ebu Eyyub
    (r.)’un evinde kaldı. Sevde’nin evi bitmek üzere ilçen, Zeyd (r.)’i, zevcesi
    Sevde’yi. kızları Ümmü Gülsüm Cr.) ve Fatuna tr.)*yı Medine’ye ge­tirmesi için
    Mekke’ye gönderdi. Ebu Bekir (r.) de oğlu Ab­dullah’a, Ümmü Rûmân, Esma ve
    Aişe’yi getirmesi için haber gönderdi. Zeyd kendi karısı Ümmü Eymen ve küçük
    oğullan Üsame’yi de beraberinde getirdi. Talha tüm taşı­nabilir mallarını elden
    çıkarmıştı, bu yüzden o da Zeyö’le beraber Medine’ye geldi, henüz yeni hicret
    ediyordu. Bu partinin gelişinden kısa bir süre sonra Ebu Bekir (r.) kızı
    Esma’yı annesi Safiye ile birlikte birkaç aydan beri Me­dine’de olan Zübeyr’le
    evlendirdi. Ebu Bekir’in kız kar­deşi Kureybe, yaşlı ve kör olan babaları Ebu
    Kuhafe’ye bakmak için Mekke’de kalmıştı. Kureybe’nin aksine, ba­bası henüz
    müslüman olmamıştı.

    Peygamber <s.a.v.)
    Zeyd’in Ümmü Eymen (r.)’den baş­ka, kendi yaşında ikinci bir eş almasını uygun
    gördü ve Cahş’m oğlu Abdullah’tan güzel kızı ZeynebU istedi. İlk önceleri
    Zeynep İsteksizdi, bunun için bir sürü geçerli ne­deni de vardı. Zeyneb bir
    Kureyş’Uydİ, Fakat bu sebebi öne sürmesi inandırıcı olmadı. îki taraftan» saf
    Kureysli olan annesi Umeyme, Esed’ii bir adamla evlenmişti, Zeyd’in Kureyş
    kabilesine evlat edinildiği hesaba katılmazsa, onun ailesinin kabileler: olan
    Beni Kalk ve Beni Tayy, Beni Esed’e göre daha aşağı bir statüdeydi. Zeynep,
    Zeyd’le evlenme­sini Peygamber (s.a.v.)’in istediğini anlayınca, razı oldu, ve
    evlilik meydana geldi. O sıralarda kardeşi Hamne de Mus’ab’la evlenmişti.
    Bundan kısa bir süre sonra Zeyneb’in annesi Umeyme Medine’ye geldi ve Peygamber
    (s.a.v.)’e biat etti.

    Peygamber (s.a.v.) ve
    kızları, Şevde ile birlikte yeni yapılan evde oturmaya başladılar. Bundan bir
    ya da iki ay sonra Aişe’rdn de artık evlenmesi gerektiği kararına vardılar. O
    sıralarda Aişe (r.), güzelliği göze çarpan do­kuz yaşlarında bir çocuktu.
    Güzelliği anne ve babasından kaynaklanıyordu. Kureyşliler babasına, yüzü güzel
    oldu­ğu için Atik derlerdi[1].
    Annesi hakkında ise Peygamber (s.a.v.) şöyle derdi: «Kim Cennet’teki büyük
    gözlü Huri kızlarım görmek isterse, Ümmü Rûmân (r.)’a baksın.*[2]
    Peygamber (s.a.v.) uzun süreden beri Aişe’ye çok yakın­dı. Aişe (r.), Peygamber
    (s.a.v.}’le babasının Medine’ye hic­ret edip, kendisinin annesi ile birlikte
    Mekke’de kaldığı birkaç ay dışında, onu hergün görmeye alışmıştı. Küçük ya­şından
    beri O, anne ve babasının Muhammed (s.a.v.)’e, hiç kimseye göstermedikleri
    sevgi ve saygıyı gösterdiklerini farkediyordu. Ona bunun nedenleri de
    anlatılmıştı: O, Al­lah’ın Basulü idi, düzenli olarak Cebrail’le ilişki
    içindeydi ve O, semaya yükselip tekrar yeryüzüne döndüğü için in sanlar
    arasında seçkin bir adamdı. Onun görünüşü bile bu yükselişi gösteriyor ve
    Cennet zevklerinden birşeyler İletiyordu.’ Onun mucize dokunuşunda bu zevk elle
    tutu­lur hale geliyordu. Herkes sıcaktan bayılırken onun elleri «kardan daha
    serin ve miskten daha güzel kokulu»[3] o1
    yordu. Bunun  yanısıra O,  sanki 
    ölümsüzmüş gibi  yaşını göstermezdi.
    Gözleri parlaklığından birşey kaybetmemişti. Siyah saçları ve sakalı hâlâ
    gençliğin izini taşıyordu. Be­deni ise, Fil Yılından sonra geçen elli üç yıjın.
    sadece yarı­sını yaşamış bir adam olduğunu gösterecek kadar zinde görünüyordu.

    Düğün için bir takım
    hazırlıklar yapıldı. Fakat bun­lar, Aişe’ye eşsiz ve büyük bir an yaşadığını
    hissettirecek denli büyük değildi. Evden ayrılmasından kısa bir süre önce Aişe
    bahçeye kaçmış ve bir arkadaşıyla oynamaya dalmıştı. Kendisi bu olayı şöyle
    anlatıyor: «Bir tahtere­vallinin üzerinde oynuyordum, uzun saçlarım darmadağı­nık
    olmuştu. Geldiler, beni alıp götürdüler ve hazırladı­lar.»[4].

    Ebu Bekir (r.),
    Bahreyn’den kırmızı, ince çizgili bir kumaş almışta. Bundan Aişe (r.)’ye düğün
    elbisesi diktiler. Bu elbiseyi giydirdiler, annesi onu elinden tutup, dışında
    Ensar’dan bazı kadınların beklediği yeni evine götürdü. Onu şöyle selamladılar:
    Mutluluk ve iyilik dileğiyle -her şey iyi olsun». Daha sonra onu Peygamber
    .(s.a.v.)’İn ya­nma götürdüler. Kadınlar onun saçlarını tarayıp, takılar­la
    süslerken, Peygamber (s.a.v.) ayakta onları gülümseye­rek seyretti. Diğer düğünlerinin
    aksine bu düğünde yemek vermedi. Tören mümkün olduğu kadar sadeydi. Bir kâse
    süt getirilmişti. Peygamber (s.a,v.) kendisi içtikten sonra Kaseyi Aişe’ye
    uzattı. O, utanarak reddetti, fakat Peygamber (s.a.v.) ısrar edince İçti ve
    kaseyi yanında otu­ran kardeşi Esma’ya uzattı. Orada bulunanların hepsi de
    sütten içtiler. Daha sonra, gelin ve damadı yalnız bırakarak hepsi evlerine’
    gittiler.

    Son üç yıl boyunca,
    Aişe’nin arkadaşlarının gelip Ebu Bekir’in avlusunda oynamadıkları çok az gün
    vardı. Aişe (r.)’nin Peygamber (s.a.v.)’in evine taşınması bu durumu
    değiştirmedi. Artık arkadaşları hergün onu yeni evinde zi­yaret ediyorlardı.
    Bunlardan bir kısmı kendisi gibi aile­siyle Mekke’de hicret edenler, bir kısmı
    ise Medine’de edindiği yeni arkadaşlardan oluşuyordu. Aişe CrJ şöyle anla­tıyor:
    «Ben, arkadaşlarımla beraber bebeklerimle oynar­dım. O sırada Peygamber
    Cs.a.v.) gelirdi. Onu görünce ar­kadaşlarım kaçışırlardı. Fakat Peygamber
    (s.a.v.} onları, ben onlarla beraber olmak istediğim için geri getirirdi.»[5].
    Bazen onlar kaçmaya fırsat bulamadan: «Olduğunuz yer­de kalın.»” derdi.
    Çocukları sevdiği ve kızlarıyla oynama­ya alışık olduğu için bazan onlara
    katılıp birlikte oyun oy­nardı. Oyuncakların ve bebeklerin bir çok rolleri
    vardı. Aişe fr.) şöyle diyor: «Bir gün ben oyuncaklarımla oynarken Peygamber
    (s.a.v.) içeri girdi ve: «Ey Aişe, bu hangi oyun?» dedi. Ben: «Süleyman’ın atları»
    dedim. O da bana güldü.»[6] Fakat
    bazen geldiğinde onları rahatsız etmenıpk için cübbesine bürünür beklerdi.

    Aişe (rj’nin yaşamının
    üzücü bir yanı da vardı. Yesrib, tüm Arabistan’da, belli bir mevsimde -yayılan
    ateşli humma hastalığıyla tanınırdı. Bu, Özellikle vakaya yaban­cı olanları
    yakalayan bir hastalıktı. Peygamber (s.a.v.) hum­maya yakalanmamıştı, fakat
    onun en yakın arkadaşlar: -Ebu Bekir, azatlısı Amir (r.) ve Bilal ( hummaya tu­tulmuşlardı.
    Bir sabah Aişe babasını ziyarete gitti ve uç adamı yan baygın halde yatarken
    bulunca dehşete kapıl­dı. «Babacığım, nasılsın?» diye sordu. Fakat babası ceva­bını
    dokuz yaşındaki bir kızın anlayabileceği seviyeye in-diremeyecek derecede
    hastaydı. Bu yüzden iki mısrahk bir şiirle cevap verdi:

    «Herkes her sabah
    akrabalarına iyi günler diler,

    Ve ölüm onun
    ayakkabısının bağından daha yakındır».

    Aişe babasının
    sayıkladığını zannetti ve Amir’e döndü. Ölmese de ölüme çok yaklaşan Amir de
    ona şiirle cevap verdi. O sırada Bilal hummadan kurtulmuştu, fakat hiçbir şey
    yapacak gücü olmadığı için evin avlusunda yatıyor-

    Buna rağmen, konuşacak
    kadar gücü vardı, şu sözleri söyledi:

    «Ah, geceleyin bir
    daha uyuyabilecek iniyim?

    Mekke dışında yetişen
    sümbül ve kekiklerin arasında?

    Mecenne[7]
    sularından bir daha içip,

    Şâme ve Tafîl[8] bir
    daha görebilecek miyim?”

    Aişe çek üzgün bir
    şekilde eve döndü. «Ateşten, akıl­lan başlarından gitmiş bir halde
    sayıklıyorlar» dedi. Pey­gamber (s.a.v.î, Aişe, anlamasa da çocuk hafızasıyla
    on­ların söylediklerini kelimesi kelimesine tekrarlayınca ikna oldu. Ve şöyle
    dua etti: «Allah’ım, Mekke’yi bize sevgili kıldığın gibi,. Medine’yi de bize
    sevgili kıl, hatta daha da sevgili. Bize suyunu ve ekinlerini ver ve hummayı
    bura­dan Mahya’ah[9] kadar uzaklaştır»[10]
    Allah onun duasını kabul etti.

     

     



    [1] I. H. 161,

    [2] I. S. VII, 202.

    [3] B.fXr, 2

    [4] i. s. vm, 40-1.

    [5] A.g.e., 41.

    [6] A.g.e., 42

     

    [7] Mekke’ye yakın bir yerin ad.

    [8] Mekke’de 2 tepe,

    [9] Medine’nin yedi günlük deve yolu güneyinde bir yer.

    [10] 1.1. 414.

     

  • Ahenk Ve Uyuşmazlık Hz. Muhammedin Hayatı

     

    39.    AHENK
    VE UYUŞMAZLIK

     

    Peygamber (s.a.v.)
    yeni aldığı bahçeye bir cami yapıl­masını istedi.. Kuba’daki gibi hemen yapıma
    başladılar. Binanın çoğunu briketlerden yaptılar, fakat kuzeydeki du­varın,
    yani Kudüs’e yönelik olan duvarın ortasındaki na­maz kılınan oyuğun iki
    tarafına taş koydular. Bahçedeki hurmaları kestiler ve kerestelerini, hurma
    dallarından olu­şan çatıya destek yapmakta kullandılar. Bahçenin hepsinin
    üstünü kapatmadılar, büyük bir kısmı çatısızdı.

    Peygamber Cs.a.v.)
    Medine’li müslümanîara yardımcı­lar anlamına gelen Ensar, kendi yurdunu bırakıp
    vadiye göç eden Kureyşlilere ve diğer kabilelerden müslümanîara da, göç edenler
    anlamına gelen Muhacir adını verdi. Pey­gamber (s.a.v.) de dahil hepsi yapımda
    çalıştılar. Çalış­tıkları sırada sürekli şu beyiti tekrarlıyorlardı:

    «Alah’ım, Ahiret
    gününden ‘başka iyi gün yoktur.

    Ensar ve Muhacirine
    yardım et».

    Veya:

    «Ahiret yurdundan
    başka gerçek hayat yoktur

    Allah’ım, Ensar ve
    Muhacirine merhamet et».

    Bu iki grubun bir
    üçüncü ile güçlendirileceği ümit edi­liyordu. Sonunda Peygamber (s.a.v,),
    Yahudilerle müslü-manlar arasında, iki grubu bir toplum haline getiren, fa­kat
    dinlerinde serbest bırakan karşılıklı bir anlaşma, imzaladı. Müslümanlar ve
    yahudiler eşit statülere sahip ola­caklardı. Eğer bir Yahudiye zarar verilirse,
    ona hem müslûmanlar hem de yahudiler yardım edecekti. Aynı durum bir müslüman
    için de sözkonusuydu. Putperestlere karşı bir tek topluluk olarak savaşacaklar
    ve ne müslümanlar ne de yahudiler birbirlerinden ayrı banş yapamayacaklar­dı.
    Eğer görüş farklılıkları, tartışmalar, anlaşmazlıklar or­taya çakarsa bu mesele
    Resulullah s.a.v.) aracılığıyla Allah’a götürülecekti. Bununla birlikte,
    anlaşma metninde Muhammed (s.a.v.)’e hep Allah’ın Rasulü olarak değinilmeşine
    rağmen, yahudilerin normal olarak onun Allah’ın elçisi olduğunu kabul etmek
    zorunda olduklarını ifade eden bir madde yoktu.

    Yahudiler bu anlaşmayı
    politik nedenlerden ötürü  kabul
    etmişlerdi. Peygamber (s.a.v.) Medine’nin en güçlü ada­mı olmuştu ve gücü daha
    da artacağa benziyordu. Kabui etmekten başka seçenekleri yoktu; fakat yine de
    araların­dan çok azı Allah’ın yahudi olmayan bir peygamber gön­dereceğine
    inanıyordu, ilk önceleri dışa karşı samimî gö­rünüyorlardı. Buna rağmen kendi
    seçilmiş topluluklarının üstünlüğünün bilincindeydiler ve bu konuyu kendi arala­rında
    konuşuyorlardı. Yeni dine karşı şüpheli tavırlarını gizli tutmalarına rağmen,
    bu tavrı vahyin ilahî kaynağın­dan şüphe duyan Araplarla paylaşmaya hazırdılar.

    İslam, Evs ve Hazreç
    kabilelerinde hızla yayılmaya de­vam etti. Bazı mü’minler artık vadiye,
    yahudilerin de an­laşmaya katılmasıyla ahenkli bir bütün olarak bakıyor­lardı.
    Fakat vahy onları gizli uyuşmazlık ve ihanetlere kar­şı uyarmaya başladı. Bu
    sıralarda, Kur’an’m en uzun sû­resi olan ve Fatiha’dan sonra ikinci sırayı alan
    Bakara sü­resi indirilmeye başlandı. Sûre doğru yolda olanların ta­nımlanmasıyla
    başlıyordu:

    «Elif, Lâm, Mim. Bu
    kendisinde şüphe olmayan, ntuttakiter (Allah’tan korkup sokmanlar) içinde kılavuz
    olan bir kitaptır. Ki otar, gayba inanırlar, namazt dosdoğru kılarlar ve
    kendilerine olarak perdfkterimizden infak ederler. Ve (yine) onlar, şarta
    indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de ke­sin
    bilgiyle inanırlar, işte bunlar, Rablerinden olan bir hidayet üzcredirler ve
    kurtuluşa erenler de bunlardır».          
    (Bakara: 2-5).

    Bunun arkasından
    Hakk’a karşı kör ve sağır olan müş­rikleri tanımladıktan sonra üçüncü bir grup
    insandan bahsediliyordu :

    «insanlardan öyleleri
    vardır fet: ‘Biz Allah’a ve Ahiret gönüne intan ettik’ derler, oysa onlar
    inanmış değildirler… îman edenlerle karşılaştıkları zaman ? «İman ettik»
    derler. Şeytanlartyla haşhaşa kaldıklarında ise, derler kî: «Kuşku yok, sizinle
    beraberiz. Biz (on­larla) yalnızca alay edicileriz». (Bakara: 8, 14).

    Bunlar Evs ve Hazreç’ten
    çeşitli samimiyetsizlik derece­sinde şüpheciler, kararsızlar ve ikiyüzlüler
    (münafıklar) idi. Onların şeytanları ise, onlardaki bu şüphe tohumunu sürekli
    besleyen inkarcılardı. Peygamber (s.a.v.) burada, Mekke’de hiç bir zaman
    karşılaşmadığı bir olaya karşı uyarılıyordu. Orada müslüman olanların
    samimiyetinden hiçbir zaman şüphe edilemezdi. Yeni dine girmelerinin se­bebi
    sadece inanmaları ve samimiyetleriydi; çünkü yeni dine giriş dünyevi hayatla
    ilgili insana birşeyler kazan­dırmıyor, belki de kayıplara uğratıyordu. Fakat
    şimdi, Me­dine’de yeni dine girmenin sağlayacağı dünyevi yararlar vardı, hem de
    bu yararlar sürekli artış yolundaydı. Müs­lüman safları arasında hiçbir
    ikiyüzlünün bulunmadığı o günler artık geride kalmıştı.

    Ayette değinilen
    şeytanlardan bazıları yahudilerdi. Yi­ne aynı sûrede şöyle deniyordu:

    «Kitap (İncil)
    ehlinden çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra,
    nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayt, ima­nınızdan sonra sizi küfre
    döndürmek arzusunu duydular». (Baka­ra : 109).

    Yahudiler Peygamber
    ts.a.v.)’in gelişini ruhi ve ma­nevi aydınlanma için değil, Yesrib’de daha önce
    sahip oldukları üstünlüğü tekrar ele geçirmek için sabırsızlıkla bekliyorlardı.
    Fakat onların ümitlerinin tersine, gelen pey­gamber, İshak’in değil, İsmail’in
    soyundandı. Bir Allah’a inanan bu peygamberin başarıları, ilahî kaynaktan
    destek gördüğünü gösterecek şekilde çoğalıyordu. Yahudiler, onun gerçekten hak
    Peygamber olmasından korktular ve bu yüz­den, onun gönderildiği topluluğa karşı
    kıskançlık duyma­ya başladılar. Bununla birlikte yine de onun gerçek Pey­gamber
    olmadığına kendi kendilerini ikna -ediyorlar ve başkalarına da onun semavî bir
    elçi’nin Özelliklerini ta­şımadığım söylüyorlardı; «Muhammed (s.a.vj kendisine
    gökten haber indirildiğini iddia ediyor, halbuki O daha devesinin nerde
    olduğunu bilmiyor». Peygamber fs.a.vJ’in devesinin kaybolduğu bir gün-bir
    yahudi bdyle demişti. Peygamber (s.a.v.) bunu duyunca şöyle dedi; «Ben ancak
    Allah’ın bana bildirdiklerini bilirim. Şimdi O, bana göster­di: deve size
    söylediğim gibi yuları ağaca bağlı duru­yor.»[1].
    Ensar’dan bir grup adam gittiler ve deveyi onun söylediği yerde buldular.

    Yahudilerin çoğu ilk
    önceleri vadide iç savaşın sona ermesine neden olan bu birliğe sevinmişlerdi.
    Bununla bir­likte vadide çatışma olmasından onların daha büyük çı­karları
    oluyordu. Araplar arası bir çatışma, Arap olma­yanların değerini artırıyordu,
    çünkü onlara müttefik ola­rak ihtiyaç duyuluyordu. Evs’le Hazreç’in birleşmesi
    bir taraftan Ye”srib Araplanna büyük bir güç vermiş, diğer ta­raftan bu
    tür müttefiklere duyulan ihtiyacı da ortadan kal­dırmıştı. Anlaşmaya giren
    yahudilerin de bu güçten pay­lan olacaktı. Fakat bu, aynı zamanda, vadi
    ..dışındaki Arap­lara karşı açılan savaşta onlara zorunluluklar yükleyen bir
    anlaşma idi. Henüz denemedikleri bu yerii yaşamda, on­lar için daha başka
    tehlikeler de ortaya çıkarabilirdi. Oy­sa eski yaşamlarına alışmışlardı, bu
    yüzden çoğu tekrar eski yaşamlarına dönmek istediler. Beni Kaynuka’li, Evs’le
    Hazreç arasındaki anlaşmazlığı körüklemede usta bir po­litikacı olan yaşlı bir
    yahudi, bu iki kabilenin birleşmesine çok kızmıştı. Bu yüzden sesi güzel olan
    bir gence, Ensar toplu halde otururken, yanlarına gidip bir önceki İç sa­vaştan
    (Buas) önce ve sonra, iki tarafın karşılıklı birbir­lerini suçlama ve aşağılama
    için yazdığı şiirlerden bölüm­ler okumasını söyledi. Genç söylenenleri aynen
    yaptı ve orada bulunanların hepsini geçmişe aktaran, büyük bir il­gi topladı.
    Evs’liler kendi şiirlerini, Hazreçliler de kendi şiirlerini alkışladılar; daha
    sonra bu iki taraf birbirine ba­ğırmaya, hakaret etmeye başladı. Sonunda:
    «Silahlanan! Silahlanın!» sesleri yükseldi. Kayalıklara gidip tekrar sa­vaşmak
    için yola çıktılar. Bu haberler Peygamber (s.a.v.î’e ulaştığında Peygamber
    (s.a.v.) bütün muhacirleri topladı ve aceleyle çatışma yerine gitti: «Ey
    müslürnanlar!» dedi ve sonra iki kez: «Allah, Allah” dedi. «Cahiliye
    devrinde­ki gibi mi davranacaksınız?» diye devam etti, «Aranızda ol­mama,
    Allah’ın sizi doğru yola ulaştırıp şereflendirmiş, böylece sizi putperest
    adetlerden, küfürden korumuş ve kainlerinizi birleştirmiş olmasına rağmen hâlâ
    bunu mu yapıyorsunuz?» Ensar, hata ettiklerini ve yoldan çıktıkla­rını kabul
    ettiler. Ağlayarak birbirleriyle-kucaklaştılar ve Peygamber (s.a.v.)’le
    birlikte, onun sözlerini dinlemek ve itaat etmek üzere Medine’ye döndüler[2].

    Mü’minler topluluğunu
    daha çok birbirine bağlamak istediği için Peygamber (s.a.v.), Ensar İle
    Muhacirler ara­sında kardeşlik kurumunu ortaya koydu. Böylece Ensar’-dan
    herbiri, kendisine diğer Ensar’m tümünden daha ya­kın bir Muhacir kardeşe,
    Muhacirlerden her biri de ken­disine diğer Muhacirlerin tümünden daha yakın bir
    Ensar kardeşe sahip oluyordu. Fakat Peygamber {s.a.v.) kendi­sini ve ailesini
    bundan ayrı tuttu, çünkü Ensar’dan birini diğerine tercih edip kendisine kardeş
    seçmek çok zor bir iti. Bu yüzden Ali Cr.) ‘nin elini tuttu ve: «Bu benim kar­deşimdir»
    dedi. Hamza <r.) ile de Zeyd (r.)’i kardeş yaptı.

    İslâm’ın en büyük
    düşmanlarından ikisi, babaları tara­fından biri Hazreç’li, biri Evs’li anne
    tarafından ise kuzen

    olan ve kabilelerinde
    büyük nüfuza sahip olan iki adamdı. Evs’li Ebu Amir’e, tüy bir elbise giydiği
    ve ara-sira inziva­ya çekildiği için bazan «Rahip» derlerdi. Ebu Amir, İbra­him’in
    dinine bağlı olduğunu söylerdi; bu şekilde Yesribler arasında prestij ve dinî
    otorite kazanmıştı. Peygam­ber (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde, Ebu Amir ona
    gitmiş ve yeni dinle ilgili sorular sormuştu. Peygamber (s.a.v.) ona bu vahyin,
    İbrahim’in dininin (Bakara: 135) devamı oldu­ğunu anlatan bir âyetle cevap
    verdi. Ebu Amir: «Fakat ben o dine bağlıyım» dedi ve inkârda direnerek, Peygam­ber
    (s.a.v.)’i İbrahim’in dinini yalanladığını ve bozduğu­nu iddia ederek suçladı.
    Peygamber (s.a.v.) : «Hayır, ben onu bozmadım, temiz ve pak olarak getirdim»
    dedi. Ebu Amir: «Allah yalancıyı yalnız bir sürgün olarak öldürsün» dedi. Buna
    karşı Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi; -öy­le olsun! Allah O söylediğini
    yalancının üzerine döndür­sün»[3]

    Ebu Amir daha sonra
    otoritesinin gittikçe azaldığını farketti. Oğlu Hanzala’nın da müslüman olup,
    Peygamber (s.a.v.)’e bağlanmasıyla prestiji daha da azaldı. Bundan, kı­sa bir
    süre sonra, zaten çok az olan -on kişi- adamlarını toplayıp Mekke’ye gitti. Bu
    onun kendi kendine uyguladığı sürgünün başlangıcıydı.

    Onun kuzeni olan
    Hazreç’li Abdulah İbn Ubey de, Pey­gamber (s.a.v.)’in gelişine sevinmemişti.
    Onun gelişiyle Ab­dulah fbn Ubey’in politik otoritesi sarsıldı; oğlu Abdullah
    ve kızı Cemile’nin de Peygamber (s.a.v.)’e tabi olduğunu görünce daha çok
    sinirlendi. Fakat Ebu Amir’in aksine İbn Ubey, yeni gelen adamın etkisinin er
    geç söneceğini dü­şünerek bekliyordu. O sırada uyguladığı politika karşı çık­mamaktı,
    fakat bazen buna rağmen duygularını ele veri­yordu.

    Hazreç’in ileri
    gelenlerinden biri olan Sa’d İbn Muaz (r.)’ın hastalanması üzerine Peygamber
    (s.a.v.) onu ziya­rete gitmişti. Vadideki bütün zengin adamlar evlerini kale şeklinde
    yaparlardı. Peygamber (s.a.v.) Sa’d’ı ziyarete gi­derken, bahçe duvarının
    önünde çevresinde diğer Hazreç-lilerle oturan Abdullah tbn Ubey’in evinin
    (Muzahem) önünden geçiyordu. Bahçe duvarının dışında bineğinden indi ve ona
    selam verdikten sonra    aralarında         biraz oturup onlara Kur’an okumak ve
    İslam’ı anlatmak istedi. Fakat tam anlatmaya başlayacağı sırada Abdullah îbn
    Ubey ona döndü ve şöyle dedi: «Senin anlatacakların ger­çekse, hiçbir şey
    onlardan daha iyi olamaz. O halde evde, kendi evinde otur. Sana gelenlere
    anlat. Fakâtt sana gel­meyeni konuşmalarınla rahatsız etme ve istemediği halde
    topluluğuna girme». «Hayır» dedi bir ses, «bize onu anlat, topluluklarımıza,
    mahallelerimize ve evlerimize gir. Çün­kü biz onu seviyoruz, Allah bize
    merhamet etti ve bizi doğ­ru yola ulaşıtrdı». Konuşan Abdullah Îbn Ubey’in her
    za­man için kendisine güvenebileceğini düşündüğü bir adam olan Abdullah îbn
    Revaha idi. Hayal kırıklığına uğrayan lider tîbn Ubey), suratını asarak,
    arkadaşları tarafından terkedilen bir adamın yenilmeye mahkûm olduğunu anla­tan
    bir beyit okudu. Artık karşı koymanın anlamsız oldu­ğunu anlamıştı. Peygamber
    (s.a.v.) ise Abdullah’ın tamir edici çabalarına rağmen çok üzgün bir şekilde
    yoluna de­vam etti. Hasta adamın evine vardığında reddedilmenin üzüntü izleri
    hâlâ yüzünden okunuyordu. Sa’d hemen onu üzen meselenin ne olduğunu sordu.
    Peygamber (s.a.v.) Ab­dullah îbn Ubey’in küfrünün üzülmesine sebep olduğunu
    söylediğinde Sa’d: «Ey Allah’ın Rasulü, ona nazik davran, çünkü Allah seni bize
    verene delç biz ona taç giydirip, onu kral yapmayı tasarlıyorduk. Şimdi o kendi
    krallığını se­nin çaldığını sanıyor» dedi.

    Peygamber (s.a.v.) bu
    sözleri hiç unutmadı, îbn Ubey’e gelince O, bir zamanlar çok büyük olan
    prestijinin gün geçtikçe azaldığını ve İslam’a girmezse tamamen yok ola­cağını
    anladı. Diğer taraftan islam’ı sözde kabul etmiş görünmesi onun otoritesini
    güçlendirirdi; çünkü Araplar, büyük bir sebep olmadıkça eski anlaşma bağlarını
    kopar­ın azlardı. Bu yüzden kısa bir süre  
    sonra  islam’a   girdi.

    Normal olarak
    Peygamber Cs.a.v.)*e Mat etmesine ve na­mazlara devam etmesine rağmen,
    mü’minler ondan hiçbir zaman emin olmadılar. Şüphe duydukları başka kişiler de
    vardı, fakat İbn Ubey farklı biriydi. Onun etkisiyle sami­mî olmaksızın yeni
    dine girdiğini açıklayan grup gittikçe artıyor, bu da onun tehlikesini
    artırıyordu.

    Caminin henüz yapım
    halinde olduğu ilk aylardan bi­rinde cemaat büyük bir kayıpla karşılaştı:
    Vadide Peygam­ber (s.a.vj’e ilk biat eden adam olan Es’ad Ölmüştü. O, iki Akabe
    biati arasında Mus’ab’a ev sahipliği yapmışta Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi:
    «Yahudiler ve Arap ikiyüz­lüler benim hakkımda şöyle diyecekler: ‘Eğer o
    gerçekten peygamber olsaydı arkadaşı ölmezdi. Halbuki ben Allah’­ın isteği
    dışında ne kendime, ne de arkadaşım için birşey dileyemem».

    Belki de Esad’m cenaze
    töreninde Selman’la Peygam­ber (s.a.v.) ikinci defa karşılaştılar, çünkü
    sonraki yıllar­da Selman bu olayı şöyle anlatıyor  «Allah’ın Rasulü, Ba­ki El-Garkad’da[4] iken
    yanma gittim; orada bir arkadaşının tabutu başındaydı». Selman Peygamber
    (s.a.v.)’in oraya ge­leceğini biliyordu, bu yüzden zamanında oraya ulaşabil­mek
    için işini bıraktı ve Peygamber (s.a.v.)’i Ensar ve Mu­hacirlerden bir grupla
    oturur buldu. Onu selamladım» de­di Selman, «daha sonra Peygamberlik mührünü
    görme ümidiyle arkasına dolandım. Benim isteğimi anladı. Cüb-besini sıyırarak
    sırtını açtı. Hocamın -bana anlattığı şekil­de mührü gördüm. Eğildim, mührü
    Öptüm ve ağladım. Son­ra Peygamber (s.a.v.) bana yanma gelmemi söyledi. Önü­ne
    oturdum, ve başımdan geçenleri anlattım. Hikâyemi ar­kadaşlarının da
    dinlemesini istedi. Daha sonra müslüman oldum.»[5]
    Selman bir köle olduğu için Beni Kuray’zalılar arasında yaşıyor ve çok sıkı
    .çalıştırılıyordu. Bu yüzden, bu olaydan sonraki dört yıl boyunca müslümanlarla
    çok az ilişki kurabildi.

    Ehli Kitap’tan İslama
    giren diğer bir adam da Beni Kaynuka’mn dini lideri Hüseyin İbn Selâm idi.-îbn
    Selâm (r.) gizlice Peygamber (s.a.v.)’e gelmiş ve biat etmişti. Bu­nun üzerine
    Peygamber (s.a.v.) ona Abdullah ismini ver­mişti. Abdullah, halkının kendisinin
    müslüman olduğunu duymadan önce, onlara kendi konumu hakkında sorular
    sorulmasını önerdi. Peygamber (s.a.v.) onun evine gitti ve Beni Kaynuka’mn
    ileri gelenlerini eve çağırdı. Onlara İbn Selâm’m onlar arasındaki konumunu
    sordu. Beni Kaynu-kalılar: «O bizim başkanımız ve başkanımızın oğlu; o bi­zim
    hahamımız ve en bilgili adamımızdır» diye cevap ver­diler. Abdullah ortaya çıktı
    ve onlara: «Ey Yahudiler, Allah’tan korkun ve O’nun size gönderdiği şeyi kabul
    edin Çünkü siz bu adamın Allah’ın Rasulü olduğunu biliyor­sunuz» dedi. Daha
    sonra kendisinin ve ailesinin Müslü­man olduğunu açıkladı. Bunun üzerine halk,
    o.nun, daha önce tasdikledikleri konumunu reddettiler.

    îslâm, artık vahada
    tüm teşkilatıyla yerleşmişti. Vahy zekât vermeyi, Ramazan ayında oruç tutmayı
    farz kılmış, helâller ve haramları belirlemişti. Günde beş vakit namaz cemaatle
    kılmıyordu. Her namaz vakti müslümanlar yap­tıkları mescidin önünde
    toplanıyorlardı. Herkes namaz vaktini gökte güneşin konumuna, onun doğu
    ufkundaki ilk ışıklarına veya batıda güneşin batış şekline göre belirliyordu.
    Fakat kişiler farklı farklı vakitler belirleyebiliyor-du. Bu yüzden Peygamber
    (s.a.v,), namaz vakti geldiğinde müslümanları namaza çağıracak bir alete
    ihtiyaç duydu. İlk anda aklına yahudilerin borusu gibi boru öttürecek bir adam
    tayin etmek geldi. Sonradan fikrini değiştirdi ve o zamanki Hristiyanların
    kullandığı nakus adı verilen tah­ta çan kullanmaya karar verdi. Fakat bu iki
    aleti de hiç bir zaman kullanmadılar. Çünkü, İkinci Akabe’de biat eden bir
    Hazreç’Ii Abdullah îbn Zeyd (r.), bir rüya görmüş ve onu ertesi gün Peygamber
    (s.a.v.)’e anlatmıştı: «Üstünde iki parça kumaştan yeşil elbiseli bir adam
    yanımdan geç­ti, elinde bir nakus vardı. Ben: «Ey Allah’ın kulu, o naku-su bana
    satar mısın?» dedim. ‘Onunla ne yapacaksın?’ diye sordu. ‘Onunla insanları
    namaza çağıracağız?’ dedim. ‘Sana bundan daha iyi bir yol göstereyim mi?’ Ben:
    «Ne­dir o yol?» diye sordum. Adam: Allahu Ekber, Allah Bü­yüktür, demelisin’
    dedi. Ve bu ibareyi dört kez tekrarla­dı. Sonra ikişer kere de aşağıdakileri
    okudu: «Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim, Muhammed’in Al­lah’ın
    Basulü olduğuna şehadet ederim, Haydi namaza. Haydi kurtuluşa, Allah Büyüktür’.
    Daha sonra bir kez Al­lah’tan başka gühah yoktur» dedi».

    Peygamber (s.a.v.)
    bunun hak bir rüya olduğunu söy­ledi. Abdullah îbn Zeyd (r.)’den, sesi çok
    güzel olan Bi­lal (t.)’e rüyasında duyduğu sözlerin aynısını öğretmesini
    istedi. Camiye yakın en yüksek evlerden biri Neccar ka­bilesinden bir düğünde
    ellerini yukarı kaldırır ve şöy­le dua*ederdi: Allah’ım, Sana hamdediyorum ve
    Kureyş’m müslüman olması için senden onlara yardım etmen; isti­yorum. Daha
    sonra ayağa kalkar ve ezan okurdu. kadına aitti. Bilâl fr.) oraya her gün
    şafaK-tan önce gelir ve şafağın ilk ışıklarını beklerdi. Doğuda ilk solgun
    ışığı gör

     

     



    [1]  1.1. 361.

     

    [2] 1.1. 386.

    [3] 1.1.411-12

     

     

    [4] Medine’nin güney-doğu köşesindeki mezarlık.

    [5] 1.1. 141.

     

  • Medine’ye Giriş Hz. Muhammedin Hayatı

    38.  
    Medine’ye Giriş

     

    Peygamber, vahaya 27
    Eylül (M.S.) 622, Pazartesi gü­nü vardı. Medine’lilerin Peygamber (s.a.v.)
    Küba’ya geldi­ği için sabırsızlandıkları haberi geldi. Bu yüzden Peygam­ber
    (s.a.v.) Küba’da üç gün kaldı. Ve ayrılmadan önce İs­lam’ın İlk camisinin
    temelini attı. Cuma sabahı Küba’dan ayrıldı; o ve arkadaşları, onları bekleyen
    Hazreç’li Beni Salim kabilesiyle namaz kılmak için Ramına ovasında dur­dular.
    Bu, o zamandan itibaren yurdu olacak olan ülkede ilk kılınan Cuma namazıydı.
    Beni en-Neccar’dan bir grup akrabası onu karşılamaya gelmişlerdi, bazı
    Kuba’lılar ise onu geçirmek için yola çıkmışlardı. Cuma namazını kılan­ların
    toplamı bunlarla birlikte yüzü buluyordu. Namazdan sonra Peygamber (s.a.v.)
    Kesva’ya bindi, Ebu Bekir (r.J ve diğer Kureyş]iler de develerine bindiler ve
    Medine’ye doğru yola çıktılar. Sağlarında ve sollarında, şeref koru­yucuları
    olarak ve verdikleri koruma sözünün boş olma­dığım göstermeH istercesine Evs’li
    ve Hazreç’li adamlar kılıçlarını çekmiş bir şekilde ilerliyorlardı. Bu kadar
    coş­ku dolu bir gün daha görmemişlerdi: «Allah’ın Rasulü gel­di! Allah’ın
    Rasulü geldi!», müjdesi, yolu kaplayan kadın­ların, çocukların ve erkeklerin
    ağzında tekrarlanıyordu. Kesva, Medine’nin güneyindeki hurma ağaçlan ve bahçe­ler
    arasından geçerken adımlarım yavaşlattı. Evler henüz çok az ve birbirinden
    uzaktı; yavaş yavaş daha sık evlerin yeraldı yerleşim bölgelerine yaklaştılar,
    Her evden şu da-

    veti alıyordu: «Buraya
    buyur ey Allah’ın Rasulü, çünkü seni ve diğerlerini koruma gücüne sahibiz».
    Birçok kez adamlar, Kesva’nm ipini kendi evlerine doğru çektiler. Fa­kat
    Peygamber (s.a.v.) her seferinde onları selamlayarak: «Bırakın istediği yere
    gitsin, çünkü O Allah’ın emrindedir> diyordu.

    Bir noktada sanki
    deve. Peygamber (s.a.v.)’in en yakın akrabaları olan Hazreç’li Neccar
    kabilesinin Adiy kolunun yaşadığı evlere doğru yöneldi. Fakat, deve, Peygamber
    (s.a.v.) ‘in çocukken annesiyle birlikte kaldığı bu mahal­leden, tüm çağrılara
    rağmen geçip gitti. Peygamber (s.a.v.) bu çağrılara da aynı cevabı verdi. Artık
    Neccar’ın Benî Malik kolunun evlerine ulaşmışlardı. Birinci Akabe’den önce
    kendisine biat eden altı kişiden ikisi Es’ad ve Avf, bu kabileye mensuptu.
    Burada, Kesva yoldan döndü ve içinde hurma ağaçları ve bir yapının kalıntıları
    bulunan bir bahçeye yöneldi. Bahçenin bir ucu bir zamanlar me­zarlık olarak
    kullanılmıştı. Hurmaları kurutmak için ay­rılmış bir yer de vardı. Es’ad’ın
    mescid olarak çitle çevir­diği yere doğru ilerledi ve onun önünde çöktü. Peygam­ber
    {s.a.v.) onun yularını bıraktı, fakat inmedi, deve bir dakika sonra kalktı ve
    tembelce yürümeye başladı. Fakat fazla uzaklaşmadı, geri döndü ve daha önce
    çöktüğü ye­re gitti. Tekrar çöktü ve bu kez ayaklarını öne doğru yay­dı.
    Peygamber (s.a.v.) indi ve: «înşaallah bu evimdir» de­di[1]

    Daha sonra bu bahçenin
    sahibinin kim olduğunu sor­du. Avf’ın kardeşi Mu’az, oranın Sehl ve Süheyl
    adında iki yetime ait olduğunu söyledi. Çocuklar Es’ad’in vela­yeti
    altındaydılar. Peygamber (s.a.v.) onları getirmelerini istedi. Fakat çocuklar
    zaten oradaydılar ve hemen yanı­na gittiler. Peygamber (s.a.v.) onlara, bahçeyi
    kendisine satıp satmayacaklarını ve satarlarsa ne kadar fiyat koya­caklarını
    sordu. Onlar: «Hayır ey Allah’ın Rasulü, onu sa­na veriyoruz» dediler.
    Peygamber (s.a.v.) bunu kabul et­ti)etmedi ve Es’ad’ın yardımıyla bir fiyat
    belirledi   Bu sırada, yakında oturan Ebu
    Eyyub  Halid   (r.), 
    devenin  yukunu çözmüş ve evine
    götürmüştü. Kabileden diğerleri de gelip Peygamber   Cs.a.v.)’e 
    kendilerine misafir olması 
    için  yal vardılar; fakat
    Peygamber (s.a.v.)  onlara: «Bir adam. yu
    kuyîe beraber olmalı» cevabını verdi. Ebu Eyyub (r.) ken­di  klanından ikinci Akabe’de ilk biat eden
    adamdı   Ebu Eyyub  (r.) 
    karısı ile birlikte evinin üst katma taşındı ve alt katı Peygamber
    (s.a.v.)’e bıraktı. Es’ad da Kesva’yi yakın olan kendi bahçesine götürdü.

     



    [1] B, LXm.

     

  • Göçler Hz. Muhammedin Hayatı

     

    35. GÖÇLER

     

    Peygamber (s.a.v.),
    Mekke’deki müslümanları Yesrıb’e hicret etmeye teşvik ediyordu. Müslümanlardan
    biri, daha önce oraya hicret etmişti. Ebu Talib’in ölümü, yeğeni Ebu Seleme’nin
    koruyucusuz kalmasına neden olmuştu. Bu yüz­den Ebu Seleme, karısını ve küçük
    oğullan Seleme’yi bir deveye bindirdi ve kendisi yürüyerek Yesrib’e yola çıktı.
    Fakat Ümmü Seleme, Mahzum’un diğer kolundan, yani Beni el-Muğireden’di ve Ebu
    Cehil’in kuzeni oluyordu. Aile­sinden bazıları onları takip ettiler ve devenin
    ipini Efc Seleme’nin elinden aldılar. Ebu Seleme karşı çıkmanın an­lamsız
    olduğunu bildiği için karısına onlarla birlikte git­mesini söyledi. Daha sonra
    onu almak için bir yol bula­caktı. Fakat Mahzumlu’lann diğer kolu, yani Ebu
    Seleme’­nin akrabaları bu olayı duyunca çok kızdılar ve çocuğun kendi
    vesayetleri altında olması gerektiğini söylediler. Böy­lece tüm kabile onlara
    merhamet edip, çocuk ve annesi­ni, Ebu Seleme’ye gönderene dek ayrı kaldılar.
    Ümmü Se­leme yanında sadece Seleme ile birlikte deve ile yola çık­tı. Yaklaşık
    altı mil sonra, o zaman henüz Müslüman olma­yan, Abdu’d-Dar kabilesinden Osman
    îbn Talha ile karşı­laştılar o, yol boyunca çocukla annesine arkadaş oldu. Ebu
    Seleme’nin, Yesrib’in en güney noktasında olan ve «iki grup kaya bloğundan»
    birinin bulunduğu Küba’da olduğunu duymuşlardı. Hurma bahçelerini görünce
    Osman, Ümmü Seleme’ye : «Kocan bu şehirde, selametle git.» dedi ve kendibi
    tekrar Mekke’ye döndü. Ümmü Seleme onun bu yar­dımını hiç unutmadı ve onu
    nazikliğinden dolayı hep öv­dü.

    İkinci Akabe biatmdan
    sonra Kureyşli müslümanlar yavaş yavaş hicret etmeye başladıl u*. İlk gidenler
    arasın­da Peygamber (s.a.v.)’in kuzenlerinden bazıları, Cahş ve Umeyye’nin
    oğullan ve kızları, Abdullah, kör olan kardeşi Ebu Ahmed ve Zeyneb ile Hanne
    adında iki kızkardeşleri vardı. Onlarla birlikte, uzun yıllardan beri
    Abdu’ş-Şems’in müttefiki olan bir çok Beni Esed’li de gitti. Hamza ve Zeyd bir
    süre için eşlerini Mekke’de bırakıp gittiler. Fakat Os­man (r), Ruk iye (r.)’yi
    ve Ömer fr ) de karısı Zeyneb’i, kjzları Hafsa ir.) ve oğullan Abdullah (r)’ı
    yanma alarak gittiler. Hafsa’nın kocası Sehm kabilesinden Huneys de on­larla
    bırliktevdi. Ebu Seleme’nîn üvey kardeşi Ebu Sabra, Süheyl’in kı/ı oian karısı
    Ümmü Gülsümle birlikte git­mişti. Peygamber’in genç kuzenlerinden olan Tulayb
    ve Zübeyr de gidenler arasındaydı.

    Ebu Bekir ve Ali
    dışında tüm müslümanlar hicret edin­ce, Ebu Bekir fr.) Peygamber (s av )’den
    hicret etmek için istedi. Peygamber (s.a.v.) ona «Acele etme, belki Al­lah sana
    bir arkadaş verir» dedi. Ebu Bekir (r.), Peygam­ber Cs.a.v.) ‘i beklemesi
    gerektiğini anladı ve iki devesinin akasya yapraklanyla beslenmesi için
    adamlarına emir verdi.

    Kureyşliler hicret
    edenleri durdurabilmek ıçm ellerin­den geleni yaptılar. Süheyl’in diğer kızı
    da, daha önce Ha­beşistan’a gittiği gibi kocası Ebu Huzeyfe ile Yesrib’e git­mişti.
    Fakat Süheyl, bu kez oğlu Abdullah’ı kaçırmamak içm gözünü ondan ayırmıyordu.
    Daha önce Habeşistan’a hicret eden, Sehm’lı lider As’ın oğlu Hişam’m başına da
    aynı şey gelmişti. Kureyşliler tarafından Necaşi’yl muslu-inanlara karşı
    kışkırtmak için gönderilen adam onun üvey kardeşi Amr’di; Hişam’m teyzesinin
    oğlu Ömer, Yesrib’e birlikte gitmeyi planlamıştı. Mekke’den ayrı ayrı çıkacak­lar
    ve şehrin on mil kadar kuzeyinde Edat dikenliğinde bu­luşacaklardı. Mahzun’lu
    Ayyaş da onlarla yolculuk edecekti; fakat kararlaştırılan saatte Hişam gelmedi.
    Bunun üze­rine kararlaştırdıkları üzere Hişam’ı beklemeden, Ömer ve ailesi
    Ayyaş’la yola koyuldular. Hişam’ın babası ve kar­deşleri bu plânı öğrenmişler
    ve onu zorla Mekke’de tut­muşlardı. Ona o kadar çok işkence etmişlerdi ki,
    sonunda onu islam’dan döndüğünü açıklamaya ikna ettiler.

    Ayyaş ise Ömer’le
    birlikte Yesrib’e varmıştı. Fakat onun üvey kardeşleri Ebu Cehil ve Haris onu
    takip ettiler ve annelerinin onu görene dek saçlarını taramamaya ve güneşin
    altında oturmaya yemin ettiğini haber verdiler. Ayyaş buna çok üzüldü, fakat
    Ömer ona: «Onlar seni di­ninden döndürmekten başka birşey istemiyorlar; çünkü
    Al­lah’a andolsun ki eğer bitler anneni rahatsız ederse saçını tarar, güneş onu
    kavurmaya başladığında ise gölgeye sı­ğınır» dedi. Fakat Ayyaş dinlemiyordu;
    Mekke’ye dönüp annesinin yeminini bozması gerektiğine inanıyordu. Aynı zamanda
    Mekke’de bıraktığı parasını da almak istiyordu. Fakat Ömer (r.)’den ayrıldıktan
    kısa bir süre sonra Ebu CehiJ’ ve Haris ona saldırdılar, ellerini ve ayaklarını
    bağ­layıp şehre bir esir gibi getirdiler: «Ey Mekke’liler, bizim kendi
    akılsızlarımıza yaptığımızı, siz de kendinizinkilere yapın» diye bağırdılar.
    Hi&am gibi Ayyaş da işkence so­nucu îslam’dan döndüğünü açıkladı, fakat
    ikisi için de bu son değildi. Kısa bir süre sonra bunun affedilmeyecek bir suç
    olduğunun farkına vardılar. Ömer de aynı fikirdeydi Fakat bir süre sonra şu
    âyet ı zil oldu:

    «De ki: Ey kendi
    aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kut­larım, Allah’ın rahmetinden umut
    kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır
    esirgeyendir. Azab size gelip çatmadan evvel, Rabbİnize yönelip-dönün ve O’na
    teslim olun. Sonra size yardım da edilmez». (Zümer: 53-54).

    Ömer bu âyetleri bir
    kâğıda yazdı ve onları Hişam’a göndermenin bir yolunu buldu. Hişam şöyle dedi:
    «O ya­zı bana geldiğinde gözlerime iyice yaklaştırdım, sonra uzak-laştırdım,
    fakat ‘Allah’ım, onu anlamama yardım et’ diyene kadar ne yazdığını anlayamadım.
    Daha sonra Allah onu benim kalbime yerleştirdi ve onun bizim söyledikleri­miz
    ve bize söylenenler için nazil olduğunu anladım». Hi-şam bu âyetleri Ayyaş’a
    gösterdi, ikisi de tekrar İslam’a girdiler ve kaçmak için bir fırsat beklemeye
    başladılar.

     

  • Bîr Suikast Hz. Muhammedin Hayatı

     

    36    BÎR
    SUİKAST

     

    Hişam ve Ayyaş’m
    İslam’dan döndüklerini açıklama­ları, sürekli akan göçleri durduramadığı için
    ezilen Ku-reyş’in kazandığı küçük bir zaferdi. Artık Mekke’deki bü­yük evlerden
    bazıları sahipsizdi; diğerlerinde ise birkaç yaşlıdan başka kimse kalmamıştı.
    Sadece on yû kadar ön­ce, çok zengin ve ahenkli görünen şehri bir” tek
    adam de­ğiştirmişti. Fakat bu tür gelip geçici üzüntü ve eseflerin yanısıra
    Mekkeliler, kuzeyde, dinleriyle çatışınca hiç bir akrabalık bağını tanımayan bu
    insanların toplandığı Yes-rib’de, kendileri İçin büyük bir tehlikenin
    geliştiğinin far­kındaydılar. Peygamber Cs.a.vJ’in: «Ey KureysJiler, sizi yerle
    bir edeceğim* sözünü unutmuyor ve görünürde hiç korkulacak bir şey yokken
    korkuyorlardı. Gözlerini onun üzerinden hiç ayırmadıkları halde O, Yesrib’e
    kaçmanın bir yolunu bulmuş ve artık bu söz sadece bir tehdit olmak­tan
    çıkmıştı.

    Peygamber    (s.a.v.)’in   koruyucusu  
    Mut’îm’in    oimesı meydanı onlara
    bıraktı, meydanı daha da temizlemek için. Kureyş liderleri mecliste  toplandığında Ebu Leheb orada bulunmadı. Uzun
    tartışmalardan sonra, -bazılarının istek­siz olmasına rağmen- Ebu Cehil’in bu
    tehlikeyi kökten hal­letmek için öne sürdüğü plân kabul edildi. Her kabile, r
    lı, güvenilir ve silahlandırılmış bir genç seçecek ve bu ; çilen adamlar aynı
    anda Muhammed (s.a.v.)’e sa’dıracak-lardı. Hepsi onun kanını akıtacak, böylenB
    de hiç bir kabile tek basma cinayetten sorumlu tutulmayacaktı. Çünkü Be­ni
    Haşim, bütün Kureyşli kabilelerle uğraşamazdı, onların öne sürdüğü diyeti de
    ödeye rdi. .Böylece bütün kabi’ îeler, yaşadığı sürece kendiler: rahat
    vermeyecek olan bu adamdan kurtulacaklardı.

    Cebrail fa.s.),
    Peygamber (s.a.v.)’e gelmiş ve ne yapma­sı gerektiğini söylemişti, öğle vakti,
    ziyaret için uygun ol­mayan bu vakitte, Peygamber (s.a.v.) doğruca Ebu Bekir
    (r.)’in evine gitti. Ebu Bekir onu kapıda görür-görmez önemli bir oîay olduğunu
    anladı. Peygamber (s.a.v.) gel­diğinde, Aişe ve ablası Esma babalarının
    yanındaydılar. Peygamber ts.a.v.) : «Allah, bu şehirden ayrılıp, hicret et­mem
    için izin verdi» dedi. Ebu Bekir: «Benimle mi?» diye sordu. «Evet, seninle»
    dedi Peygamber (s.a.v.). Aişe o za­man yedi yaşındaydı. Daha sonraları şöyle
    derdi: «O güne dek, Ebu Bekir’in bu sözleri duyduğunda ağladığı gibi, bir
    kişinin sevinçten ağlayabileceğin! bilmiyordum.

    Plânlarını yaptıktan
    sonra Peygamber (s.a.v.) evine döndü ve Ali fr.)’ye Yeszib’o gideceğini, onun
    kendisin­deki emanetleri sahiplerine verinceye kadar Mekke’de kal­ması
    gerektiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) hâlâ «el-Emîn» deniyordu ve kafirler
    bile hiç kimseye güvenmedikleri mal­larını ona emanet ediyorlardı. Peygamber
    (s.a.v.), Ali’ye, Kureyşlilerin kendisine suikast hazırladıklarını Cebrail’in
    haber verdiğini de söyledi.

    Onu öldürmek için
    seçilen genç adamlar, geceleyin onun evinin dışında buluşmak üzere
    sözleşmişlerdi. Fakat sayılarının tamamlanmasını beklerken evden kadın sesle­ri
    Şevde, Ümmü Eymen, Ümmü Gülsüm ve Fatuna’nın seslerini duydular. Bu, onların
    düşünmesine sebep oldu, içlerinden biri, eğer eve tırmanıp girerlerse,
    kadınların giz­liliğine saldırdıkları için tüm Arabistan’da kötü anılacak­ların]
    söyledi. Bu yüzden kurbanlarının, her sabah «uleti olduğu üzere dışarı
    çıkmasını beklemeye karar verdiler.

    Peygamber (s.a.v.) ve
    Ali (r.) onların varlığından ha­berdardılar; Peygamber (s.a.v.) her zaman
    üstünde uyu­duğu Örtüyü Ali’ye verdi ve: «Benim yatağıma yat ve benim bu yeşil
    Hadrâmi örtüme bürûn. Uyu, sana onlardan bir zarar gelmeyecek» dedi. Daha sonra
    Ya-sin diye baş­layan sureyi okumaya başladı.

    «Biz onların önlerinde
    bir sed, arkalarında da bir sed çektik Böylelikle onları örtüverdik, artık
    görmezler». (Yasin: 9).

    Âyetine gelince evden
    çıktı. Allah onların görmesini engelledi ve Peygamber (s.a.v.) aralarından
    geçti gitti.

    Karşı taraftan bir
    adam geliyordu, Peygamber (s.a.v.)’i farketti. Biraz sonra Peygamber
    (s.a.v.)’in evinin yanından geçerken kapının önünde yığılan gençleri görünce,
    onla­ra Muhammed (s.a.v.) ‘İ arıyorlarsa, onun evde olmadığı­nı, kısa bir süre
    önce dışarı çıktığını söyledi. «Bu nasıl olur?» diye düşündüler.
    Suikastçılardan biri erken gelmiş ve arkadaşlarını beklerken Peygamber
    Cs.a.v.)’in içeri gir­diğini görmüştü. Hepsi, oradan kimsenin ayrılmadığından
    da emindiler. Fakat yine de şüpheye düştüler; içlerinden biri Peygamber
    (s.a.v.)’in yattığı yeri biliyordu, pencere­den baktı ve Peygamber (s.a.v.)’in
    örtüsüne sarınmış bi­rinin uyuduğunu gördü. Arkadaşlarını Peygamber’in hâlA
    orada olduğu konusunda ikna etti. Fakat şafak vakti Ali Cr.) kalktı ve hâlâ
    örtüye sarılı bir halde dışarı çıktı. Onun kim olduğunu görünce,
    kandırıldıklarından şüphelendiler. Biraz daha beklediler; geçen Safer ayından
    kalan ince hi­lâl doğudaki tepelere yükselmişti. Ve aydınlık çıktıkça ren­gi
    soluyordu. Hâlâ Peygamber (s.a.v.)’den bir işaret yok­tu; ani bir dürtüyle,
    herbirinin alarm vermek için kendi kabilesine gitmesi gerektiğine karar
    verdiler

     

  • Yesrib’in Cevabî Hz. Muhammedin Hayatı

    34.  
    YESRİB’İN CEVABÎ

     

    «Düşmanlık-ve
    kötülükle yoğrulmuş». Halklarım böy­le tanımlarken, altı yeni müslüman abartma
    yapmıyoriar-lardı. îç savaşın dördüncü çatışması olan Buas, bu vab[1]«-ti
    ortadan kaldırıp barış getirmemiş, savaşa sadece belli bir süre için ara
    vermeye yol açmıştı. Bu uzun süren: ça­tışmalar ve şiddetin gün geçtikçe
    artması ve düşünebilan adamları, bu sorunun sadece ortak bir başkanla, Karay’­ın
    Kureyş’i birleştirdiği gibi kendilerini birleştirecek adamla çözülebileceğini
    düşünmeye itmişti. Vahanın gelenlerinden biri olan Abdullah îbn Übey’e, çoğu
    kişi, muhtemel kral gözüyle bakıyordu. O son çatışmada Eva’e karşı savaşmamış,
    çatışmadan hemen önce adamlarını ge­ri çekmişti. Bununla birlikte o yine de bir
    Hazreçliydi; ve Evslilerin kendi kabilelerinden olmayan bir kralı kabul edip
    etmeyecekleri şüpheliydi.

    Hazreçli altı adam,
    İslam’ın mesajını kendilerini din­leyen herkese ilettiler. Ertesi yaz, M.S. 621’de,
    beş tanesi tekrar Hacca geldiler. Beraberlerinde İkisi Eva’Ii yedi kişi daha
    getirdiler. Akabe’de, bu oniki adam Peygamber*biat ettiler*. Bu biat birinci
    Akabe Biati olarak bilinir. İçlerin­den biri şöyle anlattı: «tik Akabe’de
    geceleyin Feygan-ber’e biat ettik, Allah’a ortak koşmayacağımıza, hırsızlık
    yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı dürmeyeceğimize[2],
    iftira etmeyeceğimize ve haktan ayrıl­madıkça ona itaat edeceğimize söz verdik.
    O da bize şöyle dedi: «Eğer bu söze uyarsanız, Cennet sizindir; bu günah­lardan
    bazılarını işlerseniz ve bu dünyada cezasını çeker­seniz, bu ceza onlara
    kefaret olur. Fakat bu biati Mahşer gününe dek ta’dil ederseniz, o zaman
    cezalandırmak veya affetmek Allah’a kalmıştır»[3]

    Yesrib’li müslümanlar
    tekrar Yesrib’e doğru yola çı­karken, ‘ Peygamber (s.a.v.) onlarla birlikte,
    Habeşistan’­dan yeni dönen, Abdu’d-Dar sülalesinden Mus’ab’ı da on­larla
    birlikte gönderdi. Mus’ab (r.) onlara Kur’an okuya­cak ve dini emirleri
    öğretecekti. Mus’ab önceki yıl Müs­lüman olan altı kişiden biri olan Es’ad îbn
    Zürare’nin evi­ne misafir oldu. Mus’ab aynı zamanda namazlarda da imam
    olacaktı, çünkü müslüman olmalarına rağmen ne Evs’ten ne de Hazreç’ten
    diğerlerine Önderlik edecek ka­dar bilgili kimse yoktu.

    Kayle’nin iki oğlunun
    soyundan gelenler arasındaki rekabet yıllardan beri sürüyordu. Bununla birlikte
    iki ka­bile arasında evlilikler meydana geliyordu. Bunun bir so­nucu olarak,
    Mus’ab’ın Hazreç’li ev sahibi Es’ad, Evs’in kollarından birinin başkanı olan
    Sa’d Îbn Muaz’m kuzeni oluyordu. Sa’d yeni dine şiddetle karşı çıkıyordu. Bu
    yüz­den, kuzeni Es’ad’la birlikte Musab ve bir grup müslu-manı bir gün kendi
    kabilesinin topraklarından olan bjr bahçede oturmuş, sohbet ediyor görünce
    sadece kızmakla kalmadı, Es’ad kuzeni olduğu için utandı da. Kendisi bir
    kötülük yapmak istememesine rağmen bu tür etkinliklere bir son vermek istediği
    için kendinden sonra kabilesinin en etkili adamı olan Useyd’e, gitti ve :
    «Bizim toprakları­mıza, zayıflarımızı kandırmak için gelen şu iki adama git»,
    -şüphesiz bunları söylerken, Yesrib’den ilk müslüman olan ve şimdi hayatta
    olmayan kardeşi îlyas (r.)’i düşünüyordu [4]«Onları
    buradan çıkar ve bizim toprakiarmııza gir-meyi onlara yasakla. Eğer Es’ad
    akrabam olmasaydı bu yükü sana yüklemezdim. Fakat o benim annemin
    kizkar-deşinin oğlu, bu yüzden ona bir şey yapamam». Useyd mız­rağını aldı,
    onların yanına gitti ve takınabildiği en sert ifade ile: «İkinizi buraya,
    zayıfları kandırmaya getiren sebep ne? Eğer hayatta kalmak istiyorsanız buradan
    gidin» dedi. Mus’ab ona baktı ve çok yumuşak bir tonda: «Neden oturup, benim
    söylediklerimi dinlemiyorsun? Dinledikten sonra, hoşuna giderse kabul eder,
    gitmezse kabul etmez­sin» dedi. Peygamber (s.a.v.)’in elçisinin görünüşünden ve
    davranışından hoşlanan Useyd: «Doğru bir söz» dedi ve mızrağını yere dayayarak
    onların yanma oturdu. Mus’ab ona islâm’ı anlattı ve Kur’an okudu; Useyd’in
    yüzündeki ifade değişti. Onun yüzündeki aydınlık ve yumuşamadan etrafındakiler
    onun müslüman olduğunu anladılar. Mus’­ab (r.) bitirdiğinde: «Bu sözler ne
    kadar güzel ve harika!* dedi. «Bu dine girmek isteyince ne yapılır?» diye sordu
    Ona, kendisini temizlemek için baştan ayağa yıkaması ve elbiselerini
    temizlemesi gerektiğini söylediler. Oturdukları bahçede bir kuyu vardı. Useyd
    kuyudan su ahp yıkandı, elbiselerini temizledi ve Allah’tan başka ilah yoktur.
    Mu-hammed (s.a.v.) Allah’ın Rasulüdür diye şehadet etti. Ona nasıl namaz
    kılınacağını gösterdiler, o da namaz kıldı. Da­ha sonra: «Arkamda öyle bir adam
    var ki o size uyarsa, tüm halkı ona uyar. Şimdi onu size göndereceğim.» dedi.
    Kabilesinden adamların   yanma   döndü.  
    O yanlarına varmadan, onlar Useyd’in değiştiğini anlamışlardı. «Ne
    yaptın?» dedi Sa’d. Useyd: «îki adamla da konuştum ve Tanrıya andolsun onlarda
    bir zarar görmedim. Onların devam etmesine izin verdim, onlar da: İstediğiniz
    gibi ya­pacağız’ dediler», dedi- «Gördüğüm kadarıyla senden fay­da yok» diyen
    Sa’d mızrağı onun elinden aldı ve hâlâ bah­çede sakince oturan müslümanlara
    doğru gitti. Kuzeni Es’­ad’ı azarladı ve onu akrabalığını kötüye kullanmakla
    suçladı. Fakat Mus’ab (r.) araya girdi ve Useyd’e söyledikle-rini ona da
    söyledi. Bunun üzerine Sa’d onu dinlemeyi ka­bul etti. Sonuç ayi-i Useyd’inki
    gibiydi.

    Sa’d namaz kıldıktan
    sonra, Useyd ve beraberindeki­lerle halkın toplu olduğu meclise gitti. Sa’d
    onlara hitap etti ve: «Sizin aranızda benim konumum nedir?» diye sor­du. Onlar:
    «Sen bizim başkanimızsin, aramızda en ada­letli ve liderliğe en uygun olansın»
    dediler. «O halde» de­di Sa’d, «Allah’a ve Rasulüne inanmadıkça aranızdan hiç bir
    erkek ve kadınla konuşmayacağıma yemin ediyorum». Akşam olmadan onun
    kabilesinden müslüman olmayan bir tek kişi kalmamıştı.

    Mus’ab (r.) on bir ay
    kadar Es’adla kaldı ve İslam’a girenlerin çoğu bu dönemde girdiler. Hac zamanı
    yaklaş­tığında Mus’ab Evs ve Hazreç’in çeşitli boylarında neler olduğunu
    Peygamber (s.a.v.)’e haber vermek için Mekke’­ye döndü.

    Peygamber (s.a.v.)
    kendisine gösterilen, iki kaya yı­ğını arasındaki sulak ülkenin Yesrifa
    olduğunu ve bu kez kendisinin de göçedenler arasında olacağını biliyordu.
    Mu-hainmed (s.a.v.) Mekke’de çok az insana, yengesi Ümm El-Fadl ve müslüman
    olmadığı halde onu ele vermeyen v sırlarını saklayan amcası Abbas kadar
    güvenirdi. Bu yüz­den ikisine, Yesrib’e yerleşip orada yaşamak istediğini, ve
    bunun Hac döneminde gelecek olan delegeye bağlı oldu ğunu anlattı. Bunu duyan
    Abbas, yeğeniyle birlikte dele­gelerin yanma gitmenin kendisi için bir görev
    olduğunu söyledi, Peygamber 
    (s.a.v.)  de bunu kabul etti.

    Mus’ab Yesrib’li
    müslümanlardan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, aralarında anlaştıkları üzere,
    73 erkek ve 8 kadından oluşan bir müslüman grup Peygamber (s.a.v.) ‘-le
    anlaşmak üzere Hac  yolculuğuna çıktılar.
    Onların li­derlerinden biri Hazreç’Ii bir lider olan Berâ idi. Yolculu­ğun ilk
    günlerinden itibaren onu bir düşüncedir almıştı. Onlar Mekke’ye Allah’ın Ev’i
    Kâ’benin bulunduğu ve tüm Arabistanın hac merkezi olan çehre doğru yol
    alıyorlardı; aynı zamanda orada Peygamber (s.a.v.)   vardı ve Kur’an ilk olarak orada
    indirilmişti, bu yüzden gönülleri o yana doğru meylediyordu. Böyle olduğu halde
    namaz vakti ge­lince oraya sırt çevirip kuzeye, Suriye’ye dönmek doğru muydu?
    Bu sadece bir düşünceden öte gitmeyebilirdi, çün­kü Berâ’nın birkaç aylık ömrü
    kalmıştı ve ölüme yakla­şan kişilerin çoğunlukla önsezileri kuvvetli olurdu.
    Her ne ise Berâ düşündüklerini arkadaşlarına anlattı, onlar da Peygamber
    (s.a.v.)’in Suriye, yani Kudüs’e doğru namaz kıldığını ve ondan farklı
    davranmak istemediklerini söy­lediler. Berâ: «Ben Kâ’be’ye doğru namaz
    kılacağım» de­di ve yolculuk boyunca öyle yaptı, diğerleri yine Kudüs’e
    yönelerek namaz kılmaya devam ettiler. Onunla boşu bo­şuna tartışmadılar.
    Yalnız, Mekke’ye vardıklarında Berâ’ şüphe duymaya başladı ve Yesrib’in ileri
    gelen şairlerin­den olan Hazreç’li Ka’b İbn Melik’e: «Ey kardeşimin oğlu,
    Allah’ın Rasulüne gidelim ve benim yolda yaptığım şey hakkında ona danışalım,
    çünkü ben sizin, bana karşı ol­duğunuzu hissediyorum» dedi. Bunun üzerine
    rastladık­ları Mekke’li bir adama, henüz hiç görmedikleri Peygam­ber (s.a.v.)
    ‘i nerede bulabileceklerini sordular. Adam : «Am­cası Abbas’ı tanıyor musunuz?»
    dedi, onlar da tanıdıkla­rını söylediler, çünkü Abbas sık sık Yesrib’e gelirdi.
    Adam : «Mescid’e girin, Abbas’ın yanında oturan odur* dedi. Pey­gamber
    ıs.a.v.)’in yanına gittiler, o fiera’nın sorusuna şu cevabı verdi: «Senin bir
    yönün vardı, onu korumalıydın». Bu söz birçok anlama çekilebilirdi, fakat Berâ’
    Peygam­ber (s.a.v,)’in yaptığı gibi namazda yönünü tekrar Kudüs’e çevirmeye
    başladı.

    Mekke’ye aralarında
    Yesrib’Îİ putperestlerin de bulun­duğu bir kervanla yolcuıuK ettiler.
    Putperestlerden. biri, Beni Salime’nin lideri ve çok etkili bir adam olan
    Haz-reç’îî Ebu Cabir Abdullah Ibn Amr, yolculuk sırasında Mina’da müslüman
    oldu. Peygamberle daha önceki gibi Akabe’de Hacc’ı takip eden iki geceden
    sonraki gece giz-Îicö buluşmayı kararlaştırmışlardı. İçlerinden biri o gece­yi
    şöyle anlatıyor: «O gece kervandaki diğer adamlarla birlikte gecenin üçte biri
    geçene dek uyuduk. Daha sonra yavaşça kalktık ve kaya kuşu kadar sessiz bir
    şekilde he­pimiz Akabe yakınında toplandık. Orada Allah’ın Rasulü gelene dek
    bekledik, onunla birlikte hâlâ atalarının dinine uyan amcası Abbas da gelmişti.
    Müslüman olmamasına rağmen Abbas, yeğenini güvenilir ellere teslim etmek isti­yordu.
    Peygamber (s.a.v.) oturduktan sonra ilk önce Ab­bas konuştu : «Ey Hazreçliler,
    -Araplar Evs ve Hazreç’e böy­le hitap ederlerdi- Muhammed (s.a.v.)’in bizim
    aramızda ne kadar itibarlı olduğunu ve onu nasıl koruyup, ona ka­bilesi ve
    ailesi içinde şerefli ve saygın bir kişi olarak dav­randığımızı biliyorsunuz.
    Buna rağmen O, sizi seçti ve si­zinle birlikte olmak istiyor. Bu nedenle, eğer
    ona verdiği niz sözü tutmaya ve onu karşı çıkanlardan korumaya söz
    veriyorsanız, alın, bu yük sizindir. Fakat o size geldikten sonra onu ele
    vereceğinizi düşünüyorsanız, onu şimdiden bırakın». «Söylediklerini duyduk»
    dediler, «Fakat ey Al­lah’ın Rasulü, sen konuş; kendin ve Rabbin adına istedi­ğini
    seç».

    Kur’an okuyup, islâm
    ve Allah’la ilgili bazı bilgiler söyledikten sonra Peygamber (s.a.v.) : «Bu
    anlaşmayı şu şartla yapıyorum. Bana verdiğiniz sözden sonra beni eşle­rinizi ve
    çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacaksınız dedi. Berâ’ (r.) kalktı.
    Peygamber’in elini tuttu ve: «Seni Hakla gönderen Allah’a yemin olsun ki, seni,
    onları koru­duğumuz gibi koruyacağız. Ey Allah’ın Rasulü, biatimizi kabul et,
    çünkü biz savaşçı ve babadan oğula geçen silah­lara sahip bir topluluğuz» dedi.
    Evs’li bir adam onun sö­zünü keserek şöyle dedi: «Ey Allah’ın Rasulü, bizim
    diğer topluluklarla da bağlarımız var», -Yahudileri kasdediyor-du- «onlara
    galip gelmek istiyoruz. Ya biz sana biat eder, Allah da sana zafer verirse, sen
    kendi halkına dönüp bizi bırakırsan?». Peygamber gülümsedi: «Hayır, siz
    benimsi-niz, ben de sizinim. Sizin savaştığınızla savaşır, barıştığı­nızla
    barışırım» dedi.

    Daha sonra şöyle dedi:
    «Bana aranızdan grubun iş­lerine bakacak oniki lider seçin». Bunun üzerine
    dokuzu Hazreç’li, üçü Evs’li oniki lider seçtiler. Adamların altmış ikisi ve
    iki kadın da Hazreç’li olduğu için Hazreç’li lider­ler çoğunluktaydı. Hazreç’li
    dokuz liderden ikisi Es’ad ve Berâ’ idi; Evs’li üç liderden biri ise Sa’d îbn
    Muazm ve­kili olarak gösterdiği Useyd’di. .

    Topluluk teker teker
    biat etmeye hazırlanırken, önceki yıl biat eden oniki kişiden biri olan
    Hazreç’li bir adam : «Hazreç’liler, bu adama biat etmenin ne anlama geldiğini
    biliyor musunuz?» dedi. Onlar: «Biliyoruz» dediler, adam onları duymazdan
    gelerek devam etti: «Siz siyah, kırmı­zı[5], tüm
    insanlara savaş açmaya söz veriyorsunuz. Bu yüz­den eğer mallarınız
    eksildiğinde ve bazılarınız öldürüldü­ğünde, onu terkedeceğinizi
    düşünüyorsanız, onu şimdi bı­rakın. Çünkü onu o zaman terkederseniz, bu dünyada
    da ahirette de utanç duymanıza sebep olur. Fakat eğer sözü­nüzden
    dönmeyeceğinizi düşünüyorsanız, onu alın, çünkü Tanrı’ya andolsun bu, hem dünya
    hem de ahiret için kur­tuluştur» . «Mallarımız elimizden gitse de, öldürülsek
    de onu kabul ediyoruz. Ya Resulullah, eğer bu sözümüzü yerine getirirsek bizim
    için ne var?» dediler. Peygamber: «Cen­net», dedi, onlar da: «O halde elini
    bize uzat» dediler, eli­ni tutup biat ettiler.

    Şeytan o sırada
    Akabe’nin tepesinde onları gözlüyor ve dinliyordu; kendisini tutamaymca
    Muzammam (zem­medilen, suçlanan) diye yüksek sesle bağırdı. Peygamber (s.a.v.)
    bağıranın Şeytan olduğunu biliyordu, ona şöyle ce­vap verdi: «Ey Allah’ın
    düşmanı, sana fırsat vermeyece­ğim».

     



    [1] Ona bağlı kalacaklarına söz verdiler. Çev.)

     

    [2] Burada 
    Arabistan’da  yaygın   olan 
    kız çocuklarım  diri   diri toprağa gömme adeti kasdediliyor,

    [3] 1.1. 289.

    [4] Bak. böl. XIX.

     

    [5] Bu, tüm insanlar anlamına gelir. Akabe’deki bu ikinci
    biat-tan sonra ilk Akabe biati «kadınlar biati- diye anılmaya başlamıştır.
    Savaş görevlerinden bahsetmediği için sadece kadınlar için böyle kullanılmaya
    devam etmiştir.