Yıl: 2013

  • HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



    On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



    17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ



    17.1.1. Nasarâ Kelimesinin Tanımı



    17.1.2. Hıristiyan’ların, Yahudi’lerden Kopması



    17.1.3. Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?



    17.1.4. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi



    17.1.5. Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri



    17.1.6. Hz. Îsa’nın, Allah’ın Kelimesi Olmasının Anlamı



    17.1.7. Teslis (Sülûsiyet) Akidesi



    17.1.8. Şirk, Evliya ve Aziz’lere Tapınma Devri



    17.1.9. Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul



    17.1.10. Aziz Paul’un İnançlarının Yayılışı



    17.1.11. Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri



    17.1.11.1. Üç Sebep



    17.1.11.2. Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri



    17.1.11.3. İlk Rahip ve İlk Manastır



    17.1.11.4.  Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları



    17.2. İNCİL’LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ



    17.2.1. Kaynakların Araştırılması



    17.2.2. Matta’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha



    17.2.3. Markus’a Ait Olduğu Söylenen Nüsha



    17.2.4. Luka’ya Ait Olduğu Belirtilen Nüsha



    17.2.5. Yuhanna’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha



    17.2.6. İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi



    17.3. HZ. ÎSA’NIN GERÇEK TÂLİMÂTI



    17.3.1. Hz. Îsa (a.s.)’nın Talimâtı’nın En İyi Kaynağı



    17.3.2. Barnabas İncili’nin Belirgin Özellikleri



    17.3.3. Hz. Îsa (a.s.)’nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı



    17.3.4. Bütün Peygamberlerin Talimatına Uygun



    17.3.5. Barnabas’ın İncil’i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar



    17.3.6. Meşrû ve Muteber Sayılan Dört İncil’de Hz. Îsa’nın Talimatı



    17.3.6.1. Tevhid’e Dâvet



    17.3.6.2. İlâhi Hâkimiyet



    17.3.6.3. Hak İle Batıl Arasındaki Mücadele



    17.3.6.4. Hak Yolunda Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir



    17.3.6.5. İnkılabî Bir Hareket



    17.3.6.6. Sabır ve Metânet’in Telkini



    17.3.6.7. Dünya Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek



    17.3.6.8. Çilekeşliğin Gayesi



    17.3.6.9. İlâhî Hükümetin Kapsamlı Manifestosu



    17.3.6.10. Hükümet, Hizmet Demektir



    17.3.6.11. Yahudi Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi



    17.3.6.12. Hz. Îsa’ya Karşı Dini Liderlerin Tertibi



    17.3.6.13. Hz. Îsa İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi



    17.3.7. Hz. Muhammed (a.s.)’in Mekke Dönemiyle Benzerlik



    17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ



    17.4.1. Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli



    17.4.2. Bir Hıristiyan Âlimin Eleştirileri



    17.4.3. Başka Bir Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü



    17.4.4. Kiliseler Tarihinden Bir Delil



    17.4.5. Sonuç



    17.4.6. İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç



    17.4.7. Hz. Meryem (a.s.)’in, Tanrı’nın Anası Olarak Kabul Edilmesi



    17.5. TEVRAT VE İNCİL’DE HZ. MUHAMMED’İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER



    17.5.1. Tevrat’ın Açık Haberi



    17.5.2. Sâf Suresi’nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis



    17.5.2.1. Muhammed İle Ahmed



    17.5.2.2. “O Peygamber”



    17.5.2.3. Yuhanna İncilindeki Haberler



    17.5.2.4. Müstakbel Peygamber Dünyanın Lideri Olacak



    17.5.2.5. “Paracletus” Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler



    17.5.2.6. Kelimenin Tahrif Edilme İmkânı



    17.5.2.7. Asıl Süryânice Kelime: “Munhamanna”



    17.5.2.8. Necâşî’nin Şahitliği



    17.5.2.9. Barnabas İncilinde Yer Alan Haberler



    17.6. ARAP YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK



    17.6.1. Ashâb-ı Uhdûd Kıssası



    17.6.1.1. Hz. Suheyb’in Rivâyet Ettiği Hadis



    17.6.1.2. Hz. Ali Tarafından Rivâyet Edilen Vak’a



    17.6.1.3. İsrailî Rivâyetler



    17.6.1.4. Necran Olayı



    17.6.1.5. Yemen’de Hıristiyan Misyonerler



    17.6.1.6. Ashâb-ı Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri



    17.6.2. Kâbe Benzeri Bir Bina’nın Yapımı



    17.6.3. Yemen’de Hıristiyanlığın Üstünlüğü



    17.6.4. Ebrehe Nasıl Yemen Valisi Oldu?



    17.6.4.1. Araplara Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları



    17.6.4.2. Mekke’ye Ebrehe’nin Yürümesi



    17.6.4.3. Mekkelilerin Tepkisi



    17.6.4.4. Kâ’be’nin Korunması İçin İlâhi Mu’cize



    17.6.4.5. Arap Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar



    17.6.4.6. Eshab-ı Fîl İle İlgili Bazı Önemli Hadisler



    17.6.4.7. Hz. Peygamber (a.s.)’in Doğuşu



    17.6.4.8. Kur’ân-ı Kerim’de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi



    17.7. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK



    17.7.1. Varaka bin Nevfel’in Hz. Muhammed’in Peygamberliğini Tasdik Etmesi



    17.7.2. Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri



    17.7.2.1. Habeşistan’ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu



    17.7.2.2. Habeşistan’a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı



    17.7.3. Mısır Patriğinin Tutumu



    17.7.4. Hz. Peygamber ve Necran’daki Hıristiyanlar

    On Yedinci Bölüm:  HRİSTİYANLIĞIN
    DOĞUŞU VE GELİŞMESİ

    17.1. HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE
    GELİŞMESİ

    17.1.1. Nasarâ
    Kelimesinin Tanımı

    Bazı kimselere göre, “Nasârâ” (Hıristiyanlar) kelimesinin kökü,
    Hz. Îsa (a.s.)’nın doğduğu yer olan “Nâsıra”dır. Fakat bu kelime aslında “Nus­ret”
    kökünden çıkmıştır. Bunun dayanağı, Hz. Îsa’nın şu sözleridir: “Men ensârî ilâhi
    (Allah’ın yolunda kimler benim yardımcılarım olacaktır) Hz. Îsa’nın bu sorusunu,
    şöyle cevaplandırmışlardı: “Nahnu Ensâr-Ullâhi” (Biz Allah’ın işinde (size)
    yardımcı olacağız). Hıristiyan yazarlar yalnızca yüzeysel benzerliğe bakarak,
    Kur’ân-ı Kerim’de “Nasârâ” kelimesinin, “Nasıriyye veya Nâsırî’den
    kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir. Hıristiyanlı­ğın ilk yıllarında Nasıriyye (Nazarenes)
    adında bir mezhep vardı. Buna mensup olanlara hakaretle Nasırî ve Eybûnî
    denilirdi. Hıristiyan yazarlar, Kur’ân-ı Kerîm’in bu mezhep veya grup için
    kullanılan ismi bütün Hıristiyanlara atfettiğini yazmışlardır. Fakat Kur’ân-ı
    Kerîm, bizzat Hıristiyanla­rın kendilerine “Nasârâ” dediklerini beyan ediyor
    (Âl-i İmran: 52). Ayrıca, Hıristiyanlar hiçbir zaman kendilerine “Nasırî”
    dememişlerdir.

    Şurada şunu da belirtelim ki, Hz. Îsa (a.s.) kendisine tâbi
    olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” veya “Mesihi” ismini vermemişti. Zira, Hz.
    Îsa kemli adına mensup olan yeni bir dîn’in temelini atmaya gelmemişti. Hz.
    Îsa’nın işi, geçmişte Hz. Musa (a.s.), ondan önce ve ondan sonra gelen bü­tün
    peygamberlerin davetini ve mesajını tekrarlamasıydı. Hz. Îsa’nın vaaz ettiği din
    her zamanki gibi aynıydı. O sadece bu dinin unutulan talimatını yenilemeye ve
    tekrarlamaya gelmişti. Bundan dolayıdır ki, aralarında doğduğu İsrail
    oğullarının dışında herhangi bir cemaat kurmaya teşebbüs etmedi. Ayrıca Musevî
    şeriatından başka bir şeriat da icat etmedi ve buna ayrı isim vermedi. Zâten Hz.
    Îsa’nın ilk havari, ve arkadaşları kendilerini İsrail oğullarından ayrı
    saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ayrı bir ce­maat veya ayrı bir ümmet
    olarak belirmediler. Kendilerine bir takım ayrı­calık veya belli özellikler
    yakıştırmadılar. Hz. Îsa’nın dinini kabul edenler diğer Yahudiler ile birlikte
    Kudüs’teki Büyük Mabed’e ibadete giderlerdi ve kendilerinin Musevî şeriatına
    bağlı olduklarını belirtirlerdi. (Bk: Kitab­ul A’mâl, 3: 1-10, 14-15,1.5,21-22).

    17.1.2.
    Hıristiyan’ların, Yahudi’lerden Kopması

    Bundan sonra Hıristiyanlar ile İsrail oğulları veya Yahudilerin
    birbirin­den kopması hızla gerçekleşti. İki taraf da bu kopuş ve ayrılışı
    vazgeçil­mez hale getirdi. Bir yandan, Hz. Îsa’ya tâbi olan cemaat’ten Aziz
    Paul, Hz. Musa’nın şeriatından kendilerini azâd etti ve sadece Hz. Îsa’ya iman
    etmenin âhirette kurtuluşları için yeterli olduğunu ilân etti. Diğer yandan,
    Yahudi din adamları, ulema ve kâhinler Hz. Îsa’ya tâbi olanların tümünün
    Allah’ın yolundan sapmış olduğunu, mürted ve dinsiz olduğunu belirterek bunları,
    İsrailoğulları veya Yahudi topluluğundan ihraç ettiler.

    Fakat, Hz. Îsa’ya tabi olanların Yahudi topluluğundan
    ayrılmasına rağmen, ilk dönemlerde kendisine mahsus hâlâ herhangi bir ismi
    yoktu. Bizzat Hz. Îsa’ya tabi olanlar bu dönemlerde kendilerine bazen “talebe”
    veya “öğrenci” (şâkird) ve bazen “kardeşler”, “mü’minler” ve “mukaddes ‘
    olanlar” demişlerdir. (Bk: Kitab-ul A’mâl). Buna mukabil, Yahudiler bun­lara
    hakaret kastıyla bazen “Galîlî ve bazen “Nasırîlerin bid’ate kapılmış fırkası”,
    derlerdi. (Bk: Kitab-ul A’mal, 25: 5, İncil, Luka, 13: 2). Hıristiyanlara
    verilen bu hakaret dolu isim, Hz. Îsa’nın doğum yerinin, Filistin’in Galile
    bölgesinde bulunan Nasıra şehri olduğu için uygun görülmüştü. Fa­kat bu alaylı
    isimler fazla tutmadı ve Hz. Îsa’ya tâbi olanlar bu isimlerle meşhur olmadılar.

    17.1.3.
    Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?

    Bugün dünyaca bilinen ve kullanılan Hıristiyan (Mesîhi)
    kelimesinin mûcidî Antakya’lı müşriklerdir. Antakya’lı müşrikler ilk defa M.S.
    43-44 de bu ismi, Hz. Îsa’nın taraftarlarına taktılar ve bu isim o zamandan beri
    geçerli sayıldı. İncil ve diğer tarih kitaplarındaki kayıtlara göre, Aziz Paul
    ile Barnabas, Antakya yöresine gelip dinlerini vaaz etmeye başladıkları sı­rada,
    kendilerine karşı çıkan müşrikler tarafından alaylı olarak “Hıristiyan” olarak
    çağırılmaya başlandılar. (Kitâb-ul A’mâl: 11-26). Hz. Îsa’ya tabi olanlar tabii
    ki bu isimle çağrılmak istemiyorlardı, ama bu isim gittikçe yaygınlaşınca
    onların büyükleri de bunu benimsemekte mahzur görmedi­ler. Nitekim, din adamları
    ve uleması halkı şöyle teskin etmeye çalıştı: “Eğer sizin düşmanlarınız, sizin
    Hz. Îsa’ya bağlı olduğunuzu belirtmek amacıyla size Mesihi (Hıristiyanlar)
    diyorlarsa, bunda utanılacak ne var?” (I- Peter, 4: 16). Sözün kısası, Hz.Îsa’nın
    havarileri ve ona tabi olanlar ya­vaş yavaş bu isme alıştılar ve kendileri de
    bunu kullanmaya başladılar. Zamanla, bu kelimenin alaylı tarafı da unutulmuş
    oldu.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Îsa’ya
    tabi olanlara hiçbir zaman “Hıristiyan” denilmemiştir. Aksine, onlara “nasârâ”
    oldukları ve Hz. Îsa ile Havarileri arasında şu sözlerin geçtiği
    hatırlatıl­mıştır. “Îsa, kavminde küfrü hissettiğinde: ‘Bana, Allah için
    yardımcı kim­dir?’ dedi. Havariler, ‘Allah’ın yardımcıları biziz. Müslüman
    olduğumuza şahid ol.” (Âl-i İmrân: 52). Yani, Kur’ân’a göre Hıristiyanlar,
    hakikî manâda “nasârâ” veya “ensâr” (yardımcı) dırlar. Fakat ne gariptir ki,
    Hıristiyan misyonerleri ve diğer kimseler kendilerini, Kur’an-ı Kerîm’in,
    “Hıristiyan” gibi aslında alaylı ve zâta mahsus bir isim yerine “nasârâ” gibi
    tari­hi ehemmiyeti haiz nisbeten daha kibar bir adla çağırdığına kızıyorlar.

    17.1.4.
    Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi

    Gerek “Yahudilik” gerekse “Hıristiyanlık” genellikle bilinen
    şekille­riyle asıl doğdukları tarihten çok sonra ortaya çıkmışlardır. Yahudilik
    bu­günkü bilinen şekli, dinî inanç, hususiyet, ibadet tarzları merasim ve
    Şeri­atlarıyla M.Ö. 300-400’da doğmuştur. Aynı şekilde Hıristiyanlık da, Hz.
    Îsa’dan sonra bugünkü şeklini almıştır.

    Şimdi asıl üzerinde durulması gereken nokta şudur: Gerek Yahudi,
    gerekse Hıristiyanlar, doğru ve gerçek dinin kendilerininki olduğunu bu dinleri
    kabul etmemiş olanların hidâyetli ve imanlı olmadığını kabul eder­ler. Bir an
    için bunun böyle olduğunu kabul edelim. Fakat böyle olunca ortaya önemli bir
    soru çıkmaktadır: Madem ki doğru yol Yahudilik veya Hıristiyanlıktır, o zaman
    Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki bütün dinler ve peygamberleri de yok
    saymalıyız. Geçmişteki bütün peygamberlerin maa­zallah yalancı ve sahtekâr
    olduğunu kabul etmeliyiz. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim ve diğer pek çok güzide
    peygamber, sâlih ve dindar kişiler, adı geçen iki dinden yüzyıllar önce
    doğmuşlardı ve bunların Yahudiler de, Hıristiyanlar da hidâyetli, imanlı ve
    doğru yolda olan kişiler olduğuna ina­nırlar. Demek ki, ne Yahudiler ne de
    Hıristiyanlar bunların yalancı ve sahtekâr olduğunu söylemiyorlar. Böylece kendi
    kendilerini yalanlıyor ve çelişkiye düşüyorlar. Ya söyledikleri ilk söz doğrudur
    ve adı geçen peygamberler sahtedir, ya da bu peygamberler doğru ve gerçektirler
    ve kendi­leri yalan ve sahtedirler. Aynı noktadan hareketle, Yahudilik ve
    Hıristiyan­lık olmaksızın geçmiş peygamberlerin hidayet buldukları ve
    başkalarını doğru yola sevk ettikleri söylenebilir. O halde, Yahudilik ve
    Hıristiyanlık’tan önce de sonra da insanların hidâyet bulmaları mümkündür. Bu
    hidâyet aslında Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi kısır dinî çekişmeden do­ğan din
    ve mezheplerde değil, evrensel ve ebedî bir gerçekte saklıdır.

    Zâten Yahudiler ile Hıristiyanların mukaddes kitaplarında, Hz.
    İbrahim (a.s.)’in tek Allah’tan başka kimseyi ilâh olarak kabul etmediği,
    kimseye tapmadığı, itaat ve kulluk etmediği açık açık belirtilmiştir. Hz.
    İbrahim’in en büyük görevi, Allah’a ortak koşulmasına şiddetle karşı koymaktı.

    Bundan çıkan netice şudur: Gerek Yahudilik gerekse
    Hıristiyanlık, ecdâdlarının en büyüğü olarak saydıkları Hz. İbrahim ve O’nun
    Tevhid’e dayalı Hak dininden caymış ve yanlış yola sapmışlardır, zira ikisi de
    şirke açık kapı bırakmış, hatta bunu temel inançları arasına sokmuş ve fiilen
    tatbik etmişlerdir.

    17.1.5.
    Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân Etmeleri

    Hıristiyanlar, dünyaya çıkışlarının ilk döneminde Hz.Îsa’nın
    şahsiyeti­ne insanlık ve tanrılık ile ilgili bazı sıfatları öylesine
    karıştırdılar ki, Hz. Îsa’nın şahsiyeti ve varlığı bir muamma oluverdi.
    Hıristiyan din adamları lâf kalabalığı ve gevezelikle meseleyi ne kadar çok
    halletmeye çalıştılarsa o kadar karmaşık bir hal aldı. Hıristiyan ulemadan
    bazıları, Hz. Îsa’nın in­sanlık haline ağırlık verdiler ve kendisinin Allah’ın
    oğlu ve üç daimî tanrı­dan biri olduğuna karar verdiler. Hz. Îsa’nın karmaşık
    kişiliğinde ulûhiyet ve tanrılık sıfatlarının fazla olduğunu zannedenler,
    kendisinin insan şek­linde bir tanrı olduğunu belirttiler ve kendisine Allah
    diyerek diz çöktüler. Bu iki aşırı fikrin ortasında yol almaya çalışanlar ise
    bir takım tefsîr, te’vîl, açıklama ve tahminler ile öyle bir tez ortaya koydular
    ki, buna göre Hz. Îsa hem insan, hem tanrı oluverdi. Hz. Îsa’nın bu iki ayrı
    sıfatı, icabın­da birbirinden ayrılabilir ve birleşebilirdi.

    17.1.6. Hz.
    Îsa’nın, Allah’ın Kelimesi Olmasının Anlamı

    Nisâ suresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Muhakkak, Meryem’in oğlu Îsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem’e ilka
    eylediği kelimesi ve ondan, Allah tarafından bir ruhtur”. (âyet; 171)

    Dikkat edilirse, burada “kelime” sözcüğü kullanılmıştır. Hz.
    Mer­yem’e ilka edilen veya gönderilen kelime’nin anlamı, Cenab-ı Allah’ın
    Meryem’in rahmine nâzil ettiği “fermân”dır. Yani, Hz. Meryem’in rahmi­ne, bir
    erkeğin dölünü almadığı halde, Hz. Îsa’ya gebe kalma emri veril­mişti. İlk
    başta, Hz. Îsa’nın babasız doğmasının sırrının bu olduğu Hıristiyanlara
    belirtilmişti. Fakat, Yunan felsefesinin etkisinde kalan Hıristiyan­lar,
    “kelime”nin anlamını “kelâm” veya “nutuk” (Logos) olarak kabul etti­ler. Daha
    sonra, bu kelâm ve nutuk’tan, bizzat Allah’ın konuşma özelliği anlamı çıkarıldı.
    Bununla yetinilmedi ve daha sonra, Allah’ın kişisel özel­liğinin, Hz. Meryem’in
    karnına girip Hz. Îsa’nın şeklini aldığı tahmini yapılıverdi. Böylece,
    Hıristiyanlarda Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve tanrılığı ile ilgili yanlış bir inanç
    ve kavram gelişmiş oldu. Hıristiyanlar bundan böyle, Ce­nab-ı Allah’ın bizzat
    kendisini veya ezelî vasıflarından olan kelâm ve nut­kunu, Hz. Îsa’nın fiziki
    varlığı ile dünyaya gösterdiğine inanmaya başladı­lar.

    17.1.7. Teslis (Sülûsiyet)
    Akidesi

    Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz. Îsa (a.s.)’nın (Allah
    tarafından) bir Ruh olduğu söylenmiştir. Bakara sûresinde ise aynı konuya şöyle
    değinil­miştir:

    “Biz temiz (Mukaddes) ruh ile Mesih (Îsa)’e yardım ettik.”

    Her iki âyetin anlamı şudur: “Cenab-ı Allah, Hz. Îsa’ya her
    türlü kö­tülükten arınmış temiz bir kalp, ruh ve huy vermiştir.” Hz. Îsa’nın
    kalbi ve ruhu ancak Hak ve doğruluğu biliyordu ve kendisi adeta bir ahlâk ve
    fazi­let simgesiydi. Gayet tabii ki Hıristiyanlara da, Hz. Îsa’nın bu özelliği
    taşı­dığı belirtilmişti, ama onlar bunu yanlış yorumladılar ve büyük mübalağa
    yaptılar. Onlar, “Allah tarafından bir Rûh” ibaresini bizzat Allah’ın Ruhu (Ruhullah)
    ve “Ruh-ul Kuds” deyimini, yanlış yorumlayarak, “Hz. Îsa’ya hulûl etmiş olan
    Allah’ın mukaddes Ruhu” yapıverdiler. Halbuki, bugün dahi Matta İncili’nde şöyle
    bir cümle yazılıdır: “Melek ona (Yusuf Neccar’a) rüyasında göründü ve dedi ki,
    ‘Ey Davûd oğlu Yusuf, zevceni kendi evine getirmekten korkma, zira onun karnında
    ne varsa Ruh-ul Kuds (Mu­kaddes Ruh)’un kudretiyle vardır. (Bölüm I, âyet: 2).
    İşin aslına bakılırsa, Hıristiyanlar hem “Tevhid’e hem ‘Teslis’e inanıyorlar,
    İncilde yer alan Hz. Îsa’nın açık sözlerine bakılırsa, Hıristiyanlardan hiçbiri
    Allah’ın tek olduğu­nu inkâr edemez. Hz. Îsa çeşitli vesilelerle Allah’ın tek
    olduğunu ve hiçbir ortağı bulunmadığını ifade etmiş ve bu ifadeler İncil’de
    aynen yer almışlardır. O halde, gerçek dinin Tevhid’e dayalı olduğunu
    Hıristiyanlar bile inkâr edemezler. Fakat, Hıristiyanların yanılgısı, “Allah’ın
    kelimesi” ve “Ruhullah” gibi deyimleri yanlış yorumlamalarında saklıdır. Daha
    önce işaret ettiğimiz gibi Hıristiyan uleması, “kelime”den, Allah’ın kelâmı ve
    nutkunun Hz. Îsa’nın varlığında ifade bulduğunu, anladılar ve Allah’ın ru­hunun
    O’na duhûl ettiğini ve böylece kendisinin bir Tanrı olarak dünyaya geldiğini
    sandılar. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar Hz. Îsa ve Mukaddes Ruh’un ulûhiyetini
    Allah’ın ulûhiyetiyle kabul etme gereğini duydular. Hıristiyanların dinî
    inançlarına böylesine önemli bir unsurun girmesi Tevhîd ile ilgili akide ve
    inançlarını olumsuz yönde etkiledi ve kendilerini   tam bir çıkmaza soktu. Onlar
    için en büyük mesele, Tevhîd’siz bir Teslîs   Akidesi’ni, ve Teslis’siz bir
    Tevhid akidesini bir arada tutmak ve denge  kurmak olarak ortaya çıktı ve ne
    yapacaklarını şaşırdılar. Ne var ki, ortaya çıkan bu düğüm yüzyıllar geçmesine
    rağmen bir türlü çözülemedi. Hıristiyan din adamları ve uleması, geçen 180
    yıldan beri bizzat kendi yarattık­ları sorunu çözemediler. Bu mesele zamanla
    daha da karmaşık bir hal al­maya başlamıştır. Aralarında sayısız mezhep ve
    gruplar doğmuştur ki, ba­zıları birbirine tam zıt fikir, görüş, inanç ve felsefe
    taşımaktadırlar. Hıristiyanlarda ne kadar mezhep varsa o kadar tevhid kavramı
    doğmuş ve geliş­miştir. Bu mezheplerden bazıları birbirine kâfir ve dinsiz
    demeye başla­mışlardır. Kiliseler bölünmüş ve topluluk parçalanmıştır. Halbuki
    işin as­lına bakılırsa, Tevhid ile ilgili zorluğu, ne Allah ne de O’nun sevgili
    pey­gamberi Hz. Îsa (a.s.) yaratmışlardı. Bu belâyı Hıristiyanlar bizzat kendi
    başlarına açmışlardır. Zâten, bir yandan Allah’ın tek olduğunu kabul et­mek ve
    bir yandan üç tanrının bulunduğuna inanmak ve buna göre hareket etmek, çözülecek
    bir düğüm değildir. Bu düğüm yanlış anlama ve yanlış yorumlamadan kaynaklandığı
    için bu yanlış anlamaya son verilmelidir ve doğru yola gidilmelidir. Onlar, Hz.
    Îsa (a.s.) veya Ruhul Kuds’ün ulûhiyetini nazarı itibara almadan sadece Tek
    Allah’ı ilâh olarak kabul et­melidirler: Allah’ın herhangi bir ortağı olmadığını
    ve Hz. Îsa’nın sadece onun peygamberi ve elçisi olduğunu teslim etmelidirler. Hz.
    Îsa’ya her­hangi bir tanrısal sıfat ve isim yakıştırmamalıdırlar.

    17.1.8. Şirk,
    Evliya ve Aziz’lere Tapınma Devri

    Hıristiyanlar, Hz. Îsa’dan sonra Tevhid mefhumunu zedelemekle
    kal­madılar, bir çeşit putperestliğe de başladılar. Bir tek Allah yerine üç
    Tan­rı’nın olduğunu sanan Hıristiyanlar, özellikle Katolikler, beşinci yüzyıla
    ge­lindiğinde şirke ve azizler ile mezarlara tapma hareketine başladılar. Bu
    dönemde Hz. Îsa’nın yakın arkadaşlarına, havarilere, azizler, evliyalar ve diğer
    pek çok şahsiyete tapılmaya başlandı. Kiliselere Hz. Îsa, Hz. Mer­yem ve
    havariler ile hurilerin putları yerleştirildi. Kehf sahipleri (Eshab-ı Kehf’nin
    ortaya çıkışından birkaç yıl önce, yani M.S. 431’de bütün Hıristiyan âleminin
    din adamları ve rahipleri Efes’te bir araya gelerek Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve Hz.
    Meryem’in “Tanrı’nın Anası” akidesini resmen kabul etti­ler. Kiliseler Konseyi
    tarafından oybirliğiyle alman bu karar, Hıristiyanla­rın resmi inancı hüviyetini
    kazandı. Bu tarihi göz önünde bulundurduğu­muz takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in Kehf
    Sûresinin 21. âyetinde, “O sırada onlar aralarında bunların işini
    nizalaşıyorlardı” olarak bahsedilen zümre­nin, Tevhid’e inanmış ve doğru yolda
    olan Hıristiyanlara hâkim olan müş­rik, menfaatçi ve bozguncu grup olduğunu
    anlayabiliriz. O sıralarda Hıristiyan âleminin siyasî ve dinî iktidarı işte bu
    sapık ve çıkarcı kimselerin el­lerinde idi. Bunlar şirkin bayraktarıydılar ve
    halkın umumî arzusuna aykı­rı olarak Kehf sahiplerinin bir türbesini inşa edip,
    bir mâbed haline getir­mek istiyorlardı.

    17.1.9. Bugünkü
    Hıristiyanlık ve Aziz Paul

    Hz. Îsa’ya tabi olanlar önceleri kendisinin sadece Allah’ın
    peygamberi olduğunu biliyor, Musevi Şeriatına göre hareket ediyor ve akideler
    ile talimat ve ibadetler bakımından kendilerini Yahudiler veya İsrail
    oğulla­rından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar ile Yahudiler arasında
    sa­dece bir fark vardı: Bunlar Hz. Îsa’nın peygamberliğine iman etmişken,
    Yahudiler O’nun peygamberliğini tanımıyorlardı. Fakat bundan sonra,
    Hıristiyanlar ile Yahudilerin yolları gittikçe ayrıldı.

    Aziz Paul, Hz. Îsa’ya tabi olanların cemaatine girdikten sonra
    yeni di­ni yaymak için türlü türlü tedbirlere başvurdu. Aziz Paul, Romalılar
    Yu­nanlılar ve Yahudi olmayan diğer milletleri de Hıristiyanlar arasına katmak
    istedi ve bu amacı elde etmek için, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden tamamıyla
    farklı bir dini yaymaya başladı. Bu din temel yapısı akide ve inançlar ile
    ibadetler bakımından, Hz. Îsa’nın getirdiği dinden çok farklıydı. Gerçek şu ki,
    Aziz Paul hiçbir zaman Hz. Îsa’nın yakın dostu ve arkadaşı olmamıştı. Tam aksine
    O’nun muhalifi ve düşmanıydı. Paul, Hz. Îsa’nın vefatından sonra da birkaç yıl
    O’na tabi olanlara düşmanlık etti. Fakat daha sonra bu dini cemaate girip
    kendine göre yeni bir din icad etmeye başlayınca kendi yaptıklarının lehinde Hz.
    Îsa’nın hiçbir söz ve fiilini örnek almadı ve sade­ce kendi inanç, düşünce ve
    ilhamlarını temel olarak kabul etti. Bunu ya­parken başlıca amacı, dini herkes
    tarafından hoş görülür ve kabul edilebilir hale getirmesiydi. Aziz Paul, ne
    olursa olsun, bu dini Yahudilerin dışın­daki diğer milletlere de kabul ettirmeye
    kararlıydı. Bu hedefe varabilmek için Hıristiyanların, Musevî veya Yahudi
    şeriatından kopmalarını sağladı. Bir Hıristiyan’ın Yahudiliğin her türlü
    sınırlama, kısıtlama ve vecibelerin­den âzâd olduğunu ilân etti. Dolayısıyla,
    yemek ve içmek konusunda her türlü haram ve helâl ayırımını ortadan kaldırdı.
    Yabancıların, yeni dine girmekten çekinmelerine sebep olan “sünnet” ananesine de
    son verdi. Bu­nun yanı sıra, Hıristiyanlık’ta şirki ilk başlatan da Aziz Paul
    oldu. Nitekim Hz. Îsa’nın ulûhiyetini ortaya attı. O’nun Allah’ın oğlu olduğunu
    iddia etti ve çarmıha gerilmek suretiyle Âdem oğullarının bütün günahlarının
    kefaretini ödediğini de öne sürdü. Müşrik kafalara böyle bir mizansen çok
    elverişliydi ve onlar kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar.
    Hz. Îsa’nın ilk havarileri ve en yakın arkadaşları bu batıl inanç ve bida’tlere
    şiddetle karşı koymaya çalıştılar, ama güçleri yetmedi. Aziz Paul’un din ile
    ilgili yeni kaide, kural ve inançları, halk kitlelerine çok cazip geldi. Çünkü
    gevşettiği bağ ve kaldırdığı sınırlar eskiden, hem Hıristiyanlara hem Hıristiyan
    olmayanlara çok ağır geliyordu. Bunlar ortadan kalkınca diğer milletlerden
    İnsanlar akın akın Hıristiyanlığa girmeye başladılar. Fakat her şeye rağmen
    üçüncü yüzyıla kadar Hz. Îsa’nın ulûhiyetine karşı çıkan pek çok Hıristiyan
    vardı.

    17.1.10. Aziz
    Paul’un İnançlarının Yayılışı

    Ancak dördüncü yüzyılın başında, yani 325’te İznik’te (Nicaea)
    kuru­lan Kilise Meclisi, Aziz Paul’un Hıristiyanlıkla ilgili ortaya koyduğu
    um­deleri resmen kabul etti. Böylece, Hıristiyanlık resmen ayrı bir din halini
    aldı. Daha sonra Roma İmparatorluğu da bu dini kabul etti ve İmparator
    Theodosius zamanında bütün imparatorluğun resmi dini Hıristiyanlık olu­verdi.
    Bundan sonra, gayet doğal olarak, Aziz Paul’un umdelerine aykırı olan bütün
    kitap ve eserler gayri meşrû ilân edilerek imha edildi. Sadece Aziz Paul’un
    akide, umde ve sistemine uygun olan eserler mu’teber ve gü­venilir sayıldı ve
    bunlara dokunulmadı. Miladî 367’de Athanasius’un bir mektubuna göre geçerli ve
    güvenilir kitapların ilk mecmuası hazırlandı. Toplanan bu kitaplar Miladî 382’de
    Papa Damasius’un başkanlığında top­lanan Kilise Meclisi tarafından onaylandı.
    Milâdi beşinci yüzyılın sonları­na doğru Papa Gelasius sadece bu kitapların
    meşru, muteber ve güvenilir olduğunu tasdik etmekle kalmadı, aynı zamanda,
    mu’teber ve meşru olma­yan kitapların listesini de hazırladı. Ne var ki, bu
    ayırım Aziz Paul’un inanç ve öğretilerine göre yapılmıştı. O inanç ve öğretiler
    ki, bunları Hz. Îsa’nın talimatı arasında bulmak hiç de mümkün değildir. Hatta,
    Aziz Paul’un işareti üzerine hazırlanan İncillerde de yer alan Hz. Îsa’nın
    sözlerin­de bile bu umdeler yoktur.

    17.1.11.
    Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri

    Hz. Îsa’nın vefâtından sonra 200. yıla kadar Hıristiyanlar,
    ruhbanlık di­ye bir şey bilmezlerdi. Ne var ki, Hz. Îsa’dan sonra O’nun
    talimatını tahrif ederek ortaya yepyeni bir din çıkaran kimseler ruhbanlık
    geleneğinin de temelini atmışlardı. Hıristiyanlık, kendi tahrif edilmiş şekliyle
    ruhbanlığın mikroplarını taşıyordu. Ruhbanlığın ortaya çıkmasını sağlayacak
    düşünce ve görüşler bir kerre bu dine girmişlerdi. Her şeyi terk edip bir köşeye
    çe­kilmeyi ideal ahlâk’ın bir parçası olarak saymak ve izdivaç ile diğer
    dün­yevi işlerde dervişliği tercih etmek zâten ruhbanlığın çekirdeğini
    oluştur­maktadırlar. Bu tür düşünce ve görüş, tahrif edilmiş olan
    Hıristiyanlıkta başından beri vardı. “Tecerrüd” (dünya işlerinden ayrılmak),
    “takaddüs” (kutsallık)’e eşit sayılıyordu. Bu sebeple kiliselerde dini
    vazifeleri yerine getirmekle yükümlü olanların evlenmeleri, çoluk çocuğa
    karışmaları ve dünya işleriyle uğraşmaları hoş karşılanmıyordu. Böylece, Üçüncü
    yüzyı­la kadar bu mesele bir fitne halini aldı ve ruhbanlık bulaşıcı bir
    hastalık gibi bütün Hıristiyan dünyasını sardı.

    17.1.11.1. Üç Sebep

    Hıristiyanlıkta ruhbanlığın gelişmesinin üç büyük tarihi sebebi
    vardı:

    Birincisi, eski çağların müşrik toplumunda seks, fuhuş,
    ahlâksızlık ve dünya sevgisi aşırı bir seviyeye yükselmişti. Buna karşı koymak
    için Hıristiyan uleması ılımlı olmak yerine aşırı bir yol benimsediler.
    Hıristiyan din adamları ve uleması namus ve iffet üzerinde o kadar durdular ki,
    nikâh şeklinde olsa dahi, bizzat erkek ile kadın arasındaki temas ve
    birleş­menin cenabetli ve pis bir iş olduğunu ilân ettiler. Bu dinî çevreler
    dünya sevgisine karşı o kadar sert bir tepki gösterdiler ki, dindar kişilerin
    dünya­nın herhangi bir nimetinden faydalanmaları imkânsız hâle geldi. Güzel
    ahlâk’ın ölçüsü, bir insanın müzmin bekâr kalması ve her bakımından dünyayı terk
    etmesi oluverdi. Aynı şekilde, insan toplumunun diğer bazı münasebet ve
    zevklerine karşı da bazı tedbirler alındı ve her türlü zevk, haz, keyif ve
    lezzet’i terk etmek, nefsi öldürmek, arzu ve istekleri bastır­mak yüksek ahlâkın
    hedefleri haline geldi. Yine aynı şekilde, türlü türlü yollarla vücuda eziyet
    vermek, ruhanilik ve ermişliğin delili ve kemâli ha­line geldi.

    İkincisi, Hıristiyanlık gittikçe halk kitleleri tarafından kabul
    edilmeye başlayınca, azizler, din adamları ve kiliseler, kendi dinlerini mümkün
    ol­duğu kadar geniş halk kitlelerine yaymak hevesiyle herkesin alıştığı kötü
    inanç ve huylarını da olduğu gibi kabul etmeye başladılar. Havariler ve azizlere
    tapma, putperestliğin başka bir türü olarak zuhur etti. Horus ile İsis’in
    putları yerine Hz. Îsa ve Hz. Meryem’in putlarına tapılmaya başlan­dı.
    Saturnalia’nın yerine Noel bayramı kutlanmaya başlandı. Eski çağlarda yaygın
    olan yıldızlara göre fal bakma, falcılık, zikir, muska ve hortlakla cinlerin
    kovulması için özel dua ve merasimler, Hıristiyanlar arasında yeni­den makbul
    oldu. Bunun gibi, halk arasında, pasaklı, bakımsız, aç, açıkta ve çıplak olan
    bir kimsenin derviş, veli ve ermiş kişi olduğu inancı da yaygın olduğu için
    Hıristiyan kilisesinin din adamlarının bir bölümü de bu yolu seçti. Bu gibi
    insanların “kerâmet”leri ile ilgili hikayeler çoğaldı ve hatta bu konuda birçok
    kitaplar yazıldı.

    Üçüncüsü, Hıristiyanlarda dinin gerçek sınırlarını tâyin edecek
    güveni­lir ve muteber şeriat veya sünnet diye bir şey yoktu. Hıristiyanlar
    Musevi şeriatını zâten bırakmışlardı ve İncil kendi başına mükemmel ve geniş
    kapsamlı bir talimatnâme değildi, veya en azından öyle sayılmıyordu. Bu sebepten
    dolayıdır ki, Hıristiyan uleması, gerek kendi dinlerinin dışındaki toplumlar ve
    filozofların etkisiyle, gerekse kendi yanlış tutum ve eğilimle­ri neticesinde
    her türlü bid’ate kapıları açık bıraktılar. Bu, çeşitli bid’atler­den biri de
    ruhbanlıktı.

    17.1.11.2.
    Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri

    Hıristiyan dininin ulema ve din adamları, ruhbanlığın felsefe ve
    uy­gulamasını, Budizm’in rahipleri, Hindu dininin fakirleri ile eski Mısır’ın
    münzevi hayat yaşayanları, İran’ın manvileri ve Phlaton (veya Philatinus) un
    müşrikleri’nden esinlenerek almışlardı. Hıristiyanlar bunu nefsin temiz­lenmesi,
    ruhanî bakımdan yükselme ve Allah’a yaklaşmanın bir yolu ola­rak görüyorlardı.

    Bu yanlışlığı yapanlar öyle sıradan İnsanlar değildi. Bu işi
    yapanlar, Miladî üçüncü yüzyıldan yedinci yüzyıla kadar (yani Kur’ân-ı Kerim’in
    inişine kadar) gerek Doğu’da gerekse Batı’da Hıristiyanlığın en önde gelen
    simaları, en muhterem şahsiyetleri ve dinî liderleri meselâ Aziz Athanasius,
    Aziz Basil, Aziz Gregory, Aziz Nazlanzin, Aziz Kreisosem, Aziz Ambross, Aziz
    Jerom, Aziz Augustin, Aziz Benediet, ve Büyük Gregoryidiler. Bunlar, kendileri
    rahip olup, ruhbanlığın en büyük savunucuları idi­ler. İşte bu dini liderler
    Kilise’de ruhbanlığın başlaması ve yayılmasının öncülüğünü yaptılar.

    17.1.11.3. İlk Rahip
    ve İlk Manastır

    Tarih’te Hıristiyanlar arasında ruhbanlığın ilk önce Mısır’da
    başladığı kayıtlıdır. Ruhbanlığın kurucusu Aziz Anthony idi. Miladî 250’de doğan
    ve 350’de ölen bu din adamı, Hıristiyanlığın ilk rahibiydi. Aziz Anthony, Feyyum
    bölgesinin, bugün Deyr-ul Meymûn olarak bilinen Pespir mevki­inde ilk manastırı
    kurdu. Aynı rahip, ikinci manastırı Kızıldeniz kıyısında kurdu ki, bugün Deyr-i
    Mâr-Antonios olarak bilinmektedir. Hıristiyanlıkta ruhbanlığın temel felsefe,
    inanç ve talimatı onun tarafından geliştirilmiş­tir.

    Aziz Anthony’nın başlattığı bu hareket Mısır’da çığ gibi büyüdü,
    ve kısa bir zamanda ülkenin her tarafında rahip ve rahipler için manastırlar
    kurulmaya başlandı. Bu manastırlardan bazıları o kadar büyüktü ki, bazen bir
    yerde üç bine yakın rahip ve rahibeler oturabiliyorlardı. Milâdi 325’te yine
    Mısır’da bir Hıristiyan aziz Pakhomius ortaya çıktı. Bu aziz, rahib ve
    rahibelerin oturmaları için 10 adet büyük manastır inşa ettirdi. Bundan sonra
    manastır furyası. Suriye, Filistin ve Afrika ile Avrupa’yı da sardı. Kilise
    düzeni ilk önce ruhbanlık ile ilgili olarak önemli bir çıkmaza girdi. Çünkü din
    adamları ve Kilise, dünyayı terk etme, toplumdan kaçma ve fa­kir bir hayat
    sürmeyi, ruhanî bir yaşantı için ideal olarak kabul etmesine rağmen, rahipler
    ile rahibelerin dışında diğer insanların evlenmeleri, çoluk çocuklara
    karışmaları ve mal-ü mülke sahip olmalarını yasaklama hak ve selâhiyetine sahip
    değillerdi. Fakat bu çıkmazdan kurtulmanın bazı çarele­ri arandı ve bazı
    hususlarda uzlaşma sağlandı. Özellikle, Aziz Athanasius, (M. 373’de öldü), Aziz
    Basil (379’da öldü) Aziz Augustin (430’te öldü) ve Büyük Gregory (609’de
    öldü)’nin vaaz ve telkinleri sayesinde ruhbanlık, Kilise’nin müstakil ve
    ayrılmaz bir müessesesi olarak şekillenmiş oldu.

    17.1.11.4.  Ruhbanlık
    Sisteminin Ayrıntıları
                                                                                                                                                           
                                                                                                                                                                                                                                                      

    Hıristiyanlık’taki ruhbanlık bid’atinin bazı özellikleri aşağıda
    belirtil­miştir:

    1) Ruhban sınıfının ilk özelliği, çeşitli dini ibadet, murakabe
    ve çile­ler ile insan vücuduna eziyet vermekti.

    2) Hıristiyan Ruhban sınıfı ve rahiplerinin ikinci hususiyeti
    pis, pasak­lı ve kirli olmalarıydı. Rahip ve rahibeler temizlikten kaçınırlardı.
    Yıkanma ve vücudu su ile temizlemek, onlara göre Allah’a tapma ve O’nu sev­me
    geleneğine aykırıydı. Vücut temizliğini, ruhun cenabeti olarak görür­lerdi.

    3) Bu ruhbanlık, evlilik hayatına ağır bir darbe indirdi ve
    nikâh bağ­larını kesip attı. Hem de bu işi çok merhametsizce yaptı. Miladî
    dördüncü ve beşinci yüzyılda kaleme alınmış olan eserlerde ana fikir olarak
    bekârlık, cinsel ilişkiden kaçınma, meşrû izdivaçtan uzaklaşma ve bir kö­şeye
    çekilme en güzel ahlâki değer şeklinde işlenmiştir. İffet ve namusun anlamı, her
    türlü cinsî münasebetler, hatta karı-koca arasındaki meşru iliş­kilerden
    uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. Temiz bir hayat, bir kişinin kendi nefsini
    öldürüp, her türlü bedensel zevki yok etmekle eşdeğer tutul­muştur. Rahip ve
    rahibelere göre, arzular ve istekler ile heveslerden ka­çınma ve bunları kontrol
    altında tutma, insanın içindeki vahşeti zararsız hale getirme amacını taşıyordu.
    Arzu, istek ve ihtiraslar yok edilince insa­nın içindeki hayvanî istek ve
    arzular da ortadan kaldırılmış oluyordu. On­lara göre zevk ve günah aynı anlam
    taşıyorlardı. Hatta neşelenmek dahi, Allah’ı unutmak anlamına geliyordu. Aziz
    Basil gülmeyi ve gülümsemeyi bile yasaklamıştı. İşte bu noktadan hareketle,
    ruhban topluluğu içinde er­kek ile kadın arasındaki normal evlilik ilişkileri de
    yasaklanmıştı. Bir ra­hip için evlenmek şöyle dursun, bir kadının yüzüne bakması
    bile yasak­landı. Eğer bu rahip önceden evliyse, karısını terk edip kendisini
    tama­mıyla dine vermesi öngörüldü. Erkekler gibi kadınlar da, erkeğe
    yaklaş­mamaya, onlarla ilişki kurmamaya teşvik edildi. Allah’ın göklerdeki ve
    yerdeki saltanatında iyi bir yere sahip olabilmeleri için bakire ve bekâr
    kalmaları, evliyseler kocalarını bırakmaları tavsiye edildi. Aziz Jerom gibi
    önde gelen bir Kilise adamı, Hz. Îsa için rahibe olup, ömür boyu bekâr ka­lan
    bir kadının aslında Hz. Îsa’nın gelini ve o rahibenin annesinin tanrı, yani Hz.
    Îsa’nın kaynanası olma şerefine nail olduğunu beyan etmiştir. Aziz Jerom bir
    başka yerde şöyle demiştir: “İffetin baltasıyla evlilik ilişki­si denilen ağacı
    kesmek, sâlik’in ilk vazifesidir”. Bu dinî vaaz ve telkin­ler yüzünden kendisini
    dine adayan ve rahip ya da rahibe olmaya karar veren bir Hıristiyanın ilk önce
    evliliği temelden sarsılmış ve zedelenmiş oluyordu.

    Kilise düzeni, yaklaşık 300 yıl bu aşırı fikir ve görüşlere
    karşı şöyle ya da böyle direndiyse de, daha sonraki devirlerde fanatikler ve
    katı kural­ları benimsemiş ve uygulamaya kararlı olan aziz ve din adamlarına
    yenik düştü. Miladi 4. yüzyılda Kilise’de dini vazife ve hizmetlerde bulunan
    kimselerin evlenmeleri ve evlilik hayatı sürmeleri son derece pis ve kötü bir
    olgu olarak kabul edildi. Nitekim, Milâdi 362’de Gengra’da toplanan Kilise
    Meclisi, izdivaçla ilgili her türlü düşünceleri yasakladı ve dine ay­kırı saydı.
    Bundan kısa bir süre sonra 386’da Roman Synod bütün papaz ve rahiplerin evlilik
    bağlarını koparmalarını istedi. Ertesi yıl ise, Papa Siricius bir genelge
    yayınlayarak, evlenen veya evli olduğu takdirde karısıy­la cinsî münasebetlerini
    sürdürmekte olan bir papazın görevinden alınaca­ğını ilân etti.

    4) Ruhbanlığın en acımasız ve kötü tarafı, ana-baba, kardeşler
    ve evlâtlar arasındaki ilişkileri de baltalaması oldu. Hıristiyan veli ve
    azizle­rin gözünde anne-baba’nın evlâtları, kardeşlerin kardeşleri ve evlâtların
    anne ve babaları için sevgi ve şefkatleri da birer günahtı. Onlara göre, ruhanî
    ve manevî terakki ile saadet için bütün bu ilişkilerin kesilmesi şart­tı.
    Hıristiyan ruhbanlarının felsefesine göre, Allah’ın rızasını ve sevgisini
    kazanmak isteyen bir kimsenin dünyada anne-babaları, kardeşleri ve evlâtlarıyla
    olan bütün münasebetlerini ve akrabalıklarıyla dostluklarını terk etmesi elzem
    idi.

    5) Ruhban sınıfının, en yakın akrabalarına karşı katı ve
    acımasızca davranmaya zorlandıkları için, zamanla bütün insancıl düşünce ve
    duygu­ları da kaybolup gidiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, dini konularda
    ken­dilerine muhalefet edenler ve din düşmanlarına karşı, kin, nefret ve
    mer­hametsizliğin en çirkin ve dehşet verici örneğini verirlerdi. Dördüncü
    yüz­yıla kadar Hıristiyanlık’ta 80-90 mezhebin doğmasını bu katı, acımasız ve
    nefret dolu tavır ve muamelelere bağlayabiliriz. Aziz Augustin kendi dö­neminde
    88 mezhep olduğunu belirtmiştir. Bu mezhepler birbirine karşı son derece kırıcı
    ve acımasızca bir tutum için de idiler. Bu mezhepler ara­sındaki nefret ateşini
    yakan ve körükleyen de yine rahip ve din adamlarıy­dılar. Bu dönemde karşıt
    mezhep ve grupta olanların en merhametsiz ve vahşi yollarla işkence edilmeleri,
    ezilmeleri, öldürülmeleri ve diri yakıl­maları çok yaygındı. Bu dini kavga ve
    çatışmaların en büyük merkezi Mı­sır’ın İskenderiye şehriydi.

    6) Gerçi ruhban sınıfı için dünyanın her zevki ve bütün insanî
    ilişki­leri günâh ilân edilmiş ve yasaklanmıştı. Ancak para hırsı ve zenginliğe
    karşı herhangi bir sınırlama getirilmedi. Bir yandan fakir, kalender ve kö­şeye
    çekilmiş bir yaşantı teşvik ediliyor ve öğütleniyordu, ama bir yandan da
    rahipler ve din adamlarının servet toplamaları serbest bırakılmıştı. Ni­tekim,
    Miladi beşinci yüzyılın başında Roma piskoposu krallar gibi bir sa­rayda rahat
    ve lüks bir hayat yaşıyordu. Bu rahip dışarıya çıktığı zaman et arabaları ve
    hizmetçilerinin alayı, tantana ve gösteriş bakımından imparator’unkinden hiç de
    az olmazdı. Yedinci yüzyıla kadar ise kiliselere ve manastırlara servet akımı
    bütün sınırları aşmıştı. Ruhban sınıfı arasında servet ve zenginliğin artmasının
    başlıca sebebi çok sayıda sahte kimsele­rin gerçek rahipler ile din adamlarının
    safına katılmalarıydı. Rahipler ise azizlerin büyük fedakârlık, cefakârlık ve
    tevekküllerinin neticesinde halk kitleleri kendilerine aşın derecede saygı ve
    bağlılık göstermeye başlayın­ca pek çok dünyacı, maddeci ve menfaatçi gruplar
    rahip ve rahibeler arası­na karışıp dört elle mal-ü mülk toplamaya başladılar.
    Bu sahte kişiler bazı samimi, iyiniyetli ve fedakâr rahip ve din adamlarının
    karakterlerinin de bozulmasına sebep oldular.

    7) İffet ve namus konusunda da ruhbanlık, tabiat ve insanın
    içgüdü ve diğer doğal istek ve arzularına karşı ilân ettiği savaşta da defalarca
    yenil­giye uğramıştır. Manastırlarda bazı ibadet, merasim ve murakabe ile
    zikir­lerin, rahipler ile rahibeler tarafından beraberce yapılması gerekiyordu.
    Bu sebeple, rahipler ile rahibelerin beraber yaşamaları olağan bir hale gel­di.
    Aralarındaki temas, aşırı rahiplik hayatı yüzünden bastırılmış olan şehvanî
    istek ve duygularını kamçılıyordu ve dolayısıyla, aralarındaki cinsî ilişkiler
    çok yaygın bir hal aldı. İbadet ve zikir, yataklarda yapılma­ya başlandı! Zaten
    insan tabiatı, kendisine karşı gelen ve savaşanlardan acı ve intikam alır.
    Ruhbanlık, insan tabiatıyla savaşmakla öylesine bir çukura düştü ki, sekizinci
    yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar Hıristiyanlığın tarihi, insanlık tarihinin
    kara bir lekesi olarak kalmıştır. Orta çağlarda ka­leme alınmış olan eserlerde,
    kilise ve özellikle rahibelerin oturdukları ma­nastırların birer genelev haline
    geldiğinden yakınılmıştır. Bu manastırlar­da gayri meşru çocukların doğmaları ve
    öldürülmeleri bir salgın halini al­mıştı. Ayrıca gerek rahipler, gerekse
    sahibeler arasında homoseksüel iliş­kiler ve diğer ahlâksızlıklar alabildiğine
    yayılmıştı.

    17.2. İNCİL’LERİN TARİH AÇISINDAN
    DEĞERLENDİRİLMESİ

    Yahudiler gibi, Hıristiyanların kutsal kitabı da gerçek şekliyle
    muhafa­za edilmemiştir. Hıristiyan dininde bid’at, yanlış inanç ve talimatın
    yayıl­masının sebebi ise semavi kitabın tahrif edilmesidir. Halbuki İncil, Allah
    tarafından indirildiği şekliyle korunabilmiş olsaydı, Hıristiyanlık herhalde
    bugünkü kadar değişik olmayacaktı.

    17.2.1.
    Kaynakların Araştırılması

    Bugün İncil olarak bildiğimiz Kutsal Kitap aslında dört ayrı
    kitabın mecmuasıdır, ki şöyle sıralanabilir: Matta, Markus, Luka ve Yuhanna.
    Fa­kat bu kitaplardan hiç biri Hz. Îsa’ya inmiş veya onun tarafından
    hazırlan­mış olan bir kitap değildir. Bilindiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti
    Pey­gamber efendimize Allah tarafından vahiy olunan bütün sûre ve âyetler
    eksiksiz toplanmış bulunmaktadır. Fakat, Hz. Îsa’ya gelen vahiylerin tü­münü bu
    kitaplardan hiçbirinde mükemmel bir şekilde görmemiz müm­kün değildir. Ayrıca,
    peygamberliği süresince Hz. Îsa’nın çeşitli vesile ve zamanlarda söylediği
    sözler, vaaz ve telkinler de aynen muhafaza edilmiş değiller. Kısacası, bize
    kadar gelen Hıristiyan kutsal kitapları ne Allah’ın kelâmı ne Hz. Îsa’nın
    sözlerinden meydana gelmişlerdir. Bunlar, aslında çeşitli zamanlarda Hz. Îsa’nın
    havarileri ve havarilerinin öğrencileri tara­fından yazılan kitaplardır. Adı
    geçen havari ve şâkirdler bu kitaplarda kendi akıl, anlayış ve görüşleri
    doğrultusunda Hz. Îsa’nın hayatını ve eser­leri ile vaaz ve talimatını dile
    getirmişlerdir.

    17.2.2. Matta’ya
    Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

    Ancak bu kitaplar da öyle güvenilecek ve pek itibar edilecek
    cinsten değillerdir. Bu kitaplardan ilki, Hz. Îsa’nın havarilerinden Matta’ya
    aittir, ya da öyle olduğu söyleniyor. Halbuki, tarihi kayıtlar bu kitabın Matta
    ta­rafından kaleme alınmadığını göstermektedirler. Matta’nın asıl hazırladığı
    kitap, “Logia” ortadan kaybolmuştur ve hiçbir nüshası hiçbir yerde
    bulun­mamaktadır. Bugün ise Matta’ya ait olduğu bildirilen İncil’in yazarı,
    diğer kitapların yanı sıra Logia’dan da istifade eden meçhul bir şahıstır.
    Nitekim bu kitapta Matta’dan sanki yabancı bir şahıs imiş gibi söz edilmiştir[1].
    Bunu dikkatle incelediğimizde, bunun Markus’un İnciline dayandığını fark
    edebiliriz. Şöyle ki, bu kitabta yer alan 1068 âyetten 470’i Markus İnci­linde
    yer alan âyetlerin aynısıdır. Sonuç olarak, bu kitabın yazarı bir havari
    olsaydı, havari olmayan ve Hz. Îsa ile hayatında hiç görüşmemiş olan bir kişinin
    kitabından yararlanmasına hiçbir gerek yoktu. Teolog ve Hıristiyan din
    adamlarının tahminlerine göre, Matta’ya ait olduğu bildirilen İncil, Miladî
    70’de yani, Hz. Îsa’dan 41 yıl sonra yazılmıştır. Bazı ulema ve din âlimleri
    bunun yazılış tarihinin Miladî 90 olduğunu belirtmişlerdir.

    17.2.3. Markus’a
    Ait Olduğu Söylenen Nüsha

    İnciller’in mecmuasında yer alan ikinci kitabın Markus’a ait
    olduğu söyleniyor ve kendisinin bu kitabı gerçekten ele aldığı belirtiliyor.
    Fakat bu zât hiçbir zaman Hz. Îsa ile görüşmemiştir. Markus, Hz. Îsa’nın müridi
    de değildi. Bu her iki husus tarih kitaplarından sabittir[2].
    Aslında Mar­kus, aziz ve havari olan Peters’in müridi olup, onun söylediklerini
    Lâtinceye çevirirdi. Bu sebeple, Hıristiyan yazarları, Markus’un, Aziz
    Pe­ters’in tercümanı olduğunu belirtirler. Tahminlere göre, Markus İncili Miladî
    63-70’te yazılmıştır.

    17.2.4. Luka’ya
    Ait Olduğu Belirtilen Nüsha

    İncillerin üçüncüsünün Luka’ya ait olduğu söyleniyor. Luka’nın
    hiç­bir zaman Hz. Îsa’yı görmediği ve O’ndan hiçbir feyiz almadığı kesindir.
    Luka, Aziz Paul’un müridiydi. O’nun sadık dostu olup, her zaman onun sohbetinde
    bulundu. Gayet tabii ki, kendi İncilinde Aziz Paul’un fikirlerini aksettirmeye
    çalışmıştır. O kadar ki, Aziz Paul, Luka’nın İncilinin kendi İncili olduğunu
    söylemiştir. Ne var ki, Aziz Paul kendisi hiçbir zaman Hz. Îsa’nın yanında
    bulunmamıştır. Hıristiyan tarih kitaplarına göre Aziz Paul, Hz. Îsa’nın çarmıha
    gerilmesinden ancak 6 sene sonra Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Bu itibarla,
    Luka ile Hz. Îsa arasında olayların zincirinde bir hal­ka eksiktir. Luka’ya ait
    olduğu söylenen İncil’in yazılış tarihi de tesbit edi­lememiştir. Bazıları bunun
    Miladî 87’de kaleme alındığını belirtirken, bu tarihin Miladî 74 olduğunu da
    söylemişlerdir. Fakat Mc Giffert ve Plummer gibi araştırmacılar bu İncilin
    Miladî 80’de yazıldığında ittifak etmiş­lerdir.

    17.2.5.
    Yuhanna’ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha

    Yapılan tetkikler, Yuhanna İncilinin, tanınmış havari Yuhanna
    tara­fından kaleme alınmadığını ortaya koymuşlardır. Bu dördüncü İncil as­lında,
    Yuhanna adını taşıyan meçhul bir şahsın eseridir. Bu kitap, Hz. Îsa’nın
    vefatından çok sonra, Miladî 90’da ve hatta daha sonraki bir tarihte
    yazılmıştır. Horneck bunun yazılış tarihinin Miladî 110 olduğunu belirt­miştir.

    Demek ki İncil’de veya Mukaddes Kitap’ta yer alan, yukarıda
    bahsettiğimiz dört kitabın hepsi de Hz. Îsa’dan sonra ve başka kimseler
    tarafın­dan kaleme alınmıştır. Bu itibarla, bu kitaplarda yer alan söz, ibare ve
    âyetlerin Hz. Îsa’ya veya Allah’a ait olduklarını söylemek çok güçtür. Ak ile
    kara ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak çok zor bir iştir. Fakat bu
    hususta inceleme ve araştırmamızı derinleştirdikçe bu kitapların daha da şüpheli
    ve güvenilmez hale geldiğine şahit oluruz.

    17.2.6.
    İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının Altı Sebebi
                                                                                                                                                                                                                                                  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

    1. Her dört İncil’in metinleri birbirinden ayrı ve farklı olup
    çelişkiler­le doludurlar. O kadar ki, Hıristiyan vaaz ve talimatının temelini
    oluşturan “Tepe’deki Vaaz”in metinleri bile Matta, Markus, ve Luka İndilerinde
    ayrıdırlar.

    2. Her dört İncil, Allah (cc.) veya Hz. Îsa’nın sözlerine önem
    verme­nin yerine kendi yazarlarının şahsî fikir ve tavırlarını
    yansıtmaktadırlar. Meselâ, Matta’nın muhataplarının Yahudiler olduğu ve onlara
    çeşitli delil­ler vermeye çalıştığı her hâliyle belli oluyor. Markus’un
    muhatabları ise Romalıdırlar. Markus bunlara İsrail oğullarının tarihi ve
    talimatını hatır­latmaya çalışmaktadır. Luka, her konuda diğer havarilere Paul’u
    tercih et­mektedir. Yuhanna ise, ilk miladi yüzyılda Hıristiyanları saran
    felsefelerin etkisinde bulunuyor. Böylece, bu dört İncil’de söz ve metindeki
    tutarsızlık ve çelişkiden çok kavram kargaşasının hâkim olduğu kendiliğinden
    ortaya çıkıyor.

    3. İncillerin hepsi Yunanca ve Lâtince yazılmışlardır. Halbuki,
    Hz. Îsa ve bütün havarilerinin dili Süryânice idi. Dilin değişmesi, fikir ve
    görüşün değişmesine de yol açmıştır.

    4. İncillerin düzenli şekilde yazılmasına Miladî ikinci
    yüzyıldan önce başlanamadı. Miladî 150 yılına kadar sözlü rivâyetlerin
    yazılardan daha iyi olduğu inancı hâkimdi. Miladî ikinci yüzyılda İncilleri
    kayda geçirme fikri doğduysa da o zamanın yazılan güvenilir sayılamaz. Ahd-i
    Cedîd ve­ya Yeni Ahid’in ilk güvenilir metni Miladî 379’da Kartacına’da toplanan
    Kilise Meclisinde tasdik olundu.

    5. Hâlen dünyada bulunan İnciller’in en eski nüshaları miladî
    dördün­cü yüzyılın ortalarına aittir, ikinci nüsha beşinci yüzyıl’a ve noksan
    olan üçüncü nüshaları, (ki Vatikan’da Papa’ya ait kütüphanede bulunuyor) da
    dördüncü yüzyıldan öteye gitmiyorlar. Bu durumda Milât’tan sonra ilk 300 yılda
    Hz. Îsa’ya tabi olanlar tarafından okunan ve takip edilen İncillerin
    metinlerinin bugünküleriyle ne kadar mutabık olduğunu kesinlikle söylememiz
    mümkün değildir.

    6. İnciller hiçbir zaman Kur’ân-ı Kerim gibi hıfz edilmeye
    çalışılma­mıştır. İnciller ilk dönemlerde genellikle konu ve anlamları
    bakımından şahıstan şahısa rivâyet edildi ve aynı kelime veya aynı cümle ve
    ifadelerin kullanılmasına dikkat edilmedi. Bunun tabii bir neticesi olarak,
    İncillerin metinlerine yazar, derleyen ve rivâyet edenlerin şahsî görüş ve
    yorumları da girmiş oldu. Sıra bu kitapların kağıda dökülmesine ve yazılmasına
    ge­lince asıl söz ve metinlere bağlı kalınmasının son umudu da ortadan kalk­mış
    oldu. Çünkü, hattat ve dizgiciler kendi fikir ve inançlarına göre me­tinde
    gelişi güzel değişiklikler yaptılar[3].

    Bu sebeplerden dolayıdır ki bu Dört İncil’de de Hz. Îsa’nın
    gerçek söz, ifade ve talimatının bulunduklarını katiyetle söyleyemeyiz.

     17.3. HZ. ÎSA’NIN GERÇEK TÂLİMÂTI

    17.3.1. Hz. Îsa
    (a.s.)’nın Talimâtı’nın En İyi Kaynağı

    Gerçek şu ki, Hz. Îsa’nın hayatı, eserleri ve talimatının en iyi
    kaynak­ları daha önceki bölümde bahsettiğimiz ve Hıristiyan Kilisesi tarafından
    muteber ve meşru olarak kabul edilen Dört İncil değillerdir. Asıl muteber ve
    güvenilir bir kaynak, Hıristiyan Kilisesi tarafından “sahte” “uydurma” veya
    “şüpheli” olarak ilân edilen Barnabas İncili’dir. Bu İncil dünya halk­larından
    adetâ saklanmış ve yüzyıllarca hiçbir yerde aslı veya kopyası bu­lunmamıştır.

    Ben Şahsen Oxford Üniversitesi Kütüphanesinde bu değerli
    İncil’in İngilizce tercümesinin bir fotokopisini gördüm ve kelimesi kelimesine
    okudum. Bence bu eser, büyük bir nimet ve rahmettir ve Hıristiyanlar sa­dece
    kendi dinî taassup, fanatizm ve inatçılıkları yüzünden böyle bir eser­den
    kendilerini mahrum etmişlerdir.

    Kitab-ı Mukaddes’te meşru ve muteber olarak yer alan dört
    İncilden hiçbirinin Hz. Îsa’nın havarileri tarafından kaleme alınmadığını
    bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncilleri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının
    Hz. Îsa’nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini de
    id­dia etmemişlerdir. Bu gibi atıflar şöyle dursun yazılanların hiçbir kaynağı
    gösterilmemiştir. Bu bakımdan, rivâyet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu
    veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla
    aracıdan mı işittiği bilinmiyor.[4]
    Buna karşılık, Barnabas’ın yazarı diyor ki, “ben Hz. Îsa’nın ilk 12 havarisinden
    biriyim. Baştan sonuna ka­dar Îsa ile beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olayları
    ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum.” Sadece bu değil,
    Barnabas şun­ları da yazıyor: “Hz. Îsa bu dünyadan ebediyete intikal ederken,
    hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça
    or­taya koymamı emretmişti.”

    17.3.2. Barnabas
    İncili’nin Belirgin Özellikleri

    Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncilini okuduktan sonra
    bu­nu Ahd-ı Cedidin dört İnciliyle karşılaştıracak olursa, bunun her dördün­den
    kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil’de Hz. Îsa’nın hayatı ve
    başından geçen olaylar daha ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Tıpkı bir
    kişinin gördükleri ve yaşadıkları olaylar gibi. Dört İncil’de ko­puk ve
    görünürde birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas
    İncilinde daha düzgün ve anlamlı hâle getirilmiştir; özellikle, tarihî hadiseler
    daha bir dikkatle ve sıralarıyla kaydedilmiştir.

    17.3.3. Hz. Îsa
    (a.s.)’nın Gerçek Tâlimâtı ve Etkileyici Anlatımı

    Hz. Îsa (a.s.)’nın dinî telkinleri Barnabas İncili’nde dört
    İncil’e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile
    ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah-u Teâlâ’nın sıfatları, ibadetin ruhu ve
    güzel ah­lâk gibi mevzular gayet teferruatlı, mantıklı ve kuvvetli şekilde
    anlatılmış­tır. Bu kitapta Hz. Îsa’nın kullandığı dil, ifade ve konunun iyi
    anlaşılması için verdiği pratik örneklerin en küçük misalini bile diğer dört
    İncil’de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)’nın kendi taraftarları
    ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar
    akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa’nın dili, üslûbu, tabiatı
    ve huyuna azıcık bile vakıf olan biri bu İncil’i okuduktan sonra bunun sah­te
    veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söyle­mek
    gerekirse, Hz. Îsa’nın kişiliği ve öğretileri, diğer dört İncil’e nisbetle

    Barnabas İncili’nde daha net, dâha açık bir şekilde karşımıza
    çıkıyor. Ayrıca, bu İncil’de diğer İncil’lerin belirgin bir eksikliği olan
    çeşitli söz ve fi­illerdeki tezât da yoktur.

    17.3.4. Bütün
    Peygamberlerin Talimatına Uygun

    Barnabas İncilinde Hz. Îsa’nın hayatı ve talimatı bir
    peygamberin ha­yatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir peygamber olarak
    karşımıza çıkıyor ve bütün peygamberler ile kitaplarını tasdik ediyor.
    Peygamberler olmaksızın Hakk’ı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve
    peygamber­lere boş verenin aslında Allah’a boş vermiş olduğunu anlatıyor.
    Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına
    uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulu­nuyor.
    Barnabas İncilinde sık sık bahsedilen namazların, aslında müslü­manların bildiği
    sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor.
    Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberler
    arasında Hz. Davûd ile Hz. Süleyman (a.s.)’ın da bulunduğunu kaydediyor.
    Halbuki, hem Yahudiler, hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler
    listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail’in “zebîh” (Allah’a adanmış kurban)
    olduğunu kabul ediyor ve bu hu­susta bir Yahudi âlimini de bu gerçeği kabul
    etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail oğullarının kendi menfaatleri için Hz.
    İshâk’ın zebîh veya kurban ol­duğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını
    belirtiyor. Kısacası, Barna­bas’taki kayıtlara göre, Hz. Îsa (a.s.)’nın âhiret,
    kıyamet, cennet ve cehen­nem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur’ân-ı Kerîm’de
    anlatılanların hemen he­men aynısıdır.

    17.3.5.
    Barnabas’ın İncil’i Yazması için İleri Sürdüğü Sebepler ve Amaçlar

    Barnabas İncili’nin yazarı ta başta kitabı kaleme almasının
    sebebini şöyle anlatıyor: “Bu kitabın gayesi, Şeytân’ın hilelerine uyarak Hz.
    Îsa’yı Allah’ın oğlu ilân edenleri ıslâh etmektir. Bu İnsanlar erkeklerin sünnet
    edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür ha­taya
    düşenler arasında (Aziz) Paul da vardır.” Barnabas, Hz. Îsa (a.s.) sağ iken,
    Mu’cizelerini gören müşrik Romalı askerler O’nun Allah’ın oğlu ve hatta Allah
    olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha son­ra İsrail
    oğullarının da bulaştığını belirtiyor. Barnabas’ın dediği gibi, Hz. Îsa bu
    gidişata çok bozulmuştu. Defalarca, O’nun etrafını saranları uyarmış ve yanlış
    inançlarını şiddetle yermişti. Şâkirdlerini çeşitli bölgelere göndermişti. Bu
    şâkirdler, Hz. Îsa’nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı
    Mu’cizeler gösterdiler. Bundan maksat, Mu’cizeler gösteren bir kişinin Tanrı
    veya Tanrının oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermek­ti. Barnabas bundan
    sonra Hz. Îsa’nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşma­larını naklediyor. Bu
    konuşmalardan Hz. Îsa’nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar
    karşı olduğu ve bundan ne kadar endişe duyduğu anlaşılıyor.

    Barnabas ayrıca, Aziz Paul’un, Îsa (a.s.)’nın çarmıhta can
    verdiği yo­lundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi tanık olduğu
    olayı şöyle anlatıyor: “Şâkird Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Başrahibinden
    rüşvet alarak Hz. Îsa’yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah’ın em­riyle
    dört melek Hz. Îsa’yı semâya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda’nın yüzü ve sesi
    tamamıyla Hz. Îsa’nınki gibi oluverdi. Böylece çarmıha Hz. Îsa de­ğil, Yahuda
    gerildi. “Barnabas İncilin’deki bu ifade görüldüğü gibi, Aziz Paul’un kurduğu
    Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerini de tamamıyla
    doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in inişinden tam
    115 sene evvel Barnabas İncilindeki bu ifadeler, bu kitabın Hıristiyan Kilisesi
    ve din adamları tarafından afaroz edilmesine sebep oldu.

    17.3.6. Meşrû ve
    Muteber Sayılan Dört İncil’de Hz. Îsa’nın Talimatı

    Çağımızın olay ve gelişmeleri, Hazreti Îsa (a.s.)’nın Filistinli
    Yahudilere, Cenâb-ı Allah’ın kelâmı ve Devlet-i İlâhiye’yi kurmaları konusunda
    vaaz, telkin ve talimat verdiği şart ve ortama çok benzediği için, bu güzi­de
    peygamberin kullandığı dil, uslûp ve metod bizim için son derece önem
    taşımaktadırlar. Aşağıya aldığımız alıntılar, Kur’ân-ı Kerimin tali­matının
    ışığı altında seçilmiştir ve bu bakımdan, bunların Hz. Îsa’nın ger­çek söz ve
    üslûbuna uygun olduğunu söyleyebiliriz:

    17.3.6.1. Tevhid’e
    Dâvet

    “Fıkıh âlimlerinden biri O’na hükümler arasında en iyi hükmün
    han­gisi olduğunu sordu. Hz. Îsa dedi ki birincisi şudur: “Ey İsrail, dinle!
    Hüdâvend, bizim Hüdâ aynı Hüdâvend’tir ve sen Hüdâvend’i, Kendi Hûda’nı, kendi
    kalbini, kendi canını, kendi aklım ve kendi kuvvetini sev”… Fıkıh âlimi ona
    dedi ki, “ey üstâd, maaşallah, Sen doğru söyledin,

    O birdir ve O’ndan başkası yoktur.” (Markus: 12: 28-32).

    “Sen Hüdâvend’e, kendi Tanrına secde et ve O’na ibadet et.”
    (Luka, 4: 8).

    17.3.6.2. İlâhi
    Hâkimiyet

    “O halde, siz şöyle dua edin: ‘Ey bizim Babamız, Sen ki,
    göktesin, Senin ismin pâk kalsın, Senin Hâkimiyetin gelsin, iraden nasıl ki
    gökte hâkimse, yere de hâkim olsun.” (Matta, 6: 9-10).

    Görüldüğü gibi, son âyette Hz. Îsa kendi idealini ortaya
    koymuştur. Bu ayetten, bazıları Hz. Îsa’nın ruhani hâkimiyeti kastettiğini
    sanmışlar­dır. Ama bu ayet bu inancı reddetmektedir. Hz. Îsa’nın başlıca
    hedefinin, kâinat’ta Cenâb-ı Allah’ın kanunlarının geçerli olduğu gibi, dünyada
    da O’nun şeriatının geçerli ve her şeyden üstün kılınmasını sağlamak olduğu
    burada kesin olarak anlaşılıyor.

    17.3.6.3. Hak İle
    Batıl Arasındaki Mücadele

    “Sanmayın ki, ben dünyaya sulh yapmaya gelmişimdir. Ben sulh
    de­ğil, kılıç sallamaya gelmişimdir. Ben buraya, bir insanı babasından, kızı
    annesinden ve gelini kaynanasından koparmaya gelmişimdir. Aslında bir insanın
    düşmanı, onun ailesi olacaktır. Anne ve babasını benden daha çok seven ve sayan
    bir kişi bana lâyık değildir.”

    17.3.6.4. Hak Yolunda
    Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir

    “Ve kendi haçını kaldırmayan

    [5]
    ve
    peşimden gelmeyen bana lâyık değildir. Kendi canını kurtarmak isteyen biri bunu
    er geç kaybedecektir. Ve benim için canını fedâ eden biri, kendini kurtarmış
    olacaktır.” (Matta: 10: 14-39).

    “Benim peşimden gelmek isteyen biri kendi benliğini

    [6]
    inkâr
    etmeli, kendi haçını kaldırmalı ve arkamdan gelmelidir.” (Matta: 16-24).

    “Kardeşi kardeş öldürecek, oğul babasına karşı gelecek ve baba
    oğlu­na karşı gelip onu öldürecektir. Ve benim adım yüzünden herkes sizden
    nefret edecektir. Fakat sonuna kadar dayanabilen kurtulmuş olacaktır.” (Matta:
    10: 21-22)

    “Bakın ben sizi sanki koyunların arasına gönderiyorum…
    Adamlardan uzak durun ve dikkatli olun. Zira, onlar sizi mahkemeye
    verecekler­dir ve kendi ibadet yerlerinde sizi kırbaçlayacaklardır. Ve siz benim
    yü­zümden Hükümdarlar ve hâkimlerin önüne çıkarılacaksınız.” (Matta: 10: 16-18).

    “Ve eğer biri yanıma gelir ve kendi babası, annesi, karısı,
    çocukları ve kardeşlerine ve bizzat kendi canına düşman olmazsa (yani, bunlarla
    ilişkilerini koparmaz veya onların sevgilerine Hak dinini tercih etmezse), benim
    öğrencim olamaz. Kendi haçını kaldırmayan ve peşimden gelme­yen biri şâkirdim
    olamaz. Herhalde, sizlerden biri bir burç inşa etmek isti­yorsa, evvelâ onun
    yapımında kullanılacak malzeme ve tutarını hesapla­yacaktır. Bunu yapamaz ve
    binanın temelini atıp yarıda bırakırsa, herkes gülecek ve diyecek ki, şu adama
    bakın, bina yapmaya kalkıştı, ama bunu hesaplayamadı… Sizlerden biri, her
    şeyini terk etmedikçe benim şâkirdim olamaz.” (Luka: 14: 23-26).

    17.3.6.5. İnkılabî
    Bir Hareket

    Bütün bu ayetler gösteriyor ki, Hz. Îsa (a.s.) sadece bir dini
    yaymaya değil, tüm medenî ve siyasî nizamı temelden değiştirmeye gelmişti. Bu,
    öylesine hafif veya küçümsenecek cinsten bir görev veya dava değildi, aksine son
    derece güç ve büyük bir dava idi ve bu yolda bir değil, birkaç kuvvete karşı
    savaşmak, meselâ, Roma imparatorluğu, Yahudi devleti, fı­kıh âlimleri ile
    ferisîlerin (şeriat sahipleri) iktidarı ve genel olarak bütün sapık ve çıkarcı
    insan ve zümrelerle boğuşmak gerekiyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Îsa ta
    başta hem kendisinin üstlendiği görev, hem arka­daşlarının üzerlerine aldıkları
    sorumluluğun ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Hz.
    Îsa, yolun ağzında kendisiyle beraber gelmek isteyenlerin nelerle
    karşılaşacaklarını açıkça dile getiri­yordu.

    17.3.6.6. Sabır ve
    Metânet’in Telkini

    “Haylazlara karşı gelme; aksine, senin sağ yanağına tokat atana
    öbür yanağını da çevir. Ve eğer biri seni mahkemeye verip senden gömleğini almak
    istiyorsa, sen ona cübbeni de var. Ve biri seni bir fersah boşuna koşturursa,
    sen onunla iki fersah koş..” (Matta: 15: 39-41).

    “Bedenleri öldüren ama ruhları öldürmeyenlerden korkma. Sen asıl
    ruh ile bedenin ikisini cehennemde öldürecek olandan kork.” (Matta: 10­28).

    17.3.6.7. Dünya
    Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti Sevmek

    “Kendi nefsin için dünyada mal-ü mülk toplama. Dünya öyle bir
    yer­dir ki, burada her şeyi böcekler yer ve her şey paslanır ve haydutlar her
    şeyi alıp götürürler. Asıl sen gökte kendin için mal-ü mülk toplamalısın.”
    (Matta: 6: 16-20)

    “Hiçbir kimse aynı ânda iki efendiye hizmet edemez. Siz aynı
    zaman­da Allah’a ve servete hizmet edemezsiniz. Biz ne yiyeceğiz ve ne içeceğiz
    diye kendi canınızı sıkmayın, giyeceğiniz hakkında da tasalanmayın. Fezadaki
    kuşlara bakın, ne ekiyorlar, ne biçiyorlar, ne de evlerde ve köşk­lerde
    biriktiriyorlar. Fakat yine de Gökteki Babanız onların kamını doyu­ruyor. Siz
    onlardan daha değerli değil misiniz? Sizlerde, kendi canını sık­mak ve
    tasalanmak suretiyle ömrünü bir an bile uzatabilecek kimse var mıdır? Ve
    giyim-kuşamlarınız için niçin bu kadar telaşlanıyorsunuz? Or­mandaki ağaçlara ve
    kır çiçeklerine bakın, onlar nasıl büyüyor ve nasıl yetişiyor? Onlar ne
    didiniyor, ne çabalıyor ve ne de örüyor. Yine de ben size söylüyorum ki,
    Süleyman (a.s.)’da bütün şan ve şevketine rağmen di­ğer İnsanlar gibi giyinik
    değildi. Eğer Allah, bugün varolan ama yarın ocağa atılacak olan otları bile
    giydirebiliyorsa, ey imanı zayıf olanlar, sizi neden giydirmesin? Siz önce O’nun
    Hükümdarlığını ve dürüstlüğünü ve doğruluğunu ararsanız, o zaman siz bu şeylere
    de kavuşabilirsiniz.” (Mat­ta: 6: 24-33).

    “Talep ettiğinizde size verilecektir, araştırdığınızda siz
    bulacaksınız ve çaldığınızda bu size açılacaktır.” (Matta: 7: 7).

    17.3.6.8.
    Çilekeşliğin Gayesi

    Hz. Îsa (a.s.)’nın ruhbanlığı teşvik ettiği, insanların dünyayı
    terk edip bir köşeye çekilmelerini emrettiği genellikle kabul ediliyor. Halbuki,
    Hz. Îsa’nın asıl amacı bu değildi. O’nun başlattığı inkılabî hareket ve bunun o
    günkü şartlar altında yaşayıp gelmesi ancak sabır, Allah’a tevekkül ve
    çi­lekeşliğe bağlıydı. Bir uygarlık ve siyaset düzeni bütün dünyaya hâkim iken
    ve hayatın bütün imkân ve kaynakları onun elinde bulunurken, bir devrimci cemaat
    ve inkılâpçı hareket, her türlü can ve mal sevgisini orta­dan kaldırmadan, her
    türlü tehlikeye ve eziyete göğüs germeden ve her çeşit zarar ve ziyanı göze
    almadan gayesine ulaşamaz. Kurulu bir düzene karşı baş kaldırmak aslında bin bir
    musibeti davet etmektir. Bu işi yapma­ya kalkışanların; bir tokadı yedikten
    sonra, ikinci bir tokada da hazır olma­ları, gömlek elden giderken, cübbenin de
    elden çıkacağını bilmeleri, her türlü yiyecek ve giyecek derdinden uzak
    durmaları ve diğer bütün tehlikelere ve çilelere hazırlıklı bulunmaları
    gerekmektedir. Rızık ve gelir kaynakları ellerinde bulunan güçlere karşı
    savaşıldığı zaman, elbetteki onla­rın vereceğinden ümit kesilmelidir. O halde,
    ancak her türlü ard niyet ve düşünceden sıyrılmış, her çeşit tehlikeye göğüs
    germiş ve her şeyi Allah için terk etmeye karar vermiş olanlar bu yolu
    seçmelidirler.

    17.3.6.9. İlâhî
    Hükümetin Kapsamlı Manifestosu

    “Ey emekçiler ve ey ezilmiş olanlar, siz hepiniz bana gelin. Ben
    hepi­nizi rahatlatacağım. Zira, benim boyunduruğum yumuşak ve benim yü­küm
    hafiftir.” (Matta 11; 28-30)

    İlâhi Hükümet’in manifestosu herhalde bundan daha iyi ve anlamlı
    olamaz. Bu geniş kapsamlı manifesto en az kelimelerle ancak böyle ifade
    edilebilir, İnsanlar üzerine insanların hükümeti gerçekten son derece bü­yük ve
    ağır bir yüktür, ilâhi hükümet kurmak niyetiyle ortaya atılan bir insan, bu
    yükün altında ezilmekte olanlara ancak bu şekilde seslenebilir. Yani, İlahî
    Hükümetin yükü hem hafif hem yumuşaktır.

    17.3.6.10. Hükümet,
    Hizmet Demektir

    “Diğer milletlerin kralları onlara hükümet ediyorlar. Fakat sen
    buna izin verme ve böyle olma. Halbuki, sizlerden büyük olan, küçük gibidir ve
    efendi olan hizmetçi gibidir.” (Lukas 22: 25-26)

    Hz. Îsa’nın kendi havarilerine talimatı buydu. Buna benzer diğer
    bir­çok nasihat İncillerde vardır. Hz. Îsa, havarilerinden, çağlarındaki Firavun
    ve Nemrud’ları ortadan kaldırıp onların huylarını kabul etmemeleri hak­kında söz
    almak istiyordu.

    17.3.6.11. Yahudi
    Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi

    “Fıkıh âlimleri ile firisîler (şeriat sahipleri), Musa’nın
    koltuğuna otur­muşlardır. Onun için, onların size söylediklerini dinleyin ve
    yapmaya çalışın. Fakat onlar gibi işler yapmayın. Zira, onlar dediklerini
    yapmıyor­lar. Onlar, taşınması güç olan yükleri insanların omuzlarına
    koyuyorlar. Halbuki kendileri parmaklarını bile oynatmak istemiyorlar. Bütün
    işleri­ni başkalarına göstermek için yapıyorlar. Boyunlarındaki takıları çok
    büyük oluyor. Elbiselerinin kenarları (dantelleri) çok geniş oluyor. Tö­renlere
    başkanlık etmeyi, mabetlerde en yüksek kürsüye çıkmayı, çarşı­larda selâm almayı
    ve halk tarafından Rabbi olarak çağırılmayı çok sever­ler.

    “Ey sahtekâr fakihler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz Göklerin
    hâki­miyetinin kapılarını insanlara kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz
    giri­yor ne girmiş olanların girmelerine izin veriyorsunuz.”

    “Ey yalancı fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Bir müridi
    bulmak için kara ve deniz yolunu katediyorsunuz. Ve bir kişi mürid olunca, onu
    kendinizden iki misli cehenneme lâyık yapıyorsunuz.”

    “Ey kör yol göstericileri! Siz sivri sineği süzgeçten
    geçiriyorsunuz, ama deveyi yutuyorsunuz.”

    “Ey hilekâr fakîhler ve firisîler, yazıklar olsun! Siz üstü
    beyazla bo­yanmış mezarlar gibisiniz, ki dışardan güzel görünüyor, ama içinde
    ölüle­rin kemikleri ve diğer pislikler vardır. Tıpkı bunun gibi, siz dışardan
    dü­rüst gibi görünüyorsunuz, ama içiniz hilekârlık, riyakârlık ve dinsizlikle
    doludur.” (Matta: 23: 2-28).

    Hz. Îsa’nın yaşadığı çağda din adamları ve şeriat sahiplerinin
    durumu işte buydu. Onlar ilim ve irfana sahip olmalarına rağmen, hem kendileri
    kötü yolda idiler hem diğerlerinin de kötü yola sapmalarına sebep oluyor­lardı.
    Gerçek şu ki Hıristiyanların içinde bu düşmanlar Romalı ve Bizanslı imparatorlar
    ve diğer din düşmanlarından daha tehlikeliydiler.

    17.3.6.12. Hz. Îsa’ya
    Karşı Dini Liderlerin Tertibi

    “O zaman firisîler gidip kendisini hile ile ağlarına düşürmeyi
    plân­ladılar. Onlar, şâkirdlerinden birini Herodlular

    [7]
    ile
    birlikte O’nun yanına gönderdiler ve onlar, şâkirdler dediler ki, Ey Üstâd, Biz
    senin doğru oldu­ğunu biliyoruz. Sen kimseden korkmadan herkese Allah’ın
    talimatını bü­tün kalbinle veriyorsun. Bize söyle, sen ne düşünüyorsun? Kayser’e
    (İmparator’a) cizye (vergi) vermek doğru mudur, değil midir. Hz. Îsa onların
    şeytanlığını anlamıştı ve dolayısıyla kendilerine şöyle dedi: ‘Ey sahte­kârlar,
    beni neden imtihan ediyorsunuz? Cizye sikkesini bana gösterin. Onlar O’na dinarı
    getirdiler, O zaman O dedi ki, ‘Bu sikke üzerinde kimin resmi ve adı vardır?
    Onlar, Kayser(imparator)’in olduğunu söylediler. Bu­nun üzerine Îsa şöyle cevap
    verdi: ‘İmparatorun olanı imparatora, Allah’ın olanı ise Allah’a ödeyin.'”
    (Matta: 22: 15-21).

    Bu hikâye gösteriyor ki, firisîler ve Romalıların yandaşları Hz.
    Îsa’ya bir oyun oynamak istiyorlardı. Firisîler, Hz. Îsa’nın başlattığı devrimci
    ha­reketi durdurmak için, O’nu İmparatorlukla karşı karşıya getirip, hareketin
    güçlenmesinden önce ezdirilmesini istiyorlardı. Bu sebeple, Hz. Îsa’nın hükümete
    vergi verilmesinden yana olup olmadığını açığa çıkarmak iste­diler. Hz. Îsa’nın,
    onların oyununa gelmeyip, aynı zamanda iki anlama ge­len bir söz söylemesi
    onların oyununu bozdu. Onların oyununu bozdu, ama, hem Hıristiyanlar hem
    hristiyan olmayanların bu sözleri kasıtlı olarak hep tek bir anlamda
    kullanmalarına da sebep oldu. Nitekim, geçen 2000 yıldan beri bu çevreler bu
    sözleri, ibadetin Allah’a yapılması ve itaatin da her devirde işbaşında bulunan
    hükümete yapılması manâsında kullanmış­lardır. Fakat, Hz. Îsa’nın sözlerine
    dikkat edersek, kendisinin, vergilerin İmparator’a verilmesinin câiz olduğunu
    ilân etmesi onun talimatına aykırı olurdu. Vergi verilmemesini de emredemezdi.
    Zira o zamana kadar O’nun hareketi, vergi ödemesini durduracak ve bunun üzerine
    Hükümetten gele­cek tepkiye karşı direnecek güçte değildi. Bu sebeple, Hz. Îsa
    şöyle ince ve zarif bir nasihatte bulunmuştu: “İmparator’un resmi ve ismini ona
    geri verin ve Allah’ın yaradığı altını Allah yolunda sarf edin.” Firisîler kendi
    oyunlarında başarısız olduktan başka tertiplerin peşinde koşmaya başladı­lar ve
    bizzat Hz. Îsa’nın havarilerinden birine rüşvet vererek, halkın fazla bir tepki
    gösteremeyeceği bir sırada Hz. Îsa’nın yakalanmasına yardımcı olmaları için razı
    ettiler. Bu oyun tuttu ve rüşvet alan şâkird Yahuda (Ju­da), Hz. Îsa’nın
    yakalanmasına sebep oldu.

    17.3.6.13. Hz. Îsa
    İle İlgili Yahudi İleri Gelenlerinin Muhakemesi

    “Ondan sonra bütün cemaat O’nu (Hz. Îsa’yı) Pelatius’a (Romalı
    hâkim) götürdüler. Orada dediler ki, ‘Biz bunu, milletimizi suça teşvik ederken,
    İmparatora vergi verilmesine karşı çıkarken ve kendisine “Mesih Kral” derken
    bulduk”… Pelatuis, Başrahip’e ve diğer adamlara, ‘Ben bu adamda hiçbir kusur
    görmüyorum’ dedi. Fakat onların bağırıp çağırmaya başladılar ve kendi sözlerini
    kabul ettirmeye çalıştılar. Dediler ki, ‘Bu adam bütün Yahudiler arasında
    huzursuzluk yaratmıştır. Kötü emeline ulaşmak için Galile’den buraya kadar
    herkesi ayaklandırmaya çalışmakta­dır.’ Onlar bağırıp çağırmaları işe yaradı.”
    (Luka: 23: 1-23).

    17.3.7. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in Mekke Dönemiyle Benzerlik

    Böylece, dünyada Hz. Îsa’nın inkılâpçı mesajı, kendilerini Hz.
    Musa (a.s.)’nın vârisi sanan kişiler ve cemaat tarafından yok edildi. Tarihî
    kayıt­lara göre Hz. Îsa’nın peygamberlik müddeti sadece 1.5 ilâ 3 yıl arasında
    idi. Bu kısa müddet içinde Hz. Îsa, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’nın

    Mekke’de yaşantısının ilk üç yılında yaptığı kadar bir çalışma
    yapabildi. Eğer bir kişi, İncillerin yukarıda iktibas ettiğimiz ayetlerini,
    Kur’ân-ı Kerîm’in Mekkî ayetleri ve Hz. Peygamber(s.a.)’in bu döneme ait
    hadise­leri ile karşılaştıracak olursa, ikisi arasında önemli bir benzerlik
    bulacak­tır.

    17.4. HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ
    GERÇEK SEBEPLERİ

    “De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap, Haksız yere dininizde haddi aşmayın.
    Bundan önce dalâlete düşmüş ve çocuklarını da dalâlete düşürmüş ve doğru yol­dan
    sapmış olan kavmin hevâsına tabi olmayın.” (Maide; 77)

    17.4.1.
    Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit Etme Meyli

    Burada Hıristiyanların, kendi dinlerinde çeşitli bid’atlere yer
    vermele­rine, ve başka milletlerden batıl inanç ve alışkanlıklar edinmelerine
    işaret edilmiştir. Hıristiyanlar özellikle Yunan felsefesinin etkisinde kalıp
    doğru yoldan sapmışlardı. Halbuki bu bid’at ve taklit’ten evvel onlar Allah’ın
    ha­kiki dinine bağlıydılar. Hz. Îsa’nın ilk halife ve havarileri, kendi
    gördükle­ri ve duyduklarına göre Hak dininin özünü koruyor ve yaymaya
    çalışıyor­lardı. Ne var ki, daha sonraki devirlerde Hıristiyanlar bir yandan
    kendi pey­gamberlerine sevgi ve saygıyı haddinden fazla abarttılar ve bir yandan
    çe­şitli yabancı milletlerin hurufat ve batıl itikatları ile felsefelerinin
    etkisin­de kalarak kendi akide ve inançlarına filozofik yorumlar getire getire
    ta­mamıyla yeni bir din yaratmış oldular. Hıristiyanların bu dini, Hz. Îsa’nın
    getirdiği Hak dininden çok farklı ve çok uzaktaydı.

    17.4.2. Bir
    Hıristiyan Âlimin Eleştirileri

    Bu hususta önde gelen bir Hıristiyan teolog ve âlim, Charles
    Ander­son Scott’ın görüşleri çok ilginçtir. Scott, Encyclopaedia Britannica’nın
    14. baskısında “Jesusu Christ” (Hz. Yesuh-i Mesih, Îsa) maddesi altında uzun bir
    makale yazmıştır. Bundan bazı bölümlere bir göz atalım:

    “İlk üç İncil (Matta, Markus ve Luka) de, bu İncillerin
    yazarlarının, Hz. Îsa’yı insandan başka bir şey sandıklarını gösteren herhangi
    bir şey yoktur. Bu yazarlara göre Hz. Îsa bir insandı. Öyle bir insan ki,
    özellikle Allah’ın ruhundan feyiz almıştı ve Allah ile öylesine kesintisiz ve
    ayrıl­maz bir ilişki içinde idi ki-, kendisine Allah’ın oğlu demek yerinde
    olacaktı. Matta bile kendisinden söz ederken, kendisinin, “marangozun oğlu”
    ol­duğunu belirtir ve bir yerde şöyle yazar: ‘Peters O’nu Mesih diye çağırın­ca,
    o onu bir tarafa götürüp onu (Peters’i) azarladı.’ (Matta: 16: 22). Luka’ya
    baktığımızda, haç vak’asından sonra Hz. Îsa’nın iki şâkirdi Amaus’a giderken
    kendisinden şöyle bahsettiğini görüyoruz: ‘O Allah ve bütün millet’in gözünde,
    gerek söz gerekse fiilde kudretli bir peygamberdi.’ (Luka: 24: 19). Burada şu
    noktaya özellikle dikkat etmeliyiz ki, Markus’un eserinden önce Hıristiyanlar
    arasında Yesu (Îsa) için “Hüdâvend” kelimesi yaygınlaşmaya başlamış olmasına
    rağmen, ne Markus’un İncilinde, ne de Matta’nın İncilinde kendisi bu isim ile
    anılmıştır. Buna mukabil, her iki İncilde “Hüdâvend” kelimesi Tanrı veya Allah
    için sık sık kullanılmıştır. Hz. Îsa’nın başına gelenler ve çarmıha gerilmesi
    olayı her üç İncilde gayet haklı olarak acıklı ifadelerle, uzun uzun
    anlatılmıştır. Fakat Markus’un İncil’inde geçen, ‘efidye’ kelimesinin dışında bu
    İncillerden hiç birinde, bu olaya daha sonraki devirlerde verilen anlam
    verilmemiştir. Hatta Hz. Îsa’nın ölümünün bütün insanlığın günâhının bir
    kefareti olduğuna dair en küçük bir işarete rastlanmamaktadır.”

    Rahip Scott daha sonra şunları yazıyor:

    “Îsa’nın kendisini bir peygamber olarak halka sunduğu,
    İncillerin çe­şitli ifadelerinden sabittir. Meselâ şu satırlara bakınız: ‘Benim
    için bugün, yarın ve ertesi gün kendi yolunda yürümem gereklidir. Çünkü bir
    pey­gamberin Kudüs’ün dışında ölmesi mümkün değildir.” (Luka: 13: 23). Hz. Îsa
    ekseriya kendisinden “ademoğlu” olarak bahsediyor… Îsa hiçbir yerde kendisine
    ‘Allah’ın oğlu’ demez. Galiba, çağdaş havarileri ve yazarları da bu kelimeyi
    kullanırken herhalde O’nun sadece Allah’ın bir kulu olduğunu kastetmişlerdir.
    Fakat o sırf Allah ile olan ilişkisini göstermek amacıyla kendisi için “oğul”
    tabirini kullanıyor… Ayrıca, kendisinin Allah ile olan ilişkisini de
    anlatırken, Allah’ı “baba” olarak anıyor… Bu ilişkinin sadece kendisine mahsus
    olduğunu da sanmıyordu. Aksine ilk devrelerde, diğer insanların da bu ilişkide
    kendisiyle ortak olduklarını düşünüyordu. Ne var ki, daha sonraki tecrübeler ve
    insan tabiatını daha yakından incelemesin­den sonra Tanrı ile ilişkisi konusunda
    kendisinin tek başına kaldığı sonu­cuna vardı.”

    Aynı yazar daha sonra şöyle diyor:

    “Paskalya bayramında Peters’in Hz. Îsa için kullandığı bu tabir,
    Allah tarafından olan bir insan’, O’nun çağdaşlarının kendisini nasıl
    gördüklerini ve anladıklarını göstermektedir… İncillerden anladığımız
    kadarıyla, Îsa çocukluğundan gençliğine kadar çok doğal ve normal bir talim ve
    terbiyeden geçerek yetişti. O acıkırdı, susardı, yorulurdu ve uyurdu, hayrete
    dü­şerdi ve hatırının sorulmasını beklerdi. O çile çekti ve öldü. Her şeyi
    duy­duğunu ve her şeyi gördüğünü hiçbir zaman iddia etmedi… Hatta bu gibi
    şeyleri kendisine yakıştıranlara kızdı… Gerçekten O’nun hazır ve nazır ol­duğu
    iddiası, bize İncillerden gelen bütün kayıtlar ve kavramlara aykırı olacaktır.
    Bu iddia, imtihan olayı ve Getusmani ile Khopri mevkiinde meydana gelen olaylar
    arasında herhangi bir bağlantı kurulamaz. Bağlan­tıyı, ancak bu olayların gerçek
    dışı olduğunu kabul ettiğimiz takdirde ku­rabiliriz. Hz. Îsa’nın bütün bu
    olayları yaşarken, diğer İnsanlar gibi sınırlı bilgiye sahip olduğu kabul
    edilmelidir. Bu sınırlamada bazı istisnalar da vardı, ama bunlar ancak
    peygamberlik basireti ve Allah’ı kendi gözüyle görmüş olması, ölçüsünde
    olabilir. Ayrıca, İncillere göre Hz. Îsa’yı Kâdir-i Mutlak olarak kabul etme
    imkânı daha da azdır. Zira, hiçbir yerde O’nun Allah’tan bağımsız ve egemen
    olarak hareket ettiğine dair en küçük bir işaret yoktur. Aksine, O’nun sık sık
    dua etme alışkanlığına sahip olduğuna ve şöyle konuştuğuna şahit oluyoruz: ‘Bu
    iş, Allah’a dua edilmeden yapı­lamaz veya önlenemez.’ Bu söz ve davranışları,
    O’nun tamamıyla Allah’a tabi ve dayalı olduğunu göstermektedirler. Bu husus
    bile, İncillerin tarihi hüviyeti açısından Îsa’nın insanlık halinin büyük bir
    delilidir. Zira İncille­rin hepsi, Hıristiyan Kilisesinin, Hz. Îsa’yı bir tanrı
    olarak kabul etmesin­den sonra yazılmış, ve hazırlanmıştı. Buna rağmen bir
    yandan da O’nun hiçbir zaman kendisini tanrı ilân etmediği kaydedilmiştir.”

    Charles Anderson Scott, makalesinin sonunda şunları yazıyor:
    “Îsa’nın bütün yetkilerle “Allah’ın oğlu” ilân edildiğini ilk kez yazan ve
    açıklayan Aziz Paul oldu… Allah’ın oğlu tabiri, gerçekten baba-oğul ilişkisi
    anlamını taşımaktadır, ki Aziz Paul başka bir yerde, Îsa için “Allah’ın kendi
    oğlu” deyimini kullanmak suretiyle katiyetle ortaya koy­muştur. Îsa için asıl
    dinî manâda “Hüdâvend” ünvanının ilk önce Hıristiyanların ilk cemaati tarafından
    mı, yoksa Aziz Paul tarafından mı kulla­nıldığı henüz açıklığa kavuşmamıştır.
    Belki de bu ünvanı Îsa’ya ilk yakış­tıran ilk Hıristiyanlardı. Fakat şurası bir
    gerçektir ki, bunu bugünkü manâda ve tam olarak ilk kullanan Paul’du. Paul bu
    ünvanı ısrarla ve her­kesin anlayabileceği şekilde kullandı. Nitekim, “Hüdâvend,
    Yesû-ı Mesîh” tabirini kullanarak niyetini ve amacını açıkça ortaya koydu. Paul
    bu terimler ve kavramlar ile eski mukaddes kitaplarda “Hüdâvend” “Yahova”
    (Yahudilerin Allah için kullandıkları tabir)’ya mahsus olan bütün özellikleri
    Hz. Îsa’ya yöneltmiş oldu. Ayrıca, Îsa’nın, Allah’ın akıl ve azametine eşit
    olduğunu ve mutlak surette O’nun oğlu olduğunu açıkladı. Fakat çok gariptir ki,
    Paul, Hz. Îsa’nın pek çok açıdan Allah’a eşit oldu­ğunu belirtmesine rağmen,
    kendisini kesin bir şekilde Allah olarak kabul etmekten kaçındı.”

    17.4.3. Başka Bir
    Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü

    Rev. Reorge William Nox adında başka bir Hıristiyan din ve ilim
    ada­mı, Encyclopaedia Britannica’nın “Christianity” (Hıristiyanlık) maddesin­de
    Hıristiyanlık ve Katolik kilisesinin temel inançlarından söz ederken şöy­le
    diyor:

    “Teslis akidesinin düşünce çerçevesi Yunan kaynaklıdır. Ayrıca
    buna bazı Yahudi talimatı da eklenmiştir. Bu bakımdan, bu akide ve umde bi­zim
    için garip bir terkiptir. Dinî düşünceler İncil’inki olup, yabancı felsefe
    kalıplarına göre dökülmüşlerdir.” Baba, oğul ve Ruhûl-Kuds terimleri Yahudi
    kaynaklıdırlar. Son terimi Îsa nâdiren kullanmış idi. Paul da bunu müphem bir
    şekilde kullanmıştı. Fakat Yahudi literatüründe bu tâbir, bir şahsiyete bürünme
    anlamına geliyordu. O’nun için bu akide’nin temeli Yahudi inançlarıdır. (Gerçi
    Yahudi inançları da bu terkibe veya formüle katıl­madan önce Yunan felsefesinden
    etkilenmişti). Teslîs akidesinin malze­mesi Yahudilerden ve konumu Yunanlılardan
    gelmiştir. Bu akidenin üze­rinde teşekkül ettiği sorun ne dinî idi ne ahlakî,
    aksine tamamıyla felsefi idi. Yani asıl sorun, bu üç unsur (baba, oğul ve ruh)
    arasındaki ilişki ve dengeyi bulmaktı. Bu sorunu İznik’te toplanan Kilise
    Meclisi çözdü. Bu­gün bu çözümü gören herkes, bunun her bakımından Yunan
    düşüncesinin bir ürünü olduğuna derhal karar verebilir.”

    17.4.4. Kiliseler
    Tarihinden Bir Delil

    Bu konuda Encylopaedia Britannica’nın, “Church History”
    (Kiliseler Tarihi) maddesi de dikkate değerdir. Şu yazıya bakın:

    “Milâdi Üçüncü asrın son bulmasından önce Îsa, “kelâm’ın
    bedensel bir ifadesi olarak kabul edilmişti. Fakat pek çok Hıristiyan, Îsa’nın
    ulûhiyetini kabul etmiyorlardı. Dördüncü yüzyılda bu mesele büyük tar­tışmalara
    yol açıyordu. Bu tartışma ve kavgalar öylesine şiddetliydi ki, Kilise’nin
    temellerini sarstılar. Nihayet, 325’te İznik Meclisi, Îsa’nın ulûhiyetini,
    Hıristiyanlığın resmî akidelerinden biri haline getirdi ve bunun için belirli
    tabirler kullandı. Gerçi bundan sonra da münakaşa ve münaza­ralar bir süre devam
    etli. Fakat İznik Meclisinin kararları her şeye egemen oldu. Nihayet Doğu ile
    Batı’da Hıristiyanların imanının sağlamlığı bu akideye göre ölçülmeye başlandı.
    Oğulun ulûhiyetinden sonra Ruh’un ulûhiyeti de kabul edilmiş oldu. Bu inançlara,
    Hıristiyanlık kelimesi ve Ba­ba ile oğul’un yanında yer verildi. Aynı şekilde,
    İznik Meclisinde Îsa’nın ulûhiyetine dair alınan karar da Hıristiyan akide ve
    inançlarının ayrılmaz bir parçası oluverdi.

    Daha sonra, “Oğulun ulûhiyeti, Îsa’nın şahsiyetinde ifade buldu”
    um­desinin bir yanı ikinci bir tartışma konusu oldu. Bu mesele, Miladî dör­düncü
    asırda ve daha sonra uzun süre münakaşa ve münazaralara sebep oldu. Mesele, Hz.
    Îsa’nın şahsiyetinde ulûhiyet ile insanlığın nispetiyle il­giliydi. Miladî
    451’de toplanan Kadıköy (Calcedon) Meclisi, Îsa’nın vücu­dunda iki tam ve ayrı
    şahsiyetin ve hüviyetin bulunduğuna karar verdi. Yani birincisi ilahî, ikincisi
    insanî hüviyeti ve bunlar birleşmelerine rağ­men, farklı özelliklerini aynen
    muhafaza ediyorlardı. 680’de İstanbul’da toplanan Kilise Meclisi bu karara bir
    ilâve yaparak, Hz. Îsa’nın her iki şahsiyetinin iki ayrı irâdesi bulunduğunu da
    tasdik etti. Yani, Îsa hem ilahî, hem insanî şahsiyet ve iradelere sahipti… Bu
    arada Batı (Roma) Ki­lisesi “günah” ve “fazl” kelimeleri üzerinde de önemle
    durdu. Ve âhirette kurtuluş konusunda Allah’ın işi ve kulların vazifelerinin ne
    olduğu konusu uzun tartışmalara yol açtı. Nihayet 529’da ve ikinci Yene
    meclisinde bu hususta şöyle bir karar alındı: Her insan fâni ve günahkâr olduğu
    için ebedî kurtuluşuna doğru adım atamaz. Bu işi ancak Allah’ın fazlı ve
    yardı­mıyla yapabilir. Doğuşundan sonra bir günahkâra ikinci bir hayat
    verili­yor ve bu hayatta da Allah’ın fazlı ve merhameti olmaksızın doğru yolu ve
    necatı bulamaz. Bir insan’a Allah’ın fazlı ve inayeti ancak Katolik Kilise­sinin
    vasıtasıyla sağlanabilir.”

    17.4.5. Sonuç

    Hıristiyan din adamları ve düşünürlerinin yukarıdaki
    açıklamalarından Hıristiyanlığın ne gibi değişikliklere uğradığı ve Tek Allah’a
    olan inanç­tan nasıl şirke saplandığı iyice anlaşılıyor. Hıristiyanların doğru
    yoldan ayrılmalarına ilk önce Hz. Îsa’ya olan aşırı sevgi ve sadakati belirlemek
    amacıyla önce “Hüdâvend” ve “Allah’ın oğlu” gibi deyimler kullanıldı, daha sonra
    kendisine tanrısal sıfatlar yakıştırıldı, ve kefâret akidesi icad edildi.
    Halbuki Hz. Îsa’nın öğretilerinde bunlara zerre kadar yer verilme­mişti. Daha
    sonra Hıristiyanlar felsefeye bulaşınca, ilk yanılgılarından sıy­rılmaya ve
    kurtulmaya çalışmak yerine geçmişteki din âlimi ve rahiplerin söz ve
    davranışları için saçma sapan gerekçeler bulmaya çalıştılar. Böyle­ce, Hz.
    Îsa’nın gerçek talimatını unutup, mantık ve felsefeye dayanarak üst üste akide
    ve inançlar türetmeye başladılar. Bölümümüzün başında naklettiğimiz Kur’ân-ı
    Kerîm’in ayetleri Hıristiyanların işte bu dalâleti ko­nusunda dikkatimizi
    çekmektedirler.

    17.4.6.
    İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair Yanlış İnanç

    Hıristiyanlığın geçen 1500 yıldan beri temel inançları arasında
    yer alan, insanların doğuştan günahkâr olduğu kavramı, hiçbir semavî kitap­ta
    yer almamıştır. Hatta bugün bazı Katolik din adamları da böyle bir inancın
    İncil’de bulunmadığını savunmaya başlamışlardır. Nitekim, tanın­mış bir Alman
    İncil uzmanı, Rev. Herbert Haag, “Is Original Sin in Scripture” adlı son
    eserinde Hıristiyanlar arasında en az miladî 300 yılına ka­dar, insanların
    doğuştan günahkâr oldukları yolunda herhangi bir inancın bulunmadığını ve bu
    inanç halk arasında yayılmaya başlayınca Hıristiyan din adamlarının yaklaşık iki
    yüzyıl bunu reddetmeye çalıştıklarını belirti­yor. Nihayet beşinci yüzyılda Aziz
    Augustin kendi mantığıyla ve bazı kuvvetli delillerle, bunu şöyle ifade ederek
    Hıristiyanlığın temel inançları arasına katıverdi: “İnsan oğlu, Adem’in
    günâhının vebalini miras almıştır ve onun Îsa’nın kefareti, sayesinde âhirette
    kurtulmasından başka bir çare­si yoktur.”

    17.4.7. Hz.
    Meryem (a.s.)’in, Tanrı’nın Anası Olarak Kabul Edilmesi

    Miladî 43l’de Efes’te bütün Hıristiyan dünyasının din adamları
    ve ule­masının bir konseyinin yaptığı toplantısında Hz. Îsa’nın ulûhiyeti ve Hz.
    Meryem (a.s.)’in Tanrı’nın Anası olması, Kilise’nin resmi akideleri olarak kabul
    edildi.

    Hıristiyanlar, Allah ile Hz. Îsa ve Ruh-ul Kuds’ü tanrı olarak
    kabul etmekle yetinmediler, ayrıca Hz. Îsa’nın annesi, Hz. Meryem’i de bir
    tanrı­ça yapıverdiler. Daha önce birçok defa işaret ettiğimiz gibi Kitab-ı
    Mu­kaddes veya İncillerde Hz. Îsa’nın ulûhiyetine dair en küçük bir işaret
    yoktur. Hz. Îsa’nın ölümünden sonra 300. yıla kadar Hıristiyan dünyası böyle bir
    şeye vakıf değildi. Ancak Miladî üçüncü yüzyılın sonlarına doğ­ru İskenderiye’de
    bazı din adamları ve ilahiyat ulemâsı, Hz. Meryem için ilk defa “Allah’ın Anası”
    deyimini kullandılar. Bundan sonra Meryem’in ulûhiyeti ve Meryem’e tapma
    geleneği giderek yayıldı. Hıristiyan Kilisesi ilk başlarda böyle bir şeyi resmen
    kabul etmeye hazır değildi ve hatta Meryem’e tapanlara fâsid ve kâfir derdi.
    Daha sonra, Hz. Îsa’nın aynı za­manda iki ayrı şahsiyet taşıdığı yolunda
    Lusturius’un ileri sürdüğü fikir Hıristiyan dünyasında görülmemiş münakaşa,
    kavga ve çatışmalara yola-çınca, meselenin halli için Miladî 431’de Efes’te
    toplanan Kilise Meclisi ilk defa Hz. Meryem için “Tanrı’nın Anası” deyimine
    resmi bir hüviyet verdi. Bunun gayet doğal sonucu olarak, o zamana kadar kilise
    dışında ce­reyan eden Meryem-perestlik Kiliselere de giriverdi. Hatta, Kur’ân-ı
    Ke­rim’in inişine kadar, Meryem öylesine büyük ve heybetli bir tanrıça olu­verdi
    ki, Baba, oğul ve Ruh-ul Kuds gibi Teslis akidesinde yer alan üç ilâh O’nun
    yanında birer hiç kaldı. Meryem’in putları sayısız kiliselerde vardı. Dua ve
    ibadetler onun put ve heykelleri önünde yapılırdı. Her türlü arzu ve istek O’na
    iletilirdi. Herkes derdini O’na anlatırdı. Meryem tanrı­çası herkesin koruyucusu
    ve yardımcısı haline geliverdi. Böylece bir Hıristiyan kişi için en büyük güven
    mutluluk kaynağı, “Tanrı’nın Anası”nın himayesine girmekti. Bizans imparatoru
    Justinian çıkardığı bir kanunla Hz. Meryem’in, kendi imparatorluğunun koruyucusu
    olduğunu ilân etti. Bu imparatorun komutanlarından biri olan General Nersius
    savaş alanında Hz. Meryem’den merhamet ve hidayet isterdi. Hz. Peygamber
    (a.s.)’in çağdaşı olan imparator Heraclius’in bayrağında ve flamasında
    “Tanrı’nın Anası”nın resmi vardı ve Hz. Meryem’in inayetiyle savaşta bayrağının
    düşmeyeceğine ve yenilmeyeceğine inanırdı. Daha sonraki çağlarda Hıristiyanlıkta
    ortaya çıkan mezhepler ve reform hareketleri, Meryem’in tapılmasına karşı
    çıktılarsa da, Katolik Kilisesinde Meryemperestlik hâlâ devam etmektedir.

    17.5. TEVRAT VE İNCİL’DE HZ.
    MUHAMMED’İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER

    “Bir vakit Meryem’in oğlu Îsa da: ‘Ey İsrail oğulları, Ben size
    Al­lah’ın peygamberiyim. Benden evvel gelen Tevratı tasdik edici ve benden sonra
    gelecek bir peygamber ki, onun adı Ahmed’dir; müjdeleyici olarak geldim’ dedi.”
    (Sâf; 6)

    Hz. Îsa’nın bu sözleri, Hz. Musa’nın kendi ümmetine, Hz.
    Muham­med (a.s.)’in peygamber olarak gelişine dair verdiği müjde ile ilgilidir.
    Hz. Musa’nın müjdesi şu satırlarda yer almıştır:

    17.5.1. Tevrat’ın
    Açık Haberi

    “Allah-u Teâlâ, Senin Rabbin, senin için, senin aralarından,
    yani se­nin kardeşlerin arasından, benim gibi bir nebi peydah edecektir. Siz onu
    dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü Havreb’de yaptığın
    müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbine kendi Rabbine de­miştin ki,
    Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölme­me sebep olacak büyük
    bir ateşi görmeyeyim. Ve Rabbim bana dedi ki, onlar ne diyorsa doğrudur. Ben
    onlar için kendi kardeşleri arasından, se­nin gibi bir nebi yaratacağım ve
    kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emir verirsem, onlara
    söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden
    hesap soracağım.” (istisna: Bö­lüm: 18, âyet: 15-19).

    Tevrat’ın bu açık kehâneti Hz. Muhammed (a.s.)’den başka kimseye
    ait değildir. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah’ın şu müjdesini veriyor: “Se­nin
    için, senin aralarından, yani senin kardeşlerinin arasından bir nebi
    do­ğuracağım.” Bir milletin “kardeşleri”nden o milletin bir kabile veya
    ailesi­nin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk
    açısın­dan yakın ilişki bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha
    doğru olur. Şayet gelecek nebinin Beni İsrail’den doğacağı kastedilmiş olsaydı,
    o zaman başka ifade ve sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, “Senin için
    aranızdan bir nebi doğuracağım” demek kâfi olurdu. Bu sebeple, İsrail
    oğullarının kardeşlerinden burada, İsrail oğullarının kastedildiği akla ve
    hayâle daha yakındır. İsrail oğulları, Hz. İbrahim (a.s.)’in evlâtları olduğu
    için İsrail oğullarında sadece bir tek peygamber doğmuş olsaydı bu kehânetin
    böyle bir nebi ile ilgili olduğu söylenebilirdi. Halbuki İncil’de belirtildiği
    gibi, İsrail oğulları arasında Hz. Musa’dan sonra da birçok pey­gamber doğdu.

    Burada verilen müjdede bir noktaya daha dikkat edilmelidir.
    Müstak­bel peygamberin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı ifade ediliyor.
    Elbette­ki, bu benzerlik dış görünüşüyle ilgili değildi. Çünkü dünyada hiçbir
    insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir. Bu benzerlik her iki nebinin
    pey­gamberlik payesi ve olağan özellikleriyle ilgilide sayılmazdı. Zira, bu
    benzerlik, Hz. Musa’nın ardından dünyaya gelen bütün peygamberlerde bulunuyordu.
    Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra Hz. Musa ile Hz. Muhammed’in “ortak
    yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriatın
    getirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Bu benzer­lik gerçekten Hz.
    Musa ve Hz. Muhammed arasında vardı. Hz. Musa’yı müteakip İsrail oğullarında
    doğan peygamberler hep Musevi şeriatının savunucusuydular. Hz. Musa gibi değişik
    ve müstakil bir şeriat getiren sade­ce Hz. Muhammed’di.

    Bu açıklama ve yorum, Tevrat’taki şu ifadelerle daha da
    kuvvetlen­miş oluyor: “Rabbine toplantı günü Havreb’te yaptığın müracaata uygun
    olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki, Rabbimin sesi­ni
    bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek bü­yük bir ateşi
    görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına
    koyacağım.” Burada bahsedilen Havreb, Hz. Mu­sa’nın ilk kez şeriat hükümlerini
    aldığı dağdır. Hz. Musa’nın Allah’ın nu­ruyla ilk kez karşılaşması ve onun
    sesini duyması kendisini müthiş sars­mıştı ve bir ân kendisinin öleceğini
    sanmıştı. Burada bahsedilen İsrailoğullarının müracaatı ve yalvarışı da,
    şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında verilmesiyle
    ilgilidir. Bu vak’a Kur’ân-ı Ke­rim’de de geçmiştir. Ayrıca, İncil’de de benzeri
    kayıtlar vardır. Buna ce­vap olarak Hz. Musa, İsrail oğullarına, Allahu
    Teâlâ’nın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, onlar
    için göndereceğim peygam­berin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan
    böyle şeriat veri irken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay
    tekrarlanmaya­caktır. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber kendi yanında
    Allah’ın kitabıyla gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra,
    Tevrat’taki kehânetin, Hz. Muhammed’den başkasına ait olduğu söylene­bilir mi?
    Hz. Musa’dan sonra dünyaya müstakil ve daimî bir şeriat yani, din ve ahlâk
    nizamı getiren ancak Hz. Muhammed (s.a.)’dir. Bu şeriatın verilmesi sırasında
    Havreb dağında İsrail oğullarının toplandığı sırada meydana gelen korkunç olay
    ise yukarıda belirtildiği gibi, tekrar yaşan­madı.

    17.5.2. Sâf
    Suresi’nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis

    Bu bölümün başında tercümesi verilen Sâf sûresinin 6. âyeti,
    Kur’ân-ı Kerîm’in önemli âyetlerinden biridir .İslâm düşmanları bunun üzerinde
    bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmiş ve bu hususta kin ve
    nefretleri­ni kusmuşlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah’ın ismi açıkça verilmek
    sure­tiyle, Hz. Îsa’nın ağzıyla dünyaya bir peygamberin geleceğine dair müjde
    verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzunun etraflıca ele alınması gerekiyor:

    17.5.2.1. Muhammed
    İle Ahmed

    Görüldüğü gibi, bahse konu olan âyette Hz. Peygamber (a.s.)’in
    adı “Ahmed” olarak verilmiştir. Ahmed’in iki anlamı vardır: Birincisi, Allah’ın

    en çok methini yapan kişi. İkincisi, en çok methedilen kişiler
    arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber’in çeşitli
    isimlerinden birinin “Ahmed” olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebû
    Davud’da, Hz. Ebû Musa Eş’ari’nin bir hadisi şöyledir: “Ben Muhammed’im, ben
    Ah­med’im ve ben Haşir’im..” Benzeri hadisler Hz. Cübeyir bin Mutim tara­fından
    İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâi v.s.’de de nakledilmiştir.
    Hz. Peygamber’in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim,
    Hz. Hassan bin Sâbit (r.a.)’in bir şiiri şöyledir:

    Allah ve Arş’ın etrafında toplanan melekler, ve bütün temiz
    varlıklar, Bereketli Ahmed’i methettiler.

    Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber’in isminin hem Muhammed, hem
    Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber efendimizden önceki
    bütün Arap Edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kul­lanılmayışıdır. Hz.
    Peygamber’den sonra da Ahmed ve Gulam Ahmed isimleri öylesine yaygınlaşmıştır
    ki, bunun haddi hesabı yoktur. Bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük
    delili, peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun
    kadar popüler, tutulmuş ve beğenilmiş başka bir ismin bulunmayışıdır.
    Peygamberimizin mübarek ismi “Ahmed” olmasaydı, müslümanların büyük bir
    çoğunluğu, çocukları­nın ismini ne diye “Gulam Ahmed” (Ahmed’in Uşağı)
    koyuyorlar? “Ah­med” olmadan, “Gulam Ahmed” olabilir mi?

    17.5.2.2. “O
    Peygamber”

    Yuhanna İncilinde, Hz. Îsa’nın gelişi sırasında İsrail
    oğullarının üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar, Hz. Mesih (Îsa),
    Hz. İlyas ve “o peygamber” idiler. İncil’in ilgili âyetleri şöyledir:

    “Ve Yuhanna (John, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs’ten
    ken­disine “sen kimsin’ diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne
    müsbet cevap verdi ne de menfi. Aksine kendisinin Mesîh olmadığını söyledi.
    Onlar sordu, ‘öyleyse sen kimsin?’ sen İliyah (Hz. İlyas) misin?’ O dedi ki,
    ‘ben değilim’. (Sonra dediler ki) ‘Sen o peygamber misin’. O de­di ki, ‘hayır’.
    Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, ‘Ben sahrada seslenen
    birinin sesiyim, ki siz Tanrının yolunu bulabilesi­niz.’ Onlar ona sordular,
    ‘Madem ki sen ne Mesîh, ne peygambersin, o za­man sen ne diye insanları takdis
    edersin?’

    Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail oğulları Hz. Mesîh (Îsa)
    ile Hz. İlyas’ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber
    Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü peygamberin geleceğine öylesine muhakkak
    gözüyle bakılıyordu ki, İsrail oğulları arasında sadece “o pey­gamber”
    kelimelerini söylemek, onu kastetmek için kâfi sayılıyordu. Ayrıca, sözü edilen
    peygamber’in dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiy­di. Çünkü, bu peygamberin
    gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya’ya yukarıdaki sorular
    sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, “Ey İsrail oğulları, siz hangi
    peygamberden bahsediyorsunuz? Böyle bir pey­gamber gelmeyecektir.”

    17.5.2.3. Yuhanna
    İncilindeki Haberler

    Şimdi gelin, Yuhanna İncilin’de (St. John İncili’nde) Bölüm
    14’ten 16’ya kadar devamlı olarak yer alan müstakbel peygamber hakkındaki müjde
    ve kehânetlere bir göz atalım:

    “Ve ben Babam’a yalvarırsam, O size ikinci yardımcısını
    gönderecek­tir. Bu yardımcı ebediyyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde
    ede­meyeceği Hak Ruh’u. Bunu dünya ne görür ne bilir. (Ama) siz bilirsiniz.
    Çünkü, o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur.” (Bölüm 14:16-17)

    “Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, Pederim,
    Ruh-ul Kudüs, adıma size göndereceği Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size
    bütün söylediklerimi hatırlatacaktır.” (Bölüm 14:25-26)

    “Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın
    lide­ri geliyor ve bende onun hiçbir özelliği yoktur.” (14:30)

    “Ama, pederim tarafından size göndereceğim yardımcı, yani
    ‘Haki­kat’ın Ruhu’ size gelince benim için şâhitlik yapacaktır. (15:26)

    “Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için
    fayda­lıdır. Zira ben gitmesem o yardımcı size gelmeyecek. Ama gidersem onu size
    göndereceğim.” (16:7).

    “Ben size bazı diğer şeyleri de söylemek istiyorum, ama siz
    bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani Hakikat’ın Ruhu, size gelince, size
    doğru yolu gösterecektir. Zira, o kendi tarafından hiçbir şey söylemeye­cektir,
    aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini vere­cektir. Çünkü o
    size benden aldığı haberleri verecektir. Peder’in olduğu her şey benimdir. Onun
    için dedim ki, o benden alacak ve size verecek­tir.” (16:12-15).

    17.5.2.4. Müstakbel
    Peygamber Dünyanın Lideri Olacak

    Yuhanna İncilinde Hz. Îsa’nın kendisinden sonra büyük bir
    peygam­berin geleceği konusunda kehânette bulunduğuna dair ayetleri yukarıda
    naklettik. Bu âyetlerde Hz. Îsa (a.s.) diyor ki müstakbel peygamber, “dün­yanın
    lideri” olacaktır, o “ebediyen yaşayacaktır”, “doğruluğun bütün yol­larını
    gösterecektir” ve bizzat Hz. Îsa’nın peygamberliğini tasdik edecek­tir. Dikkat
    edeceğiniz gibi, asıl ibarelere “Ruh-ul Kudüs” ve “Hakikat’ın Ruhu” gibi
    tabirler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak
    istenmiştir. Buna rağmen bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiği­mizde müjdelenen
    şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi ol­duğunu anlarız. Bu
    öyle bir kişidir ki, tâlimâtı ve mesajı cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve
    kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu mahsus ve malum şahsiyetin bir
    husususiyeti de “yardımcılık” olacaktır. Tercümede biz “yardımcı” kelimesini
    kullandık. Hıristiyanlar, Yuhanna İncili’nin Elence asıl nüshasında geçen
    kelimenin “Paracletus” olduğunda ısrar etmektedirler.

    17.5.2.5.
    “Paracletus” Kelimesi Konusunda Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler

    Fakat Hıristiyanlar bu kelimenin manasını tesbit ederken
    kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca “Paraclete”
    nin anlamı şunlardır. “Bir yere çağırmak, yardıma çağırma, ikâz ve tenbih,
    teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek” v.s. Elence’de bu kelimenin anlamı
    şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek. İncil’de hangi
    yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada buna yukarıdaki anlamlardan hiç­biri
    uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı yerde “teskin eden” ve bazı yerde “takbih
    eden” olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri
    reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakı­mından doğru anlamlar
    değildir, ikincisi, söz konusu kelimenin geçtiği metinlerden hiçbirinde bu
    manalar uygun görülmüyor. Bazı diğer müter­cimler bunu “öğretmen” ve “hoca”
    olarak çevirmişlerdir. Ama yunanca’nın genel kural ve kaideleri bu anlamın
    çıkarılmasına da müsait değil­dir. Tertulian ve Augustin ise “avukat” ve “vekil”
    kelimesini tercih etmiş­lerdir. Başkaları “yardımcı”, “teskin ve teselli eden”
    kelimelerini kullan­mışlardır. (Bk. Encylopadeia of Biblical Literature,
    “Parcletus” maddesi).

    17.5.2.6. Kelimenin
    Tahrif Edilme İmkânı

    İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer
    başka bir kelime, “Periclytos”un bulunmasıdır. Bu kelimenin manâsı,
    “methedilmiş”tir. Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça “Muhammed”in tam
    karşılığı­dır. Hem de telâffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik
    vardır.

    Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre
    değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan Hıristiyan din adamları,
    Yuhanna’nm naklettiği kehânette yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters
    düştü­ğünü görünce bunu az bir değişiklikle “Paracletus” yapmış olsunlar! Bu
    değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığının tesbiti, Yuhanna İncilinin asıl
    Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilir. Maalesef, bu nüs­ha hiçbir
    yerde bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelime­nin ne olduğunu
    tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

    17.5.2.7. Asıl
    Süryânice Kelime: “Munhamanna”

    Ancak vereceğimiz karar sadece bir noktaya bağlı değildir. Çok
    şü­kür ki değildir. Zira, Yuhanna’nın Yunanca İncilinde müjdelenen peygam­ber
    için hangi kelimenin kullanılmış olunması meseleyi tamamıyla hallet­miyor. Bir
    kerre, bu İncil de Süryâniceden çevrilmişti. Demek ki, bu hu­susta asıl önemli
    olan İbn Hişâm’ın “Siyer-i Nebevi’sinde vardır. Siret-i İbn-i Hişâm’da sadece
    aradığımız kelime bulunmuyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da
    açıkça anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muham­med bin İshâk’a atfen Yuhanna İncilinin 15.
    Bölümü, âyet: 23-27 ve Bö­lüm 16: âyet 1’in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen
    tercümede Yunanca “Paracletus” kelimesi yerine Süryânice “Munhamanna” kelimesi
    kullanıl­mıştır. Daha sonra İbn İshâk ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif
    et­miştir: “Munhamanna kelimesi, Süryânicede Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada
    Paracletus anlamına gelmektedir.” (İbn Hişâm, Cilt: I, s. 248).

    Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli
    Hıristiyanların ana di­linin dokuzuncu asra kadar Süryânice olduğunu görürüz. Bu
    bölge, yedin­ci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştır. İbn
    İshâk miladî 768’de ve İbn Hişâm M. 828 yılında vefât etmişlerdi. Demek ki her
    iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryânice konuşuyor ve
    yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas
    kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce
    Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri,
    Süryânicenin hangi kelimesinin, Yunancada ki hangi kelimenin karşılığı olduğunu
    gayet iyi anlayabiliyorlardı. Şimdi, İbn İshâk’ın naklet­tiği tercümede
    Süryânice “Munhamanna” kelimesi geçmiş ve İbn İshâk ve İbn Hişâm bunun Arapça
    “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca Paracletus sözcüğüne eşit anlamda
    kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa’nın, Hz. Pey­gamber’in mübarek ismini
    vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasına hiçbir şüphe
    kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncilinde geçen kelimenin aslında
    “Periclytos” olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan
    “Paracletus” olarak tahrif edildiği de kesin olarak anlaşılıyor.

    17.5.2.8. Necâşî’nin
    Şahitliği

    Bundan daha eski tarihî delil, Habeşiştan Kralı Necâşî’ye bir
    avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle
    ilgili­dir. Hz. Abdullah bin Mesud’un rivâyetine göre, Habeşiştan’a hicret etmiş
    olan müslümanlar, Kral Necâşî’nin huzuruna çağırılınca, heyet Başkanı Hz. Ca’fer
    bin Ebû Tâlip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma
    yaptı. Bu konuşmayı dinleyen Necâşî dedi ki, “merhaba size ve tarafından
    geldiğiniz şahsiyete. Ben onun Allah’ın rasûlü olduğuna şahâdet ediyorum.
    İncil’de zikri geçen elbette odur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa
    bize vermişti.” (Müsned-i Ahmed). Bu olay, hadislerde bizzat Hz. Ca’fer ile
    Ümm-ü Seleme tarafından da nakledilmiş­tir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda
    Habeşistan Kralı Necâşî, Hz. Îsa’nın bir peygamberin geleceğini müjdelediğini
    biliyordu. Bu olay ile ayrıca, İncil’de Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın gelişine
    dair bazı açık işaretler bulunduğu ve işaretlere dayanarak Necâşî’nin gelen
    peygamberin Hz. Muhammed olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de
    anlaşılı­yor. Fakat burada anlatılan rivâyet ve hikâyeden, Hz. Îsa’nın
    müjdesiyle ilgili Kral Necâşî’nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka
    İn­cil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

    17.5.2.9. Barnabas
    İncilinde Yer Alan Haberler

    Barnabas İncilinde, Peygamber efendimiz (a.s.)’in gelişine dair
    haber­ler ile ilgili bölümlerde Hz. Îsa, bazen açıkça “Muhammed” kelimesini
    kullanmış, bazen ‘O’ndan “Rasûlullah” ve “Mesîh” diye bahsetmiştir. Bazen
    kendisine “Takdir Edilmeye Lâyık” demiş, bazen da öyle kelimeler kullanmıştır ki
    bunlar “Lâilaheillâllah Muhammedurrâsûlullah” anlamına gelmektedir. Hz. Îsa’nın
    Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini
    anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyula­caktır. Biz burada sadece belli
    başlı haberleri naklediyoruz:

    “Allah’ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144
    bindi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün
    pey­gamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin
    söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah’ın rasûlü­dür.”
    (Bölüm: 17).

    “Firisîler ile Lâviler dedi ki, madem ki, sen ne Mesih, ne
    İlyas, ne de başka bir nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde
    bulunuyor­sun ve kendini Mesih’den de daha büyük olarak gösteriyorsun? Îsa Mesih
    dedi ki, Tanrının benim vasıtalığımda gösterdiği Mu’cizelerin maksadı, be­nim
    yaptıklarımın hepsinin Tanrının isteğine bağlı olduğunu size göster­mektir.
    Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)’ten büyük saymı­yorum. Ben,
    sizin Mesih dediğiniz çobanın boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede
    bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O,
    dininin hiç son bulmaması için hakikatleri (delilleri) kendisiyle birlikte
    getirecektir.” (Bölüm: 42).

    “Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet
    için Allah’ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu
    peygamberle­rin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama
    Allah’ın Rasûlü gelince, Tanrı ona adeta elindeki mührünü verecektir. Ta ki,
    onun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete
    kavuşacaklardır. O dinsizlere hâkim olacak ve putperestliği öylesine
    yer­yüzünden silecektir ki, Şeytan kaçacak delik arayacaktır.” (Bu satırlardan
    sonra, Hz. Îsa’nın şâkirdleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuş­mada
    Îsa Mesih, müstakbel peygamberin İsmail oğullarından olacağını izâh ediyor).
    (Bölüm: 43).

    “Bu sebeple, size diyorum ki, Rasûlullah, Tanrı’nın yarattığı
    hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira, o
    an­layış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla
    dolu­dur. O, cömertlik, rahmet, adalet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın
    ru­huyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç mislisi verilmiştir. Yani
    Allah’ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle, inanın, ben onu görmüş ve ona
    saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona
    saygılarını sundukları gibi. Allah onun ruhunu görerek, ona nübüvvet bahşetti.
    Ve ben onu görünce heyecandan dilim tutuldu ve ben ona dedim ki, “Ey Muhammed
    (methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin
    pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem,
    kendimi büyük bir pey­gamber ve Allah’ın mukaddes varlığı sayacağım…” (Bölüm:
    44).

    “(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın, ve siz
    korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız Allah’tır
    ve o si­zi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve
    kur­tuluş getirecek olan Allah’ın rasûlü için zemin hazırlamaktayım… Andreas
    dedi ki, ‘ey Üstâd, onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki, onu
    tanıyalım.’ Îsa Mesih cevap verdi: ‘O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine
    birkaç yıl sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim öylesine tahrif edilmiş
    olacak ki, dünyada en fazla 30 mü’min bulunacaktır. O zaman Al­lah dünyaya
    acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O rasûlün başına beyaz bulutun gölgesi
    olacaktır ve onun vasıtasıyla dünya Allah’ın marifetine kavuşacaktır. O dinsiz
    insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryü­zünden putperestliği
    silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zi­ra onun sayesinde Tanrımız
    tanınacaktır, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır. O, ayrıca, beni
    İnsanlar ötesinde bir şey zannedenler­den intikam alacaktır… O öyle bir
    hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha
    açık seçik olacaktır.” (Bölüm: 72).

    “Allah için and Kudüs’te mi yoksa Süleyman mabedinde mi
    içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir
    şehre nâzil edecektir. Ondan sonra, her yerde onun için doğru biçimde ibadet
    yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakikî namazı kabul
    ede­cektir… Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı nebi olarak
    gönderil­dim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah’ın gönderdiği, bütün dünya
    için. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için yaratmıştır. O zaman bütün
    dünyada Allah’a ibadet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacak­tır.” (Bölüm:
    83).

    “(Mesih, Başrahibe söyledi) Yaşayan Allah ve elinde canım olan
    Ya­radan’a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben
    değilim. Allah bu nebi ile ilgili vaadini atamız, Hz. İbrahim’e şöyle diye­rek
    vermişti: ‘Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri bere­kete
    kavuşacaktır.’ (Doğum: 22:18).

    Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyan
    çıkara­caktır ve mü’min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrının oğlu olduğumu id­dia
    edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. O zaman
    Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, onun için dünyanın
    her şeyi yaratılmıştır. O rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları
    putperestler ile beraber mahvedecektir. Şeytandan ikti­darını alacaktır. Ve
    Allah’ın rahmetini kendine iman edecek olanların kur­tuluşu için yanında
    getirecektir. Ne mutlu, onun sözlerini dinleyene.” (Bö­lüm: 96).

    “Başrahip sordu, ‘Allah’ın bu rasûlünden sonra başka nebîler de
    gele­cek mi?’ Mesih cevap verdi: ‘Bundan böyle, Allah’ın gönderdiği hakikî
    ne­biler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bunun için
    özgünüm. Çünkü, Şeytan, Allah’ın adaletli kararı yüzünden bunları tezgahlamaya
    çalışacaktır. Ve onlar benim İncil’imin perdesinin arkasında saklanacaklardır.”
    (Bölüm: 97).

    “Kâhinlerin başı sordu. ‘Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır?’
    Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır?’ Îsa Mesih dedi ki, ‘Bu Mesih’in adı
    ‘Takdir edilmeye Lâyık’tır. Zira, Allah onun ruhunu yarattığı zaman ona bu ismi
    kendisi vermişti. Bu orada ona kral muamelesi yapılmıştı. Allah dedi ki, “Ey
    Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve bir çok mahlûku
    yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, se­ni tebrik edecek
    olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben
    seni dünyaya göndereceğim zaman seni kurtuluş ha­bercisi olarak göndereceğim.
    Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki, yer­yüzü ve gökler kaybolup gidecekler
    ama senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed’dir.”
    (Bölüm: 97).

    Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şâkirdlerine hitaben
    yaptığı konuşmada “şâkirdlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Juda olduğu ortaya
    çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır” dedi ve şunları ekledi:

    “Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden
    eminim. Zira, Allahu Teâlâ beni yerden semâ’ya kaldıracak ve o hainin yü­zünü
    öylesine değiştirecektir ki herkes onun ben olduğunu sanacaktır. Ne var ki, kötü
    şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmam ve rezil olma­ma yol açacaktır.
    Fakat, Muhammed, yani Allah’ın mukaddes rasûlü gelin­ce bana sürülen leke
    temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Me­sih’e sadakatimi bildirdiğim
    için yapacaktır. O bana mükâfatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim
    yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiçbir ilişkim olmadığını anlamış
    olacaktır.” (Bölüm: 113).

    “(Hz. Îsa, şâkirdlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki,
    eğer Musa (a.s.)’nın kitabından gerçekler çıkarılmış olsaydı, Allah, atamız
    Davûd (a.s.)’a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davûd’un kitabında
    değişik­likler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncil’i vermezdi. Ve herkese aynı
    mesajı vermiştir. Onun için, Rasûlullah geldiği zaman, dinsiz insanların benim
    Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir.” (Bölüm: 124).

    17.6. ARAP YARIMADASINDA
    HIRİSTİYANLIK

    “Hıristiyanlık, milâdi üçüncü yüzyılda Arabistan’a girdi. Bu
    sıralarda Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinen Bizans İmparatorluğunun
    hima­yesindeki Hıristiyanlık bir hayli değişikliğe uğramış ve bu dine pek çok
    bid’at ve batıl itikat girmişti. Bazı tarihçilere göre Hıristiyanlık Zünvâs
    za­manında Hicâz’a girdi. Ama bu doğru olamaz. Zira bu hükümdar tam 600 yıl önce
    yaşamıştı. Hıristiyanlık ilk önce Necran’da yayıldı ve gelişti ve Hicaz’ın diğer
    bölgelerinde pek müsait bir ortam bulamadı. Fakat Beni Rebiyye ve Gassan ile
    bazı diğer bölgelerde az sayıda da olsa, Hıristiyanlar vardı”.[8]

    “Öyle tahmin ediliyor ki, Beni Rebiyye ve Gassan ile Kuzâ’a
    bölge­sindeki Hıristiyanlar, dinlerini Bizanslılardan öğrenmişlerdi. Zira,
    Araplar ticaret amacıyla Bizanslılar ve Romalıların hakimiyetindeki çeşitli
    mem­leketlere gidip gelirlerdi. Hayre’de çeşitli Arap kabileleri topluca
    Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Bunlara “Abbâd” denilirdi. Bunlar arasında
    Adiyy bin Zeyd Abbâdî tanınmış bir kişiydi. Benî Tağlib de Hıristiyandılar.”[9]

    Beni Gassân’ın Hıristiyanlığı Miladî 330’da kabul ettiği tahmin
    edili­yor. Hıristiyanlık daha sonra Yemen’in bazı diğer bölgelerine de yayıldı.
    Etyopya kralı Necâşî ve Kaiser Bâhim Yemen’de 395-513 arası Hıristiyan­lığın
    yayılması için büyük çabalar harcadılar. Dolayısıyla bu dönemde Yemen’de
    İncillerin sayısı gittikçe çoğaldı.

    Arabistan’ın güneyinde tanınmış ve gelişmiş ancak iki din vardı:
    Yahudilik ve Hıristiyanlık. Bu iki din hem kuvvetli hem birbirine rakiptiler.
    Romalılar ile Habeşliler’in Himyerli Saba kavmi arasındaki mücadeleye ve
    rekabete daha önceki bölümlerde işaret etmiştik. Bu sebepten dolayıdır ki
    Himyerliler genellikle Hıristiyanlara Yahudileri tercih ederlerdi. Yemen ve
    çevredeki bölgelerde Abd-i Kelîl’in dışında ünlü veya tanınmış başka bir Arab
    kabile reisinin Hıristiyanlığı kabul ettiği bilinmiyor. Arap tarihçi­lerine göre
    de Abd-i Kelîl bir Hıristiyandı. Bölgeden çıkarılan bir kitabe­den de onun
    Hıristiyan olduğu sabittir. Himyerlilerin bir bölümü yıldıza taparken bir bölümü
    de Yahudiydi. Tarih-i Taberî’ye göre, ilk önce Es’ad Ebû Kerb, Yahudiliği kabul
    etti.

    Arabistan’ın kuzeyinde İran ile Bizans arasındaki çekişme had
    safha­ya varmıştı. Tabiatıyla, Himyerliler İranlılardan yana bir tutum içinde
    idi­ler. Himyerliler fırsat buldukça Bizanslılara baskın düzenler ve ticaret
    ka­filelerini soyarlardı. Bizanslılar bundan huzursuz oluyorlardı. Bizanslılar
    bu kavgaya bir çare aramak üzere Yemen Hâkimine bir elçi göndermeye karar
    verdiler. Kaiser Justinian’ın elçisi altıncı yüzyılın başında Yemen hakimine
    geldi, ona Kaiser’in mektubunu ve bazı hediyeler verdi. Ne var ki bu barış
    girişimi artmakta olan düşmanlık ve nefreti azaltmadı.

    Bizanslı tüccarlar sık sık Yemen limanlarına uğrarlardı.
    Geçtikleri yerlere ticarî malların yanı sıra Hıristiyanlığın akide ve
    inançlarını aşılama­ya çalışırlardı. Hıristiyan misyonerler ve rahipler de arada
    sırada ülkede gezer ve dinlerini yaymaya çalışırlardı. Hıristiyanlık ilk önce
    Aden’de ve daha sonra Adnan bölgelerinde bazı taraftarlar buldu. Necran ise kısa
    bir sürede Hıristiyanlığın merkezi haline geliverdi.

    17.6.1. Ashâb-ı
    Uhdûd Kıssası

    Eski çağlarda karşı görüşlü insanların diri diri yakılması
    olağan bir şeydi. Bir iktidara ve dine muhalefet edenler diri diri yakılan
    insanların başında gelirlerdi. Çeşitli tarih kitapları ve eserleri iman
    sahiplerinin, Kâ­fir ve müşrikler tarafından içinde ateş yakılan çukurlara
    atılmalarına iliş­kin olay ve hikâyelerle doludur.

    17.6.1.1. Hz.
    Suheyb’in Rivâyet Ettiği Hadis

    Bu tür hikâyelerden biri Hz. Suheybi Rûmî (r.a.) tarafından
    rivâyet edilmiştir. Hz. Rûmî, Rasûlullah’ın bir defasında şöyle bir hikâye
    anlattı­ğını kaydetmiştir: “Krallardan birinin yanında bir sihirbaz vardı. Bu
    sihir­baz yaşlanınca, Kral’dan kendisine, sihir ve bütün diğer hünerlerini
    öğre­nebilmesi için bir genç çocuk göndermesini rica etti. Kral, yaşlı
    sihirbazın bu ricası üzerine kendisine böyle bir çocuk gönderdi. Çocuk
    sihirbazlığı öğrenmeye başladı. Fakat o çocuk, sihirbaza gelip giderken bir
    rahibe (ki herhalde Hz. Îsa’ya tabi idi) gidip gelmeye başladı ve o rahibin vaaz
    ve telkinlerinden etkilenerek iman sahibi oluverdi. Hatta rahibin talim ve
    ter­biyesi sayesinde kerâmet sahibi de oldu ve körler ile cüzzamlıları
    iyileştir­meye başladı. Kral bu çocuğun Tevhid’e iman ettiğini duyunca önce
    rahi­bi öldürttü ve daha sonra çocuğu da öldürtmek istedi. Fakat ona karşı
    kul­lanılan her silah etkisiz kaldı. Nihayet çocuk dedi ki, “eğer beni öldürtmek
    istiyorsan, bu çocuğun Rabbinin adıyla’ diyerek bana bir ok at, ben ölmüş
    olacağım.” Kral dediğini yaptı ve çocuk öldü. Bunun üzerine olayı seyret­mekte
    olan kalabalık bir ağızdan, “Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik” diye
    bağırıverdi. Kral’ın yandaşları ve dalkavukları dediler ki, “ey majes­te,
    korktuğumuz başımıza geldi. Halk sizin dininizi bırakıp bu çocuğun dinini kabul
    etti.” Kral son derece öfkelendi ve yolun kenarında büyük çu­kurlar kazdırdı.
    Bunları ateşle doldurdu ve imandan dönmeyenleri bu çukurlara attırdı. (Ahmed,
    Müslim, Nesâî, Tirmizî, İbn Cerîr, Abdürezzâk, İbn Ebî Şeybe Taberânî ve Abd bin
    Humeyd).

    17.6.1.2. Hz. Ali
    Tarafından Rivâyet Edilen Vak’a

    İman sahiplerinin ateşe atılmalarıyla ilgili ikinci vak’a Hz.
    Ali tara­fından rivâyet edilmiştir: “İran krallarından biri şarap içip sarhoş
    oldu ve öz kız kardeşiyle zina etti. Sonra ikisi arasında gayri meşru
    münasebetler kuruldu. Bir süre sonra olay halk tarafından duyulunca kral hemen
    bir ba­hane uydurup, Allah’ın, kız kardeşler ile evlenmeyi helâl kıldığını ilân
    et­ti. Ancak halk bu maskaralığı kabul etmedi. Fakat kral çok zâlimdi ve herkesi
    kendi uydurduğu kanunu kabul etmeye zorladı. Kabul etmeyenle­ri, ateşlerle dolu
    çukurlara attırdı.” Hz. Ali’nin ifadesine göre o zaman­dan beri Mecusîler’de,
    mahrem kişilerle evlenme geleneği vardır. (İbn Cerir).

    17.6.1.3. İsrailî
    Rivâyetler

    Bu hususta üçüncü bir olayı Hz. İbn Abbas, İsrailî rivâyetlere
    daya­narak nakletmiştir. Rivâyetine göre, Babiller, İsrail oğullarını; Hz.
    Mu­sa’nın dininden dönmeye mecbur etmişlerdi. Babillerin bu isteğine uyma­yanlar
    ise diri diri ateşte yakıldılar.

    17.6.1.4. Necran
    Olayı

    En önemli olay Necrân’ındır, pek çok tarihçi meselâ İbn Hişâm,
    Tabe­ri, İbn Haldun ve Mücem’ul Buldan’ın yazarı v.s. tarafından
    kaydedilmiş­tir. Özeti şöyledir: Himyer (Yemen) Hâkimi Tebân Es’ad Ebû Kerb bir
    de­fasında Yesrib’e gitti ve orada Yahudilerin tesiri altında kalarak Yahudiliği
    kabul etti. Yesrib’te Benî Kureyza’nm iki Yahudi âlimini alarak Yemen’e döndü ve
    orada Yahudiliği bütün gücüyle ve imkânlarıyla yaymaya başla­dı. O’nun yerine
    tahta geçen oğlu Zünvâs, Güney Arabistan’da Hıristiyanlı­ğın merkezi haline
    gelmiş olan Necran’a saldırdı. Amacı, Necran’dan Hıristiyanlığı silip süpürmek
    ve oranın ahâlisini Yahudiliği kabul etmeye zorla­maktı. (İbn Hişâm’ın anlattığı
    gibi Necrânlılar, Hz. Îsa’nın getirdiği hakikî dine tabi idiler). Zünvâs,
    Necran’a vardıktan sonra halkın Yahudiliği kabul etmesini istedi, ama herkes
    inkâr etti. Bunun üzerine Zünvâs, çok kişiyi ateşle dolu çukurlara attırdı ve
    pek çok kişiyi öldürttü. Toplam 20 bin kişi yok edildi. Necrânlılardan biri olan
    Zûsa’labân kaçmayı başardı ve bir rivâyete göre bu şahıs Bizans İmparatoruna
    gidip başlarından geçenleri anlattı, (bir rivâyete göre Habeş İmparatoru
    Necâşî’ye derdini anlattı). Nihâyet, Bizanslılar ile Habeşliler yardımlaşarak
    Yemen’e karşı saldırıya geçtiler, içinde 70 bin asker bulunan güçlü bir donanma
    Aryât adlı bir ge­neralin komutasında Yemen’e saldırdı. Saldırıda Yemenliler
    yenildi, Zünvâs öldürüldü ve Himyer’deki Yahudi devleti sona ermiş oldu. Bundan
    böyle Yemen, Hıristiyan Habeş devletinin bir parçası haline geldi.

    17.6.1.5. Yemen’de
    Hıristiyan Misyonerler

    Müslüman tarihçilerin anlattığı yukarıdaki olay diğer tarihi
    kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. Ayrıca bu hususta bazı diğer ayrıntılar
    elde ediliyor. Hıristiyan Habeşliler ilk önce Milâdi 340’ta Yemen’e hâkim
    ol­muşlardı ve bu hâkimiyet 378’e kadar sürdü. Bu sıralarda Hıristiyan
    misyo­nerler Yemen’e girmeye başladılar. Yemen’e gelenler arasında dindar, so­fu
    ve kerâmet sahibi bir Hıristiyan seyyah Faymiyum da vardı. O Necran’a vardı ve
    halkı putperestliği terk edip Allah’a itaat etmeye çağırdı. Onun telkinleri
    sayesinde Nccrânlılar Hıristiyan oldular. Necranlıların dini ve siyasî nizamı üç
    kişinin elinde idi: Birincisi “Seyyid”, ki kabile reisleri gi­bi nüfuz ve
    Selahiyet sahibi olurdu, dış ilişkiler ve anlaşmalar ile askerî işlerle
    ilgilenirdi. İkincisi, “Akıb”, ki içişlerinde söz sahibiydi. Üçüncü­sü,
    “Piskopos”, ki din işleriyle uğraşırdı. Arabistan’ın güneyinde Nec­ran önemli
    bir yer tutardı. Bu, hatırı sayılır bir ticaret ve sanayi merke­ziydi. Dokuma,
    deri ve silah gibi sanayi malları imâl edilirdi. Ünlü Ye­men kumaşı burada
    yapılırdı. Zünvas sadece dinî sebeplerden değil, Necran’ın jeopolitik durumu ve
    ekonomisi yüzünden de buraya saldır­mıştı. Zünvâs, Necran Seyyidi Harisiye’yi
    (Süryanî tarihçilere göre Arethas) öldürdü, karısı Rûma’nın önünde iki kızını
    öldürdü ve kanlarını ona içirdi ve sonra onu da öldürdü. Piskopos’un (ki adı
    Papul olarak verilmiş­tir) kemiklerini mezardan çıkartıp yaktırdı. Ateşle dolu
    çukurlarda kadın, erkek, çocuk, yaşlı, rahip ve diğer birçok kişiyi pişirtti.
    Toplam 20-40 bin kişinin canına kıydı. Bu olay Ekim 523’de meydana geldi.
    Nihayet devletini ortadan kaldırdılar. Bu savaş ve yağma hareketleri, arkeolog
    ve tarihçilerin son zamanlarda Hısn-ı Ğurâb’dan çıkardıkları kitabelerde de yer
    alıyor.

    17.6.1.6. Ashâb-ı
    Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri

    Miladî altıncı yüzyıl’da kaleme alınan çeşitli yazı, mektup ve
    kitap­larda Eshab-ı Uhdûd vak’asında ayrıntılı biçimde yer verilmiştir.
    Bunlar­dan bazısının yazarları vak’anın görgü tanıkları olup olayı ânında kâğıda
    aktarmışlardır. Bazıları ise görgü tanıklarına dayanılarak kaleme alınmışlardır.
    Bunlardan üç kitabın yazarları olay sırasında yaşıyorlardı. Meselâ, biri
    Procopius’tır, diğeri Cosmos Indicopleustis’tir, ki o sıralarda Necâşî Hükümdar
    Elesboan’ın emriyle Batlamyus’un Yunanca kitaplarının tercü­mesini yapıyor ve
    Habeşistan’ın kıyı kenti Adolist’te oturuyordu. Üçüncü­sü Johannes Malata’dır,
    ki birçok tarihçi onu kaynak olarak kabul etmiş ve ondan istifade etmişlerdir.
    Bundan sonra, Efes’li Johannes (M.S. 585’te öl­dü) in “Kilise Tarihi” adlı
    kitabında Necranlı Hıristiyanlar (Eshab-ı Uhdûd)’ın katliamı, olayın çağdaşı
    olan Piskopos Simeon’un bir mektubuna dayanılarak anlatılmıştır. Bu mektup,
    Gabula manastırının reisine yazıl­mıştır ve bunda katliâmın görgü tanıklarının
    beyanatı etraflıca verilmiştir. Bu mektup 1881’de Romada ve 1890’da “Hıristiyan
    Şehitleri” adı altında neşrolunan bir dizi kitap arasında yer almıştır. Patrik
    Dionysius ile Midil-Iili Zekeriya (Zacharia of Mitylene) Süryânice tarih
    kitaplarında da bu ola­yı ayrıntılı biçimde anlatmışlardır. Jacob Saroji’nin
    kitabında da Necranlı Hıristiyanların başına gelen felâket dile getirilmiştir.
    Edessa Piskoposu Pu­lu, Necranlı Hıristiyanlar için bir mersiye yazmıştır ki,
    hâlâ kütüphanelerde bulunmaktadır. Himyerlüeri konu eden Süryânice bir kitabın
    İngilizce ter­cümesi “Book of Himyarites” adında 1924’de Londra’da
    yayımlanmıştır. Bu kitap ta müslüman tarihçilerin “Eshab-ı Uhdûd”, yani Necranlı
    Hıristiyanların ateşe atılmalarını ve diğer mezâlime maruz kalmalarını
    doğrula­maktadır. Buna ilâveten, Londra’daki Biritish Museum’da o çağa ait olan
    Habeş yazma eserlerinde bu olaya aynen değinilmiştir. Philby, “Arabian
    Highlands” isimli eserinde, Necran’da “Esbab-ı Uhdûd vak’asının vuku bulduğu
    yerin hâlâ halk tarafından iyice bilindiğini yazmıştır. Necran’da Umm-i Hark
    yakınlarında kayalarda oyulmuş bazı resimler vardır. Necrânlılar, “Kâbe-i
    Necrân”ı, yani olayın meydana geldiği yeri de bil­mektedirler.

    17.6.2. Kâbe
    Benzeri Bir Bina’nın Yapımı

    Habeşli Hıristiyanlar, Necrân’ı ele geçirdikten sonra burada
    Mekke’de­ki Kâbe’ye benzer bir bina yaptılar ve bunu asıl Kâbe’nin yerine
    geçirmek istediler. Bu Kâbe’nin rahip ve piskoposları “harem” dedikleri bir
    sarık gi­yerlerdi. Bizans imparatorluğu da bu Ka’be’ye malî yardımda
    bulunuyor­du. Bilindiği gibi, işte bu Necran Kâbesinin rahipleri kendi seyyid,
    Âkib ve Piskoposlarının liderliğinde bir heyet şeklinde Hz. Muhammed (a.s.)’in
    yanına varmışlardı ve bunun üzerine Âl-i İmrân suresinin 61. âyetinde bahsedilen
    meşhur “mübâhale” olayı meydana gelmişti.

    17.6.3. Yemen’de
    Hıristiyanlığın Üstünlüğü

    Daha önceki bölümlerde gördüğümüz gibi, Necran’da Yemen hâkimi
    Zünvâs’ın Hıristiyanlara revâ gördüğü zulüm ve katliâm’ın intikamını al­mak
    üzere Habeşistan’ın Hıristiyan devleti Yemen’e saldırıp Himyer devle­tini
    ortadan kaldırmıştı ve M.S. 525’te bütün Yemen’e hakim olmuştu. Bü­tün bu işler
    İstanbul’da merkezi bulunan Bizans imparatorluğu ile Habeş İmparatorluğu
    arasındaki işbirliğiyle gerçekleşmişti. Zira, o devirde Ha­beşliler öyle güçlü
    ve görkemli bir donanmaya sahip değillerdi. Donan­manın tümünü Bizanslılar
    vermişti ve Habeşliler 70 bin askerini Yemen sahillerine çıkarmıştı. İlerde ele
    alacağımız bahisleri anlayabilmek için şu­nu belirtmekte fayda vardır ki, bütün
    bunlar sadece dinî bir coşku ile ya­pılmamıştı. Aksine bazı siyasî ve iktisadî
    etkenler de önemli rol oynamış­tı. Hatta diyebiliriz ki, Yemen’in ele
    geçirilmesinin altında bu gerçekler yatmaktaydı ve Hıristiyan dindaşların
    intikamı sadece bir bahane ve bir fır­sattı. Bizanslılar, Mısır’a ve Suriye’ye
    hâkim olduğundan beri gözlerini Arapların elinde bulunan deniz ticaret yoluna
    dikmişti. Bizanslılar, Doğu Afrika, Kuzey Afrika, Hindistan, Endonezya ve
    Ortadoğu ile Romalıların ellerinde bulunduğu memleketlere kadar uzanan ticaret
    yolunu Araplardan kendi ellerine geçirmek istiyorlardı. Böylece, Arap tüccar ve
    aracılarını saf dışı edebilecek ve işin kaynağını hep kendileri yiyeceklerdi. Bu
    hedefe varabilmek için imparator Augustus M.Ö. 24-25’te Aelius Gallus’un
    ko­mutasında büyük bir orduyu, Arabistan’ın güneyinden Suriye’ye giden ti­caret
    yolunu kesmek amacıyla Arabistan’ın batı sahiline-çıkarmıştı. Ne var ki
    Arabistan’ın çetin ve elverişsiz hava şartları bu askerî seferin başarısız­lığa
    uğramasına sebep oldu. Bundan sonra Bizanslılar donanmalarını Kızıldenize
    naklettiler ve buradan Mısır ile Arabistan arasında yapılan deniz ticaretine son
    vermiş oldular. Bundan sonra sadece kara yolu ticareti Arapların elinde
    kalmıştı. Bu kara ticaret yoluna da son vermek amacıyla Bizanslılar, Habeşli
    Hıristiyanlarla işbirliği yaptılar ve karşılıklı yardımlaş­ma ile Yemen’i
    fethettiler.

    17.6.4. Ebrehe
    Nasıl Yemen Valisi Oldu?
                                                                                                                                                                                                                  
                                                                                                                                                                                         

    Yemen kıyılarına çıkarma yapan ve sonunda bütün bölgeyi ele
    geçi­ren Habeş ordusu hakkında Arap tarihçileri farklı açıklamalarda
    bulunu­yorlar. Hafız İbn-i Kesîr, bu ordunun iki komutanı olduğunu söylüyor.
    Bi­ri Eryât, diğeri Ebrehe, Muhammed İbn İshâk ise ordu kumandanının Eryât
    olduğunu, ve Ebrehe’nin orduda yer aldığını yazıyor. Her iki tarihçi, daha sonra
    Ebrehe ile Eryât arasında kavga çıktığı ve yapılan düelloda Eryât’ın öldüğü
    konusunda birleşiyorlar. Ebrehe’nin onaylattığı belirtili­yor. Bu hususta Yunan
    ve Süryanî kaynaklarda farklı ifadeler bulunuyor. Bu kaynakların bildirdiğine
    göre, Habeşliler Yemen’e hâkim olduktan sonra direnen Yemen’li kabile reislerini
    tek tek temizlemeye başladılar. Ama Assumifi’ Aşû (Esymphaeus) adlı bir kabile
    reisi Habeşlilere bağlı olduğunu bildirerek vergi vermeyi kabul etti ve böylece
    kendi canını kur­tardı. Bu kabile reisi daha sonra Habeş Kralından Yemen’in
    valiliğini aldı. Fakat Habeş ordusu bu adamın valiliğini kabul etmedi ve isyan
    etti. Ordu daha sonra Ebrehe’yi vali seçti.

    Ebrehe Habeşiştan’ın Udolys limanında bir Yunan tüccarının
    köle­si iken Yemen’e saldıran orduya katılarak üst mevkilerine çıkmayı ba­şaran
    bir kişi idi. Habeş İmparatorunun Ebrehe’nin isyânını bastırmak ü-zere Yemen’e
    gönderdiği kuvvetler ya kendisine katıldılar ya da kendisi tarafından yenilgiye
    uğratıldılar. Nihayet, Habeş İmparatorunun ölümün­den sonra tahta geçen halefi,
    Ebrehe’nin valiliğini onayladı. Yunanlı ta­rihçiler kendisine Abrames adını
    verirken Süryanî tarihçileri kendisini “Abraham” olarak anmaktadır. Ebrehe
    herhalde Habeş dilinin bir kelime­sidir, çünkü Arapçada Abraham’ın karşılığı
    “İbrahim” olarak zaten bulun­maktadır.

    Zamanla, Ebrehe Yemen’in fiilen rakipsiz kralı oluverdi, ancak
    sözde Habeş imparatoruna bağlı kaldı. Ebrehe kendisine iftiharla “Kral Naibi”
    derdi. Ebrehe’nin ne kadar büyük nüfuz, yetki ve güce sahip olduğu Miladî 544’de
    Mağrib Ceddinin inşaasından sonra düzenlediği kutlama tö­renlerinden
    anlaşılıyor. Bu tantanalı ve görkemli törenlere Bizans impara­toru, İran
    imparatoru, Hayre kralı ve Gassan kralının elçileri katılmışlardı. Bu törenlerle
    ilgili ayrıntılar. Ebrehe’nin Ma’rib Şeddine yerleştirdiği kita­belerde
    yazılıdır. Bu kitabeler bugün de muhafaza ediliyor ve üzerindeki yazılar Glaser
    tarafından kitaplara nakledilmiştir.

    17.6.4.1. Araplara
    Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük Sağlama Çabaları

    Ebrehe, Yemen’e tamamıyla hâkim olduktan sonra Bizanslılar ile
    Ha­beşlilerin ta başından beri kurdukları hayalleri gerçekleştirmeye çalıştı.
    Yani, bir yandan Arabistan’da Hıristiyanlığı yaymaya ve diğer yandan, Doğu ile
    Batı arasında, Arapların elinde bulunan kara ticaret yolunu ele geçirmeye
    çalıştı. Böyle bir girişime ziyadesiyle ihtiyaç vardı; zira, İran’daki Sasanî
    imparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu arasındaki iktidar kavgası, Doğu
    ülkelerinden Batıya kadar bütün ticaret yollarını engelle­mişti. Ebrehe,
    idealine kavuşmak amacıyla Yemen’in Başşehri San’a’da muhteşem bir kilise inşa
    ettirdi. Arap tarihçileri buna “El-Kalîs”, “El-Kulîs” veya “El-Kuleyyes”
    derlerdi, ki aslında Yunanca “Ekklesia” kökün­den geliyoıdu. Muhammed bin
    İshâk’ın rivâyetine göre Ebrehe kilisesinin inşaatını bitirdikten sonra Habeş
    kralına yazdığı bir mektupta, bütün Arapları bu kiliseye “Kâbe”‘ diye yüz
    çevirmelerini temin etmeden rahat edemeyeceğini belirtti.[10]
    Ebrehe bu niyetini Yemen’de herkese ilân etti. İbn Kesir’e göre, Ebrehe,
    Arapları kızdırmak için bu ilânı mahsus yapmış­tı. Ebrehe böylece Arap ahalisini
    galeyana getirip Kâ’be’ye saldırma ve bunu yok etme bahanesini arıyordu.
    Muhammed bin İshâk’ın rivâyetine göre Ebrehe’nin bu sinsî planlan devam ederken
    öfkeli bir Arap vatandaşı kiliseye girip orada büyük aptesini yapıverdi. Bu işi
    Kureyş kabilesine ait bir kişi yapmıştı. Başka bir tarihçi, Mukâtil bin
    Süleyman’ın rivâyetine göre Kureyş kabilesinin bazı gençleri bu kilisede yangın
    çıkardılar. Bu iki olaydan hangisi meydana gelmiş olursa olsun, ikisinin de vuku
    bulma ih­timali vardı ve bunda şaşılacak bir şey değildi. Zira, Ebrehe’nin ilânı
    son derece tahrik ediciydi. Cahiliyye devrinde bu tür kışkırtmalar üzerine bir
    Arap vatandaşı, bir Kureyşli veya birkaç Kureyşli gencin Kiliseyi kirlet­meleri
    veya kundaklanılan gayet doğal karşılanmalıydı. Fakat, Mekke’ye yürüme
    bahanesini aramakta olan Ebrehe’nin bizzat böyle bir kışkırtıcı harekette
    bulunmuş olma ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır. Ebrehe böylece hem
    Arapların dinî merkezi olan Kâbe’yi yerle bir edebilecekti hem de Kureyş
    kabilesine ağır bir darbe indirerek bütün Araplara gözdağı vermiş olacaktı.
    Gerçek sebep ve olayların gelişme şekli ne olursa olsun Ebrehe, en büyük
    kilisesine yapılan tecavüz üzerine Kâbe’yi yerle bir et­me andını içti.

    17.6.4.2. Mekke’ye
    Ebrehe’nin Yürümesi

    Ebrehe Miladî 570 veya 571’de 60 bin asker ve 13 fil (bir
    rivâyete göre 9 fil) ile Mekke’ye doğru yürüdü. Yolda, Yemen’in Arap kabile
    reis­lerinden Zünefer Araplardan müteşekkil küçük bir kuvvetle kendisine kar­şı
    koymak istedi, ama yenilerek yakalandı. Daha sonra Has’am bölgesinde Nüfeyl bin
    Habib Has’amî adında bir Arap reisi, kabilesiyle birlikte Ebre­he’nin yolunu
    kesmeye çalıştı. Ama o da yenilerek esir alındı ve daha sonra canını
    kurtarabilmek için Ebrehe’nin askerlerine çok sayıda katırlar ver­meyi kabul
    etti. Ebrehe ordusuyla beraber Taife varınca Benî Sakîf bu ka­dar büyük bir
    kuvvete karşı koyamayacağını anladı ve kendi tanrıları olan Lât ve bağlı
    bulunduğu Mâbed’in, Habeşliler tarafından yıkılacağından endişe etti.
    Dolayısıyla, Benî Sakîf in kabile reislerinden Mes’ud bir he­yetle Ebrehe’ye
    gelerek, “sizin yıkmak istediğiniz ibadet yeri bizim mabedimiz değildir. O
    ibadet yeri Mekke’dedir. Onun için, lütfen bizim mabedimize dokunmayın. Biz size
    Mekke’nin yolunu gösterecek rehber (kılavuz) ve katırlar vereceğiz” dedi. Ebrehe
    bu teklifi cazip buldu ve ka­bul etti. Benî Sakîf, Ebrehe ve ordusuna birçok
    katırın yanı sıra Ebû Rigâl adında bir kılavuz da verdi. Mekke’ye üç fersah
    uzaklıkta El-Muğammes (veya El-Mugammis) mevkiinde Ebû Riğâl öldü ve bundan
    sonra kin ve nefretlerini belirtmek için yıllarca onun mezarını taşladılar.
    Ayrıca, Beni Sakif ile de sürekli alay ettiler ve onların kendi putları olan
    Lat’ı kurtar­mak için Allah’ın evinin yıktırılması için Habeşliler ile
    Hıristiyanlara geçit verdiklerinden yakındılar.

    17.6.4.3.
    Mekkelilerin Tepkisi

    Muhammed bin İshâk’ın rivâyet ettiği gibi, El-Muğammes’ten
    kabile­lerine ait çok sayıda hayvanları alıp götürdüler. Götürülen hayvanlar
    ara­sında Hz. Muhammed (s.a.)’in dedesi, Abdülmuttalip’in de 200 devesi var­dı.
    Ebrehe bundan sonra bir elçisini Mekke’ye göndererek, Mekkelilere şöyle bir
    duyuruda bulundu: “Ben sizinle savaşmaya gelmedim. Gayem sadece Kâbe’yi
    yıkmaktır. Eğer siz karşı koymazsanız, canınıza ve malını­za dokunulmayacaktır.”
    Ebrehe ayrıca, Mekkeliler kendisiyle görüşmek istedikleri takdirde onların en
    büyüğüyle masaya oturabileceğini de bildir­di. O sıralarda Mekke’nin en büyük
    kabile reisi Abdülmuttalip’ti. Elçi ken­disine Ebrehe’nin mesajını verdi.
    Abdülmuttalip kendisine şu cevabı ver­di: “Benim sizinle savaşacak gücüm yoktur.
    Bu Allah’ın evidir ve Allah isterse kendi evini kurtaracaktır.” Elçi,
    Abdülmuttalip’in kendisiyle bera­ber Ebrehe’ye kadar gelmesini istedi ve o da bu
    isteğe uydu. Abdülmutta­lip öylesine yakışıklı ve iri yarı insandı ki, Ebrehe
    kendisini görünce çok etkilendi. Tahtından kalkıp yanına gelip yere oturdu ve
    kendisinden bir is­teği olup olmadığını sordu. Abdülmuttalip çalınmış olan bütün
    develeri­nin serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine Ebrehe kendisine şöyle
    de­di: “Ben sizi görünce çok etkilenmiştim. Fakat siz öyle bir şey söylediniz ki
    gözümden düştünüz. Siz sadece kendi develerinizi düşünüyorsunuz. Halbuki, sizin
    ve sizin atalarınızın dininin merkezi olan bu ev elden gidiyor ve siz bunun için
    bir şey söylemiyorsunuz.” Abdülmuttalip de şöyle bir cevap verdi: “Ben sadece
    kendi develerimin sahibiyim ve bu yüzden sadece onlar için size yalvardım. Bu
    eve gelince, bunun sahibi Allah’tır ve ancak bunu o koruyacaktır.” Ebrehe, “O
    bunu kurtaramayacaktır” dedi, Abdülmuttalip te “bu işi ya siz bilirsiniz ya da
    O” dedi ve ordan ayrılmak üzere kalktı. Ebrehe kendisine çalınan develeri geri
    verdi.

    İbn Abbas’ın rivâyeti bundan farklıdır. Bunda, develerden hiç
    söz edilmiyor. Abd bin Humeyd, İbn-ul Münzir, İbn Merdûye Hâkim, Ebû Naîm ve
    Beyhakî, İbn Abbas’a dayanarak naklettikleri rivayetlerde özetle şunları
    söylüyorlar:

    Ebrehe, Essifâh mevkiine varınca (Arafat ile Taif arasındaki
    dağların bitiminde Harem’e yakın olan yer), Abdülmuttalip kendisine gitti ve
    “sizi buraya getiren nedir?” diye sordu. Ebrehe, “duyduğuma göre bu huzur
    evi’dir ve ben bu huzuru bozmaya geldim” diye cevap verdi. Abdülmutta­lip, “Bu
    Allah’ın evidir ve bu ev bugüne kadar kimsenin kendisine musal­lat olmasına izin
    vermemiştir” dedi. Ebrehe, bu evi yıkmadan Mekke’den ayrılmayacağını söyledi.
    Abdülmuttalip şöyle dedi: “Bizden ne isterseniz size veririz, ama buradan gidin,
    bu eve dokunmayın”. Fakat Ebrehe bu lâfları dinlemedi ve Abdülmuttalib bırakıp
    Ka’be’ye doğru ilerledi.

    İki rivâyet arasındaki farklı ifadeye dokunmaz ve birini öbürüne
    ter­cih etmeye çalışmazsak da bazı gerçeklerin ortada olduğunu görebiliriz.
    Şöyle ki, Mekke ve çevredeki Arap kabileleri Ebrehe’nin komutasındaki büyük bir
    orduya karşı koyacak güçte değillerdi ve dolayısıyla savaşarak Ka’be’yi
    kurtarmaları söz konusu değildi. Bu sebeple, Kureyşliler de Ka’be’yi kurtarmak
    amacıyla gereksiz bir direnişe ihtiyaç duymadılar. Ku­reyşlilerin insan gücü
    Habeşlilere karşı çok cüz’î idi. Bilindiği gibi, Ahzâb savaşı sırasında
    Kureyşliler ile Yahudi kabileleri bütün güçlerini toplaya­rak müslümanlara karşı
    ancak 12 bin kişilik bir kuvvet hazırlayabilmişler­di. O halde, 60 binden fazla
    askeri olan bir Ordu’ya nasıl karşı koyabilir­lerdi.

    Muhammed bin İshâk’ın verdiği bilgilere göre, Abdülmuttalip,
    Ebre­he’nin çadırından geldikten sonra bütün Kureyşli kadın ve çocukların
    katliâmdan kurtulabilmeleri için dağa çıkmalarını herkese duyurdu. Daha sonra
    Abdülmuttalip ile Kureyş’in bazı diğer ileri gelenleri Kâ’be’ye gidip kapı
    tokmağını tutarak Allah’a acz içinde dua ettiler ve O’ndan kendi evini ve
    kullarını korumalarını istediler. O sırada Ka’be’de 360 put vardı. Fakat bu
    nâzik anda Arap ve Kureyşliler her şeyi unutup sadece Allah’a yalvar­dılar. Bu
    ânda yaptıkları dualar tarih sayfalarına geçmiştir. Bunlardan hiç birinde Tek
    Allah’dan başka bir tanrı veya tanrıça’dan söz edilmemiştir. İbn Hişâm kendi
    eserinde Abdülmuttalib’in o ânda söylediği şu şiirlerine yer vermiştir:

    “Ya Rab, kul kendi evini korur, Sen de kendi Evini koru

    Dikkat et, yarın onların haç ve tedbirleri senin tedbirlerine
    galip gel­mesin.

    Eğer sen onları ve kabilemizi kendi hâlimize bırakmak
    istiyorsan, öy­le yap.”

    Süheylî, “Ravd-ul Enf’ adlı eserinde bu durumla ilgili olarak
    bir şiir daha akletmiştir:

    “Haç’ın evlâtları ve O’na tapanların karşısında bugün Sen kendi
    evlâtlarına yardım et.”

    İbn Cerîr, Abdülmuttalib’in, dua ederken okuduğu şu şiirlerini
    de yazmıştır:

    “Ya Rabbim, Senden başka onlara karşı Ben kimseye ümit bağlamış
    değilim Ey Rab, Sen onlardan kendi Harem’ini koru.”

    “Bu evin düşmanı Senin düşmanındır. Onları, Senin meskenini
    tahrip etmekten alıkoy.”

    17.6.4.4. Kâ’be’nin
    Korunması İçin İlâhi Mu’cize

    Abdülmuttalip ile arkadaşları, Ka’be’nin kapısında dua ettikten
    sonra dağa çekildiler ve ertesi gün Ebrehe Mekke’ye girmek üzere yola çıktı.
    Fakat Mahmut adlı fili, birden bire yere çöktü. Yürümesi için kamçılandı, gözüne
    kazık batırıldı ve birçok yerinden yaralandı, ama bulunduğu yer­den hiç
    kımıldamadı. Fil güneye, kuzeye ve doğuya çevrilince koşmaya başlıyor, ama
    Mekke’ye doğru çevrilince hemen yere çöküveriyordu ve hiç kımıldamıyordu.
    Derken, çok sayıda kuşlar gagalarında ve pençele­rinde küçük taşlar olduğu halde
    akın akın Kızıldeniz tarafından gelmeye başladılar ve bu kuşlar daha sonra
    Ebrehe’nin ordusuna taşları yağdırma­ya başladılar. Taşlar kime isabet ediyorsa
    onun vücudu çürümeye başlı­yordu. Muhammed bin İshâk ile İkrime’nin
    rivâyetlerine göre bu su çiçeği hastalığıydı ve Arabistan’da ilk defa ortaya
    çıkmıştı. İbn Abbas diyor ki, çakıl taşı kime düşüyorsa o şahıs vücudunu
    kaşımaya başlıyordu ve kaşı­dığı yerlerde küçük yaralar beliriyordu ve et
    çürümeye başlıyordu. İbn Abbas’ın başka bir rivâyetine göre et ve kan su gibi
    akmaya ve kemik­ler görülmeye başlıyordu. Ebrehe’nin durumu da aynıydı. Vücudu
    yaralar­la dolmuş ve bazı âzâları bozulmaya başlamıştı. Bu beklenmedik olay
    Ebrehe ve ordusunun paniğe kapılmasına sebep oldu ve hepsi Yemen’e doğru kaçmaya
    başladılar. Kendilerine kılavuz olarak seçtikleri Nüfeyl bin Habib Has’amî’den
    dönüş yolunu sordular ve o tarafa kendilerine rehberlik yapmalarını rica
    ettiler. Ama Nüfeyl bu isteği reddetti ve şöyle dedi:

    “Artık Allah peşinizde iken kaçamazsınız ve Maymun (Ebrehe)
    mağluptur, galip değildir.”

    Meydana gelen panik ve telaş içinde geriye çekilme sırasında
    birçok kişi ezildi ve öldü. Atâ bin Yesar’ın belirttiği gibi Habeşli
    Hıristiyanların hepsi Mekke yakınlarında ölmedi, bazıları yolda öldüler. Ebrehe
    de Has’am’a vardıktan sonra öldü.

    Ebrehe’nin Ordusu Müzdelife ile Minâ arasında Muhassab vadisi
    ya­kınlarında Muhassir mevkiinde imha oldu. Sahih-i Müslim ile Ebû Da­vud’da yer
    alan bir hadise göre, Resûlullah (s.a.) Müzdelife’den Mina’ya giderken Muhassir
    vadisinde daha hızlı hızlı yol almaya başladı. Bu ha­dis, İmam Ca’fer Sâdık
    tarafından, Haccet’ul Vedâ hikayesinin anlatıldığı sırada, İmam Muhammed
    el-Bâkir ve Hz. Câbir bin Abdullah’a dayanıla­rak rivâyet olunmuştur. İmam
    Nevevî bu hadisin yorumunu yaparken Eshâb-ul fîl (fil sahipleri) vak’asının işte
    bu yerde meydana geldiğini be­lirtmiştir. İmam Nevevî bu sebeple, Muhassir’den
    geçerken hızın artırıl­masının bir sünnet olduğuna işaret etmiştir. Muvatta’da
    İmam Mâlik şöyle bir hadis naklediyor: Resulüllah (a.s.) Müzdelife’nin tümünde
    kalınabileceğini, ancak Muhassir vadisinde kalınmaması gerektiğini belirtmiştir.

    17.6.4.5. Arap
    Edebiyatında Bu Olay İle İlgili Kayıtlar

    İbn îshâk, Nüfeyl bin Habîb’in bu olay ile ilgili pek çok
    şiirini naklet­miştir. Nüfeyl olayın görgü tanığıydı:

    “Ey Rüdeyne keşke sen görseydin ve sen göremeyeceksin,

    Bizim Muhassir vadisi yakınlarında gördüklerimizi”

    “Ben kuşları görünce Allah’a şükrettim

    Ve çakıl taşlarının bana düşmelerinden korkuyordum.”

    “Onlardan her biri Nufeyl’i arıyordu,

    Sanki ben Habeşlilere borçluydum.”

    Bu öyle küçümsenecek veya önemsenmeyecek cinsten bir olay
    değil­di, aksine yankıları bütün Arap yarımadasında duyulmuştu. Bu olay çeşitli
    hikâyelere, efsanelere, destanlara ve şiirlere konu oldu. Birçok şair,
    şiirle­rinde bu olaydan söz etti. Bütün şair ve yazarlar, Eshab-ı Fîl vakasının
    Al­lah’ın bir Mu’cizesi olduğunda birleştiler ve hiçbiri bunun, Ka’be’de tapılan
    putların bir kerâmeti olduğuna en küçük işaret bile etmedi. Meselâ, Cahi­liyye
    dönemi şairlerinden Abdullah İbn-üz Ziba’râ şöyle diyor: “60 bin idiler, kendi
    yurtlarına dönemeyenler ve Ne de döndükten sonra onların hastası (Ebrehe)
    yaşayabildi” “Burada onlardan önce Âd ve Cürhem vardılar ve, Allah kullarının
    üzerindedir ve onu (Kâ’be’yi) korumaktadır.”

    Başka bir şair Ebû Kubeys bin Eslet şunları söylüyor: “Kalkın ve
    kendi Rabbinize ibadet edin
    ve                                                                                                                                                                                                                                                               
                                                                                                                                                         

    Mekke ile Mina’nın tepeleri arasında Beytullah’ın köşelerini
    öpün.” “Arş sahibinin yardımı size gelince, o Kralın askerleri, Onları öylesine
    geri çevirdi ki bazıları toprakta idi ve bazıları taşlaşmıştı.”

    17.6.4.6. Eshab-ı Fîl
    İle İlgili Bazı Önemli Hadisler

    Ebrehe ve ordusunun imha olması Mekkelileri ve diğer Arapları
    manevî açıdan da bir hayli etkilerdi. Nitekim, Hz. Ümm-ü Hâni ile Hz. Zübeyr bin
    Avvâm’ın, Resûlullah’a atfen dedikleri gibi, Kureyşliler bu vak’a’dan sonra 10
    yıl (bazı hadislere göre 7 yıl) Tek Allah’tan başka bir ilâha ibadet etmediler.
    Ümm-ü Hanî’nin hadisi İmam Buhârî’nin tarihinde ve Taberânî, Hâkim, İbn Merdûye
    ile Beyhakî’nin hadis kitaplarında yer almıştır. Hz. Zübeyr’in rivâyeti ise
    Taberânî, İbn Merdûye ve İbn Asâkir’in eserlerinde kaydedilmiştir. Bu hadisler,
    Hz. Saîd İbni Müsey­yeb’in, Hatîb Bağdâdî’nin tarihinde yer alan hadisiyle de
    doğrulanmış olu­yorlar.

    17.6.4.7. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Doğuşu

    Ebrehe olayının meydana geldiği yıla Araplar “Fil Senesi” ismini
    ver­mişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.) aynı yıl dünyaya geldi. Muhaddisler ile
    tarihçiler, Eshâb-ul Fîl vak’asının muharrem ayında meydana geldiğinde
    birleşiyorlar. Hz. Resûl-i Ekrem (a.s.) ise Rebiülevvel ayında doğdu. Ta­rihçi
    ve muhaddislerin çoğu, Hz. Peygamber’in, Ebrehe olayından 50 gün sonra doğduğuna
    inanıyorlar.                                                              
                                                                                                                                         

    17.6.4.8. Kur’ân-ı
    Kerim’de Bu Olaya  Kısaca Değinilmesinin Sebebi
                                                           
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

    Yukarıda ayrıntılı olarak belirtilen tarihi olayı, Fîl
    Suresi’yle karşılaş­tıracak olursak burada “Eshâb-ul Fîl”e Allah’ın azabının
    inişinden niçin bu kadar az bahsedildiğinin hikmetini anlamış olacağız. Aslında
    bu kadar es­ki bir olay değildi. Yakın geçmişte cereyan eden hadiseler Mekke’de
    her­kesin dilinde idi. Arabistan’ın diğer bölgelerinde de halk az çok bu olayı
    biliyordu. Herkes, Kâ’be’nin herhangi bir put veya ilâh tarafından değil Tek
    Allah tarafından kurtarıldığını iyi biliyordu. Kureyşli kabile reisleri,
    Ebrehe’nin orduları Mekke’nin kapısına dayanmışken sadece ve sadece Allah’a dua
    etmiş ona yalvarmışlardı. Ve bu olay Kureyşlileri öylesine et­kiledi ki bir süre
    Tek Allah’tan başka kimseye ibadet etmediler. Bundan dolayıdır ki Fil Sûresinde
    herkesçe bilinen bir olay uzun uzun anlatılmadı ve sadece bunun hatırlatılması
    kâfi görüldü. Böylece Kureyşliler ve diğer Araplar meseleyi ciddî ciddî
    düşünmeye davet ediyorlardı. Onların, Hz. Pegyamber’in ne gibi bir mesajla
    geldiğini hatırlamaları isteniyordu. On­ların, bütün sahte ilâhlarını terk edip
    tek Allah’a ibadet ve itaat etmeleri is­teniyordu. Onlara Eshâb-ul Fil’in
    korkunç sonucu da hatırlatılıyordu. Ya­ni, doğru yolu kabul etmeyip Allah’a
    karşı gelmeleri halinde “Fîl sahiple­ri” gibi yok olacakları önemle
    belirtiliyordu.

    17.7. HZ. MUHAMMED’İN
    PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK

    Semavî kitaplara sahip olmaları açısından, gerek Yahudilerin
    gerekse de Hıristiyanların, müslümanlara daha yakın olmaları gerekiyordu. Zira,
    onların gerçek dinî de aslında İslâmdı. Özellikle, Hıristiyanların,
    müslü­manlara daha çok yakın olmaları lâzımdı. Bunun iki sebebi vardı:
    Birinci­si, Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Îsa (a.s.)’nın tamamlanmamış olan görevini
    tamamlamaya gelmişti. İkincisi, Hıristiyanların kutsal kitaplarında ve dini
    eserlerinde Yahudilere oranla, çok daha büyük sayıda, Hz. Muhammed (a.s.)’in bir
    peygamber olarak dünyaya geleceğine bir müjde ve kehânetler yer alıyor. Nitekim
    Hıristiyanların pek çoğu Hz. Peygamber (a.s.)’i merakla bekliyorlardı. Bunlar
    arasında ileri gelen bir kişi de Varaka bin Nevfel idi. Ayrıca, Hz. Peygamber’in
    zamanında birbirine daha çok yaklaşmaları ge­rekiyordu. Ne var ki, Hıristiyanlar
    ile Yahudilerin katı ve fanatik durumu, müslümanlar ile aralarındaki açıyı
    gittikçe büyüttü. Müslümanların bütün iyi niyet ve uzlaşma çabalarına rağmen
    aradaki uçurum giderek büyüdü ve düşmanlık denizine dönüştü. Bu düşmanlık, haçlı
    seferleri şeklinde ortaya çıktı. Orta çağlardaki ülkelerin İslam dünyasına karşı
    çirkin tertip hazırla­malarına yol açmıştır.

    17.7.1. Varaka
    bin Nevfel’in Hz. Muhammed’in Peygamberliğini Tasdik Etmesi
    [11]

    Hira mağarasında, Hz. Muhammed (a.s.) ilk defa bir melek ile
    karşı karşıya geldikten sonra titreyerek ve sarsılmış bir şekilde eve geldi. Hz.
    Hatice kendisini amcazadesi, Varaka bin Nevfel’e götürdü. Nevfel, Cahi­liyye
    döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve yanında Arapça ve İbranice İnciller
    bulunduruyordu. Hem yaşlı, hem âmâ idi. Hz. Hatice kendisine şöyle hitap etti:
    “Ağabeyciğim, yeğeninizin başına gelenleri bir dinleyin”. Varaka, Hz. Muhammed’e
    dönerek, “evlâdım, başından geçenleri anlat” dedi. Hz. Muhammed gördüklerini ve
    duyduklarını kendisine anlattı. Bu­nun üzerine Varaka şöyle dedi: “Vallahi, bu
    melek, Allah’ın Musa’ya gön­derdiği melektir. Keşke ben senin peygamberliğin
    zamanında genç ve güçlü olsaydım. Keşke, ümmetinin seni buradan sınır dışı
    edeceği zamana kadar yaşayabilsem.” Rasûlullah (a.s.) sordu, “Acaba bunlar beni
    buradan çıkaracaklar mıdır?” Varaka “evet” dedi ve devam etti: “Senin getirdiğin
    gibi bir şey ne zaman getirilmişse, sert bir tepki ile karşılaşmış ve getiren
    kişiye düşmanlık yapılmıştır. Eğer senin zamanında olsaydım, seni kuv­vetle
    desteklerdim.” Fakat aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka vefat etti… Varaka
    bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Yaklaşık 15
    yıllık akraba ilişkileri yüzünden de kendisine daha iyi tanıma fırsatını
    bulmuştu. Ehli kitaptandı, bilgiliydi, kültürlüydü ve tecrübeli idi. Bütün
    bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hira mağa­rasında geçirdiği olayı
    duyar duymaz onun bir peygamber olduğuna kana­at getirdi ve hiçbir şüpheye veya
    tereddüde düşmedi Hz. Peygamber (a.s.)’e gelen meleğin daha önce Hz. Musa’ya
    geldiği sonucuna vardı. De­mek ki Hz. Muhammed (a.s.)’in kişiliği ve karakteri
    ve dış görünümü öy­lesine etkileyici ve debdebeliydi ki, Varaka bin Nevfel gibi
    yaşlı ve tecrü­beli bir şahsiyet te kendisinin peygamberlik payesine yükselmesi
    üzerine hayretini belirtmedi.

    17.7.2.
    Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri

    Mekke’de müslümanların hayatı çekilmez hale geldikten sonra, Fîl
    vakasının geçmesinden 45 yıl sonra ve Hz. Muhammed’in nübüvvetinin 5. yılında
    müslümanların başka bir yere hicret etmeleri kararlaştırıldı. Nite­kim, Hz.
    Peygamber (a.s.), mü’minleri toplayarak kendilerine şöyle dedi: “Zannediyorum,
    sizin Habeşistan’a gitmeniz iyi olacaktır. Orada bir Hü­kümdar vardır, o
    Hükümdar’ın saltanatında kimseye zulüm yapılmıyor ve orası iyilik beldesidir.
    Cenab-ı Allah başınıza gelen afeti def edinceye ka­dar siz orada kalın.”[12]

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bu buyruğu üzerine 11 erkek ve 4
    kadından müteşekkil müslümanların ilk kafilesi Habeşistan’a hareket etti.
    Kureyşli müşrikler kıyıya kadar kafileyi takip ettiler. Fakat şans eseri,
    müslümanlar Şuaybiye limanında bir tekne buldular ve son anda yakalanmaktan
    kurtul­dular. Birkaç ay içinde daha birçok kişi Habeşistan yolunu tuttu, ve kısa
    bir zamanda 83 Kureyşli erkek-kadın ve 7 Kureyşli olmayan kişiden mü­teşekkil
    bir müslüman grubu Habeşistan’a varmış oldu. Böylece Hz. Mu­hammed (a.s.)’e iman
    eden ilk Müslümanlardan sadece 40’ı Mekke’de kal­mış oldu.

    17.7.2.1.
    Habeşistan’ın Hıristiyan Kralının Takdire Lâyık Tutumu

    İlerde Habeşistan’a hicret olayı daha ayrıntılı biçimde ele
    alınacağın­dan burada sadece, Habeşistan kralının olumlu ve övgüye değer
    tutumuna işaret etmekle yetineceğiz. Müslümanları takip eden Mekkeli müşrikler,
    peşlerinde Habeşistan’a kadar gelmişlerdi. Habeş kralı Necâşî, müslüman­ların
    heyetini kabul ettiği sırada Mekkeliler de orada hazır bulunuyorlardı ve bunlar
    ilk önce söz alarak, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği ile, getirdiği ilâhi
    mesaja itiraz ettiler. Bunun üzerine Hıristiyan Kral Necâşî, müslümanların
    heyetine başkanlık eden Hz. Ca’fer’den, Hz. Peygamber (a.s.)’e nâzil olan
    kelam’dan bazı örnekler vermesini istedi.

    Hz. Ca’fer, Meryem sûresinin, Hz. Yahya (a.s.) ve Hz. Îsa (a.s.)
    ile il­gili ilk bölümünü okudu. Necâşî bunları dinliyor ve gözlerinden pınar
    gibi yaşlar akıyordu. O kadar ki sakalı yaşlarla ıslandı. Hz. Ca’fer Kur’an-ı
    Kerîm’in âyetlerini okumayı bitirince, Necâşî şu sözleri söylemekten ken­dini
    alamadı: “Elbette bu kelâm ve Hz. Îsa’nın getirdikleri, ikisi de aynı yerden
    kaynaklanıyorlar.”[13]

    Mekkeli müşrikler tarafından gelen heyet, Habeş kralının
    sarayında bazı mümtaz kişileri, rüşvet vererek kendilerine çekmişlerdi. Bu
    sebeple heyet ertesi gün tekrar Kral’ın önüne çıkarıldı. Orada Amr bin-el As
    şöyle bir mesele ortaya attı:

    “Şu adamlara sorar mısınız? Meryem oğlu Îsa hakkındaki inançları
    nedir diye?”

    Bunun üzerine Necâşî müslüman muhacirleri tekrar yanına çağırıp
    meselenin vuzuha kavuşmasını istedi. Onlara Amr bin As’ın sorusunu ilet­ti.
    Bunun üzerine Hz. Ca’fer bin Tâlib yerinden fırlayarak, Hz. Îsa’nın Al­lah’ın
    kulu ve peygamberi olduğunu ve Hz. Meryem’in namuslu ve şerefli bir peygamber
    anası olduğunu söyledi. Necâşî bunu duyar duymaz yerden bir çöp kaldırarak dedi
    ki, “vallahi billahi, sizin söylediklerinizden, Hz. Îsa bu çöp kadar fazla
    değildi.”

    17.7.2.2.
    Habeşistan’a Karşı Müslümanların Dostça Tavrı

    Ebû Davûd ve Müsned-i İmam Ahmed’de Hz. Peygamber efendimi­zin
    bir hadisi vardır. Buna göre, Hz. Peygamber, Habeşlilerin kendilerine dost
    olduğunu ilân etmişti. Başka bir hadis’te ise Hz. Peygamber’in şöyle dediği
    kaydedilmiştir: “Habeşliler sizlere (müslümanlara) serbestlik tanı­dıkları
    sürece siz de onlara serbestlik tanıyın.”

    Muhtemelen bundan dolayıdır ki, Peygamber (a.s.)’den sonra dört
    ha­life devrinde Habeşistan’a doğru herhangi bir askerî harekât düzenlenme­di.
    Bu olayın ve politikanın, herhalde geçmişte müslümanlara sıkıntılı günlerinde
    Habeşlilerin yardım elini uzatmalarından kaynaklandığı söyle­nebilir. Böylece
    müslümanların nankör ve hain bir millet olmadığı kanıt­lamak isteniyordu. Bu
    dostane tutumun başka bir sebebinin de olduğu söylenebilir. Hz. Muhammed Mustafa
    (a.s.) Habeşistan’ın coğrafî durumu ve geçmiş tarihi göz önünde bulundurarak,
    İslâmiyet’in merkezi olan Hicaz’ın güvenliği için Habeşistan ile iyi ilişkilerin
    sürdürülmesinin daha akıllıca bir politika olabileceğini de düşünmüş olabilir.
    Hz. Peygamber (a.s.)’in, Habeşistan’da İslâmiyet’in barışçı yollarla tebliğ
    edilmesi ve zora başvurulmaması konusundaki tembihinin hikmeti bu olsa gerek.

    17.7.3. Mısır
    Patriğinin Tutumu

    Hudeybiye Anlaşması yapıldıktan sonra, Hz. Peygamber efendimiz
    (a.s.) çeşitli memleketlerin hükümdar, hâkim ve ileri gelenlerini İslâmi­yet’e
    davet eden mektuplar göndermişti[14].
    Bu mektuplardan biri Mısır’ın İskenderiye şehrinin patriğine de gönderilmişti.
    Hz. Muhammed (a.s.)’in özel elçisi, Hz. Hatip bin Ebî Belta’a, mektupla beraber
    Patriğin önüne çı­kınca, kendisi İslâmiyet! kabul etmemesine rağmen elçiye iyi
    davrandı ve Hz. Peygamber’e (a.s.) cevabî mektupta şöyle yazdı: “Bir peygamberin
    dâha geleceğini biliyorum. Fakat kanımca bu peygamber Suriye’de doğa­caktır.
    Yine de elçinize iyi davrandım ve iki Kıptî kızı size gönderiyo­rum.” (İbn
    Saad). Bu kızlardan biri Sîrîn ve ikincisi Maria Kıptî idi. Mı­sır’dan
    Arabistan’a dönerken yolda Hz. Hatıp, bu iki kızı İslâmiyet’e davet etti ve
    ikisi de bu dini kabul ettiler. Kızlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in huzu­runa
    çıkınca Sîrîn’i Hz. Hassân bin Sabit’e emanet etti ve Hz. Maria’yı kendi
    haremine aldı. Zilhicce 8 h.’de işte bu Hatun’un batınından Hz. Pey­gamber’in
    oğlu Hz. İbrahim doğdu. (El Esîy’ab El-Esâbe).

    17.7.4. Hz.
    Peygamber ve Necran’daki Hıristiyanlar

    Hicrî 9 yılında Necran’daki Hıristiyan cumhuriyetinden bir heyet
    Resûl-i Ekrem’in huzuruna geldi. Necran, Hicâz ile Yemen arasında bir yerdir. O
    sıralarda bu bölgede 73 yerleşim merkezi vardı. Nüfusun tümü hemen hemen
    Hıristiyandı ve üç reis veya lider tarafından idare ediliyordu. Birincisi
    Seyyid, ikincisi Âkib ve üçüncüsü Piskopos. Hz. Nebi’yi Kerim Mekke’yi
    fethettikten sonra bütün Arabistan’ın her köşesinden kendisine sadakatlarını
    bildirmek üzere heyetler gelmeye başladı. Necran’ın üç yö­neticisi
    başkanlığındaki 40 kişilik heyeti de işte bu heyetlerden biriydi.

    Burada şu husus ta unutulmamalıdır ki, Bizans ile İran
    arasındaki çekişmede müslümanların sempatisi her zaman Hıristiyanlardan yana
    idi. Fa­kat diğer taraftan, Tebûk savaşında müslümanlar ile Hıristiyanlar ilk
    defa karşı karşıya geldiler. Bizanslılar ile İranlılar arasındaki çekişme ile
    ilgili ayrıntıları daha önceki bölümde verdik. Tebûk savaşının ayrıntılarını ise
    yeri gelince vereceğiz.



     




    [1]
    Bk: Matta.
    Bölüm 9 âyet 9: “Hz. İsa oradan ayrılarak hudutta Gümrük memuru olarak Matta
    adında bir kişiyi tâyin etti.” Bu kitabın yazarı Matta olsaydı, herhalde
    böyle bir ifade kullan­mayacaktı.



    [2]
    Bazı
    kimselerin rivâyetlerine göre Luka, Hz. Îsa çarmıha gerilirken seyirciler
    arasında bulunuyordu. Ama, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur.



    [3]
    Bu
    bilgilerin çoğu şu eserlerden alınmıştır: (2) Dumellow, “Commentary on the
    Holy Bible”, (2). Y.K. Cheyne, “Encyclopadia Biblica”. (3) Milman, “History
    of Christianity”.



    [4]
    Mevlâna
    Rahmetullah Kiranvî’nin kitabı, “Ezhâr’-ul Hak’ta muteber ve güvenilir
    İncillerin metinlerinde 124 tezât ve 110 hatâ sıralanmıştır. Ayrıca,
    İnciller ve ilgili yazma eserler ile mek­tupların pek çoğunun sahte ve
    şüpheli olduğu, önde gelen sayısız hıristiyan tarihçi, din bilgini ve
    kuruluşları tarafından kabul edilmiştir (Tafsilât için Bk: “İncil’den
    Kur’ân’a Kadar”, Urduca tercü­mesi, C. I, Bölüm: 4, Mütercim: Mevlâna Ekber
    Ali, Açıklama: Muhammed Taki Osmanî).



    [5]
      “Kendi
    haçını kaldırma” deyimi burada “kelleyi koltuğa alma” anlamında
    kullanılmıştır. Yani Hak yolunda olan herkes ölmeye hazır olmalıdır.



    [6]
    Bu deyim
    aslında “kendini ve kendi menfaatim” düşünmeyen olarak kabul edilmelidir.
    Yani bencil veya egoistin tam tersi olan bir kişi.



    [7]
    Hz. İsa’nın
    yaşadığı dönemde Filistin’de bir yahudi devleti vardı, bunun başında Herod
    hanedanının hükümdarları bulunuyordu. Bu devlet, Romalılara tabi olup
    içişlerinde özerkti. Fakat burada kullanılan “Herodlular” kelimesi daha çok
    casus ve muhabirler anlamındadır.



    [8]
    Bk: İbn
    Haldun, Urdu Tercümesi, C. I, Mütercim: Hekim Ahmed Hasan Allahabadî.



    [9]
    Bülûğ-ul
    Edeb, Urduca Tercüme, Mütercim: Pir Muhammed Hasan, C. III, s. 152.



    [10]

    Hristiyanlar Yemen’e hâkim olduklarından beri Mekke’deki Kâbe’ye paralel
    olarak başka bir Kâbe inşa etmeye devamlı çalışmışlardı. Amaçları, Kâbe’nin
    merkezi durumuna son vermekti. Nitekim, Necran’da daha önce bahsettiğimiz
    bir Kâbe inşa edilmiştir.



    [11]
    Varaka bin
    Nevfel’den önce, bazı tarihi kayıtlara göre, Rahip Bahira da, Hz. Muhammed
    (s.a.)’in Suriye gezisi sırasında kişiliğinde, peygamberliğin bazı
    belirlilerini görmüştü. Bu hususta İbn Haldun şunları yazmaktadır:

    “Hz. Muhammed 12 yaşını bitirip 13’üne geçerek Ebû
    Tâlip ile birlikte Suriye’ye bir tica­ret gezisi yaptı. Rahip Bahira Hz.
    Muhammed (a.s.)’in kişiliğinde peygamberliğin bazı işaretlerini görerek
    adamlarını yanına çağırdı ve onun peygamberliği hakkında onlara bilgi verdi.
    Bu hadise siyerlerde de nakledilmiştir. Daha sonra ikinci defa Hz. Muhammed,
    Hz. Hatice’nin ticarî mallarını alarak onu uşağı olan Meysere ile Suriye’ye
    bir yolculuk yaptı. Yolculuk sırasında Rahip Nesturi •onu gözledi ve onda
    peygamberliğin belirtilerini gördüğünü Meysere’ye anlattı. Meysere Mekke’ye
    dönünce duyduklarını Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice bunları duyunca, Hz.
    Muhammed (a.s.) ile evlenmeyi arzu etliğini söyledi.” (İbn Haldun, Tarih,
    Urduca tercümesi, Allame Hakim Ahmed Hasan Osmani, s. 35).

    Yukarıdaki rivâyetin tarihi mahiyeti henüz kesinlik
    kazanmamıştır. Nitekim Urduca “Rahmet-ul-lil Âlemin”in yazarı bunu hiç
    dikkate değer saymamıştır. Ayrıca Tirmizî’de bu rivâyetin anlatıldığı
    hadisle bazı diğer yanlış şeylere yer verilmiş ve bunları Allâme İbn Kayyım
    ağır bir dille eleştirmiştir. Gerçek ne olursa olsun, şurası unutulmamalıdır
    ki, Hz. Muhammed’in dış görünüşü, yüz yapısı ve kişiliği hakkında
    Hıristiyanların dini kitaplarında yer alan bilgilere da­yanarak bazı rahip
    ve din adamlarının, onun müjdelenen ve vaadedilen peygamber olduğuna kana­at
    gelirmiş olabilirler. Eğer hristiyanlar iki rahibin, Hz. Muhammed’de
    peygamberliğin bazı belirti­lerini gördüklerine inanıyorlarsa o zaman böyle
    bir kişiye herhangi bir şeyin öğretilmesine de de­ğer bulunmadığını kabul
    etmelidirler.



    [12]
    Gördüğünüz
    gibi, Hz. Peygamber Habeşistan devleti için çok iyi kelime ve ifadeler
    kul­lanmıştır. Müslümanların, Habeşistan’da huzur ve adalet olduğunu
    düşünerek oraya ilk kez hicret etmeleri de iyi niyetlerinin bir
    belirtisidir. Ne var ki bu iyi niyet ve iyi münasebetler daha sonraki
    yıllarda görülmedi.



    [13]
    Görüldüğü
    gibi, Mekkeli müslümanların heyetini kabul eden Habeş Kralı Necâşî
    müslü­manların dinî inancını ve görüşlerini onaylamıştı. Ayrıca Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Allah’ın resulü olduğunu da tasdik etmişti. Daha sonra
    Hz. Muhammed (a.s.) dünyanın çeşitli hükümdar ve hâ­kimlerine mektup
    gönderip İslâmiyet’e davet etmişti. Bu mübarek mektuplardan biri o zaman
    Ha­beş Kralı Ashame bin Ebzec’e de gitmişti. Bu kral Hz. Peygamber’in
    davetini kabul ederek derhal cevap yazmıştı. (Tafsilât için Bk: Rahmet-ul
    lil Âlemin, Kadi, Salman Mensutpûrî, C. I, s. 209-212)



    [14]
    “Rahmet-ul
    lil Âlemin” C. I, (s. 206-224)’de belirtildiği gibi, 1 Muharrem Hicri 7
    yılında Hz. Peygamber (a.s.)’in özel elçileriyle çeşitli ülkelere gönderdiği
    mektupların çoğunun muhatapla­rı hristiyan hükümdar ve hakimlerdi. Bu
    hükümdarların çoğu bu mektuplara müsbet cevap verdiler ve genellikle sert
    bir tepki göstermediler. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Habeş Kralı Ashame
    bin Ebcez İslamiyeti kabul etti. Bahreyn Hâkimi Münzir bin Sava müslüman
    oldu. ve tebaasından da birçok kişi Hak dinini kabul ettiler. Umman
    hakimleri Celidî oğulları da hiç düşünmeden İslâm’ı kabul ettiler. Şam
    valisi Münzir bin Hâris bin Ebu Şimr, Hz. Muhammed’in mektubunu aldıktan
    sonra önce hayli bozuldu. Ama sonra elçisini saygıyla geri gönderdi. Yemame
    valisi Havza bin Ali İslâm devletinden yüzde 50 pay istedi, ama birkaç gün
    sonra öbür dünyayı boyladı. Kudüs’e Heraclius hâkimdi. Heraclius, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in mektubu geldikten sonra yardımcılarını top­ladı ve Hz.
    Peygamber hakkında bilgiler toplamaya çalıştı. Mekkeli reislerden Ebu Süfyân
    ticari yolculuk sırasında Filistin’e gittiğinde, Heraclius’ın huzuruna
    çağırıldı. Bizanslılara tabi olan Kudüs hâkimi Heraclius, Ebu Sufyân’dan Hz.
    Peygamber hakkında çeşitli bilgiler aldı ve sonra şunları söyledi:
    “Vaadedilen peygamber’in alâmetleri bunlardır. Ben bu peygamber’in ortaya
    çıkacağını bekliyordum, ama bunun Arabistan’da doğacağını tahmin etmiyordum.
    Ebu Süfyân, eğer dediklerin doğruysa, o bir gün bugün benim oturduğum
    yerlere (Suriye ve Kudüs) hakim olacaktır. Keşke ben onun huzuruna
    çıkabilseydim ve o peygamber’in ayaklarını yıkayabilseydim.” (Rahmetül lil
    Âlemin, C. I.)

     Bizans imparatoru tarafından Suriye valisi olan Ferve
    bin Amr Hüzâ’i de müslümanlığı seçen Hıristiyanlardandı. Ferve bu sebeple
    daha sonra İmparator tarafından idam edildi.

  • YAHUDİLER VE YAHUDÎLİK



    On Altıncı Bölüm: YAHUDİLER VE YAHUDÎLİK



    16.1. HZ. MUSA’DAN ÖNCEKİ DEVİR



    16.1.1. İsrail Oğullarının Geçmişi



    16.1.2. Yahudiliğin Menşeî ve Tarihi



    16.1.3. Hz. Yusuf (a.s.) Zamanında Yahudiler



    16.1.4. Mısır’da Aşırı Milliyetçilik Hareketi



    16.2. HZ. MUSA’NIN PEYGAMBER OLUŞU



    6.2.1. Hz. Musa’nın Çağrısı



    16.2.2. İsrail Oğullarının Korkaklığı



    16.2.3. Mısır’dan İsrail Oğullarının Göçü



    16.2.4. Hz. Musa’nın Kavminin Çölde Dolaşması



    16.2.5. Filistin’e Saldırma Emri



    16.2.6. Bir Ceza Olarak Çölde Dolaşmanın İkinci Devresi



    16.3. FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI



    16.3.1. Filistin’in Fethi



    16.3.2. Hz. Musa (A.S.)’nın, İsrail Oğullarını Doğru Yola Getirmek İçin Yaptığı
    İkâzlar



    16.3.3. Hz. Yuşa’nın Vaaz ve Telkinleri



    16.3.4. Filistin’in Fethinden Sonraki Durum



    16.3.5. İsrail Oğullarının İlk Büyük Fitne ve Fesâd Devri



    16.3.6. Allah Tarafından Verilen İkinci Bir Mühlet



    16.3.7. Yunan Nüfuzu ve Mekkabî İsyânı



    16.3.8. İkinci Büyük Fitne ve Fesâd Devri ve Yahudi Devletinin Sonu



    16.3.9. Tevrat’ta Yapılan Tahrifler



    16.4. SON PEYGAMBER (A.S.)’İN NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL
    DURUMU



    16.4.1. Arabistan’daki Yahudilerin Güvenilir Bir Tarihi Yoktur



    16.4.2. Hz. Muhammed (A.S.)’in Peygamberliği Sırasında Yahudilerin Durumu



    16.4.3. Yahudilerin Ekonomik Durumu



    16.4.4. Yahudilerin Dinî İnanç ve İbâdetleri Sadece Birer Gösteriydi



    16.4.5. Din ve Irk Taassubu



    16.4.6. Şeriatın Tahrifi



    16.4.7. Yahudilerin Hz. Muhammed (a.s.)’e Takındığı Düşmanca Tavır



    16.4.8. Yahudilerin Düşmanlığı ve Çıkardıkları Fitneler

    On Altıncı Bölüm: YAHUDİLER VE
    YAHUDÎLİK

    16.1. HZ. MUSA’DAN ÖNCEKİ DEVİR

    Hz. İshâk (a.s.)’ın evlâtları arasında Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz.
    Mu­sa, Hz. Davûd, Hz. Süleyman ve Hz. Îsa (a.s.) ve bazı diğer peygamberler gibi
    büyük isimlere rastlanıyor. Hz. Yakûb’un lakabı İsrail idi, bu sebeple,
    evlâtlarına Ben-i İsrail veya İsrail oğulları denmiştir. İsrail oğulları, eski
    çağların en güçlü ve en etkin dini ve siyasi topluluklardan biriydiler, İsrail
    oğullarının vaaz ve tebliğlerinin sonunda, dinlerini kabul eden diğer bir çok
    millet de kendi siyasi ve kültürel hüviyetlerini kaybederek zamanla İsrail
    oğullarından biri oluverdiler. Bu muazzam topluluk zeval ve çöküş­leri yüzünden
    madden ve mânen yozlaşıp, bozulunca önceleri Yahudilik ve sonra Hıristiyanlık
    gibi dünyanın iki büyük dini doğmuş oldu.

    İsrail oğullarının rivâyetlerine göre; ataları Hz. Yakûb (a.s.),
    Cenâb-ı Allah ile güreş yapmıştı. Güreş bütün gece sürdü ve sabah olunca da
    Al­lah-u Teâlâ, Hz. Yakûb’u yenemeyince kendisine şöyle dedi: “Bu iş bura­da
    biter, bana artık gitme izni ver.” Hz. Yakûb, “hayır, Sen bana bereket ve bolluk
    verinceye kadar sana gitme izni vermeyeceğim” diye cevap ver­di. Allah, “adın
    nedir?” diye sordu. O da “Yakûb değil İsrail olacaktır. Zi­ra, sen Allah ve
    diğer adamlarla güreştin ve gâlip geldin.”[1].

    16.1.1. İsrail
    Oğullarının Geçmişi

    İsrail oğulları arasında bir yandan, Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Hz.
    Yusuf v.s. gibi büyük peygamberler doğdu, diğer yandan, bu millet Hz. Yusuf
    zamanında Mısır’da hatırı sayılır kuvvet ve iktidara sahip oldu. Öyle ki, İsrail
    oğulları dünyanın en büyük hâkimi ve en kuvvetli, kudretli ve mü­reffeh ulusu
    olarak ün yaptılar.

    Tarihçiler ve din âlimleri, İsrail oğullarının iktidar ve ikbal
    devrinin Hz. Musa (a.s.) ile başladığına inanırlar. Oysa, Kur’ân-ı Kerim’in
    Maide sûresinin 20. âyetine göre bu millet çok daha önceden parlak dönemini
    yaşamıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat Hz. Musa’nın kendi milletinin parlak
    geçmişinden söz ettiği de beyan edilmiştir.

    16.1.2.
    Yahudiliğin Menşeî ve Tarihi

    Gerçek şudur ki, gerek Hz. Musa gerekse O’ndan önceki ve sonraki
    peygamberlerin getirdiği din İslam’dan başka bir şey değildi. Bu
    peygam­berlerden hiçbiri Yahudi değildi. Yahudilik onların zamanında doğmuş da
    değildir. Yahudilik kelimesi çok daha sonraki devrin ürünüdür. Aynı şe­kilde
    Yahudi dini veya Musevilik de çok daha sonraki devirlerde teşekkül etmiştir.
    Yahudilik, Hz. Yakûb’un dördüncü oğlu Yehuda’ya atfedilmekte­dir. Hz. Süleyman
    (a.s.)’ın kurduğu muazzam saltanat İsrail ve Yahudiyye adıyla ikiye bölününce,
    ikinci devlete Yahuda’nın soyundan gelenler hâkim oldular. Birinci devlet, (ki
    Sameriyye ismini de taşıyordu), İsrail oğullarının başka bir kabilesinin eline
    geçti. Büyük Asur İmparatorluğu daha sonra bu Sameriyye veya İsrail devletlerini
    ve başkentini ortadan kaldırmakla kalmadı, bu devlette kalan İsrail oğullarının
    çoğunu da temiz­ledi veya başka memleketlere sürgüne gönderdi. Bundan sonra
    ayakta kal­mayı başaran Yahudiyye’de çoğunluğunu Yahuda’nın evlâtlarının
    oluştur­duğu Bünyamin ve bazı diğer ufak tefek İsrail kabileleri hayatta
    kalabildi. Yahuda’nın soyundan gelenler arasından çok sayıda rahip, kâhin, rabbî
    ve ahbârlar doğdu. Bunların kendi fikir, görüş ve felsefeleri doğrultusunda,
    yüzyıllar içinde bir akide, inanç, dua, ibadet ve törenler manzumesi mey­dana
    geldi, ki buna sonradan “Yahudilik” denildi. Yahudi inanç ve ibadet­lerinin
    iskeleti ta M.Ö. dördüncü yüzyılda ortaya çıktı ve M.S. beşinci yüzyıla kadar
    şekillenmeye devam etti.

    Aradan geçen uzun yıllar süresince, Hz. İshâk’a, Hz. Yakûb’a
    veya Hz. Musa’ya gelen dinin yüzünü tanınmaz hale getirdiler. Gerçek dinin çok
    az unsurları Yahudilikte asıl şekillerini koruyabildiler. Diğer akide ve
    inançlar ise, Yahudi din adamlarının, kâhin ve rabbîlerin yanlış telakki ve
    tefsirleri ile tevilleri ve kasıtlı tahrifleri yüzünden şirk ve putperestliğe
    ya­kın hale geldi: Bu sebepten dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif
    yer­lerde İsrail oğullarına şöyle hitap edilmiştir: “Ey, Yahudi olmuş İnsanlar”.
    Yani, Kur’ân-ı Kerîm’e göre “Yahudilik”, sapıklık ve şirk ile eşdeğerde ve
    eşanlamda idi. Ayrıca, Yahudilik batağına düşen sadece İsrail oğulları de­ğildi,
    bazı diğer ırk ve milletten olanlar da bunlar arasında idi. Kur’ân-ı Kerim’de
    İsrail oğullarından bahsedilirken aynen “Ben-i İsrail” veya “İsra­il oğulları”
    deyimi kullanılmıştır. Fakat Yahudiliği meslek edinenlere “Yahudi olmuş
    İnsanlar” deyimiyle hitap edilmiştir.

    16.1.3. Hz. Yusuf
    (a.s.) Zamanında Yahudiler

    İncil ile Mısır tarihini mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş
    olan Çağımızın araştırmacıları, Mısır hükümdarlarından “Hyksos” (Çoban) kralları
    arasında yer alan Apophis’in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimali­ni ortaya
    koymuşlardır. Zira, bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk
    gelmektedir.

    Mısır’ın başkenti Memphis idi. Bunun kalıntıları bugün
    Kahire’nin güneyinde yaklaşık 24. km.’de bulunmaktadır. Hz. Yusuf buraya 17-18
    yaşında iken gelmişti. 2-3 sene, Mısır kralının sarayında kaldı ve 8 sene de
    zindanda. 30 yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve 80 yaşına kadar ra­kipsiz
    Mısır tahtında kaldı. Hükümdarlığının 9’uncu veya 10’uncu yılında Hz. Yakûb
    (a.s.)’u bütün ailesiyle Filistin’den Mısır’a çağırdı, ve kendileri­ni Dimyat
    ile Kahire arasındaki bir mevkiye yerleştirdi.

    İncil’de Hz. Yusuf’un ailesinin yerleştiği yerin adı Cuşan veya
    Gûşen olarak yazılmıştır.[2]
    Hz. Mûsâ (a.s.) doğuncaya kadar bunlar buralarda kaldılar. İncil’deki kayıtlara
    göre, Hz. Yusuf 100 yaşma geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrail
    oğullarına, Mısır’dan ayrılırken kemikle­rini yanlarına almalarını vasiyet etti.

    İsrail oğullarının Mısır’a yerleşmelerine imkân sağlayan Hz.
    Yusuf bizzat bir peygamber idi. Bundan sonra 400-500 sene Mısır’ın iktidarı
    İsrail oğullarının ellerinde kaldı ve bu süre içinde Mısır’da Allah’ın dinini
    -yani İslam’ı- yaymaya büyük gayret sarf ettiler. Bu müddet içinde Allah’ın
    dinini kabul etmiş olanların sadece dini değil, aynı zamanda yaşantıları ve
    kültürü de değişmiş olmaktadır. Bu imanlı ve inançlı Mısırlılar gayet tabii ki
    kendi ırklarından olan diğer Mısırlılardan her bakımdan farklı bir inanç ve
    yaşantıyı benimsemiş ve böylece İsrail oğullarına daha çok yaklaşmış, yanaşmış
    ve onlarla kaynaşmış olabilirler. Müşrik yerliler böylece imanlı Mısırlılara,
    tıpkı Hindistan’da yerli Hinduların yerli müslümanlara yaptık­ları gibi yabancı
    muamelesi yapmış olabilirler. Mısırlı müslümanlar da Hintli müslümanlar gibi,
    yerli müşrikler tarafından “İsrail oğulları” olarak sıfatlandırılmış olabilir.
    Bizzat Mısırlı müslümanlar bütün dinî, sosyal ve kültürel faaliyetleri
    bakımından yerli müşriklerden kopmuş olabilirler. Onların alışverişleri ve
    kaynaşmaları artık daha çok İsrail oğullarıyla ger­çekleşmiş olabilir. Bu
    sebepten dolayıdır ki, Mısır milliyetçiliği aşırı dere­cede herkesi sarınca
    İsrailoğullarının uğradığı her türlü zulüm, baskı ve işkenceye Mısırlı
    müslümanlar da hedef oluverdiler. Ve İsrail oğulları Mı­sır’ı terk etmeye mecbur
    edilince bu zavallılara Mısırlı müslümanlar da katılıverdiler, ama artık
    herkesin adı “İsrail oğulları” olmuştu.[3]

    16.1.4. Mısır’da
    Aşırı Milliyetçilik Hareketi

    Hz. Yusuf (a.s.)’un devr-i hükümeti geçince Mısır’da görülmemiş
    bir milliyetçilik hareketi başladı. “Yerli ve ulusal iktidar” sloganıyla
    başlatı­lan bu hareketin sonunda Kıptîler iktidara geldiler. Yeni milliyetçi
    iktidar, İsrail oğullarının gücünü ve etkisini ortadan kaldırmak için elinden
    gelen çabayı harcadı. Bir taraftan, İsrail oğullarına bütün iktidar, hükümet,
    mev­ki ve makam kapıları kapatılırken, bir taraftan da her türlü zulüm ve
    bas­kıya maruz kaldılar, İsrail oğulları sadece hakarete uğramak, aşağılanmak
    veya kötü işlerde çalıştırılmakla kalmadı, aynı zamanda nüfuslarının
    azal­tılması için plânlı bir soykırımına da başlandı. Erkek çocukları
    öldürülme­ye başlandı. İsrailli kızlar ve kadınlar öldürülmedi, ama Kıptîler ile
    evlen­meye zorlandı. Böylece sadece Kıptî ırkın gelişmesi için mükemmel bir plan
    uygulanmaya başlandı. Talmud’daki kayıtlara göre bu korkunç sin­dirme ve
    temizleme hareketi ve soykırımı, Hz. Yusuf (a.s.)’un vefâtından 100 yıl sonra
    başladı. Yeni ırkçı Kıptî iktidar, önceleri İsrail oğullarının verimli toprak ve
    evlerine el koydu, diğer mal ve mülklerini zaptetti ve daha sonra da hükümet ve
    devletteki bütün mevki ve makamlarından onları mahrum bıraktı. Kıpti hükümdarlar
    baktılar ki, bunlar da İsrail oğulla­rının müthiş gücünün kırılmasına ya da
    onların Mısırlı dindaşlarının bü­yük nüfuzunun azalmasına yetmemiştir; bunun
    üzerine onları zelil ve rüsvây etmeye başladılar. Onları en kötü ve ağır işlerde
    çalıştırıp en az üc­ret vermeye başladılar. Ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz
    gibi nüfuslarını da azaltmak için sinsi bir plân uygulamaya başladılar. Kur’ân-ı
    Kerim’de; Firavunların, Mısır nüfusunun bir bölümünü zelil ve rüsvây ettikleri
    ve İsrail oğullarına hayatlarını çekilmez hale getirdikleri (Bkz: Bakara sûresi)
    konusunda yer alan kayıtlar işte bu durumu izah etmektedirler.

    16.2. HZ. MUSA’NIN PEYGAMBER OLUŞU

    İsrail oğulları birkaç asır rezil bir hayat sürdüler.
    Durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, aralarından Hz. Musa (a.s.) gibi güzide bir
    peygamber çı­kardı ve bu sevgili kulu vasıtasıyla onların esaretine, rezil
    hayatına ve acı­nacak durumuna son verdi. Sonra, onlara kutsal kitabını indirdi.
    Hz. Mu­sa’nın talimatı ve bu kitabın buyrukları sayesinde aynı mazlum, mahkûm ve
    rezil millet, tekrar dünyanın en güçlü ve en kudretli uluslarından biri haline
    geliverdi.

    6.2.1. Hz.
    Musa’nın Çağrısı

    Hz. Musa (a.s.) Firavun’un önüne iki mesajla çıkmıştı:
    Birincisi, Al­lah’a itaat etsin (İslâmiyeti kabul etsin); ikincisi, eskiden
    müslüman olan İsrail oğullarına yaptığı baskı ve zulme son versin.

    Hz. Musa (a.s.) aynı zamanda, İsrail oğullarına da şu öğütleri
    veriyor­du: “Allah’tan yardım isteyin ve sabredin. Bu toprak Allah’ındır ve
    Allah kullarından kimi istiyorsa bunun varisi yapıyor. Son başarı, O’ndan
    korka­rak işlerini yapmaya devam edenlerindir.”

    16.2.2. İsrail
    Oğullarının Korkaklığı

    Firavun gibi zâlim bir hükümdar ve Kıptîler gibi kana susamış ve
    İsrailoğullarının adını ve sanını bu dünyadan silmeye kararlı olan bir
    millet­ten korkan İsrail oğulları önceleri Hz. Musa’nın vaaz ve telkinlerinden
    bu­cak bucak kaçtılar. Hakkı kabul eden ve Hakkın bayraktan (Hz. Musa)’nın
    yanında âncak birkaç genç erkek ve kız toplanabildiler. Yetişkin kişiler, anne
    ve babalar ile yaşlı kişiler Hz. Musa’dan ve talimatından yangından kaçar gibi
    kaçtılar. Dünyayı seven ve ellerindeki küçük nimetlerini bırak­mak istemeyen bu
    dar görüşlü, menfaatçi ve korkak kişiler, Hak yolunun tehlikelerine katlanmayı
    göze alamadılar. Bu kişiler, Hakk’a yanaşmak şöyle dursun. Hakk’ı benimsemiş
    olan birkaç genci de korkutmaya ve yol­larından caydırmaya çalıştılar. Onların
    Hz. Musa’nın yanına gitmemeleri­ni ve böylece Firavun’un gazabına maruz
    kalmamalarını istediler.

    İsrail oğullarının yaşını, başını almış fertlerinin bu tutumu,
    Hz. Mu­sa’nın peygamberliğinden şüphe etmelerinden ya da mesajının doğru
    ol­madığına inanmalarından kaynaklanmıyordu. İsrail oğullarının bu tutu­munun
    sebebi, sadece Firavun ve hâkim sınıfa yaranmak ve böylece bazı menfaatler
    koparmaktı. İsrail oğullarının ileri gelenleri, Hz. Musa’ya mu­halefet etmek
    suretiyle hem Firavun’un mezâliminden kurtulmak, hem de mevki ve makam sahibi
    olmak istiyorlardı. Bunlar hem ırk hem din bakı­mından Hz. İbrahim, Hz. İshâk,
    Hz. Yusuf ve Hz. Yakûb (a.s.)’un ümme­tiydiler ve dolayısıyla Allah’ın gerçek
    dinini tanıyor ve biliyorlardı. Ne var ki, uzun yıllardan beri siyasî, sosyal ve
    ekonomik şartlar ile dış etken­ler ve bizzat kendi ahlâki bozuklukları yüzünden
    ürkek, korkak ve güçsüz hale gelmişlerdi ve artık küfre ve batıl inançlara karşı
    yükselen iman ve hidayet sesine kendi seslerini katmaktan uzak kalmışlardı.

    Ben-i İsrail üst üste iki zulüm ve baskı dönemini yaşamıştı.
    Bunlar­dan birincisi, Firavun II. Ramses’in hükümdarlığı sırasında ve Hz.
    Mu­sa’nın doğumundan önce idi. İkincisi ise, Firavun Menfitâh döneminde Hz.
    Musa’nın peygamberliğe tâyin edilmesinden sonra başladı. Her iki zu­lüm ve baskı
    devrinde İsrail oğullarından doğan erkek çocukları öldürülü­yor, kızları ise
    ilerde nikâha alınmak üzere serbest bırakılıyordu.

    Hz. Musa ile Firavun arasındaki amansız çekişme, düşmanlık ve
    mü­cadelede İsrail oğullarının ne kadar utanç verici bir tavır içinde oldukları
    İncil’in şu ibaresinden belli olmaktadır:

    “Onlara (İsrail oğullarının ileri gelenleri), Firavun’un
    yanından ayrıldıktan sonra dışarıya çıkınca yolda Hz. Musa ile Hz. Harun’u,
    kendile­rini beklerken gördüler, O zaman onlara (iki peygambere hitap ederek),
    “Tanrı görüyor ve hakkınızda adaletini göstersin. Siz bizi Firavun ve
    yar­dımcılarının gözünde öylesine rezil etmişsiniz ki, bizim öldürülmemiz için
    onlara adetâ kılıç vermişsinizdir dediler.” (Huruc; 6: 20-21)

    Talmud’da ise İsrail oğullarının, Hz. Musa ile Hz. Harun’a şöyle
    de­dikleri kaydedilmiştir:

    “Biz, bir kurdun bir kuzuyu yakalamasından sonra bir çoban o
    kuzu­yu kurtarmaya çalışırken, paramparça olan tıpkı o zavallı kuzu gibiyiz.
    Si­zin ile Firavun arasındaki çekişmede zarar gören biz oluyoruz.”

    16.2.3. Mısır’dan
    İsrail Oğullarının Göçü
    [4]

    Cenab-ı Allah, nihayet bir geceyi İsrail Oğulları ve Mısırlı
    müslü­manların Mısır’dan çıkmalarının tarihi olarak belirledi. Kararlaştırılan
    gün ve saatte, Mısır’ın her köşesinden çıkan iman sahipleri sayısız kafileler
    oluşturdular ve büyük bir kalabalık meydana getirdiler. Muhâcirlerin ba­şında
    bulunan Hz. Musa (a.s.) Kızıldeniz’e giden yolu tercih etti. Ancak o taraftan
    Firavun büyük bir orduyla Musa ve taraftarlarının peşine düşmüş­tü ve İsrail
    oğulları tam denize açılmaya hazırlanırken, onlara yetişiverdi. Muhacirler
    Firavun’un ordusuyla deniz arasında sıkışmışlardı. Tam o sıra­da, Hz. Musa’ya
    Allah’tan emir geldi, “Asâ’nı suya vur” diye. Deniz orta­dan ikiye bölündü, her
    iki tarafta birer su dağı oluştu ve denizin dibinde muhacirlerin geçmesi için
    kuru bir yol açılmış oldu. Muhâcirlerin tümü karşıya geçer geçmez Firavun da
    ordusuyla beraber denizde açılan yola girdi, ama bütün ordusu yolun ortasında
    bulunduğu sırada iki tarafta du­var gibi duran sular gelip birleşti. Böylece
    Firavun ve ordusu denizin sula­rına gömüldü.

    16.2.4. Hz.
    Musa’nın Kavminin Çölde Dolaşması

    Hz. Musa (a.s.) İsrail oğullarını alarak Mısır’dan Sina
    yarımadasının Mâreh, Eylem ve Rafi’dem mevkilerinden geçti ve Sina dağına geldi.
    Bir seneden fazla bir müddet burada kaldı.[5]
    Tevrat’ın büyük bir kısmı bura­da indi.

    16.2.5.
    Filistin’e Saldırma Emri

    Bundan sonra, Hz. Musa (a.s.)’ya, İsrail oğullarını Filistin’e
    götürme emri verildi. Filistin’in vaadedilen toprak olduğu, bunun İsrail
    oğullarının mirası olduğu ve askeri bir harekâtla ele geçirilmesi icap ettiği
    belirtildi. Binaenaleyh, Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarını yanına alarak Teb’îr
    ve Hasîrât yoluyla Faran çölüne girdi. Hz. Musa buradan bir heyeti,
    Filis­tin’deki durum hakkında bilgi toplamak amacıyla bu memlekete gönderdi. Bu
    heyet, Kâdis mevkiinde Hz. Musa’ya gelip raporunu verdi. Hz. Yuşa, (Joshua) ile
    Kalib’in dışında diğer heyet üyelerinin anlattıkları çok cesaret kinci ve iç
    karartıcıydı. Bunun üzerine İsrail oğulları isyân bayrağını çek­tiler ve
    Filistin’e yürümeyeceklerini bar bar bağırmaya başladılar.

    16.2.6. Bir Ceza
    Olarak Çölde Dolaşmanın İkinci Devresi

    İsrail oğullarının bu itaatsizliği ve münasebetsizliğinden
    gazaba gelen Allah, kendilerini 40 yıl çölde dolaşmaya mahkûm etti. Allah’ın
    emrine göre, İsrail oğullarının Sina’da bulunan nesli, Yuşa (Joshua) ile Kalib
    dı­şında Filistin’in yüzünü göremeyecekti. Gerçekten de İsrail oğulları bun­dan
    sonra uzun yıllar çölde dolaşıp durdular. Önce Faran çölünde sonra da Sûr
    sahrası ve Şeyin çölü arasında mekik dokudular, bin bir zorluk ve teh­likelerle
    karşı karşıya bulundular ve bu arada, ‘Amalika, Amûrîler, Adûmîler, Mezyânîler
    ve Mevâb sakinleriyle çatışmak ve hayat mücade­lesi vermek zorunda kaldılar.

    16.3. FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI

    16.3.1.
    Filistin’in Fethi

    40 yıllık müddetin sonuna gelindiğinde Adûm hududunda Hor dağı
    yakınlarında Hz. Harûn vefat etti. Hz. Musa (a.s.) Ben-i İsrail’i alarak Mevâb
    bölgesine girdi ve bütün bölgeyi fethederek Hasbûn ve Şatîm’e vardı. Burada
    Abarim dağında Hz. Musa (a.s.) da vefat etti. O’ndan sonra, İsrail oğullarının
    önderliğini, ilk halifesi Hz. Yuşa (Joshua) yaptı. Hz. Yûşâ, doğudan Ürdün
    nehrini geçerek karşı yakadaki Yerîhû (Eriha) şeh­rini fethetti. Bu, İsrail
    oğullarının ellerine geçen Filistin’in ilk şehriydi. Bundan sonra kısa bir
    müddet içinde bütün Filistin, İsrail oğullarının elle­rine geçiverdi. Daha önce
    işaret ettiğimiz gibi, İsrail oğullarının dinî ve ahlakî çöküşleri Filistin’e
    girmelerimden önce başlamıştı. Filistin’in fethinden sonra ise daha büyük
    kötülükler yaptılar ve günah işlediler ve bu­nun korkunç neticesini de daha
    sonra gördüler.

    16.3.2. Hz. Musa
    (A.S.)’nın, İsrail Oğullarını Doğru Yola Getirmek İçin Yaptığı İkâzlar

    İbrahim sûresinin 7. âyetinde Hz. Musa’nın vasiyeti şöyle
    naklolun­muştur:

    “Eğer şükrederseniz, nimetim arttırırım, eğer nankörlük
    ederseniz, azabım şiddetlidir diye Rabbinizin ilân eylediğini de hatırlayınız.”

    İsrail oğullarının bu şekilde ikâz edilmesi gerekiyordu, çünkü
    onlar Allah’ın nimetlerinden iyice istifade ettikten sonra zamanla yozlaşmış ve
    Allah’a itaatsizlik etmeye başlamışlardı. Onlar geçmişte de birçok defa Allah’a
    itaatsizlik etmiş ve her defasında cezalandırılmış ve tekrar doğru yola
    getirilmişlerdi. İsrail oğullarının çileli bir yolculuğunun sonunda Fi­listin
    gibi bereketli bir memlekete yerleşince şeytâna daha çok uyacakları, günâh ve
    şerre daha çok bulaşacaklarına dair endişeler boşuna değildi. Onların geçmişini
    bilen ve huyunu anlamış olan biri kendilerinin aynı ya­nılgıya düşeceklerini
    sezebiliyordu.

    Kur’ân-ı Kerim’deki ikazın benzeri ayrıntılı biçimde İncil’de de
    yer almıştır. Rivâyetlere göre, Hz. Musa (a.s.) ölümünden birkaç gün önce
    İsrailoğullarını toplayarak uzun bir konuşma yapmış, bu konuşmasında, İsrail
    oğullarının geçmiş tarihinden örnekler vermiş, Tevrat’ta yer alan önemli
    tâlimâtı tekrarlamış ve en son meşhur ikâzını yapmıştır. Hz. Mu­sa’nın
    konuşmasının bu bölümü hitabetin bir şaheseri olup son derece et­kileyici ve
    ibret vericidir. Meselâ, şu satırlara bakalım:

    “Eğer sen, Hüdâvend’in, kendi Tanrı’nın, söylediklerini
    samimiyetle kabul edip, bugün benim sana verdiğim, O’nun bütün hüküm ve
    talimatına titizlikle uyarsan; Hüdâvend, Senin Tanrın, seni bütün dünyanın
    milletleri arasında en büyük ve üstün kılacaktır… Lâkin sen böyle yapmazsan,
    ve Hüdâvend’in, kendi Tanrı’nın, sözlerine ve bugün benim sana verdiğim onun
    talimat ve kanunlarına titizlikle uymazsan, bütün bu lanetler senin üzerinde
    olacaklardır ve sana dokunacaklardır. Sen şehirde de lânetlenmiş olacaksın
    tarlalarda da… Salgın hastalıklar senin peşini bırakmayacaktır… Senin
    üstündeki gök, pirinç gibi ve ayağının altındaki yer demir gibi ola­caklardır…
    Hüdâvend seni düşmanlarına mağlup edecektir… Sen belki de bir kadınla
    nişanlanacaksın… Ama başka biri onunla cima’ edecektir. Sen ev kuracaksın, ama
    bunda oturamayacaksın. Sen. ağaç dikeceksin, ama meyvesini yiyemeyeceksin. Senin
    öküzün ise senin gözünün önünde kesi­lecektir… Sen aç, susuz, çıplak ve her
    şeye muhtaç olarak kendi düşman­larına hizmet edeceksin. Tanrı, düşmanlarını
    sana gönderecektir ve has­mın senin boynuna boyunduruk takacaktır. Bu
    boyunduruk, sen mahvoluncaya kadar kalacaktır… Hüdâvend seni yerin bir ucundan
    başka bir ucuna kadar bütün milletler arasında zelil ve rezil edecektir.”
    (İncil, Bö­lüm 29, ayet 15-64)

    16.3.3. Hz.
    Yuşa’nın Vaaz ve Telkinleri

    İsrail oğullarının, Mısır’da Kıptilere uzun yıllar kölelik ve
    uşaklık yapmaları, onların kişilik, karakter, ahlâk ve hayata bakış açısını
    öylesine bozmuş, öylesine yozlaştırmıştı ki, bunun etkilerini Mısır’dan
    çıkmaların­dan 70 yıl sonra bile, -ki o zamana kadar zaten putperestliğe
    başlamışlar­dı- Hz. Musa’nın ilk halifesi Hz. Yûşâ’ (Joshua) son hutbesinde
    şunları söylemek mecburiyetinde kalmıştı:

    “Siz Hüdâvend (Allah)’ten korkun ve iyi niyet ve sadakatle ona
    itaat edin ve ibadet edin. Ve ecdâdlarınızın Büyük Nehrin (deniz) öbür
    tarafın­da, Mısır’da taptıkları tanrıları kendinizden uzaklaştırın. Bundan böyle
    Al­lah’a ibadet edin, O’na tapın. Ama eğer, Allah’a tapma hoşunuza gitmiyor­sa,
    siz bugün tapacağınızı (putu) seçin… Bana ve aileme gelince, biz Al­lah’a
    itaat ve ibadetten vazgeçmeyeceğiz.”

    Bundan anlaşılıyor ki, 40 yıl Hz. Musa (a.s.)’nın çaba, vaaz ve
    telkin­lerine ve 28 yıl Hz.Yûşâ (Joshua)’nın talim, terbiye ve hidâyetlerine
    rağ­men, İsrail oğulları doğru yola gelmemiş ve geçmişin pek çok kötü huyla­rını
    taşımalarının yanı sıra yeni yeni kötülükler öğrenmiş ve tamamıyla şirk ve
    putperestliğin esiri olmuştu.

    16.3.4.
    Filistin’in Fethinden Sonraki Durum

    Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrail oğulları Filistin’e hâkim
    oldukla­rında burada çeşitli müşrik uluslar ve topluluklar yaşıyordu: Meselâ
    Hitit, Amûrî, Kenanî, Firizzî, Havî, Yebûsî, Filisti v.s. Bu toplulukların
    birçok tanrıları vardı, ki haklarında ağızlara alınmayacak dedikodular meşhurdu.
    Yerli Filistinliler arasında çocukları tanrılara kurban etmek çok yaygın bir
    âdetti. Mâbedleri birer fuhuş yuvasıydı. Kız ve kadınları mâbedlere rahi­beler
    olarak almak ve onlarla cinsi münasebette bulunmak rahipler ve kâhinlerin en
    büyük eğlencesiydi.

    Tevrat’ta Hz. Musa’ya verilen emirde Filistin’in fethinden sonra
    müş­rik nüfusunun toptan öldürülmesi ve bütün Filistin’in müşriklerden
    temiz­lenmesi yer alıyordu, İsrail oğulları, Filistinlilerle sıkı-fıkı,
    olmaları, on­larla sosyal münasebette bulunmaları, onların sapık dini ve ahlâki
    görüşle­rini benimsemeleri konusunda da ayrılmışlardı.

    Ama İsrail oğulları Filistin topraklarına girdikten sonra bu
    ilâhi emri unuttular, müşrik Filistinlileri tamamıyla temizleyemediler, aksine
    onların sapık inançlarını benimsemeye başladılar. Kendilerine ait olan güçlü ve
    birleşik bir devlet kuramadılar, aksine kabileler arasındaki rekabet ve
    düş­manlığa yenik düştüler. Her kabile kendisine ait olan bölgeyi merkezden
    ayırdı. Bu sebeple hiçbir bölgede müşriklere karşı etkin tedbirler alınama­dı.

    İncil’e baktığımızda, Sayda, Sûr, Dor, Mücedde, Beyt-i Şân, Cezr
    ve Kudüs gibi şehirlerin, Talût’un hakimiyetine kadar müşriklerin ellerine
    geçtiğini anlarız. Bu. şehirlerde hâkim olan müşrik medeniyet ve kültür İsrail
    oğullarını menfi şekilde etkilemeye devam etti. Bu arada, İsrail oğul­larının
    ellerinde bulunan bölgelerin sınırlarındaki Filistî, Adûmî, Mevâbî ve
    Amûnîler’in güçlü devletçikleri de özerkliklerini sürdürdüler. Hatta da­ha
    sonraki dönemlerde İsrail bölgelerine tecavüz ve baskılarını bir hayli
    arttırarak topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Ve, Allahu Teâlâ’nın
    Talût şeklinde kendilerine büyük bir yardımı gelmemiş olsaydı, bütün İsrailliler
    Filistin’den kovulmuş olacaklardı.

    16.3.5. İsrail
    Oğullarının İlk Büyük Fitne ve Fesâd Devri

    İsrail oğullarının, Hz. Talût’un önderliğinde birleşmesinden
    sonra kendilerine yönelik Filistinli kabilelerin büyük bir tehlikesi ortadan
    kalk­mış oldu. Hz. Talût, İsrail oğullarının kaybettikleri topraklarını geri
    al­makla kalmadı, ayrıca güçlü bir devlet ve hükümet meydana getirdi. Hz.
    Talût’tan sonra Hz. Davud ve Hz. Süleyman Filistin’de barış ve refah dev­rinin
    temelini attılar ve Hz. Musa (a.s.)’nın tamamlayamadığı misyonu ta­mamladılar.

    Ne var ki, Hz. Süleyman’dan sonra İsrail oğulları arasında yeni
    ve çok büyük bir fitne ve fesâd devri başlamış oldu. Aralarındaki kavga ve
    anlaşmazlık iki ayrı devletin kurulmasına yol açtı. Bunlardan, İsrail adlı
    devlet Kuzey Filistin ve Ürdün toprakları üzerinde kuruldu, ki Başşehri
    Sameriyye idi. Güney Filistin ile Adum toprakları üzerinde kurulan ikinci
    devletin adı ise Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri Kudüs’tü.

    Müşrik akide, inanç ve fikir ilk önce ve en çok İsrail
    devletinin hü­kümdar ve halkını etkilediler. Hz. İlyas ile Hz. El-Yesâ1
    (a.s.) bu fitne ve fesâdı durdurmak için ellerinden geleni yapmaya çalıştılar,
    ama başarama­dılar. Felâkete doğru hızla yol almakta olan İsrailliler bu
    peygamberlerin uyarılarına kulak asmadılar. Nihayet, Allah’ın gazabı, Asurlar’ın
    saldırıları şeklinde ortaya çıktı. M.Ö. 900’de Asurların, İsrail devletine
    yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıları başladı ve M.Ö. 720’de zâlim Asur
    imparato­ru Saragon bütün gücüyle İsrail’e saldırdı, Sameriyye’ye girdi ve
    İsrail devletine son verdi.

    İsrail oğullarının ikinci devleti Yahudiyye’de de Hz.
    Süleyman’dan sonra, Allah’ın yolundan sapıldı ve şirke başlandı. Ama burada bu
    ameliye biraz daha yavaştı. Asurlular buraya da peyderpey saldırdılar, çeşitli
    şehir­lerini ele geçirdiler ve Başkent Kudüs’ü muhasara altına aldılar. Ama
    Asurluların bu şehri almaya güçleri yetmedi ve Yahudiyye devleti Asurlu­lara
    haraç vermeyi kabul ederek tâbi oldu. Fakat, bu sadece bir nefes alma devresiydi
    ve M.Ö. 587’de, Babil Hükümdarı Buht-un Nasr, Yahudiyye’ye öldürücü bir darbe
    indirdi, küçük büyük bütün şehirlerini fethetti ve Ku­düs’ü de ele geçirdi.
    Şehre girerek Süleyman Mabedi’ni yerle bir etti, Yahudilerin büyük bir kısmını
    katletti ve binlercesini de çeşitli ülkelere sür­güne yolladı.

    16.3.6. Allah
    Tarafından Verilen İkinci Bir Mühlet

    Sameriyye veya İsrail devletindeki İsrail oğulları, Asurluların
    saldırı­sından sonra siyasi, iktisadî, dinî ve ahlâkî açıdan öylesine derin bir
    ba­taklığa düştüler ki, bundan bir daha kalkamadılar. Fakat, Yahudiyye’de hayır
    ile şer arasındaki farkı bilen ve İsrail oğullarının madden ve mânen
    kurtulmaları için çırpınan bazı kimseler halâ sağ idi. Dinî ve ahlâkî kural­ları
    devam ettiren bu sâlih kişiler Yahudilerin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına
    zemin hazırladılar. Diğer ülkelere sürgüne giden Yahudilerin de peyderpey
    gelmeleriyle güçleri gittikçe arttı. Allah’ın da rahmetiyle, Babil imparatorluğu
    da çöktü ve M.Ö. 539’da İranlı Fâtih Kuruş (Hüsrev) Ba­bil’i feth etli ve ertesi
    yıl Ben-i İsrail’in kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Yahudiyye’de de
    Yahudilere bir takım hak ve hürriyetler tanındı. M.Ö. 522’de İranlı Hükümdar
    Darius (Dara), Yahudi hükümdarlarının to­runu Zerûd Babil’i Yahudiyye’ye vali
    tâyin etti. Bu vali, Süleyman Mabedini yeniden inşa ettirdi.

    Bu devirde, Hz. Üzeyir, Musevilik’in arınması ve ıslâh edilmesi
    için büyük hizmetler verdi. Yahudi milletinin bütün ilim adamı, devlet ve
    siyaset adamı ile en iyi beyinlerini Yahudiyye’de topladı. Aralarında Tev­rat’ın
    da bulunduğu İncilleri, bir yerde topladı ve neşretti. Yahudilerin din eğitimine
    ağırlık verdi, şeriat kanunlarını yeniden tertip etti, ahlâk kuralla­rını
    yaymaya çalıştı, İsrail oğullarına sızmakta olan şirk ve dinsizliğe sed çekmeye
    çalıştı. Bu konuda alınan tedbirlerden birisi, de Yahudilerle ev­lenmiş olan
    bütün müşrik kadınların boşanmasını sağlamak oldu.

    Kısacası, 50 yıllık bir aradan sonra Kudüs yeniden kuruldu,
    Yahudi din ve kültürünün merkezi haline geldi.

    16.3.7. Yunan
    Nüfuzu ve Mekkabî İsyânı

    III. Antiucus M.Ö. 198’de Filistin’i fethetti. Yahudiyye’de
    korkunç si­yasi ve ekonomik baskı uyguladılar. Yunan kültür ve medeniyetini
    geliş­tirmek ve yaymak konusunda büyük çaba harcadılar. Yunanlıların siyasi
    iktidarı ve ekonomik, sosyal ve kültürel baskısı altında kalan Yahudilerin bir
    bölümü Yunanlılardan geniş çapta etkilendiler ve efendilerini memnun etmek için
    Yunanlılaşmak konusunda hiçbir gayretten kaçınmadılar.

    M.Ö. 157’de IV. Antiucus iktidara gelince Yahudi din ve
    kültürüne yeni ve daha büyük bir darbe indirdi. Ve bu hususta çeşitli ekonomik,
    si­yasi ve dinî kanunlar çıkardı ve bunları en sert biçimde uygulamaya baş­ladı.
    Fakat bu baskı ve zulüm Yahudiler arasında büyük bir direniş hare­ketini
    başlatmış oldu. Bu direniş, “Mekkabî Hareketi” olarak meşhur ol­muştur.
    Mekkabî’ler kendi din ve kültürlerini korumak amacıyla Yunanlı hâkimlerine karşı
    büyük bir isyânı başlattılar. Hz. Üzeyir’in reform hare­ketinden etkilenen diğer
    Yahudiler de yanlarında toplandılar ve hepsi Yu­nanlı hâkimlerini ülkelerinden
    kovarak Mekkabî devletinin temelini attı­lar. Bu devlet M.Ö. 67’ye kadar
    bağımsız olarak kaldı ve bu süre içinde sı­nırları bütün Filistin ve çevredeki
    ülkelere kadar uzanmış oldu.

    16.3.8. İkinci
    Büyük Fitne ve Fesâd Devri ve Yahudi Devletinin Sonu

    Mekkabî’lerin hareketi, gücünü din ve ahlâktan almıştı. Ama
    Yahudiler tekrar iktidar sahibi olup, rahat ve lüks bir hayatı yaşamaya
    başlayınca yine dünyaya ve maddeciliğe yöneldiler. Ayrıca kabile ve zümreler
    ara­sındaki kavga ve çekişmeler de su yüzüne çıktı. Bu kavga ve anlaşmazlık­lar
    öylesine büyüdü ki, bunların bir grubu Fâtih Pompei’yi Filistin’e davet etti. Bu
    davete uyan Pompei M.Ö. 63’te Kudüs’ü fethederek Yahudilerin istiklâl ve
    hürriyetine tekrar son verdi. M.Ö. 40’ta Filistin, zeki ve teşkilatçı bir Yahudi
    olan Herod’un valiliğine girdi. Büyük Herod adıyla bilinen bu şahıs, kendisini
    vali olarak tâyin etmiş olan Romalıları memnun etmek için ülkesinde, Roma
    kültür, medeniyet, örf ve âdetlerini yaymak yolunda özel gayretler sarf etti.
    Aynı zamanda, Yahudi din adamlarını korumak ve onlara çeşitli menfaatler
    sağlamak suretiyle, Yahudi halkının öfkelenmesi­ni de önledi. Fakat Yahudiler
    arasındaki dini ve ahlâkî çöküş son haddini bulmuştu.

    MS. 41’de Romalılar, Büyük Herod’un torunu olan Herod Agrippa’yı
    büyük babasının tasarrufunda bulunan bütün memlekete vali olarak tayin ettiler.
    Bu hükümdar kendi zamanında Hıristiyanlara olmadık zulmü yaptı. Aradan çok
    geçmeden Yahudiler ile Romalıların arası açılıverdi. Ve M.S. 64-66’da Yahudiler
    arasında büyük bir isyan patlak verdi. Romalılar buna sert bir cevap verdiler.
    M.S. 70’te Titus Kudüs’ü zaptetti ve burada ve Yahudiyye’nin diğer bölgelerinde
    büyük bir katliâm yaptı. Yüz binlerce Yahudi öldürüldü veya esir alındı.
    Bazıları da sefil ve rezil bir hayat sürmek için başta Mısır olmak üzere çeşitli
    ülkelere sürgüne gönderildiler.

    16.3.9. Tevrat’ta
    Yapılan Tahrifler
    [6]

    İncil’in “İstisna” bölümünde Hz. Musa (a.s.)’nın son hutbesi yer
    al­mıştır, ki bundan daha önce de bahsettik. Bu hutbe veya vasiyette Hz. Musa,
    İsrail oğullarından çeşitli sözler alıyor. Hz. Musa onlardan, verdiği talimatı
    unutmamalarını, bağırlarına basmalarını, Allah’ın emir ve hü­kümlerini gelecek
    nesillere öğretmelerini, evde otururken, yolda yürür­ken, her oturuş ve kalkışta
    bunlardan söz etmelerini ve hatta evlerinin gi­rişlerinde duvara veya kapıya
    yazmalarını istiyor. Filistin’e girdikten son­ra ilk iş olarak İbâl dağında
    büyük kaya parçalarına Tevratın talimatını oymalarını istiyor. Hz. Musa (a.s.)
    ayrıca, Lâvî Peygamber’e, Tevrat’ın bir nüshasını vererek Hayam bayramında yedi
    yılda bir ümmetin bütün fertlerini toplayarak bu ilahî kitabı baştan sonuna
    kadar okumasını da em­retmişti.

    Ne yazık ki, Hz. Musa (a.s.)’nın bu samimi rica ve nasihati
    İsrail oğulları tarafından ciddiye alınmadı ve Tevrat’ın muhafaza edilmesi ve
    nesillerden nesillere ulaşmasını sağlayacak hiçbir tedbir almadılar. İsrail
    oğullarının Kitabullah’a karşı ilgisizlikleri o kadar büyüktü ki, Hz. Musa’dan
    700 yıl sonra, Kudüs’teki en büyük Yahudi tapmağı, Süleyman Ma­bedinin Başrahibi
    ve Yahudiyye’nin Yahudi hükümdarı, kendilerine Allah tarafından Tevrât isminde
    bir kitabın indiğinden bile habersizdiler.

    Yahudi âlim ve din adamlarının en büyük kabahati, Tevrat’ı
    öğren­meye ve bunu halk arasına yaymaya çalışmaları yerine bunu, sadece Ra­hip
    ve Rabbî’lerin tekeline ve keyfi tasarrufuna sunmuş olmalarıydı. Di­ğer
    milletlerin fertleri şöyle dursun. Yahudi halk kitlesi de Tevrat’tan ta­mamıyla
    habersiz ve kopuk kaldı. Daha sonra Yahudiler arasında bid’at, cehâlet ve
    dalâlet baş gösterince, dinî âlim ve Rabbî’ler bunlara karşı çıkmak ve düzeltmek
    yerine revaç bulmuş ve yaygınlaşmış her yanlış aki­de ve inanç ile ahlâki
    bozukluk için Tevrat’tan gerçekler bulmaya başla­dılar. Tevrat’ta bulunmayan
    şeyleri de kendi taraflarından ilâve ediverdi­ler.

    Bu âlim ve Rabbî’ler yalnızca Kitabullah’ın sözlerini kendi arzu
    ve is­tekleri istikâmetinde tevil ve tefsir etmekle kalmadılar, uygun buldukları
    şeyleri buna ilâve ettiler ve uygun bulmadıklarını bundan çıkardılar. Bu beyler,
    İncil’de kendi tefsir ve açıklamalarını, kendi tarihi, evham ve hurafatı, hayal
    mahsulü olan felsefelerini ve ictihâd yoluyla geliştirdikleri şeri­at ve
    kanunlarını, Allah’ın kelamıyla, içinden çıkılmayacak ve fark edilmeyecek
    şekilde karıştırdılar[7].
    Yaptıkları bu tahrif ve işledikleri bu günâh sanki yetmiyormuş gibi, bir de
    bütün bunların Allah’ın kelâmı olduğunu iddia ederek halka sunmaya başladılar.
    Böylece her tarih felsefesi, her müfessir ve yorumcunun te’vili, her ilm-i kelâm
    âliminin İlahiyat ile ilgili inancı ve her fakîh’in şeriatle ilgili ictihâdı,
    Mukaddes Kitaplar Külli­yâtına girerek Allah’ın kelâmı oluverdi. Gayet tabii ki,
    bunlar Allah’ın kelâmı olduktan sonra, bunlara iman etmek gerekli haline geldi
    ve bunlar­dan yüz çevirmek veya bunları tanımamak da dinden dönmek ve ayrılmak
    olarak telakki edildi.

    Araştırmalarımıza göre, Ahd-i Atik (Eski Ahid)’in muhtevâsı olan
    ilk beş kitap, asıl Tevrât değildir. Asıl Tevrât ortadan kaybolmuştur. Hiçbir
    nüshası veya bölümü hiçbir yerde yoktur. Bu görüşümüz, Ahd-i Atik tara­fından da
    doğrulanıyor. Şöyle ki, Hz. Musa (a.s.) ömrünün sonlarına doğru, Hz. Yûşâ (Yeşû
    veya Joshua)’nın yardımıyla Tevrat’ı toplayarak bir sandığa koymuştu. (İncil,
    İstisna bölümü: 31-24-27). Vefâtından sonra M.Ö. 6. yüzyılda Babil İmparatoru
    Büht-un Nasr, Kudüs’ü yıkıp yaktığı zaman bu mukaddes sandık da içindeki Tevrât
    ile birlikte yanıp kül oldu. Bu büyük yangın ve yağma sırasında sadece bu sandık
    ve kitaplar değil, Hz. Musa’dan sonra Musevî Şeriatının müceddidleri tarafından
    hazırlanan ve düzenlenen diğer bütün mukaddes kitaplar da yandı. Bu yağma ve
    yan­gından sonra, aradan 200-250 yıl geçince, Hz. Üzeyir bizzat İncil’in
    rivâ­yetlerine göre, İsrail oğullarının kâhin ve din adamlarının yardımıyla
    Semavî ilhamla Tevrat’ı yeniden topladı. Ne var ki, çeşitli tarihi olaylar ve
    gelişmeler bu külliyat’ın büyük çapta tahrif olmasına ve değişip kaybol­masına
    sebep oldular. Büyük İskender’in fütuhatı neticesinde, Yunanlılar ilim, kültür
    ve sanatlarıyla birlikte Ortadoğu bölgelerine hâkim olunca, M.Ö. 280’de
    Tevrat’ın bütün kitapları Yunancaya çevrildi. Yunan kültürü­nün etkisi altında
    kalan Yahudilerde bile asıl İbranice nüshası kayboldu ve yerine Yunanca
    tercümesi kullanılmaya başlandı.

    Bunun için, çağımızda Yunanca çevirilerden bize kadar gelen
    Tevrat’ın, Hz. Musa’nın Tevratı olduğunu söylemek güçtür. Ama bu de­mek değildir
    ki, bugünkü Tevrat’ta Hz. Musa’nın asıl Tevrat’ının hiçbir bölümü yoktur, ya da
    Tevrat’ın tümü sahte ve uydurmadır. Bizim görüşü­müz şudur: Bugünkü Tevrat’ta
    asıl Tevrat’ın yanında diğer pek çok şeyler de vardır. Ve bundan bazı şeylerin
    çıkarıldığı da muhtemeldir. Bugün bu kitabı tarafsız ve objektif bir şekilde
    incelemek isteyen bir kişi, bu Mu­kaddes Kitapta, Allah’ın kelâmının yanı sıra,
    Yahudi ulemanın tefsir ve tev’illeri İsrail oğullarının tarihi, İsrailli fıkıh
    âlimlerinin ictihâdı ve diğer pek çok şeylerin bulunduğuna kanaat getirecektir.
    Bunlar birbirine öylesi­ne karışmış ve iç içe olmuşlardır ki, Allah’ın asıl
    kelâmı şudur ve bunun tefsir ve tevilleri şudur diye kesinkes ayırım yapamayız.
    Bununla birlikte, şunu da hemen belirtelim ki, Kur’ân-ı Kerîm açısından,
    Tevrat’ta açıkla­nan ve tebliğ edilen din, bizzat Kur’ân’ın izah ettiği ve
    anlatmak istediği dindir, ve Hz. Musa (a.s.)’da, Hz. Muhammed (a.s)’in İslâm’ın
    peygamberi olduğu gibi, bu dinin peygamberiydi. İsrail oğulları ilk başta aynı
    dine tabiydiler, ama daha sonra Allah’ın dininde kendi arzu, istek ve
    menfaatlerine uygun olarak çeşitli değişiklik yaparak bunu “Yahudilik” adına
    dünya­ya sundular.

    Tevrât, Hz. Musa (a.s.)’nın, peygamberliğe getirildikten
    vefâtına ka­dar geçen yaklaşık 40 yıllık süre içinde kendisine nâzil olan
    Allah’ın va­hiy ve emirlerinden müteşekkil olan Mukaddes kitabın adıdır. Bu
    kitapta yer alan vahiyler arasında, kaya parçaları üzerine oyulmuş olarak Allah
    tarafından kendisine sunulan 10 emir de vardır. Geriye kalan emirleri Hz. Musa,
    yazarak 12 kopyasını çıkartmış ve bunları Ben-i İsrail’in 12 kabile­sine
    yollamıştı. Hz. Musa bu yazılan emirlerin bir kopyasını da muhafaza edilmek
    üzere Lavi peygambere vermişti. İşte bunun adı Tevrat’tı Bu Tevrât, Kudüs’ün
    yağma edilmesi ve yakılmasına kadar bir kitap olarak bir sandıkta muhafaza
    edildi. Lâvî peygambere havale edilen nüsha, kaya parçaları veya kitabeler ile
    birlikte “Ahid Sandığı “na konmuşlardı ve İsra­il oğulları, asıl Tevrat’ın
    bunların olduğunu sanıyorlardı. İsrail oğulları Tevrat’tan o kadar habersiz ve
    ilgisiz idiler ki, Yahudiyye kralı Yusiya za­manında Süleyman Tapmağı tamir
    edilirken, Tapınağın Başrahibi ve Yahudi dininin en büyük önderi, Tevrat’ın bir
    nüshasını tesadüfen buluverdi. Başrahip önce bundan bir şey anlayamadı ve Kral
    kâtibine bunu okuyarak bilmeceyi çözmek üzere verdi. Kâtip de sanki büyük bir
    keşif yapıldığı düşüncesiyle Tevrat’ın nüshasını Kral’a sundu. Bu sebepten
    dolayıdır ki, Büht-un Nasr’ın Kudusu fethedip taş üstünde taş bırakmadığı zaman,
    İsra­il oğullarının çok az sayıda muhafaza ettikleri Tevrat’ın aslı nüshaları da
    Süleyman Mâbediyle birlikte yanıp kül oldu. Daha sonra, Başrahip Azra (Üzeyir)
    zamanında, sürgüne gönderilen İsrailliler Babil’den ve diğer ül­kelerden Kudüs’e
    gelip şehri yeniden inşa edince Hz. Üzeyir, diğer ulema ile beraber İsrail
    oğullarının bütün bir tarihini hazırladı. Bu tarih bugün Mukaddes Kitab’ın ilk
    17 cildini oluşturmaktadır. Bu tarihin dört bölümü, yani Huruc (Çıkış), Ahbâr,
    Doğum (Geniti) ve İstisna, Hz. Musa (a.s.)’nın siretiyle ilgilidir. Siret ile
    ilgili bu bölümlerde Tevrat’ın iniş tarihlerine gö­re âyetleri de uygun yerlerde
    kaydedilmişlerdir. Bu âyetleri Hz. Üzeyir di­ğer ulema ile birlikte bularak
    buraya eklemişti.

    Sözün kısası, Tevrât, bölük pörçük olarak Mukaddes Kitap’ta Hz.
    Musa’nın siretiyle ilgili bölümlerde yer alan âyet ve emirlerin adıdır.
    Tevrat’ın bu ilgili bölümlerini, ancak Hz. Musa’nın siretini yazmış olan
    ki­şinin, “Tanrı, Musa’ya dedi ki” ve “Musa, Hüdâvend, Sizin Tanrınız, şöyle
    buyurmuştur” gibi cümleler altında naklettiği söz ve cümleleri olarak tes­bit
    edebiliriz. Aynı şekilde Hz. Musa’nın sireti ile ilgili kayıtlar başlayınca da
    ilgili âyet ve bölümlerin bittiğini anlayabiliriz. Fakat yine de, Mukad­des
    Kitabın yazarı nerelerde tefsir ve şerh olarak bölümler yazmışsa, ora­larda
    bunların Tevrat’ın bir bölümü olup olmadığını anlamak hayli güçleşmiş oluyor.

    16.4. SON PEYGAMBER (A.S.)’İN
    NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL DURUMU

    16.4.1.
    Arabistan’daki Yahudilerin Güvenilir Bir Tarihi Yoktur

    Arabistan’daki Yahudilerin güvenilir bir tarihi dünyada yoktur.
    Ara­bistan’daki Yahudiler de geçmiş tarihlerine ışık tutacak herhangi bir yazı,
    kitap veya yazıt bırakmamışlardır. Ayrıca, Arabistan’ın dışındaki Yahudiler de
    Arap dindaşlarıyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçileri ile yazarları bunlardan hiç
    bahsetmemişlerdir. Bunun sebebi, herhalde Arap yarımada­sındaki Yahudilerin,
    dünyanın diğer bölgelerindeki dindaşlarından kop­muş olmalarıydı. Arabistan’ın
    dışındaki ırktaş ve dindaşları, onları kendi­lerinden saymıyorlardı, çünkü onlar
    İbranice’yi, İbranî kültür örf ve âdetlerini terk etmişlerdi. Hatta isimleri de
    Araplar gibiydi. Hicâz’da arke­olog ve tarihçiler tarafından yapılan kazılar
    sonunda ortaya çıkarılan tarihi eserler ve kitabelerde, M.S. birinci yüzyıldan
    önce Yahudilerin adı hiç geçmiyor. Daha sonraki devirlere ait olan kitabelerde
    de ancak birkaç Yahudi ismine rastlanıyor, o kadar. Bu sebeple, Arap
    Yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez Araplar arasında kulaktan kulağa
    anlatılan rivâ­yetler ve söylentilere itibar etmek zorundayız. Bu rivâyetlerin
    çoğu da bizzat Yahudiler tarafından ortaya atılmıştı.

    Hicaz’daki Yahudiler, buraya ilk önce Hz. Musa (a.s.)’nın
    ömrünün sonuna doğru gelip yerleştiklerini iddia ediyorlardı. Anlattıkları
    hikâye şöyle idi: Hz. Musa, Yesrib, (Medine) deki Amalikalıları söküp atmak
    üzere bir ordu göndermişti. Amâlikalılardan hiçbirinin sağ bırakılmaması­nı
    emretmişti. İsrail oğullarının bu ordusu Yesrib’e geldikten sonra
    pey­gamberlerinin emrine uyarak Amâlikalıların hemen hemen hepsini kılıç­tan
    geçirdi. Fakat Amâlikalıların kralının bir oğlu çok genç ve yakışıklıy­dı.
    İsrail oğulları onu sağ bıraktılar, ve onu alarak Filistin’e götürdüler. O
    zamana kadar Hz. Musa ölmüştü ve halifeleri bir Amalikalı gencin sağ
    bı­rakılmasına çok kızdılar. İsrail ordusunun bu hususta peygamberin sözüne ve
    şeriatına karşı hareket ettiğini belirttiler ve bu sebepten dolayı o ordu­yu
    kendi camia’larından ihraç ettiler. Bu orduya mensup olanlar mecburen Yesribe
    dönüp yerleştiler (Bk: Kitâb-ul Egânî, c. 19, s. 94). Demek ki, Yahudiler,
    atalarının M.Ö. 1200’den beri Arabistan’a gelip yerleştikleri id­diasında
    idiler. Fakat, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur. Kuvvetli ih­timal şu ki
    Yahudiler, kendilerinin eski bir millet ve iyi bir soydan geldik­lerini iddia
    etmek suretiyle Arap hemşehrilerine hava atmak istiyorlardı.

    016

    Medine-i Münevvere’nin Yahudi Yerleşim Plânı

    Yahudilerin kendi ifadelerine göre, İsrail oğullarının ikinci
    göçü, Ba­bil hükümdarı Büht-un Nasr’ın M.Ö. 587’de Kudüsü tamamıyla imha
    et­mesinden sonra başladı. Arabistan’ın Yahudilerinin anlattıklarına göre, o
    sırada çeşitli Yahudi kabileleri gelip Kura vadisine, Taymâ’ya ve Yesrib’e
    yerleşmişlerdi. (Fütûh-ul Buldan: El-Belâzurî). Fakat bu iddianın da her­hangi
    bir tarihî kanıtı yoktur. Yahudilerin bu hikâye ile de soyluluklarını ortaya
    koyma çabasında olduklarını söyleyebiliriz.

    Tarih’te sabit olan gerçek şu ki, M.S. 70’te Romalılar
    Filistin’de Yahudilerin büyük bir katliamına girişip, M.S. 132’de buralardan
    ihraç edince bazı Yahudi kabileleri kaçıp Hicâz’a sığındılar, zira burası
    Filistin’in güne­yinde idi. Yahudiler oturmak için genellikle su, mer’a ve
    ağaçların bol ol­duğu yöreleri seçtiler. Daha sonra, hile, desise ve faizli
    ticari faaliyetleri­nin sonunda bu yerlere hâkim oldular. Yahudiler işte bu
    sırada Ayle, Makna, Tebûk, Taymâ, El-Kura vadisi, Fedek ve Hayber’de nüfuz
    sahibi oldular. Aynı dönemde, Ben-i Kureyza, Ben-i Nadir, Ben-i Bahdel ve Ben-i
    Kaynuka Yesrib’e gelip yerleştiler.

    Yesrib’e veya Medine’ye iskân eden kabileler arasında Ben-i
    Nadir ve Ben-i Kureyza önde gelirlerdi. Zira, bunların çoğu kâhin ve rahip
    sınıfın­dan geliyorlardı. Bunlar Yahudiler arasında soylu, şeref ve itibar
    sahibi sa­yılırlardı. Dinî konularda üstünlük ve iktidarları tartışılmazdı.
    Bunlar Me­dine’ye yerleştikleri sırada bu şehirde bazı diğer Arap kabileleri de
    vardı. Fakat bunlar baskın çıktılar ve en iyi yerlerini ele geçirdiler. Bundan
    tak­riben üç asır sonra, M.S. 450-451’de, Seb’e suresinde sözü edilen
    Ye­men’deki büyük sel felâketi meydana geldi. Bu sel felâketi yüzünden Se­be’
    (Saba) kavminin bazı kabileleri Yemen’den çıkıp Arabistan’ın çeşitli bölgelerine
    dağıldılar. Bunlardan Gassan Şam’a, Lahmî Irak’a, Ben-î Hüza’a Cidde ile Mekke
    arasında bir yere ve Evs ile Hazrec Yesrib’e yerleşti­ler. Yesrib’e Yahudiler
    hâkim olduğu için ilk önce Evs ile Hazrec’in kımıl­damasına bile izin
    vermediler, ve bu iki kabile çaresizlik içinde kuru ve verimli olmayan
    topraklara yerleştiler. Buralarda karınlarını bile zor do­yurabiliyorlardı.
    Nihâyet bu kabile reislerinden biri Gassanlı kardeşlerin­den yardım almak üzere
    Şam’a gitti ve oradan bir orduyla gelip Yahudilerin gücünü kırdı. Böylece Evs
    ile Hazrec bütün Yesrib’e rakipsiz hâkim oldular. Yahudilerin iki büyük kabilesi
    olan Ben-î Nadîr ile Ben-i Kurey­za, şehrin dışına gidip yerleşmek zorunda
    kaldılar. Üçüncü kabile Ben-i Kaynuka’ ise, diğer iki kabile ile devamlı kavga
    içinde olduğu için Yes-rib’te kalmaya devam etti. Fakat burada kalabilmesi için
    Hazrec’in himayesini kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Buna karşı, Ben-i Nadir
    ile Ben-i Kureyza da gidip Evs’e sığındılar. Amaçları, düşmanlarının
    himaye­sinde de olsa huzur ve emniyette yaşayabilmeleriydi.

    16.4.2. Hz.
    Muhammed (A.S.)’in Peygamberliği Sırasında Yahudilerin Durumu

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dünyaya gelişi ve daha sonra
    pey­gamberlik payesine yükseltilmesi sırasında umumiyetle Hicâz’da ve
    husu­siyetle Yesrib’de Yahudilerin durumu şöyle idi:

    Yahudiler, (dil, kifayet, kültür ve medeniyet) konusunda her
    bakım­dan Araplaşmalardı, isimleri bile Arap gibi idi. Hicâz’da yaşamakta olan
    12 Yahudi kabilenin adı, Ben-î Za’ûrâ’nın dışında, İbranî değildi. Yahudilerin
    birkaç ulemasının dışında kimse İbranice bilmezdi. Cahiliyye devrin­de Yahudi
    şairlerinin yazdığı şiirler, konu; düşünce ve dil bakımından Arap
    şairlerinkinden farklı unsurlar taşımıyorlardı. Yahudiler ile Araplar arasında
    içtimaî münasebetler giderek çoğalmış ve pekişmişti. Aralarında evlilik bağları
    ve diğer ilişkiler kuruluyordu. Görünüşte kendileri ve diğer Araplar arasında
    dinden başka bir fark yoktu. Fakat yine de Araplara ta­mamıyla yanaşamamış,
    onlarla kaynaşamamışlardı. Her yerde olduğu gibi Yahudi kimliklerini korumaya
    devam ediyorlardı. Görünüşteki Araplaş­maları, Arabistan’da hayatta
    kalabilmeleri içindi. Yoksa temelde ve özde Yahudi oğlu Yahudi idiler.

    Arabistan’daki Yahudilerin Araplaşması bazı Batılı
    oryantalistleri ya­nıltmıştır. Onların aslında Yahudi olmayıp, Yahudiliği kabul
    etmiş olan Araplar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ne var ki, Yahudilerin tarihin
    herhan­gi bir döneminde Arabistan’da misyoner faaliyetlerine dair hiçbir delil
    yoktur. Bunun aksine, Yahudilerin büyüklük ve üstünlük kompleksi içinde
    oldukları, kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar ettiklerini görüyoruz.
    Yahudiler, Araplara vahşi ve cahil derlerdi. Kendilerini üstün görür ve onla­ra
    hayvan muamelesi yapmayı adetâ bir hak sayarlardı. Arapların mallan­ın çeşitli
    hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Arap kabile reisleri­nin dışında
    kimsenin Yahudiliğe girmesine izin vermiyorlardı. Ne tarih kitaplarında, ne de
    Arapların gelenek ve göreneklerinde, herhangi bir Arap kabilesi veya tanınmış
    bir ailenin Yahudiliği kabul ettiğinin herhangi bir kanıtı vardır. Fakat tek tük
    Arapların Yahudiliği kabul ettiği biliniyor. Aslında, Yahudiler kendi dinlerini
    yaymaktansa ticaret ile uğraşmayı ter­cih ederlerdi. Bundan dolayıdır ki,
    Yahudilik Hicâz’da bir din olarak pek kabûl görmedi ve sadece birkaç kabilenin
    dini olarak kaldı. Yahudi din adamları ve ulemasının bir bölümü falcılık ve bir
    takım sihir ve büyü ile ilgileniyor Arapları kandırmaya çalışıyorlardı.

    16.4.3.
    Yahudilerin Ekonomik Durumu

    Yahudiler, Arap kabilelerine nisbetle ekonomik açıdan daha
    güçlüy­düler. Yahudiler, Filistin ve Suriye gibi nispeten daha gelişmiş ve uygar
    ülkelerden geldikleri için Arapların bilemedikleri bazı sanat ve hünerleri
    biliyorlardı. Dış dünya ile ticari ilişkileri de vardı. Yesrib ile yukarı
    Hicâz’da ticaretin çoğu Yahudilerin ellerinde idi. Yahudiler dış ülkelerden gıda
    maddeleri ithal eder ve buralardan dışarıya hurma ihraç ederlerdi. Tavukçuluk,
    bazı diğer hayvanları beslemek ve balıkçılık alanında da söz sahibiydiler.
    Dokuma, basma kumaş ve benzeri malzemenin imalatını da yapıyorlardı. Yer yer
    meyhane de açmışlardı. Buralara akşam vakti içki­ler getirilip satılırdı. Ben-i
    Kaynuka’ mensupları umumiyetle kuyumculuk, demircilik ve çanak çömlek imalâtında
    usta idiler. Bütün bu ticaret ve sa­nayide Yahudiler fahiş paralar alır ve aşırı
    kâr ederlerdi. Ama en büyük iş­leri tefecilikti. Borç para verip çok yüksek faiz
    alırlardı. Faizcilikleriyle oturdukları yerlerde ve çevredeki Arapları
    avuçlarına almışlardı. Araplar arasında özellikle gösteriş meraklısı ve savurgan
    olan kabile reisleri ve şeyhler boğazlarına kadar borçlara girmiş ve Yahudilerin
    oyuncağı olmuş­lardı. Yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha
    kurtulamaz­lardı. Zira faizler çok yüksekti ve ödeme şartları çok ağırdı. Faiz
    ödemek­ten asıl parayı geri verme fırsatını bulamazlardı. Kısacası, Yahudiler
    Arap­ların ekonomisine hâkim olmuş ve ticaret ile iş hayatındaki entrikalarıyla
    Arapları içten içe kemirmiş ve iflasın eşiğine getirmişlerdi. Arapların
    eko­nomik ve mali açıdan Yahudilere böylesine bağlanması, bu millete karşı kin
    ve nefretlerini de arttırmıştı ve iktisadî esaretten kurtulma fırsatlarını
    arıyorlardı.

    Yahudilerin Arabistan’daki geniş malî ve ticarî menfaatleri,
    onların Araplarla dost olarak kalması ve mahalli kavga ve çatışmalara
    karışma­masını gerektiriyordu. Fakat yine malî menfaatlerini korumak ve
    sürdür­mek amacıyla, Arapların hiçbir zaman birlik ve beraberlik içinde
    olmama­ları, ve bölünüp parçalanmalarını da gerektiriyordu. Zira, Araplar
    arasın­daki kısır çekişmeler sona erip aralarında birlik ve dayanışma kurulduğu
    gün, Yahudiler, sahip bulundukları büyük verimli topraklar, bağ ve bahçe­ler ve
    mamur bölgelerden kovulacaklarını biliyorlardı. Yahudiler ayrıca kendi can ve
    mal güvenliklerini teminat altına almak maksadıyla güçlü olan şu ya da bu Arap
    kabilesiyle ittifak kurup onun himayesine girerler­di. Böylece, başka güçlü bir
    Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı. Bu sebeple, Yahudiler sık
    sık Arap kabileleri arasındaki savaşla­ra katılırlardı. Hatta bazen bir Yahudi
    kabilesi, müttefiki olan bir Yahudi kabilesine saldırırdı. Nitekim, Yesrib’de
    Ben-i Kureyza ile Ben-i Nadîr, Evs adlı Arap kabilesinin müttefiki idiler. Ben-i
    Kaynuka’ ise Hazrec’in müttefikiydi. Hz. Muhammed (a.s.) in Medine’ye
    hicretinden az önce, Bu’has mevkiinde Evs ile Hazrec arasında rneydana gelen
    kanlı çatışmada iki tarafın müttefik Yahudi kabileleri de aralarında
    çatışmışlardı.

    16.4.4.
    Yahudilerin Dinî İnanç ve İbâdetleri Sadece Birer Gösteriydi

    Yahudiler, Tevhid, peygamberlik, vahiy, âhiret ve melekler gibi
    kav­ramları biliyorlardı ve bazıları bunları kabul ediyorlardı. Yahudiler, Allah
    tarafından Hz. Musa’ya verildiği belirtilen şeriatı’ da kabul ediyorlardı. İl­ke
    olarak onların dini de İslâm’dı ve Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) işte bu dini
    Arabistan’da yaymaya çalışıyordu. Ama yüzyılların erozyonuyla Yahudilerin dini
    bambaşka bir şekil almıştı. Bilindiği gibi, Hz. Musa’nın ölümünden sonra aradan
    1900 yıl geçmişti. İsrail oğullarının tarihine göre Hz. Musa (a.s.) M.Ö. 1272’de
    vefat etmişti. Hz. Peygamber (a.s.) ise M.S. 610’da peygamberlik payesine
    yükseldi. Yahudilerin akide ve itikatlarına gayri İslâmî unsurlar katılmıştı.
    Yahudilerin yaşantılarında öyle bazı iba­det ve merasimler yayılmıştı ki,
    bunların Hz. Musa’nın getirdiği din ile hiçbir ilgisi yoktu ve bunları Tevrat’ta
    da bulmak mümkün değildi. Bizzat Tevrat’ta Allah ile kulların sözleri birbiriyle
    karıştırılmıştı. Allah’ın bazı söz ve deyimleri aynen muhafaza edilmişse de,
    bunların tefsiri ve tevili, bunları anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hale
    getirmişti. Dinin gerçek ruhu kaybolup gitmişti ve sadece gösteriş ve tantana
    ortada kalmıştı. Yahudi din adamı ve rahipleri ile diğer kimseler, sadece evham,
    hurafat, merasim ve ibadetlerden ibaret olan bu ruhsuz iskeleti asıl din olarak
    kabul ediyor ve dünyaya gösteriyorlardı. Dinin pratik yönü, özellikle iktisât,
    siyaset, ahlâk ve kültür ile ilgili talimatı unutulmuş ya da tahrif edilmişti.
    İman ve ahlâkları zayıflamıştı. Ama, durumlarını düzeltecek herhangi bir
    harekete karşıydılar. Zâten Yahudi veya İsrail oğulları arasında ne zaman
    peygam­berler ve sâlih kişiler doğmuşsa, Yahudiler bunların kendi düşmanları
    ol­duğunu ilân etmiş ve davalarını zayıflatmak ve başarısızlığa uğratmak için
    olanca güçleriyle çalışmışlardı.

    16.4.5. Din ve
    Irk Taassubu

    Yahudi inançlarına göre, ticaret ve iş’te doğruluk ve dürüstlük
    ancak kendi ırk ve dinlerinden olanlarla muamele yapıldığı zaman söz konusu
    olabilirdi. Yahudilerin başka din veya ırktan olanlarla ticaret ve iş mua­melesi
    sırasında dürüstlüğe hiç gerek yoktu. Bu sebeple, Yahudiler, başka milletlerin
    para ve mal-ü mülklerini her türlü hile ve entrika ile elde etme­yi tamamıyla
    uygun ve gerekli addederlerdi. Aslında, Yahudi dininin tü­mü, İsrail oğulları ve
    İsrailli olmayanlar arasında her konuda ve her za­man ayırım yapmak üzerine bina
    edilmişti. Böylece, İsraillinin yaptığı bir şey câiz ve mübah sayılırken, aynı
    dinden olan, ama başka bir ırktan olan birinin yaptığı aynı şey haram ve mekrûh
    kabul edilmiştir. Meselâ, İncil’de bir yerde bir kişinin başka bir kişiye
    verdiği borcun 7 yıl sonra affe­dilmesi tavsiye edilirken, İsrailli olmayan
    Yahudiler için şöyle denilmiştir: “Fakat yabancıdan bunu (borcun ödenmesini)
    isteyebilirsin,” (istisna-15: 3). Başka bir yerinde faiz almanın yasak olduğu
    belirtilmiştir, ama aynı zamanda şöyle denilmiştir: “Sen yabancıya (İsrailli
    olmayana) faizle kre­di verebilirsin, ama baban ve kardeşlerine verme.”
    (İstisna, 23:20). Başka bir yerde şu kayıtlara rastlıyoruz: “Eğer bir şahıs,
    İsrailli kardeşlerinden birini köle yapmak veya satmak niyetiyle kaçırırsa, o
    şahıs yakalanınca öldürülmelidir.” (istisna, 24:7). Talmud’da, bir İsraillinin
    öküzü başka bir İsraillinin öküzünü yaraladığı takdirde ilk öküzün sahibinin
    tazminat öde­meyeceği, ama aynı kişinin İsrailli olmaması halinde tazminat
    ödemesi gerektiği kaydedilmiştir. Yine, aynı kitapta şu kayıtlara rastlıyoruz:
    “Eğer bir kişi yolda veya başka bir yerde bir şey bulursa, etrafta kimlerin
    bulun­duğu veya oturduğunu araştırmalıdır. Eğer çevrede İsrailliler varsa o
    eşya­nın sahibi için ilân vermelidir. Aksi takdirde o eşyayı kendine
    saklamalı-dır.” Rabbî Samuel’in dediği gibi, eğer bir İsrailli ile bir yabancı
    (vahşi)’nin davası bir mahkemeye gelirse, yargıç kendi din kardeşinin İsrail
    kanunlarına göre davayı kazanmasını sağlayabiliyorsa öyle yapmalıdır ve “bu
    bizim kanunumuzdur” diye hüküm vermelidir; fakat din kardeşini, yabancıların
    kanunlarına göre kazandırması mümkünse öyle yapmalıdır ve “bu sizin
    kanununuzdur” demelidir. Fakat bu iki kanun da İsraillinin lehinde değilse, o
    zaman ne yapıp yapıp gerekirse hile ve oyunlarla din kardeşinin davayı
    kazanmasını temin etmelidir. Yine başka bir Rabbî Samuel’in öğütü şudur:
    İsrailliler, yabancı ve İsrailli olmayanların her hatâsından faydalanmayı
    bilmelidirler.

    Yahudi uleması, zamanlarının çoğunu küçük ve önemsiz dini kural
    ve inançlarla uğraşmakla geçirirlerdi. Gereksiz ayrıntılara dalar ve olmadık
    şeyler için dinî münazara ve münakaşa yaparlardı. Türlü çeşit tefsir, te’vil ve
    açıklamalarla uğraşırlardı, ama dinin temel inanç ve kurallarından kaçarlardı.
    Tevrat’ın küfr ve şirki yasakladığını biliyorlardı, ama böylesine önemli ve
    büyük bir konuda fikirlerini söylemekten kaçarlardı. Şirk onla­ra göre çok hafif
    bir günâhtı. Bu sebeple, ne kendi halklarının ıslâhı için ne de Arap
    müşriklerinin doğru yola getirilmesi için çaba harcıyorlardı.

    16.4.6. Şeriatın
    Tahrifi

    Yahudilerin kendi dini talimat ve emirlerinden kaçışlarının bir
    örne­ği, Hayberli Yahudilerin, Hz. Peygamber’e karar vermesi için getirdikleri
    dava idi. Dava şöyle idi: Hayber’in Yahudi eşrafından bir erkek ile bir ka­dın
    arasında gayri meşru ilişki olduğu ortaya çıktı. Tevrat’a göre ikisi zina
    suçundan recm’e mahkûm edilmeliydiler. Yani, cezaları, taşlanarak öldü­rülmekti
    (İstisna: Bölüm. 22-âyet 23-24). Fakat, Yahudiler bu cezayı uy­gulama cesaretini
    kendilerinde bulamadıkları için Hz. Muhammed (a.s.)’i hâkem tâyin ettiler.
    Bundan önce Hz. Muhammed’in vereceği karar hak­kında anlaşmışlardı. Eğer Hz.
    Peygamber’in kararı “recm” ise kabul edil­meyecekti, ama kararı başka türlü ise
    kabul edilecekti. Dava Rasûlullah (a.s.)’a gelince o da “recm”e karar verdi.
    Fakat Yahudiler bunu kabul et­mediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendilerine,
    “dininizde bunun ce­zası nedir” diye sordu. Yahudiler de hafif bir cezadan söz
    ettiler ve “bu­nun cezası, kırbaçlamak ve suçluların eşeğe bindirilip halk
    arasında dolaştırılmasıdır” dediler. Rasûlullah (a.s.) kendilerinin, yemin
    ederek, Tev­rat’ta evli bir erkek ve evli bir kadın arasında yapılan Zina’nın
    cezasının ne olduğunu söylemelerini istedi. Yahudiler yine yalan söylediler.
    Fakat bun­lardan biri İbn Sûriâ ki bizzat Yahudilerin ifadesine göre Tevrat’ın
    en bü­yük âlimiydi, hiç ses çıkarmadı. Rasûlullah kendisine hitaben, “Sizleri
    Fi­ravun’dan kurtarıp Tûr (dağında)’da size şeriat veren Allah’a yemin ederek
    söyle, Tevrat’ta Zina’nın cezası gerçekten bu mudur?” dedi. İbn Suria şu cevabı
    verdi: “Eğer siz bana yemin ettirmeseydiniz cevap vermeyecektim. Gerçek şu ki,
    zina fiilinin cezası “recm” (taşlanma) dir. Fakat bizde zina fiili çoğalınca,
    hâkim ve hükümdarlarımız başka bir uygulama ge­tirdiler. Buna göre büyük ve
    zengin kişiler bu suçu işleyince onlara bir şey yapılmazdı, ama aynı suç küçük
    ve fakir kişiler tarafından işlenince onlar taşlanıp öldürülürdü. Fakat daha
    sonra halktan sert tepkiler gelmeye başlayınca, Biz Tevrat’ın kanununu
    değiştirdik ve artık zina yapan erkek ile kadını kırbaçlar ve yüzlerine boya
    sürüp eşeklere bindirip halk arasın­da dolaştırırız” dedi.

    Yahudiler, Allah’ın indirdiği şerîat’tan yüz çevirip işlerine
    gelen ka­nun ve kurallar geliştirmeye başlayınca bazı helâl ve temiz şeyleri
    türlü bahanelerle haram yapıverdiler. Nitekim, tırnakları olan hayvanlar meselâ,
    deve kuşu, kaz ve ördeklerin etinin yenmesi haram oldu. İnek ve keçinin yağları
    da haram yiyecekler arasına girdi. İncil’de haram olarak belirtilen bu yiyecek
    ve maddeler eskiden Tevrat’a göre haram değildi. Zaten bugünkü Yahudi
    şeriatının, Hz. Musa’dan çok sonra M.S. ikinci yüzyılda Rabbî yahuda (Juda)
    tarafından hazırlandığı tarih kitaplarında sabittir.

    16.4.7.
    Yahudilerin Hz. Muhammed (a.s.)’e Takındığı Düşmanca Tavır

    Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

    “Onlar kendi kitaplarını tasdik edici olarak Allah tarafından
    bir ki­tap geldiğinde -ki o kitapla müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi- onu
    inkâr ettiler. Allah’ın lâneti kâfirlere olsun.” (El-Bakara; 89)

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın doğuşundan önce Yahudiler
    kendi­sini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Zira bu peygamber (a.s.)’in gelişinin
    habe­rini geçmişteki peygamberleri çeşitli zamanlarda ve vesilelerle
    vermişler-di.[8]
    Yahudiler, Hz. Muhammed (a.s.)’e bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlar­dı. Onun
    gelmesiyle kâfirlerin galebesinin sona ereceğine ve kendilerinin tekrar iktidar
    ve ikbal sahibi olacaklarına inanıyorlardı. Bu sebeple sık sık Allah’a dua
    ediyor ve bu peygamber’in bir an önce kendilerine gelmesini diliyorlardı.
    Medinelilerin ifadelerine göre Yahudi komşuları sabahtan ak­şama kadar gelecek
    peygamberden söz edip dururlardı. Yahudiler genel­likle şöyle derlerdi: “Bizim
    mahkûmiyet ve mazlûmiyet günlerimiz bit­mek üzeredir. Allah’ın Resûlü gelince
    zâlimlere iyi ders vereceğiz.” Medi­neliler, Yahudilerin bu sözlerini her zaman
    duyuyorlardı, onun için Mek­ke’de Hz. Muhammed(a.s.) adında bir peygamberin
    doğduğunu öğrenince, komşuları olan Yahudilerden önce Rasûlullah (a.s.)’a iman
    etmek için te­şebbüse geçtiler. Fakat ne gariptir ki, yolunu sabırsızlıkla
    bekledikleri Peygamber (a.s.) doğup, Allah’ın mesajını herkese anlatmaya
    başlayınca aynı Yahudiler bu sefer kendisinin en büyük düşmanı oluverdiler.
    Yukarı­daki ayette Yahudilerin işte bu tutumuna değinilmiştir.

    Yahudilerin Allah’tan gelen peygamber ve kitabını daha önceden
    bil­dikleri de bir gerçektir. Fakat bu peygamber ve Kitap gelince tavırlarını
    değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir rivâyet Ümmül Mü’minin, Hz.
    Safiyye’nindir. Hz. Safiyye kendisi tanınmış bir Yahudi âlimin kızı ve başka bir
    âlimin yeğeniydi. Rivâyete göre, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) Medi­ne’ye teşrif
    edince, babası ve amcası beraberce kendisiyle görüşmeye git­tiler ve kendisiyle
    uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası eve dö­nünce, aralarında şöyle bir
    konuşma geçti.

    Amca: Bu, gerçekten, kitaplarımızda haberi verilen peygamber
    midir?

    Baba: Evet, vallahi o aynı peygamberdir.

    Amca: Sen buna inanıyor musun?

    Baba: Evet

    Amca: O halde, ne yapmak istiyorsun?

    Baba: Vallahi, ben yaşadığım müddetçe ona muhalefet edeceğim.
    (İbn Hişâm: Cilt II, s. 165, yeni baskı)

    16.4.8.
    Yahudilerin Düşmanlığı ve Çıkardıkları Fitneler

    Araplar genellikle okuma, yazma bilmiyorlardı. Buna karşılık,
    Yahudilerde eğitim ve öğretim daha çok yaygındı. Yahudiler arasında öyle bazı
    âlimler vardı ki, şöhretleri Arabistan sınırlarını aşmıştı. Bu bakımdan,
    Yahudiler Araplara karşı bilgi ve kültür üstünlüğüne sahiptiler ve bununla
    fazlasıyla gurur duyuyorlardı. Ayrıca falcılık, gelecekten haber vermek ve
    muhtaçlara muska yazmak gibi faaliyetlerde bulunan Yahudi din adamları ve
    kâhinleri de Arapları tesirleri altında tutuyorlardı. Özellikle Medineli
    Araplar, Yahudilerin dini ve kültürel etkisi altında yaşıyorlardı. Medineli
    Araplar, tıpkı okuma yazma bilmeyen bir köylünün, şehirde yaşayan kültürlü bir
    kişinin yanında küçüldüğü ve eziklik duyduğu gibi Yahudilerin yanında küçüldükçe
    küçülüyorlardı.

    Bu şartlar altında, Hazreti Muhammed (a.s.) kendisini halka ümmi
    bir peygamber olarak sununca ve Allah’ın kitabından ayetler okuyunca Arap­lar
    doğal bir tepki göstererek komşuları Yahudilere giderek şöyle sorular sormaya
    başladılar: “Siz Ehl-i Kitapsınız. Sizin de nebi veya peygamberle­riniz vardır.
    Sizin de bir kitabınız vardır. Lütfen söyleyebilir misiniz, ken­disine Allah’ın
    peygamberi diyerek ortaya çıkan zât neyin nesidir? Biz ca­hil kimseleriz.
    Kitapları okuyamayız, dini bilgilerimiz yoktur. Siz bu hususta daha geniş
    bilgilere sahipsiniz. Aramızdan doğan peygamber hak­kında ne diyorsunuz?
    Söyledikleri doğru mudur? Kendisi gerçekten Allah’ın peygamberi midir?”
    Gerçekten de, Hz. Muhammed (a.s.) Medine’ye gelince pek çok Arap, Yahudilerin
    âlimlerine giderek buna benzer sorular yöneltmeye başladılar. Ne var ki, bu
    Yahudi din adamları ve âlimleri halka hiçbir zaman açık seçik cevap vermediler.
    Hep dolaylı ve dolambaçlı şe­kilde konuştular. Bu âlimler için, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in getirdiği “Tevhîd” mefhumunun yanlış veya peygamberler, kutsal
    kitaplar, melek­ler ve âhiret hakkında söylediklerinin asılsız olduğunu iddia
    etmeleri güç­tü. Fakat aynı zamanda, Hz. Peygamber’in vaaz ettiği din, ahlâk
    kuralları ve sosyal ilkelerin tamamının doğru olduğunu kabul etmeleri de zordu.
    Daha doğrusu bunu kabul etmeye razı değillerdi. Onlar ne doğruyu ve gerçeği
    tamamıyla reddedebiliyorlardı, ne de gerçeği kabul etmeye hazır­dılar. Bu iki
    yol arasında üçüncü bir yolu tercih ettiler ve kendilerine fikir almak üzere
    gelen Arapların kalplerinde Hz. Peygamber (a.s.), O’na tabi olan müslüman
    cemaati ve savunmakta olduğu dava hakkında bazı şüphe ve vesveseler yarattılar.
    Şu veya bu olaya veya konuya değinerek halkı te­reddüde sevk ettiler.
    Kendilerine soru sormaya gelenlerin kafalarını öyle karıştırdılar ki, bu kişiler
    daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)’e ve sadık arka­daşlarına giderek onların
    kafalarını da karıştırdılar ve önlerine, çözümlen­mesi beklenen bazı sorunlar ve
    cevap verilmesi gereken sorular bıraktılar. Yahudilerin işte bu fitne ve
    fesâdlarına El-Bakara Sûresinde (âyet: 42) şöyle temas edilmiştir:

    “Hakkı batıl ile karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı
    gizlemeyin”[9]



     




    [1]
    Bk: “The
    Holy Sepulchre”, Jewish Publications Society of America, 1954, (Doğum,
    Bö­lüm: 32: 25-29). Yahudilerin “Mukaddes Suhuf’unun toplandığı bu eserlerde
    Hz. Yakûb’un Al­lah’la güreşmesi ile ilgili bu ifadeler kullanılmıştır.
    Hristiyanlara ait olan İncil’de aynı konuya deği­nilmiştir. Mukaddes Suhufta
    İsrail kelimesinin anlamı şöyle verilmiştir: “Allah ile güreşe tutu­şan”
    Encylopaedia of Biblical Literature’de ise hristiyan ulemâ, bunun anlamını,
    “Allah ile güreş­miş olan” olarak vermişlerdir. İncil’de Hz. Yakûb’un
    gençliğinde güreşte Allah’ı ve melekleri yen­diği kaydedilmiştir.



    [2]
    Talmud’da
    belirtildiği gibi, Hz. Yakûb’un gelişine dair haber Mısır’ın başşehrine
    ulaşınca, Hz. Yusuf bütün hükûmet erkânı ve mümtaz kişilerle ve büyük bir
    ordu ile kendisini karşılamaya çıktı ve tantanalı bir şekilde başkente
    getirdi. O gün başşehirde ve bütün ülkede tam bir şenlik ve mutluluk vardı.



    [3]
    Bu
    tahminimizin doğru olduğunu gösteren İncil’de çeşitli yerlerde kayıt ve
    işaretler var­dır. Meselâ, İsrail oğullarının Mısır’dan hicretini anlatan
    “Huruc” Bölümünde İsrail oğulları için şu ifade kullanılıyor: “Onlar ile
    beraber karışık bir kalabalık ta vardı.” 12: 38). Bundan sonra İs­railli
    olmayan bu Mısırlı müslümanlar için sürekli olarak “yabancı ve ecnebi”
    deyimleri kullanıl­mıştır. Nitekim, Tevrat’ta Hz. Musa’ya verilen talimat
    şöyledir: “Senin için ve senden bulunan ya­bancı için kuşaktan kuşağa aynı
    anayasa geçerli olacaktır. Hudâvend katında yabancılar da senin gibidirler.”
    (15-15:15).



    [4]
    Hz. Musa
    (a.s.) Allah’ın dinini yaymak konusunda ne gibi güçlüklerle karşılaştı,
    Fira­vun’un önüne nasıl çıktı, onlara ne mesajlar verdi ve ne gibi
    uyarılarda bulundu ve bu dönemde Fir’avun ve taraftarlarına ne çeşit uyanlar
    ve azaplar geldi, ayrıca İsrail oğullarının durumu ne idi? Bu safhalar bizi
    doğrudan ilgilendirmediği için burada uzun uzun anlatmadık ve sadece,
    Allah’ın emriyle Hz. Musa ve Ümmetinin Mısır’dan ayrılışı gibi tarihi önem
    taşıyan bir olaya değiniyoruz.



    [5]
    Hz. Musa’nın
    ümmetinin çöldeki yolculuğu ve çileli yaşantısı pek çok açıdan ibret
    verici­dir. Bu süre içinde İsrail oğulları zaman zaman Allah’ın mucizelerini
    gördüler ve nimetlerinden is­tifade ettiler. Yine bu devrede, geçmişteki
    esaret ve mahkûmiyetlerinin bazı kötü neticelerini orta­ya çıkarmaya, dinî
    ve ahlâkî bozukluklara doğru adımlar atılmaya başlandı.



    [6]
    Tevrat’ta
    Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek çok az sayıdaki ibarelerine ve
    bölüm­lerine bol miktarda söz, hikâye, vaaz ve telkin, yahudi din adamları,
    rahip, kâhin ve müfessirler ta­rafından ilâve edilmiştir ve zâten bunlar
    Yahudiliğin iskeletini oluşturmaktadırlar.



    [7]
    Kur’ân-ı
    Kerîm, yahudi ulemanın tutumunu şu ifade ile anlatmıştır: “Ey mü’minler,
    yahu­di bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden birçokları, insanların
    mallarını batıl (sebeplerle) yerler. Ve halkı Allah’ın yolundan men’edenler.
    (Tevbe; 34). Yani burada din adamı ve rahiplerin asıl ga­yenin kendilerine
    maddî menfaat sağlamak olduğu belirtilmiştir. Bu menfaatçi zümre kendilerine
    para, pul, mal-ü mülk hediye ve bağış şeklinde verilmesini teminat altına
    almak için insanların din­leri ve inançlarıyla oynuyor ve çeşitli hile ve
    desiselere başvuruyorlardı.



    [8]
    Hz. Muhammed
    (a.s.)’in Allah’ın peygamberi olarak dünyaya geleceğine dair kehânetler hem
    Tevrât hem İncil’de yer almıştır. Bu kehânetlerden Hıristiyanlarla ilgili
    bölümde topluca bahse­dilmiştir.



    [9]
    Yahudilerin
    ördükleri fitne ve fesâd ağı çok büyüktü. Onların menfi propagandaları
    yü­zünden müslüman cemaat içinden münafıklar doğdu, ki her önemli olayda ve
    aşamada müslüman­ları zor duruma sokmaya ve kösteklemeye çalıştılar.
    Yahudiler ve münafıklar Hz. Peygamber’e karşı suikast düzenlemek ve onu
    öldürmeyi planlamaktan da geri kalmadılar.

  • ARAPLARIN DİĞER BAZI DİNLERİ



    On Beşinci Bölüm: ARAPLARIN DİĞER BAZI DİNLERİ



    15.1. HUNEFA (HANİFLER)



    15.2. SABİİN (SABİÎ’LER)



    15.3. MECUSİLER



    15.4. DİNSİZLİK



    15.4.1. Dinsizliğin Hakikati



    15.4.2. Şirk İle Dinsizliğin Tekzibi



    15.4.3. Kainât’taki Nizam ve Ahenk Bir Tesadüf Değildir



    15.4.4. Hayat ve Tekerrürü



    15.4.5. Kainâtın Hakikatinin İki Yanı

     

    On Beşinci Bölüm: ARAPLARIN DİĞER BAZI
    DİNLERİ

    15.1. HUNEFA (HANİFLER)

    Cahiliyye döneminde Araplar, dinler hakkında pek geniş bir
    bilgiye sahip olmayabilirler. Ama bazıları gerçek dinin Tevhid’e dayalı olduğunu
    ve peygamberlerin hiçbir zaman putperestliği tasvip etmediklerini biliyor­lardı.
    Bu gerçek, Araplara peygamberlerden gelen tarihi kayıtlarda ve rivâyetlerde de
    yer alıyordu. Arabistan’ın çevresindeki memleketlerde ha­tırı sayılır
    peygamberler doğmuştu. (Örneğin, Hz. Musa, Hz. Davûd, Hz. Süleyman ve Hz. Îsa
    (a.s.) gibi.) Bunların getirdikleri şeriat ve dini inanç­lar da bazı tarihi
    eserlerde ve kutsal kitaplarda bulunuyordu. Ayrıca onlar­la ilgili çeşitli
    rivâyetler de meşhurdu.

    Araplar arasında en çok yaygın olan bir rivâyete göre,
    Arabistan’ın eski dini Hz. İbrahim’in diniydi ve Araplar arasında putperestlik
    ve şirk Amr bin Luhayy adlı bir kişi tarafından başlatılmıştı. Şirk ve
    Putperestli­ğin her tarafa yayılmış olmasına rağmen bazı bölgelerde şirki
    reddeden, put ve tanrıları tekzip eden ve tek Allah’a inanan bazı kişi ve
    gruplar var­dı. Hz. Peygamber (a.s.)’in doğuşundan kısa bir süre önce Mekkeli
    Arap ve diğer bazı kimselerin “hünefâ” Hanifler olarak bilindikleri tarih
    kitap­larında yazılıdır. Hünefâ olarak bilinen kişiler arasında şu zâtların
    isimleri geçiyor: Kuss bin Sa’ide-tul İyadi, Umeyye bin Ebhi-s Salt, Suveyd bin
    Amrel-Mustalıkî, Vakf bin Seleme bin Züheyr-ul İyadi, Amr bin Cündüb-ul Cühenî,
    Ebû Kays Sarme bin Ebî Enes, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Va­raka bin Nevfel, Osman
    bin el-Huveyris, Ubeydullah bin Cahş, Âmir bin Ez-Zarb-ul Advanî, Allâf bin
    Şihâb ut-Temîm’, El-Mütelemmis bin Ümeyyet-ul Kinânî, Züheyr bin Ebî Selmâ.
    Hâlid bin Sinan bin Ğays-ul Absi ve Abdullah el Kudâî. Bunlar, Allah’ın tek
    oluşuna inanan kişilerdi ve müşriklerin putperestliğinden nefret ederlerdi.
    Demek ki, bunların bu düşünceleri ve inançları geçmişteki peygamberlerin
    talimatından kaynak­lanıyordu. Buna ilâveten, Yemen’de beşinci yüzyıla ait
    olduğu belirtilen kitabeler çıkmıştır, ki bu kitabelerden bu bölgede tek Allah’a
    inanan kişi­lerin bulunduğu anlaşılıyor. Bunlar, Rahman ve Rahim olan ve gök ile
    yeryüzünün sahibi olan tek bir tanrıya inanırlardı. M.S. 378 yılına ait bir
    mabedden çıkarılan bir yazıtta şöyle bir ibareye rastlanıyor: “Bu mâbed,
    göklerin ilâhı ve Rabbi’ne ibadet için yapılmıştır.” M.S. 465 yılına ait olan
    başka bir yazıtta şu sözlere rastlanıyor: “Gökler ile Yeryüzünün Rabbi” Aynı
    döneme ait olan bir başka kitabede “Rahman” denilen tanrıdan söz edilmiştir. Bu
    kitabe bir mezardan çıkarılmıştır. Aynı şekilde, Kuzey Ara­bistan’da Fırat nehri
    ile Kınnasrîn arasında Zebed mevkiinde çıkarılan M.S. 512 senesine ait olan bir
    kitabede şu kelimeler yazılıdır: “Bi ismi-l-ilâhi, lâ ‘izze illâ lehü, lâ şukra
    illâ lehu” Bütün bunlar, Hazreti Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in peygamberlik mevkiine
    getirilmesinden önceye kadar geç­miş peygamberlerin öğretilerinin Arabistan’dan
    tamamıyla silinmediğini göstermektedir. Dolayısıyla, Araplara “Rabb’iniz tek bir
    Allah’tır” diye hatırlatmak için pek çok imkânlar vardı.

    Tek Allah’a inananlar, başka bir deyimle “Hunefa”, diğer
    Arapların en çok müptelâ oldukları şu üç günahtan kaçınırlardı: (a) Şirk, yani
    Al­lah’a ortak koşmak, (b) masum insanları öldürmek ve (c) fuhuş ve zina.[1]

    15.2. SABİİN (SABİÎ’LER)

    Eski çağlarda Sabiî adında iki grup vardı. Birincisi, Hz. Yahya
    (a.s.)’ya tabi olanlar, ki Yukarı Irak (eski El-Cezîre bölgesi)’ta hayli
    kala­balık bir grup oluşturuyorlardı. Bunlar Hz. Yahya’yı taklid ederek “takdis”
    ananesini sürdürüyorlardı. İkincisi, yıldıza tapanlar, ki dinlerinin Hz. Şît
    (a.s.) ile Hz. İdrîs (a.s.)’den kaynaklandığını iddia ederlerdi, inançlarına
    göre, evrendeki bütün doğa olayları üzerinde yıldızlar ve yıldızlar üzerin­de de
    melekler hâkim idi. Bu grubun merkezi Harran olup, mensupları bütün Irak’a
    dağılmış vaziyette idiler. İkinci grup, felsefe, bilim ve tip alan­larında hayli
    başarılı çalışmalar yapmıştır. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de sözü edilenlerin, ilk
    gruba bağlı Sâbiîn olduğu kuvvetle muhtemeldir. Zira, ikinci grup (Sâbiîler)
    herhalde, Kur’ân-ı Kerim’in inişi sırasında aynı isim­le meşhur değildi.[2]

    15.3. MECUSİLER

    Yahudiler ve Hıristiyanlar dışında diğer milletlere Ehl-i kitap
    denemez. Zira, bu milletlerin dışında hangi milletlere Allah’ın kitabı inmişse,
    onlar bu kitapları tamamıyla tahrif etmiş veya ortadan kaldırmıştır ve ne
    inanç­larında ne de hareketlerinde geçmiş peygamberlerin talimatından herhangi
    bir eser kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) Mecusileri
    “kitap sahipleri” arasında saymamıştır. Halbuki, Mecûsîler, peygamber olduğu
    sanılan Zerdüşt’e inanıyorlardı. Müslümanlar ile Ha-car’lı Mecusiler arasında
    konuşmalar yapılırken, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanlara şunları söylemişti:
    “Bunlara Ehl-i kitab’a yapılan muamele­yi yapın”. Yani, direkt olarak “kitap
    sahipleri” veya “Ehl-i kitap” oldukla­rım söylememişti. Ayrıca, Hz. Peygamber
    efendimiz (a.s.) Hacar’lı Mecû­silere gönderdiği mektupta şunları açıkça
    yazmıştı:

    “Eğer İslâmiyeti kabul ederseniz, siz de bizim sahip olduğumuz
    hak­lara sahip olacaksınız ve siz de taşıdığımız mesuliyetleri taşıyacaksınız.
    Fakat İslâmiyeti kabul etmeyenler cizye ödeyecekler, kestikleri hayvanla­rın
    etleri yenmeyecek ve kadınlarıyla kimse nikâh etmeyecek.”

    Aydınlık için ayrı, karanlık için de ayrı tanrıların bulunduğuna
    inanan İranlı ateşperestler kendilerinin, Zerdüşt’e tâbi olduklarını
    söylerlerdi. Fa­kat din ve ahlâkları son derece bozulmuştu. Hatta bunlar
    arasında öz kar­deşiyle evlenmek de caizdi.[3]

    15.4. DİNSİZLİK

    15.4.1.
    Dinsizliğin Hakikati

    Dünyadaki hayat, her şeye yüzeysel olarak bakanları oldukça
    yanılt­maktadır. Bazıları, her şeyin bu dünyada olup bittiğini zanneder. Yaşamak
    da ölmek de bu dünyaya aittir sanırlar. Bu dünyadan sonra başka bir hayat
    olmadığını düşünürler. O halde ne yapılacaksa bu dünyada yapılması ge­rektiğine
    inanırlar.

    Bazı kimseler, her şeyin yaratıcısının Allah olmadığını
    zannederler, inançlarına göre dünyadaki ve evrendeki her şey bir tesadüften ve
    madde­ler arasındaki temas, gerginlik, patlama ve çatışmadan meydana gelmiştir
    ve ayakta durmaktadır ya da işlemektedir. Bunda hiçbir hikmet veya usta­lık
    yoktur.[4]

    Aralarında Hz. İbrahim’in kavminin de bulunduğu, bütün müşrik
    mil­letler her zaman kendi tanrılarının bir yerde Allahu Teâlâ’nın ortağı
    oldu­ğuna inanmışlardır. Dinsiz ve maddecilerin dışında kimse bu dünya ve
    ev­renin Allah’ın bir eseri olduğuna şüphe etmemiştir.

    Fakat işin gerçeği şudur ki, ister müşrik, ister kâfir, ister
    dinsiz veya maddeci olsun, kimse Allah’ı ve ahireti kesin bir şekilde inkâr
    edemez; za­ten etmemişlerdir de. Zira, kesinlik ve katiyet ancak sağlam ve
    güvenilir bilgiye dayanınca söz konusu olur. Oysa, kimse Allah’ın olmadığı veya
    tanrıların çok olduğu hakkında kesin bilgiye sahip değildir. Aynı şekilde
    tanrılıkta ortaklığın bulunduğunu veya âhiretin bulunmadığını da kati’yetle
    söyleyemezler. O halde, dünyada bu tür inanca sahip olan kimseler sa­dece tahmin
    ve kıyas üzerine hayali bir bina yapmışlardır. Bu binanın te­meli şüphe ve
    ihtimal üzerine atılmıştır. Bu şüphe ve vesvese onları sapık­lığa götürür. Bu
    gibi kimseler Allah’ın varlığından şüphe ettiler. Tevhid kavramına şüphe ile
    baktılar. Âhiretin olacağından şüphe ettiler. Ve bu şüphe gittikçe kalplerine
    yerleşti ve katı bir inanca dönüştü. Neticede, Al­lah’ın peygamberlerinin
    öğretilerini tümüyle reddettiler, Allah’ın sevgili kullarının bütün vaaz ve
    nasihatlarına kulaklarını tıkadılar.

    Ben Kur’ân-ı Azimüşşân’ı ne kadar tetkik edebilmişsem ve
    insanlık tarihini ne kadar inceleyebilmişsem, onlara dayanarak söyleyebilirim
    ki; dünyada hiçbir ümmet, millet veya toplum toptan hiçbir zaman Allah’ın
    varlığını inkâr etmemiş veya alenen dinsiz olduğunu ilân etmemiştir. Ga­yet
    tabii ki bazı istisnaî dumanlar olmuş, bazı kişi ve gruplar, özellikle
    kendilerine aydın ve filozof diyen zümreler, zaman zaman dinsizliklerini ilân
    etmiş ve Allah ile âhireti de inkar etmişlerdir. Ama bunların sayısı, bir
    peygamberin sadece kendileri için gönderilmesini gerektirecek kadar çok
    olmamıştır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerim’de bu tür şahıs ve zümrelere kısa
    işaretler yapılmıştır, ama peygamberler her zaman daha çok sayıda ve kitle
    halinde bulunan müşriklere gönderilmişlerdir. Peygamberlerin davet ve
    mesajlarının muhatapları doğrudan müşrikler ol­muştur. Fakat Tevhid için
    müşriklere öyle deliller sunulmuştur ki, bunlar­la aynı zamanda dinsizlerin
    görüşü ve inancı da büsbütün çürütülmüştür.

    15.4.2. Şirk İle
    Dinsizliğin Tekzibi

    Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’in Neml suresinin 60. âyetine bakalım:

    “Gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indirip onunla
    güzel bahçeler yapan kimdir? Siz onların ağaçlarını bile bitiremezdiniz. Allah
    ile beraber başka bir ilâh var mıdır? Hayır, onlar haklan sapan bir
    ka­vimdirler.”

    Kur’ân-ı Kerim’in bu âyetinde ve daha sonraki âyetlerde sorulan
    soru­larla sadece müşriklerin batıl inançları tekzip edilmemiştir, aynı zamanda
    dinsizlerin maddeciliği de şiddetle reddedilmiştir. Meselâ, ilk soruda yağ­muru
    yağdıran ve bunun vasıtasıyla bitki, ot ve ağaçları yetiştirenin kim olduğu
    sorulmuştur. Şimdi biraz düşünelim, topraktan bin bir çeşit bitki ve ağacın
    çıkması ve taptaze kalması için gerekli olan topraktaki çeşitli kim­yasal
    maddeler, bizzat toprağın uygun miktarı ve kalitesi, gerek bitkiler gerekse
    diğer canlıların yaşayabilmesi ve beslenmesi için gerekli olan bel­li bir kalite
    ve miktardaki su, bu suyun okyanuslardan kaldırılıp bulutlar şeklinde çeşitli
    mıntıkalara rüzgâr aracılığıyla ulaştırılması ve dünyanın her tarafında belli
    bir mevsim ve zamanda yağmura dönüştürülüp yağdı­rılması, gerek nebat gerekse
    insan ve hayvanların doğup büyümesi, bes­lenmesi ve yaşaması için lâzım olan
    belli miktardaki toprak, rüzgâr, hava, su, ısı v.s.’nin sağlanması ve
    cansızların diğer her türlü ihtiyaçlarının kar­şılanması, bütün bunlar büyük bir
    plâncı, dâhi bir teşkilatçı ve üstün bir varlığın irâdesi, kabiliyeti, kuvvet ve
    kudreti olmaksızın mümkün olabilir miydi, gerçekleşebilir miydi? Bütün bunlar
    bir rastlantı, bir tesadüf olabi­lir mi? Bir rastlantı veya beklenmedik bir
    gelişme, bu kadar düzenli ve sa­at gibi tıkır tıkır çalışan bir düzen meydana
    getirebilir mi? Hem öyle bir düzen ki, binlerce, yüz binlerce ve hatta
    milyonlarca yıllardan beri aynı şe­kilde ayakta durmaktadır ve hiçbir eksikliğe
    veya aksaklığa uğramamıştır.

    15.4.3.
    Kainât’taki Nizam ve Ahenk Bir Tesadüf Değildir

    Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi, yeryüzünün, sınırsız ve rengarenk
    nü­fus için oturma yeri olması basit bir hadise değildir. Yer küremiz uzayda bir
    boşlukta bulunmaktadır. Asıldığı bir direk veya kanca yoktur. Üzerinde durduğu
    bir kalıp da yoktur. Bu yusyuvarlak şey havada durmaktadır. Fakat yine ne bir
    dengesizlik ne bir sarsıntı veya titreşim vardır. Yer küre­mizde en ufak
    fiziksel ve kimyasal değişiklikler yüzünden korkunç dep­remlerin meydana
    geldiğini biliyoruz. Bu sebeple, dünyamız mihverinde sağlam ve titreşimsiz
    durmasaydı, sürekli ve çok büyük depremler nede­niyle büyük tahribata uğrar,
    hatta paramparça olurdu. O zaman üzerinde ne İnsanlar bulunurdu ne bitki veya
    diğer canlılar. Yer küremiz düzenli bir şekilde güneşin önüne çıkar ve arkasına
    girer, bazen güneşe yaklaşır, bazen bundan uzaklaşır… Bu olmasaydı ve yer
    küresinin sadece bir yanı gü­neşin önünde bulunsaydı, yine insan nüfusunun
    bulunması imkânsız ola­caktı. Dünyamız atmosfer denilen 500 mil kalınlığında bir
    hava tabakasıy­la çevrilidir. Bu hava tabakası bir bakıma, dünyamızın savunma
    hattıdır ve bizi günde saniyede 30 millik bir hızla dünyaya düşen 20 milyon
    gök­taşının korkunç bir bombardımanından korumaktadır. Aynı hava tabakası ısıyı
    da kontrol altında tutuyor, denizlerden suların buhar olarak üzerimize bulut
    gibi gelmesini ve yağmur olarak yağmasını sağlıyor ve gerek insan gerekse hayvan
    ve bitkilere gereken oksijen, hidrojen ve diğer gazları te­min ediyor. Kısacası,
    bu hava tabakası da olmasaydı, yerküremizde her­hangi bir hayat belirtisi
    olmayacaktı. Yeraltı kaynakları da insan, hayvan ve bitkiler için büyük önem
    taşımaktadır. Muhtelif madenler kimyasal maddeler ve yer altı zenginlikleri
    canlılara sadece yaşama imkânı sağla­mıyor, ayrıca refah ve mutluluklarını da
    güvence altına alıyorlar. Yer kü­remizde denizler, ırmaklar, nehirler, göller,
    kaynaklar, dereler ve pınarlar ile yeraltı su kaynakları şeklinde geniş su
    rezervi sağlanmıştır. Dağlarda ve tepelerde dondurulmuş su depoları vardır.
    İnsan, hayvan ve bitkilerin yaşamalarını kolaylaştırmak amacıyla sağlanmış olan
    unsurların, yani su, hava ve toprağın belli bir uyum ve orantı içinde olması ve
    her şeyin derli toplu bulunması için dünyamıza yer çekimi özelliği verilmiştir.
    Bütün bu faktörler birleşip dünyamızın yaşanacak bir gezegen haline gelmesine
    se­bep olmuşlardır. Aklı başında olan bir kimse bu müthiş nizam ve ahengin bir
    tesadüf olmadığını derhal anlayacaktır ve diyecektir ki, bu harika dü­zeni
    yaratan ve sürdüren herhangi bir tanrı, tanrıça, dev, cin, melek, ruh ve evliyâ
    değil, mutlaka en güçlü ve en kudretli bir Varlık’tır.

    15.4.4. Hayat ve
    Tekerrürü

    Hayat’ın meydana gelmesi için gereken bütün öğe ve etkenlerin
    uy­gun bir orantıda tesadüfen birleşmesi ve böylece kâinat ve içindeki her şeyin
    vücut bulması, dinsizlerin bilimsel olmayan bir teorisidir. Fakat, bu hususta
    matematiğin “Tesadüf Kanununu ele aldığımız takdirde bunun vuku bulma
    ihtimalinin “sıfır” olduğunu görürüz.

    Hayat soyut veya kopuk bir şey değildir. Bunun birçok şeylerle
    bağ­lantısı vardır ve hem de çok çeşitleri vardır. Zoologların ve jeologların
    tahminlerine göre halen yeryüzünde hayvanların bir milyon ve bitkilerin 200 bin
    çeşidi vardır. Bu milyonlarca tür kendi yapı ve özellikleri bakı­mından
    birbirinden o kadar farklıdır ve dünyanın doğuşundan beri bu hü­viyetlerini
    öylesine muhafaza ede gelmektedir ki, hiç bir Darwinci ve hiç­bir dar görüşlü ve
    sapık bilim adamının aklı bunlara ermez ve iyi bir şe­kilde kavrayamaz. Fakat
    iyi niyetli, objektif ve geniş görüşlü bir insan bü­tün bunların büyük bir
    varlığın muazzam bir plân ve sistemi olduğunu an­lamakta gecikmeyecektir.

    Şimdi biraz da yaradılışın tekerrürü sorununa eğilelim, Yaradan,
    her hayvan ve bitki türünün yapısında ve organizmasında öyle akıl almaz bir
    düzen ve uyum oluşturmuştur ki, bunlar aynı türden olanların sayısız ola­rak
    binlerce yıl ve yüz binlerce yıl kuşaktan kuşağa mükerrer doğmasına rağmen,
    herhangi bir değişikliğe ve eksikliğe uğramamıştır. Bir kuşaktan başka bir kuşak
    doğduğu zaman temel yapı ve özelliklerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
    Aslında her mahlûk ve bitki kendi başına birer fab­rika ve makinadır. Bu
    milyonlarca fabrika ve makinanın tek bir parçası bile arızalanmaz, bozulmaz ve
    kendi türünden başkasını üretmez. Bu sayı­sız üreme fabrikalarından hiçbirinin,
    başka bir yapıya veya özelliğe sahip bir tür ürettiği görülmemiştir. Zooloji
    veya hayvanat ilminin son bulguları bu hususta bize şaşırtıcı deliller
    sunmaktadır. Her bitkiye, kendi türünü tekrar üretme ve çeşitli nesillere kadar
    bu ameliyeyi sürdürme selâhiyeti verilmiştir. Ayrıca tekerrür etmiş olan bu
    üreme olayından sonra her tür, başka bir türden farklı olmaktadır. Bunların
    birbiriyle karışması söz konu­su olamaz. Bitkilerde, üremeleri ve nesillerini
    korumaları için gereken bü­tün öge ve etkenler minnacık bir hücreye konmuştur.
    Bu minik laboratuvar, her bitkinin kendi türüne göre doğması ve yetişmesini
    sağlamaktadır. Aynı durum hayvanlar ve İnsanlar için de geçerlidir. Bunlardan
    hiçbiri te­sadüfen veya aniden doğmamıştır. Bir defa doğduktan ve yetiştikten
    sonra da bu faaliyet durmamıştır ve hayat kendisini tekerrür etmeye devam
    et­mektedir. Bu hayat nizamı, üreme ve tekrar üreme işi küçük bir çapta de­ğil,
    akıl almaz bir çapta sürmektedir. Bütün bunlar son derece akıllı, basi­retli,
    uzman ve yetenekli bir Yaradan, Hayat Veren, Hayy ve Kayyum ol­maksızın mümkün
    olabilir miydi?

    Bütün bu açık deliller ve gerçekler bir müşrikin şirkine son
    vermenin yanı sıra, bir dinsiz ve maddecinin sapık fikirlerini de
    reddetmektedirler.

    15.4.5. Kainâtın
    Hakikatinin İki Yanı

    “Onlar, kendi kendilerine tefekkür etmediler mi ki, Allah
    gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri ancak hakkı yerleştirmek
    için ve muayyen bir müddetle yarattı?… (Rûm; 8)

    Yukarıdaki âyet-i kerimede âhiret lehinde iki delil daha
    verilmiştir. Burada, insanın kendi varlığının dışına bir göz atması ve kâinat
    nizamını incelemesi halinde iki gerçeği derhal göreceği belirtilmiştir.

    Bu gerçeklerden biri, kâinatın Hak üzerinde kurulmuş olmasıdır.
    Ya­ni bu tesadüfi, gayri ciddî, âni veya amaçsız bir olay değildir. Bu, bir
    ço­cuğun oyuncağı değildir, ki gönül eğlendirmek için lâf olsun diye yaratıl­mış
    olsun. Bu kumdan yapılmış bir ev değildir ki çocuklar burada evcilik
    oynayabilsinler. Tam tersine, bu çok ciddi ve plânlanmış bir olaydır. Bu öyle
    geniş ve düzenli bir düzendir ki, bunun her zerresi ve parçası, kendi
    Yaradan’ının büyüklüğü, ustalığı, hikmeti ve zekâsını dile getirmektedir. Bu
    düzenin her parçası için belli kaide, kural ve kanunlar vardır, her şey belli
    bir amaç ve gaye için yaratılmıştır ve ayakta bulunmaktadır. Zâten, insanların
    geliştirdiği medeniyet, ekonomi, sosyal düzen, kanun, siyaset ve kültür ile
    sanat da bu gerçeği ispatlamaktadırlar. İnsanların bu başarıla­rının, ancak
    evrenin temelinde bulunan kanun ve felsefe ile evrendeki her şeyin taşıdığı mânâ
    ve gayeye borçlu olduğu da bir gerçektir. Yoksa, in­san düzensiz ve amaçsız bir
    oyuncağa bir kukla gibi konmuş olsaydı, on­dan hiçbir bilimsel, uygar ve
    kültürel bir başarı beklenemezdi.

    Bu dünyayı ve bu kainatı böylesine bir hikmet ve basiretle
    yaratmış olan Hakim ve Habîr bir varlığın, İnsanlar gibi, üstün zihinsel ve
    bedensel güç ve yetenekler, seçme özgürlüğü, ahlâki his ve dünyasının sayısız
    di­ğer nimetleriyle birlikte bu dünyaya gönderdiği bir yaratığı hiçbir amaç ve
    hedef gütmeden yarattığı söylenebilir mi? İnsanlar dünyada iyi ve kötü iş­ler
    yaptıktan, fitne ve fesâd yarattıktan, adalet ve zulüm yaptıktan, her tür­lü
    günâh ve suç işledikten ve sevaba lâyık işler başardıktan sonra ölüp gi­decekler
    midir? Onlardan hiçbir hesap sorulmayacak mıdır? Onlara hiçbir mükafat
    verilmeyecek midir? İnsanlardan bazısı öylesine yüksek mevki ve makamda bulunmuş
    ve öylesine kuvvet ve kudrete sahip olmuşlardır ki, bir tek söz ve hareketleri
    hem kendilerini hem de kendileri gibi diğer binlerce insanın hayatını olumlu
    veya olumsuz yönde etkilemiştir, hatta hayvan ve bitkiler ile eşyalardan fayda
    veya zarar görmüşlerdir. Peki, bu insanların ölümünden sonra her şey bitecek
    midir? Defter tamamıyla ka­panacak mıdır?

    Bu hayat ve kâinat nizamını incelerken karşımıza çıkan ikinci
    bir ha­kikat da, burada hiçbir şeyin devamlılık taşımamasıdır. Her şey geçici ve
    bitimlidir. Her şeyin bir ömrü vardır. Ömrünü tamamlamış olan her şey ve her
    yaratık varlığını yitirmiş oluyor. Aynı durum kâinat için de söz konu­sudur.
    Burada faal olan bütün kuvvetler sonsuz olmayıp sınırlıdırlar. Belli bir zaman
    kıskacında varlıklarını sürdürüp kayboluyorlar. Bu eşya, mahlûk ve kuvvetler
    tabii ömürlerini tamamlayarak yok olacaklardır ve her şey yitip tükenecektir.
    Eski çağlarda bilim ve teknik o kadar gelişme­diği için dinsiz filozof ve bilim
    adamlarının, dünyamızın ezelden varoldu­ğu ve ebediyen de devam edeceği görüşü
    belki de bazı kimseler tarafın­dan benimsenebilirdi. Fakat çağımızda, modern
    bilimin bulguları ve bu­luşları, varolma ve yok olma konusunda dinsizler ile
    Tevhid’e inananlar ve imanlı kişiler arasında yüzyıllardan beri süregelen
    tartışmada ağırlığını imanlı kimselerden yana koymuştur. Artık ne dinsizler ne
    de bunların yo­lundan giden diğer sapık kimseler dünyanın tesadüfen meydana
    geldiği, ezelden varolduğu ve ebediyete kadar devam edeceği görüşünü ileri
    süre­mezler. Geçmişte dinsiz ve maddecilerin bütün felsefesi, maddenin hiçbir
    zaman yok olmaması inancına dayanırdı. Bu inanca göre, madde sadece şekil
    değiştirebilir, ama hiçbir zaman yok olamazdı, yani madde olma hu­susiyetinde
    herhangi bir değişiklik olmaz ve miktarında da bir azalma ola­mazdı. Buna
    dayanılarak, bu maddeler dünyanın ne başı ne de sonu oldu­ğu iddia edilirdi. Ne
    var ki, çağımızda atom enerjisiyle ilgili yapılan araş­tırma ve çalışmalar
    göstermiştir ki, enerji veya kuvvet maddeye dönüşebi­lir ve madde tekrar enerji
    haline gelebilir’. Madde, kuvvete veya enerjiye dönüşünce ortada ne şekil
    kalıyor ne genel çizgileri; tamamıyla ortadan kalkmış oluyor. Zamanımızda, “Termo-Dinamik
    ile ilgili ikinci kanun” kâinatımızın ve maddeler aleminin ne ezeli ne ebedi
    olabileceğini ispatla­mıştır. Aksine, bunun için bir sınır ve çerçeve
    getirmiştir. Dünyamız ve kâinatımız bu sınır ve çerçeve içinde bir gün başladığı
    gibi mutlaka sona erecektir, yok olacaktır. Demek ki modern bilim ve teknoloji,
    kıyâmetin inkârını değil, kıyâmetin mutlaka meydana geleceğini delillerle ortaya
    koymaktadır. Yani fen ve bilime dayanılarak kıyâmet inkâr edilemez. Ve bir
    konuda fen ve bilim pes etmişse, gayet tabii ki, felsefe için sesini çı­karmak
    ve ayakta durmak bile mümkün olamayacaktır.



     




    [1]
    Hz. Nebi-yi
    Kerim (a.s.) pek çok hadislerde bu konuya temas etmiştir. Meselâ Abdullah
    bin Mes’ûd’un bir rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)’a, “en büyük günah
    nedir?” diye sorulduğunda buyurdular ki, “Allah’ın bir rakibi olduğunu kabul
    etmek. Halbuki seni Allah yaratmıştır.” Bundan sonra en büyük günahın ne
    olduğu sorulduğunda buyurdular ki, “Senin yiyeceklerinden pay alacak
    korkusuyla evlâdını öldürmek.” Daha sonra soruldu; “bundan sonra en büyük
    günâh nedir?” Dedi­ler ki, “Senin, komşunun karısıyla zina etmen” (Sahih-i
    Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve Ah­med). Bunun dışında çok sayıda günah-ı
    kebire de vardır, ama o sırada Arap toplumunda yukarıda­ki günahlar daha
    yaygındı ve müslümanların bunlardan kurtulmaları öğütlenmişti.



    [2]
    Bu hususta
    Mahmud Şükrü Âlûsînin topladığı bilgiler şunlardır: “Sabiîler, büyük
    üm­metlerden biridir. Sâbiîler hakkında ne kadar bilgi edinebilmiş ise o
    kadar da ihtilâf çıkmıştır. Bun­ların iki çeşidi vardır: Mü’min ve Kâfir.
    Bunlar Hz. İbrahim Halilullah (a.s.)’ın ümmetiydiler. Hz. İbrahim işte
    bunlara peygamber olarak Allah tarafından gönderilmişti. Merkezleri
    Harran’dı ve oturdukları bölgede bu dolaylar idi. Birinci çeşit Sabiîler
    Hanif dinine mensuptular, ikinci çeşidi ise müşrik ve kâfirdi. Müşrik
    olanlar 7 yıldız ve 12 burca saygı gösterir ve mâbedlerinde putlar
    bu­lundururlardı, resimlerini çizerlerdi. Yıldızlara adanan mâbedler de
    vardı. Mabedlerinin en büyüğü güneşe adanmıştı. Ayrıca, Jüpiter, venüs,
    merih ve diğer bazı yıldız ve gezegenler için mâbedler yapılmıştı. Her
    yıldız ve gezegen için kendine mahsus ibadet ve dualar vardı. Müslümanlar
    gibi onlar da beş vakit namaz kılardı. Sabiilerden bazıları Ramazan ayında
    oruç da tutardı ve Kâbe’ye dönerek namaz da edâ ederdi. Mekke’yi saygıyla
    anar ve hac için bu şehre giderlerdi. Ölüler, ölü hayvan veya domuz etini
    yemezlerdi. Evlilik konusunda hemen hemen müslümanların inançlarını
    taşırlardı. Bağdad’da bazı hükümet ve devlet erkânı ve mezhepten idiler.
    Bunlar arasında Yazışma Dairesi yetkilisi ve bazı ünlü eserlerin yazan Bilal
    bin El-Muhsin es-Sâbî de vardı. Müslümanlar­la oruç tutar, ibadet eder zekât
    öder ve haram şeylerden kaçınırdı. Sabiî dini muhtemelen bütün dinlerin iyi
    ve yararlı şeylerinden oluşuyordu.

    Kureyşli kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’i Sabiî olarak
    çağırırlardı, sahabelerine de Subat der­lerdi. (Bülûğ-ul Arab, Urduca
    tercümesi, C. III. s. 117-120).



    [3]
    Arap
    ateşperestleri hakkında Allame Mahmud Şükrü Alûsî şunları yazmaktadır:
    “Arap­lar arasında ateşe tapanlar çok azdı. Bunlar herhalde, İranlı’lardan
    ve Mecusilerden etkilenen kişi­lerdi. Ateşe tapma geleneğinin dünyada Kâbil
    zamanından beri bilindiği belirtiliyor. Dünyada ateş yeri yapan ve ateşe
    ibadet eden ilk insan Kabil’di. Bu geleneği Mecûsîler kabul edip bir din
    şeklin­de geliştirdi. Mecûsîler sayısız ateş yeri inşa eltiler ve bunlar
    için kâhin, muhafız ve hizmetçiler tâyin etliler. Bu kâhin ve hizmetçiler
    ateşin bir ân bile sönmesine izin vermiyorlardı. Nitekim İran şahı Feridun,
    Tus kentinde muhteşem bir ateş yeri inşa ettirdi. Aynı hükümdar başka bir
    ateş yeri­ni Buhara’da yaptırdı. Behmen Şâh, Sicistan’da bir ateş yeri inşa
    ederken Ebû Katâde de bir ateş yerini Buhara’da yaptırdı. Ateşe tapanların
    çok çeşitleri vardır. Bunların bir grubu, ateşe bir insanın veya canlı bir
    mahlukun atılması veya yanmasını haram olarak kabul eder. Fakat diğer
    taraftan, bunların başka bir grubu var ki ateşe tapma sevdasıyla bazen
    evlâtlarını ve hatta kendilerini bile ateşe atarlardı.

    Ateşe tapanlar arasında derviş ve ermiş kabilinden
    kişiler vardır ki ateşin etrafında oruç tutar ve murakabeye giderler. Bunlar
    genellikle doğruluk, dürüstlük, güzel ahlâk, namusluluk ve adalet hakkında
    nasihatlerde bulunurlar. İbn Kuteybe’nin “Kitâb-ul Ma’ârif’te dediği gibi,
    “Benî Te­mimde Mecusilik yaygındı. Zürâre bin Udus’ul Temimi ve oğlu Hâcib
    bin Zürâre mecusî idiler. Zürâre öz kızıyla evlenmişti, ama sonradan bundan
    pişmanlık duydu. Mecûsî olanlar arasında Ak-re’ bin Habis (ki sonradan
    sahabe oldu) de vardı. Vekî bin Hassan’ın büyükbabası Ebul Esved de mecusî
    idi. (Bülûğul Edeb, c. HI, s. 138-141).



    [4]
    Kur’ân-ı
    Kerîm’de dinsizlere de kısaca değinilmiştir ve taşıdıkları düşüncenin çürük
    oldu­ğu belirtilmiştir. Bu demek oluyor ki dinsizlerin bir grubu
    Arabistan’da vardı, ama küçüktü. Allâme Mahmud Şükrü Alûsî Arap
    dinsizleriyle ilgili şunları yazmıştır: “Arabistan’da dinsizler de vardı.
    Bunlar Yaradan ile yaratılar arasındaki bağın yok olduğunu sanıyorlardı.
    Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bunlardan bahsedilirken şöyle denilmiştir: ‘Hayat
    sadece bu dünyanın hayatidir. Biz ölüyoruz ve yaşıyoruz ve bizi zamandan
    başka bir şey helâk etmez”.- Bu dinsizlerin iki grubu vardı. Düşünce ve
    inançları çok yaygın olan ilk grupla olanlar şöyle derlerdi: “Eşyaların
    hiçbir başlangıcı yoktur. Eşyalar sadece kuvveden fiile geçer. Onun için,
    önce kuvvede olan bir şey fiile geçince eşyaların terkibi ve ayrıntıları
    kendiliğinden ortaya çıkar. Bu hususta bunlara müdahale eden veya yardım
    eden bir şey yoktur. Bu cihan ezelden böyledir ve ebe­diyete kadar devam
    edecektir. Bunda ne bir değişiklik olacaktır ne de çökmesi ve eksilmesi söz
    konusudur. Dünyamız içinde bulunan bütün cüzleri sımsıkı tutmaktadır…”
    Şehristânî’nin “Kitab-ul Milel ven-Nihâl”inde dinsizlerden bahsedilirken
    bunların, yaratıkların dirilmelerinin inkarcısı olduğu belirtilmiştir.
    Bunlara göre tabiat canlıları yaşatır, zaman ise yok eder… Aslında dinsiz
    ve maddeciler ile tabiata tapanlar ve her şeyi tabiata bağlı olduğunu ileri
    sürenler arasında hiçbir fark yoktur.” (Bülûğ-ul Edeb Urduca terc. c. III,
    109-116)

  • GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI



    On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI



    13.1. GİRİŞ



    13.2. Hz. NUH (A.S.)’UN ÜMMETİ



    13.2.1. Büyük Bir Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar



    13.2.2. Nûh Kavminin Kötü Yola Sapması



    13.2.3. Hz. Nuh’un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları



    13.2.4. Azâb



    13.2.5. Tufan Evrensel Nitelikte miydi?



    13.2.6. Nuh’un Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur



    13.3. ÂD KAVMÎ



    13.3.1. Tanımlama



    13.3.2. Âd Kavminin Oturduğu Yer



    13.3.3. Ad Kavminin Yaşadığı Bölge’nin Bugünkü Durumu



    13.3.4. Felaketten Önceki Bolluk ve Refah



    13.3.5. Âd Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur’ân-ı Kerim’in İfadeleri



    13.3.6. Âd Kavmine Allah’ın Azabının Gelmesinin Sebebi



    13.3.7. Allah’ın Azabıyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm’in Açıklamaları



    13.4. SEMÛD KAVMÎ



    13.4.1. Tanımlama



    13.4.2. Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge



    13.4.3. Semûd Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar



    13.4.4. Maddî Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk



    13.4.5. İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi



    13.4.6. Hayır İle Şer Arasındaki Mücadele



    13.4.7. Mu’cize Gösterilmesi İçin Çekilen Restler



    13.4.8. Kesin İşaret



    13.4.9. Dişi Devenin Öldürülmesi



    13.4.10. Hz. Salih’e Karşı Şirretlilerin Tertibi



    13.4.11. Azâbın Ayrıntıları



    13.4.12. İman Sahipleri Kurtuldu



    13.4.13. Semûd Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları



    13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)’İN ÜMMETİ



    13.5.1. Hz. İbrahim’in Doğduğu Yer



    13.5.2. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler



    13.5.3. Nannâr Tanrı’nın Yeri ve Mevkii



    13.5.4. Nemrud’un Saltanatının Başlangıcı ve Sonu



    13.5.5. Hz. İbrahim’in Öğretilerinin Etkileri



    13.5.6.Tam Bir Şirk Medeniyeti



    13.5.7. Nemrudî Şirk Nizamının Değerlendirilmesi



    13.5.8. Hz. İbrahim’in Tevhid’e Davetinin Siyasi Yönleri



    13.3.9. Hz. İbrahim’in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller



    13.5.10. Nemrud’un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah’ın Çiçekleri



    13.5.11. Talmud’daki Kayıtlar



    13.6. LÛT KAVMİ



    13.6.1. Lût Kavminin Yaşadığı Bölge



    13.6.2. Lût Kavminin Sapıklığı



    13.6.3. Talmud’un Açıklamaları



    13.6.4. Kur’ân-ı Kerîm’in Az ve Öz İfadeleri



    13.6.5. Peygamber’in Davetine Tepki



    13.6.6. Meleklerin Gelişi



    13.6.7. Hz. Lût’un Endişe ve Telâşı



    13.6.8. Azâb’ın Gelişi



    13.6.9. Olayın Ayrıntıları



    13.6.10. Son Buluşlar



    13.7. SABÂ (SEBE’) HALKI



    13.7.1. Sabâ (Sebe’) Halkının Yaşadığı Bölge



    13.7.2. Tanınmış ve Çalışkan Bir Millet



    13.7.3. Sabâ (Sebe’) Kavminin Dini Tarihi



    13.7.4. M.Ö. 650’den Önceki Dönem



    13.7.5. M.Ö. 650 ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem



    13.7.6. M.Ö. 115 ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem



    13.7.7. M.S. 300’den İslâmiyet’in Doğuşuna Kadar Olan Dönem



    13.7.8. Sabâ (Sebe’) Kavminin Maddi Yükselişi



    13.7.9. Ticarette Çöküşün Başlaması



    13.7.10. Allah’ın Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet



    13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ



    13.8.1. Tarihî Bulgular



    13.8.2. İki Ayrı Kabile’ye Tek Bir Peygamber



    13.8.3. Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar



    13.8.4. Doğru Yola Davet’in Tepkisi



    13.8.5. Medyenlilere Gelen Azâb



    13.8.6. Eykelilere Allah’ın Azabı



    13.9. HZ. YUNUS (A.S.)’UN ÜMMETİ



    13.9.1. Hz. Yunus (a.s.) İle İlgili Bilgiler



    13.9.2. Kur’ân-ı Kerîm İle İncil’de Hz. Yunus’un Kıssası



    13.9.3. Hz. Yunus’un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması



    13.10. İSRAİL OĞULLARI



    13.10.1. İbrahim (a.s.) Soyunun İki Kolu



    13.10.2. Filistin’de Şirk Devri



    13.10.3. İsrail Oğullarının Yozlaşması



    13.10.4. Babil’in Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu



    13.10.5. Onarım ve Yenileme Dönemi



    13.10.6. Yunan Egemenliği ve Buna Karşı Direniş



    13.10.7. İsrail Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri



    13.10.8. Son Uyarı



    13.10.9. İsrail Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)’ya Yaptığı Kötü Muamele



    13.10.10. Hz. Îsa’ya Yapılan Kötü Muamele



    13.11. ESHÂB-ÜR RASS

     

    On Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK
    OLUŞU VE KALINTILARI

    13.1. GİRİŞ

    İnsanlık tarihine şöyle bir göz atın. Dünyayı sadece bir
    çiftlik, bir ti­yatro sahnesi, keyif çatma yeri ve gönlünce yaşama diyarı olarak
    kabul eden ve peygamberlerin gösterdikleri yol ve hakikatlerden saparak batıl
    inançlara esir olan ve dalâlete düşen milletlerin sonunun ne korkunç ve ibret
    verici olduğunu kendi gözlerinizle görün.

    Allah’ın gazabına ve azâbına uğrayan milletler ne yazık ki
    geçmişten hiçbir ders almamışlardır. Onlar her şeyi umursamazlıkla seyir etmiş,
    ilgi­sizlikle müşahede etmişlerdir. Kendilerinden önceki kavim ve ulusların
    uğradıkları akıbet onları fazla tedirgin ve huzursuz etmemiştir. Harabeleri
    seyrederken de kaygısız bir seyirci tavrını takınmış, tarihi okurken de ib­ret
    almaları gereken şeylerden ibret almamışlardır. Demek ki, hidayet bul­muş ve
    hidayet bulamamış kişi ve toplulukların görüş açısında önemli bir fark vardır.
    Sapık, dinsiz ve kâfir milletler, milletlerin hataları ve uğradık­ları akıbetten
    hiçbir ders almamaktadırlar. Ama imanlı ve inançlı kişiler ile topluluklar
    geçmiş milletlerin akıbetinin neden böyle olduğunu düşü­nerek düştükleri hata ve
    itaatsızlıktan tekrarlamamaya dikkat etmektedir­ler. Biri tarih yaratıyor, ama
    tarihten ders almıyor, her şeye seyirci kalı­yor. Öbürü hem tarih yaratıyor hem
    tarihin anlamını kavramaya çalışıyor. Tarihte geçenlerden ders alıyor ve bu
    hayatın ötesindeki gerçeklere ulaş­mak için olanca gücüyle çalışıyor.

    İnsanları ıslâh etmek, hidayete götürmek üzere vazifelendirilen
    kişiler yine o insanlardan doğmuş, büyümüş ve yetişmişlerdi. Hz. Îsa, Hz. Musa,
    Hz. İbrahim ve Hz. Nuh (a.s.) kimlerdi? peygamberlik payesine yükselmeden önce
    bizim ve sizin gibi insanlardı. Bu temiz ve yüce insanların çağrılarına uymayan,
    kendi hayalleri ve arzularının peşinde koşan kavim­ler ve milletlerin sonunun ne
    olduğunu siz iyi bilirsiniz. Sizlerden pek ço­ğu iş veya turistik seyahatler
    sırasında pek çok tarihî yerler görmüşlerdir. Bazılarınız eski kavim ve
    ümmetlerin yaşadıkları bölgelerden de geçmiş­lerdir herhalde. Bazılarınız belki
    de Âd, Semûd, Medyen ve Lût kavimle­rinin bulunduğu yerler ve harabeleri de
    görmüştür. Siz oradan bir ders al­madınız mı? Bu ümmet ve ulusların bu dünyada
    uğradıkları kötü ve kor­kunç son, ahirette daha kötüsünü göreceklerinin bir
    belirtisidir. Buna kar­şılık doğru yolu bulan ve kendilerini ıslâh eden
    milletlerin ahirette mükafatların daha iyisini, daha güzelini görecekleri de bir
    gerçektir. Siz bunları bilmiyor musunuz?

    Peygamberlerin vaaz ve telkinlerini kabul etmeyen ve
    hayatlarının te­melini, tevhid, risâlet ve ahireti inkâr üzerine kuran uluslar
    eninde sonun­da büyük felâkete uğramışlardır. Tarih tekerrürden ibarettir ve
    Allah’ın yolundan sapan milletlerin kötü akıbetleri, bize ibret olsun diye
    tekerrür edilerek gösterilmiştir. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki, peygamberler
    yo­luyla insanlara ulaştırılan ahlâk düzeni ve buna göre ahirette yapılacak
    mahkeme ve duruşma, bazı inkâr edilmez gerçeklere dayanmaktadır. Çün­kü hangi
    millet bu düzeni bozmaya ve ilâhi kanunun dışına çıkmaya çalış­mış ve sorumsuzca
    hareket etmişse, hüsrana uğramış, kötü bir sonuçla karşılaşmıştır.

    İnsanlık tarihinde felâketle karşılaşan milletlerin tepe taklak
    düşüşünü hazırlayan unsurlar arasında kibir ve Allah’ın nimetlerini inkâr etmek
    en başta gelmektedir. Allah tarafından her türlü nimet, zenginlik, şan, şöhret
    ve saadetle mükâfatlandırılan milletler sonunda nankörlük etmeye, Allah’a isyan
    etmeye ve dünyada fesat ve zulüm etmeye başlamışlardır. Bu mil­letlerde toplum
    ahlak ve vicdanı öylesine bozulmuştur ki, aralarında haki­katleri bilen ve gören
    bazı kimseler kendilerini uyarmaya ve doğru yola getirmeye çalışmışlarsa da
    seslerini yeterince güçlü ve etkili çıkaramamış ve bu milletlerin felâketini
    önleyememişlerdir.

    Hakka talip olan ve Hakkı bilenler için bu kâinat Allah’ın
    işaretleriyle doludur. Bu işaretleri görüp, hatalarını derhal düzeltebilirler.
    Fakat küfür ve şirkle gözleri kararmış olanlar hiçbir şeyi göremezler. Ne
    gökteki işa­retler ne peygamberlerin Mu’cizeleri onları doğru yola getirebilir.
    Sapık­lıkları öylesine koyulaşmış ve kalpleri öylesine katılaşmış olur ki,
    Allah’ın azâbı gelip çatana kadar gözleri açılmaz. O zamana kadar zaten iş işten
    geçmiş olur.

    Cenâb-ı Allah bu gerçekleri göz önünde bulundurarak, Kur’ân-ı
    Ke­rim’in Şuarâ sûresinde tarihte adlarına sık sık rastlanan yedi kavim veya
    ümmetin cehâlet, dalâlet ve inatçılıklarını anlatmış ve bunların ne korkunç
    akıbetlere uğradıklarını dile getirmiştir. Cenab-ı Allah (cc.) bu kavimle­rin
    durumundan bahsederken, tutum ve davranışlarının, Mekkeli kâfir ve müşriklerden
    farklı olmadığına işaret etmiş ve bu hususta şu noktalara dikkati çekmiştir.

    Birincisi, Allah’ın alâmet veya işaretleri iki çeşittir.
    Bunların ilkini, bu dünyada ve kâinatta her tarafta görmek mümkündür. Aklı eren
    bir kişi bunları gördükten sonra, peygamberlerin naklettiklerinin doğru olup
    ol­madığını anlayabilir. İkinci tür işaretler de Fir’avn ve yandaşları ile,
    Nuh’un ümmeti, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin gördüğü alâmetlerdir. Mekkeli
    kâfirler bu işaretlerden hangisini görmeyi tercih ederler?

    İkincisi, kâfirlerin zihniyeti her devirde aynı olmuştur onların
    itiraz ve eleştirileri de temelde aynıdır. Allah’a, peygamberlerine ve ahirete
    iman etmemek için bahaneleri aynı olmuştur. Nihayet, sonları da aynı olmuştur.
    Buna mukabil, her çağda peygamberlerin talimatı hiç değişmemiştir. Siret ve
    ahlâkları aynı olmuştur. Muhaliflerine verdikleri cevap aynı olmuştur. Bunun
    gibi, Allah’ın ihsan ve rahmeti de aynı olmuştur. Tarihte ikisinin de örneği bol
    bol vardır.

    Geçmiş kavimlere kendi çağlarında yaşamak, huzur içinde gelişme
    kaydetmek ve refaha kavuşmak için her türlü imkânlar sağlanmıştı. Fakat onlar
    Allah’a isyan ve itaatsizliği uygun gördüler, dünyada fesâd ve zulmü yaydılar.
    Onları doğru yola getirmeye gelen peygamberlerin sözlerini din­lemediler. Demek
    ki onlar son fırsatı da kaçırdılar ve Allah’ın kendileri için hazırladığı
    imtihanda başarısız kaldılar. Bundan sonra onları cezalan­dırmak ve ortadan
    kaldırmaktan başka bir çare kalmamıştı. Bu örnekleri verdikten sonra Cenab-ı
    Allah Mekkeli kâfir ve müşriklere dernek istiyor­du ki, geçmiş milletlerin
    yapamadıklarını onlar yapmalıydı, doğru yolda bulunmalı ve Allah’ın
    nimetlerinden istifade etmeliydiler; yoksa onların sonu da aynı olacaktı.

    13.2. Hz. NUH (A.S.)’UN ÜMMETİ

    Hem Kur’ân-ı Kerîm’in ifadeleri hem İncil’deki kayıtlardan, Hz.
    Nuh’un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz topraklarda yaşamış ol­duğu
    kesinleşmiştir. Babil’in tarihî kalıntılarında bulunan eski belgeler de bu
    tesbiti doğrulamaktadırlar. Bazı kitabelerde, Kur’ân-ı Kerim’de ve Tevrat’ta yer
    alan, ve Musul’da geçtiği bildirilen tufan olayına benzer bir olaya da
    rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ile Ermenistan’ın eski tarihleri ile, nesillerden
    nesillere geçen rivâyetlerde de, tufan vak’ası ayrıntılı şekilde anlatılmıştır.
    Bu kayıtlara göre, tufandan sonra Hz. Nuh’un gemisi Musul yakınlarına gelerek
    durmuştu. Musul’un kuzeyinde İbn-i Ömer adası çev­resinde ve Türkiye toprakları
    içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh’un ge­misi ve diğer kalıntılarının
    bulunduğuna dair hâlâ çeşitli açıklamalar yapı­lıyor. Nahcivan halkı arasında
    hala yaygın olan inanca göre Musul’un te­melini Hz. Nuh (a.s.) atmıştı.

    13.2.1. Büyük Bir
    Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi Kayıtlar

    Hz. Nuh’un kıssasına benzer efsâne ve rivâyetler Yunan, Mısır,
    Hin­distan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski medeniyetlerin literatüründe yer
    almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve
    Avrupa ile Amerika’nın çeşitli bölgelerinde de Hz. Nuh tu­fanına benzer
    hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki, bu olay, bütün insan soyunun
    bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş ve daha sonra insanların
    çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmalarıyla oralara kadar
    çeşitli hatıra, rivâyet ve efsâneler gibi ulaş­mıştır. Dünyanın hemen hemen
    bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktı­ğında büyük ve müthiş bir tufandan
    bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın asıl mahiyetini,
    yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir. İnsanların hayal gücü ve
    anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.

    Hazreti Nuh (a.s.)’un gemisinin demirlendiği Cudi dağı,
    Kürdistan bölgesinde, İbn-i Ömer adasının kuzeyinde bulunuyor. İncil’de bu
    gemi­nin durduğu yerin Rus-Türk sınırındaki Ağrı dağı (Ararat) olduğu beyan
    edilmiştir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır, ki Ermenistan yaylasından
    başlayarak güneyde Kürdistan’a kadar uzanıyor. Cudi dağı işte bu dağlar
    silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur. Kadim tarih
    ki­taplarında geminin durduğu yer Cudi olarak kaydedilmiştir. Nitekim, Hz.
    Îsa’nın doğumundan 250 yıl önce Babil’in bir rahibi (Berasus) eski Keldani
    rivayetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh’un gemisinin Cûdî dağına
    yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo’nun öğrencilerin­den Abydenus ta
    kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu
    anlatırken, Irak’ta pek çok kişide bu geminin parçalarının bulunduğunu ve
    bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifa dağıtıldığını
    yazmıştır.

    13.2.2. Nûh
    Kavminin Kötü Yola Sapması

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Nuh’un kavmiyle ilgili yer alan kayıtlara
    bakı­lırsa bu milletin ne Allah’ı inkâr ettiği, ne Allah’tan habersiz olduğu, ne
    de Allah’a ibadetten kaçındığına tanık olunur. Nûh kavminin en büyük suçu
    Allah’a ortaklar koşmasıydı. Allah’ın yanında diğer bazı varlıkların da
    tan­rısal sıfatlar taşıdığı ve ibadete layık olduğu inancı, bu millette diğer
    bazı bozuklukların ortaya çıkmasına sebep oldu. İnsanların yarattığı tanrıları
    temsil etmek için toplum içinde imtiyazlı bir zümre beliriverdi. Bu zümre dini,
    siyasi ve iktisadî iktidar ve kontrolün odak noktası haline geldi ve kendi
    iktidarını korumak için İnsanlar arasında eşitsizlik, haksızlık ve
    ada­letsizliği yerleştirmenin yanı sıra fesâd ve zulmü arttırdı ve her türlü
    ahlâksızlığı körükledi.

    13.2.3. Hz.
    Nuh’un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları

    “Ve onlar (halkı kandırmak için) büyük hilelere başvurdular.”
    (Nûh; 22)

    Burada hilelerden, Nûh kavminin hâkim tabakası ile din
    adamlarının, halkı, Hz. Nuh’tan uzak tutmak ve onun talimatına uymamasını
    sağlamak için çevirdiği düzenler kasdedilmiştir. Meselâ, onlar diyordu ki, Nûh,
    siz­ler gibi alelâde bir insandır, ona vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz?
    (Bk: Hûd; 27), Nuh’u, halktan olanlar ve aşağı sınıftakiler hiç düşünme­den
    Allah’ın peygamberi olarak kabul etmektedir. Halbuki, Nuh’un söyle­dikleri
    azıcık önemli ve değerli olsaydı eşraf ve soylular O’na ilk önce iman ederlerdi,
    (Hûd; 27), “… Eğer Allah dileseydi, melek indirirdi…” (Mü’minûn; 24), Eğer
    bu şahıs (Nûh) Allah tarafından gönderilmiş olsay­dı, hazinesi olacaktı, gaipten
    haberi olurdu ve melekler gibi her türlü ihti­yaçlardan müstağni olurdu. (Hûd;
    31), Nûh ve taraftarları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptirler ki sözleri
    dinlensin? (Hûd; 27), Bu adam (Nûh) as­lında size hâkim olmak istiyor (Mü’minûn;
    24) ve bu adam bir “Cin’in etkisindedir, ki o O’nu divâne haline getirmiştir (Mü’minun;
    25).

    Hz. Nûh aleyhisselâm, ümmetinin durumunu değiştirmek için. uzun
    süre çabaladı durdu, ama muhaliflerinin ördüğü yalan ve hileler ağı öyle­sine
    kaimdi ki çabalarının çoğu boşa gitti. Nihayet Cenâb-ı Allah’a yalvarmak zorunda
    kaldı, “ya Rabbi, bu kâfirlerden hiçbirini canlı bırakma. Zira bunlardan birini
    bile canlı bırakırsan, evlâtları senin kullarını yine kötü yola
    sürükleyeceklerdir ve soylarından çıkan herkes nankör ve itaatsız olacaktır.”[1]

    13.2.4. Azâb

    Hz. Nuh (a.s.)’un duası Allah tarafından kabul olundu[2]
    ve Nûh kav­mine büyük bir azap indi. Kur’ân-ı Kerim’de açık ifadelerle anlatılan
    olay şöyle başlamıştır. Tufan, bir fırından su fışkırmasıyla başladı. Sonra
    yer­den de su fışkırmaya başladı. Aynı zamanda gökten bardaktan boşalırcasına
    yağmur yağmaya başladı. Hûd suresinde sadece fırından su fışkırmasın­dan
    bahsedilmiştir. Biraz ilerde yağmura da işaret edilmiştir. Fakat, Kamer
    suresinde bu husus daha etraflıca belirtilmiştir: “Bunun üzerine biz de, gö­ğün
    kapılarını akan sulara açtık. Böylece yeride kaynaklar halinde coştur­duk.
    Nihayet (gökten yağan ve yerden fışkıran iki su,) takdir olunan mikta­ra erişti.
    (Âyet; 11-12). Burada şu noktaya da dikkat etmek gerek. Kur’ân-ı Kerim’de
    ‘fırın’ için kullanılan “tennur” kelimesi üzerinde elif lâm vardır. Bu demek
    oluyor ki, Cenab-ı Allah, tufanın başlaması için belli bir fırını
    görevlendirmişti. Bu fırın, belirlenen gün ve saatte Allah’tan işaret alır
    al­maz su fışkırtmaya başladı ve böylece “kasırga fırını” adıyla meşhur oldu.

    13.2.5. Tufan
    Evrensel Nitelikte miydi?

    Tufan’ın evrensel bir mahiyette mi yoksa mahalli nitelikte mi
    olduğu henüz kesin değildir, İsrail oğullarının rivâyetlerine bakılırsa bu
    cihanşümûl bir tufandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı (Bk: Doğum, VII, 18­24).
    Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de böyle bir ifadeye rastlanmıyor. Kur’an’da yer alan
    işaretler, daha sonraki insan soyunun Nûh tarafından kurtarılanlardan geldiğini
    göstermektedir. Fakat bu husus, tufanın bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez.
    Eski devirlerde insanların yerleşim bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki
    de sadece Nûh tufanında etkilenen bölge o za­manın bilinen dünyasıydı ve Hz.
    Âdem’in bütün evlâtları Irak ve çevresin­de yaşıyordu. Eğer tufan sadece bu
    topraklarda yaşayanları yok etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve
    insanlığı yok etmiş sayılır. Tufan­dan sonra, Nuh’un gemisindeki İnsanlar
    zamanla çeşitli bölge ve ülkelere dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki
    nokta vardır. Birincisi, Dic­le ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir
    kasırga ve selin koptuğu, hem tarihi verilerle hem harabelerle ve hem de
    jeolojik çalışmalarla sabittir. Fakat bütün yeryüzünü tesiri altına alan
    cihanşümûl bir fırtına, kasırga ve­ya sel felaketinin belirtileri yoktur.
    İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün milletlerinde, hatta Avustralya’ya, Yeni
    Gineye ve Amerika’ya kadar uza­nan bölgelerde, büyük bir tufan ile ilgili hikâye
    ve rivayetler meşhurdur. Bundan çıkan sonuç şu: Bütün bu ülkelerin insanlarının
    ataları Hz. Nûh (a.s.) zamanında tufanın geldiği sırada bir tek bölgede
    yaşıyorlardı, ama tufandan sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni
    yeni yerleşim merkezleri kurdular.

    13.2.6. Nuh’un
    Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur

    “Ve gemiyi âlemlere bir ibret kıldık.” (Ankebût; 15).

    Bu ayet tefsir edilirken, geminin değil, tufanın, İnsanlar için
    ibret nişanesi yapıldığı manası da çıkarılabilir. Fakat hem burada hem Kamer
    suresinin 115. ayetinde bu hususta kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar için
    ibret nişanesi bizzat Nuh’un gemisiydi ve şimdi de olmaya devam ediyor.
    Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde, özellikle Ağrı dağının
    tepesinde bulunmasına dair binlerce yıldan beri rivâyet ve efsane­ler halk
    arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tufandan hemen sonraki yıllar­da ve günümüzde
    de dünyada büyük bir ilâhî azâbın vuku bulduğu, böyle bir azâbın büyük bir insan
    kitlesini yok ettiği ve Allah’ın buyruklarına uymayanların ağır biçimde
    cezalandırıldıklarını insanlara hatırlatmıştır. İbn-i Cerîr, Kamer suresinin
    tefsirini yaparken ayrıca İmam Buhari, İbn Ebi Hâtim ve Abdürrezzak da “Katâde’nin
    şu rivâyetini nakletmişlerdir.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in sahabeleri henüz sağ iken, müslümanlar
    Irak’ın fethi sırasında El-Cezire’ye (İbn-i Ömer adasına) gittiğinde Cûdî
    dağında (ve bir rivayete göre Bakırda köyü yakınlarında) bir gemi gördüler.
    Zama­nımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla geçerken bir gemiye benzer iskele­tin
    görüldüğü ve bunun araştırılması için dağın tepesine çeşitli araştırmacı ve
    dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi ve radyolardan öğreniyoruz.

    Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Âd kavminin oturduğu yerin adı Ahkâftı[3]
    ki, Hicaz ile Yemen ve Yemame arasında bir bölgedir. Âd kavmi, buradan çıkarak
    Yemen’in batı kıyılarından Irak’a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı.
    Bu kavmin adı ve sanı tarihten silinmiştir. Ancak Arap yarımadasının güneyinde
    bazı harabelerin kendilerine ait olduğu söyleni­yor. Buralarda bir yerde Hz. Hûd
    (a.s.)’un bir kabri olduğu da belirtiliyor. 1837 de bir İngiliz yetkilisi, James
    R. Wellested, Hısn-ı Gurab adlı yerde, Hz. Hûd’un adının geçtiği bir kitabe
    bulmuştu. Bu kitabenin yazısından, bunun Hz. Hûd’un taraftarları tarafından
    hazırlandığı anlaşılıyor.

    013

    Nuh Kavminin Yaşadığı Bölge ve Cudi Dağı Çevresi

    13.3. ÂD KAVMÎ

    13.3.1. Tanımlama

    Âd Kavmi, Arabistan’ın en eski ve en tanınmış kavimlerinden biri
    idi; küçük büyük herkes adını biliyordu. Şan-ü şevketi ve ihtişamı dillere
    destandı. Hakkında sayısız efsâneler vardı. Ayrıca, bu kavmin felâkete uğraması
    ve yok oluşu da atasözü haline gelmişti. Âd, Araplarca öylesine bilinen bir
    kelimedir ki, her kadîm ve eski şeyler için “âdi” kelimesi kulla­nılıyor. Tarihi
    harabeler ve eserler “Âdiyyat” olarak tanımlanıyor. Sahip­siz ve bakıcısı
    olmadığı için boş bırakılmış toprağa “Âdiyy-ül Ard” deni­lir. Eski çağ Arap
    şiirinde Âd kavminden bol bol bahsedildiğini görüyo­ruz. Antropologlar,
    Arabistan’da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd
    kavmi olduğunu belirtirler. Hadislerden de Hz.Peygamber (a.s.)’a bir defasında,
    Âd bölgesinden Zühl bin Şeybân aşiretinden bir kişinin gelip eski zamanlardan
    beri Âd kavmi ile ilgili kendilerine ku­laktan kulağa gelen rivâyetlerden
    bazısını anlattığı anlaşılıyor.

    13.3.2. Âd
    Kavminin Oturduğu Yer

    013

    Âd Kavminin Yaşadığı Bölge

    İbn İshâk diyor ki, Âd bölgesi Umman’dan Yemen’e kadar olan
    top­rakları kapsıyordu. Zamanımızda da Arabistan’ın güneyindeki halk arasın­da
    yaygın inanca göre, Âd kavmi bu bölgede yaşıyordu. Bugün Mükella olarak bilinen
    kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde Hadramut’ta bir yer­de Hz. Hûd’a ait olduğu
    bildirilen mezar vardır. Her yıl, 15 Şaban tarihin­de burada yapılan “urs”a
    Arabistan’ın çeşitli yörelerinden binlerce kişi ge­lip toplanır, dua eder ve
    çeşitli merasimler tertip ederler. Mezarın tarihi bir hüviyeti yoktur, ama bu
    mezarın bizzat burada bulunması, Arap’ların her yıl burada toplanması
    Hadramut’ta bazı harabelerin bulunması ve Gü­ney Arabistan’da aynı doğrultuda
    bir yaygın inancın varolması, Âd kavmi­nin buralarda yaşamış olma ihtimalini
    kuvvetlendirmektedir.

    13.3.3. Ad
    Kavminin Yaşadığı Bölge’nin Bugünkü Durumu

    El-Ahkâf ın bugünkü durumunu gören bir kişi, burada kuvvetli,
    kud­retli, medeni ve görkemli bir milletin yaşadığına inanamaz. Bu bölgenin
    binlerce yıl önce yemyeşil ve mamur bir belde olduğu, ama tabiat ve ik­lim
    değişikliği yüzünden bir çöle dönüştüğü kuvvetli bir ihtimaldir. Bu­günkü haline
    bakılırsa burası upuzun bir çöldür, ki kimse içine girmeye bile cesaret edemez.
    1843’te Bavyeralı bir subay bu bölgenin güney kıyı­sına varmıştı. Bu subayın
    ifadesine göre, Hadramut’un kuzey yaylasından bakıldığında esas çölün bin metre
    aşağıda olduğu görülür. Bu dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap
    olur. Arap bedeviler bu çöle girmekten korkarlar. Adı geçen subay, hiçbir
    bedeviyi çöle gitmeye razı edemeyince oraya tek başına daldı. İfadesine göre
    buranın kumu son dere­ce ince olup toz şeker gibidir. Subay, beyaz daireden
    birine su kovasını attı. Bu kova beş dakika içinde kumlara gömüldü ve bağlı
    olduğu ipte eriyiverdi[4].

    13.3.4.
    Felaketten Önceki Bolluk ve Refah

    Hem Arap tarihçilerinin hem de çağımız tarihçi ve
    araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan adetâ silinmiştir ve
    dünyada hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki Arap
    tarihçileri bu kav­mi, kaybolan ve yok olan milletler arasında saymaktadırlar.
    Arap tarihlerinden sabit olan bir başka husus da, Âd kavminden sadece Hz. Hûd’a
    tabi olan kısmın ortada kalmasıdır. Geriye kalan bu Adlılara tarihte ikinci Âd
    denilmiştir, ki yukarıda bahsettiğimiz Hısn-ı Gurâb’ın kitabesi kendilerine
    aittir. Yaklaşık M.Ö. 1800 yılında yazıldığı sanılan bu kitabenin arkeolog­lar
    tarafından çözülen kısmından bazı satırları şuraya aktaralım.

    “Biz (Âd kavmi) bu kalede uzun bir zaman rahat ve müreffeh bir
    ha­yat yaşadık, öyle ki, yaşantımız her türlü sıkıntı ve ıstıraptan uzaktı.
    Ne­hirlerimiz sularla doluydu. Hükümdarlarımız ise her türlü kötü düşünce, ard
    niyet ve ahlâksızlıktan yoksun birer kraldılar. Onlar kötü kişi ve boz­gunculara
    çok sert davranırlardı ve bize Hz. Hûd (a.s.)’un şeriatına göre hükmederlerdi.
    Bu hakimlerin iyi ve faydalı kararlan bir kitapta toplanır­dı. Ve biz
    Mu’cizelere ve ölümden sonra diriltileceğimize inanırdık.”

    Söz konusu ibare, Âd kavminin, Allah’ın azâbı gelmeden önce
    refah ve saadet içinde yaşadıklarına dair Kur’ân-ı Kerîm’in kayıtlarını harfiyen
    doğrulamaktadır. Bu ibare, ayrıca, Âd milletinin gelişme, refah ve mutlu­luğun
    varislerinin, bilâhare Hz. Hûd (a.s.)’a iman edenler olduğu yolunda­ki Kur’an’ın
    ifadelerinin de doğru olduğunu ispatlamaktadır.

    13.3.5. Âd
    Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur’ân-ı Kerim’in İfadeleri

    Hz. Nuh’un ümmetinin yok oluşundan sonra dünyada şan ve şöhret,
    refah ve saadet kazanan millet, Âd kavmiydi.

    “… Nuh kavminden sonra sizi hakimler yaptığını ve sizin halk
    arasın­da kuvvet ve kudretinizi artırdığını ve Allah’ın size olan nimetlerini
    düşü­nün.” (A’râf; 69)

    Âd kavminin fertleri vücutça hayli iri yarı ve kuvvetliydi.

    “… Sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi arttırdığını
    (düşünün)…” (A’râf; 69)

    Âd kavmi kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Bu sebeble
    hiçbir millet onlarla yarışmayı aklının ucundan bile geçiremiyordu:

    “Ki beldeler arasında O’nun benzeri yaratılmamıştı.” (Fecr, 8)

    Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz kamaştırıcıydı. Yüksek ve
    kalın sütunlardan yapılmış bina abideler inşa etmek en belirgin özelliklerinden
    biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.

    “Görmedin mi, Rabbin Âd’a ne yaptı? O sütunlarla dolu İrem’e”. (Fecr;
    6-7)

    Bu maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti
    fazlasıyla mağrur ve muhteris kıldı:

    “… Âd Kavmi, yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, ‘Bizden
    daha kuvvetli kim var’? dediler…” (Fussilet; 15)

    Âd kavminin siyasi nizam ve iktidarı son derece zâlim kişilerin
    elin­deydi:

    “… Her bir inatçı zorbanın emrine uydular…” (Hûd; 59)

    Dinî durumlarına gelince, Ad kavmi Allah’ın varlığını inkâr
    etmiyor­du, ancak Allah’a ortak koşuyordu. Onlar sadece Allah’a kulluk etmekten
    hoşlanmıyorlardı.

    “… Onlar: Yalnız Allah’a ibadet edip, babalarımızın
    taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?’ (dediler)…” (A’râf; 70)

    13.3.6. Âd
    Kavmine Allah’ın Azabının Gelmesinin Sebebi

    Kadim Âd kavmi, Allah’ın kendilerine düşman olduğu veya onları
    ille yok etmek istediği için tarihe karışmadı. Doğrusu şu ki, bu millet kendi
    mezarını kendi kazdı. Cenâb-ı Allah, bu milletin ıslâhı ve düzelmesi için geniş
    imkânlar sağladı, düşünme fırsatları verdi. Onları doğru yola getir­mek üzere
    peygamberler yolladı ve bu peygamberler vasıtasıyla işledikle­ri günah ve
    düştükleri kötü yoldan kurtulmamaları halinde kötü bir akıbe­te uğrayacaklarını
    açık açık belirtti. Felâket yolunun hangisi, refah ve saa­det yolunun hangisi
    olduğuna işaret etti. Ancak Âd’lılar ateşe körükle gi­diyorlardı. Gözleri kör
    olmuş, kulakları tıkanmıştı. Felâketi adeta bekler olmuşlardı. Hiçbir şeyin
    fayda vermeyeceğini bilen Cenâb-ı Allah niha­yet, Âd kavmine hak ettiği cezayı
    verdi.

    13.3.7. Allah’ın
    Azabıyla İlgili Kur’ân-ı Kerîm’in Açıklamaları

    “Onlara dünyada zillet ve hakaret azabım tattırmak için uğursuz
    günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik…” (Fussilet; 16)

    Kur’ân-ı Kerim’de bu azapla ilgili verilen bilgiler şunlardır.
    Şiddetli rüzgâr veya fırtına tam yedi gece ve yedi gün esti. Bu fırtına öylesine
    şid­detliydi ki, insanların kurumuş hurma ağaçları gibi düşüp ölmelerine se­bep
    oldu. (Bk; Hâkka; 7). Şiddetli rüzgâr, üzerinden geçtiği her şeyi yok etti (Zâriyât;
    42). Rüzgârın esmeye başlamasından önce hava kararınca Âd kavmi neşe içindeydi.
    Zira onlara göre, yağmur ve bereket yağacaktı. Fakat rüzgâr kopunca ortalığı
    mahvetti.

    “Çünkü biz onların üzerine uğursuzluğu devamlı bir günde,
    şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Öyle bir rüzgâr ki, insanları, kökünden sökülmüş
    hurma kütükleri gibi söküp atıyordu.” (Kamer; 19-20)

    Yukarıda Fussilet suresinde belirtildiği gibi “uğursuzluk
    (şiddetli rüz­gâr ve fırtına) birkaç gün sürdü. Hakkâ sûresi yedinci ayette de
    süre 7 ge­ce, 7 gün olarak belirtilmiştir[5]

    13.4. SEMÛD KAVMÎ

    13.4.1. Tanımlama

    Semûd Kavmi de Âd kavmi gibi Arabistan’ın en eski kavimlerinden
    biridir. Bu kavim, Ad’dan sonra en meşhur kavimdir. Kur’ân-ı Kerim’in inişinden
    önce Semûd kavmiyle ilgili rivâyet, hikaye ve destanlar Arabis­tan’da herkesin
    dilinde idi. Cahiliyye’nin şiir ve hitabelerinde Semûd ismi­ne sık sık
    rastlanıyor. Asur yazıtlarında, Yunanistan, Roma ve İskender hakkında yazılan
    tarih ve coğrafya kitaplarında da Semûd ismine rastlanı­yor. Hazreti Îsa’nın
    doğuşundan kısa bir müddet evveline kadar bu millet­ten sağ kalanlar vardı.
    Nitekim, bazı Romalı tarihçilerin ifadelerine göre Semûd’lulardan bazıları Roma
    ordusuna katılarak, düşman oldukları Nebtîlere karşı savaşmışlardı.

    13.4.2. Semûd
    Kavminin Yaşadığı Bölge

    Semûd kavminin, bugün El-Hicr olarak bilinen, Arap yarımadasının
    batısında bir bölgede yaşadığı tarihi kayıtlardan sabittir. Zamanımızda Medine
    ile Tebûk arasında trenle yolculuk sırasında Medâyin-i Salih adlı tren
    istasyonuna geliniyor. İşte burası Semûd memleketinin hükümet mer­keziydi.
    Eskiden bunun adı El-Hicr’di ve şimdi de bazı kimseler burayı bu adla
    anmaktadır. Buralarda binlerce hektarlık alanda, Semudluların bazı harabeleri
    bulunmaktadır. Bunlar arasında kayalara oyularak yapılan kos­koca binaların
    kalıntıları da vardır. Bu sessiz ve hazin şehri bugün gören­ler, buranın
    nüfusunun 400-500 binden az olmayacağı kanısına varır­lar[6].
    Kur’ân-ı Kerîm’in inişi sırasında Hicaz’ın ticari kafileleri bu tarihi
    harabelerden geçerlerdi. Hz. Peygamber (a.s.), Tebûk savaşma hazırlık sı­rasında
    buradan geçerken müslümanlara, buranın ibret verici manzarasını göstermiş ve
    tarihi eserlerden ne gibi ders alınması gerektiğini söylemişti. Hz. Peygamber
    (a.s.), bir yerde bir kuyuya işaret ederek Hz. Sâlih’in dişi devesinin burada su
    içtiğini hatırlatmış ve müslümanların yalnızca bu ku­yudan su içmelerini, başka
    kuyulara gitmemelerini emretmişti. Rasûlullah ayrıca, müslümanlara bir geçidi de
    göstermiş ve bunun dişi devenin geçti­ği geçit olduğunu açıklamıştı. Nitekim, bu
    geçide bugün de “Fecc-ün Nâga” denir.[7]

    13.4.3. Semûd
    Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar

    “Ad kavminden sonra sizi hükümdarlar yaptığını ve sizi
    yeryüzünde yerleştirdiğini düşünün. Arzın ovalarında köşkler ve saraylar bina
    eder, dağlan oyup evler yaparsınız. Allah’ın nimetlerini anın. Ve yeryüzünde
    bozgunculuk çıkaranlardan olmayın.” (A’râf; 74)

    Semûd kavminin, dağ ve kayaları oyma sanatı, Hindistan’da Ellora
    ve Ajanta mağaralarında ve dünyanın bazı diğer bölgelerinde görülen oyma
    sanatının bir benzeriydi. Semûd’lular dağları oyarak ve yontarak muhte­şem bina
    ve saraylar yaparlardı ve böylece büyük sanat eserleri ortaya çı­karırlardı.
    Bugün Medâyin-i Salih’te hâlâ ayakta duran muazzam yapılar Semud’luların mimarî
    sanatının ne kadar gelişmiş olduğunun birer delili­dirler.

    El-Hicr, Semud’un başkentiydi. Bu şehrin kalıntıları, Medine’nin
    ku­zey-batısında Şehr-ul Ulâ’dan birkaç kilometre uzaklıkta bulunmaktadır.
    Medine’den Tebûk’a hem karayolu hem tren yoluyla yolculuk sırasında bu şehre
    rastlanıyor. Yolcular ve turistler bu vadiden geçerlerse de, Hz. Pey­gamber
    (a.s.)’in nasihati üzerine hiçbir müslüman burada konaklamaz.

    Sekizinci asırda İbn Batuta, Hacca giderken buraya uğramıştı.
    İbn Batuta’nın yazdıklarına göre, “bunlarda kırmızı renkli dağlarda Semûd kavmi
    tarafından oyularak yapılan binaların kalıntıları vardır. Bu binaların rengi ve
    süsü öylesine tazedir ki, bugün yapılmış gibi görülürler. Bu harabeler­de hâlâ
    bazı çürümüş ceset ve insan iskeletleri bulunur.”

    13.4.4. Maddî
    Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk

    Semûd halkı ve milleti hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde
    ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. (Bk: A’râf; ]3-19, Hûd; 61-68, Hicr; 80-84,
    Neml; 45-53, Zâriyat; 43-45, Kamer; 23-31, Hâkka; 4-5, Fecr; 9 ve Şems; 11).
    Bunlardan, Âd kavminden sonra şan ve şöhret kazanan mille­tin Semûd olduğu
    anlaşılıyor. Nitekim, yukarıdaki A’râf sûresinde aynı ifadeleri bulmaktayız “Âd
    kavminden soma sizi hükümdar yaptığını…” Fakat, maddi kalkınma, zenginlik,
    rahatlık ve bolluk Âd kavmini nasıl bozduysa, Semûd halkını da kötü yönde
    etkilemekten geri kalmadı. Yani, bir yandan hayat seviyesi yükselirken bir
    yandan da ahlâk düzeyi ve in­sanlık alçaklıkça alçaldı. Bir tarafta, şehirlerde
    göz kamaştırıcı binalar ve saraylar inşa ediliyor, dağlarda ve mağaralarda
    kayalara şekiller veriliyor, san’at eserleri ortaya çıkarılıyordu; diğer tarafta
    ise, toplumda şirk ve put­perestlik yerleşiyor, eşitsizlik, adaletsizlik ve
    zulüm körükleniyor, milletin en kötü insanları iktidar koltuklarından ahkâm
    kesiyor ve yüksek sınıf bü­yüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyordu. Hz.
    Sâlih’in Hakk’a da­veti ancak aşağı sınıftakilerin bir bölümünü etkileyebildi.
    Yüksek sınıfta­kiler ise bunu hakaretle reddettiler.

    013

    Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge

    13.4.5.
    İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi

    Semûd kavmi üç sebepten dolayı Hz. Sâlih’in dâvetini
    reddediyordu. Birincisi, Hz. Sâlih bir beşer veya insandı, başka insanlardan
    üstün bir ta­rafı yoktu. İkincisi, Hz. Sâlih Semûd kavminin bir ferdiydi ve
    herhangi bir fazileti yoktu. Üçüncüsü, Sâlih alelâde ve yapayalnız bir insandı.
    Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi, çevresinde pervane gibi
    dola­şan adamlar yoktu. Bir ordusu yoktu. Gösterişli tavırları yoktu. Semûd’lu
    eşraflara göre Hz. Sâlih, insanüstü bir varlık olmalıydı. Onlar O’nun
    beşe­riyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde bir kişi olması ve
    bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir insan başka bir
    yerden ve milletten gelmeliydi, hatta gökten indirilmeliydi. Bunların hiç­biri
    olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi ve zengin bir lider olma­lıydı.
    Salih gibi sade ve sâf bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabul
    edemiyorlardı.

    13.4.6. Hayır İle
    Şer Arasındaki Mücadele

    Hz. Sâlih, halkı hidayete çağırmaya başlar başlamaz, Semûd kavmi
    iki rakip kampa bölünüverdi.”… Onlar iki fırka olup birbirleriyle çekiş­meye
    başladılar” (Neml; 45)

    Bu iki fırkadan biri Hz. Salih’e ve Allah’a iman edenlerden
    oluşuyor­du, ikincisi ise Hz. Salih ve Allah’ı inkâr edenlerden teşekkül
    ediyordu. İki rakip kampa bölündükten sonra, aralarındaki çekişme ve mücadele de
    çetin bir şekilde başlayıverdi.

    “Kavminden kendilerini büyük görenler, onlardan iman eden
    zayıfla­ra, ‘Salih’in Rabbi katından gerçekten gönderilmiş bir peygamber
    oldu­ğunu biliyor musunuz’ (diye alayvari söz söylediler). Mü’minler de, ‘Biz,

    O’nunla gönderilen şeye iman edenlerdeniz.’ dediler. Büyüklük
    taslayan­lar (yine), ‘Sizin iman ettiğiniz şeyi biz inkâr eyleriz’ dediler.” (A’râf;
    75-76)

    Bunun yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’de Semûd kavminin ileri
    gelenlerinin şu sözlerine de yer verilmiştir:

    “Ey Sâlih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen bize va’d
    etti­ğin azabı getir.” (A’râf; 77)

    13.4.7. Mu’cize
    Gösterilmesi İçin Çekilen Restler

    Semûd kavminin ileri gelenleri durmadan Hz. Salih’e meydan
    okuyor ve rest çekiyorlardı. Onlar diyordu ki, “eğer sen gerçekten Allah’ın
    elçisi isen, o zaman bize bir Mu’cize göster de görelim.” Semud’luların bu
    sürek­li isteği üzerine Cenab-ı Allah da dişi deveyi Mu’cize olarak aralarına
    gön­derdi.

    Cenab-ı Allah’ın bu buyruğu (“Biz dişi deveyi onlara fitne
    olarak gön­deriyoruz” sözlerinin bir açıklamasıdır. Fitne ve imtihan, dişi bir
    devenin birden bire Semûd kavmi arasında belirmesiydi. Semûd kavmi bu deve ile
    ilgili olarak uyarılmıştı. “Bu dişi deve belirli günlerde tek başına su
    içe­cektir. Bunun su içtiği gün sizler sakın hayvanlarınıza su içirmeyin, ve su
    içtiği kuyu, çeşme veya dereye ne kendiniz gelin ne de hayvanlarınızı ge­tirin.
    Dişi deve ve diğer hayvanlar nöbetleşerek su içeceklerdir. Bu kural
    bozulmamalıdır. Yoksa size büyük bir felâket gelecektir.” Bu ikazı akta­ran kişi
    Hz. Salih idi. O Sâlih ki, Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ediyor,
    onun ordusu ve yardımcıları olmadığım söylüyorlardı.

    13.4.8. Kesin
    İşaret

    Şuara sûresinin 154-156 ayetlerinden, böyle bir ilâhî işaret
    veya Mu’cizenin gösterilmesini bizzat Semûd kavminin istediği sabittir. Semûd
    halkı, ancak böyle bir işaret gördükten sonra Hz. Sâlih’in peygamber ola­cağına
    inanabileceğim belirtmişti. İşte bu isteğe uyarak Hz. Salih dişi de­veyi
    kendilerine sundu. Böylece, dişi deve’nin de diğer bazı peygamberle­rin
    Mu’cizeleri gibi bir Mu’cize olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, bu Mu’cize ile birlikte
    Hz. Sâlih’in, ümmetini son defa ikaz ettiği de anlaşılıyor. Hz. Sâlih’in
    söylediğine göre, bu dişi deve Semûd kavminin kaderini tâyin edecekti. Allah
    tarafından bir ibret nişanesi olarak gelen bu deveye bir takım imtiyazlar
    tanınmalıydı. Bu deve her tarafa dolaşmakta serbest ola­caktı ve belli bazı
    günlerde çeşme ve derelerden su içecekti. Semûdlular bunun yanına
    yanaşmamalıydı, hele kötü bir niyetle dokunmaları bile felâkete davetiye
    çıkarmak gibi bir şey olacaktı. Semûd kavmi belirli bir süre devenin olağanüstü
    bir hayvan olduğuna inandı ve Hz. Sâlih’in de­diklerini istemeyerek de olsa
    yaptı. Ama kötü niyetlerini uzun bir süre saklayamadılar ve fitne ve fesâda baş
    vurdular.

    13.4.9. Dişi
    Devenin Öldürülmesi

    “Derken o dişi deveyi kestiler.”  (A’râf; 77)

    Hz. Sâlih’in dişi devesi bir müddet Semûd kavmini şaşkın ve
    tedirgin yaptı. Semûd’lu ileri gelenler küplere biniyorlardı ve bu deveyi
    ortadan kaldırma çarelerini düşünüyorlardı. Nihayet, hayli atak davranan bir
    kabi­le reisi, devenin işini bitireceğine arkadaşlarını inandırdı. Şems
    sûresinde bu adamdan şöyle bahsedilmiştir; “En bahtsızları ayaklandığı vakit”
    (Âyet; 12). Kamer suresinde ise şöyle denilmiştir: “Nihâyet arkadaşlarını
    çağırdılar. O da kılıcını çekip deveyi kesti.” (Âyet; 29)

    Yukarıdaki her iki sûrede görüldüğü gibi, dişi deveyi öldüren
    tek bir kişiydi. Ama onun fiili bütün millet tarafından desteklendiği için
    herkes onun suç ortağıydı. Bu sebeple ceza da sadece o kişiye değil bütün
    millete verildi[8].

    13.4.10. Hz.
    Salih’e Karşı Şirretlilerin Tertibi

    “O şehirde, eşraftan dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde
    fesâd çı­karıyor ve iyilik etmiyorlardı. Allah’ın adı ile yeminleşerek dediler
    ki: ‘Gece baskını yapıp Salih’i ve ailesini öldürelim. Sonra velisine: Biz o
    ai­lenin helakinde hazır değildik. Gerçekten biz doğru söyleyenleriz diye­lim!
    Onlar bir hile düşündüler. Biz de onların haberleri olmadan hileleri­nin akıbeti
    nasıl oldu. Biz hem kendilerini hem de kavimlerini helâk et­tik.” (Neml; 48-51)

    Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi, Semûd kavminin ileri
    gelenleri, Hz. Sâlih (a.s.)’ten kurtulmanın tek çaresinin onu öldürmek olduğunu
    dü­şündüler ve bunun için harekete geçtiler. Ama, plânladıkları gibi gece Hz.
    Sâlih’in evine saldırmadan önce Allah onlara azabını gönderdi. Bu azâb ile
    sadece kendileri değil, bütün Semûd kavmi yok oldu.

    Öyle anlaşılıyor ki, Semûdlular, Hz. Salih’i öldürme plânını
    dişi deve­nin öldürülmesinden sonra hazırladılar. Hûd suresinde belirtildiği
    gibi, di­şi devenin boğazlanmasından sonra Hz. Salih, üç günlük mühlet
    kaldığını, bundan sonra azabın geleceğini söylemişti. Bunun üzerine Semûdlular
    şöyle düşünmüş olabilirler: Salih’in bizi korkuttuğu azâbın geleceği yok; neden
    biz dişi devesinden sonra onun işini de bitirmeyelim? Hz. Salih’in evine baskın
    düzenlemek için kararlaştırdıkları gece de herhalde azâbın geleceği gece idi ve
    o gece bunlar baskın düzenlemeden Allah’ın gazabı onları yakalayıverdi.

    13.4.11. Azâbın
    Ayrıntıları

    Şuarâ suresinin 158. ayetinde şöyle denilmiştir: “O azap
    kendilerini yakalayıp helâk etti…” Kur’ân-ı Kerîm’in diğer yerlerinde bu azâb
    ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz: Dişi devenin kesilmesinden sonra, Hz.
    Sâlih, üm­metini şöyle uyardı: “… Yurdunuzda üç gün daha yaşaya durun.” (Hûd;
    65). Bu uyarı yapıldıktan sonra üçüncü gün, yani mühletin sona erdiği ge­ce
    yarısı ile sabah arasındaki süre içinde korkunç bir patlama oldu ve bu­nunla
    beraber öyle bir zelzele oldu ki, bir ânda bütün Semûd kavmi yok oldu. Sabah
    olunca, etrafta ezilmiş, parçalanmış ve tanınmaz hâle gelmiş cesetlerden başka
    bir şey yoktu. Bu cesetler, bir ahırda, hayvanların ayak­larıyla ezilen çim ve
    otlar gibi ezilmiş ve çiğnenmiş durumdaydılar.

    13.4.12. İman
    Sahipleri Kurtuldu

    “(Azap) emrimiz geldiğinde Salih’i ve onunla beraber iman
    edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün azabından kurtardık…” (Hûd; 66)

    Sina yarımadasında yaygın rivâyetlere göre, Semûd kavmi Allah’ın
    azabına uğrayarak helâk olunca, Hz. Sâlih hicret ederek Sina’ya geçti. Ni­tekim
    Musa dağının yanı başında Nebi-Sâlih diye bir tepe vardır. Rivâ­yetlere göre Hz.
    Sâlih burada yaşıyormuş.

    13.4.13. Semûd
    Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet Ve Bunun Kalıntıları

    Âd kavminin mimari sahada en belirgin özelliği yüksek ve kalın
    sü­tunlu binalar yapması ise, Semûd medeniyetinin başlıca hususiyeti de dağlar,
    kayalar, taşlar ve mağaraları oyarak müstahkem ve muhteşem eserler meydana
    getirmesiydi. Nitekim Fecr suresinde, Âd kavmine “sütün sahibi” denilmişse,
    Semûd kavmine “vadide kayaları oyan” mil­let lakâbı verilmiştir. Ayrıca, Semûd
    ulusunun ovalarda ve düzlüklerde de muhteşem saray ve köşkler yaptığı
    kaydedilmiştir. (A’râf; 74). Se­mûd kavminin bu mimari eser ve sanat
    harikalarının gaye ve hedefi ney­di? Kur’ân-ı Kerîm, Semud’un bütün bunları
    kendisini büyük görme ve gösterme hevesiyle yaptığını açıklamaktadır. Yani sırf
    gösteriş merakı, servet ve ihtişam ile kuvvet ve iktidarın bir icâbı olarak bu
    eserleri mey­dana getirmişti. Bunların arkasında ulvi bir gaye, ebedî bir gerçek
    yoktu. Umumi menfaat diye bir şey de yoktu. Kısacası, yozlaşmış ve kokuşmuş bir
    millet ile medeniyet bu hususta ne yaparsa Semûdlular da onu yap­mışlardı.

    Semûd medeniyetine ait tarihi eser ve harabelerden bazıları iyi
    korun­muştur. Bunları ben 1959’da kendi gözümle gördüm. Medâyin-i Sâlih ve­ya
    El-Hicr olarak bilinen yerde bulunan bu tarihi kalıntılar Medine ile Tebûk
    arasında, El-Ula’ya birkaç kilometre kuzeydedir. El-Ula güzel bir vadi olup
    etrafında yemyeşil bağ, bahçe, dere ve pınarlar vardır. Fakat El-Hicr hazin ve
    ölümcül bir manzara arz etmektedir. Burada ne su var, ne bağ, ne de bahçe!
    Nüfusu da yok denecek kadar azdır. Burada bir kuyu vardır ki Hz. Sâlih’in
    devesinin burada su içtiği bildiriliyor. Osmanlı dev­rine ait metruk bir askeri
    karakolun içinde bulunan bu kuyu hâlen kuru­muş vaziyettedir. El-Ula’ya
    vardığımızda çatlamış, yıkılmış ve kısmen çökmüş dağ ve tepelerle karşılaştık.
    Bunların Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolu­nan büyük bir zelzele sonucu bu hâle geldiği
    hemen anlaşılıyor. Benzeri dağları doğuda El-Ulâ’dan Hayber’e kadar uzanan
    bölgede de gördük. Bundan, Allah’ın gazabı ve azâbı olarak meydana gelen
    zelzele’nin yakla­şık 500 km. uzunlukta ve 200 Km. genişlikte bir alanı etkisi
    altına aldığı anlaşılıyor. El-Hicr’de gördüğümüz Semûd kavmine ait binaların
    kalıntıla­rının benzerlerini Akabe Körfezinin kıyısında Medyen’de ve Ürdün’de
    Petra mevkiinde gördük. Bilhassa, Petra’da Semûd ve Nebtî yapılan yan yana
    bulunuyor ve bunlardan aradaki mimari farkı hemen belli oluyor. Herkes bu
    yapıların çeşitli devirlerde ve çeşitli kavimler tarafından yapıl­dığına kanaat
    getiriyor.

    İngiliz oryantalist, Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerini yalanlamak
    için, el-Hicr’deki binaların Semûd kavmine değil, Nebtîlere ait olduğunu iddia
    ediyor. Fakat bu milletlerin mimari tarz ve ananesi o kadar değişiktir ki, ancak
    kör bir kişi bunların tek bir millete ait olduğunu iddia edebilir. Tah­minim
    odur ki, dağlar ve kayaları oyarak bina yapma sanatını Nebtîler, Semûd kavminden
    öğrendiler ve binlerce yıl sonra Hz. Îsa’nın doğumun­dan önce 200-100 yılları
    arasında bunu zirveye ulaştırdılar. Aynı şekilde, Hindistan’da Hindular,
    Petra’daki mağaralardan yaklaşık 700 yıl sonra El­lora ve Ajanta mağaralarında
    heykelcilik ve mimarî tarzı doruğa çıkardı­lar.

    13.5. HZ. İBRAHİM (A.S.)’İN ÜMMETİ

    Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Nûh (a.s.)’tan sonra İslâmiyet’in
    mesajını bü­tün dünyaya yaymak üzere Allah tarafından görevlendirilen ikinci
    pey­gamberdi. Hz. İbrahim, önce Irak’tan Mısır’a ve Suriye ile Filistin’den Arap
    çölüne kadar çeşitli bölgeleri senelerce gezerek insanları, Allah’a ita­ate ve
    İslâmiyet’e davet etti. Sonra mesajını her tarafa iletebilmek için muhtelif
    yerlerde naip ve yardımcılar tâyin etti. Ürdün’e yeğeni olan Hz. Lût’u gönderdi,
    Suriye ve Filistin’e oğlu Hz. İshâk’ı tayin etti ve Arabis­tan’ın iç kısımlarına
    büyük oğlu Hz. İsmail’i yolladı. Daha sonra, Allahu Teâlâ’nın emriyle Mekke’de
    Kâbe adıyla bilinen Allah’ın evini inşa etti ve yine Allah’ın emri üzerine
    burasını çalışmalarının merkezi olarak seçti.

    13.5.1. Hz.
    İbrahim’in Doğduğu Yer

    Son araştırma ve incelemeler neticesinde Hz. İbrahim’in doğduğu
    şe­hir ve ayrıca o devirde yaşayan insanların hayat tarzını belirten bazı
    bul­gular da elde edilmiştir. Sir Leonard Wolley’nin, Londra’da 1935’te
    neşro­lunan “Abraham” (Hz. İbrahim) adlı kitabı bu hususta hayli aydınlatıcı
    bilgiler ihtiva etmektedir. Biz burada bu bilgilerin özetini sunuyoruz.

    Bugün tarihçi ve araştırmacıların genellikle Hz. İbrahim
    (a.s.)”in doğ­duğu yıl olarak kabul ettikleri M.Ö. 2100 dolaylarında Ur şehrinin
    nüfu­sunun 250 bin ilâ 500 bin arasında olduğu tahmin ediliyor. Bu şehir önemli
    bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Buraya bir yandan Pamir ve Nilgari’den mallar
    gelirdi ve diğer yandan bu şehrin Anadolu ile yakın ticari ilişkileri vardı.
    Başkenti bulunduğu memleketin sınırları bugünkü Irak’ın kuzeyinde biraz kısa ve
    batıda biraz uzundu. Nüfusun çoğu ticaret ve sa­nayi ile uğraşıyordu. Bu döneme
    ait, tarihi harabelerde bulunan kitabelerden halkın görüşünün tamamıyla maddeci
    olduğu anlaşılıyor. Urluların en büyük gayesi mal ve mülk sahibi olmak, para
    kazanmak ve lüks içinde yaşamaktı. Faizcilik almış yürümüştü. Para ve servete
    düşkün olan bu millet tabiatıyla ticari zihniyet taşıyordu. İlişkiler menfaatler
    üzerinde ku­ruluyor, sevgi ve saygı gibi kavramlar göz ardı ediliyordu. Herkes
    birbiri­ne şüphe ve kuşkuyla bakardı. Münakaşa, kavga ve adli davalar olağan bir
    olay haline gelmişti. Ur’lular tanrılarına genellikle uzun ömürlülük,
    zen­ginlik, işte ve ticarette kazanç, refah ve mutluluk için dua ederlerdi.
    Nüfus üç gruba ayrılmıştı:

    1) Amîlû: Bunlar yüksek sınıfı oluşturuyorlardı, ki bunlar
    arasında yönetici kadro, yüksek yetkililer, subaylar ve rahipler yer alıyordu.

    2) Mişkînû: Bunlar ticaret, sanayi ve tarımla iştigal eden
    kişilerdi

    3) Ardû: Köle ve esirler.

    Bu sınıfların birincisi geniş çapta imtiyaz ve imkânlara
    sahipti. Bu sı­nıf medeni ve ceza hukukunda bir takım üstünlüklere sahipti.
    Bunların can ve malları diğer sınıftakilerden daha değerliydi.

    Hz. İbrahim (a.s.) işte böyle bir toplumda gözünü açtı.
    Talmud’da ve­rilen bilgilere göre Hz. İbrahim, Amîlû sınıfının bir ferdiydi.
    Babası dev­letin en üst kademesinde bulunan bir yetkiliydi.

    013

    Hz. İbrahim (a.s.)’in Göç Yolu

    13.5.2. Putlar,
    Tapınaklar ve Dini Törenler

    Ur şehrinin harabelerinden çıkarılan kitabelerde 5000 tanrının
    adına rastlanıyor. Memleketin çeşitli şehir ve kasabalarının çeşitli tanrıları
    var­dı. Her şehrin bir Koruyucu Tanrısı olurdu ve buna “Rabb-ül Beled” veya “Baş
    İlâh” denilirdi. Buna diğer ilâhlardan çok daha hürmet ve sadakat gösterilirdi.
    Ur’un koruyucu tanrısı veya Baş Tanrısı, Nannâr (Ay Tanrısı)dı ve bu münasebetle
    şehrin adı sonradan “Kemerîne” oldu. İkinci büyük kent Larse idi, ki Ur’dan
    sonra hükümet merkezi oldu. Buranın Koruyucu Tanrısı, “Şamâş”tı (Güneş Tanrısı).
    Bu büyük tanrılara tâbi olan birçok küçük tanrı ve tanrıçalar vardı ki, bunların
    çoğu gökteki yıldız ve geze­genlere, azı dünyaya mensuptu. Halk arzu ve
    isteklerinin çoğunu bu kü­çük tanrılara iletirdi. Gerek gökteki gerekse yerdeki
    tanrıların putları ya­pılmıştı ve bütün ibadet ve dualar bu putların önünde
    yapılırdı. Nannâr’ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde yapılmış olan muhteşem
    bir tapmak­ta bulunuyordu. Bu putun yanında Nannâr’ın karısı, “Nan-gül”ün mabedi
    vardı. Nannâr tapınağı kraliyet sarayı kadar görkemliydi. Bu tapmağın ya­tak
    odası da vardı ki her gece güzel bir kız buraya gelip Nannâr’ın “gelini”
    oluyordu. Bu tapınakta diğer birçok erkek ve kadın rahip ve rahibeler vardı ki,
    tanrıya adanmışlardı. Kadınların çoğu aslında “dinî fahişe”den başka bir şey
    değillerdi. Tanrı adına bekaretini kaybeden bir kız, Allah katında çok makbul
    sayılırdı. Bir kadının hiç olmazsa, hayatında bir defa, Allah için, yabancı
    birinin koynuna girmesi, kıyamette bir kurtuluş sebebi kabul edilirdi. Bu açık
    dinî fahişelikten en çok rahip ve keşişlerin yararlandığını söylemeye sanırız
    gerek yoktur.

    13.5.3. Nannâr
    Tanrı’nın Yeri ve Mevkii

    Nannâr sadece bir tanrı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük
    toprak ağası, tüccarı, sanayicisi, fabrikatörü ve iktidar sahibiydi. Çok sayıda
    bağ, bahçe, tarla, ev, bina, tapmak ve devlet kuruluşları bu tanrıya adanmıştı.
    Nannâr Tanrı’nın emlâki sayılan bu yerlerden alman vergiler ve kazançla­rın yanı
    sıra, çiftçi, toprak ağası, işçi, tüccar, esnaf ve memurların getirdiği süt,
    yiyecek, içecek, altın, kumaş ve diğer kıymetli hediyeler de tapınağı­na
    giderdi. Ticaretin önemli bir bölümü tapmaktan idare edilirdi. Bu işle­ri,
    kendilerini tanrının naip ve temsilcisi ilân eden rahip ve din adamları
    yaparlardı ve dolayısıyla her türlü maddî menfaati de elde ederlerdi. Buna
    ilâveten, ülkenin en büyük mahkemesi de bu tapınaktı. Mahkeme’de rahip ve din
    adamları yargıç olurdu ve verdikleri kararlar, tanrının kararları ola­rak kabul
    edilirdi. Kral ve kraliyet ailesi de Nannâr tapınağına tâbi idiler. Gerçek
    hükümdar Nannâr’dı, kral da onun naibi olarak hüküm sürerdi. Bu itibarla kral da
    tanrılar arasında yer alırdı ve halk ona tanrı diye tapardı.

    13.5.4. Nemrud’un
    Saltanatının Başlangıcı ve Sonu

    Hz. İbrahim zamanında Ur’da hüküm süren hanedanın kurucusu
    Urnammu idi. Urnammu, Hz. Îsa’nın doğumundan önce 2300 yıllarında ge­niş bir
    saltanat kurmuştu. Bu saltanatın hududu doğusu Susa’dan batıda Lübnan’a kadar
    uzanıyordu. Bu sebeple bu hanedana önce “Nammu” de­nildi ve bu isim zamanla
    değişerek “Nemrud” oldu. Hz. İbrahim’in Ur’dan hicret etmesinden sonra hem
    Nemrud hanedanına hem Ur’lulara üst üste felâketler gelmeye başladı. Evvelâ,
    Aylâmîler Ur’u yağma ettiler ve Nemrud’u Nannar’ın putuyla birlikte esir alıp
    götürdüler. Daha sonra Larse’de bir Aylamî saltanatı kuruldu. Ur, bu saltanata
    bağlanmış oldu. Niha­yet, Arap kökenli bir hanedanın yıldızı Babil’de parladı ve
    Lârse ile Ur’un her ikisi de bu hanedana bağlanıverdi. Bu üst üste gelen
    felâketler, Urlula­rın Nannar’a olan bağlılığını zedeledi, zira bu Büyük Tanrı
    onları en kötü anlarında koruyamamıştı.

    13.5.5. Hz.
    İbrahim’in Öğretilerinin Etkileri

    Hz. İbrahim’den sonra Urlular’ın ve bölgenin diğer
    milletlerinin, O’nun öğretilerini ne ölçüde kabul ettiklerini kesinkes tâyin
    etmemiz mümkün değildir. Ancak, MÖ. 1910’da Babil Hükümdarı, Hamurâbi’
    (İn­cil’de adı Amurafil olarak geçiyor)’nin çıkardığı yasalar, Hz. İbrahim’in
    öğretilerinden belli bir ölçüde yararlandığı gerçeğini ortaya koymaktadır­lar.
    Bu yasaların ayrıntılarını kapsayan bir yazıt M.S. 1902’de bir Fransız arkeolog
    tarafından ortaya çıkarıldı. Bu yazıtın İngilizce tercümesi 1903’te C.H.W. John
    tarafından “The Oldest Code of Law” (Tarih’in En Eski Ka­nunnamesi) adı altında
    ilim âlemine sunuldu. Bu kanunnamede yer alan pek çok kanun ve usuller Musevî
    Şeriat’a benzemektedir.

    13.5.6.Tam Bir
    Şirk Medeniyeti

    Çağımızın araştırma ve incelemelerinin sonuçları doğruysa, Hz.
    İbra­him’in ümmeti için şirk sadece dini bir inanç veya putperestlere mahsus bir
    ibadet şekli değildi. Aynı zamanda bu milletin bütün siyasi, sosyal, ekonomik ve
    kültürel hayatı bunun üzerinde kurulmuştu. Bura karşılık, Hz. İbrahim’in Tevhid
    ile ilgili daveti sadece putperestlerin ibadet şeklini ve inancını değil, aynı
    zamanda hükümdarların tanrısal sıfatlarını, hakim sınıfın imtiyaz ve
    üstünlüklerini, rahip ve din adamlarının menfaatini ve kısacası ülkenin siyasi,
    ekonomik ve sosyal yapısının tümünü etkileyecek nitelikte idi. Hz. İbrahim’in
    davetini kabul etmek, toplumu temelden de­ğiştirmek demekti. Bu toplum yepyeni
    temellere oturtulmalıydı. Tevhid’in etkisi toplumun her alanında ve kesiminde
    görülmeliydi. Böyle büyük çaptaki bir değişiklik ve devrimi kimse kabul etmeye
    hazır değildi, hele menfaatleri en çok etkilenecek olan hükümdarlar, hakim
    sınıf, din adam­ları ve en başta Nemrud benimseyemezdi. Onu niçin, toplumun her
    kesimi buna şiddetli bir tepki gösterdi.

    13.5.7. Nemrudî
    Şirk Nizamının Değerlendirilmesi

    Eski çağlardan beri müşrik toplumların belli bir özelliği vardı.
    Bu toplumlar ve halklar, Allah’ı “Tanrıların Tanrısı” veya “En Büyük Tanrı”
    olarak kabul ederler, ama onun tek olduğuna inanmazlardı. Onlar Allah’a pek çok
    ortak koşarlardı.

    Müşrikler her zaman tanrılarını iki kısma ayırmışlardır.
    Bunlardan bi­ri tabiatüstü bir varlıktır ki, bütün sebep ve neticelere hâkimdir.
    İnsanlar buna her türlü ihtiyaç ve sıkıntılarını anlatır ve ondan çare bulmasını
    arzu ederler. Bu tanrı icabında tek veya çok da olabilir. Birden çok tanrılar
    olunca, en kudretli ve kuvvetli tanrıya ruh, melek, cin, seyyare ve diğer bazı
    varlıklar yardımcı tanrılar olarak katılırlar. Müşrikler bunlara dua eder,
    yalvarır, ibadet eder ve kıymetli hediyeler sunarlar. İkinci tür tanrılık
    siyaset ve medeniyetle ilgilidir. Bu kategoriye hükümdar tanrılar girer. Bu
    tanrılar siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki alanda çeşitli yasalar çıkarabi­lir,
    kendilerine bağlılığı sağlayabilir ve kısacası, dünyevi işlerde halkın mercii
    olurlar. Bu tür tanrısal sıfatlar her devirde Allah’tan alınıp, krallık,
    hakimler, kraliyet aileleri, din adamları ve rahipler ile toplumun ileri ge­len
    kişileri arasında dağıtılmıştır. Kraliyet ailelerinin çoğu bu açıdan tanrı­lık
    iddiasında bulunmuşlardır. İddialarını pekiştirmek için de ilk tür tanrı veya
    tanrıların evlâdı olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dinî çevreler ve ra­hipler de
    bu hususta kendileriyle işbirliği yapmışlardır.

    Nemrud’un tanrılık iddiası da bu türdendi. Nemrud kendisi
    Allah’ın varlığını inkâr etmiyordu. Gök, yer ve bütün kâinatın yöneticisi ve
    yaratı­cısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu. Dünyada ve evrende her şeye
    hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: Ur veya Irak ülkesi ve halkının
    mutlak hakimi benim. Ben buranın rakipsiz hükümdarıyım. Ağ­zımdan çıkan söz bir
    kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı ve haki­miyeti yoktur. Bu itibarla,
    beni Tanrı ve Hükümdar olarak kabul etmeyen Irak’ın her vatandaşı asi ve
    günahkârdır.

    13.5.8. Hz.
    İbrahim’in Tevhid’e Davetinin Siyasi Yönleri

    Hz. İbrahim (a.s.) Allah’ı tek bir ilâh olarak kabul ettiğini ve
    bu­nun dışında her türlü tanrıyı üstün şahsiyetleri ve batıl itikadları
    reddet­tiğini ilân edince sadece Ur kavminin millî din ve inançlarına ağır darbe
    indirmiyordu, aksine Nemrud ve diğer hakim tabakanın kuvvet ve iktida­rına da
    açıkça meydan okumuş oluyordu. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi dinî inanç ve
    felsefe Ur’luların bütün hayatını etkilemiş ve bunun sayesin­de Nemrud ve
    yandaşları ülkenin en çıkarcı zümresi haline gelmişlerdi. Hz. İbrahim tek
    Allah’a inanmaya davet etmek suretiyle Ur’luların tanrıla­rını reddettiği gibi
    Nemrud’un tanrısal sıfatı ve bu sıfat sayesinde sahip ol­duğu iktidar, şan ve
    şöhretini de tehlikeye sokmuş oluyordu. Bu sebeple devlete ve hükümete
    başkaldırmak suçundan Nemrud’un huzuruna çıka­rıldı.

    13.3.9. Hz.
    İbrahim’in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller

    Nemrud’un sarayında Hz. İbrahim’in sorguya çekildiği ve bizzat
    Nemrûd’la tartıştığı pek çok tarihî ve dinî kitapta yer almaktadır. Tartışma
    sırasında Hz. İbrahim, hayat ve ölümün Allah’ın elinde olduğunu söyle­yince,
    Nemrud, “hayat ve ölüm benim elimdedir” dedi. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
    Nemrud’a şöyle seslendi. “Peki, Cenab-ı Allah, güneşi doğudan doğduruyor; sen
    bunu batıdan doğdur da görelim.” Hz. İbrahim’in bu söz­leri Allah’ı inkâr eden
    Nemrud’u hayli şaşırttı ve çaresizlik içinde bir şey yapamadı.

    Hz. İbrahim zaten ilk sözleriyle, Rabb’in, Allah’tan başka bir
    kimse olamayacağını kanıtlamıştı. Ama Nemrud inatçılıkla bunun cevabını
    ver­mekten çekinmedi. Fakat Hz. İbrahim’in bundan sonraki sözleri, Nem­rud’un
    foyasını büsbütün çıkarıverdi. Güneş ve ayın, Hz. İbrahim’in “Al­lah” dediği
    tanrıya bağlı olduğunu pekâlâ biliyordu ve bu hususta hiçbir şey yapamayacağını
    anlamıştı. O nedenle, cevap verse de ne verecekti? Fakat kendi sarayında ve
    herkesin önünde Hz. İbrahim’e pes edemezdi ve bir ânda mutlak hakimiyet
    iddiasından vazgeçemezdi. Hz. İbrahim’in söz­leri Nemrud’u sadece şaşırttı, onun
    doğru yola yönelmesine yaramadı. Nemrud kendini beğenme ve kendine tapma
    huyundan vazgeçip Hakk’a tapma cesaretini gösteremedi. Halbuki, bu noktada Hakka
    yönelmiş olsay­dı belki de kendisini bekleyen korkunç akıbetinden kurtulmuş
    olacaktı.

    13.5.10.
    Nemrud’un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah’ın Çiçekleri

    Talmud’daki kayıtlara göre, Nemrud’un Sarayındaki hararetli
    münaka­şa ve münazaradan sonra Hz. İbrahim zindana gönderildi zindanda 10 gün
    kaldı. Bundan sonra Kraliyet Konseyi O’nun diri diri yakılmasına karar verdi.

    Kur’ân-ı Kerim’in ifadelerine göre Nemrud ve yandaşları bu
    kararı harfiyyen uyguladılar da.[9]
    Ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ama ateşte Hz. İbrahim’e bir şey
    olmadı, zira ateş, Allah’ın emriyle soğudu ve üzerinde çiçekler açtı.[10]

    Hz. İbrahim’in kavmi dünyadan silindi ve öyle silindi ki adı
    sanı bile kalmadı. Allah’ın gönderdiği azaptan kurtulan yalnızca Hz. İbrahim ve
    mübarek evlâtları (Hz. İsmail ve İshâk) idi.[11]
    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İb­rahim’in Ur veya Irak’ı terk etmesinden sonra Nemrud
    ve bütün millete ne gibi bir azâbın indiği belirtilmemiştir. Fakat bunların
    azâba uğramış mil­letlerden biri olduğu sabittir.[12]

    Hz. İbrahim (a.s.)’i alt etmeğe, O’nun sesini kısmağa çalışan
    Babil’in hükümdar, hâkim, rahip ve din adamları ve bu çirkin işte onlarla
    beraber hareket eden halk, tarihe karıştılar, hem de öyle ki bugün onların
    izlerine bile rastlamak zordur. Ancak, Allah’ın kelâmını söylemek suçundan ateşe
    atılmak istenen ve bilâhare çaresizlik içinde ülkeyi terk etmeye zorlanan o
    büyük insan öylesine büyük şan ve şerefe erişti ki, geçen dört bin yıldan beri
    adı anılmaktadır ve inşaallah kıyamete kadar da anılacaktır. Dünya­nın bütün
    müslüman, Hıristiyan ve Yahudileri, İbrahim Halilullah’ın üstün vasıflı bir
    peygamber olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Gerçek şudur ki, geçen 40
    yüzyılda insan soyu hidayet nurundan ne kadar feyz elde et­mişse bu yüce insanın
    gayret, fedakârlık ve güzel örnekleri sayesindedir. Hz. İbrahim, ahirette
    Allah’ın lütûf ve inayetine nail olacaktır, ama bu dünyada da O’nu seven ve
    sayan milyonlarca insan vardır.

    13.5.11.
    Talmud’daki Kayıtlar

    Hıristiyanların mukaddes kitabı İncil’de Nemrud ile Hz. İbrahim
    (a.s.) arasındaki tartışma, kendisinin ateşe atılması, bu ateşin soğuması,
    kendi­sine hiçbir şey olmaması, zindana atılması, milleti ile amansız
    mücadele­si ve nihayet Babil (Irak veya Ur)’e Allah’ın azâbının inmesi,
    kısacası, Ba­bil veya Irak’taki yaşantısının hiçbir safhası kaydedilmemiştir.
    Ancak İncil’in “Doğum” ile ilgili bölümünde Hz. İbrahim (a.s.)’in ülkeyi terk
    etmesine dair bazı kayıtlar vardır. Fakat bu olay bir peygamberin hicretin­den
    çok alelâde bir ailenin, iş ve geçim kaynaklarını aramak üzere bir ülkeden başka
    bir ülkeye göç etmesi gibi anlatılmıştır. Kur’ân-ı Kerim ile İncil’in
    kayıtlarında önemli bir nokta daha vardır. Kur’ân-ı Kerîm’e göre Hz. İbrahim’in
    müşrik ve putperest babası, oğluna baskı ve zulüm yapan­ların başında idi. İncil
    ise, bizzat Hz. İbrahim’in babasının, evlâtlarıyla birlikte (ki bunlar arasında
    oğul, torun ve gelinleri de vardı) Harran’a gi­dip yerleştiğini beyan
    etmektedir. (Bk: Doğum, XI, Bölüm, 27-32 ayetle­ri). Bundan sonra, Cenab-ı
    Allah’ın, Hz. İbrahim’e, Harran’dan Kenan’a gi­dip yerleşme emri verdiği
    belirtilerek şunlar ekleniyor. “Ben seni büyük bir millet haline getireceğim ve
    bereket vereceğim ve senin ününe ün ka­tacağım. O halde, sen bereketli ol. Senin
    mübarek olduğunu söyleyenlere bereket vereceğim ve seni lânetleyenleri ben
    lanetleyeceğim ve yeryüzü­nün bütün kabileleri (milletleri) senden bereket
    alacaklardır.” (Doğum: Bölüm, XII., 1-3 ayetleri) İncil’deki bu kayıtlar biraz
    havada kalıyor ve Allah’ın birden bire Hz. İbrahim’e bu kadar ilgi göstermesinin
    sebebi, O’nun hikâyesini başka kaynaklardan öğrenmeyenler tarafından
    anlaşıl­mıyor.

    Fakat Yahudilerin dini kitabı Talmud’da, Hz. İbrahim’in Irak
    veya Ba­bil’de kaldığı süre içinde başından geçen önemli olaylar, şahsiyeti,
    karak­teri ve alışkanlıklarıyla zevkleri hakkında, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunmayan
    bazı ayrıntılara rastlanıyor. Fakat her iki mukaddes kitabın kayıtları
    birbi­riyle karşılaştırılınca pek çok farklılıklar göze çarpıyor. Talmud’da bu
    hu­susta pek çok ayrıntıların yer almasına rağmen bunların kopuk, tutarsız ve
    mantıksız olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık Kur’ân-ı Kerîm, Hz. İbra­him’in
    kişiliği, karakteri, yaşantısı ve başından geçen olayları net ve açık bir
    şekilde bize sunmaktadır. Bunlar da ne herhangi bir fazlalık ve ne de saçma
    sapan şeyler. Kastettiğimiz şeyi anlatmak için sanırız, Talmud’da yer alan
    ayrıntıları buraya özet halinde vermek daha uygun olacaktır. Böylece, Kur’ân-ı
    Kerîm’in, İncil ve Yahudi mukaddes kitaplarına dayana­rak hazırlanan bir kitap
    olduğunu iddia edenlerin iddialarının asılsızlığı bir kez daha ortaya
    çıkacaktır.

    Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim’in doğduğu gün kâhinler
    fala bakmış, ayrıca gökte bir alâmet görmüşler ve bunlara dayanarak, Târeh’in
    evinde doğan bebeğin (Hz. İbrahim’in) öldürülmesi için Nemrud’a tavsi­yede
    bulunmuşlardır. Buna göre, Nemrud yeni doğan bebeğin canına kıy­maya and içti.
    Fakat Târeh, kölelerinin bir çocuğunu Nemrud’un adamla­rına vermek suretiyle Hz.
    İbrahim’in hayatını kurtardı. Sonra Târeh karısı ve çocuklarıyla birlikte gidip
    bir mağaraya saklandı. Orada 10 sene kaldı. On birinci yılda Târeh, Hz.
    İbrahim’i, Hz. Nuh’a yolladı. Hz. İbrahim 39 sene, Hz. Nuh ve oğlu Sam’ın
    hizmetinde terbiye gördü. Bu sırada, Hz. İbrahim öz yeğeni Hz. Sare ile evlendi.
    Sare Hz. İbrahim’den 42 yaş kü­çüktü. (İncil, Hz. Sare’nin, Hz. İbrahim’in
    yeğeni olduğu hususunu açıkla­mıyor. Ayrıca, ikisi arasında yaş farkının sadece
    10 olduğunu belirtiyor, Bk: Doğum: XI, 29. ayet ve XVII: 17. ayet).

    Bundan sonra Talmud’un kayıtları şöyledir: Hz. İbrahim 50
    yaşında iken Hz. Nuh’un evinden babasının evine geldi. Eve geldikten sonra gördü
    ki, babası putperesttir ve evde senenin 12 ayına göre 12 put vardır. Hz.
    İb­rahim ilk önce babasını hidayete getirmeye ve putperestlik ile şirkin
    zarar­larını kendisine anlatmağa çalıştı. Fakat babası inatçı bir insandı ve
    atala­rının dinini bırakmak istemiyordu. Bir türlü yola gelmedi. Nihayet bir gün
    Hz. İbrahim evdeki bütün putları kırdı. Târeh eve gelince putlarının peri­şan
    halini gördü ve küplere bindi. Öfkeli bir şekilde evden çıktı ve doğru Nemrud’a
    giderek gerçeği anlattı. Târeh öldürülmek istenen çocuğun ba­bası olduğunu, bu
    çocuğun bugün 50 yaşında bulunduğunu ve evdeki bü­tün putları kırdığını Nemrud’a
    anlattı. Nemrud da Hz. İbrahim’i çağırarak kendisini sorguya çekti. Sorgu
    sırasında Hz. İbrahim ters cevaplar verince Nemrud kızdı ve O’nu zindana
    attırdı. Daha sonra Kraliyet Konseyi’ni toplayarak durumu görüştü. Konsey, Hz.
    İbrahim’in ateşe atılmasına ka­rar verdi. Bunun üzerine belirlenen gün ve saatte
    odun ve ağaçlar toplana­rak ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ateşe Hz.
    İbrahim’in yanı sıra kardeşi ve kayınpederi Haran da atıldı. Bunun sebebi şuydu.
    Hz. İbrahim ateşe atılmadan önce Nemrud, Târeh’i azarladı ve oğlunu doğduğu gün
    öldürtmek istediğini ancak onun yerine bir kölenin oğlunun öldürüldüğü­nü
    hatırlatarak bu sahtekârlığı neden ve nasıl yaptığını sordu. Târeh de dedi ki,
    “Ben işi Haran’ın tavsiye ve. teşviki üzerine yaptım.” Böylece kabak Haran’ın
    başında patladı ve o Hz. İbrahim ile birlikte ateşe atıldı. Haran ateşe atılır
    atılmaz yanıp kül oldu. Ama seyirciler, Hz. İbrahim’in ateşin tam ortasında
    rahat dolaşmakta olduğunu ve kendisine hiçbir za­rar gelmediğini gördüler.
    Nemrud’a bu garip vak’a hakkında bilgi verdi­ler ve o durumu kendi gözüyle
    görmek üzere ateş yerine geldi. Nemrud oraya varınca Hz. İbrahim’e şöyle
    seslendi: “Ey gökteki Allah’ın kulu, ateşten çık ve yanıma gel.” Hz. İbrahim
    onun dediğini yaptı ve ateşten dışarıya çıktı. Nemrud, Hz. İbrahim’in bu harika
    Mu’cizesinden etkilenerek kendisine saygı ve bağlılığını bildirdi, ayrıca
    kıymetli hediye ve eşyalar da verdi.

    Yine Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İbrahim bu vak’adan sonra
    Babil veya Irak’ta iki sene kaldı. Bu arada Nemrud bir kâbus gördü ve bu­nun
    tâbirim falcılara sordu. Falcılar, Hz. İbrahim’in, Nemrud hanedanının
    hakimiyetine son verebileceğini, bu sebepten kendisinin öldürülmesi ge­rektiğini
    belirttiler. Bunun üzerine Nemrud, Hz. İbrahim’i öldürtmek için birkaç adamını
    görevlendirdi. Fakat Nemrud’un, Hz. İbrahim’in hizmeti­ne verdiği bir kölesi
    olan el-Ya’zer bu suikasttan efendisini haberdar etti. Hz. İbrahim derhal Hz.
    Nuh’a kaçıp sığındı. Târeh oraya gelerek Hz. İbra­him ile gizlice buluşurdu.
    Nihayet baba ile oğul ülkeyi terk etmeye karar verdiler. Hz. Nûh ile Sam da bu
    kararı beğendiler. Sonunda, Târeh, oğlu İbrahim, torunu Lût ve torunu ile gelini
    olan Hz. Sare’yi alıp Ur’dan Harran’a göç etti. (Bk: Selections from Talmud, by
    H. Polano, Londra, s. 30-42).

    Talmud’un bu hikâyesini okuduktan sonra aklı başında olan bir
    kişi, Kur’ân-ı Kerîm’in bundan esinlenerek yazıldığını söyleyebilir mi?

    13.6. LÛT KAVMİ

    İncil’deki kayıtlara göre, Hz. İbrahim’in iki kardeşi vardı:
    Nahûra ve Harân, Hz. Lût, Haran’ın oğluydu. (Bk: Doğum, Bölüm: XI, 26. ayet).
    Kur’ân-ı Kerîm’in Ankebût Suresinin 26. ayetindeki bilgiye göre Hz. İbra­him’e
    kavminden sadece Hz. Lût iman etmişti.

    Hz. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim (a.s.)’in yeğeniydi. Hz. Lût
    amcası Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Irak’tan çıkıp bir süre Suriye, Filistin
    ve Mı­sır’da dolaştı ve vaaz ile tebliğin inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra
    Hakk’a davetin zorluklarından da haberdar oldu. Sonra, Cenâb-ı Allah ta­rafından
    peygamberlik makamına getirilince, Lût kavmi ismiyle meşhur olan, ahlâkı belki
    de en çok bozuk olan ve dalâletin son haddine ulaşmış olan milletin ıslâhına
    memur edildi. Sodomluların Hz. Lût’un kavmi oldu­ğu söyleniyorsa da, bu
    herhalde, çeşitli milletler arasındaki yakın münase­bet ve akrabalıktan
    olabilir.

    13.6.1. Lût
    Kavminin Yaşadığı Bölge

    Lût kavmi, bugün Ürdün olarak bilinen Irak ile Filistin
    arasındaki topraklarda yaşıyordu. İncil’de bu milletin yaşadığı ülkenin hükümet
    mer­kezinin Sodom olduğu belirtilmiştir, ki herhalde Lût Gölü yakınlarında bir
    şehirdi. Talmud’daki kayıtlara göre Lût kavminin başlıca kentleri arasında
    Sodom’un dışında dört şehir daha vardı. Bu şehirlerin ortalarında öylesine büyük
    ve yemyeşil bir bahçe vardı ki bunu uzaktan görenler bile mest olurlardı. Ne var
    ki bugün bu milletin izine bile rastlanmıyor ve yerleşim bölgelerinin nereleri
    olduğu da kesin olarak bilinmiyor. Lût adını andıran bugün sadece Lût gölü
    vardır ki buna Ölü Deniz de denilir.[13]

    Felâkete uğramış ve harap olmuş bu bölge Hicaz’dan Suriye’ye ve
    Irak’tan Mısır’a giderken yolda görülür. Yolcular buranın hazin manzara­sını
    görür ve imanlı olanlar bundan ibret alırlar. Bu bölge, Lût gölünün
    güneydoğusunda yer almaktadır. Coğrafya ve arkeoloji uzmanları ile ta­rihçiler
    bu bölgenin özellikle güney kesiminin dünyada eşi görülmemiş bir virane olduğunu
    söylerler.

    Üstelik Lût kavmi bu kötü fiili gizli, saklı da yapmıyordu,
    alenen ve herkesin önünde yapıyordu. Bu illete herkes yakalanmıştı. Neml
    sûresinde de buna işaret edilmiştir:

    013

    Lût Kavminin Yaşadığı Bölge

    13.6.2. Lût
    Kavminin Sapıklığı

    Kur’ân-ı Kerîm’de Lût kavminin yozlaşması ve kötü yola
    sapmasıyla ilgili kayıtlara bakalım.

    “Rabbinizin sizin için helâl yarattığı zevcelerinizi
    bırakıyorsunuz. Doğrusu siz haddinizi tecavüz eden bir kavimsiniz.” (Şuarâ; 166)

    “Gerçekten siz, kendinizden evvel, âlemlerden hiçbirinin
    yapmadığı çok kötü bir işi yapıyorsunuz.” (Ankebût; 28)

    “Siz erkeklere, mukarenet edecek, yol kesecek ve toplantınızda
    edep­sizliği yapıp duracak mısınız?” (Ankebut; 29)

    Bu ayetlerde, Lût kavminin en kötü illeti olan eşcinselliğe
    değinilmiş­tir. Bilindiği gibi, Lût kavminin adı eşcinsellikle özdeşleşmiştir.
    Homo­seksüellik, Lût kavminin simgesi haline gelmişti. Nitekim A’râf sûresinde
    şöyle denilmiştir:

    “Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz.”
    (Âyet; 81)

    “Doğrusu siz, ne yaptığınızı bilmez bir kavimsiniz.” (Âyet; 55)

    Aslında, Lût kavminin yakalandığı illet çok eski çağlardan beri
    İnsanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik veya eşcinsellik gibi kötü bir
    fiil Lût kavminde bu kadar yaygınlaşmış, Yunan felsefesinde de yücelmiştir. Bu
    hususta bir eksiklik var idiyse, bunu da bugünkü Avrupa ve Amerika
    tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak bilinen Batı medeniyetinde
    eşcinsellik alabildiğine yaygınlaşmış ve bunun yasallaşma­sı için geniş
    kampanyalar açılmıştı. Nitekim Federal Almanya başta ol­mak üzere çeşitli batılı
    memleketlerde bunun için parlamentodan ve hükü­metten kanunlar çıkarılmıştır.
    Halbuki aynı cinsten olanlar arasında cinsî münasebet, tabiat kanununa
    aykırıdır. Cenâb-ı Allah (cc.) bütün canlılar arasında dişi ve erkek farkını,
    nesillerin devamı için yapmıştır. Bu fark İnsanlar arasında daha önemli ve
    gereklidir, çünkü İnsanlar bir araya gelerek aile ve toplumları
    oluşturmaktadırlar. Fert, aile ve toplum aynı zamanda geniş bir medeniyet
    meydana getirirler. Bu sebeple ayrı yapı ve mizaçta erkek ve kadınlar
    yaratılmıştır. Bu iki karşı cinsin birbirine yaklaşmalarını sağlamak amacıyla
    aralarında cinsel cazibe yaratılmıştır. Her iki cinsin beden ve ruh yapısı,
    zevcelik vazifesinin yerine getirilmesi için müsait ha­le getirilmiştir.
    Tabiatın ihtiyacını karşılamak üzere birleşmelerini teşvik edici ve tatmin edici
    bazı unsurlar yaratılmıştır. Fakat eşyaların tabiatına aykırı hareket ederek
    kendi cinsinden olanlara karşı fazla ilgi duyan ve halta onlarla cinsî ilişki
    kurup bundan zevk alan bir kişi aynı zamanda bir­çok suç işlemiş olur. Bu kişi
    evvelâ kendi nefsiyle mücadele etmek zorun­da kalır. Kendi vücut yapısı ve ruh
    sisteminde bozukluk meydana getirir. Bu kişinin ilişki kurduğu hemcinsi de aynı
    sınavdan geçer ve bu kişinin vücut, ruh ve ahlâkında büyük çapta tahribat yapar.
    İkincisi, homoseksüel bir kişi tabiata ve tabiat kanunlarına ihanet eder. Zira
    tabiatının, türlerin büyümesi ve medeniyetlerinin gelişmesi için tâyin ettiği
    haz ve zevki bu şahıs istismar ediyor, kötüye kullanıyor. Bu haz ve zevkin
    alınmasının ba­zı sorumlulukları vardır. Bu şahıs bu zevki, bu sorumluluk ve
    görevleri yerine getirmeden alıyor, daha doğrusu gasp ediyor. Üçüncüsü, bu kişi
    in­san toplumuna da ihanet ediyor. Şöyle ki, toplumun fertlerinden, kaide ve
    kuralları ile kuruluşlarından yararlanıyor, ama bunun karşılığını vermiyor ve bu
    hususta kendisine düşen görev ve yükümlülükleri yerine getirmiyor. Hatta
    enerjisini, toplumun ahlâk ve kültürünü bozacak ve sarsacak yollar­da harcıyor.
    Homoseksüel hem kendi ailesi hem toplumu için zararlı ve tamamıyla pasif ve
    faydasız bir yaratık haline geliyor ve ilişki kurduğu en az bir hemcinsinin
    kaderini de aynı yola sokuyor. Bir homoseksüel, en az bir erkek ve iki kadının
    hayatını da mahvediyor. Zira aralarında eşcinsel ilişki bulunan iki erkeğin
    karıları da fuhuşa ve kötü yola sevk ediliyor.

    “Elçilerimiz Lût’a geldikleri vakit O’nun üzerine fenalık geldi
    ve kalbi duraladı. Ve: ‘Bu çok çetin bir gündür’ dedi. Kavmi O’na (Lut’a)
    koşarak geldi. Onlar eskiden beri kötülük işlemeye alışık kimselerdi. Lût, ‘ey
    kav­mim, işte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun. Beni
    misafirlerim içinde rezil etmeyin, içinizden aklı başında bir adam da mı
    yoktur?’ dedi. Onlar, ‘senin kızlarında bir hakkımızın olmadığını bilirsin. Ve
    sen bizim ne istediğimizi de bilirsin.’ dediler!” (Hûd; 77-79)

    Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan bu kıssanın tafsilâtından
    anlaşılıyor ki, melekler Hz. Lût (a.s.)’a güzel delikanlılar kılığında geldiler
    ve Hz. Lût bunların melek olmalarından habersizdi. Bu sebepten dolayı, bu
    misafir gençlerin gelmesinden tedirgin ve huzursuz oldu. O, milletinin ne kadar
    ahlâksızlaştığını ve bozulduğunu pekiyi biliyor ve başına geleceklerden
    korkuyordu.

    Söz konusu ayetlerde bahsedilen kızlar hem Hz. Lût (a.s.)’un öz
    kızla­rı olabilir, hem de milletin diğer kızları. Bilindiği gibi, bir peygamber
    kendi ümmetinin babası durumunda oluyor ve bu bakımdan herkesin kızı onun öz
    kızı gibi oluyor. Hz. Lût bu manada bütün kızların kendi kızları olduğunu
    söylemiş olabilir. Ya da sadece kendi kızlarından bahsetmiş ola­bilir. Fakat her
    iki durumda da onun şehvetten kuduran halka, “gelin bu kızlarla cinsel
    açlığınızı giderin” dediği düşünülemez. Zira, “onlar sizin için daha temizdir”
    demesi, bu ihtimali ortadan kaldırıyor. Hz. Lût’un söy­lemek istediği yalnızca
    erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını tabiî ve meşru yol­larla gidermeye çalışmalarını
    öğütlemekti. Bunun için kadın ve kızlar az değildi.

    Yukarıdaki ayetlerde Lût kavminin ahlâksızlığı, iğrençliği ve
    çirkinli­ği ortaya konmuştur. Bu kavim sadece doğal yollardan ayrılmamış, aynı
    zamanda bu kötülüğe öylesine alışmıştı ki bütün ilgisi ve zevki bu kötü fi­ile
    bağlanmış kalmıştı. Doğal yoldan tamamıyla ayrılmış, bu tarafa tenez­zül bile
    etmiyordu, inançsızlıkları o kadar artmışa ki, bu doğal yolun kendileri için
    tamamen kapalı olduğunu söylemekten de çekinmiyorlardı. Gerçek şu ki, bu,
    ahlâksızlığın son haddiydi. Sadece nefsinin zaafı yüzün­den haram iş yapan bir
    kişinin durumu farklıdır. Zira, o bir yanlışlık yapı­yor ve bu yanlışlığını
    düzeltmek için çaba harcıyor. O daima helâl şeyler yapmaya, haramdan kaçmaya
    çalışıyor. Böyle bir kişi doğru yola gelebilir ve günahı affedilebilir. Fakat
    bir kişinin bütün düşüncesi ve hatta yaşantı­sı harama dayanır ve helâlin
    kendisi için uygun olmadığını düşünürse, onun insan sayılmasına herhangi bir
    sebep yoktur. O bir mikroptur ve an­cak lağım suyunda ve bataklıkta yaşayabilir.
    İnsanlar arasında onun yeri yoktur. Bu tür mikroplar bir ailede tesadüfen
    doğarsa, bunların haşerat ilâcıyla temizlenmesi gerekir.

    “Şehir halkı birbirlerine müjdeleyerek geldiler. Lût: ‘Bunlar
    benim misafirlerimdir, beni utandırmayın. Allah’tan korkun. Beni rezil etmeyin.’
    dedi. Onlar: ‘Biz seni herkesi himaye etmekten menetmedik mi?’dediler. Lût,
    ‘eğer bir şey yapmak isterseniz iste kızlarım’ dedi. (Habibim) senin hayatın
    hakkı için, Lût kavmi kendi sarhoşluklarında bir şey görmez ol­muşlardı.” (Hicr;
    67-72)

    Bu ayetlerden de, Lût kavminin ahlâkının ne kadar bozulduğu
    ortaya çıkıyor. Şehrin bir mahallesinde bir kişinin evine güzel gençlerin
    gelmesi, oraya cinsî sapık ve ahlâksızların hücum etmelerine yol açabiliyordu.
    Şeh­vet ve şiddetli cinsî arzulardan gözleri dönmüş bu adamlar o eve saldırıp,
    gelen güzel misafirlerle cinsi açlıklarını gidermek için açıkça talepte
    bu­lunmaya cesaret edebiliyorlardı. Bütün mahallede, şehirde ve hatta
    mem­lekette bu ahlâksızlığa karşı çıkacak ve insan kılığındaki hayvanlara dur
    diyecek kimse yoktu. Herkesin duyguları, vicdanları ölmüştü. Hz. Lût (a.s.) gibi
    temiz ve güzel ahlâk timsalinin evine bile sapıkların böyle hü­cum ettiği bir
    ortamda diğer başka kimselerin iffet ve namusunun emni­yette olduğu
    düşünülebilir mi?

    13.6.3. Talmud’un
    Açıklamaları

    Talmud’da da Lût kavminin ahlâk bozukluğu ve sapıklığı hakkında
    ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu bilgileri buraya özet şeklinde aktarıyoruz.
    Bir defasında Aylâm’lı bir yolcu Lût kavminin memleketinden geçiyordu. Hava
    kararınca mecburen Sodom’da konaklama gereğini duydu. Torbasın­da yiyecek,
    içecek her şey vardı. Yatması için gerekli örtüsü de vardı. Bu sebeple kimsenin
    evine gidip misafir olmak için kapısını çalmadı. Bir ağacın altında uzanıverdi.
    Derken bir Sodom’lu oraya geldi onu istirahat ederken gördü ve evinde misafir
    etmekte ısrar etti. Gece onu evinde misa­fir etti, ama sabah misafir henüz
    uykuda iken katırı, eğeri ve bütün mallarını alıp kaçıverdi. Misafir kalkınca
    soyulduğunu fark etti, dövünmeye başladı, herkese yalvardı ve hırsızın
    bulunmasını istedi. Ama kasabalılar bu zavallı adama acımak bir yana, geriye
    kalan bütün parası ve malını gaspedip sınırdışı ettiler.

    Bir defasında Hz. İbrahim (a.s.)’in eşi Hz. Sare, Hz. Lût’un
    ailesin­den haber almak üzere uşakları olan El-Ya’zer’i Sodom’a gönderdi.
    El-Ya’zer Sodom şehrine girdiğinde bir Sodom’lunun bir yabancıyı dövmekte
    olduğunu gördü. El-Ya’zer ona çok kızdı ve bir yabancıya ve yolcuya böyle bir
    muamele yapmasını kınadı. Bunu der demez, El-Ya’zer’in etra­fında toplanan halk
    bu sefer onu dövmeye başladı. El-Ya’zer canını zor kurtardı.

    Bir defasında fakir bir kişi Sodom’a geldi. Açlıktan ölüyordu,
    ama kimse ona yiyecek vermedi. Açlıktan bayılan bu kişiyi Hz. Lût’un kızı gördü
    ve eve getirdi, karnını doyurdu. Bunu duyan Sodom’lular hem Hz. Lût’u, hem
    kızını azarladılar ve bu gibi hareketleri bir daha yapmamaları­nı istediler.

    Talmud’un yazarı bu gibi, diğer bazı olayları anlattıktan sonra
    Sodom’luların günlük yaşantılarında son derece zâlim, acımasız, hilekâr ve
    ahlâksız olduklarını belirtiyor. Herhangi bir yolcu Sodom’dan canı ve malı
    emniyet içinde olarak geçemezdi. Hiçbir fakir, aç ve açıkta kalan bir kişi
    Sodom’da barınamaz, karnını doyuramazdı. Pek çok defa, dışardan gelen fakir ve
    aç yolcular bu şehirde öldüler. Sodomlular, ölüye saygı diye bir şey de
    bilmiyorlardı. Ölülerin elbise ve üzerinde bulunan eşyalarını çalıp, çıplak
    olarak toprağa gömerlerdi. Belde’nin yabancısı olan bir tüccar veya iş adamı
    buraya tesadüfen geldiğinde her şeyini kaybederdi. Soyulan kişi­ler üzülürken
    halk etrafında toplanarak onu alaya alırdı. Sodom’da bir de büyük park
    yapılmıştı, ki birkaç kilometre uzunluğunda idi. Sodomlular bu parkta alenen
    cinsi münasebette bulunur ve her türlü cinsi sapıklıkları yaparlardı.

    13.6.4. Kur’ân-ı
    Kerîm’in Az ve Öz İfadeleri

    Talmud ile mukayese edildiğinde Sodom’luların durumunun Kur’ân-ı
    Kerîm’de az ama öz bir şekilde anlatıldığını görürüz. Kur’ân-ı Kerîm’in bir
    ayetinde şöyle denilmiştir: “Onlar eskisinden çok daha kötü şeyler
    yapı­yorlardı.” Bir başka ayette şöyledir: “Siz erkeklerinizle nefsinizin
    ihtiyaç­larını gideriyor, yolcuların yolunu kesiyor ve toplantılarınızda açıkça
    sa­pıklıklar yapıyorsunuz.”

    13.6.5.
    Peygamber’in Davetine Tepki

    Hz. Lût geçmişte olduğu gibi ümmetini Allah’a ve doğru yola
    davet edince sert bir tepkiyle karşılaştı ve ümmeti kendisine şöyle dedi.

    “Ey Lût bu sözlerine son vermezsen, bu memleketten
    çıkarılanlardan olursun.” (Şuarâ; 167)

    Sodom’lular demek istiyordu ki, Hz. Lût kendilerini uyarmasın,
    yap­tıklarına karşı çıkmasın, çünkü eğer arzularının dışına çıkarsa, O’nun sonu
    da geçmişte kendilerini uyaranlardan farklı olmayacaktır ve sürgüne
    gön­derilecektir.

    A’râf ve Neml sûrelerinde belirtildiği gibi, Sodom’lu sapıklar
    Hz. Lût’a böyle bir ikazda bulunmadan önce zaten O’nu, ailesi ile beraber
    ül­kenin sınırlarının dışına çıkarmaya karar vermişlerdi. Şu ayete bakınız.

    “Lût ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe
    gayret eden insanlardır.” (Neml; 56)

    13.6.6.
    Meleklerin Gelişi

    “Elçilerimiz İbrahim’e müjde ile geldiklerinde. ‘Diz, bu
    memleket hal­kını helâk edeceğiz. Çünkü onlar zâlim oldu’ dediler.” (Ankebût;
    31)

    Hz. Lût (a.s.)’a azab-ı ilâhî ile gönderilen melekler ilk önce
    Hz. İbra­him’e vardılar ve kendisine Hz. İshâk ve sonra Hz. Yakub’un
    doğacakları­nı müjdelediler ve daha sonra Hz. Lût’un kavmini helâk edeceklerini
    söy­lediler.

    “İbrahim: ‘Onların içinde Lût da vardır,'” dedi.

    Bir kerre, Hz. İbrahim melekleri insan kılığında görünce korktu,
    çün­kü meleklerin insan kılığında olmaları bir tehlike işaretiydi. Fakat insan
    kendisine doğacak evlâtları hakkında müjde verince o da Allah’ın azâbının Lût
    kavmine yönelik olduğunu öğrenip biraz rahatladı, ama bu kavmin bağışlanması
    için ısrarla yalvardı. Ne var ki, Hz. İbrahim’in yalva­rışları kabul edilmedi,
    iş işten geçmişti. Bu hususta bir şey söyleme imkânının bulunmadığı, Allah’ın
    hükmünün verilmiş olduğu ve bunun ge­ri alınamayacağı belirtildi. Bu cevaptan
    sonra, Lût ve ailesi hakkında en­dişelenmeye başladı ve dolayısıyla endişesini
    yukarıdaki biçimde dile getirdi. Yani bu azaptan Lût ve ailesinin kurtulmaları
    gerektiğim söyledi. Bunun üzerine meleklerin cevabı şu oldu.

    “Biz orada kimlerin olduğunu daha iyi biliriz. O’nu da ehlini de
    kur­taracağız. Yalnız geride kalacaklardan olan karısı hariç.” (Ankebût; 32)

    Tahrîm sûresi (10. ayet)’ne bakılırsa, yukarıda adı geçen kadın
    Hz. Lût’a sadık değildi. Bu sebeple, bir peygamberin karısı olmasına rağmen
    diğer mel’un ve mağdublar ile birlikte helâk olmasına karar verilmişti. Kuvvetli
    ihtimal şu ki, Hz. Lût Ürdün’e hicret ettikten sonra yeni ülkede yerleşince
    Sodomlulardan birinin kızıyla evlenmiştir. Fakat bu kadın uzun süre Hz. Lût’un
    zevcesi olmasına rağmen kendisine iman edememiş ve bütün fikir ve düşünceleriyle
    kendi milletine bağlı kalmıştır. Bilindiği gibi Allah katında kan akrabalığı ve
    benzeri ilişkilerin hiçbir önemi yoktur. Herkes kendi iman ve ahlâkına göre
    Allah’ın mahkemesinde yargılanmak­ta, cezalandırılmakta veya
    ödüllendirilmektedir. Bu itibarla, bu kadının, kâfir olarak kalması, kocasının
    peygamber olmasına râğmen, felaketine yol açmıştır.

    13.6.7. Hz.
    Lût’un Endişe ve Telâşı

    “Elçilerimiz Lût’un yanına gelince bu O’na güç geldi. Onlar
    yüzün­den çok kederlenip tâkatı kesildi.” (Ankebût; 33)

    Hz. Lût’un birden bire telaşlanmasının sebebi, meleklerin çok
    güzel delikanlılar şeklinde gelmeleriydi. Hz. Lût kendi ümmetinin kötü huyu,
    sapıklığı ve eşcinsel eğiliminden haberdardı ve biliyordu ki bu güzel gençler
    mutlaka halkın dikkatini çekeceklerdi. Sapık kişilerin kendilerine kötü niyetle
    yaklaşmalarını önlemek için aklına bir şey gelmedi. Onları ne yapacağını, nasıl
    saklayacağını bilemedi. Bu yerde, misafir idiler ve onları evinden kovmasına
    gönlü razı olmuyordu. Bu hem uygun olmayacaktı, hem de daha tehlikeli idi; zira,
    akşam olmuştu, geceyi dışarıda geçirmeleri halinde, kendilerini kurtarmaları ve
    namuslarını korumaları daha da güç­leşecekti. Böylece, Hz. Lût onları kendi
    eliyle aç kurtlara yem olarak ver­miş olacaktı.

    Hûd sûresinde belirtildiği gibi, halkın Hz. Lût’un evine hücum
    ettiği ve misafirlerini koruma imkânının hiç bulunmadığı bir sırada Hz. Lût
    ça­resizlik içinde bağırıverdi: “Ah keşke, bende size karşı gelecek bir kuvvet
    bulunsa yahut kuvvetli bir yere dayansam” (Ayet; 80) Bunun üzerine me­lekler
    dedi ki, “Ey Lût, Biz Rabbinin elçileriyiz. Kavmin sana katiyyen dokunamaz.”
    (Ayet; 81). Bundan sonra Ankebût suresinde şöyle buyrulmuştur:

    “Korkma ve kederlenme.” (Âyet; 33)

    Bu sözler, Hz. Lût’a gelen meleklerindir. Yani, melekler Lût’a
    demek istiyorlardı ki, “bizim namus ve emniyetimizin nasıl korunacağı konusun­da
    tasalanma. Bunlar bize bir şey yapamazlar.” Bu sözlerden sonra melek­ler,
    kendilerinin insan değil, melek olduklarını itiraf ettiler. Melekler as­lında
    kılık değiştirerek Sodomluları imtihan etmeğe ve nihayet helâk et­meğe
    geldiklerini açıkladılar.

    Hz. Lût (a.s.) ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan kıssaya
    göre melek­ler genç ve yakışıklı birer delikanlı hüviyetiyle Sodom’a gelmişlerdi
    ve Hz. Lût ilk önce onların melek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple endişe duyması
    ve telaşlanması gayet doğaldı.

    Bu gençlerin Hz. Lût’un evine misafir olarak geldiğini duyan
    Sodomlular derhal evine hücum ettiler ve onlara sahip olmak istediler. Şehvetten
    gözleri dönmüş bu İnsanlar dur durak bilmiyorlardı. Hatta onlara tecavüze bile
    kalkıştılar. Bunun üzerine Hz. Lût kendilerinin Allah’tan korkmalarını istedi.
    Onların kendi evine misafir geldiklerini, namuslarını koruma vazi­fesinin
    kendisine ait olduğunu söyledi. Sonra kızlarının kendileri için da­ha temiz
    olduğunu belirterek evlerine dönmeleri için yalvardı. Fakat bu hain ve ahlâksız
    kişiler söz dinlemez olmuşlardı. Onlar kızlara meyil et­mediklerini, gayelerinin
    genç delikanlılara sahip olmak olduğunu utanma­dan söylediler (Hûd; 78-79)

    “Gerçekten O’nun misafirlerine kötülük kastetmişlerdir. Biz de
    onla­rın gözlerini kör ediverdik. Onlara, ‘azabımı ve tehditlerimi tadın
    (buyur­duk)” (Kamer; 37)

    Hz. Lût (a.s.), rica etti, yalvardı, “Allah rızası için bu işten
    vazgeçin, ne isterseniz, yaparım” dedi. Ama nafile. Onların kulağı sağır
    olmuştu. Eve girdiler ve misafirleri zorla dışarıya çıkarmak istediler, işte tam
    bu sı­rada gözleri Allah tarafından kör edildi. Melekler de Hz. Lût ve
    ailesinden derhal evi ve şehri terk etmelerini istediler. Arkalarına
    bakmaksızın, sabah olmadan memleket hudutlarının dışına çıkmalarını öğütlediler.
    Hz. Lût ailesiyle beraber şehri terk eder etmez Sodomlulara veya Ürdün’lülere
    büyük bir azab indi.

    İncil’de azâbın ayrıntıları şöyledir: “Ve onlar o erkeğe, yani
    Lut’a hü­cum ettiler ve kapıları kırmak için evine yanaştılar. Fakat o erkekler,
    yani melekler, ellerini uzatarak Lût’u evin içine çektiler. Kapıyı kilitlediler
    ve evin kapısında bulunan erkeklerin küçük büyük hepsinin gözlerini kor
    et­tiler. Bu yüzden kapıda toplanan erkekler bir türlü kapıyı bulamadılar.”
    (Doğum, XIX: 9-11).

    “Onlar: ‘Biz günahkâr bir kavme gönderildik’ dediler. Onların
    üzeri­ne balçıktan taşlar atmak için. Ki o taşların her birinin üzeri, Rabbi
    tara­fından, haddi aşanlara mahsus olarak işaretlidir.” (Zâriyat; 32-34)

    Sanki Allah, her taşa, damgasını vurmuştu ve bu taşların
    vazifesi adamları takip edip helâk etmekti.

    13.6.8. Azâb’ın
    Gelişi

    “Emrimiz geldiğinde altlarını üstlerine getirdik. Balçıktan
    pişirilmiş ufak taşları üstlerine yağdırdık. Bunlar Rabbin tarafından
    damgalanmışlardı. Böyle azap zalimlerden uzak olmaz.” (Hûd; 82-83)

    “Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, uyarılmayı kabul
    et­meyenlerin yağmuru ne fenadır.” (Şuarâ; 173)

    Azap muhtemelen bir yanardağın patlaması ve şiddetli bir deprem
    şeklinde geldi. Deprem, Sodomluları ve Ürdünlüleri yerle bir etti. Yanar­dağın
    patlaması yüzünden de sıcak ve yanan taşlar yağdı. Burada balçık­tan pişirilmiş
    taşlardan, volkanın bünyesindeki buhar ve kaynayan madde­lerin karışımıyla
    ortaya çıkan lav ve taşlar kastedilmiş olsa gerek. Nitekim bu deprem ve volkanik
    patlamanın belirtileri hâlâ Lût gölünün çevresinde bulunmaktadır.

    “Fakat orada, Müslümanlardan, bir haneden başkasını bulamadık.”
    (Zâriyât; 36)

    Bütün ülkede ve millette İslâm ve imanın nuruyla aydınlanmış
    olan tek bir ev vardı, o da Hz. Lût (a.s.)’undu. Diğer herkes fısk ve fücura
    yakalanmıştı. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah sadece o ev ve onun
    sakin­lerini kurtardı ve diğerlerine büyük azâbını göndererek onların varlığını
    temelden sildi.

    13.6.9. Olayın
    Ayrıntıları

    Lût kavmine gelen ilâhî azâbın ayrıntıları İncil’de, eski
    Elence, ve Lâtince eserlerde vardır. Ayrıca zamanımızda yapılan çeşitli tarihî,
    arkeo­lojik ve jeolojik araştırma ve incelemeler bu olaya ışık tutmaktadır.
    Bun­ların özelini aşağıda sunuyoruz.

    Lût Gölü veya Ölü Deniz’in güneyinde ve doğusunda bugün
    tama­mıyla ıssız kalan bölgelerde birçok eski yerleşim merkezlerinin kalıntıları
    ve izleri vardır. Bunlardan, bu bölgenin vaktiyle hayli kalabalık bir nüfusa
    sahip olduğu anlaşılıyor. Halbuki, bu bölge bu kadar bir insan kitlesini cezp
    edecek fiziksel güzelliğe haiz değildir. Ağaçlar, yeşil sahalar veya su­lu
    yerler çok azdır. Arkeologlara göre, bu bölge gelişme ve refahının en yüksek
    düzeyine M.Ö. 2300 ilâ M.Ö. 1900 dönemi arasında erişmiştir. Tarihçiler ise Hz.
    İbrahim (a.s.)’in M.Ö. 2000 civarında yaşamış olduğunu tahmin ediyorlar. Bu
    bakımdan, bu bölgenin en iyi dönemini Hz. İbrahim ile yeğeni Hz. Lût devrinde
    yaşadığını kabul edebiliriz.

    Ürdün’ün, nüfusu en çok ve her tarafı yemyeşil olan bölgesi,
    İncil’de Sodom adıyla geçen vadiydi. Nitekim, bu konuda İncil’de şu satırlara
    rast­lıyoruz. “Cenab-ı Allah, Sodom ile Gomore’yi mahvetmeden önce bura­lar Bağ
    (Aden) ve Mısır gibi mamur bölgeler idi.” (Doğum XIII, 10). Bugünkü arkeolog ve
    bilim adamlarına göre bu mamur ve yemyeşil böl­ge, Ölü Deniz’e gömülmüştür.
    Arkeolog ve bilim adamlarının bu netice­ye varmaları için bazı sebepler vardır.
    Araştırmalar göstermiştir ki eski çağlarda Ölü Deniz veya Lût Gölü, güney
    tarafında bugünkü kadar ge­niş değildi. Ürdün’ün El-Kürk kasabasının karşısında
    batıda bu gölde, “El-Lissan” adında küçük bir yarımada vardır. Tahminlere göre,
    eski çağ­larda Ölü Deniz’in sınırları buraya kadardı. Bunun güneyindeki gölün
    bir bölümü yemyeşil vadi idi. Bu vadide Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin
    yanı sıra Gomore, Adma, Sanbuyem ve Zogr kentleri de vardı. M.Ö. 2000 yıllarında
    şiddetli bir deprem bu vadinin çökmesine ve üstü­ne Ölü Deniz veya Lût Gölünün
    sularının dolmasına yol açtı. Nitekim, bugün dahi buraları, gölün en alçak
    yeridir. Roma devrinde ise buralar­da gölün derinliği o kadar azdı ki, İnsanlar
    El-Lissan’dan batı yakasına kadar yürüyerek geçebiliyorlardı. O zamana kadar
    güney yakası boyunca gömülen orman ve sazlıklar açıkça görülebiliyordu. Hatla
    buralardan geçenler göle bazı binaların girmiş olabileceğinin işaretlerini
    görebiliyor­lardı.

    İncil’den, eski Elence ve Lâtince eserlerden bu bölgede yer yer
    petrol ve asfalt (maden zifti) kuyularının bulunduğu anlaşılıyor. Bazı yerlerden
    tabii gaz da çıkardı. Jeologlar bugün de bu bölgenin yeraltı kaynakları arasında
    petrol ve gazın başta geldiğini belirtiyorlar. Jeolog ve deprem uz­manlarının
    bulgularına göre şiddetli yer sarsıntıları yüzünden petrol, ma­den zifti ve gaz
    patlayarak etrafa yayıldılar. İncil’in ifadesine göre, Ürdün ve Sodom’un büyük
    bir felakete uğradığı haberini aldıktan sonra Habron’dan bölgeye gelen Hz.
    İbrahim (a.s.) buradan, tıpkı bir fırından çıkan dumanlar gibi duman çıktığını
    gördü. (Doğum, XIX, ayet: 28).

    Kur’ân-ı Kerîm’de Lût kavminin Allah’ın gazap ve azabına
    uğradığı memleketin, açık bir alamet veya işaret olarak bırakıldığı
    buyurulmuştur. Bu açık işaretlen Ölü Deniz veya Lût gölünün kastedildiği
    anlaşılıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Mekke’li kâfirlerin bu açık işaretten ders
    almaları isten­miştir:

    “İşte bunda, feraset ehline ibret ve kudretimize delâlet vardır,
    O yer­ler yolun üzerindedir. Bunda mü’minler için ibretler vardır.” (Hicr;
    75-77)

    “Elbette siz sabahları onların yerlerine uğrarsınız. Geceleyin
    de uğ­rarsınız. Halâ akıllanmaz mısınız?” (Sâffât; 137-138)

    13.6.10. Son
    Buluşlar

    Çağımızda, Ölü Deniz veya Lût Gölü’nün güney kısmının, şiddetli
    bir zelzele sonucu yerin çökmesiyle ortaya çıktığı ittifakla kabul ediliyor.
    Çö­ken kısmın, Ürdün memleketinin bir bölümüne ait olduğu ve bunun bir şehrinin
    Sodom olduğu da çoğunlukla kabul ediliyor. Gölün güney kıs­mında suların altında
    bazı yerleşim merkezlerinin kalıntılarına rastlanmış­tır. Son zamanlarda
    dalgıçlar bu bölgeye dalarak tarihi kalıntıları bulmaya teşebbüs etmişlerdir.
    Fakat bu hususta henüz müsbet bir netice elde edil­memiştir.

    “Ve orada, elemli azaptan korkanlar için (Allah’ın kudretine
    delâlet eden) alâmet de bıraktık…” (Zâriyât; 37)

    Burada bahsedilen alâmet, Lût Gölünün güney kısmıdır ki, bugün
    de büyük bir medeniyete mezar olduğunun hikâyesini dile getirmektedir.
    Ar­keologlara göre şiddetli deprem, Lût kavminin önde gelen şehirlerinin
    çökmesine, üstlerine de gölün suyunun gelmesine yol açmıştır. El-Lissan adlı
    küçük yarımadanın güneyindeki bölümün sonradan ortaya çıktığı da derhal
    anlaşılıyor. 1965’te Amerikalı arkeologlardan oluşan bir ekip, kazı­lar
    sırasında, El-Lissan yarımadasında büyük bir mezarlığı ortaya çıkar­mıştır. Bu
    mezarlıkta 20 binden fazla mezarın bulunduğu tesbit edilmiştir. Bundan, yakın
    bir yerde büyük bir şehrin bulunduğu tahmini kuvvet ka­zanmıştır. Bu buluş
    ayrıca, söz konusu şehrin yere battığı tezini de güç­lendiriyor. Çünkü görünürde
    zamanımızda bu bölgede başka kalabalık herhangi bir yerleşim bölgesi yoktur. Lût
    gölünün güney kısmında büyük bir felaketin belirtileri de, büyük kara lekeleri,
    yanmış taşlar soğumuş lav­lar, petrol, mazot ve tabii gaz kalıntıları şeklinde
    de bulunuyor. İnsan bu­rada bir gün kıyametin koptuğunu anlıyor.

    13.7. SABÂ (SEBE’) HALKI

    13.7.1. Sabâ
    (Sebe’) Halkının Yaşadığı Bölge

    Sabâ’lılar Güney Arabistan’da ticaretle uğraşan bir millettiler.
    Sabâ ül­kesinin merkezi, bugün Güney Yemen’in başkenti olan San’a’nın 55 mil
    kuzey-doğusunda bulunan Mârib idi. Sabâ memleketinin gelişme ve refah devri,
    Ma’yîn saltanatının çöküşünden sonra takriben M.Ö. 1100’de başla­dı ve Sabahlar
    tam bin yıl bütün Arap yarımadasında egemenlik kurdular. M.Ö. 115’de Güney
    Arabistan’ın Himyer adlı başka bir kavmi onların ye­rine geçti. Bu kavim
    Arabistan’da Yemen, Hadramut ve Afrika’da Habe­şistan’a kadar hakimiyetini
    kurdu.

    13.7.2. Tanınmış
    ve Çalışkan Bir Millet

    Sabâ halkı çalışkan olup çevredeki bütün memleketlerde
    tanınıyordu. Doğu Afrika, Hindistan, Uzak Doğu ve bizzat Arabistan’dan Mısır’a,
    Suri­ye’ye, Yunanistan’a ve Roma’ya kadar uzanan ticari bağlantılarda
    Sabâ’lıların rolü büyüktü. Hatta bu uzun ve büyük ticaret yolunun Sabâ’lıların
    elinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sebepten dolayıdır ki, bu ulus, ser­veti,
    malı ve mülkü bakımından ün kazanmıştı. O kadar ki, Yunan tarihçi­leri
    Sabahların, dünyanın en zengin milleti olduğunu söylüyorlardı. Tica­retin yanı
    sıra ziraat ve çiftçilik de Sabâ topluluğunun refahında büyük rol oynuyordu.
    Sabâ ülkesinde birçok yerde barajlar kurulmuş ve geniş bir sulama sistemi
    meydana getirilmişti. Bereket, tabii güzellik ve yeşil saha­lar yüzünden bir
    cennete çevrilmişti. Yunan tarihçileri bu memleketin ta­bii güzelliği,
    manzaraları ve refahının kasidesini yazmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in Sebe’
    sûresinin ikinci rükûsunda da Sebe’nin mamur ve müreffeh bir belde olduğu dile
    getirilmiştir.

    “Doğrusu Sebe’ kavminin meskenlerinde (Cenab-ı Hakkın kudretine
    delâlet eden) bir ibret vardır. Her ev sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi.
    Onlara (Peygamberleri): Rabbinizin rızkından yeyin. Ve ‘Ona şükre­din.
    (Memleketiniz) çok güzel bir beldededir. Rabbiniz de Gafûr’dur.'” demişti.”
    (Sebe; 15)

    Tarihe bakılırsa, Sabâ veya Sebe’, Güney Arabistan’ın gelmiş
    geçmiş en büyük kavminin adıdır. Bu kavim bazı büyük aşiretlerden müteşekkil­di.
    İmam Ahmed, İbn-i Cerîr, İbn Ebî Hâtim İbn-i Abd-il Berr ve Tirmizî’nin, Hz.
    Peygamber (a.s.)’e dayanarak naklettiklerine göre, Sabâ (Sebe’) mümtaz bir Arap
    şahsiyetiydi. Bu şahsın soyundan Arabistan’ın şu kabile­leri meydana geldi:
    Kinde, Himyer, Ezd Eş’ariyyin, Mezhic, Emmâr (ki bunun iki kolu vardı: Has’um ve
    Becîle), Âmile, Cüzam, Lahm ve Gassân.

    Çok eski çağlardan beri Arap dünyasında bu ulusun adı herkesin
    di­linde idi. M.Ö. 2400 yıllarına ait olan Ur şehrinin kalıntılarından çıkarılan
    kitabelerde bu kavmin adı “Sabum” olarak geçmektedir. Daha sonraki de­virlere
    ait olan ve Babil ile Asur yazıtlarında ve İncil’de de bu kavimden sık sık
    bahsedilmiştir. (Meselâ bk: Zebûr, 72:15, Yeremya, 6:20, Hezakiel, 27:32 ve
    38:13, Eyyûb, 6:19). Yunanlı ve Romalı tarihçiler ile coğraf­yacı, Theofrastus
    (M.Ö.: 288), M.Ö. birkaç yüzyıldan başlayarak M.S. birkaç yüzyıla kadar Saba
    (Sebe’) halkından sürekli olarak bahsetmişler­dir. Saba’lıların yaşadığı bölge,
    bugün Kuzey ve Güney Yemen olarak bi­linen Arabistan’ın güneybatı kesimiydi.
    M.Ö. 1100’de şöhreti her tarafa yayılmaya başlayan bu millet, Hz. Davud (a.s.)
    ve Hz. Süleyman (a.s.) dö­neminde en zengin ulus olarak şan ve şöhretinin
    doruğuna ulaşmıştı.

    13.7.3. Sabâ
    (Sebe’) Kavminin Dini Tarihi

    Sabâ kavmi ilk önce güneşe tapardı.[14]
    Daha sonra, Sabâ Melikesi, Hz. Süleyman’a (M.Ö. 965-926) iman edince Sabahların
    çoğu müslüman oldu. Fakat daha sonra nedense bunlar tekrar cehalete ve dalâlete
    sürük­lendi ve her tarafa şirk ve putperestlik yayıldı. Sabâ’lıların bu dönemin
    ön­de gelen putları, El-Maka (Ay tanrısı), Astar (Venüs), Güneş tanrıçası,
    Hobus, Hürmetem, Harimat vs. idiler. El-Maka, Sabâ kavminin en büyük tanrısıydı.
    Sabâ’lı hükümdarlar, işte bu tanrının naibi sıfatıyla, halkın ken­dilerine itaat
    etmelerini isterlerdi. Yemen’den çıkarılan kitabelerden, bü­tün ülkede çeşitli
    tanrılar, özellikle El-Maka’nın putları ve tapınakları bu­lunduğu ve önemli
    günlerde halkın bunlara taptığı ve dini tören düzenle­diği anlaşılıyor.[15]

    Günümüzde birçok arkeolog ve tarihçi Yemen’de üç binden fazla
    ki­tabe bulmuşlardır. Bu kitabeler Sabâ kavmi ve yaşadığı dönemle ilgili
    kıymetli bilgileri ihtiva etmektedirler. Ayrıca, Arap geleneklerinden, Yunanca
    ve Latince tarih kitaplarından Sabâ halkı ve ülkesi hakkında geniş bilgiler elde
    etmek mümkündür. Bu kaynaklardan Sabâ halkının tarihi şöyle özetlenebilir.

    13.7.4. M.Ö.
    650’den Önceki Dönem

    Bu dönemde Saba veya Sebe’ hükümdarlarının unvânı, “Saba
    Mukarribi”ydi. Öyle sanılıyor ki, bu kelime Arapça “Mukarrib” ile eş anlamda
    idi. Yani kral ve hükümdarlar kendilerini, Tanrı’nın yakını olarak
    gösterir­lerdi. Bu hükümdarlar kendilerini Tanrı ve kullar arasında bir vasıta
    sayı­yorlardı veya başka bir deyimle Kâhin Hükümdar idiler. Bu dönemde Sa­ba
    memleketinin merkezi Servâh idi, ki bunun kalıntıları bugün Mârib’in batısında
    bir günlük mesafededir ve Harîbe olarak bilinmektedir. Aynı dö­nemde Mârib liman
    şehrinin temeli atıldı ve çeşitli hükümdarlar bu liman ve şehri genişlettiler.

    13.7.5. M.Ö. 650
    ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem

    Bu dönemde. Sabâ hükümdarı, “Mukarrib” lakabını terk edip, Melik
    (padişah veya kral) unvanını kabul ettiler. Demek ki, bu dönemde din aşı­rı
    etkisini kaybetmiş ve hükümdarlar daha çok lâik bir siyaset izlemişler­dir. Aynı
    dönemde hükümdarlar Servâh yerine Mârib’i saltanat merkezi olarak seçtiler ve
    burayı görülmemiş şekilde büyütüp geliştirdiler. Bu yer, denizden 1300 metre
    yükseklikte San’a’nın 55 mil kuzeyindedir ve bugün dahi bu şehrin kalıntıları,
    burasının uygar ve gelişmiş bir ulusun merkezi olduğunu göstermektedir.

    13.7.6. M.Ö. 115
    ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem

    Himyeriler bu dönemde Sabâ memleketine hâkim olmuşlardır.
    As­lında Himyer, Saba kavminin bir kabilesiydi ve insan gücü bakımından diğer
    bütün kabilelerden üstündü. Bu devirde, Mârib kenti tahrip ve yağ­ma edilerek
    Redyân, Himyer saltanatının merkezi haline getirildi, ki son­radan Zafâr adıyla
    meşhur oldu. Bu şehrin kalıntıları bugün Güney Ye­men’in Yeryim kenti
    yakınlarında bir tepede bulunmaktadır. Buraya yakın bir yerde Himyer adında
    küçük bir kabile yaşamaktadır. Bu kabileyi gö­ren bir kişi, bunların bir
    zamanlar büyük bir krallık kurduğuna inanamaz. Söz konusu devirde “Yemnet” ve
    “Yemnât” kelimeleri ilk defa kullanıl­maya ve yavaş yavaş bütün Arabistan’da
    duyulmaya başlandı. Bu kelime­nin daha sonra ” Yemen”e dönüştüğü kuvvetli bir
    ihtimaldir. Bu, Sabahla­rın çöküş ve sükût devresidir.

    13.7.7. M.S.
    300’den İslâmiyet’in Doğuşuna Kadar Olan Dönem

    Bu, Saba halkının dağılıp yok olması dönemidir. Bu dönemde
    Ye­men’in her tarafında kavga, çatışma ve huzursuzluklar vardı. Yabancı
    mil­letler bu bölgeye sızmaya ve müdahale etmeye başladılar. Ticaret zede­lendi.
    Ziraat ve çiftçilik para etmez oldu. Ve nihayet. Sabahların bağım­sızlığı ve
    egemenliği ortadan kalktı. Önce Habeşliler; Reydânî, Himyeri ve Hamedanîlerin
    aralarındaki kavga ve çekişmeden istifade ederek M.S. 340’tan 378’e kadar
    Yemen’e hakim oldular. Bundan sonra Sabâ’lılar tek­rar özgürlük ve
    bağımsızlıklarına kavuştularsa da Mârib’in meşhur bara­jında gedikler açılmaya
    başladı, ve nihayet 450-451 yıllarında baraj tama­mıyla yıkıldı ve bunun
    neticesinde öyle korkunç bir sel felâketi geldi ki, Kur’ân-ı Kerim’e bile geçti.
    (Bk: Sebe’ suresi). Gerçi bundan sonra Ebrehe dönemine kadar bu barajın tamiri
    devam etti. Fakat bir kerre dağılan nüfus toparlanamadı. Ayrıca, sulama
    tesisleri, şebekesi ve ziraatı öylesine ağır darbeler yedi ki bunlar tekrar
    raylarına konamadı.[16]

    M.S. 523’de Yemen’in Yahudi kralı Zünvâs, Necran bölgesinin
    Hıristiyanlarına büyük zulüm yaptı. Bu olay, Kur’ân-ı Kerîm’de Eshâb-ul Uhdûd
    adıyla geçmiştir. Hıristiyanlara yapılan bu mezalimin intikamını almak üzere
    Habeşistan’ın Hıristiyan saltanatı Yemen’e saldırdı ve bütün ülkeyi fethetti.
    Daha sonra Yemen’in Habeşli valisi Ebrehe M.S. 570-71’de (Hz. Peygamber’in
    doğuşundan ancak birkaç gün önce) Mekke’ye yürüdü ve Kâbe’yi yerle bir etmek
    istedi. Ancak Ebrehe kötü emeline ulaşamadı ve ordusu büyük bir bozguna uğradı.
    Bu vaka Kur’ân-ı Kerîm’de Eshâb-ı Fil adıyla anlatılmıştır. Nihayet, M.S. 575’de
    Persliler (İranlılar) Yemen’e hâkim oldular ve M.S. 628’de İranlı vali Bâzân’ın
    İslâmiyeti kabul etme­siyle, Sabahlar tamamıyla tarihe karışmış oldular.

    13.7.8. Sabâ
    (Sebe’) Kavminin Maddi Yükselişi

    Saba veya Sebe’ kavminin yükselişi ve şöhretinin iki başlıca
    kaynak­ları vardı: Ziraat ve Ticaret. Sabahlar ziraat’ı eski çağlarda eşi
    görülmemiş bir şekilde geliştirdiler. Bunu elde etmek için müthiş bir sulama
    sistemi oluşturdular. Bu öyle bir mükemmel sistemdi ki, bunun örneği ancak eski
    Babil’de görülebilirdi. Yemen’de nehir veya su kaynaklarının sayısı çok azdı.
    Yağmur yağınca dağlardan akan sular kanallar haline getirilir ve üzerine
    barajlar inşa edilirdi. Bu şekilde meydana getirilen göllerden ka­nallar
    çıkarılarak kuru topraklar sulanır ve bereketli araziler haline getiri­lirdi.
    Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi bu sulama sistemi sayesinde Yemen’in her tarafı
    bağ ve bahçeler haline gelmişti. Bu muazzam sulama şebekesi­nin merkezi Mârib
    şehri yakınlarında Balk dağının eteğinde inşa edilen barajdı. Fakat bu kavim
    Cenâb-ı Allah’a isyanda ileri gidince beşinci yüz­yılın ortalarında bu barajda
    büyük delikler açıldı ve bilâhare barajın tama­mıyla çökmesi neticesinde meydana
    gelen korkunç su baskını yoldaki di­ğer bütün küçük büyük bent ve barajları
    yıkıp yok etti. Böylece ülkenin o güzelim sulama sistemi mahvoldu ve aynı
    zamanda büyük can ve mal kaybı meydana geldi.

    Ticaret için ise Yemenliler veya başka bir deyimle Sahalılar
    biçilmiş bir kaftandı. Cenâb-ı Allah kendilerine seyahat ve ticaret yolunun tam
    or­tasında bir mevki ve ayrıca ticaretle uğraşmak için gereken kabiliyeti de
    ihsan etmişti. Sabâ’lılar da bundan oldukça istifade ettiler. Nitekim tanı bin
    yıl bu millet Doğu ile Batı arasında ticaretin odağını teşkil etti. Yemen
    limanlarına bir yandan Çin ipeği, Endonezya ve Malabar baharatı, Hindis­tan’dan
    kumaş ve kılıçlar, Kuzey Afrika’dan zenci köleler, maymun, deve kuşu tüyleri ve
    fildişi gelirdi ve diğer yandan bu kıymetli mallar buralar­dan Mısır ve Suriye
    pazarlarına gönderilirdi. Mısır ve Suriye’den de Yu­nanistan’a ve Roma’ya kadar
    giderdi. Ayrıca, Yemen ve çevresinde de ûd, sandal ağacı, amber, misk, sülfer
    v.s. gibi kokulu ağaç, bitki ve maddeler yetişirdi ki, bunlar da iyi para
    getirirdi ve Suriye, Mısır, Yunanistan ve Roma’da iyi alıcılar bulurdu.

    Sabâ’lıların hâkim olduğu ticaret yolu hem karadan hem denizden
    ge­çerdi. Deniz ticaret yolu yukarıda belirttiğimiz gibi bin yıl kadar
    Sabâ’lıla­rın ellerinde kaldı. Çünkü, Kızıldeniz’in iklimini, hava şartlarındaki
    âni değişiklikleri, su altındaki kayaları ve gemilerin demirlenecek liman ve
    yerlerini yalnız kendileri belirlerdi ve başka uluslar bunları pek iyi
    bil­mezlerdi. Sabâ’lılar bu güç, çetin ve tehlikelerle dolu deniz yoluyla
    malla­rını Suriye ve Mısır limanlarına ulaştırırlardı. Kara ticaret yolları ise
    Aden ve Hadramût’tan geçerek Mârib’te birleşirdi ve buradan bir yol
    Mekke-Cidde-Medine, El-Ulâ Tebûk ve Eyle’den Petra’ya kadar uzanırdı. Bir baş­ka
    yol Mısır’a, yine başka bir yol Suriye’ye kadar giderdi. Kur’ân-ı Ke­rîm’de
    belirtildiği gibi Yemen sınırından Suriye’ye kadarki yolda Sabâ’lı­ların çeşitli
    yerleşim bölgeleri vardı ve gece gündüz ticaret kafileleri ge­çerdi. Bu yerleşim
    bölgelerinin kalıntıları hala bulunuyor ve buralardan çok sayıda Saba ve Himyer
    dilinde yazılmış kitabeler çıkarılmıştır.

    13.7.9. Ticarette
    Çöküşün Başlaması

    M.S. Birinci yüzyılda bu ticaret çöküş devresine girdi. Bu
    zamana ka­dar Ortadoğu’da pek çok ülke Romalılar ile Yunanlıların egemenliğine
    girmişti ve artık Batılılar, ticareti Arap’ların ve özellikle Sahalıların
    teke­linden çıkarmak istediler. Onlara göre Arap tüccarlar, durumu istismar
    ediyor ve mallar için keyiflerine göre fiyat istiyorlardı. Bundan kurtulmak için
    bizzat kendilerinin bu sahada söz sahibi olmaları gerekiyordu. Bu maksatla,
    evvelâ Mısır’ın Yunan asıllı hükümdarı, II. Betlimus (M.Ö. 285-246), 1700 sene
    evvel, Fir’avun Sosositeris’in Nil nehrini Kızıldeniz’e bağ­lamak üzere kazdığı
    kanalı yeniden açtı. Böylece, ilk Mısır ticaret filosu bu kanaldan Kızıldeniz’e
    indi. Fakat Mısırlıların bu hareketi, Sabâ’lılara karşı pek başarılı olamadı.
    Daha sonra Mısır’a Romalılar hâkim olunca dâha güçlü bir ticaret filosu
    Kızıldeniz’e indirildi. Bu filonun arkasında da güçlü bir donanma vardı.
    Sabâ’lılar buna karşı koyacak durumda değiller­di. Bundan sonra Romalılar
    Kzıldeniz sahil şeridinde ve Arap yarımada­sının güney sahili boyunca muhtelif
    liman ve tersaneler inşa ettiler ve bu limanların etrafında Romalı yerleşim
    merkezleri de kuruldu. Buralarda gelen ve giden bütün gemilerin tüm
    ihtiyaçlarını karşılayacak teknik im­kânlar vardı. Ayrıca, çoğu yerlerde askeri
    birlikler görevlendirilirdi. Hatta öyle bir zaman geldi ki Aden tamamıyla
    Romalıların eline geçti. Bu ara­da, Romalı ve Habeşli yöneticilerle onlara bağlı
    devletçikler de, gelen ya­bancılarla işbirliği yaparak Sabahların hâkimiyetine
    ve hatta hürriyetleri­ne son verdiler.

    Deniz ticaret yolunun Sebe’lilerin elinden çıkmasından sonra
    sadece kara ticaret yolu geçim kaynakları olmuştu. Fakat çeşitli sebeplerden
    do­layı bu geçim kaynakları da ellerinden çıktı. İlk önce Nebtîler, Petra’dan
    El-Ulâ’ya kadar uzanan yukarı Hicâz ve Ürdün’den bütün Sebe’lileri ihraç
    ettiler. Dalla sonra, M.S. 106’da Romalılar Nebtî’lerin hakimiyetine son vererek
    Hicaz’ın sınırlarına kadar olan Suriye ve Ürdün’ün tümünü ele ge­çirdiler. Daha
    sonra, Romalılar ile Habeşliler aralarında işbirliği yaparak Sebe’lilerin
    ticaretteki son etkinliğini de ortadan kaldırmak amacıyla çeşit­li yollara
    başvurdular. Nitekim bu dönemde Habeşliler Yemen’e sürekli olarak saldırılar
    düzenlemek suretiyle ekonomi ve dolayısıyla ticaretin be­lini kırdılar ve en
    nihayet, bu bölgeyi kendi topraklarına kattılar.

    13.7.10. Allah’ın
    Azabından Önceki İsrafa Dayalı Medeniyet

    Görüldüğü gibi, Allah’ın gazabıyla, bir zamanlarda şöhret ve
    ikbalin zirvesinde bulunan bir millet birden bire karanlığa gömülüverdi. Aynı
    milletin zenginliği ve ihtişamını duyunca gözleri hayretle açılan, ağızla­rından
    salyalar akan Yunanlılar ve Romalılar, öyle bir zaman geldi ki kötü kaderleri
    için gözyaşı dökme ihtiyacını da duymadılar. Astrabo’nun dediği gibi, Sebe kavmi
    altın ve gümüşten tabak ve tencere kullanırdı. Bu tarihçi, Sebe’lilerin
    evlerinin damlarında, duvar, pencere ve kapılarında bile altın, gümüş, inci,
    değerli taşlar ve fildişinden süslemeler bulunduğunu yazar. Pelini’nin ifadesine
    göre, Roma ve Fars’tan servet sel gibi Sebe ülkesine akıyordu. Pelini,
    Sebe’lilerin dünyanın en zengin milleti olduğunu, ülkele­rinin mamur, yemyeşil,
    tarlalarının bereketli ve çarşılarının mallarla dolu olduğunu sözlerine ekler.
    Artimedoras ise, Sebe’lilerin lüks içinde yaşamakta olduğunu ve zenginlikleri
    yüzünden son derece müsrif bir hayat sürmekte olduğunu beyan eder. Aynı tarihçi,
    Sebe halkının tarçın, sandal ağacı ve diğer tütsüleri yakacak olarak
    kullandıklarını kaydeder. Bazı di­ğer Yunan tarihçilerinin ifadelerine göre,
    Yemen sahillerinden geçen de­nizci ve tayfalar, buralardan gelen güzel
    kokulardan mest olurlardı. Se­be’liler aynı zamanda tarihte ilk gökdelen inşa
    eden millet olarak ün ka­zanmışlardır. Nitekim, San’a tepesinde yapılan çok
    katlı yüksek saray Gumdan, asırlarca herkesin hayranlığını kazanıp durdu. Arap
    tarihçileri­nin ifadelerine göre bu sarayın 20 katı vardı ve her katı 12 metre
    yüksek­likte idi. Bütün bu şan ve şöhret, Sebe’liler Allah’a bağlı kaldıkları
    sürece devam etti. Sonra adları tarihten silindi.

    13.8. MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ

    Medyen halkı ve Eyke kavminin ayrı ayrı mı yoksa tek bir kavim
    mi olduğu konusunda müfessirler arasında ihtilâf vardır. Müfessirlerin bir
    grubu, bunların iki ayrı kavim olduğunu söylüyor ve bu görüşün lehinde, A’raf
    sûresinde, Medyen halkından Hz. Şuayb’ın kardeşleri olarak söz edildiğini, oysa,
    Eyke’liler’den bahsedilirken “kardeşleri” kelimesinin kulla­nılmadığını ve
    sadece şöyle denildiğini beyan ediyorlar: “Ve Şuayb onlara dediği zaman.” Bunun
    aksine bazı müfessirler, Medyen ve Eyke ahalisi­nin aynı kavim olduğunu
    söylüyorlar. Bu müfessirlerin ifadesine göre A’râf ve Hûd sûrelerinde Medyen
    ahalisi ve Eyke halkından bahsedilirken ikisinin de aynı sıfatlara sahip olduğu
    kaydedilmiştir. Yine aynı müfessir­ler, Hz. Şuayb’ın davet ve nasihatının da
    aynı olduğuna, ayrıca her iki kavmin de aynı akıbete uğradıklarına dikkati
    çekiyorlar.

    13.8.1. Tarihî
    Bulgular

    Tarihî bulgular, müfessirlerin her iki grubunun da haklı
    olduklarını göstermektedir. Şüphesiz Medyen ile Eyke iki ayrı kabiledirler;
    fakat aynı ırkın iki koludurlar. Hz. İbrahim (a.s.)’in karısı veya cariyesi,
    Katûrâ’nm batnından doğan evlâtları, Arap ve İsrail tarihlerinde Benî Katûrâ ve
    Katûrâ oğulları olarak geçmiştir. Bunlardan, Medyen adıyla üne kavuşan kabile,
    adını Hz. İbrahim’in oğlu Medyen’den almıştır. Bu kabile önce Medyânî ve daha
    sonra Medyenliler olarak ün kazanmıştır. Medyenliler Hicaz’ın kuzeyinden
    başlayarak Filistin’in güneyine kadar ve oradan Sina yarımadasının son ucu olan
    Kızıldeniz’deki Akabe körfezine kadar çeşitli yerleşim merkezleri kurmuşlardı.
    Medyen halkının başşehri Medyen’di. Tarihçi Ebûlfidâ’ya göre bu şehir, Akabe
    körfezinin batı yakasındaki Eyla (Şimdiki Akabe) dan beş günlük bir mesafede
    idi. Katürâ oğullarından ge­ri kalan diğer kabileler arasında Benî Dedân da az
    çok tanınırdı. Dedân’lılar Arabistan’ın kuzeyinde Teyma’ ve Tebûk ile El-Ulâ
    arasına yerleştiler. Bunların başşehri Tebûk’tu ki, eski devirlerde Eyke olarak
    bilinirdi.[17]
    De­mek ki hem Medyenliler hem Eyke’liler aynı soydan, yani Benî Katûrâ’dan
    geliyorlardı.

    13.8.2. İki Ayrı
    Kabile’ye Tek Bir Peygamber

    Medyen ve Eykelilere tek bir peygamberin gönderilmesinin sebebi,
    herhalde ikisinin de aynı soydan gelmesi, aynı dili konuşması ve
    memle­ketlerinin de birbirine yakın olmasıydı. Pek mümkündür ki bazı bölgelerde
    her iki ülkenin ahâlisi birbiriyle kaynaşmış ve aralarındaki evliliklerle kan
    bağlarını daha da pekiştirmişlerdi. Ayrıca, Beni Katûrâ’nın başlıca geçim
    kaynağı ticaretti. Hem Medyenliler hem Eyke’liler ticaretle uğraştıkları için
    ikisi de, tüccar topluluğunun müşterek kötü alışkanlıkları, meselâ aşın kâr elde
    etme, başkalarını kandırma gibi diğer bazı dinî ve ahlâki bozuk­luklara
    yakalanmış olabilir. İncil’in eski nüshalarında her iki kabilenin çe­şitli
    putlara taptığı kaydedilmiştir. Daha sonra İsrail oğulları da Mısır’ı terk
    ederek buraya yerleşince aynı tür şirk ve fuhşa teslim oldular (Bk: Geniti,
    Bölüm XXV, ayet: 1-5. Bölüm XXX, ayet: 16-17). Medyenliler ile Eykeliler,
    Yemen’den Suriye’ye ve Basra Körfezinden Mısır’a uzanan dün­ya ticaret
    yollarının tam üzerinde bulunuyorlardı. Bu işlek ticaret yolları üzerinde
    bulundukları için haydutluğa da başlamışlardı. Başka, milletler­den gelen
    ticaret kafilelerinden yüksek bir haraç almadan geçit vermiyor­lardı. Ayrıca bu
    geniş ticaret yollarına hâkim olabilmek amacıyla diğer milletlerin ticaret
    kafilelerini daima tedirgin ve huzursuz ediyorlardı ve bu yolların emniyetini
    bozuyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm’de Medyen ve Eyke’lilerin bu kötülükleri şöyle dile
    getirilmiştir.

    “Onlar (Medyen ve Eyke ahalisi) açık bir yol üzerinde
    oturuyorlardı.” Bu milletlerin soygunculuğuna ise A’râf sûresinde şöyle
    denilmiştir.

    “Mü’minleri korkutup Allah yolundan çevirmek, onları eğri yola
    sap­tırmak için yol başlarında oturmayın.” (Âyet; 86)

    Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu iki kabileye Cenâb-ı Allah tek
    bir pey­gamber gönderdi ve onlara aynı telkin ve talimatı iletti.

    13.8.3.
    Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar

    Medyen, Hicaz’ın kuzey batısında ve Filistin’in güneyinde
    Kızıldeniz ve Akabe körfezine kadar uzanan bölgede yaşayan kabilenin
    memleketiy­di. Bu memleketin hudutları bir taraftan Sina yarımadasının doğu
    sahiline kadar uzanıyordu. Medyenliler ticaretle uğraşıyorlardı. Eski çağlarda
    Kı­zıldeniz’in kıyılarından ve Yemen, Mekke ve Yenbû’dan geçerek Suriye’ye giden
    ve Irak’tan Mısır’a kadar uzanan iki ana ticaret yolunun tam kavşa­ğında oturan
    Medyenliler hem ticarette ün kazanmıştı ve hem de bu du­rumlarını kötüye
    kullandıkları için Arabistan’da herkesin diline düşmüşler­di. Bu millet Allah’ın
    azabına uğrayarak tarihe karışmasından sonra bile adı ve sanı uzun süre ortada
    kaldı. Özellikle ticaretle meşgul olanlar adı geçen yollardan geçerek Medyen’in
    kalıntılarını görür ve eski şan ve şöh­retlerini hatırlarlardı.

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Medyen ismi, Medyân’ın değişmiş
    şeklidir. Medyan, Hz. İbrahim’in üçüncü karısı olan Katurâ’dan doğmuştu. Eski
    çağlarda ve özellikle Arabistan’da bir sülâlenin en büyüğü sülâleye ve daha
    sonra kabile ve millete adını verirdi. Bu kurala uyularak Arabistan’ın nüfusunun
    büyük bir bölümü Beni İsmail veya İsmail oğulları olarak meş­hur oldu. Hz.
    Yakub’un evlâtlarına iman edenler ise Beni İsrail veya İsrail oğulları olarak ün
    kazandı. Medyenliler de Medyân’ın evlâtları olmaları bakımından Medyâni veya
    Medyenliler olarak meşhur oldular. Bu itikada, bu millete ilk iman ışığının Hz.
    Şuayb vasıtasıyla geldiğini söylememek için herhangi bir sebep yoktur. Gerçekten
    de İsrail oğulları gibi Medneyliler de doğru yolda idiler, yani müslümandılar.
    Hz. Şuayb (a.s.)’ın doğduğu zamana kadar ise imanları zayıflamış ve ahlâkları
    bozulmuştu. Tıpkı İsrail oğullarının dinî inanç ve ahlâkının Hz. Musa doğduğu
    sırada bozulduğu gibi. Hz. İbrahim (a.s.)’den sonra aradan geçen 600-700 yılda
    Medyenliler, müşrik ve ahlâksız kişilerle beraber yaşadıkları için hem müşrik
    hem ah­lâksız olmuşlardı. Fakat, çok tuhaftır ki, hâlâ doğru yolda ve iman
    sahibi olduklarını söyleyerek iftihar ediyorlardı.

    13.8.4. Doğru
    Yola Davet’in Tepkisi

    “Kavminden kâfir olan bir cemaat diğerlerine, ‘Eğer Şuayb’a
    uyarsa­nız o zaman en büyük zarara uğramış kimseler olursunuz dedi.” (A’râf; 90)

    Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkını tek Allah’a itaat etmeye
    çağırın­ca, Medyenli kabile reislerini bir telaştır aldı. Bastıkları yerin
    kaymakta olduğunu sanan bu çıkarcı çevreler, Şuayb’ın telkin ettiği ahlâk
    kuralları, dürüstlük ve temiz alış veriş gibi şeylerin halk tarafından
    beğenilmesi ve benimsenmesi halinde iktidarlarının ortadan kaybolacağını
    düşündüler. Böyle bir durumda hileye ve sahtekârlığa dayalı işleri ve
    ticaretleri nasıl yürüyebilirdi? Sattıkları mallara karıştırdıkları hile
    durdurulursa ve malla­rını satarken eksik tartmaz iseler, nasıl bol bol kâr elde
    edebilirlerdi? Mı­sır ve Irak gîbi büyük medeniyetlerin sınırında ve dünyanın
    belli başlı ti­caret yolları üzerinde bulunurken ticaret kafilelerinin yollarını
    kesmez, tüccarları soymazlarsa, nasıl büyük servet ve siyasi nüfuz temin
    edebilir­lerdi? İşte Medyenli zengin ve kabile reislerini düşündüren bunlardı.
    Zâten bu tür düşünceler her yozlaşmış ve manevî yönden çökmüş milletin takip
    ettiği yol olmuştur.

    13.8.5.
    Medyenlilere Gelen Azâb

    Medyen halkına Allah’ın azabı korkunç bir patlama ve zelzele
    şeklin­de geldi. Medyenlilerin mahvoluşu uzun süre çevredeki milletler
    tarafın­dan ibretle anıldı. Nitekim, Zebûr-u Davud’da şunlar yazılmıştır. “Ey
    Rabb, falan falan milletler senin aleyhinde and içmişlerdir. Onun için sen
    onlara, Medyen’lilere yaptığın gibi yap.” (83: 5-9). Yas’iyâh peygamber (a.s.)
    ise bir yerde İsrail oğullarını teselli ederken şöyle diyor: “Asur’lar-dan
    korkmayın. Gerçi onlar sizin için Mısır’lılar gibi zalim olmaya başla­mışlardır.
    Fakat aradan uzun bir müddet geçmeden Orduların Rabbi onları kamçılayacaktır ve
    onlar da Medyen’lilerin akıbetine uğrayacaktır.” (Yas’iyâh: 10,21-26).

    13.8.6.
    Eykelilere Allah’ın Azabı

    “Böylece onu tekzip etliler. Bunun iterine onları karanlık günün
    aza­bı yakaladı. Bu azab, o günün büyük azabıydı.” (Şuarâ; 189)

    Eykelilere inen azâbın herhangi bir ayrıntısı ne Kur’ân-ı
    Kerim’de ne de hadis-i şeriflerde vardır. Yukarıdaki ayetlerden anladığımız
    kadarıyla, Eykeliler bâtıl fikirlerinde ısrar ettikleri için Allah’ın azabını
    adetâ davet etmişlerdi. Dolayısıyla, Allah da kendilerine önce bir bulut
    gönderdi. Bu bulut, bütün Eykelileri helâk edecek düzeyde yağmur yağana kadar
    üzerlerinde kara bir şemsiye gibi kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’deki kayıtlardan,
    Med­yenliler ile Eykelilere gönderilen azabın değişik mahiyette olduğu kesin­lik
    kazanıyor. Yani, Medyenliler korkunç bir patlama ve zelzele sonunda helâk
    olurken, Eykeliler karanlık, kara bir bulut ve şiddetli yağmur sonu­cu
    mahvoldular. Bu sebeple, Medyenliler ile Eykelileri tek bir millet veya kabile
    olarak görmek ve bu azaplar arasında bir denge kurmaya çalışmak gereksizdir.
    Bazı müfessirler, kara bulut veya karanlık şeklinde inen azâbın ayrıntılarını
    vermeye çalışmışlardır. Ama, bunların kaynaklarının ne olduğunu bilmiyoruz. İbn
    Cerir ise Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu söz­lerini nakletmiştir. “Ulema’dan
    herhangi bir kimse, karanlık günün azabı­nın ayrıntılarını size anlatmaya
    çalışırsa onlara itibar etmeyin.”

    13.9. HZ. YUNUS (A.S.)’UN ÜMMETİ

    13.9.1. Hz. Yunus
    (a.s.) İle İlgili Bilgiler

    İncil’de adı Jonah veya Yonah olarak geçen ve yaşadığı devir
    M.Ö. 860-784 olarak bildirilen Hz. Yunus aleyhisselâm[18],
    İsrail oğullarının peygamberi değildi, ama kendisi “Asurlar”ı ıslâh etmek üzere
    Irak’a gönderilmişti. Bu sebeple burada Asur’lardan, Hz. Yunus’un ümmeti olarak
    bahsetmeyi uygun gördük. Asur’lann başkenti Ninova adlı eski çağların en meşhur
    şehirlerinden biriydi. Bu şehrin geniş alana yayılmış olan tarihî kalıntıları,
    Dicle nehrinin doğu yakasında bugünkü Musul kentinin tam karşısında bulunuyor.
    Burada “Yunus Nebi” isminde bir bölge de vardır. Asur kavminin geliştirdiği
    büyük medeniyet ve ihtişamın en büyük sim­gesi bu şehrin kalıntılarıdır. Bir
    tahmine göre bu şehir 100 kilometrelik bir alana yayılmıştı.

    13.9.2. Kur’ân-ı
    Kerîm İle İncil’de Hz. Yunus’un Kıssası

    Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yunus’un kıssasına dört yerde işaret
    edilmiştir ve bu hususta etraflıca bilgiler verilmemiştir.[19]
    Bu sebeple, Allah katında bir milletin helâk edilmesine karar verildikten sonra
    iman etme ve yalvar­manın hiçbir faydası olmadığına dair umumi kaidenin Asurlar
    için neden bozulduğunu kesinlikle söylemek güçtür. İncil’de Yonah adlı bölümde
    ba­zı ayrıntılara rastlıyorsak da bunlara fazla güvenemeyiz. Çünkü bu bölüm­de
    yer alan hususlar ve sözler, ilâhi kelâm değildir ve bunların Hz. Yunus (a.s.)
    tarafından söylendiği de sabit değildir. Gerçek şu ki, Hz. Yunus’tan 400-500 yıl
    sonra meçhul bir kişi bu bölümü yazarak Mukaddes Kitab’a (İncil’e)
    ekleyivermiştir. Ayrıca, bu bölümde akıl ve mantığa sığmayan ba­zı kayıtlara da
    rastlanıyor. Fakat hem Kur’ân-ı Kerîm, hem İncil’in kayıtla­rını karşılaştıracak
    olursak Kur’an’ı Kerîm müfessirlerinin anlattıklarının daha doğru olduğunu
    anlarız. Durum kısaca şöyle idi. Hz. Yunus (a.s.) Al­lah’tan gelecek azap
    hakkında ümmetine haber verdikten sonra, ümmeti­nin inatçılığına ve sapıklığına
    dayanamayarak, Allah tarafından hicret izni gelmeden, bulunduğu yeri terk
    etmişti. Bu müstesna bir vaziyetti ve Asurlar, günahlarından pişmanlık duyarak
    tövbe edince Allah’ta onları affetti.[20]

    İlâhi kanunun değişmez kurallarından biri, bir millete son uyarı
    yapıl­madan ilâhî azabın gelmemesidir. Hz. Yunus son ana kadar beklemediği ve
    ümmetine son bir mühlet vermeden bulunduğu bölgeyi terk ettiği için ilâhî
    adalet, Asur’ların cezalandırılmasını uygun görmedi ve kendileri
    piş­manlıklarını bildirince ecelleri gelinceye kadar onları affetti.

    13.9.3. Hz.
    Yunus’un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması

    Hz. Yunus’un ümmeti, yani Asurlar tekrar Allah’a iman edince
    dünya­daki ömürleri bir süre uzatıldı. Verilen mühlette bu ulus giderek yozlaştı
    ve kötü yola saptı. Nahum Peygamber (M.Ö. 720-698) bunları doğru yola getirmeye
    çalıştı, ama herhangi bir başarı kazanamadı. Daha sonra Safniyâh peygamber (M.Ö.
    640-609) kendilerini son defa ikaz etli. Bu da fayda etmedi. Nihayet, M.Ö. 602
    civarında Cenab-ı Allah bunlara Midyalıları musallat etti. Midya kralı,
    Babillilerden de destek alarak Asur’lara saldırdı. Asur ordusu yenilerek
    Ninova’da mahsur kaldı. Bir müddet mu­hasara altında direnmeye çalıştıysa da
    Dicle nehrinin su baskını yüzünden kalenin yüksek duvarları yıkıldı ve
    Midyalılar kaleye girdi. Kale teslim alındı ve bütün şehir yağmalandı, yakılıp
    yıkıldı. Civardaki diğer kasaba ve köyler de aynı akıbete uğradı. Asur kralı ise
    kendi sarayında kendisini yakarak intihar etti. Böylece saltanatı ve medeniyeti
    bir daha dirilmemek üzere tarihe karıştı. Bu bölgenin tarihî kalıntılarında
    geniş bir yağma ve yangının işaretleri bulunuyor.

    13.10. İSRAİL OĞULLARI

    13.10.1. İbrahim
    (a.s.) Soyunun İki Kolu

    Hz. İbrahim’in soyundan iki kol çıkmıştır. Birincisi Hz. İsmail
    (a.s.)’in evlâtları; Arabistan yarımadasına yerleşmişlerdir. Kureyş kabilesinin
    yanı sıra Arabistan’ın diğer belli başlı aşiretleri bu kola bağlıdırlar.
    Arabistan’da soy bakımından Hz. İsmail’e mensup olmayan bazı diğer grup ve
    zümreler de, vaazettiği dinden etkilendikleri için kendisine bağlı olmakla
    iftihar et­mişlerdir. İbrahim soyunun ikinci kolu da Hz. İshâk (a.s.)’ın
    evlâtlarından ibarettir. Hz. İshâk’ın evlâtları arasında peygamberlerin uzun bir
    silsilesini görmekteyiz. Meselâ, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz.
    Süleyman, Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) vs. Yakub aleyhisselam’ın asıl ismi
    İsrail’di. Bu itibarla, evlâtları Beni İsrail veya İsrail oğulları adıyla meşhur
    olmuşlardır. İsrail oğullarının vaaz ve telkinleri sayesinde dinlerini kabul
    eden diğer memleket ve ırka bağlı İnsanlar ya İsrail oğullarının büyük
    ca­miasında eriyip kendi benliklerini kaybettiler, ya da ırk ve soy bakımından
    kendi farklı hüviyetlerini muhafaza edebildilerse de dinen kendilerine tâbi
    kaldılar. Bu insan kitlesinde yolsuzluk, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe
    ar­tınca, önce Musevîlik veya Yahudîlik, sonra Hıristiyanlık doğdu.

    Kur’ân-ı Kerîm’in Maide suresinin 20. ayetinde Allahu Teâlâ,
    İsrail oğullarının, Hz. Musa (a.s.)’nın doğuşundan önceki yükselişi ve
    ihtişamın­dan bahsetmiştir. Bir yandan Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Yakub, ve Hz.
    Yusuf (a.s.) gibi birbirinden üstün ve yetenekli peygamberler aralarında
    doğar­ken bir yandan da Hz. Yusuf zamanında Mısır’da büyük bir iktidar ve
    deb­debeye sahip oldular. İsrail oğulları uzun müddet insanlık tarihinin en
    ge­lişmiş, en medenî milleti olarak ün yaptılar ve Mısır ile civarındaki
    mem­leketlere hâkim oldular. Tarihçiler İsrail oğullarının yükselişinden
    bahse­derken genellikle Hz. Musa’nın yaşadığı çağa değinirler. Halbuki, Kur’ân-ı
    Kerîm, Beni İsrail’in en parlak devrini Hz. Musa’dan önce yaşamış oldu­ğunu
    kaydeder. Nitekim, bizzat Hz. Musa’nın, kavminin bu geçmiş ihtişa­mından
    bahsettiğine şahit oluyoruz.

    13.10.2.
    Filistin’de Şirk Devri

    Hz. Musa (a.s.)’ın vefatından sonra İsrail oğulları Filistin’e
    girdikleri zaman burada Hitit, Amûrî, Ken’ânî, Firizzî, Hâvî, Yebûsî ve Filistî
    ismin­de muhtelif uluslar yaşıyordu. Bu uluslar dinsiz ve müşrik idiler.
    Yerlile­rin en büyük tanrısının adı El idi, ki tanrıların babası sayılırdı. Bu
    tanrının boğa şeklinde heykelleri vardı. Bu boğa tanrısının karısının adı Aşîre
    idi. Bu tanrı ve tanrıçaya tâbi çeşitli ilâh ve ilaheler vardı ki sayılan 70’i
    bu­lurdu. El tanrısının evlâtları arasında en güçlü tanrı Ba’al idi. Ba’al,
    yağ­mur, bahar, bereket ve gök ile yer tanrısı olarak bilinirdi. Filistin’in
    kuzey bölgelerinde adı en çok tanınan tanrıça, Ba’al’ın karısı, Ünâs idi.
    Filistin’in iç kısımlarında ise aynı tanrıça, Istârât ismiyle tanınırdı. Bu
    tanrıçanın adı aşk ve doğumla özdeşleşmişti. Bunun dışında ölüm, sağlık, salgın
    hasta­lıklar ve açlık gibi şeyler için ayrı ayrı ilâh ve ilaheler vardı.
    Velhasıl, tan­rılık görevleri sayısız tanrı ve tanrıçalar arasına dağılmıştı. Bu
    sözde tanrı ve tanrıçalar hakkında öylesine yüz kızartıcı efsâne, hikâye ve
    destanlar anlatılırdı ki medenî ve kültürlü bir insan bunları ne yazabilir ne de
    ağzına alabilir. Bu tanrı ve tanrıçalar hakkında anlatılan alçaklık ve
    sapıklıklar en ahlâksız insana bile atfedilemez. Böylesine alçak, sapık kahpe,
    kalleş tanrı ve tanrıçaları baş tacı eden ve onlara tapan bir milletin ahlâk
    bozukluğunu artık siz tahmin edin. Nitekim, Filistin’de yapılan kazılarda ve
    ortaya çıka­rılan tarihi eserlerde bunların yüz kızartıcı örnekleri vardır.
    Filistin’de şir­kin almış yürümüş olduğu devirde çocukları kurban etmek
    alışılmış bir gelenekti. Mabed ve ibadet yerleri birer fuhuş yuvasıydılar.
    Kadınları, kızları tapınaklara alıp, onlarla cinsi münasebet kurmak ve
    başkalarına peşkeş çekmek, dini ibadetin birer parçası sayılırdı. Bu çeşit batıl
    inanç ve sapıklıklar daha çoktu.

    013

    Hz. Musa Devrinde Filistin

    13.10.3. İsrail
    Oğullarının Yozlaşması

    İsrail oğullarına, Tevrât ve Hz. Musa (a.s.) vasıtasıyla verilen
    emir şu idi. Sakın yerleşeceğiniz yeni memleket olan Filistin’deki dinsiz ve
    müşrik milletlerin kötü alışkanlıklarına kendinizi kaptırmayın, bu bakımdan
    ora­ya varır varmaz onları temizleyin.

    Fakat İsrail oğulları Filistin’e varınca bu nasihati unuttular.
    Kendileri­ni oranın havasına kaptırdılar. Orada güçlü herhangi bir saltanat veya
    hü­kümet kuramadılar. Aralarında birlik ve beraberlik sağlamak yerine kav­gaya
    başladılar. Çeşitli kabilelere bölündüler ve her kabile kendisine ait olan
    bölgede istediğini yapmaya koyuldu. Bunun neticesinde, kendisini müşriklerin
    tesirinden kurtaracak güçlü tek bir İsrail kabilesi kalmadı. Mecburen, her yerde
    ve her bölgede müşriklerle beraber yaşamaya başla­dılar. Hatta, İsrail oğulları
    fethettikleri bölgelerde müşriklere küçük özerk bölgeler ve devletçikler kurmaya
    da müsaade verdiler, İsrail oğullarının bu akılsızlık ve tedbirsizliğinden
    Zebur’da da yakınılmıştır.[21]

    Bu tedbirsizliğin cezasını İsrail oğulları kısa bir zamanda
    çekmeye başladılar. Yerlilerin tesiriyle şirk belâsı İsrail oğullarını da sardı.
    Bunun yanı sıra diğer ahlâksızlıklara da esir düştüler. Bu husustaki yakınma
    İn­cil’de de yer almıştır.

    “Ve Benî İsrail, Hüdâvend’in yanında kötülüğe ve Ba’alim’e
    tapmaya başladılar. Onlar, Hüdâvend ve kendi atalarının Tanrısını unuttular.
    Halbuki, bu tanrı onları Mısır’dan getirmişti. İsrailoğulları etraflarındaki
    müşrikler gibi tanrı ve tanrıçalara tâbi olup tapmaya başladılar ve böy­lece
    Hüdâvend’i kızdırdılar. Ve Hüdavend’i terk edip Ba’al ile Istarâta tapmaya
    başladılar. Nihayet, Rabbin gazabı İsrail’e çöktü.” (Bölüm: II, ayetler: 11-13)

    İsrail oğullarının tedbirsizliğinin ikinci neticesi, onlara
    karşı yerlilerin ayaklanmasıydı. İsrail oğullarının müsamaha göstererek özerk ve
    özgür bıraktıkları devletçikler ve onların hiç mağlup edemedikleri Filistinliler
    birleşip, üst üste birkaç baskın ve saldırı düzenleyerek İsrail oğullarını
    Fi­listin’in büyük bir bölümünden kovdular. Hatta onlardan Hüdâvend’e ait
    Sandığı (Tabut-u Sakîne)’da aldılar. Nihayet, İsrail oğullarının aklı başına
    geldi ve onlar tek bir hükümdarın emrinde toplanarak güçlü bir devlet kurmaya
    karar verdiler. Onların arzusu üzerine Samuel peygamber M.Ö. 1020’de “Talût”u
    onların hükümdarı haline getirdi. (Bu olaya Bakara sure­si, 32. rükûsunda
    değinilmiştir).

    İsrail oğullarının kurduğu birleşik devletin üç hükümdarı oldu.
    Talût (M.Ö. 1020-1004), Hz. Davud (M.Ö. 1004-985), ve Hz. Süleyman (M.Ö.
    965-926). Bu hükümdarlar, İsrail oğullarının, Hz. Musa’dan sonra yarıda
    bıraktığı işi tamamladılar ve Filistin’e tamamıyla hakim oldular. Sadece kuzey
    kıyılarında Fenikelilere ve güney kıyılarında Filistinlilere ait dev­letçikler
    fethedilemedi, ama bunlar da Filistin devletine tâbi oldular.

    Hz. Süleyman (a.s.)’dan sonra İsrail oğulları tekrar maddiyata
    yönel­diler. Kısır çekişme ve kavgalar Filistin devletinin ikiye bölünmesine yol
    açtı. Bunlardan birincisi, Filistin’in kuzey bölgeleri ile Ürdünün önemli bir
    bölümünü içine alan İsrail devletiydi, ki başşehri Sameriyye oldu. İkinci devlet
    ise, güney Filistin ile Adum’u içine alan Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri
    Jerusalem veya Kudüs oldu. Bu iki devlet birbirinin can düşmanı oldular ve
    aralarındaki düşmanlık ve kavga son zamanlara kadar devam etti.

    013

    Hz. Davud ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın Saltanat Devri (M.Ö.
    1000-930 Yıllan Arası) .

    İsrail devletinin hükümdar ve yöneticileri ile hâkim sınıfı,
    çevreleri­nin dinsizlik, şirk ve ahlâksızlığından en çok etkilenenler oldular.
    Nitekim bu devletin hükümdarı Ahiab, Sayda’nın müşrik prensesi İzabel ile
    evle­nince şirk ve ahlâksızlık devlet eliyle yapılmaya başlandı. Hz. İlyas ile
    Hz. El-Yes’a (a.s.) kötülük ve ahlâksızlığın bu seline set çekmeye çalıştı­larsa
    da başarı kazanamadılar. İsrailliler akıllanmayınca, Asurlar Allah’ın gazabı ve
    azâbı olarak buraya nâzil oldular, Asurların M.Ö. 900 yılından başlayarak üst
    üste yaptıkları istilâlar İsrail saltanatını son derece zayıflat­tı. Bu dönemde
    Âmûs Peygamber (M.Ö. 1%1-İ Al) ve daha sonra Hosi’i peygamber (M.Ö. 747-735) son
    uyarılarını yaptılar, ama İsrailliler gaflet uykusundan uyanamadılar. Üstelik,
    İsrail kralı, Âmûs peygamberden der­hal ülkeyi terk etmesini ve Sameriyye
    hududlarında her türlü vaaz ve teb­liği durdurmasını istedi. Bundan sonra fazla
    bir zaman geçmeden Allah’ın azabı geldi. M.Ö. 721’de zalim Asur hükümdarı Ravâ
    Sargon, Sameriyye’yi fethederek topraklarına kattı ve böylece İsrail devleti
    ortadan kalktı. Asur istilâsı sırasında binlerce İsrailli kılıçtan geçirildi, 27
    binden fazla İs­railli eşraf ve mümtaz kişi esir alınarak Asur devletinin doğu
    bölgelerine dağıtıldı. Diğer bölgelerden getirilen milletler İsrail’e
    yerleştirildi. Bu ya­bancılar arasında geriye kalan çok az sayıdaki İsrail
    asıllılar ise, millî hü­viyetini, kültür ve medeniyetini tamamıyla kaybetti.

    Filistin’in güney kesiminde Yahudiyye adıyla kurulan İsrail
    oğulları­nın ikinci devletinde de Hz. Süleyman (a.s.)’dan sonra bid’at, hurafe,
    şirk, küfür, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe artmaya başladı. Fakat bu
    memle­kette, İsrail oğullarının yozlaşması ve kötü yola sapması nisbeten yavaş
    bir tempoda oldu. Bundan dolayıdır ki, buradaki İsrail oğullarına, kendile­rine
    çekidüzen vermeleri için daha uzun bir süre verildi. Gerçi Asurlar, İs­rail’e
    olduğu gibi buraya da sık sık saldırdılar ve bazı şehirlerini tahrip et­tiler,
    hatta Başkent Jarusalem veya Kudüs’ü kuşattılar, fakat tamamıyla ele geçirmeye
    muvaffak olamadılar. Bu memleket bir süre Asur’lara bağlı kaldı. Daha sonra
    Yas’iyâh ve Yermiyâh peygamberlerin sürekli ikazları­na rağmen İsrail oğulları
    kötü yoldan ayrılamayınca M.Ö. 598’de Babil İmparatoru Büht-un Nasr başta Kudüs
    olmak üzere bütün Yahudiyye dev­letini fethederek topraklarına kattı. Yahudiyye
    kralı kendisine esir düştü. Yahudiyye veya Yahudi devletinin sakinleri olan
    Yahudilerin kötülükleri bundan sonra da son bulmadı. Ve Yermiyâh peygamberin
    uyarılarına rağmen Yahudiler Babil’e karşı ayaklanmaya çalıştılar. Nihayet M.Ö.
    587’de Büht-un Nasr buraya şiddetli bir saldırı düzenleyerek Yahudilere
    görülme­miş bir ders verdi. Saldırı sırasında Yahudiyye’nin belli başlı bütün
    şehir­leri yerle bir edildi, Kudüs’te taş üstünde taş bırakılmadı. Kudüs’teki
    Sü­leyman Mabedi ve diğer tarihi ve dini yerler talan edildi. Yahudi’lerin
    bü­yük bir bölümü, öldürüldü ve esir edildi. Geriye kalanlar ülkeden kovula­rak
    sağa sola dağıtıldı. Yurtlarında kalan çok az sayıdaki Yahudi, her türlü acı ve
    rezillikleriyle baş başa bırakıldılar.

    13.10.4. Babil’in
    Hakimiyeti Sırasında İsrail Oğullarının Durumu

    “Yahudiler, şeytanların Süleyman’ın mülküne iftira ettikleri
    şeye tabı oldular. Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldular,
    insanlara sihri öğretirlerdi. Babil’deki Harut ve Marut adındaki iki meleğe
    indiri­len şeye tabi oldular. İki melek, ‘biz fitneyiz, kâfir olma’ demedikçe
    kimse­ye bir şey öğretmezlerdi. Onlardan karı ile koca arasını ayıran şeyi
    öğre­nirlerdi. Sihirbazlar, Allah’ın izni olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar
    veremezler. Kendilerine zararı olan ve fâidesi olmayan şeyi de öğrenir­lerdi.
    Halbuki, sihri ihtiyar edenlere ahirette nasib olmadığı bilirlerdi. Eğer
    bilseler nefislerine ne (kadar) fena şey satın aldılar.” (Bakara; 102)

    Burada şeytanlardan, hem şeytan ve cinin, hem de insan
    kılığındaki şeytanların kastedilmiş olması mümkündür. İsrail oğullarında maddî
    ve manevî çöküş baş gösterince ve kölelik, cehalet, fakirlik ve eziklik
    etkile­rini hissettirince, bu millette azim, mukavemet ve kararlılık diye bir
    şey kalmadı, İsrail oğulları giderek pasifliğe ve hareketsizliğe düştüler;
    ev­ham, hurafeler, sihir ve batıl itikatlara da esir oldular. Tembellik ve
    pasiflik yüzünden, ellerini, ayaklarını hareket ettirmeden, sırf büyü ve
    üfürük­lerle işlerini halletmeye çalıştılar. Tam bu sırada şeytanlar da
    ekmeklerine yağ sürdüler ve Hz. Süleyman (a.s.)’ın koca imparatorluğunun sihir
    ve bü­yü üzerine kurulduğuna, gerçek ve somut hiçbir yanı bulunmadığına
    ken­dilerini inandırmaya başladılar. Bu sihir ve diğer gizli kuvvetleri
    kendile­rine devredeceklerini de vaadettiler. İsrail oğulları da sanki tam bu
    fırsatı bekliyorlarmış gibi şeytanlara hücum ettiler ve onlardan bu sihir ve
    büyü­yü elde etmeye çalıştılar. Artık onları ne Allah’ın kelâmı ilgilendiriyordu
    ne de peygamberlerin hidâyeti.

    Söz konusu ayet bazı kimseler tarafından te’vile çalışılmıştır.
    Fakat benim anladığım kadarıyla, Beni İsrail’in tümü Babil’de esir hayatı
    yaşarken, Cenab-ı Allah kendilerini imtihan etmek üzere oraya iki melek (Harut
    ve Marut) göndermiş olabilir. Nasıl ki Lût kavmine iki melek, iki yakışıklı
    delikanlı kılığında geldiler, İsrail oğullarına da bu iki melek iki büyücü veya
    derviş kılığında gelmiş olabilirler. Bu melekler bir yan­dan sihir ve
    kerametlerini göstermiş bir yandan da halkı son kez uyarmış olabilirler. Onlar
    muhtemeldir ki şöyle söylemişlerdir, “bakın ey İsrail oğulları, biz sizi imtihan
    etmek ve son defa ikaz etmek üzere buraya geldik. Eğer bundan sonra da kendinize
    çekidüzen vermez ve tek Allah’a dönmezseniz sizi büyük bir azap beklemektedir.”
    Ne var ki, meleklerin bu son uyarısı da yollarını şaşırmış olan İsrail
    oğullarının gözlerini açmadı.

    Meleklerin insan kılığında gelmeleri kimseyi şaşırtmasın.
    Cenâb-ı Al­lah, melekleri istediği şekle sokabilir ve kendilerine istediği
    vazifeyi yap­tırabilir. Kim bilir, belki şimdi de etrafımızda insan kılığında
    olan melek­ler vardır. Bazıları çıkıp, meleklerin sihir ve büyü gibi işler
    yapmasına iti­raz edebilirler. İnsanların yapmalarını uygun bulmadıkları bir
    şeyi kendi­lerinin yapmalarına şaşabilirler. Fakat burada biz bu melekleri,
    rüşvetçi kişileri yakalamak üzere rüşvet alıcı veya verici kılığına girmiş
    kişilere benzetebiliriz.

    İsrail oğullarının bozuk toplumunda en çok revaçta olan şey, bir
    ki­şinin, başka birinin karısının kendisine aşık olmasını temin etmek üzere
    sihir ve muska yapmasıydı. Bu, ahlâk bozukluğunun en kötü örneklerin­den
    biriydi. Bir toplumda evli bir erkek başka bir erkeğin karısını baştan çıkarmaya
    ve onu elde etmeye çalışırsa demek ki o toplumda aile haya­tı temelden
    sarsılmıştır. Dikkat edilirse, evli İnsanlar arasındaki ilişkiler gerçekte insan
    uygarlığının temelidir. Erkek ile kadın arasındaki ilişki­nin dengeli olması,
    medeniyet ve kültürün de sağlam temellere dayanma­sının bir belirtisidir. Bu
    ilişki bozulduğu takdirde toplum ve medeniyet de bozulur. O halde, toplumun,
    medeniyetin ve bizzat kendi varlığının sebe­bini ortadan kaldırmaya çalışan bir
    fert muhakkak ki en düşük ve rezil kişidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği
    gibi, Şeytan kendi karargâhından dünyanın her köşesine ajanlarını gönderir ve
    onlardan düzenli olarak faa­liyet raporlarını alır. Her ajan kendi “marifeti”ni
    ortaya döker, ve “ben bu­nu yaptım” veya “ben şunu yaptım” der. Fakat İblis
    bunları beğenmez. Daha sonra bir ajan ayağa kalkar ve ben falanca koca ile
    karısının arasını açtım der. Bunun üzerine İblis o ajanı sevinçle kucaklar ve
    “işte bu başarı örneği” der. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda, İsrail
    oğullarına gönderilen meleklere, kadınlar ile erkekler arasındaki ilişkiyi neden
    bozma emri verildiğini daha kolay anlayabiliriz. Doğrusu, İsrail oğullarının
    ahlâk düzeninin bozukluğunu ölçmek için bundan daha iyi bir ölçek ola­mazdı.

    13.10.5. Onarım
    ve Yenileme Dönemi

    Bildiğimiz gibi eski İsrail devleti ve Sameriyye öylesine battı
    ki bir daha yerinden kalkamadı. Fakat Yahudiyye halkı her ne kadar bozulmuş ve
    üst üste yabancı istilâlarla karşılaşmışsa da, aralarında bulunan bazı imanlı ve
    dürüst İnsanlar yüzünden şöyle ya da böyle varlığını sürdürdü. Bu hidâyetli ve
    imanlı kişiler, gerek Yahudiyye’de gerekse Babil’e sürgü­ne gönderilmiş olan
    İsrail oğulları arasında vaaz, telkin, tebliğ ve ıslâh ça­lışmalarını
    sürdürdüler. Nihayet, Allah’ın rahmeti tekrar onlardan yana çıktı. Babil
    İmparatorluğu çöktü ve yıkıldı. M.Ö. 539’da İran imparatoru. Hüsrev (Kuruş)
    Babil’i fethetti ve ertesi yıl İsrail oğullarına, kendi yurtla­rına dönme ve
    yerleşme izni verdi. Netice itibariyle, İsrail oğulları akın. akın ülkelerine
    dönmeye başladılar. İmparator Hüsrev, Yahudilere Ku­düs’teki Süleyman mabedini
    yeniden inşa etme müsaadesi de verdi. Fakat bu bölgeye yerleşmiş olan diğer
    milletler bu mabedin yeniden inşa işini uzun süre aksattılar. M.Ö. 522’de ise
    İmparator I. Dâra (Darius), Yahudiyye’nin son kralının torunu olan Zro Babil’i
    İsrail oğullarının valisi tayin et­ti. Bu vali, Haccî peygamber, Zekeriya
    peygamber ve Başrahip Jesus’un gözetiminde Süleyman Mabedini tekrar inşa
    ettirdi. Daha sonra M.Ö. 458’de Hz. Üzeyir (Azra) (a.s.) sürgüne gönderilen bir
    Yahudi grubuyla Yahudiyye’ye vardı. Kendisi İran İmparatoru Ardeşir
    (Artacsercis) tara­fından şu emri almıştı:

    “Allah’ın sana verdiği akıl ve fikre göre, sen hâkimler ve
    yargıçları tâyin et, ki böylece, Senin Rabbinin şeriatını bilen nehrin öbür
    yakasın­daki İnsanlar adaletle hareket etsinler ve bilmeyenlere sen bu şeriatı
    öğretebilesin. Senin Rabbinin şeriatına ve imparatorun fermanına göre ha­reket
    etmeyenler cezalandırılsın. İster bu ceza, ölüm, ister sürgün, malla­ra el konma
    veya hapse atılma şeklinde olsun.” (Azra, Bölüm: VIII, ayet: 25-26).

    Hz. Üzeyir bu emir ve fermandan güç alarak İsrail oğullarının
    yeni­den güçlenmesine, kuvvet ve kudret kazanmasına büyük katkıda bulundu. Hz.
    Üzeyir, Yahudi milletinin iyi ve dürüst kişileri ile en iyi beyinlerini bir
    araya toplayarak güçlü bir düzen kurdu. Aralarında Tevrat’ın da bulunduğu,
    İncil’in beş cildini hazırlattı, Yahudilerin eğitimi için önemli müessese­ler
    meydana getirdi, şeriat kanunlarını toplayarak herkesin istifadesine sundu;
    böylece İsrail oğullarının saplandıkları şirk ve kötü yoldan kurtul­maları ve
    ahlâklarının düzeltilmesi için önemli adımlar attı. Yahudilerin evlendikleri
    bütün müşrik kadınların kocalarından boşanmalarını sağladı. Kısacası, İsrail
    oğulları yeniden Allah’a tapmaya ve ona itaat etmeye baş­ladılar.

    M. Ö. 445’te Nahmiyah’ın başkanlığında başka bir Yahudi kafile
    Yahudiyye’ye döndü. İran İmparatoru, Nahmiyah’ı Kudüs’e vali tayin etti ve
    kendisine buranın kalesini yeniden inşa etme işini verdi. Bu suretle, 150 yıl
    sonra Kudüs yeniden kuruldu ve Yahudi din ve kültürünün merkezi ha­line geldi.
    Ancak kuzeydeki İsrailliler ve Sameriyyeliler Hz. Üzeyir’in va­az ve telkininden
    istifade edemediler. Aksine, Kudüs ile boy ölçüşmek için Cezrim dağının
    tepesinde yeni bir dini merkez inşa ettiler ve Ehl-i Ki­tabı bu tarafa çekmeye
    çalıştılar. Böylece Yahudiyye ahalisi ile Sameriyye ahalisi arasındaki eski
    rekabet ve düşmanlık yine ortaya çıktı.

    13.10.6. Yunan
    Egemenliği ve Buna Karşı Direniş

    İran İmparatorluğunun çöküş dönemine girmesi, Büyük İskender’in
    fetihleri ve bundan sonra İranlıların tekrar güç kazanması, Yahudi’lerin gelişme
    ve refahını bir müddet engelledi. Büyük İskender’in ölümünden sonra bıraktığı
    miras üçe bölününce, Suriye memleketi Sulûki saltanatının tasarrufuna girdi.
    Sulûkî devletinin Başşehri Antakya idi. Buranın Yunan hâkimi Antiucus III. M.Ö.
    198’de Filistin’i ele geçirdi. Kâfir, ve müşrik olan Yunanlılar, Yahudilik ve
    Yahudi medeniyetinden nefret ederlerdi. Bu sebeple hâkim oldukları bölgelerde
    Yahudilerin nüfuzunu kırmak amacıy­la siyasi ve iktisadî baskı uyguladılar ve bu
    şekilde Yunan veya Elen uy­garlık ve kültürünü yaymaya çalıştılar. Bu işte
    Yahudilerin bazı grupları da Yunanlılara yardımcı oldular. Yabancı müdahale ve
    hakimiyet Yahudilerin bölünme ve parçalanmalarına yol açtı. Onların bir bölümü
    Yunan uy­garlık ve kültürünün etkisi altında kalarak Yunan kıyafetini,
    Yunancayı, Yunan yaşantısını ve Yunan sporlarını kabul etti. Bir başka bölümü
    ise kendi medeniyet ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı kaldı ve Yunanlılara zerre
    kadar taviz vermeye yanaşmadı M.Ö. 175’te ise Antiucus IV, “Tanrının Temsilcisi”
    lakabıyla tahta çıktı. Bu hükümdar Yahudilere karşı daha sert ve acımasızca
    davranarak Yahudi din ve kültürünü ortadan kaldırmak iste­di. Bu amaçla,
    Kudüs’teki büyük mâbede zorla putlar yerleştirdi ve Yahudilerin bu putlara
    tapmalarını istedi. Kurban yerinde kurban kesmeyi ya­saklattı ve müşriklerin
    âdetine göre kurban kesilmesini emretti. Evlerinde Tevrat bulunan herkesin idam
    edilmesini emretti. Bu hükümdar, Yasbat’ın emirlerine uyan ve çocuklarını sünnet
    ettirenlere de ölüm cezası verilme­sini istedi. Fakat Yahudiler bu baskıya boyun
    eğmediler ve yılmadılar. Ak­sine, Mekkâbî ismiyle meşhur olan isyanı
    başlattılar. Bu isyan sırasında Yunan kültürünü benimsemiş olan Yahudiler
    ağırlıklarım Antakya’lı Yu­nanlı hakimlerden yana koydularsa da Hz. Üzeyir’in
    talimatından cesâret ve güç alan Yahudiler, Mekkâbilerin etrafında toplandılar
    ve bu amansız mücadeleden galip çıktılar. Yunanlıları Suriye ve Filistin’den
    kovdular. Yahudiyye’de bağımsız ve egemen dinî devletlerini kurdular, ki bu
    devlet M.Ö. 67. seneye kadar ayakta kaldı. Bu devletin sınırları zamanla bir
    hay­li genişledi ve eskiden İsrail oğullarının ellerinde bulunan Sameriyye ve
    hatta Filistî’lerin yaşadığı bölge de bu devletin topraklarına katıldı.

    13.10.7. İsrail
    Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret Devri

    Mekkâbî hareketinin temelinde büyük dinî ve ahlâkî coşku vardı.
    Bu coşku ve dindarlık zamanla kayboldu ve yerini maddecilik ve gösteriş al­dı.
    Yahudiler tekrar çeşitli grup ve kabilelere bölündüler ve bunlardan ba­zıları
    bizzat Romalı fâtih Pompei’yi Filistin’e davet ettiler. Dolayısıyla, M.Ö. 63’tc
    Pompei, dikkatini bu tarafa çevirdi ve Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Yahudilerin
    hakimiyetine ve hürriyetine son verdi. Fakat, Romalılar genellikle fethettikleri
    yerlere yerli vali ve hâkim alama eğiliminde olduk­ları için Filistin’de
    kendilerine tabi olan yerlilerden müteşekkil bir devlet kurulmasına izin
    verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son derece akıllı ve zeki olan Herod adlı
    Yahudinin eline geçti. Aynı kişi tarihe Büyük Herod adıyla geçmiştir. Herod
    iktidara sahip olduktan sonra çeşitli akıllı tedbir­ler ve izlediği dirayetli
    siyaset sayesinde Yahudi devletinin sınırlarını eşi görülmemiş bir şekilde
    genişletti. Öyle ki, M.Ö. 40’tan M.Ö. 4’e kadar bü­tün Filistin ve Ürdün’ün
    büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herod bir yan­dan dini lider ve din adamlarını
    himaye ederek Yahudilerin desteklerini kazandı, bir yandan da Roma kültür ve
    medeniyetini yaymak ve Roma İmparatorluğuna bağlılığını belirtmek suretiyle Roma
    İmparatorunu da memnun etti. Fakat Yahudiler siyaset ve devlette söz sahibi
    olmalarına rağmen din, ahlâk ve maneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar.
    Bü­yük Herod’dan sonra, kurduğu geniş devlet üçe bölündü. O’nun bir oğlu,
    Erhalaus, Samerriyye, Yahudiyye ve Adumiyye’nin kuzeyine hâkim oldu. Fakat M.S.
    6’da İmparator Augustus onu azlederek bölgeye kendi valisini tâyin etti. Bu
    hükümet M.S. 41’e kadar devam etti. işte bu sıralarda Hz. Îsa (a.s.) Yahudileri
    ıslâh etme vazifesini üzerine aldı ve Yahudi din adam­ları ile ulema ve diğer
    ileri gelenleri kendisine şiddetle karşı koydular. Roma’lı vali Pontius Pelatis
    de Hz. Îsa’yı öldürtmek istedi.

    Herod’un ikinci oğlu Herod Antipas, Kuzey Filistin’in, Galile ve
    Ür­dün nehrinin iki yakasının hâkimi oldu. işte bu adam, bir dansözün isteği
    üzerine Hz. Yahya (a.s.)’nın kafasını keserek kendisine hediye etti.

    Herod’un üçüncü oğlu Philip ise Hermon dağından Yermük nehrine
    kadar uzanan bölgenin sahibi oldu. Bu hâkim, babası ve diğer kardeşlerin­den
    daha çok, Roma kültürünün etkisinde kalmıştı. İktidara geçer geçmez. Hz. Îsa’nın
    taraftarlarını sindirmek ve yok etmek için görülmemiş baskı ve zulüm yaptı.

    Bu devirde Yahudiler ile din adamlarının gerçek yüzünü görmek
    için Hz. Îsa (a.s.)’nın hutbelerine müracaat etmeliyiz. Bütün bu hutbeler Dört
    İncil’de toplanmıştır. Yahudilerin ahlâkî çöküşünü anlamak için Hz. Yah­ya ile
    Hz. Îsa’ya yapılan kötü muameleye bakmak yeter de artar bile. Bi­lindiği gibi,
    bir sokak kadınının iftirası üzerine Hz. Yahya gibi temiz ve güzide bir
    peygamberin başı kesildi ve bu zulme karşı kimseden ses çık­madı. Aynı şekilde
    Hz. Îsa gibi bir peygamberin ölüm fermanına imza atıldı, ama yine ses çıkaran
    olmadı. Bu zulüm ve vahşete karşı çaresizlik içinde kıvranan ve kendilerini
    yerden yere atan kişiler parmaklarla sayıla­cak kadar azdı. Hatta, Pontius
    Pelatis’in bu alçak insanlara bayram günün­de ölüm cezasına çarptırılanlardan
    birini serbest bırakma yetkisine sahip olduğunu belirterek Hz. Îsa’ (Jesus)’nın
    mı yoksa Barabas adlı haydudun mu serbest bırakılmasını istediklerini sorduğu
    zaman, hepsi bir ağızdan, Barabas için af dilediler. Bu bir bakıma, Allah’ın
    Yahudilere son hücceti ve mühletiydi ve kendileri bunu iyi değerlendiremediler.

    Aradan çok geçmeden Romalılar ile Yahudilerin arası bozuldu.
    M.S. 64. ilâ 66’da Yahudiler isyan ettiler. Herod Agrippa II ile Romalı Floris,
    ikisi de bu isyanı bastıramadılar. Sonra kendilerine takviye birlikleri
    gön­derildi ve Romalılar bizzat bu ayaklanmaya son verdiler. M.S. 70’te Titus,
    Kudüs’ü fethetti ve büyük bir katliama girişti. Tahminlere göre 133 bin Yahudi
    öldürüldü, 67 bini de esir alındı. Bunların dışında binlerce Yahudi işletmelerde
    çalıştırılmak üzere Mısır’a yollandı. Yine binlercesi, hipod­rom ve stadyumlarda
    binlerce kişinin önünde kılıç sallamak veya vahşi hayvanlarla boğuşmak üzere
    Roma İmparatorluğunun çeşitli bölgelerine gönderildiler. Atletik vücutlu, uzun
    boylu ve yakışıklı erkekler ile güzel ve genç kızlar fâtih, kumandan ve
    subayların hizmetçisi ve cariyesi haline getirildi. Hem Kudüs şehri hem burada
    bulunan Süleyman Mâbedi yerle bir edildi. Kısacası, Filistin’den İsrail oğulları
    veya Yahudilerin adı sanı öylesine silindi ki, bunlar tam 2000 yıl bu tarafa
    gelmeye cesaret edeme­diler. Süleyman Tapınağı ise hiçbir zaman yeniden inşa
    edilemedi. Bun­dan sonra, İmparator Bedrian da artık Elia adıyla tanınan Kudüs
    şehrini bir daha yağmaladı. Daha sonra asırlarca Yahudiler bu şehre giremediler.

     

    013

    Büyük Herod’un Saltanatı (M.Ö. 30-2 Yıllan Arası)

    013

    Mekkabî Devleti

    13.10.8. Son
    Uyarı

    İsrail oğulları yüzyıllardan beri Allah’a itaatsizlik
    ediyorlardı. Sürekli ikaz ve tembihlere rağmen hareket ve davranışlarında bir
    değişiklik olma­dı. Kendilerini doğru yola getirmek üzere Allah tarafından
    gönderilen bir­kaç peygamberi öldürmüşlerdi ve kim onlara doğruluğu anlatırsa
    onun düşmanı oluveriyorlardı. Bu sebeple, Allahu Teâlâ hüccetini tamamla­mak,
    yani kendilerine son bir mühlet vermek amacıyla Hz. Îsa (a.s.) ve Hz. Yahya
    (a.s.) gibi iki mümtaz peygamberi gönderdi. Her iki peygam­ber de, Allah
    tarafından insanları Hakka davet etmek üzere vazifelendirildiklerine dair açık
    delil ve işaretlerle gelmişlerdi, ki bunları ancak gözleri kör olanlar
    göremezlerdi. İsrail oğulları maalesef bu fırsatı da kaçırdılar ve
    dalâletlerinde ısrar ettiler. Bu bedbaht İnsanlar bu peygamberlerin da­vetini
    reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda ikisini de ölüme mahkûm et­tiler. Hz. Yahya
    (a.s.)’nın başı bir dansözün iftirası üzerine uçurulurken, Yahudi din adamı ve
    ileri gelenleri, Hz. Îsa’yı Romalılara öldürtmeyi plânladılar. Bundan sonra
    Yahudilere fazla zaman ve fırsat vermek yersiz­di. Bu sebeple, Cenâb-ı Allah,
    Hz. Îsa’yı ölümden kurtararak kendi yanına aldı ve İsrail oğullarının ebediyete
    kadar lânetlenmiş bir millet olarak kal­masını emretti.

    13.10.9. İsrail
    Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)’ya Yaptığı Kötü Muamele

    İncil’in çeşitli ciltlerinde Hz. Yahya (a.s.)’nın şahsiyeti ve
    sireti hak­kında yazılmış olanları şöyle özetleyebiliriz:

    Luka (Lucas)’nın ifadesine göre, Hz. Yahya (John), Hz. Îsa
    (a.s.)’dan 6 ay büyüktü. Hz. Yahya ile Hz. Îsa’nın anneleri akraba idiler. Hz.
    Yahya 30 yaşında iken kendisine peygamberlik verildi. Yuhanna’nın rivâyetine
    göre, Hz. Yahya, Ürdün’de vaaz ve tebliğe başladı. Kendisi şöyle derdi:

    013

    Hz. Îsa Zamanında Filistin

    “Ben, Allah’ın yolunu takip edin diyen, çölde bağıran bir
    kişinin sesi­yim.” (Yuhanna; 1;23)

    Mark (Marcus) diyor ki, Hz. Yahya, günahkârların günahını
    çıkarırdı, günahlarını çıkarttığı kişilerin hem vücudu, hem ruhunun temizlenmesi
    için kendilerini kutsardı. Yahudiyye ile Kudüs’ten birçok kişi kendisine tabi
    olmuşlardı. Hz. Yahya bunları kutsardı. (takdis ederdi). (Mark: 1:4-5). Bundan
    dolayıdır ki kendisine “John, The Baptisi” (Takdis Eden Yah­ya) lakâbı
    verilmiştir. Beni İsrail umumiyetle onun peygamberliğini kabul etmişti (Malla:
    21:26). Hz. Îsa (a.s.) ise şöyle derdi: “Kadınlardan doğan­lar arasında Takdis
    Eden Yahya’dan daha büyük yoktur.” (Matta 11; ll).

    Hz. Yahya, deve tüyünden yapılmış elbise giyer ve deri kemeri
    takar­dı. Yiyecekleri çekirge ve orman balıydı. (Matta: 3:4). Mütevazi ve fakir
    bir hayat yaşardı ve insanlara şöyle derdi: “Tevbe edin, çünkü Gök’ün
    ha­kimiyetinin günü yaklaşmıştır.” (Matta: 3:2). Bu sözler Hz. Îsa’nın
    pey­gamberliğine bir işaretti. Herkesin namaz ve oruç vazifelerini yerine
    getir­melerini isterdi. (Matta: 9:14, Luka, 23, Luka: 11:1). Telkinlerinden biri
    şuydu: “İki gömleği olan, hiçbir gömleği olmayana versin, yiyeceği olan da aynı
    şeyi yapsın.” Gümrükçüler, ‘ya üstâd biz ne yapalım?” deyince, şöyle dedi:
    “Hakkınız olandan fazlasını istemeyin.” Askerler sordular: ‘Ey nebi, bize ne
    dersiniz?’ Dedi ki, “Kimseye zulüm etmeyin, kimseden hak­sız olarak bir şey
    almayın ve maaşınızdan tasarruf edin.” (Luka: 3:10-14).

    Beni İsrail’in kötü huylu ve kötü niyetli ulemâsı Ferisî ve
    Sudukî tak­dis edilmek üzere kendisine geldiklerinde şu cevabı aldılar: “Ey
    yılanın evlâtları, gelen gazaptan korkmanızı kim öğütledi? Sanmayın ki, Abra­ham
    babanızdı… Şimdi ağaçların köklerinde balta duruyor. İyi meyve ver­meyen ağaç
    kesiliyor ve ateşe veriliyor.” (Matta; 3:7-10).

    Hz. Yahya’nın vaaz ve tebliğ yaptığı memleketin hakimi, Roma
    kültü­rünün esiri olan Yahudi Herod Antipas idi. Bu hâkimin teşvikiyle ülkede
    her türlü kötülük ve sapıklık yapılıyordu. Kendisi, kardeşi Philip’in karısı
    Herodiyas’ı sarayına almıştı. Hz. Yahya bu ahlâk dışı harekete karşı ses
    çıkarınca hapse atıldı. Fakat Herod Antipas, Hz. Yahya’nın temiz kişiliği ve
    üstün ahlâkından haberdardı ve kendisine hürmet ederdi, ayrıca halk arasındaki
    büyük nüfuzundan da korkardı. Fakat Herodiyas, Hz. Yah­ya’nın çabaları sonucu
    halk arasında ahlâkî değerlerin yükseleceğini ve dolayısıyla kendisi ve kendi
    gibi diğer “yüksek mevkili insanların” rezil olacağının farkındaydı. Onun için,
    canına kastetti. Nihayet, Herod’un doğum günü dolayısıyla düzenlenen festivalde,
    kötü emeline ulaşmak için iyi bir fırsat hazırladı. Festival ile ilgili olarak
    sarayda yapılan şenlikler sı­rasında kızı dans ederek herkesi ve özellikle
    Herod’u mestetti. Herod coş­ku içinde, “haydi kızım, ne istersen sana vereyim”
    dedi. Bunun üzerine kız annesine giderek “ne isteyim” dedi. Fahişe annesi de,
    “kızım, Yah­ya’nın başını islerim de” dedi. Onun için dansöz kız isteğini
    Herod’a açık­ladı ve “Bana Takdis Eden Yahya’nın başının bir tepside
    getirilmesini emir verin” dedi. Herod bunu duyunca hayli üzüldü, fakat bir kerre
    söz vermişti, ayrıca sevgilisinin kızının isteğini de geri çeviremezdi.
    Binaena­leyh, derhal zindandan Hz. Yahya’nın kesik başını getirtti ve bir
    tepside dansöz kıza sundu. (Bk: Matta: 14:3-12, Mark: 6:1-29, Luka: 3:19-20).

    13.10.10. Hz.
    Îsa’ya Yapılan Kötü Muamele

    “(Ey Rasûlüm) Kitap’ta Meryem’i zikret. Hani o, ailesinden
    ayrılıp şark tarafındaki bir yere çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde
    çek­mişti.” (Meryem; 16-17)

    Âl-i İmrân suresinde, Hz. Îsa’nın annesi Hz. Meryem’in Kudüs’te
    bir köşede ibadete çekildiği ve Hz. Yahya’nın O’nu kendi himayesine aldığı beyan
    edilmiştir. Yukarıdaki sûrede ise, Hz. Meryem’in ibadete çekildiği ve İ’tikâf
    ettiği yerin Kudüs’ün doğu kesiminde olduğu açıklanmıştır. Hz. Meryem âdet
    olduğu üzere İ’tikâf ederken perde çekmişti, ki halkın gö­zünden ırak olabilsin.
    Bazı müfessirler bu ifadeyi İncil’in ifadesiyle denk­leştirmek maksadıyla
    Kudüs’ün doğusundaki yer olarak Nasıra’yı göster­mişlerdir. Bu tahmin yanlıştır,
    zira Nasıra, Kudüs’ün doğusunda değil ku­zeyinde bulunuyor.

    “…O’na ruhumuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir
    in­san şeklinde göründü. Meryem O’na, ‘Ben senden, çok esirgeyici (Al­lah’a)
    sığınırım. Eğer (Allah’tan) korkuyorsan (bana dokunma)’ dedi. Melek: ‘Sana temiz
    bir erkek evlât vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim,’ dedi. Meryem,
    ‘Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben
    iffetsiz de değilim,’ dedi. Melek, ‘söylediğin gi­bisin. Fakat Rabbin, bu bana
    göre kolaydır. Zira, onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu,
    hükmolunmuş bir emirdir, buyuruyor,’ de­di.” (Meryem; 17-21)

    Bu ayetlerde Hz. Meryem’in şaşkınlığına dikkat edilmelidir.
    Kendi­sine hiçbir erkeğin eli değmemişti. Ama Allah’ın kudretiyle, Hz. Mer­yem,
    hiçbir erkekle temas kurmadan Hz. Îsa’ya hamile kaldı ve Hz. Îsa babasız doğdu.
    Hz. Cebrail işte bu ilâhi kudrete işaret ediyor ve Allah için hiçbir şeyin güç
    olmadığını vurguluyor. Aynı şekilde Hz. Yahya’nın da hayret ettiği ve kendisine
    de aynı cevabın verildiğine dikkat edilmeli­dir. Nitekim, bundan sonraki
    ayetlerde Hz. Meryem’in hamilelik ve doğu­munun diğer safhaları belirtilirken bu
    nokta daha da açıklık kazanmış oluyor.

    “Meryem, Îsa’ya hamile kaldı. Ve O’nunla uzak bir yere çekildi.
    Do­ğum sancısı O’na kuru bir hurma ağacının yanında geldi. ‘Keşke bundan önce
    öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım’ dedi. Altında biri nidâ ederek,
    ‘mahzun olma, Rabbin senin alt yanında bir dere akıttı. Hur­ma ağacının dalını
    kendine doğru silkele. Üzerine lezzetli taze hurma dö­külecektir. Arlık ye, iç,
    gözün aydın olsun. İnsanlardan birini gördüğün zaman ‘Ben Allah’a oruç adadım.
    Onun için bugün kimseye söz söylemeyeceğim’ de.’ Meryem kucağında Îsa olduğu
    halde kavmine geldi. Onlar, ‘ey Meryem, sen acayip bir şey yapmışsın. Ey,
    Harun’un kız kardeşi, senin baban fena adam değildi. Anan da iffetsiz değildi,’
    dediler.” (Meryem; 22-28)

    Bu eserimizin diğer bölümlerinde işaret ettiğimiz gibi,
    yukarıdaki ayetlerde sözü edilen “uzak bir yer”, Beyt-i lahm’dır. Hz. Meryem,
    Harun ailesinin namuslu bir kızıydı, günlerini ibadetle geçirirdi. Şimdi birden
    bi­re Allah’ın inayetiyle bir çocuk doğuracaktı; bu bakımdan, bu babasız ço­cuğu
    doğurmak için Beyt-i lahm’a gitmeyi daha uygun buldu. Eğer Hz. Îsa normal bir
    şekilde doğmuş olsaydı, evini barkını terk etmesine gerek yoktu. Ayrıca çocuğu
    doğurduğu yerde de bazı tedbirler aldığı görülmek­tedir. Hz. Meryem’in telaşı ve
    korkusu Allah tarafından giderildi ve ço­cukla ilgili kendisine yapılacak her
    suçlamaya cevabın bizzat Allah tara­fından geleceği açık bir ifade ile
    belirtildi. Çocuk eğer normal şekilde doğmuş olsaydı, Hz. Meryem’in oruç tutması
    ve kimse ile konuşmaması da salık verilmezdi. Son ayetlerde geçen “Harun”
    kelimesi de dikkat çeki­cidir. Bunun iki anlamı olabilir. Ya Hz. Meryem’in Harun
    adında bir kar­deşi olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Arapça gramerine göre bu
    deyimin, “Harun ailesinin kızı” anlamına geldiğini de belirtebiliriz. Hem olayın
    şekli, hem müslim, Nesai ve Tirmizî gibi hadis kitaplarında kullanılan
    ifa­deler, ikinci ihtimâlin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor. Nitekim Hz.

    Muğire (r.a.) tarafından nakledilen hadise göre Necranlı
    Hıristiyanlar, Kur’ân-ı Kerîm’de, Harun’un Hz. Meryem’in kardeşi olduğu
    ifadesine iti­raz ettiler, Hıristiyanlar, Hz. Harun’un Meryem’den yüzlerce sene
    evvel ya­şamış olduğunu söyleyince Hz. Muğire kendilerine herhangi bir cevap
    vermedi. Hz. Muğire bu olayı Rasûlullah (a.s.)’a anlatınca, Hz. Peygam­ber
    (a.s.) de dedi ki, “sen neden İsrail oğullarının, kendi isimlerini geçmiş­teki
    büyük peygamber ve sâlih kişilerin adlarına göre koyduklarını söyle­medin?”
    dedi. Demek ki, Hz. Meryem’in peygamber olan Hz. Harun ile herhangi bir ilgisi
    yoktu. Ayrıca Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesinden de Hz. Meryem’in, Harun’un kız
    kardeşi değil, Harûn ailesinin bir ferdi olduğu anlamı çıkıyor.

    Meryem sûresinde daha sonra şu satırlara rastlıyoruz

    “Bunun üzerine Meryem O’na (Îsa’ya) işaret etti. Kavmi: ‘Biz
    beşikte­ki çocukla nasıl konuşuruz?’ dedi. Çocuk (Îsa):, ‘Ben, Allah’ın kuluyum.
    O bana kitap verdi. Ve beni peygamber yaptı. Beni her nerede olursam mübarek
    kıldı. Hayatta olduğum müddetçe bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme
    hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir bedbaht yapmadı. Doğ­duğum gün de, öleceğim
    gün de ve diri olarak ba’s olunacağım gün de Allah’ın selâmeti benim üzerimedir’
    dedi. İşte hakkında ihtilâf eyledikleri Meryem oğlu Îsa’ya dair Allah’ın sözü
    budur.” (Meryem; 29-43)

    Görüldüğü gibi, Hz. Îsa (a.s.) doğduğundan beri İsrail oğulları
    için Allah’ın açık bir işareti ve ikazıydı. Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarını
    ceza­landırmadan ve kendilerine azabını indirmeden onlara son bir mühlet
    ver­mişti. Parlak bir delil ve faziletli bir insan olarak kendilerine indirilen
    Hz. Îsa’yı örnek almalı ve kötü yoldan dönmeliydiler. Yoksa sonları çok kötü
    olacaktı. Bunu, Allahu Teâlâ, Hz. Îsa’nın yaşantısının her safhasında
    ken­dilerine anlatıyordu. Hz. Îsa’yı doğurmak için, Harun ailesinin namuslu bir
    kızı seçildi. Bu kız Kudüs’te Hz. Yahya’nın dini terbiyesinden geçerek bakire
    iken Allah’ın emriyle hamile kılındı. Bu kız yeni doğan çocuğunu alarak halkına
    geri dönünce herkesin sözlü saldırısına uğradı. Herkes ken­disini sorguya
    çekerken bir Mu’cize daha oldu ve Hz. Îsa beşiğinden ko­nuşmaya başladı. Bu
    olayı gören ve duyan herkes bilmeliydi ki aynı ço­cuk büyüyüp peygamberlik
    vazifesini yerine getirmeye başlayınca, kendi­sine itaat etmekten başka bir çare
    yoktu. Fakat buna rağmen cehaletinde ve dalâletinde ısrar edecek ve hatta bu
    peygamberi çarmıha germeye kalkışacaklarsa, kendilerine eşi görülmez bir azap ve
    felâket gelecekti,[22]
    ve geldi de.

    13.11. ESHÂB-ÜR RASS

    Eshâb-ür Rass’dan, önce Furkan suresinde, (âyet: 38) daha sonra
    Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her iki yerde de bunların,
    peygamber­leri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden biri olduğu buyurulmuş,
    diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa anlatılmamıştır.[23]

    Arap
    tarihlerinde ve coğrafya kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bu­lunduğu
    belirtilmiştir. Bunlardan biri Necd’de, diğeri kuzey Hicaz’dadır. Necd’in
    Er-Rass’ı daha meşhur olup, cahiliyye devrinde yazılmış olan şiir­lerde bu isme
    arada sırada rastlanıyor. Ne var ki, Kur’ân-ı Kerîm’de zikri geçen milletin bu
    Rass’lardan hangisine ait olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi
    hakkında güvenilir herhangi bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin
    yalnızca kendi peygamberini kuyuya attığı ke­sinlikle söylenebilir. Kur’ân-ı
    Kerîm’de yapılan kısa işaretten anlaşılıyor ki, Allah’ın kitabının indiği sırada
    A’raplar herhalde Eshâb-ı Rass’ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve
    rivayetler daha sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.



     




    [1]
    Burada, uzun
    müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir basan elde
    edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni engeller
    çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve
    işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı
    görülmeyen Hz. Nuh’un, nihayet Allah’a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua
    kastedilmiştir. Hz. Nuh’un sözleri şunlardı: “Ben mağlûbum yardım et diye
    Rabbi’ne yalvardı.” (Kamer, 10). “Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden bir tek
    kişi bırakma.” (Nûh; 26).



    [2]
    Hz. Nûh
    (as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız
    tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah’ın peygamberi yenik
    düşmüştü. Kur’ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı
    şekilde bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücade­le tam 950 yıl
    sürdü. (Âyet; 14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini
    yakından görmüş oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah’a yönelme arzusu
    yoktu. Aralarından iyi ve iman­lı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz.
    Nuh şu neticeye varmıştı. “Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve
    ancak facia ile kâfir doğururlar.” (Nûh; 27). Cenab-ı Allah da Hz. Nuh’un bu
    görüşüne katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi: “Nuh’a
    ‘kavmin­den iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı
    şeylerden dolayı tasalan­ma’ diye vah yolundu.” (Huda: 36).



    [3]
    “Ahkâf”,
    Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar olmayan kum
    tepele­ridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki ıssız
    bölgenin adıdır.



    [4]
    Tafsilat
    için bak.

    a) Arabia and The Isles, Harold Ingrams, Londra, 1946.

    b) The Unveiling of Arabia, R. H. Kirman, Londra, 1937.

    c) The Empty Quarter, Philby, Londra, 1933



    [5]
    Azib’in
    çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki,
    müslü­manların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul
    ediliyor ve o gün hiçbir şe­ye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta,
    kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasın­da meşhurdur. Meselâ, İbn
    Merdûye ile Hatip Bağdâdî’nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: “Ayın son
    çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür.” İbn Cevzi bu hadise
    “Mevzu” demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını söylemiştir. Hâfız
    Sehâvi’ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı şekilde, çarşamba
    uğursuzlar günüdür.” Bazı diğer hadis­lerde, çarşamba günü seyahata
    çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi, hasta ziyaret
    edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi hastalıkların
    çarşamba gü­nü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve rivâyetler
    zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur âlim ve
    araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: “Çar­şamba gününü kötü ve
    uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak, haram, çok
    haramdır. Çünkü, bütün günler Allah’ın günleridir. Belli bir gün ne faydalı
    ne de zarar­lıdır.” Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: “Bütün günler
    birdir. Çarşamba diye ayırım yap­mak doğru değildir. Gece ve gündüz arasında
    tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah her gün
    ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar yaratmaktadır.”



    [6]
    Hicaz’ın
    kuzeyinde, Rabığ’dan Ukba’ya ve Medine ile Hayber’den Tayma ve Tebûk’a
    ka­dar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350
    yıl önce, Kur’ân’ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha
    belirgin ve iyi durumda idiler.



    [7]
    Tebûk savaşı
    sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler arasında
    geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma yaptı. Bu
    konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında
    müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah’ın azabının indiğini hatırlattı ve
    buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve
    müslümanların buradan çabuk geçmelerini öğütledi.



    [8]
    Bir milletin
    umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî veya kişisel
    gözükse de, milli bir günahtır ve ceza’da bütün millete verilir. Sadece bu
    değil. Kur’ân-ı Kerîm’e güre, bir milletin içinde bir günah alenen yapılıyor
    ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.



    [9]
    Hz. İbrahim
    (a.s.)’in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur’ân-ı Kerîm’in
    şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır: (Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve Sâffât;
    97-98).



    [10]
    Bu da
    Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere inanmayan
    söz­de aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet’i kabul
    etmek için zorlamasınlar. İslâm’ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da İslâm
    camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te’vil ve baha­neler ileri
    sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde
    açıkladık. Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul
    etmiyorlarsa, lütfen İslâm’ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar.
    Kimsenin Kur’ân-ı Kerîm’i de değiştirmeye hakkı yoktur.



    [11]
    Cenab-ı
    Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler arasında
    üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi: “Ben
    seni İnsanlar üzeri­ne İmam (rehber) yapacağım” (Âyet; 124). Gerçeklen de
    bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz. İbrahim’e
    büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.



    [12]
    Bu hususta
    Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh, Âd,
    Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü’tefike’ler ahalisinin haberleri
    gelmedi mi?” (Tevbe; 70).



    [13]
    Yahudilerin
    tahrif ettikleri İncil’de, Hz. Lût (a.s.)’ın şahsiyeti ve karakterine
    sürülen leke­ler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga edip
    Sodom’a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat
    Kur’ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur’ân’ın ifadesine gö­re, Hz.
    Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye
    gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.



    [14]
    Kur’ân-ı
    Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman’a, Sebe’
    halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek
    ve törelerinden de Sebe’nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor.
    Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems
    (Güneş’in kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyun­dan
    geldiğini beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu
    doğrulamaktadır. Bunlara göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)’ın mektubunu
    götürdüğü zaman, Sabâ melikesi güneşe tapmaya ha­zırlanıyordu. Hüdhüd bunun
    üzerine mektubu Melike’nin önüne alıverdi.



    [15]
    Tarih
    kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına
    rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı’yı tanıdıkları
    anlaşılıyor. Yemen’den çıkarılan ki­tabelere göre de böyle bir grubun
    varolduğu belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni
    keşfedilen kitabelerde Sabâ’lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar
    bulundurdukları kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre
    varlıklarını sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit
    olunan bir kitabede de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645’le
    yazılmış olan bir kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah’tan yardım
    istenmiştir. M.S. 458’e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı
    “Rahman” olarak geçmiştir.



    [16]
    Saba
    (Sebe’) halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma
    bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin
    mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen
    nimetler bir bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli
    gruplara ayrılarak Arabistan’ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar.
    Gassanlılar Ürdün ve Şam’a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine’nin yolunu
    tuttular. Hüzâ’a, Cidde’ye gitti, Ezd kabilesi de Umman’a yerleşti. Diğer
    kabileler de dağıldı. Kısacası Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.



    [17]
    Tarihçi
    Yakût, “Mu’cem ul Buldan” isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk’un kadîm
    is­midir. Tebûk’lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke
    olduğuna inanıyorlar.



    [18]
    Kur’ân-ı
    Kerîm’de Hz. Yunus isminden başka O’ndan “Zünnun” veya “balık sahibi” olarak
    da söz edilir. Kendisine balık sahibi denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi
    balık avlar ve satardı. Aksine, bir defasında Allah’ın izniyle bir balık
    tarafından yutulduğu için kendisine bu lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)



    [19]
    Bk: Yunus
    suresi, âyet; 98, Enbiya suresi; âyetler: 87-88 ve Sâffât; âyetler: 139-148
    ve Kalem; âyetler: 48-50.



    [20]
    Bu konuya
    “Tefhim-ul Kur’ân”, Cilt: IVde Sâffât sûresinin tefsirinde ayrıntılı bir
    şekil­de değinilmiştir.



    [21]
    Bu yakınma,
    Hz. Davûd’un ağzından yapılmıştır. “Onlar, Allah’ın emrettiği gibi bu
    mil­letleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini yapmaya
    başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri için
    ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şey­tanlar için kurban
    etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının
    kanını akıttılar. Bunun için Allah’ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi
    mirasından nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve
    onlara düşman olanlar onlara hâkim oldular.” (Zebûr: Bö­lüm 106: âyetler:
    34-41).



    [22]
    Ayrıntılı
    bilgiler için Bk: Tefhîm-ül Kur’ân, c. I, Âl-i İmrân sûresinin tefsiri, Nisâ
    sûresinin tefsiri, C. III, Enbiya sûresi ve Mü’minûn sûresinin tefsirleri.



    [23]
    Eshâb-ur
    Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar
    yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa
    da bunlar tatmin edici değildir. Bu kav­min sadece kendi peygamberlerini
    kuyuya atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya
    veya kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine “kuyu sahipleri’
    denil­miştir. (Tefhîm-ul Kur’ân, Furkan Ssûresi, c: III).

  • HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM



    On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM



    14.1. MÜŞRİKLER



    14.1.1. Bütün Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış



    14.1.1.1. Roma, Yunanistan ve Hindistan



    14.1.1.2. Dünyayı Saran Şirk Belâsı



    14.1.1.3. İnsanlar Arasında Sun’î Bölünme



    14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE ÂDETLERİ



    14.2.1. Müşrik Arap Toplumuna Genel Bir Bakış



    14.2.2. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç



    14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR PUTLARI



    14.3.1. Lât



    14.3.2. Uzza



    14.3.3. Menat



    14.3.4. Nûh Kavminin Putları



    14.3.4.1. Vedd



    14.3.4.2. Suvâ’



    14.3.4.3. Yeğûs:



    14.3.4.4. Ye’ûk



    14.3.4.5. Nesr



    14.3.5. Meşhur Ba’al Tanrısı



    14.3.6. Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri



    14.3.7. Mal ve Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı



    14.3.8. Putları, Allah’a Tercih Ediyorlardı



    14.3.9. Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı



    14.3.10. Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları



    14.3.11. Mezarlara Tapılması



    14.3.12. Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları



    14.3.13. Kaderi Bahane Ediyorlardı



    14.3.14. Ataları Körü Körüne Taklid



    14.3.15. Putperest Arap’ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları



    14.3.16. Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri



    14.3.17. Arabistan’da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri



    14.3.18. Putların Önünde Fallara Bakılması



    14.3.19. Hediye ve Adaklar



    14.3.20. Hayvanların Başıboş Bırakılması



    14.3.21. Cahiliyye’de Hac Merasimi



    14.3.22. Tabiatın Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek



    14.3.23. Cinler İle İlgili Batıl İnançlar



    14.3.24. Çok Evlilikler



    14.3.25. Âdet Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele



    14.3.26. Boşanmalar Yaygındı



    14.3.27. Yetim ve Öksüzlere Baskı ve Zulüm



    14.3.28. Çocukların Öldürülmesi



    14.3.29. Kadınlar İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması



    14.3.30. Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi



    14.3.31. Kan Davası ve Cinayetin İntikamı



    14.3.32. Kıyâfet ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar



    14.3.33. Arabistan’da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi

     

    On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED’İN
    PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM

    14.1. MÜŞRİKLER

    14.1.1. Bütün
    Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış

    Hazreti Muhammed (a.s.) insanları İslâmiyet’e davet etmeye memur
    edildiği zaman dünya birçok çetin sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu. Birçok
    ahlâki, medenî, kültürel, ekonomik, siyasi, sosyal ve dinî mesele­ler çözüm
    bekliyordu. Ortada Roma, Yunan ve İran sömürgeciliği vardı; sınıf ayırımı ve
    sınıf kavgası vardı. Haksız ekonomik sömürü vardı ve ah­lakî bozukluk ve
    saplantılar da vardı. Bizzat Hz. Peygamber (a.s.)’in vata­nı olan Arabistan bin
    bir sorunun altında eziliyor ve kıvranıyordu. Ülke cehâlet, dalâlet, ahlakî
    bozukluk, yoksulluk, sefalet, anarşi, başıboşluk ve iç savaş’ın pençesi altında
    idi. Arabistan’ın Yemen’e kadar olan bölgesi, doğu ve güney sahil şeridi ve
    Irak’ın verimli toprakları, hepsi İranlıların hakimiyeti altında idi. Kuzey’de
    Hicâz sınırına kadar olan bölge Roma İmparatorluğunun tasarrufuna girmişti.
    Bizzat Hicaz’ın iç kesimlerinde Yahudi sermaye sahipleri hegamonyalarını
    kurmuşlardı. Yahudi sermaye sahipleri Arap’ları iktisadi açıdan esir almışlar ve
    her tarafta faiz ağını ör­müşlerdi. Arabistan’ın batı kıyısının tam karşısında
    Hıristiyan Habeş impa­ratorluğu hüküm sürüyordu. Bu imparatorluğun bir hâkimi
    kısa bir süre önce Mekke’ye ve Kâbe’ye yürümüştü. Aynı dinden olanların nüfuzlu
    bir grubu bizzat Hicâz’da ve Yemen’de siyasi ve iktisadî üstünlük sağlamış
    durumda idi.

    14.1.1.1. Roma,
    Yunanistan ve Hindistan

    Roma’nın dillere destan olan hipodrom, anfitiyatro, tiyatro ve
    arena­ları hakkındaki hikâye ve efsânelerle tarih sayfaları doludur. Buralarda
    gladyatörler, güreşçiler ve atletler Romalı İmparator, hâkim tabaka ve
    zenginlerin zevklerini tatmin etmek amacıyla çeşitli eğlenceli gösteriler
    yaparlardı. Bunlardan birçoğu ya müsabakalarda ölürdü ya da vahşi hay­vanlara
    yem olurlardı.

    Arenalarda insanların hayvanlar tarafından parçalanması,
    öldürülme­si, diri diri yakılması Romalılar için iyi bir eğlence idi. Bu hususta
    savaş esirleri ve köleler her zaman topun ağzında olurlardı ve onları akla
    hayale gelmeyen işkencelerle öldürmek halkın en büyük zevkiydi. Aynı gelenek
    Yunanistan’da ve Yunanlılara bağlı memleketlerde de yaygındı. Roma ve
    Yunanistan’ın ileri gelen hukukçu, filozof ve düşünürleri bile masum in­sanların
    çeşitli şekillerde öldürülmesini uygun görüyorlardı. Aristo ve Platon (Eflâtun)
    gibi ahlâk hocaları ve filozoflar bile hamile bir kadına, vücudunun bir parçası
    olan cenini veya doğacak bebeği çıkarıp atma ve öldürme müsaadesi verirlerdi.
    Başka bir deyimle Eski Yunanistan ve Ro­ma’da kürtaj yasak değildi. Babalar, öz
    evlâtlarını öldürme hakkına sahip­tiler.

    Romalı Hukukçu ve senatörler, babalarının, evlâtları üzerindeki
    sınır­sız hakimiyet ve üstünlüğünden kıvanç duyarlardı. Stoiklere (Yunanistanda
    belli bir felsefeye inananlar) göre intihar kötü bir şey değildi, aksine
    övünülecek bir işti. Nitekim, bu felsefeye bağlı olanlar bazen toplantılar
    düzenleyerek toplu halde intihar ederlerdi. O kadar ki, Platon gibi bir dü­şünür
    bile intihan kötü saymazdı. Bir kocanın kendi kansım öldürmesi, beslediği bir
    hayvanı öldürmesi kadar normal bir fiildi. Bu sebepten dola­yıdır ki, Eski Yunan
    Hukuk sisteminde bu suç için herhangi bir ceza kon­mamıştı. Bu gibi vahşi
    âdetlerde, kendilerini insancıl ve barışçı olarak gös­termeye hevesli olan
    Hintliler de diğer milletlerden geri değillerdi, hatta birkaç adım ilerde
    idiler. Hindistan’da ölen kocanın cesedi yakılırken karı­sının yangına atılıp
    yanması kendisi için bir kurtuluş yolu ve sevaplı bir hareketti. Bazı kimseler
    Hintli kadınların zorla değil, kendi istekleriyle kocalarıyla beraber
    yandıklarını söyleyebilirler. Ancak gerçek şu ki toplu­mun baskısı olmasaydı tek
    bir kadın bile diri diri yanmayı göze alamazdı. Nitekim aradan çok uzun zaman
    geçtikten sonra bu kötü gelenek resmen ve kanunen yasaklanınca tek bir kadın,
    kocasının cesediyle yanmaz oldu.

    Hint toplumunda en aşağı kast (tabaka)’ta olan “Şudr”ların
    hayatının hiçbir değeri yoktu. Zâten Hindu inançlarına göre Şudrlar, Brahma
    deni­len hayvanın ayaklarından doğduğu için hiçbir sevgiye ve saygıya lâyık
    değillerdi. Toplumun en üst kademesindeki Brahmanlar için Şudrların ka­nını
    akıtmak helâldi. Hindu’ların dini kitaplarındaki Veda’ları Şudr’ların okumaları
    şöyle dursun, yalnızca yoldan geçerken okunuşunu kulaklarıyla dinlemeleri bile
    büyük bir günahtı. Vedalar okunurken bunları dinlemiş olan bir Şudr’un
    kulaklarının sıvı kurşunla doldurularak öldürülmesi sade­ce caiz değil, gerekli
    idi de. Hindu’lar arasında “Jal Parva” denen bir gele­nek vardı. Buna göre, anne
    ve babalar, doğan ilk çocuklarını kutsal saydıkları Ganj nehri sularına
    bırakıyor ve bundan son derece büyük bir dini saadet ve zevk duyuyorlardı.

    14.1.1.2. Dünyayı
    Saran Şirk Belâsı

    Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik görevine başlamadan önce
    dün­yanın dinî manzarası yürekler açışıydı. Şirk ve putperestlik almış
    yürü­müştü. Dinsiz ve imansız milletler ağaç, taş, altın, gümüş ve diğer
    madde­lerden yapılmış çeşitli vücut ve yüz hatlarına sahip olan heykellere
    tapar­lardı. Bu putlar her tip ve her boyda idiler. Tanrı ve tanrıçaların bütün
    bir şeceresi çıkarılmıştı, bunların çeşitli kuşaklan vardı. Hiçbir tanrı
    karısız, hiçbir tanrıça kocasız değildi. Tanrı ve tanrıçalar İnsanlar gibi,
    yemek ye­me, içme ve diğer zevklerini tatmin etme ihtiyacını da duyarlardı.
    Bunlara tapanlar ise, bu ihtiyaçlarının karşılanması konusunda hiçbir
    fedakârlıktan kaçırmazlardı. Müşriklerin büyük çoğunluğu, tanrının insan
    kılığına gir­diğine ve bazı temsilcileri olduğuna inanırlardı. Gerçi
    Hıristiyanlar Tek Al­lah’a inandıklarını iddia ederlerdi, ama bu tanrının da bir
    oğlu vardı. Baba ve oğul tanrıların yanı sıra üçüncü bir tanrı Ruhul Kuds idi.
    Ayrıca bazı Hıristiyanlar, tanrının anası ve kaynanası olduğunu da kabul
    ederlerdi. Tek tanrıya inandıklarını iddia edenler arasında Yahudiler de vardı.
    Fakat Yahudilerin tanrısı da maddiyât ve fizikle ilgili olup pek çok insanî
    sıfatları haizdi. Bu tanrı icabında dolaşır ve insan kılığına girerdi. Bazen
    kulların­dan biriyle güreşirdi. Ayrıca, bu tanrının da Üzeyir adında bir oğlu
    vardı. Bu dini toplumların dışında Mecûsî (zerdüşt)’ler, yani ateşe tapanlar ile
    yıldızlara tapan Sabiîler de vardı.

    14.1.1.3. İnsanlar
    Arasında Sun’î Bölünme

    Çok eski çağlardan beri İnsanlar, aralarında bazı sun’i duvarlar
    yarat­maya çalışmışlardır. Bu duvarlar veya dairelerin içinde bulunanlar başka
    duvar veya daireler içindeki insanlarla ilişki kurmaktan kaçınmış, onları hor
    görmüşlerdir. Bu duvar, daire ve çizgiler tabiat tarafından değil, bizzat
    İnsanlar tarafından yapılmıştır. Bunlar herhangi bir aklî ve ahlâkî temel
    üzerinde değil, tesadüf neticesinde kurulmuştur. Bu duvarlardan bazısı belli bir
    aile, kabile, toplum veya ırkta doğmaktan meydana gelmekte, bazısı da belli bir
    coğrafi vahdette, bölgede, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millete
    mensup olmaktan ileri gelmektedir. Bu yapay ayırım­lar sonucu, sevgi ve saygılar
    parçalanmış, bölünmüştür. Kendinden olan ve kendinden olmayan kişi, grup ve
    milletler yaratılmıştır. Sevgi ve işbir­liği, yabancı olanlara karşı kendi
    aralarında sağlamlâştırılmak ve pekiştirilmekle kalınmamış, yabancılardan nefret
    etmek ve onlara karşı düşman­lık beslemek de genel bir âdet olmuştur. Sonra bu
    kin, nefret ve düşman­lık en çirkin ve iğrenç şekilde kendisini göstermiş,
    İnsanlar birbirlerini ye­miş, birbirlerine görülmemiş zulüm ve baskı
    uygulamışlardır. Bu yapay ayırımın körüklenmesi için felsefeler geliştirilmiş,
    din ve mezhepler yara­tılmış, kanunlar yapılmış, ahlâk kuralları hazırlanmış,
    örf ve âdetler be­nimsenmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Milletler ve devletler
    bunları değişmez birer nizam ve siyaset olarak kabul etmişlerdir. Bu sebepten
    dolayıdır ki, Yahudiler, kendilerinin Allah’ın en sevdiği en gözde milleti ve
    ümmeti ol­duğunu iddia etmişlerdir. Yahudilerin geliştirdiği dini nizamda bile
    bu se­bepten dolayı diğer ırktan olanların hak ve hürriyetleri nispeten daha
    sı­nırlı kalmıştır. Hindu’larda “varn aşaram” felsefesine göre Brahman’ların
    toplumun en imtiyazlı ve en üstün tabakası haline gelmesinin sebebi bu­dur.
    Hindu’lar’da, aslında bu sun’i ihtilaf en katı şekilde kendisini göster­miş, üst
    tabakalardakiler adetâ ilâh derecesine çıkarılırken, alt tabakadaki­ler,
    özellikle “Şudr”lar, “pis”, “iğrenç” ve “âdi”, ilân edilmişlerdir. O kadar ki,
    alt tabakadakilerin, üst tabakadakilere dokunmaları bile büyük bir gü­nah haline
    getirilmiştir. Beyaz ırkın, siyah ırka revâ gördüğü zulüm Afri­ka’da, Avrupa’da
    ve Amerika’da en kötü şekliyle ortaya çıkmıştır ve siyahilere yapılan insanlık
    dışı muameleyi görmek için tarih sayfalarını karıştırmamıza bile gerek yoktur.
    Bunun en kötü örneklerini şimdi de gör­mekteyiz. Çünkü, Avrupalı milletlerin,
    Amerika kıtasında Kızılderililer’e ve Avustralya’da vahşî yerlilere ve
    genellikle Asya ve Afrika kıtalarında yerli halka yaptıkları zulüm ve insanlık
    dışı muamelenin altında da bu üs­tünlük kompleksi bulunmaktadır. Bu milletler,
    hâkim oldukları topraklar­da yerli halkı birer hayvan olarak kabul etmiş,
    onların can, mal ve namu­suna tecavüz etmeyi bir görev bilmişlerdir.
    Hakimiyetleri altındaki insan­ları ve milletleri esir yapmaya, yağma etmeye ve
    öldürmeye çalışmışlar­dır. Aşın milliyetçilik ve ırkçılığın, bir ırk veya
    milleti başka bir ırk veya millet için ne kadar vahşi ve kana susamış canavar
    haline getirdiğinin son örneğini Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında hepimiz
    gördük ve bugün de görmeye devam ediyoruz. Nazilik, Faşizm ve kuzey ırklarının
    üstün ol­ma felsefesinin insanlığın başına ne dertler açtığını hepimiz görmüş ve
    yaşamışızdır, işte bu büyük yanılgı, çılgınlık ve sapıklığın düzeltilmesi için
    Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti inmiştir.

    “Ey İnsanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
    Birbirinizle ta­nışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak,
    Allah indinde en hayırlınız, takvası en fazla olanınızdır. Allah, her şeyi bilir
    ve her şey­den haberdardır.” (Hucurat; 13)

    14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE
    ÂDETLERİ

    14.2.1. Müşrik
    Arap Toplumuna Genel Bir Bakış

    Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden önceki dönemde bütün
    dünya cehâlet ve sapıklığın karanlığında bocalarken, Arabistan’ın durumu daha da
    feci ve ümitsizdi. Burada karanlık biraz daha fâzla, cehâlet ve dalâlet biraz
    daha köklüydü. O çağın ölçülerine göre medeni ve ileri sayı­lan ülkelerin
    yanında Arabistan en geri kalmış ve en az gelişmiş ülke du­rumundaydı. Coğrafi
    ve siyasi durum, Arap yarımadasının, dünyanın di­ğer ülkelerinden uzak
    kalmasına, dolayısıyla daha da geri kalmasına yol açmıştı. Arabistan’ın komşusu
    olan İran, Roma ve Mısır’da ilim ve fen­nin, medeniyet ve kültürün bazı belirgin
    özellikleri vardı. Ama Arabis­tan’da bunlar da yoktu. Büyük Sahra ve geçilmez
    çöller ticari kafileler ve­ya askeri güçler için önemli birer engel teşkil
    ediyordu. Arap tüccarları, develerin sırtında aylar süren yolculuklarından sonra
    dış ülkelere gider ve onlarla ticari alış veriş yaparlardı. Bu tüccarlar sadece
    mal alıp satarlardı; bilgi, kültür ve medeniyet ile hiçbir ilgileri yoktu. Bütün
    ülkede okuma yazma bilen ve kültürlü olan kişilerin sayısı birkaç düzineyi
    geçmezdi. O devirde Arabistan’da ne bir okul vardı, ne kütüphane. Halk da eğitim
    ve öğrenimle pek ilgilenmezdi. Arap’lar şüphesiz, üstün ve güçlü bir dile
    sa­hiptiler. Bu dilde her türlü ciddi konular işlenebilirdi. Ne var ki, bize
    ge­len edebiyat örneklerinden haklarında sağlıklı bir karar vermemize imkân
    yoktur. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, bilgilerinin de sınırlı
    olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat parçaları, medeniyet ve kültürlerinin çok
    düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek ol­madığını, örf
    ve âdetlerinin pek ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının hayli bozulduğunu,
    kısacası, Arap’ların büyük bir cehâlet içinde olduklarını or­taya koyuyorlar.

    Arabistan’da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu.
    Dev­let kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile
    muhtardı. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir
    hukuk devleti tasavvuru da hemen hemen hiç yoktu. Her yerde or­man kanunu
    uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar güç­lü ve kaba kuvvetten
    yanaydılar. Kim daha güçlüyse başkasının haklarına tecavüz eder, mal-ü mülküne
    konardı. Bir Arap bedevisi için kabilesinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve
    malını gasp etmekten daha doğal bir şey yoktu.

    Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son
    derece ilkeldi. Temiz ile kirli, helal ile haram, câiz ile câiz olmayan
    arasındaki farkı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri
    vahşiydi. Zina, kumar, içki içmek, soygun, cinayet ve kan gütmek Arapların
    günlük ya­şantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi.
    Ulu orta çıplak dolaşmak bir âdetti. Kadınları bile çıplak vaziyette Kâbe’yi
    tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile,
    doğar doğmaz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümün­den sonra
    üvey anneleriyle evlenmek de bir anane idi. Yemek yemek, ko­nuşmak ve giyinmek
    ile ilgili en basit kuralları bilmezlerdi.

    Dini inançlarına gelince,[1]
    Arapların durumu, o çağın diğer milletle­rinin içinde bulunduğu cehâlet ve
    sapıklığın derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma
    ve yıldızlara tapma, kısacası, tek Al­lah’a inanmanın dışında ne kadar çok inanç
    ve ibadet şekli varsa hepsi o çağın insanlarında ve Araplarda vardı. Önceki
    peygamberlerin talimatları hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar
    yalnızca Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in, kendi ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat
    bu baba-oğul pey­gamberlerin dininin ne olduğunu, kime ibadet ettiklerini
    bilmezlerdi. Âd ve Semud’un hikâyeleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak
    Arap ta­rihçilerinin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Sâlih ve Hz. Hûd’un
    talimatı­na hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan hemşehrileri
    vasıta­sıyla İsrail oğullarının peygamberleri hakkında da az çok bilgiye
    sahipti­ler. Fakat bu bilgiler çok sathî idi.

    14.2.2. Hz.
    İbrahim ve Hz. İsmail’e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç

    Cahiliyye devri Arapları, kendilerini Hz. İbrahim ile Hz.
    İsmail’in evlâtları sayıyor ve bu iki peygambere tam olarak bağlı olduklarım
    sanı­yorlardı. Dini inanç ve düşüncelerinin bozulmasına rağmen dinlerinin, en
    üstün ve Allah katında makbul din olduğunu düşünürlerdi. Halbuki, Hz. İbrahim ve
    Hz. İsmail’in getirdiği din tanınmayacak hale gelmişti. Aradan geçen yüzyıllarda
    Arapların din adamları, kâhinleri, kabile reisleri ve di­ğer ilgilileri, akide
    ve inançlarda değişiklik yapmış, beğenmedikleri şeyle­ri dinden çıkarmış,
    menfaatlerine uygun olan şeyleri buna eklemişlerdi. Araplarda o zamana kadar
    kitap yazma ve tarihi bilgiler toplama geleneği olmadığı için, asıl dinin ne
    olduğunu ve buna sonradan nelerin ilave edil­diğini tesbit etmek zordu. Bu
    sebeple, Arapların dininin tümü şüpheli hale gelmişti. Asıl dinî inanç ve
    kurallar ile bid’at, evham, dinde olmayan me­rasim ve hurafeler arasında ayırım
    yapmak zorlaşmıştı.[2]

    14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR
    PUTLARI

    14.3.1. Lât

    Lât’ın bulunduğu yer Taif’ti. Beni Sakif bu Tanrı’ya öylesine
    bağlıydı ki, Yemen Valisi Ebrehe, aralarında fillerin bulunduğu ordusuyla
    Mek­ke’ye yürüdüğü sırada Taifliler, bu tanrının pulunu korumak ve onların
    Kâbe’ye gitmelerini sağlamak için düşman kuvvetlerine ellerinden gelen yardımı
    sağladılar. Halbuki, bütün Araplar gibi Benî Sakîf de, Kâbe’nin Allah’ın evi
    olduğuna inanırlardı. Lât’ın anlamı konusunda ulema arasında ihtilâf vardır. İbn
    Cerir Taberi’nin tetkiklerine göre, Lât, Allah kelimesinin femini (müennesi)dir.
    Yani, “Allahün” kelimesi erkeği, “Allahatun” keli­mesi de dişisini
    belirtmektedir. Zemahşeri’ye göre Lât kelimesinin kökü “leva” ve “yelvî”dır, ki
    dönmek ve birinin önünde eğilmek anlamına gelir­ler. Müşrikler buna ibadet
    ettiği, önünde eğildiği ve tavaf ettiği için kendi­sine Lât denilmiştir. İbni
    Abbas ise buna “Latt” derdi ve bunun “letteyelitlü” kökünden geldiğine inanırdı.
    Bu kelimeler, bulaştırmak bulandırmak ve batırmak anlamına gelirler. İbn Abbas
    ile Mücâhid, Lât’in aslında Taif yakınlarında tepe ve kayalıklarda yaşayan bir
    kişi olduğunu ve oradan ge­lip geçenlere yiyecek ve içecek verdiğini, öldükten
    sonra da kendisi için bir anıt dikildiğini beyan etmekledirler. Gerçi bu beyan,
    İbni Abbas ve Mücahid gibi çok değerli zâtlarındır, ama bunu kabul etmekte
    tereddütlü­yüz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur’ân-ı Kerim’de söz konusu
    puta veya heykele Latt değil, Lât denilmiştir. İkincisi, Kur’ân-ı Kerim Lât ve
    diğer iki tanrının kadın olduğunu belirtiyor, oysa İbn Abbas ile Müca­hid’in
    rivâyetlerine göre kendisinin erkek olduğu anlaşılıyor.

    14.3.2. Uzza

    Uzza’nın kökü izzet (namus, iffet)’tir. Dolayısıyla, Uzza,
    “izzetli” ve­ya “namuslu” demektir. Bu, Kureyş kabilesinin en büyük
    tanrıçasıydı. Bu tanrıçanın mabedi, Mekke ile Taif arasında Nahle vadisinde
    Hürâz mevki­inde idi. Ben-i Hâşim’in müttefikleri olan Ben-i Şeybân bu
    tanrıçanın ko­ruyucularıydı. Kureyş ve diğer aşirete mensup olanlar bu tanrıçaya
    ibadet ediyor, dilek ve istekte bulunuyorlardı. Ayrıca her türlü armağan verir
    ve kurban keserlerdi. İbn Hişam’ın rivâyetine göre, Ebû Uheyye ölüm döşe­ğinde
    son nefesini verirken Ebû Leheb ziyaretine gitti. Baktı ki Ebû Uheyye ağlıyor,
    sebebini sordu: “Ebû Uheyye, nedir bu senin halin? Ölümden mi korkuyorsun?” Ebû
    Uheyye dedi ki: “Vallahi Ebû Leheb, ben ölümden korkmuyorum. Beni üzen, benden
    sonra Uzza’nın bakımının yapılıp yapılmayacağıdır.” Ebû Leheb de dedi ki,
    “arkadaş, sen canını üz­me, bu tanrıçaya ibadet ve korunması senin hayatına
    bağlı değildir.” Ebû Uheyye bunun üzerine rahat nefes aldı ve sükûnet içinde son
    nefesini ver-di.

    14.3.3. Menat

    Menat tanrıçasının mabedi Mekke ile Medine arasında, Kızıldeniz
    sa­hilinde Kudeyd mevkiinde idi. Bu tanrıçaya özellikle Beni Hüzâ’a, Evs ve
    Hazreç’e mensup olanlar bağlıydı. Bu tanrıça için hac ve tavaf yapılırdı ve
    kurbanlar kesilirdi. Hac mevsiminde, hacılar Kabe’de Beytullah’ı tavaf et­tikten
    sonra, Arafat ve Mina’ya geçer ve oradan Menât’ı ziyaret etmeye gi­derlerdi. Bu
    tanrıçayı tavaf etme niyetini önceden yapmış olanlar ise, Safa ve Merve arasında
    koşmazlardı.

    14.3.4. Nûh
    Kavminin Putları

    Kur’ân-ı Kerim’in Nûh suresinde, Arapların sonradan tapmaya
    baş­ladıkları Nûh kavmine ait olan bazı tanrı, tanrıça ve putların isimleri
    var­dır. İslâmiyet’in doğuşundan önce bu putlar için Arabistan’ın çeşitli
    böl­gelerinde mabedler yapılmıştı. Araplar, Nûh tufanından kurtulmuş olan bazı
    kimselerden, eski tanrı ve tanrıçalarının adlarını öğrenmiş olabilirler. Nûh
    kavminde tekrar şirk baş gösterince veya evlâtlarından putperestlikle ilgili
    inanç ve fikirler daha sonraki kuşaklara geçince çeşitli putlar ya­pılmış ve
    tapmaklar inşa edilmiş olabilir. Nûh kavminin belli başlı putları şunlardı:

    14.3.4.1. Vedd

    Vedd, Kudâ’a kabilesinin bir kolu olan Ben-i Kelb bin Vebre’nin
    tan­rısıydı. Bu tanrının mabedi Dûmet-ul Cendel’de idi. Arabistan’dan çıkarı­lan
    kitabelerde bu tanrının ismi Veddem Ebem (Vedd Baba) olarak geç­miştir. Kelbî’ye
    göre Vedd’in putu, dev ve heybetli bir erkek gibiydi. Ku­reyşliler de Vedd’i
    tanrı olarak kabul ediyorlardı ve çeşitli heykellerini yapmışlardı. Kureyşliler
    buna “Vudd” derlerdi. Tarihte bir kişinin adı Abd-i Vudd (Vudd’un kulu) olarak
    kaydedilmiştir.

    14.3.4.2. Suvâ’

    Bu, Hüzeyl kabilesinin tanrıçasıydı. Heykeli de bir kadın
    gibiydi. Bu­nun mabedi, Yenbu yakınlarında Rubât mevkiinde idi.

    14.3.4.3. Yeğûs:

    Yeğûs, Tay kabilesinin bir kolu olan En’um ve Mezhic kabilesinin
    bazı kollarının mabuduydu. Mezhicliler, bunun putunu Yemen ile Hicâz arasında
    Cürş mevkiinde yapmışlardı. Bu put bir aslan şeklinde idi. Ku­reyşlilerden
    bazılarının Abd-i Yeğûs olduğu tesbit edilmiştir.

    14.3.4.4. Ye’ûk

    Ye’ûk, Yemen’in Hemdan bölgesinde yaşayan Hemdan kabilesinin bir
    kolu olan Hayvanlıların tanrısıydı. Bunun heykeli at şeklinde idi.

    14.3.4.5. Nesr

    Bu, Himyer bölgesinde yaşayan aynı ismi taşıyan kabilenin Âl-i
    Zül-Kula’ kolunun mabuduydu ve Belha’ yakınlarında bir akbaba şeklinde pu­tu
    vardı. Sabâ (Sebe’)’dan çıkarılan kitabelere göre bunun adı “Nesûr”du. Sabahlar,
    Nesûr’un mabedine Nesûr Tapınağı ve buranın kâhinlerine Nesûr sahipleri
    derlerdi. Arabistan’da çeşitli bölgelerde bulunan tarihi ka­lıntılar ve
    harabelerde tapınaklar üzerinde çok sayıda akbaba heykeli ve kabartmaları
    görülmüştür.

    14.3.5. Meşhur
    Ba’al Tanrısı

    “O en güzel yaratanı bırakıp da, Bal’a (puta) mı tapıyorsunuz? (Sâffât;
    125)

    Ba’al’ın sözlük anlamı “ağa”, “efendi”, “reis” ve “sahip”tir. Bu
    kelime kocalar için de kullanılıyor. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde
    bu kelime bu anlamda kullanılmıştır. (Meselâ, Bakara suresi, âyet; 228, Nisa
    suresi, âyet; 127, Hûd sûresi, âyet; 72 ve Nûr sûresi; âyet: 31’e bakın.) Fa­kat
    eski çağlarda Sami kavmi bu kelimeyi tanrı veya ilâh anlamında kulla­nırlardı ve
    Ba’al bir tanrının adıydı. Bu, özellikle Lübnan’da yaşamış olan Fenikelilerin en
    büyük ilâhıydı. Bu tanrının karısı, Istârât ise Fenikeliler’in en büyük
    tanrıçasıydı. Tarihçi ve araştırmacılar arasında, Bâal’ın güneş mi yoksa Jüpiter
    mi, Istârât’ın da ay mı yoksa venüs mü anlamına geldiği ko­nusunda ihtilaf
    vardır. Fakat, Ba’al’ın Babil’den Mısır’a kadar Ortado­ğu’nun önemli bir
    bölümünde, özellikle, Lübnan, Suriye ve Filistin’de ge­niş halk kitleleri
    tarafından tapınılan bir tanrı olduğu tarihte sabittir, İsrail oğulları, Mısır’ı
    terk ederek Filistin’e ve Ürdün’e yerleştikten sonra yerli müşriklerle
    akrabalıklar kurunca ve sosyal bağlarım genişletince kendileri de putperestliğe
    esir düştüler. Bundan sonra İsraillilerin önemli bölümü da Ba’al’ı tanrı olarak
    kabul etmeye başladı, İncil’in ifadesine göre, İsrail oğulları arasında bu
    yozlaşma ve bozulma, Hz. Musa (a.s.)’nın ilk halifesi Hz. Yûşâ’ bin Nun’un
    vefatından sonra belirgin bir hal aldı:

    “Ve İsrail oğulları, Allah’ın önünde kötülüğe ve Ba’alim’e
    tapmaya başladılar… ve onlar Hüdâvend’i terk edip Ba’al ve lstârât’a ibadet
    etme­ye başladılar.”  (Kuzât; 2: 11-13)

    “Ve İsrail oğulları, Ken’anın, Hitit, Âmur, Firizzi, Havi ve
    Yebusiler arasına yerleştiler. Onların kızlarıyla evlendiler ve kendi kızlarını
    da on­lara vermeye başladılar. Ve onların ilâhlarına ibadet etmeye başladılar.”
    (Kuzât; 2: 5-6)

    İsrail oğulları arasında Ba’al’a tapmak öylesine yaygınlaşmıştı
    ki, İn­cil’in rivâyetine göre, köylerinden birinde Ba’al’a adanmış bir mezbaha
    ku­rulmuştu. Bu mezbahada kurbanlar kesilirdi. Dindar İsraillilerden biri bu
    duruma tahammül edemedi ve bir gün bu mezbahayı yıkıverdi. Ertesi gün halk
    galeyana geldi ve kurban yerini yıkan kişinin derhal yakalanıp
    ceza­landırılmasını istemeye başladı. İsrail oğulları arasındaki bu şirk, Hz.
    Samuel, Talût, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s.) tarafından büyük ölçüde ortadan
    kaldırıldı. İsrail oğulları bir süre için tek Allah’a itaat etmeye baş­ladılar.
    Ne var ki, Hz. Süleyman’ın vefâtından bir süre sonra İsrail oğulları arasında
    şirk fitnesi yeniden baş gösterdi ve özellikle Filistin’in kuzey böl­gelerinde
    Ba’al’a ibadet etme geleneği yeniden başladı.

    14.3.6.
    Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri

    Müşrik Araplar her ne kadar müşrik ve putperest ise de büyük ve
    üs­tün bir Tanrı kavramını biliyorlardı. Araplar, gök ve yeryüzünün sahibinin
    Allah olduğunu teslim ediyorlardı. Gece ile gündüzü bu tanrının yaptığını, güneş
    ile ayı bu tanrının doğdurup batırdığım sanıyorlardı. Bu işlerden hiçbirinin Lât,
    Uzza, Hübel veya başka bir tanrı tarafından yapılmadığına inanıyorlardı.

    Kur’ân-ı Kerim, Arapların dini inançlarının esasının ne olduğunu
    çe­şitli yerlerde belirtmiştir. Meselâ, Zuhruf sûresinde şöyle denilmiştir:

    “Onlara, ‘kendilerini kimin yarattığını sorsan, ‘Allah’ derler.”
    (Âyet; 87)

    Ankebût sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Eğer onlara; ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir, güneş ve ayı
    musah­har kılan kimdir?’ diye sorsan, ‘Allah’tır’ derler… Eğer onlara, ‘Gökten
    suyu indirip onunla ölümünden sonra yeri canlandıran kimdir?’ diye sor­san,
    ‘Elbette Allah’tır’ derler.” (Âyet; 61)

    Mü’minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Habibim de ki, ‘Eğer biliyorsanız söyleyin, yeryüzü ve onda
    olanlar kimindir?’, ‘Allah’ındır’ diyecekler. Sen de ki ‘O halde, düşünüp ibret
    al­maz misiniz?’ De ki: Yedi göğün ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?’ ‘Al­lah’ındır’
    diyecekler. De ki, ‘Her şeyin mülkü tasarrufu kimin elindedir? O korur, kendisi
    ise korunmaya muhtaç değildir.’ (Yine): ‘Allah’ındır’ di­yecekler…” (Ayetler;
    84-89)

    Diğer bazı misaller şunlardır:

    “De ki, ‘Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?’ O, kulaklara
    ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkaran kim­dir?
    Bütün işleri tedbir (ve idare) eden kimdir?’ Onlar, ‘Allah’tır’ derlet . (Yunus;
    31)

    “Sizi, karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta gemiye binip
    güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her
    taraf­tan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve
    kemal-i ihlâs ile: ‘Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz’
    diye dua ederler. Vakıa ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryüzün­de haksız
    yere azgınlık yaparlar.” (Yunus; 22-23)

    Aynı duruma İsra sûresinde de temas edilmiştir:

    Size, denizde bir sıkıntı ve zarar dokunursa O’ndan (Allah’tan)
    başka taptığınızı unutursunuz. Fakat o sizi ondan kurtarıp çıkarınca, yine yüz
    çevirirsiniz.”. (İsrâ; 67)

    14.3.7. Mal ve
    Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı

    Müşrik Araplar, toprağın Allah’ın olduğuna inanıyor, mahsullerin
    de O’nun emriyle yetiştiğini biliyorlardı. Hayvanların malikinin Allah oldu­ğuna
    da iman ederlerdi. Fakat, kendilerine nimetlerin; zenginliklerin ve diğer
    imkânların tanrı, tanrıça, cin, melek, gökteki yıldızlar ve büyük evliyaların
    ruhlarının sayesinde ihsan edildiğini sanıyorlardı. Araplar bu tanrı, tanrıça ve
    ruhların, kendileri ile Allah arasında birer araç olduğunu ve bunlar kızdığı
    takdirde her şeyden mahrum olacaklarını zannediyorlar­dı. Dolayısıyla, bunları
    memnun etmek üzere tarlalarından elde ettikleri mahsuller ile hayvanlarını ikiye
    bölerek, birini Allah’a, diğerini bunlara adıyorlardı. Allah’a adıyorlardı, zira
    tarla ve hayvanları O’ndan geliyordu. Tanrı, tanrıça ve cin ile perilere
    adıyorlardı, zira onları kendi aile ve kabi­lelerinin koruyucusu sanıyor ve
    onları memnun etmek istiyorlardı.

    14.3.8. Putları,
    Allah’a Tercih Ediyorlardı

    Fakat, Araplar, Allah için ayırdıkları payı çeşitli bahanelerle
    azaltı­yorlardı. Çaba ve uğraşları, tanrı, cin ve periler için ayrılan payı
    büyütmek yönünde idi. Bu davranışları, bu tanrıları ve putları Allah’a tercih
    ettikleri­ni gösteriyordu. Bu itibarla, Allah adına ayrılan hububat, meyve ve
    diğer mahsuller tartılır veya ölçülürken dökülen kısımlar tanrıların payına
    katı­lırdı. Bunun aksine, Allah’ın ortaklarına adanan ürünlerden bazısı düşer
    veya dökülürken, dökülen kısım yine kendi paylarına konurdu. Bunun gi­bi,
    putlara ayrılan tarlanın bir bölümünden su, Allah’a adanan bölüme aktığı zaman,
    ikinci bölümün mahsulleri de ilkine ilâve edilirdi. Fakat Al­lah’a ait olan
    tarla veya bunun belli bir bölümünden tanrıların tarlasına su aktığı zaman bu
    âdet tekrarlanmazdı. Aynı şekilde geniş çapta kuraklık veya açlık baş gösterince
    Arap’lar, Allah için ayrılan payı yerlerdi, ama tanrılara adanan kısma, bir
    afete veya azaba yakalanırız korkusuyla do­kunmazlardı. Eğer herhangi bir
    nedenle, tanrıların payı azalmışsa bu ek­siklik, Allah’ın payından tamamlanırdı.
    Fakat, Allah’ın payı eksik olduğu zaman, tanrıların payından tamamlanmıyordu. Bu
    duruma itiraz edenlere çok iyi cevaplar yetiştiriyorlardı. Meselâ, Allah’a ne
    lâzım, O büyüktür, O’nun payı azalsa da fark etmez, oysa tanrı ve tanrıça küçük
    derecedeki yaratıklardır, hatta bizden biridirler, bizim gibi muhtaçtırlar,
    kendilerine düşen payı vermezsek bize kızarlar, bize kötülük yaparlar.

    Arap’ların bu cahilliğini anlayabilmek için şunu da bilmeliyiz
    ki Al­lah’a ayırılan mal ve mülkün payı dilenci, fakir, fukara, yolcular ve
    yetim­ler için ve diğer hayır işlerde kullanılırdı. Tanrılara, cinlere ve
    ruhlara ayrılan pay ve adaklar ya doğrudan dini çevre ve kâhinler ile rahiplerin
    cebi­ne giderdi ya da mabedlere ve putlara sunulurdu, ki bunlar dolaylı olarak
    yine kâhin ve rahiplere giderdi. Bu rahipler, kendi paylarının azalmaması ve
    çıkarlarının zedelenmemesi için her ne pahasına olursa olsun tanrılara ayrılan
    payın azalmaması hususunu cahil Arap’lara inandırmışlardı.

    14.3.9.
    Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı

    Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müşrik Araplar, Allah’ın verdiği
    nimet­leri inkâr etmiyorlardı. Bu nimetlerin, Allah’ın lütfu ve ihsânı olduğuna
    da itirazları yoktu. Fakat bu nimet ve ihsanlardan dolayı Allah’a şükranlarını
    bildirirken, bazı diğer tanrı ve cinler ile meleklere de teşekkür etmeyi ih­mal
    etmiyorlardı. İşte Arapların en büyük yanılgısı burada idi.

    Kur’ân-ı Kerim bu tavır ve hareketi, “Allah’ın nimetlerini
    inkâr” ola­rak nitelendirmiştir ve bir çeşit nankörlük saymıştır. Zaten İnsanlar
    arasın­daki ilişkilerin genel kuralı da budur. Sezar’ın hakkı Sezar’a
    verilmelidir. Bir kişi başka bir kişiye iyilik yapmışsa ona tabiatıyla teşekkür
    edilmeli­dir, ama bu iyilikte zerre kadar payı olmayan üçüncü bir kişiye
    teşekkür ve bağlılık bildirilmesi nezaket ve medeniyet kurallarına tamamıyla
    aykırı bir harekettir.

    Şüphesiz Araplar müşrikti ve şirkin bazı kötü alışkanlıklarına
    yaka­lanmışlardı. Fakat konunun derinliğine inecek olursak, bu şirkin temeli pek
    sağlam değildi. Arapların şirki yüzeyseldi ve yeterince kök salmış
    değildi.Gerçekten de şirkin kökü hiçbir yerde derin olmaz. Tevhid veya tek Allah
    kavramı ise şu veya bu şekilde vardı. Hatta diyebiliriz ki, Arap’ların inancının
    özü tek Allah fikriydi, ama bu kavram çeşitli dış etkenler yü­zünden saklanmış
    veya görünmez olmuştu. Araplar arasındaki tek Allah kavramını güçlendirmek ve
    ortaya çıkarmak için yüzeydeki şirk ve çok tanrı fikrinin tozunu kaldırmak ve
    temizlemek gerekliydi.

    Cahiliyye devrinde meydana gelen çeşitli olaylar görüşümüzün
    lehin­de delil olarak kullanılabilir. Meselâ, Ebrehe’nin Mekke’ye ve Kâbe’ye
    saldırdığı sırada küçük, büyük herkes Kâbe’de bulunan put ve diğer ilâhların bu
    âfeti defedecek güçte olmadığını kesinlikle biliyordu. Tek Al­lah’a olan büyük
    inanç ve güven dolayısıyla Kureyşlilerin tümü, Allah’ın evini ancak Allah’ın
    koruyacağından ve istilâcılara büyük bir ders verece­ğinden emindiler. Eshâb-ı
    fil veya Ebrehe ve ordusunun bozguna uğrama­sı ile ilgili olarak o devrin
    şairleri tarafından yazılan şiir, kaside ve dört­lükler, Arap’ların Allah’a olan
    sonsuz güvenini ortaya koymaktadır. Bu şi­irlerin her kelimesi, istilâcıların
    mahv ve perişan olmasını, Allah’ın kudre­tinin bir işareti olarak telakki
    etliklerini göstermektedir. Fakat, aynı za­manda şirkin kötü örnekleri de ortaya
    kondu. Nitekim, Ebrehe Mekke’ye saldırmadan önce Taiften geçerken, Taifliler,
    kendi ilâhları olan Lat’a bir zarar gelmesin diye, Kâbe’nin tahrip edilmesi
    işinde kendisine yardım edeceklerini belirttiler. Bu iş için kendisine bir
    kılavuz da verdiler, ki dağ­lık bölgelerden kolayca geçebilsin. Kureyşliler bu
    acı hadiseyi uzun yıllar unutamadılar ve Ebrehe’ye kılavuzluk yapmış olan
    Taif’li adamın mezarı­na taş attılar ve lânet yağdırdılar.

    Bunun dışında, Kureyşliler ve diğer Arap’lar, Hz. İbrahim
    (a.s.)’e bü­yük bir hürmetle bağlıydılar. O’nun getirdiği din ve inançlara,
    aradan ge­çen uzun yıllarda hayli değiştirmiş olmalarına rağmen, sahip çıkmaya
    ça­lışırlardı. Kendi dini sosyal örf ve âdetlerinin, Hz. İbrahim’in dininin bir
    parçası olduğunu, putlara hiçbir zaman tapmadığını da bilirlerdi. Bu ko­nuda
    muhtelif rivâyetlere sahiptiler. Araplar ayrıca, kendilerinin hangi ta­rihten
    itibaren putperest olduklarını hangi putun hangi yerden geldiğini ve hangi putun
    ne özellikler taşıdığını da çok iyi bilirlerdi.

    Araplar görünürde putlara ibadet ediyor ve pek çok şeyleri için
    onlara müracaat ediyorlardı. Fakat bunlara büyük saygı gösterdikleri ve yüce bir
    mevkide olduklarını sandıkları söylenemez. Nitekim, duaları, dilek ve
    is­teklerine aykırı herhangi bir hadise zuhur ettiğinde tanrı ve tanrıçalarına
    saygısızlık ve hakaret etmekten çekinmezlerdi. Arap’lardan biri, babasının
    katilinden intikamını almak istiyordu. Bu maksat için Zül-Halasa adlı putun
    yanına giderek arzusunu dile getirdi ve fala baktırdı. Çıkan falda inti­kam
    alınmaması tavsiye edilmişti. Bu falı görünce öfkelendi ve şu mısra­ları
    söyledi:

    “Ey Zül-Halasa, değer sen, benim yerimde olsaydın

    Ve senin baban benim babam gibi öldürülmüş olsaydı

    O zaman sen ‘zâlimlerden öç alma’ diye rezil bir şey
    söylemezdin.”

    Başka bir Arap vatandaşı bereket için deve sürüsünü Sâ’d adlı
    bir tanrıya götürdü. Sâ’d heybetli bir put olup, üzerine kurban kanı
    sürülmüş­tü. Develer bu heykeli görünce ürkerek kaçıştılar. Arap vatandaşı
    devele­rinin böyle sıçramalarından öfkelendi ve putu taşlamaya başladı. Aynı
    za­manda da, “Allah kahretsin, alçak tanrı, ben deve sürümü, bereket olsun diye
    sana getirdim, ama sen onların kaçmalarına sebep oldun” diye söyle­niyordu.

    Bazı putlar vardı ki, haklarında ağza alınmayacak dedikodular
    yapı­lırdı. Bu dedikodulardan biri Safâ ve Merve’de bulunan İsâf ve Naile adlı
    iki put ile ilgiliydi. Rivâyetlere göre, bunlar aslında bir erkek ve bir
    kadın­dı, ama Kâbe’de zina yaptıkları için Allah tarafından taşa çevrilmişlerdi.
    “Marifetleri” böyle olan tanrıların ne kadar saygıya değer oldukları hesap
    edilebilir.[3]

    14.3.10.
    Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları

    Arap kabilelerinden Rabia, Gassân, Kelb, Tağlib, Kudâ’a, Kinâne,
    Hars, Ka’b ve Kinde’de çok sayıda Hıristiyan ve Yahudiler vardı. Bu Ehl-i Kitap
    da evham, ve hurafelere esir düştükleri için dinlerinin asıl şekilleri bozulmuş
    ve aralarına birçok batıl itikat ve inançlar yerleşmişti. Her iki dine mensup
    olanlar, peygamberlerine, evliyalarına, havari ve şehitle­rinden birçoğuna
    tapmaya başlamışlardı. Aslında müşrik Arap’ların ço­ğu eskiden alelâde insan
    iken sonradan ilâh ve tanrı derecesine çıkarı­lan kişilere taparlardı. Sahih-i
    Buhari’nin rivâyetine göre Vedd, Suvâ’, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr, hepsi eskiden
    ermiş kişilerdi, fakat sonradan birer tanrı haline getirilmiş ve putları
    dikilmişti. (Râvî: İbn Abbas), Hz. Ai­şe’nin rivâyetine göre, İsâf ve Naile
    eskiden insandılar. Benzeri rivayet­ler Lât, Menat ve Uzza hakkında da vardır.
    Yine Arapların rivâyetlerine göre, Lât ile Uzza’yı Allah o kadar severdi ki,
    kışı Lât’ta, yazı da Uzza’da geçirirdi.

    14.3.11.
    Mezarlara Tapılması

    Nahl suresinde (21. âyet) bazı sun’i ve yalan tanrı ile
    tanrıçalar tekzip edilmiştir. Bunlardan, melek, şeytân, cin veya ağaç ve taştan
    yapılmış put­lar değil, mezar ve mezardakiler kastedilmiştir. Çünkü melek, cin
    ve şey­tanlar hiç olmazsa yaşıyorlar. Halbuki, söz konusu sûrede, “onlar, diri
    de­ğil ölülerdir” denilmiştir. Ayrıca, şunlar da ilâve edilmiştir: “Ne zaman
    di­rileceklerini de bilmezler”. Zâten ağaç veya taştan olan putlar için
    diril­mek söz konusu olamaz. Demek ki, Arap’lar geçmişte ölmüş ve mezara girmiş
    derviş, evliyâ, sâlih ve şehitlerin ruhlarına yalvarır, çeşitli dilek ve istekte
    bulunurlardı. Bu gerçekler ortada iken, cahiliyye döneminde Ara­bistan’da
    ölülere ve mezarlara tapılmadığını söylemek isteyen varsa, onun Arabistan’ın
    tarihinden haberi olmadığını söyleyebiliriz.

    14.3.12.
    Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları

    Arap tarih kitaplarından, Kureyş, Cüheniyye, Ben-i Seleme,
    Hüza’a, Ben-i Müleyh ve bazı diğer kabilelerin, melekleri Allah’ın kızları
    olarak kabul ettikleri anlaşılıyor.[4]
    Arap kabileleri, melekleri tanrıça haline ge­tirmişlerdi ve putlarını kadınların
    vücudu ve yüz hatları gibi yapmışlardı. Araplar bu putlara kadın elbiseleri ve
    mücevher giydirirlerdi, ibadet eder­lerdi, dilek ve istekte bulunurlardı.

    14.3.13. Kaderi
    Bahane Ediyorlardı

    Arap’lar kendi putperestliklerinin de kaderin bir cilvesi
    olduğunu söy­lerlerdi. Derlerdi ki, putlara tapmak kaderimizde yazılıymış, Allah
    da bu­nu istiyormuş, biz ne yapalım? Allah’ın bir işten razı olup olmamasının
    öl­çüsü bazı işleri oluruna bırakmasından değil, O’nun mukaddes kitabından
    anlaşılabilir. Cenâb-ı Allah’ın bazı kötülüklerin yapılmasına bu dünyada olmak
    kaydıyla, izin vermesi, o işin doğruluğunu veya mukadder olduğu­nu göstermez.
    Gözlerimizin önünde her gün çeşitli suçlar işleniyor, örne­ğin hırsızlık, fuhuş,
    zina, soygun ve cinayet. Bunların suçlusu derhal Al­lah tarafından
    cezalandırılmıyorsa veya bizzat suç işlenmeden önlenmi­yorsa, bunların haklı ve
    yerinde olduğu ileri sürülebilir mi?

    14.3.14. Ataları
    Körü Körüne Taklid

    Arap’lara, şirki neye dayanarak yaptıkları sorulduğu zaman, bu
    işi atalarının yapa geldiklerini söylerlerdi. Demek ki, bir din veya mezhebin
    doğruluğu ve haklılığını, bir insan toplumunun ecdadının bunları aynen kabul
    etmelerine bağlıyorlardı. Halbuki, kendisine büyük saygı duydukla­rı, din ve
    geleneklerine bağlı olmakla iftihar ettikleri Hz. İbrahim, (a.s.) atalarının
    dinini reddetmiş, babasının taptığı putları kırmıştı. Hz. İbrahim, akıllı ve
    mantıklı bir izahatı ve dayanağı olmayan seleflerinin dini inançlarını bir
    tarafa itmişti. Arap’lar madem ki atalarını taklid edecekler­di, o zaman
    atalarının en büyüğü olan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in izle­rinden niye
    gitmediler ve niçin daha sonraki sapık atalarının yolunu takip ettiler?

    14.3.15.
    Putperest Arap’ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları

    Arap’lara, Allah’tan başkalarının da ibadete lâyık olduğu ve
    Allah’a ortak koşulduğunun hangi dinde ve hangi kutsal kitapta yazıldığı
    soruldu­ğu zaman hemen Hıristiyanları örnek olarak gösterirlerdi. Derlerdi ki,
    ba­kın şu Hıristiyanlara ve onların kutsal kitaplarına. Onlar, Meryem oğlu Hz.
    Îsa’yı “Allah’ın oğlu” ve bir “tanrı” olarak kabul etmemişler midir? Fakat asıl
    soru bir ümmetin şirk edip etmediği değil, o ümmetin dininde böyle bir şeyin
    olup olmadığı idi. Hz. Îsa (a.s.), kendisi hiçbir zaman Allah’ın oğlu olduğunu
    söylemiş miydi? Tek Allah’tan başka bir ilâha iman edil­mesini, ibadet
    edilmesini istemiş miydi? Tabii ki, hayır. O’nun mesajı da diğer bütün
    peygamberlerin mesajı gibiydi. Ama ne çare ki, O’nu ve O’nun talimatını unutan
    Hıristiyanlar Arap’lara kötü örnek teşkil ediyor­lardı.

    14.3.16.
    Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri

    Dünyada her zaman olduğu gibi Arabistan’da da cahiliyye
    devrinde, müşriklerin Allah’a ortak koştukları, ibadet ettikleri ve her konuda
    başvur­dukları tanrılar üç çeşitti: Birincisi, Ruhsuz (cansız) ve akılsız
    yaratıklar. İkincisi, geçmişte yaşamış olan büyük şahsiyetler. Üçüncüsü,
    kendileri de sapık olan ve başkalarını doğru yoldan saptırmış olan kişiler.
    Birinci çeşit, tanrı, tanrıça, ilâh veya mabudların, kendilerine ibadet
    edenlerin dua ve ibadetlerinden habersiz olmaları gayet doğaldır, ikinci tür
    tanrıların da, kendilerine tapanların dua, arzu ve isteklerinden habersiz
    olmalarının iki sebebi vardır: Evvelâ, kendileri bu dünyadan göçüp gittikleri ve
    halen öbür dünyada bulundukları için, insanların dilek ve istekleri kendilerine
    doğrudan ulaşamaz. Ayrıca, bu dua, dilek ve istekler dolaylı olarak da, yani
    Allah veya O’nun melekleri tarafından da kendilerine ulaştırılmaz. Üçüncüsü,
    tanrı ve tanrıçaların da insanların dilek ve isteklerinden haber­siz olmalarının
    yine iki sebebi vardır: Birincisi, hayatta iken işledikleri suçlar ve
    günahlardan dolayı birer âdi suçlu olarak Allah tarafından çeşitli cezalara
    çarptırılmışlar ve halen zindan veya başka bir deyimle Cehen­nem’de
    bulunuyorlar, ikincisi, Allah’ın emrinde olan melekler de kendile­rine gidip,
    dünyada yarattıkları fitne ve fesâdın devam ettiği konusunda da herhangi bir
    bilgi vermezler. Çünkü fitne ve fesâdlarının büyüdüğü, hatta kendilerinin birer
    tanrı haline getirildiğini duyunca memnun olur ve övünürler ve Allahu Teâlâ
    bunların memnun olmalarını islemez.

    Dünyada tanrı ve tanrıça ilân edilen bütün melek, cin, ruh,
    atalar, peygamber, evliyâ, derviş ve şehitler, Mahşer’de kendilerine tapanlara
    zerre kadar yardım edemeyeceklerdir. Zira putperestler ve müşrikler bu yaratık
    ve şahsiyetlere sahip bulunmadıkları sıfat ve özellikler yakıştırmış ve üzerinde
    Allah’ın hakları olan şeyleri bunlara gereksizce ve haksızca adamışlardır.
    Müşriklerin hiçbir rica, minnet, feryad ve yalvarışı Mah­şer’de ve Allah’ın
    mahkemesinde duyulmayacaktır. Taptıkları yaratık ve şahsiyetler, onların ibadet,
    dua ve yalvarışlarından haberdar olmadıklarını yüzlerine söyleyeceklerdir.

    14.3.17.
    Arabistan’da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri

    Arabistan’da insanların genel ahlâkının bozulmuş olması
    nedeniyle fuhşun her çeşidi yaygındı, fahişelik de almış yürümüştü. Araplar
    arasın­da umumiyetle fahişeliğin iki çeşidi revaçta idi. Bunlardan biri ailevî
    fahi­şelik ve diğeri genelevdeki fahişelikti. Ailece veya aile içinde fahişelik
    yapanların çoğu, herhangi bir koruyucusu olmayan, serbest bırakılan
    cari­yelerdi. Fakat bunların bazıları bir aile veya kabilenin desteğine de sahip
    olurlardı. Cariye olmayan kadınlar da bu mesleğe girmiş olanlardandı. Bu
    kadınlar aynı zamanda birkaç erkeğin metresi olarak yaşarlardı. Umumi­yetle bir
    ev tutarlardı ve kendileriyle anlaşmış olan birkaç erkek bu eve gelirlerdi.
    Erkekler hem cinsel ihtiyaçlarını giderir hem evin geçimine katkıda
    bulunurlardı. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, çocuğunun ki­me ait olduğunu
    söylerse o, onun babası olurdu. Güya bu toplu metres ha­yatı, cemiyetin kabul
    ettiği belli kurallar arasında idi. (Bk: Ebû Dâvûd) ikincisi, açık fahişelik
    mesleği idi. Bu tamamıyla cariye kızlara dayanı­yordu. Bu fahişeliğin de iki
    çeşidi vardı. Birincisi, bazı kimseler cariyele­rini birer metâ gibi görür ve
    onları çalıştırıp para kazanmaya bakarlardı. Âdet olduğu üzere, cariyelerinden
    her ay yüklü para getirmelerini isterler­di. Bu zavallı kızlar para bulmak için
    mecburen fahişelik yaparlardı. Zâten istenilen büyük meblağı kazanmak için
    vücutlarını satmaktan başka bir çare yoktu. Bu fahişeliğin ikinci türü, genelevi
    açmaktı. Zengin genç kişiler genç ve güzel cariyelerini evin belli bir köşesine
    oturtur ve evin üzerine bayrak ve buna benzer bazı işaretler koyarlardı. Bu
    işaretleri gö­ren kişiler “ihtiyaçlarını” nerede giderebileceklerini hemen anlar
    ve o ta­rafa yönelirlerdi. Bu cariyelere “kalikiyât” ve evlerine “Mevâhîr”
    denilirdi. Çok zengin kişiler ve kabile reisleri bu tür genelevleri açmışlardı.
    Hz. Peygamber(a.s.)’in Medine’ye gelişinden önce Medineliler tarafından “kral”
    olarak ilân edilmesi beklenen ve daha sonra Hz. Ayşe (r.a.)’ye ifti­rada bulunan
    Abdullah bin Übeyy, -ki İslam tarihinde münafıkların lideri olarak geçmiştir-
    böyle bir genelevin sahibiydi. Bu genelevde 6 güzel ca­riye vardı. Abdullah bin
    Übeyy, bunlar vasıtasıyla sadece servetine servet katmıyor, kendisine gelen
    misafirlerine iyi bir hizmet yapmalarını temin ediyor ve ayrıca bu cariyelerden
    doğan gayri meşru çocukları uşak ve hiz­metçiler ordusuna katıyordu.

    14.3.18. Putların
    Önünde Fallara Bakılması

    Müşrik Arap’lar, fallarına bakmaları için Kâbe’de bulunan
    Hübel’e gi­derlerdi. Bu put fallara mahsustu. Arap’lar bu puta giderek geçmiş
    veya gelecekten haber almak isterlerdi, kısmetlerinin açılıp açılmadığını
    öğre­nirlerdi ve bazen kavga ve anlaşmazlıkları hakkında verecekleri kararı
    tes­bit ederlerdi. Bu putun önünde 7 ok bulunuyordu ve her okta bazı söz ve
    cümleler yazılıydı. Müşrikler, herhangi bir iş yapmak, kayıp olan bir şey
    hakkında bilgi almak veya, bir kan davasında takip edilecek yolu belirle­mek
    üzere Hübel tanrısının putuna gider. Orada bulunan kâhin ve falcıya fal
    bakmasını söyler, dua eder ve falcıya bir ücret veya adak verirlerdi. Falcı,
    okları kullanarak fala bakar ve neticeyi kendilerine bildirirdi.

    14.3.19. Hediye
    ve Adaklar

    Müşrik Arap’lar, bazen tarlalarının mahsûllerini veya
    hayvanlardan bazısını tanrılara ayırırlardı. Bu hediye ve adaklara kimse
    dokunmazdı ta ki söz konusu tanrıya veya puta sunuluncaya kadar. Adaklar putlara
    veya mâbedlere sunulduktan sonra ancak bazı belli başlı kişiler bunları
    kullana­bilir veya yiyebilirdi.

    Arap’lar bazı arzu, dilek ve isteklerde bulunurken özellikle
    hayvanları­nı putlara adarken Allah’ın adını kullanmazlardı. Bu adak hayvanlara
    bine­rek hac yapmak caiz değildi. Zira, hac ve tavaf yaparken Allah’ın ismini
    kul­lanma mecburiyeti vardı. Aynı şekilde bu hayvanlar sağılırken, kesilirken
    veya etleri yenilirken de Allah’ın adının anılmamasına özen gösterilirdi.

    Arap’lar arasında adak hayvanlar hakkında yaygın olan bir batıl
    inanç da, bu hayvanlardan doğan yavruların etini sadece erkeklerin yemesiydi,
    kadınlar bu ete dokunmazlardı. Fakat aynı yavru hayvan ölünce veya ölü doğduğu
    takdirde kadın erkek herkes etini yiyebilirdi.

    14.3.20.
    Hayvanların Başıboş Bırakılması

    Cahiliyye devrinde, çeşitli dini sebeplerden evcil hayvanların,
    damga­lanarak veya vücutlarının bir yerine işaret yapılarak, serbest bırakılma
    ge­leneği de vardı. Serbest bırakılma şekline göre hayvanlara çeşitli isimler de
    konurdu:

    Bahire: Beş defa doğurmuş ve sonuncu defada erkek yavru doğurmuş
    olan dişi deveye denilirdi. Bu dişi deve, kulakları delindikten sonra serbest
    bırakılırdı. Bundan sonra kimse buna binmez, sütünü sağmaz, içmez, bo­ğazlamaz
    ve tüylerini kesmezdi. Bu dişi deve istediği tarlada, mer’ada ve çayırlıkta
    otlayabilir, istediği yerden su içebilirdi.

    Sâibe: Bir duanın kabulü, bir hastalığın geçmesi veya bir
    tehlikenin ortadan kalkmasından sonra serbest bırakılan erkek veya dişi deveye
    deni­lirdi. Buna ilâveten, 10 defa doğuran ve her defasında da dişi yavru
    dünya­ya getiren bir dişi deve de serbest bırakılırdı.

    Vasîle: Bir keçiden doğan ilk erkek yavrusu tanrılara kurban
    edilirdi. Eğer yavru dişi ise evde beslenirdi. Fakat aynı zamanda erkek ve dişi
    yav­ruların doğması halinde erkek kesilmeden serbest bırakılırdı ve buna
    “vasi­le” denilirdi.

    Hâm: Eğer bir devenin torunu binilecek yaşa gelmişse, ihtiyar
    deve salıverilirdi. Ayrıca bir erkek devenin dölünden 10 yavru doğmuşsa o deve
    de salıverilirdi.

    14.3.21.
    Cahiliyye’de Hac Merasimi

    Müşrik Araplar arasında yaygın olan batıl inançlardan biri, hac
    niye­tiyle ihram giydikten sonra, evlerine kapılardan değil arka kapıdan,
    pen­cereden veya duvarı atlayarak girmeleriydi. Arap’lar, ayrıca hac
    yolculu­ğundan sonra evlerine döndükleri zaman da ana kapıyı kullanamazlardı.

    Arap’lar, hac yolculuğu sırasında gelir sağlayacak herhangi bir
    iş yap­mazlardı, inançlarına göre, para kazanmak veya menfaat temin etmek dünya
    işiydi; halbuki, hac vazifesini ifâ etmek bir manevî işti.

    Arap’lar hac farizasını tamamladıktan sonra toplantı yaparlardı.
    Bu toplantıda herkes kendi atalarının, büyükbaba ve babalarının başarılarını
    över, hem de kendisini methederdi.

    14.3.22. Tabiatın
    Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek

    Ayın büyüyüp küçülmesi ve şekil değiştirmesi her çağda
    insanların dikkatini celbetmiştir ve bu hususta birçok batıl inanç, düşünce,
    fikir ve merasimler çeşitli milletlerde revaç bulmuştur. Arap’lar da ay hakkında
    çeşitli batıl fikirlere sahiptiler. Ayın şekillerine göre kehânette bulunmak,
    bazı tarihleri ve günleri meş’um saymak, bazılarını eşref kabul etmek, bazı
    tarihleri düğün, yolculuk veya iş ve ticaret için iyi veya kötü saymak, ayın
    tutulmasının iyi ve kötü tesirleri v.s. gibi konularda Arap’larda çeşitli
    inançlar yaygındı ve bunlara göre muhtelif merasimler de yapılırdı.

    14.3.23. Cinler
    İle İlgili Batıl İnançlar

    İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Arap’lar ıssız bir vadide geceyi
    geçir­dikleri zaman, “biz bu vadinin sahibine sığmıyoruz” derlerdi.
    Cahiliyye’nin diğer rivâyetlerinde buna benzer kayıtlara rastlanıyor. Meselâ,
    gö­çebe bedevîler çölde yolculukları sırasında su veya hayvan yemi
    bulama­dıkları zaman adamlarından birini su ve yem bulmaya başka yerlere
    gön­derirlerdi. Yeni yere gelince, “Biz buranın rabbine sığınıyoruz, O bizi
    ko­rusun” derlerdi. İnançlarına göre her ıssız yer şu ya da bu cinin
    tasarrufun­da idi, ve onun izni veya rızası olmaksızın oraya gelenleri ya
    kendisi ya da başka cinler onun teşvikiyle rahatsız ederlerdi.

    14.3.24. Çok
    Evlilikler

    Cahiliyye’de nikâhların sınırı yoktu. Bir kişi 10 ya da fazla
    nikâh ya­pabilirdi. Bu kadar çok evliliğin faturası da çok büyük olurdu.
    Masraflar çoğalınca, karıları çok olan kişi zayıf akrabalar, yeğenler ve yetim
    kişile­rin mal-ü mülküne konardı. Arap’larda üvey anne ile evlenmek de ayıp
    sa­yılmazdı.

    14.3.25. Âdet
    Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele

    Arap’lar, Yahudilerden hayli etkilendikleri için, tıpkı
    Yahudiler gibi kadın ve kızların âdet günleri sırasında cenabetli olduğunu
    düşünürlerdi. Âdet geçirmekte olan bir kadın veya kızın pişirdiği yemekler
    yenmez, verdiği su içilmezdi. Adetli bir kadınla beraber oturulmaz, sofrada
    yemek yenmezdi. Hatta böyle bir kadına dokunmak bile günâhtı. Kısacası, aybaşı
    süresince bir kadın evinde bir çeşit karantinaya alınırdı.

    14.3.26.
    Boşanmalar Yaygındı

    Cahiliyye döneminde Arap’ların en büyük sosyal ayıplarından biri
    boşanmanın çok yaygın oluşuydu. Hatta bir kadın kocası tarafından çeşitli kez
    boşanıp tekrar evlenilebilirdi. Bazen karısını boşamış olan başka bi­riyle
    evlenemezdi. Ayrıca evlilikteki anlaşmazlık da uzun süre devam ederdi.

    14.3.27. Yetim ve
    Öksüzlere Baskı ve Zulüm

    Cahiliyye Arap toplumunda güçlü olanlar her zaman zayıflara
    baskı zulüm uygularlardı. Hele velisi olmayan, sahipsiz, yetim erkek ve kız
    ço­cuğa her türlü haksızlık revâ görülürdü. Öksüz, zavallı kızlar kimin
    hima­yesine verilirse o kişi onlara istediği şekilde muamele ederdi. Genç ve
    gü­zel kızlar için kurtuluş yoktu. Ya tecavüz edilirdi, ya da zorla nikâha
    alı­nırlardı. Nikâha alındıktan sonra ise kendilerine bir metâ gibi bakılırdı.

    Hz. Ayşe’nin beyân ettiği gibi, kendilerine akrabalarından miras
    ka­lan öksüz kızlar türlü baskılara maruz kalırlardı ve velileri mallarına
    kon­mak isterlerdi. Kız güzel olduğu zaman da onlarla kendileri evlenmek
    is­terlerdi. Böylece hiçbir zahmete katlanmadan hem güzelliğinden hem mal-ü
    mülkünden istifade ederlerdi. Kıza zengin miraslar kalmış, ama kendisi çirkin
    ise onunla evlenir ve onun başkalarıyla evlenmesine mü­saade etmezlerdi. Maksat,
    mal-ü mülkünün yabancılara gitmesini önle­mekti.

    Kâdı Ebû’l-Hasan El-Maverdî, “İ’lâm-ün Nübüvvet” adlı eserinde
    ye­tim veya öksüzlere yapılan kötü muamelenin garip bir örneğini bize sunmuştur.
    Ebû Cehil, bir yetim erkek çocuğunun velisiydi. Bu zavallı çocuk bir gün, üstü
    başı perişan, vücudunda doğru dürüst bir elbise olmadığı halde Ebû Cehil’e geldi
    ve babasının kendisi için bıraktığı mirastan ihtiya­cına göre pay verilmesini
    istedi. Fakat zâlim Kureyşli reis çocuğun bu feryadını dinlemedi ve isteğini
    geri çevirdi. Çocuk üzüntü içinde oradan ayrıldı. Bazı kabile reisleri, sırf
    eğlence ve kavga olsun diye bu çocuğa, Hz. Muhammed (a.s.)’e gidip şikayet
    etmesini salık verdiler. Zavallı ço­cuk, Ebû Cehil ile Hz. Muhammed (a.s.)
    arkasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Doğru Hz. Peygamber (a.s.)’e gidip derdini
    anlattı. Hz. Peygamber (a.s.) o an ayağa kalktı ve çocuğu alarak en amansız
    düşmanı olan Ebû Cehil’in evine gitti. Fakat çok gariptir ki, Ebû Cehil, Hz.
    Muhammed (a.s.)’i ayakta karşıladı ve çocuğun kendisini şikayet ettiğini duyunca
    hemen o çocuğa malından istediği payı verdi. Kureyşli kabile reisleri ise küçük
    dillerini yuttular. Onlar Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebû Cehil arasında çocuk
    yüzün­den büyük kavga çıkacağını ve bir tarafın rezil olacağını tahmin ederken,
    böyle beklenmedik bir gelişme ile karşılaşmışlardı. Onun için, Hz. Pey­gamber
    (a.s.) ve çocuk oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Cehil’e gelip onunla alay etmeye
    başladılar ve onun da atalarının dinini terk edip Hz. Muham­med (a.s.)’in yeni
    dinini kabul ettiğini söylediler. Ebû Cehl dedi ki, “valla­hi arkadaşlar, ben
    kendi dinimi bırakmadım. Fakat, şu Muhammed (a.s.) müthiş adamdır. Bana öyle
    geldi ki onun sağında ve solunda birer silâh var ve azıcık direnirsem, kalbime
    saplanacaklar. Onun için söylediklerini itirazsız yerine getirdim.”[5]

    Arap’lar doğan çocuklarını ekseriye öldürürlerdi. Çocukların
    öldürül­mesinin üç şekli vardı:

    14.3.28.
    Çocukların Öldürülmesi

    1) Kızların Öldürülmesi: Kızların öldürülmesi için çeşitli
    sebepler vardı: Meselâ, kızlar başkalarına gelin gitmesinler, kabileler
    arasındaki savaşlarda düşmana esir düşüp cariye olmasınlar, veya herhangi bir
    se­bepten dolayı kendilerine yük olmasınlar gibi.

    2) Çocukların Öldürülmesi: Çocukların öldürülmesinin sebebi,
    bunla­rın aileye yük olması ve karınlarının doyurulması idi.

    3) Tanrılara Kurban: Bazı çocuklar tanrılara kurban edilirdi. Bu
    hare­ketin çeşitli sebepleri vardı: Meselâ, Tanrıları memnun etmek, onların
    kızmalarını önlemek ve onlara adak olarak sunmak gibi.

    14.3.29. Kadınlar
    İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması

    Arabistan’da ölen kişinin bıraktığı mirastan kadın ve çocuklara
    pay bırakılmazdı. Mirasın sadece savaşma ve aileyi koruma gücünde olan er­keğin
    hakkı olduğu düşünülürdü. Ayrıca, ailede en güçlü ve nüfuzlu olan kişi, ölenin
    bütün mirasını ele geçirir ve başkalarının haklarını yerdi. Hak ve adalet diye
    bir şey bilmezlerdi. Hakkın yerini bulmasına da tahammül­leri yoktu. Güçlü olan
    borusunu öttürürdü ve diğer herkesin hakkını yerdi.

    Araplarda akrabaların yanı sıra bazı yakın dost ve ahbapların da
    bazen mirasa konma geleneği vardı. Aynı şekilde evlâtlıklar da mirasın tamamı­na
    veya bir kısmına sahip olabiliyorlardı.

    14.3.30. Kız
    Çocukların Diri Diri Gömülmesi

    Araplar arasında, kız çocuklarını diri diri gömmek gibi vahşi
    bir âdet çok eski çağlarda çeşitli sebeplerden başlamıştı. Bunun birinci sebebi,
    ekonomik ve maddi durumlarının son derece bozuk olmasıydı. Doğan ço­cuk, kız
    olunca hem hor görülür, hem aileye maddi bir külfet olarak kabul edilirdi. Kız
    çocuk ortadan kaldırılınca hem nüfus azalmış oluyor hem onun yetişme derdinden
    kurtulunmuş oluyordu. Erkek çocuklara taham­mül ediliyordu, zira büyüyünce
    ailenin geçimine yardımcı olabiliyorlardı. Kızlar ise hep masraf ve acı
    getirirlerdi. Önce yetişmeleri için uğraşmak gerekirdi, sonra yetişip
    başkalarının evlerine gelin olarak giderlerdi. Mad­di açıdan hiçbir katkıları
    olmuyordu. Kızların gömülmesinin ikinci sebebi, ülkede hüküm süren anarşi,
    huzursuzluk ve başıboşluk ortamıydı. Bu du­rumda kimsenin canı ve malı emniyette
    değildi. Kimin ailesinde daha çok erkek varsa onun durumu biraz daha emniyetli
    demekti. Her erkeğe bir sa­vaşçı ve koruyucu gözüyle bakılırdı ve savaşlar ile
    kargaşalarda erkekler aileyi başkalarına karşı korurlardı. Oysa, kadın ve kızlar
    birer yüktü. On­lar kendilerini korumaktan acizdi ve koruyucu istiyorlardı.
    Kabile kavga­ları ve kargaşanın bir neticesi de kızların savaşlarda esir
    alınmaları, teca­vüze maruz kalmaları, cariye haline getirilmeleri ve daha sonra
    başka in­san veya kabilelere satılmalarıydı. Kızlarının namusunun bu gibi
    yollarla kaybolmasını istemeyen ana-babalar, onların öldürülmesi ve diri diri
    gö­mülmesini tercih ediyorlardı.

    Böylece, daha doğum sırasında, hamile kadının ayaklarının altına
    bir çukur kazılırdı ve eğer çocuk kız ise derhal o çukura atılıp üzerine toprak
    serpilirdi. Şâyet anne, kız çocuğunun o an gömülmesine razı olmazsa, ve­ya
    ailenin diğer fertleri buna karşı çıkarlarsa, babası bir süre beklerdi ve fırsat
    bulup bir gün onu çöle götürüp gömerdi. Bu hususta gösterilen acı­masızlık ve
    vahşet ile ilgili bir hikâye Sünen-i Dârimi’de nakledilmiştir. Bu eserin ilk
    bölümünde yer alan bir hadis şöyledir: Bir defasında, bir şa­hıs Rasûlullah
    (a.s.)’a başından geçen şu olayı anlattı: “Benim bir kızım vardı. Ben onu çok
    severdim. Onu çağırınca bana koşa koşa gelirdi. Bir gün onu yanıma çağırdım ve
    alıp dışarıya çıktım. Yolda bir kuyu vardı. O kuyuya yavrumu attım. Son defa
    duyduğum haykırışları hala kulağımda-dır. Zavallı yavrum, ‘baba beni buradan
    kurtar, babacığım beni kurtar’ di­ye bağırıyordu.” Bu vak’ayı duyunca Rasûlullah
    (a.s.)’ın gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Toplantıda bulunanlardan biri dedi
    ki, arkadaş sen Rasûlullah (a.s.)’ı üzdün.’ Hz. Peygamber (a.s.) de dedi ki,
    ‘bırakın, kabahati­ni anlatsın, böylece kendisi de biraz deşarj olabilecek.
    Bunun üzerine o adam olayı tekrar anlattı. Bunu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) o
    kadar ağ­ladı ki, sakalı gözyaşlarıyla ıslandı. Rasûlullah (a.s.) daha sonra o
    adama dedi ki, ‘cahiliyye devrinde ne olmuşsa olmuş, Allah günâhlarını affetsin.
    Sen artık hayata yeniden başlamalısın.”

    Arapların, bu insanlık dışı ve vahşet dolu fiillerinin
    kabahatini bilme­diklerini söylemek yanlış olur. Çünkü bir toplum her ne kadar
    bozulmuş olursa olsun, evlâtların gaddarca ve kahpece öldürülmesi hiçbir zaman
    mübah görülemez. Aynı şekilde, Kur’ân-ı Kerim’de bu konu uzun uzun anlatılmamış,
    aksine bütün mesele tek bir cümleye sığdırılmıştır. Hem de öyle bir cümle ki
    bunu okurken veya dinlerken insanın tüyleri diken diken oluyor. O cümle şudur:

    “Diri gömülen kızlara hangi suçtan dolayı öldürüldüğü
    sorulduğun­da”… (Tekvîr; 8-9)

    Bu cümle’nin kullanılış biçimi, Cenab-ı Allah’ın ne kadar büyük
    bir gazab ve sertlikle evlâtlarını diri diri gömenlere serzenişte bulunduğunu
    göstermektedir. Öz kızlarını öldüren anne-babalara, mahşerde “bu masum kızı
    neden öldürdünüz?” diye sorulmak yerine, kıza, “zavallı yavru, senin günahın ne
    idi, ki seni böyle vahşice öldürdüler?” şeklinde bir soru yönel­tilecektir. Kız
    da kendisine yapılan kötü ve haksız muameleyi anlatacak, anne ve babalarının,
    onu neden diri diri gömdüklerini açıklayacaktır. Bu küçücük ayette cahil
    Araplara iki önemli nokta anlatılmıştır: Birincisi top­lumları öylesine
    bozulmuştur ki kendi evlâtlarını da öldürmektedirler. İkincisi, bu vahşi ve
    gaddarca hareket hesapsız kalmayacaktır ve Cenab-ı Allah bu günahı işleyenleri
    en ağır şekilde cezalandıracaktır.

    Aslına bakılırsa, cahiliyye döneminde bile bazı aklı başında
    olan kimseler bu kötü âdeti tekzip ediyor ve bundan vazgeçilmesini
    istiyorlar­dı. Taberânî’de bir rivâyete göre, Ferezdak isimli şairin büyük
    babası, Sa’sa’a bin Nâciyet-ül Mücâşiî bir defasında Hazreti Peygamber (a.s.)’a
    başvurarak, “ya Rasûlullah, cahiliyye döneminde bazı hatalar işlemişimdir ama
    bunun yanında bazı iyi işler de yapmışımdır. Meselâ, 360 kız ço­cuğunu diri diri
    gömülmekten kurtarmışımdır. Her kızı kurtarmak için de ikişer deve fidye olarak
    anne ve babalarına vermişimdir. Acaba âhirette bunun bedelini görebilecek
    miyim?” diye durumunu anlattı. Rasûlullah kendisine şu cevabı verdi, “Evet,
    bunun iyi bir bedeli vardır. Sana İslâm’ın nimeti verilmiştir.”

    14.3.31. Kan
    Davası ve Cinayetin İntikamı

    Cahiliyye döneminde kan davası, Arapların en önemli
    özelliklerinden biriydi. Bir aile veya kabile, kendi fertlerinden biri veya
    birden fazlasının öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı.
    Yani bir insanın kanı ne kadar kıymetliyse, o kadar bedeli alınırdı. Bazen bir
    kişinin canı daha değerli sayılırdı ve karşılığında tek bir can alınması
    yetmezdi. O ka­dar ki, bir kabile reisi veya ileri geleni öldürülmüşse, öldüren
    kabile veya aileden 5-10 kişi, hatta yüzlercesi öldürülürdü. Bir zengin kişi
    veya toprak ağası veya şeyhin katili fakir ve alelade bir insan ise, sadece onun
    öldürül­mesiyle kan davası bitmezdi. Bunun tam tersine, öldürülen kişi önemsiz
    ve zavallının biriyse ve katil mevki ve makam sahibiyse, katile el sürül­mezdi.
    Kan gütmek, bazen aileler ve kabileler arasında büyük silahlı ça­tışmalara yol
    açardı ve bu kin, nefret ve çatışma yıllarca nesilden nesile devam ederdi.

    14.3.32. Kıyâfet
    ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar

    Araplar, kıyafeti ya süs ya da iklim şartlarından vücudu korumak
    amacıyla kullanırlardı. Vücudun ayıp yerlerinin saklanması gibi kıyafetin ilk
    şartı Araplar için önemli değildi. Araplar kendi ayıp yerlerini mahrem­lerinin
    karşısında açmak ve göstermekten hiçbir utanç duymazlardı. Çıp­lak dolaşmak, ulu
    orta çıplak yıkanmak, yolda yürürken zaruri ihtiyaçlarını gidermek için kapalı
    bir yer aramak yerine açık yeri tercih etmek ve donlarının toplantı yerlerinde
    düşmesine aldırmamak Araplar için olağan bir şeydi. Ayrıca hac mevsiminde
    kadın-erkek Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hatta bu konuda Arap
    kadınları biraz daha hayasızdılar. Kendi­lerine göre bu bir dini vecibe idi ve
    bundan sevâb alırlardı.

    14.3.33.
    Arabistan’da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi

    Arabistan’da huzur ve asayiş diye bir şey yoktu. Her tarafta
    insanların kanı akıtılıyor, hırsızlık, soygunculuk ve yağma yapılıyordu. Hırsız
    ve soygunculuk bazen kabilece yapılıyordu. Uzun yolculuk yapmak, hele ge­ce
    vakti seyahat etmek çok tehlikeliydi. Bazen bir eve veya köye hırsız ve
    soyguncular topluca saldırır, buldukları her şeyi alıp götürürlerdi. Kimse­nin
    canı ve malı emniyet içinde değildi. Nerede ne olacağı belli değildi. Arapların
    hepsi bu durumu biliyordu. Fakat Araplarda mürüvveti ve birbirinin duygularını,
    dertlerini paylaşmak gibi âdetler de yoktu. Soyulan, mağdur ve mazlum kişilere
    yardım etmek yerine, onlarla alay edilirdi. Herkes kendi menfaatini düşünürdü ve
    kendisi emniyette olduğu sürece her şeyin güllük gülistanlık olduğunu sanırdı.

    Arap kabileleri birbirine saldırmak için geceyi seçerlerdi.
    Gece’nin karanlığından istifade ederek gizlice istedikleri yere gider ve sabah
    olur olmaz düşmana saldırırlardı.

    Bütün Arabistan’da geceyi emniyette geçiren bir köy veya kasaba
    yoktu. Kimse rahat uyku uyuyamıyordu. Her an bir saldın tehlikesi vardı. Kimse
    tek başına, kabilesinden başka bir yere gitmeye cesaret edemezdi. Yolda yalnız
    bulunan bir kişi, ya öldürülür, ya parası pulu alınır ya da esir alınarak köle
    haline getirilirdi. Kafile ve kervanlar da emniyette yolculuk edemezlerdi.
    Haydutlar yer yer pusu kurup beklerler ve aniden saldırırlar­dı, buldukları her
    şeyi de alıp götürürlerdi. Bazen da ticaret kafileleri hay­dutlara ancak haraç
    verdikten sonra yollarına devam edebilirlerdi.



     




    [1]
    Arapların
    dini durumu hakkında ayrıntılı bilgiler daha sonraki bölümde verilmiştir.



    [2]
    Kur’ân-ı
    Kerim, Arapların hangi inanç ve düşüncelerinin doğru, hangilerinin yanlış
    oldu­ğunu açıkça ifade etmiştir.



    [3]
    Arapların
    dinî inançlarının bu çeşitli yanlarını görünce, tek Allah’ın inançları
    zayıflamış olsa da, şöyle ya da böyle O’na iman ettikleri ve güvendikleri
    gerçeği ortaya çıkıyor. Arapların dini inançlarını zayıflatmakta kâhin ve
    rahiplerin büyük rolü vardı. Zira onlar cehaletlerinden istifade etmek için
    uydurma inanç ve gelenekler yaratmışlardı.



    [4]
    Kur’ân-ı
    Kerîm’de çeşitli yerlerde Arapların bu cehaletinden bahsedilmiştir. Bu
    hususta şu ayetlere bakılabilir: Nisâ; 1,7, Neml; 57-58, İsrâ; 40, Zuhruf;
    16-19, Necm; 21-27.



    [5]
    Bu olay bir
    yandan, Arap kabile reislerinin en ünlü ve güçlülerinin bile yetimlerin
    malla­rını yediklerini bir yandan da, Hz. Muhammed (a.s.)’in ne kadar güzel
    ahlâka sahip olduğunu ve en büyük ve en güçlü düşmanını bile nasıl
    etkilediğini göstermektedir. Zâten Hz. Muhammed (a.s.)’in bu muazzam
    etkileyici kişiliğinden dolayıdır ki, pek çok kâfir onun sihirbaz olduğunu
    iddia eder­lerdi

  • KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN KÜSTAHLIKLARI



    On İkinci Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN
    KÜSTAHLIKLARI



    12.1. ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU



    12.2. BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ UYDURMALAR



    12.2.1. Mekke’lilerin İtirazları Ne İdi



    12.2.1.1. Birinci Eleştiri



    12.2.1.2. İkinci Eleştiri



    12.2.1.3.  Üçüncü Eleştiri



    12.2.1.4. Dördüncü Eleştiri



    12.3. KUR’ÂN’DA GEÇEN ÜÇ KISSA



    12.3.1. Hz. Musa (a.s.)’ın Denize Doğru Yolculuğu



    12.3.2. Talmud’un İfadesi



    12.3.3. Şarkiyatçılara Dört Soru



    12.3.4. Firavun’un Hz. Musa’yı Öldürme Kararı



    12.3.5. Hakk’a Davet Açısından Bu Kıssa’nın Ehemmiyeti



    12.3.6. Eshâb-ı Kehf Kıssası



    12.3.7. Gibbon’un Küstahlığı



    12.3.8. İlk Hıristiyan Eserlerinden Örnekler



    12.3.9. İki Rivâyet Arasındaki Benzerlik

     

    On İkinci Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ.
    PEYGAMBER (A.S.)
    HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN KÜSTAHLIKLARI[1]

    12.1. ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU

    Bu art niyetli ve kasıtlı davranan kişiler, ilim adına
    yaptıkları çalışma­lardan önce, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kitabı olmadığını
    ispatlamak için adetâ and içiyorlar. Amaçlan, bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in
    hayalinin bir ürünü olduğunu ispatlamak oluyor. Bunun için, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in bu kitapta falanca yerden çaldığı şu sözleri ve falanca kişiden
    duyduğu şu hikâyeleri naklettiğini iddia ederler. Bu tür peşin şartlı ve ön
    yargılı “bilimsel çalışmalarını haklı çıkarmak için öyle iğrenç ve alçakça
    yollara başvuruyor ve saçma sapan itiraz ve iddialarda bulunuyorlar ki, insan
    ister istemez, bilimsel araştırma ve inceleme bu ise böyle bir kilime de, böyle
    bir araştırmaya da lânet olsun diyor.

    12.2. BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ
    UYDURMALAR

    “O kâfirler. ‘Bu Kur’an, Muhammed’in uydurduğu bir yalandan
    baş­ka bir şey değildir. Bu hususta O’na diğer bir kavim yardım etmiştir.’
    de­diler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler. Yine, ‘Kur’an, Muham­med’in
    yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam başkalarına okuttuğu, geçmiş kavimlere
    ait efsanelerdir.’ dediler. De ki O’nu göklerde ve yerde bütün esrara vakıf olan
    Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr, Rahîm’dir.” (Furkan; 4-6)

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın yaşadığı devirde düşmanlarından
    hiçbirinin, kendisinin Bahira denilen Hıristiyan rahip ile görüştüğüne en ufak
    bir itirazda bulunmadığı bir gerçek. Ancak bugün birçok oryantalis­tin bu olayı
    dillerine pelesenk etmeleri aklınıza bazı sorular getirmiyor mu? Mekke’li müşrik
    ve kâfirler bu tür bir itirazda bulunamazlardı, zira onlar işin aslını
    biliyorlardı. Rahip Bahira’nın kim olduğunu, Hz. Muham­med (a.s.)’in O’nunla
    görüşüp görüşmediğini, bu rahibin dışında başka kimlerle görüştüğünü pekalâ
    biliyorlardı. Bu görüşmelerin mahiyetini de iyi biliyorlardı. Onun için bu
    görüşmeler hakkında sonradan uydurulan masallar onların akıllarına bile
    gelemezdi. Onlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in rahip Bahira ile ancak küçük yaşta
    görüştüğü için, din ve dünya ile ilgili her şeyi ondan öğrendiğini iddia
    edemezlerdi. Aynı şekilde Hz. Muham­med (a.s.)’in, gençliğinde ticari
    yolculukları sırasında diğer bazı Hıristiyan din adamları ve Yahudi rahiplerden
    de pek bir şey öğrenmediğini biliyor­lardı. Bu ticari yolculuklar tek başına
    yapılmamıştı. Bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı ve yolculuk sırasında
    olmayan bir şeyi olmuş gibi gös­termek isteyenin nasıl tekzip edileceği ve alaya
    alınacağını Mekke’li kâ­firler bile iyi anlıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’in
    rahip Bahira ile buluş­tuğuna dair rivâyetlerden, kendisinin o zaman ancak 12-13
    yaşlarında ola­bileceği tahmin edilmektedir. Bu küçük yaşta Hz. Peygamber
    (a.s.)’in söz konusu din adamından bir şey öğrendiğini farz etsek bile, bunun 40
    yaşma kadar unutulmayacağı iddia edilebilir mi? Eğer Hz. Peygamber (a.s.)
    ger­çekten Bahira’dan bilgi hazinesini almışsa, bu hazineyi 40 yaşma kadar niçin
    gizli tuttu? Bütün bu müddet içinde neden öğrendiği ilmin en ufak örneğini bile
    vermedi? Doğrusu şu ki, Mekkeli kâfir ve müşrikler bile böylesine hayasızca bir
    iddiada bulunmaktan çekindiler ve bu yüz kızartı­cı ve saçma sapan şeyleri
    çağımızın tutarsız “bilim adamları “na bıraktılar.

    12.2.1.
    Mekke’lilerin İtirazları Ne İdi

    Mekke’li kâfir ve müşriklerin itirazı genellikle Hz. Muhammed
    (a.s.)’in peygamberlik payesine yükselmesinden önceki devre ile değil, sonraki
    devre ile ilgiliydi. Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) ümmî, yani okuması yazması
    olmayan bir kişi idi, kendisi kitaplar okuyarak bir şey öğrenemezdi, 40 yaşma
    kadar olağanüstü bilgilere sahip olduğuna dair herhangi bir işaret bile
    vermemişti, ama birdenbire her konuda uzman gibi konuşmaya başlamıştı. Bu olsa
    başkalarının yardımıyla olabilirdi. Kendi­lerine göre, eski çağlara ait kitaplar
    kendisine gizlice ulaştırılıyor ve O, gece vakti bunları başkalarına tercüme
    ettirerek okutuyor, öğreniyor ve sabah kalkıp kendilerine bunlardan ezberlediği
    pasajları anlatıyordu. Rivâyetlere bakılırsa, Mekkeli müşrikler bu hususta
    okuması, yazması olan, bilgili, kültürlü, Mekke’de oturan bazı ehl-i kitabın
    adını da veriyor ve bu zâtların Hz. Muhammed (a.s.)’a bilgi verdiklerini
    sanıyorlardı. Bun­ların adlan şöyle sıralanabilir: Addas (Huveytib bin Abd-ul
    Uzzâ’nın ser­best bıraktığı uşağı), Yesâr (Alâ’ bin el-Hadramî’nin serbest
    bıraktığı uşa­ğı) ve Cebr (Âmir bin Rebia’nın azâd ettiği uşağı).

    Yüzeysel bir bakışla bu itiraz çok sağlam ve yerinde gibi
    görünüyor. Bir peygamberin vahiy ile ilgili iddiasını reddetmek için, onun bilgi
    kaynağını belirlemekten daha büyük bir itiraz ne olabilir ki? Fakat bu bölü­mün
    başında naklettiğimiz Kur’ân-ı Kerim ayetine bakılırsa Mekkelilerin bu itirazına
    hemen hemen hiçbir cevap verilmediği anlaşılır. Burada Mek­kelilerin Kur’ân-ı
    Kerîm’e yönelik itirazı sadece bir cümle ile kesip atıl­mıştır: “Muhakkak bir
    zulüm ve yalan getirdiler.” Yani, Kur’an’ın uydur­ma olduğunu söyleyenler
    doğruluğa ve gerçeğe bir bakıma “zulm” diyor­lar. Bu, açık bir adaletsizlik ve
    insafsızlıktır. Büyük bir yalandır. Bu yüce kitap hakkında koparılan
    fırtınaların aslı astarı yoktur. Çünkü bu kitabı, sevgili peygamberine gönderen
    Allah göklerde ve yerdeki bütün sırları bilmektedir. Böylesine ağır itirazlara
    böyle bir cevap vermek size şaşırtıcı gelmiyor mu? Aslında Kur’ân-ı Kerîm burada
    kâfirlerin itirazını hakaretle reddetmiştir. Yani, onların İlahi Kitap hakkında
    söyledikleri yalan ve iftiralar cevap verilmeye lâyık bile değildir. Fakat
    Kur’ân-ı Kerim’in, kâfirle­rin bu tür sözlerine tenezzül etmemesi ne kendileri
    tarafından fazla yadır­gandı, ne de yeni yeni müslüman olanları huzursuz etti.
    Bu mesele, sanırız o zamanki şartlar içinde incelendiğinde kendiliğinden
    açıklığa kavuşacak­tır.

    12.2.1.1. Birinci
    Eleştiri

    İslâmiyet’i kabul eden herkesi tehdit eden, rahatsız eden,
    korkutan, sö­ven, döven ve işkenceye tabi tutan Kureyş’li zâlim kabile reisleri
    için, eski dinî ve tarihi kitapları tercüme ederek Hz. Muhammed (a.s.)’e
    ezberlettik­lerini iddia ettikleri kişilerin evlerine ve bizzat Hz. Peygamber
    (a.s.)’in evine gidip, zorla bütün kitap, defter, kalem ve diğer malzemeleri
    çıkar­maları hiç de zor bir şey değildi. Onlar, pekalâ bu “bilgi kaynaklarını
    toplayarak milletin gözünün önüne çıkarabilirlerdi. Hatta, casuslar tutup, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in çalıştığı yer ve zamanı tesbit edip, O’nu “suçüs­tü”
    yakalayabilmek için tam zamanında baskın düzenleyebilirlerdi. O za­man bütün
    Mekke ahâlisini de toplayarak yanlarına getirir ve herkese gös­terebilir ve
    diyebilirlerdi ki, “bakın işte, peygamberlik bilgilerini nereden alıyor, vahiy
    dediği kelâmı hangi Allah’tan topluyor”. Müslümanlara ve bizzat Hz. Muhammed
    (a.s.)’e baskı ve işkence uygulamak konusunda hiçbir sınır tanımayan, Peygamber
    (a.s.)’in fedailerini (örneğin Hz. Bilâl-i Habeşi (r.a.)’yi) sıcak kum üzerinde
    sürükleyen ve hatta Hz. Peygamber (a.s.)’i öldürmeyi plânlayan Mekkeli nüfuzlu
    reisler için bu işleri yapmak o kadar zor değildi. Fakat iddialarının asılsız ve
    yalan olduğunu çok iyi bildikleri için bu hususta pratik herhangi bir iş
    yapmadılar.

    12.2.1.2. İkinci
    Eleştiri

    Kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed (a.s.)’e bilgi veren kişiler
    ara­sında saydıkları isimler yabancı değildi. Bu kişilerin bilgi ve yetenekleri
    kimsenin meçhulü de değildi. Akıl ve mantıktan az da olsa nasibini almış olan
    herkes, Hz. Muhammed (a.s.)’in insanlara sunduğu İlâhî Kelâm’ın ne kadar yüce ve
    değerli olduğunu, ne kadar ilmî ve edebî üslûp taşıdığını, dili ve anlatımının
    ne kadar temiz ve tesirli olduğunu, işlenen konuların ne kadar büyük bilgi,
    araştırma ve çalışma gerektirdiğini anlayabilirdi. Hz. Peygamber (a.s.)’e bilgi
    verdikleri sanılan kişilerin ise okuma, yazma ve bilgi seviyesi herkes
    tarafından biliniyordu. Bu adamların -hepsi bir araya gelseler bile Kur’ân-ı
    Kerim’de yer alan muhtelif mevzuları kapsa­yan bilgiyi Hz. Muhammed (a.s.)’e
    vermelerinin mümkün olmadığını bilen ve anlayanlar vardı. Madem ki bu adamlar
    öylesine bilgin ve ilim ve irfan sahibiydiler, o zaman neden bunları kendi
    faydaları için değil de, Hz. Muhammed (a.s.)’in menfaati için kullandılar? Hem
    de bu bilgileri Hz. Muhammed (a.s.)’e gizlice vermeye neden ihtiyaç duydular.
    Onları korkutan ve tehdit eden biri mi vardı? Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    şan-ü şöhretinden pay almak istemiyorlar mıydı? Niçin onlardan biri çıkıp bu
    sırrı millete açıklamadı?

    12.2.1.3.  Üçüncü
    Eleştiri

    Bu hususta adları geçen kişiler yabancı uyruklu olup, kendi
    efendileri tarafından serbest bırakılan eski uşak ve kölelerdi. O zamanki Arap
    aşiret hayatı hakkında malumat sahibi olanlar bilirler ki, hiçbir kimse şu veya
    bu kabilenin desteği ve himayesi olmaksızın yaşayamazdı. Serbest bırakılan
    uşaklar da ancak eski efendilerinin himayesinde toplumdaki yaşantılarını
    sürdürebiliyorlardı. Bu himaye kalktığı an, hayadan çekilmez olurdu. Belli ki bu
    şartlar altında eğer Hz. Muhammed (a.s.) hâşâ yalan bir pey­gamberliği
    tezgâhlamışsa, bu serbest bırakılan köleler kendisine gönüllü olarak ve
    sevinerek yardım edemezlerdi. Bu komploda Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olanlar,
    kendisine zerre kadar saygılı olabilirler miydi? Kendilerinden gece vakti
    gizlice öğrendiği şeyleri gündüz herkese “bakın, Allah’ın kelâmı budur, ben
    Allah’ın Rasûlüyüm” diyen bir kişinin sadık ve vefakâr dostu olabilirler miydi?
    Bu gibi adamlar ancak bir menfaat ve hırs yüzünden Hz. Muhammed (a.s.)’in hâşâ,
    suç ortağı olabilirlerdi. Fakat bu adamların, çok nüfuzlu ve zâlim olan
    efendilerini bırakıp, yetim, fakir ve hak sözleri söylediği için herkesin
    hışmını kazanmış olan Hz. Muhammed (a.s.)’in safına katılmaları düşünülebilir
    mi? Onların, bütün herkesin nefret ve düşmanlığını kazanmalarını ve hatta
    hayatları pahasına Hz. Muham­med (a.s.)’den yana çıkmalarını mümkün kılan bir
    cazibe, bir maddi men­faat var mıydı? Ayrıca, eski efendileri ve diğer Mekke’li
    kâfir ve müşrik­ler onları yakalayıp her şeye itiraz etmelerini
    sağlayabilirlerdi. Kâfirler neden bu yola başvurmadılar, niçin sabık uşak ve
    kelelerinden her şeyi öğrenmediler? Demek ki öğrenilecek bir şey yoktu.

    12.2.1.4. Dördüncü
    Eleştiri

    Meselenin en dikkat çekici yanı, Hazreti Peygamber (a.s.)’e
    peygam­berlik bilgisi veren kişilerin hepsinin kendisine iman etmeleridir.
    Yapma­cık, yalan ve uydurma bir peygamberliğin yaratılmasında önemli bir rol
    oynayan kimselerin, Hz. Muhammed (a.s.)’e iman etmeleri, hem de örnek bir
    şekilde bağlı olmaları mümkün olabilir mi? Diyelim ki, Hz. Muham­med (a.s.)’in
    peygamberliğindeki büyük pay ve katkılarına rağmen İslâm camiasına girdiler.
    Peki, Hz. Muhammed (a.s.) sözü edilen katkı ve yar­dımlarından dolayı
    kendilerine müslümanlar ve sahabeler arasında önemli bir yer vermeli değil
    miydi? Kendilerini ödüllendirmeleri gerekmezciydi? Bu nasıl bir işti ki,
    peygamberlik işi Addas, Yesâr ve Cebr’in yardı­mıyla yürüyordu da Rasûlullah
    (a.s.)’ın sağ kollan neden Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde (r.a.)
    oldular?

    Aynı derecede şaşırtıcı bir konu da, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    “gizli bil­gi alışverişinin yapılmasından yakın çevresindeki şahsiyetlerin,
    meselâ Zeyd bin Haris, Ali bin Ebû Tâlip, Ebû Bekir Sıddîk ve diğer bazı
    kimse­lerin haberdar olmamasıdır. Gece gündüz her zaman Hz. Peygamber (a.s,)’in
    yanında bulunan bu şahsiyetler, bu gibi düzenbazlıktan haberdar olamazlar mıydı?

    Kâfir ve müşriklerin bu husustaki iddialarında zerre kadar
    gerçek payı olsaydı, yakın çevresindeki sahabeler, Hz. Muhammed (a.s.)’e canla
    başla bağlı olabilirler miydi?

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, kâfir ve müşriklerin iddia ve
    itirazla­rı dikkate değer görülmedi. Kur’ân-ı Kerîm’in bu itirazları böylesine
    hafife alması ve reddetmesinin sebepleri bunlardı. Bunun için, iddia ve
    itirazla­rından yukarıda ayetlerde bahsedilmişse, bu sadece kâfirlerin, yalan ve
    if­tiralarını ileri sürerken ne kadar körü körüne davrandıkları ve nasıl adâlet
    ve insaf kurallarını çiğnediklerini göstermek için yapılmıştır.

    12.3. KUR’ÂN’DA GEÇEN ÜÇ KISSA

    Oryantalistler, Kur’ân-ı Kerîm’in şu üç kıssasını da deneme
    tahtası yapmışlar ve sözde ilim süzgecinden geçirmişlerdir. Onların iddialarına
    göre, Hz. Peygamber (a.s.) bu kıssaları başka ilâhî kitap ve kaynaklardan
    aktarmıştır. Oryantalist veya Şarkiyatçıların bu husustaki itiraz ve
    suçla­malarına cevap vermeden önce sanırız bizzat bu kıssaların ne olduğunu
    anlatmamız dâha doğru olacaktır:

    12.3.1. Hz. Musa
    (a.s.)’ın Denize Doğru Yolculuğu

    “Bir vakit Mûsa, hizmetinde bulunan genç arkadaşına ‘iki denizin
    bir­leştiği yere ulaşıncaya kadar, asırlar geçse bile durmayacağım.’ dedi.” (Kehf;
    60)

     

    012

    Hz. Musa (a.s.)’nın Göç Yolları

    Cenab-ı Allah’ın bu kıssayı Mekke’li kâfirler ile müzminlere
    anlatma­sının gayesi şudur. Dünyada insanın dıştan gördüğü şeyler hakkında bazen
    çok yanlış sonuçlar çıkardığı bir gerçektir. Çünkü, İnsanlar bir şeyi görürken
    onda Allah’ın saklı olan hikmetini göremezler. Zâlimlerin, maz­lumları ezmeleri,
    buna rağmen bolluk ve refah içinde yaşamaları, masum insanların eziyet
    çekmeleri, Allah’a itaat etmeyenlerin mutlu yaşamaları, Allah’a itaat edenlerin
    ise sıkıntıda olmaları, günahkârların zengin olmala­rı, Allah’tan korkanların
    ise fakir olmaları, her gün gördüğümüz olaylar­dır. Bunlar hakkında İnsanlar
    umumiyetle yanlış intibaa kapılırlar. Kâfir ve zalim İnsanlar, dünyanın bir
    çiftlik olduğunu, bir kaide ve kanunu bu­lunmadığını, bunun sahibi ve yöneticisi
    olmadığını, gücüne güvenen herke­sin istediğini yapabileceğini, hiçbir sorgu,
    sual ve muhasebenin olmayaca­ğını düşünürler. Mü’minler ise bu gibi
    manzaralardan cesaretlerini kaybe­der, ümitsizliğe kapılır ve bazen bu çetin
    sınavdan geçerken imanları bile zedelenir. İşte bu şartlar altında Cenab-ı
    Allah, Hz. Musa’yı yanına çağıra­rak kendisine tecellisini gösterdi ve aynı
    zamanda, normal gözlerin gördü­ğü şeylerin aslında çok farklı olabileceği
    konusunda kendisine bir fikir vermiş oldu.

    Hz. Mûsâ’nın yolculuğu ve bununla ilgili hadiseler nerede ve ne
    za­man vuku buldu? Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta herhangi bir aydınlatıcı bilgi
    yoktur. Ancak hadislerden birinde Avfi’nin rivâyetine rastlıyoruz. Avfi, Hz. İbn
    Abbas’a dayanarak söz konusu olayın, Firavun’nun ölümün­den sonra, Hz. Musa
    (a.s.)’nın, Mısır’a kendi ümmetini yerleştirdiği zaman meydana geldiğini beyan
    etmiştir. Ne var ki, İbn Abbas’a atfen Buhari ve diğer hadis kitaplarında geçen
    daha kuvvetli rivâyetler bu açıklamayı doğ­rulamıyorlar. Diğer başka
    kaynaklardan da, Firavun’un helâkinden sonra Hz. Musa’nın ümmetiyle birlikte
    Mısır’da kaldığı sabit değildir. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerine bakılırsa,
    Mısır’dan çıktıktan.sonra Hz. Mu­sa ve ümmetinin yolculuğunun önemli bir
    bölümünün Sina yarımadasında ve Tayya’da geçtiği anlaşılır. O bakımdan, Avfi’nin
    rivâyeti kabul edile­cek nitelikte değildir. Fakat biz bu kıssayı ayrıntılı
    olarak inceleyecek olursak burada iki noktayı açıkça görebiliriz. Birincisi, Hz.
    Musa’ya gös­terilen çeşitli ilâhî işaretler, peygamberliğin ilk günlerine
    rastlamış olabi­lir. Çünkü, peygamberlerin talim ve terbiyesi ancak
    peygamberliğin ilk devresinde yapılır. İkincisi, Hz. Musa’nın da Mekke’de
    müslümanların karşılaştığı şartlar gibi, Mısır’da aynı şartlarla karşılaşmış
    olması ihtimâli vardır. Bu iki sebepten dolayı, söz konusu olayın, İsrail
    oğullarına Fir’avun’un mezâliminin devam ettiği ve Kureyş’li reisler gibi
    Fir’avun’un sarayındakilerin de, Allah’ın azabının gelmesindeki gecikme yüzünden
    Allah diye bir varlığın olmadığı inancına kapıldıkları ve Mekke’li mazlum
    müslümanların sabırsızlandığı gibi, Mısır’daki İsrail oğullarının da “ya Rab, bu
    zalimlere ne zamana kadar mükafat yağdıracaksın ve bizi ne za­mana kadar bu
    acıklı halde bırakacaksın?” diye hayıflandıkları sırada, hat­ta Hz. Musa’nın
    bile, “ya Rab, Sen Fir’avun ile Divan’dakilerine dünyevi yaşantılarında büyük
    şan ve şevkat, mal ve mülk ihsan etmişsin. Yâ Rabb, bunlar dünyayı senin
    yolundan ayırmaları için midir?” diye sorduğu za­mana rastladığını
    söyleyebiliriz.

    Tahminimiz doğruysa, Hz. Musa o sırada muhtemelen Sudan’a doğru
    yolculuk etmişti. İki denizin birleştiği yer olarak da Hartum şehri
    gösteri­lebilir. Bilindiği gibi, Hartum yakınlarında Nil nehrinin iki kolu, Bahr-ul
    Ebyad ile Bahr-ul Ezrak burada birleşiyorlar. Bunlar deniz gibi ırmak
    ayaklarıdır.

    12.3.2. Talmud’un
    İfadesi

    İncil bu yolculuk ve bununla ilgili diğer olaylar hakkında
    kayıtsız kal­mıştır. Fakat Talmud’da bununla ilgili bir kayıt vardır. Ne var ki,
    burada bu olayın, Hz. Musa’nın değil, Rabbî Yehu Hanân bin Lâvi’nin başından
    geçtiği belirtilmiştir. Talmud’un ifadesine göre adı geçen Rabbî bu yolcu­luğa,
    Hz. İlyas (a.s.) ile birlikle çıkmıştı. Talmud’un kayıtlarına göre, Hz. İlyas
    (a.s.) ebediyete intikal ettikten sonra meleklere katılmış, ve halen dünyanın
    yönetimiyle görevlidir. (Bk: The Talmud, Selections, by H. Po­lano, s. 316).

    Pek mümkündür ki, Hz. Musa ile İsrail oğullarının Mısır’dan
    çıkmala­rından önceki çeşitli olaylar gibi, bu olay da iyice muhafaza edilmemiş
    ve asırlar sonra birbirine karışmış ve değişmiştir. Nitekim, Talmud’un bu
    ri­vâyetini bilen bazı müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen Musa’nın, Musa
    peygamber değil başka bir Musa olabileceği görüşünü ileri sürmüş­lerdir. Fakat
    ne Talmud’da geçen her vakıa ve hikâye doğru birer tarihi olaydır, ne de
    Kur’ân-ı Kerim’de başka bir Musa’dan bahsedildiğine inan­mamız için herhangi bir
    neden vardır. Sadece bu değil, bu hususta Hz. Ubeyy bin Ka’b’ın rivâyet ettiği
    bir hadis de vardır. Bu hadiste, Hz. Pey­gamber (a.s.)’den bahsettiği
    açıklanmıştır. Hadis’te böyle bir kayıt bulun­duktan sonra, müslümanların
    Talmud’un bir rivâyetini dikkate değer saya­caklarını sanmıyorum.

    12.3.3.
    Şarkiyatçılara Dört Soru
                

    Bir din ve tarih talebesi, bu oryantalist ve şarkiyatçılara şu
    dört soru­yu sorduğu zaman, eminiz, tarafgirlik, yalancılık ve
    düzenbazlıklarının maskesinin düştüğünü görecektir:

    1- Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaydolan
    olayların benzerini görür görmez, bunların mutlaka bu kitaplardan alındı­ğı
    kanısına varmanız için hangi sebep ve deliller vardır?

    2- Kur’ân-ı Kerim’de zikrolunan kıssa ve diğer sözlerin kaynağı
    ola­rak gösterdiğiniz çeşitli dillerdeki eserler bir arada toplanırsa muazzam
    bir kütüphane olur. Böyle bir kütüphane o zamanki geri kalmış ve ilim ve
    irfandan nasibini almamış Arabistan’da ve Mekke’de bulunuyor muydu? Bunların işi
    gücü, bu eski metinleri çözerek Hz. Muhammed (a.s.)’e sun­mak mıydı? Eğer bu
    böyle değilse, bütün iddialarımız, Hazreti Peygamber (a.s.)’in, peygamberlik
    payesine yükselmeden çok önce iki-üç defa Mek­ke’nin dışına yaptığı ticari
    seyahatler sırasında bu bilgileri topladığına mı dayanıyor? Bu seyahatler
    sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’in kaç kitap ve kaç kütüphanesi yuttuğunu iddia
    ediyorsunuz? Peki, Hz. Muhammed (a.s.) bütün bu bilgileri iş ve ticaret
    seyahatleri sırasında toplamışsa, ne­den peygamberlik payesine yükseldiği güne
    kadar saklamayı uygun gör­müştür? Neden bunun en ufak işaretlerini bu süre
    içinde vermemiştir?

    3- Mekke’li kâfirler, Yahudi ve Hıristiyanlar tıpkı sizin gibi
    Hz. Mu­hammed (a.s.)’in bilgileri nerden topladığını merak ederlerdi. Hz.
    Pey­gamber (a.s.) bilinen insani ve maddi bir kaynaktan bu bilgileri toplamış
    olsaydı, O’nun çevresindekiler ve her zaman O’nunla haşir neşir olan bu kişiler
    bu gerçeği bilmezler miydi? Gerek Mekke’li müşriklere gerekse Yahudi ve
    Hıristiyanlara açıkça meydan okunuyordu. Kendilerinden Kur’ân-ı Kerim’e benzer
    tek bir şey çıkarmaları isteniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’ın kelâmı olduğu ve
    vahiyden başka bir kaynağı olmadığı, üzerine basa basa kendilerine
    anlatılıyordu. Fakat onlar neden susup dur­dular? Neden Kur’ân-ı Kerim’de yer
    alan, söz ve ayetlere benzer tek bir örnek getirmediler. Neden, bu ilâhî kitabın
    bilinen bir kaynağını göster­mediler? Hz. Muhammed (a.s.)’in devrinde yaşamış
    olan kâfir ve müşrik­ler bunu beceremediyse, aradan bin, bin iki yüz sene
    geçtiktensonra siz mi becereceksiniz?

    4- Sonuncu ve en önemli soru şudur: Her ne olursa olsun,
    Kur’ân-ı Kerim’in Allah tarafından indirilme imkânı var mıdır? Kur’ân-ı Kerim,
    di­ğer insanlara ve toplumlara yüzyıllar sonra tahrif edilmiş olarak ve efsâne
    şeklinde ulaşmış olan geçmiş tarihin olayları hakkında bize doğru haber vermiyor
    mu? Bu hususlar imkân dahilinde ise, niçin makul ve inandırıcı sebepler
    gösterilmeden tek kalemde reddedilmiştir? Niçin Kur’ân-ı Ke­rim’in eski tarihi
    olaylara dayanılarak yazıldığı gibi tek ihtimal dikkate de­ğer sayılmış ve
    üzerinde bu kadar durulmuştur? Bu garip tercihin dinî ta­assup, tarafgirlik,
    fanatizm ve din düşmanlığından başka bir kaynağı ola­bilir mi?

    Bu sorular üzerinde ciddi olarak duran bir kişi,
    oryantalistlerin, “ilim” ve “araştırma” adı altında bize sundukları
    saçmalıkların ciddiye alınama­yacağı kanısına varır.

    12.3.4.
    Firavun’un Hz. Musa’yı Öldürme Kararı

    “Firavun: ‘Bırakın da Musa’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın.
    Çünkü ben, O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veyahut yeryüzünde fe­sad
    çıkaracağından korkuyorum’ dedi.” (Mü’min; 26)

    Bu ayetten başlayarak 45. ayete kadar anlatılan hadise, İsrail
    oğulları tarihinin en önemli olaylarından biridir. Fakat bu olayı şimdi İsrail
    oğulla­rı da unutmuş gözüküyorlar. Ne İncil’de ne de Talmud’da bu olaya yer
    ve­rilmiştir. Yahudilerin diğer kitaplarında da buna benzer herhangi bir vak’aya
    rastlanmıyor. Hz. Musa (a.s.) ile Firavun arasındaki amansız mü­cadele sırasında
    böyle bir safhaya gelindiği sadece Kur’ân-ı Kerim’den öğ­renilmiştir.

    12.3.5. Hakk’a
    Davet Açısından Bu Kıssa’nın Ehemmiyeti

    İslam’a ve Kur’ân-ı Kerim’e karşı düşmanlıktan gözü kör olmamış
    bir kişi bu kıssayı okuduğu zaman, bunun Hakk’a davet açısından büyük bir
    ehemmiyet arz ettiğini derhal anlayacaktır. Hz.Musa (a.s.)’nın şahsiyeti, vaaz
    ve telkinleri ve gerçekleştirdiği Mu’cizelerden pek çok kişinin etkile­diği bir
    gerçektir.Pek mümkündür ki, Firavun’un yakın çevresindeki adam­larından biri de
    bunlara katılmıştı ve Firavun’un Hz.Musa’yı öldürtmeyi plânladığım duyar duymaz
    buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ne var ki, batılı oryantalistler, İslâmiyet’e ve
    Kur’ân-ı Kerîm’in gerçeklerine çamur atmaya kalkışmışlardır. Nitekim
    “Encylopaedia of İslâm” (İslâm Ansiklopedi­si’nin “Musa” maddesinin yazarı bakın
    ne cesaretle şunları yazmıştır:

    “Firavun’un sarayında, mü’min olan birinin Hz.Musa’yı kurtarmaya
    çalıştığı yolunda Kur’ân-ı Kerim’de yer alan hikâye pek aydınlatıcı değildir
    (40. sûre: 28; ayet). Acaba bu hikâye, ‘Yethro’nun Firavun’a merhamet
    öğütlediği’ne dair Hagga’da yer alan öykü ile karşılaştırılabilir mi?”

    Yani bu Şarkiyatçıların işi gücü, Kur’ân-ı Kerim’in her satır ve
    cümle­sinde kendilerine göre bir yanlışlık, eksiklik ve daha doğrusu, diğer eski
    kitapların benzerlerini bulmaktır. Kur’ân-ı Kerim’in bazı kıssa ve hadisle­rine
    herhangi bir itiraz edilecek şey bulunmadığı zaman da bu kıssa ve ha­dislerin
    pek aydınlatıcı veya açık olmadığını ileri sürmektedirler. Son ola­rak ta,
    okuyucuların kafalarında bir takım şüphe ve soru işaretleri yarat­mak için
    benzeri bir hikâyenin Hagga’da da anlatılmış olduğunu belirt­mektedirler. Yani,
    amaç okuyuculara, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Hz. Mu­sa’nın öldürülmesiyle ilgili
    olarak bir konuşmayı dinleyip başka bir şekilde anlattığına inandırmaktır.
    Halbuki, Hagga’da da Yethro ile ilgili hikâye, Hz. Musa’nın doğumundan önceki
    bir olay olarak anlatılmıştır, işte oryan­talistlerin, Kur’ân-ı Kerim ve İslâm
    hakkındaki “bilimsel” tutumu budur.

    12.3.6. Eshâb-ı
    Kehf Kıssası

    Bazı şarkiyatçılar, Kur’an-ı Kerim’de Eshâb-ı Kehf olarak geçen
    kıs­sanın asıl Eshâb-ı Kehf hikâyesiyle ilgisi olmadığını öne sürmüşlerdir.
    Onlara göre, Kehf suresinde bu zâtların mağarada kalış süresi 309 yıl ola­rak
    geçmiştir ki, yanlıştır. Ama biz “Tefhîm-ul Kur’ân” adlı eserimizde işin aslını
    anlatmaya çalışmışızdır. Kehf sûresinin 25. ayetinde şöyle de­nilmiştir: “Onlar
    mağaralarında üç yüz sene yattılar. Ve buna dokuz sene daha kattılar.” Biz bu
    ayetin tefsirinde, Kehf sakinlerinin mağarada kalış süresinin 300 ve 309 yıl
    olduğuna dair halk arasında yaygın olan bir inan­ca Kur’ân-ı Kerim’de yer
    verildiğini ve bu sürenin Allah tarafından belir­lenen bir süre olarak kabul
    edilmemesi gerektiğini belirtmişizdir. Nitekim, bunun hemen ardındaki 26. ayette
    Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: “De ki: ‘Onların ne kadar yattıklarını Allah daha
    iyi bilir'”. Demek ki, 309 yıl­lık rakamı Cenab-ı Allah demiş olsaydı,
    yukarıdaki cümleyi söylemesinin hiçbir anlamı olmayacaktı. Bu sebepten dolayıdır
    ki, Hz. Abdullah bin Abbas, Kehf sahiplerinin mağarada kalış süresiyle ilgili
    verilen 309 raka­mının Cenab-ı Allah’a değil, o devrin insanlarına ait olduğu
    kanısına var­mıştır.

    12.3.7. Gibbon’un
    Küstahlığı

    Bu kıssa ile ilgili olarak Süryani rivâyetler ile Kur’ân-ı
    Kerim’in ifa­delerinde bazı ufak tefek farklılıklar vardır. Bu farklılıklara
    parmak basmakta “usta” olan İngiliz tarihçisi Gibbon, bunları Hz. Peygamber
    (a.s.)’in hâşâ cehaletinin birer örneği olduğunu iddia etmiştir. Böyle bir
    cesaret ve küstahlık için temel olarak kabul ettiği Süryani rivâyetlerin, Kehf
    sahiple­ri vak’asının meydana gelmesinden 30-40 yıl sonra Suriye’de bir yazar
    ta­rafından kaleme alındığını Gibbon da iyi bilmektedir. Bu kadar müddet içinde
    bir memleketten başka bir memlekete kulaktan kulağa geçen bu tür rivâyet ve
    hikâyede bazı değişikliklerin meydana gelmesi pek muhtemel­dir. Bu durumda böyle
    bir rivâyetin harfiyen doğru olduğunu kabul ede­rek, aynı rivayet az bir farkla
    Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği için, Kur’ân-ı Ke­rim’de yer alan kıssanın tamamıyla
    uydurma ve kulaktan duyma olduğunu iddia etmek taassup ve fanatizmin en kötü bir
    örneği olsa gerek. Akıl ve mantık sahibi bir insan, bir yazarın kaleme aldığı
    rivayet ile Kur’ân-ı Ke­rim’de Allah’ın anlattığı bir kıssa arasında tercih
    yapacak olursa sanırım, herhalde, ikincisini seçecektir.

    12.3.8. İlk
    Hıristiyan Eserlerinden Örnekler

    Kehf sahiplerinin hikâyesi hakkında Kur’ân-ı Kerim’in
    ifadelerini doğrulayan kanıtları eski Hıristiyan eserlerinde bulmak mümkündür.
    Bu­nun en eski örneklerinden biri, Suriyeli bir Hıristiyan din adamı olan James
    Saroji’nin Süryanice yazdığı vaaz kitabıdır. Bu zât, Kehf sahiplerinin
    vefâtından birkaç sene sonra, yani 452’de doğmuş, vaazlarını M.S. 474
    dolaylarında bir kitapta toplamıştı. James Saroji, Eshâb-ı Kehf hikâyesini
    etraflıca anlatmıştır. Süryanice rivâyetleri arasında önemli bir yer tutan vaaz
    kitabı, ilk çağ müslüman müfessirlerine ulaşmış ve İbni Cerir Taberî, bu
    kitaptan sık sık pasajlar aktarmıştır. Bu kitap Batılı ülkelere de ulaştıktan
    sonra Yunancaya ve latinceye çevrilmiştir. Gibbon, “Decline and Fall of te Roman
    Empire” adlı eserinin 33. Bölümünde “Seven Sleepers” (Yedi uyuyanlar) başlığı
    altında Yunanca ve lâtince tercümelerinden söz konusu kıssanın özetini vermiştir
    ki, bunlar müslüman müfessirlerin rivayetlerine tıpatıp benzemektedir. O kadar
    ki bunların ikisinin de aynı kaynaktan alındığı zannedilebilir. Örneğin, Kehf
    sahiblerinin, zulmünden ve baskısından korkarak kaçtıkları ve mağaraya
    saklandıkları kralın adı, müslüman kaynaklarında Dekyanûs, Demyûs veya Dekyânûs
    olarak geçer­ken Gibbon’un kitabında “decius” olarak geçmektedir.M.S. 249dan 251
    yılına kadar Roma İmparatoru olan bu hükümdarın zamanında Hıristiyan­lara zulüm
    ve baskı son haddini bulmuştu.Olayın geçtiği şehir, müslüman kaynaklarda “Efsus”
    yahut “Afsos” Gibbon’un eserinde Ephesus olarak belirtilen eski çağlarda Eğe
    kıyılarının en büyük liman kenti olan ve bugün İzmir kentine yaklaşık 100 km.
    uzaklıkta bulunan Selçuk kasabasının yanında bulunan Efes harabeleridir. Kehf
    sahiplerinin derin uykudan uyandıkları zaman Roma İmparatorluk tahtında bulunan
    hükümdarın adı müslüman tarihçilerce “Tenzosis” olarak kaydedilmiştir. Gibbon
    ise, Kehf sahiplerinin, Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden
    son­ra M.S. 408 ilâ 450 yıllan arasında hüküm süren III. Theodosius zamanın­da
    uyandıklarını belirtmiştir. İki rivâyet arasındaki benzerlik o kadar bü­yüktür
    ki, ikinci derecede önemli olan kişilerin isimleri hemen hemen aynı şekilde
    kaydedilmiştir. Örneğin, Kehf sahiplerinin uyandıktan sonra er­zak ve diğer
    malzemeler almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşlarının adı müslüman
    tarihçilerce “Yemlikha” ve Gibbon tarafından “jamblichus” olarak yazılmıştır.

    12.3.9. İki
    Rivâyet Arasındaki Benzerlik

    Eshâb-ı Kehf
    kıssasının ayrıntıları her iki kaynakta aynıdır. Bunu özetleyecek olursak şu
    verilerle karşılaşırız. İmparator Decius zamanında Hz. Îsa’nın taraftarlarına ve
    diğer Hıristiyanlara büyük zulüm ve işkence uygulanırken 7 Hıristiyan fedai bir
    mağaraya gidip saklandılar. Uzun bir süre uykuda kaldıktan sonra, bu gençler
    Roma’da İmparator Theodosius tahtta bulunurken (M.S. 445 veya 446’de), yani
    saltanatının 38. yılında, mağarada uyandılar. O zamana kadar bütün Roma
    İmparatorluğunun res­mi dini Hıristiyanlık olmuştu. Böylece, Kehf sahipleri
    mağarada tam 196 yıl uyuya kaldılar denebilir.



     




    [1]
    İslâm,
    Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in sıratı hakkındâ oryantalistler in
    yaptıkla­rı çalışmalarda sayısız yanlışlık, eksiklik ve mantıksız
    değerlendirme ve yorumlara rastlanıyor. Bu çalışmalar ve bunların ürünleri,
    ilmi inceleme ve bilimsel araştırmalar gibi güzel isimler altında dünyaya
    sunulmaktadır. Bu sözde bilimsel araştırmacılar çerçevesinde, William Muir
    gibi ön yar­gılı, taraflı ve mutaassıp yazar ile Montgomery Watt gibi
    nispeten daha ılımlı ve tarafsız araştırmalar girmektedir. Ve bu sözde
    bilimsel gerçekler adı altında İslâmiyet ve Hz. Peygamber efendi­miz (a.s.)
    hakkında öylesine uydurma, saçma sapan ve komik şeyler yanlıyor ve çiziliyor
    ti, biraz bilinçli ve akıllı bir okuyucu oryantalistlerin bütün “ilmî
    çalışmalarım” rahatlıkla bir kalemde reddedebilir ve değerlendirebilir.
    Aslında bu çalışmaların bir amacı, Hıristiyan dünyasının, içinden bir türlü
    atamadığı Haçlı zihniyetiyle, İslâm’dan ve Müslümanlardan gelmekte olan sele
    karşı duvar örmektir. Oryantalistlerin ikinci gayesi, İslamiyet hakkında
    fazla bilgi sahibi olmayın müslüman­ları bir takım tereddüt, şüphe ve
    kuşkulara sevk etmektir. Nitekim, İslâmiyet’ten habersiz, saf ve sa­de
    müslümanlar öylesine tereddüde düşüyor, öylesine şüpheye kapılıyorlar ki
    dinimiz ve peygam­berimiz hakkında herkesi şaşırtan soru ve itirazda
    bulunuyorlar.

    Elinizdeki bu eserde, Peygamberlik ve Hz. Peygamber
    (a.s.)’in sıratı hakkında temas ettiği­miz bazı öyle ilmi konular vardır ki,
    bu hususta sözde ilim adamı ve bilgin olan oryantalistlerin ör­düğü taassup
    duvarını yıkmadan ve yarattıkları yalan perdesini aralamadan, bazı sâf ve
    sade müslüman okuyucunun kafalarındaki soru işaretlerini ortadan kaldırmanın
    mümkün olmadığını düşün­dük. Oryantalistlerin ilmî hıyanet, kasıt,
    tarafgirlik, küstahlık ve ilmî hakikatleri tahrif etmek yö­nündeki
    çalışmalarının bilhassa yüksek tahsilli ve kültürlü müslümanları
    etkilediğini biliyoruz. Bu sebeple, kafalarını kurcalayan, çeşitli kuşku ve
    tereddüde düşmelerine yol açan bazı sivri konulan burada açmayı uygun
    bulduk. Fakat oryantalistlerin İslâm ve Hz. Peygamber (a.s.) hakkında
    yarat­tıkları bütün şüphe ve kuşkuların cevabını burada vermiyoruz. Bunun
    için ayrı bir kitap gerekebi­lir. Oryantalistlerin bazı itirazlarına başka
    bölümlerde de cevap veriyoruz. Yani, imkânlar el verdi­ği ölçüde bu
    noktaları açıklamaya çalışacağız. Bu bölümün ilk kısmı çok kısa, ama
    özlüdür. Diğer kısımlarda da çeşitli konulara temas edilmiştir.

  • GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



    On Birinci Bölüm: GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



    11.1. KUR’ÂN-I KERÎM’DE YER ALAN GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



    11.1.1. Hazreti Peygamber’in Bazı Önemli Haberleri



    11.1.1.1. Parlak Gelecek



    11.1.1.2. Din’in Galebesi İle İlgili önceden Verilen Haber



    11.1.1.3. Yeni Bir Dönemin Müjdesi



    11.1.1.4. “Yükü Azaltma”nın Manası



    11.1.1.5. Şânın Yükselmesi



    11.1.1.6. Göğsün Açılması



    11.1.1.7. “Kevser” Müjdesi



    11.1.1.8. Kevser Müjdesinin Âhiret İle İlgili Anlamı



    11.1.1.9. Ebû Leheb’in Kötü Sonu



    11.1.1.10. Mekkelilerin, Hz. Peygamber (a.s.)’i Kovmaları Üzerine
    Cezalandırılmaları



    11.1.1.11. Kureyşlilerin Yenilgisi



    11.1.1.12. Mekke’nin Fethi



    11.1.1.13. Kur’ân’ın Mesajı Her Tarafa Yayılacaktır



    11.1.1.14. Hz. Peygamber (a.s.)’in Yüksek Mevkii



    11.1.1.15. Hz. Peygamber (a.s.) İçin Makam-ı Mahmûd



    11.1.1.16. Mağlup Rûm (Bizanslılar)’ların Tekrar Zafer Kazanacaklarına Dair
    Müjde



    11.1.1.17. Firavun’un Nâşının Mumyalanması



    11.1.1.18. Ye’cuc, Mecûc’ların Dünyayı Altüst Edecek İstilâsı



    11.1.1.19. Yahudilerin Rezil ve Çaresiz Olması



    11.2. HADİS’TE YER ALAN GELECEKLE İLGİLİ HABERLER



    11.2.1. Arabistan ve İran’a Hakimiyetin Şartı



    11.2.2. Kureyş’in Siyasi İktidarı



    11.2.3. Cihâd Devam Edecektir



    11.2.4. Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar Gibi Bozulacaklardır



    11.2.5. Müslüman Ümmetinin Gelecek Tarihi



    11.2.6. Hâkim Sınıf veya Yöneticilerin Bozulması



    11.2.7. Din’in İhya Edilmesi



    11.2.8. Müslümanlar Arasında Nifak ve Anlaşmazlık



    11.2.9. Mehdî’nin Ortaya Çıkmasıyla İlgili Haberler



    11.2.10. “Müceddid-i Kâmil” in Yeri



    11.2.11. Mehdi İle İlgili Yaygın Anlayış



    11.2.12. Mehdî’nin Çalışmalarının Niteliği



    11.2.13. Hz. Îsa’nın Dünya’ya Tekrar Gelişiyle ilgili Haberler



    11.2.14. “Mesih Benzeri” Kavramı Yanlıştır



    11.2.15. Deccâl’in Ortaya Çıkışıyla İlgili Haberler



    11.2.16. Hz. Peygamber (as)’in Buyruklarından Yolun Tayini



    11.2.17. Hz. Ammâr bin Yâsir’in Öldürülmesiyle İlgili Haber



    11.2.18. Kıyamet’in Gelmesiyle İlgili 10 İşaret

    On Birinci Bölüm: GELECEKLE İLGİLİ
    HABERLER

    11.1. KUR’ÂN-I KERÎM’DE YER ALAN
    GELECEKLE İLGİLİ HABERLER

    11.1.1. Hazreti
    Peygamber’in Bazı Önemli Haberleri

    Peygamberler mutlaka doğru çıkan haberleri vermişlerdir. Bu
    haber­lerden bazılarının gerçekleşmesi epeyce zaman almıştır ve bunlardan
    ba­zıları ilk bakışta inanılmaz gibi görülmüştür. Halbuki, doğru haberler,
    peygamberliğin alâmet ve belirtilerinden biridir ve bunlar bir bakıma, Mu’cize
    mahiyetindedir. Falcıların kehanetleri bazen doğru çıkar bazen çık­maz,
    peygamberlerin verdiği haberler ise her zaman doğru çıkar, çünkü onlar bu
    haberleri ilm-i ilâhîye dayanarak yaparlar. Hz. Peygamber efen­dimiz (a.s.)’in
    istikbal ile ilgili haberlerinden bir bölümü Kur’ân-ı Kerim’de bir bölümü de
    hadislerde yer almıştır. Bunları şöyle sıralayabili­riz.

    11.1.1.1. Parlak
    Gelecek

    “Senin için âhiret, elbette dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha; 4)

    Yukarıdaki ayetin bir anlamı da şudur: “Senin için daha sonraki
    devir, şimdikinden elbette daha iyi olacaktır.” Cenab-ı Allah bu müjdeyi,
    Hazre­ti Peygamber (a.s.)’a tebliğe başladığı ilk günlerde vermişti. O sırada
    müs­lümanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. İslâm cemaati zayıf ve
    küçüktü. Buna mukabil, bütün Mekke’liler ve Arap’lar Hazreti Pey­gamber (a.s.)’e
    karşıydılar. Görünüşte İslâmiyet’in kök salması, gelişmesi ve güçlenmesine hiç
    bir imkân yoktu. Durum ümitsizdi. İslâm’ın meşalesi sadece Mekke’nin bir
    kesiminde yanıyordu ve bunu söndürmek için her taraftan muhalefet rüzgârları
    esiyordu, işte o sırada, Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’den cesaretini
    kırmamasını istedi ve geleceğin aydınlık günlerini müjdeledi. Allah dedi ki, “Ey
    Muhammed, bugünkü zorluklar­dan dolayı yılma. Bundan sonra her geçen gün senin
    için iyi olacaktır. Şân ve şöhretin artacaktır. Adın her tarafta duyulacaktır ve
    kullara iletmek is­tediğin hidayet her tarafa yayılacaktır. Bu durum sadece bu
    dünya ile sı­nırlı da değildir, bu dünyada zahmet ve zorluk çeksen de ahiretle
    bunun semeresini göreceksin. Yani, dünyadaki mevkiin öbür dünyada daha da
    ar­tacak ve sen orada en yüksek makama nail olacaksın.”

    Taberânî “Evsâfta ve Beyhakî “Delâil”de İbn Abbas (r.a.)’a
    dayana­rak şu hadisi nakletmişlerdir. Rasûlullah buyurdular ki, “benden sonra
    be­nim ümmetimin kazanacağı bütün başarılar gözümün önüne serildi. Bun­dan çok
    memnun kaldım. Bunun üzerine Cenab-ı Allah dedi ki, âhiret se­nin için dünyadan
    da daha iyi olacaktır.”

    11.1.1.2. Din’in
    Galebesi İle İlgili önceden Verilen Haber

    “Gerçekten, Rabbin sana verecek sen de razı olacaksın”. (Duha;
    5)

    Allah demek isliyor ki, benim nimetlerimin gelmesi biraz zaman
    ala­cak, ama muhakkak gelecektir, öyle gelecektir ki Hz. Muhammed (a.s.) ve O’na
    iman edenler gerçekten mutluluk duyacaklardır. Allah’ın rahmeti ve ihsanı yağmur
    gibi yağacaktır. Nitekim, Allah’ın dediği oldu ve Hazreti Peygamber (a.s.) henüz
    hayatta iken bütün Arap yarımadası ile kuzeyde Bizans İmparatorluğu’nun Suriye
    sınırına ve İran İmparatorluğu’nun Irak sınırlarına kadar ve doğuda Basra
    Körfezinden batıda Kızıldeniz’e kadar olan topraklar İslâm İmparatorluğu
    hakimiyetine giriverdiler. Arabistan’ın tarihinde ilk defa bu topraklar belli
    bir kanun ve düzene tabi oldular. İs­lâm yayılması karşısında ayakta durmaya
    çalışanlar yok oldular. Hicâz ve Arabistan’da kelimeyi şehadet “Lâilaheillâllah
    Muhammed-ur Rasûlullah”tan başka bir şey duyulmaz oldu. İslâmiyet’in selini, ne
    müşrikler, ne de ehli kitap durdurabildiler. Arap’ların sadece başları değil,
    kalpleri de tek Allah’a itaatle eğildiler. Bu insanların inanç, ahlâk, fiil
    bilgi ve kültür­lerinde tam anlamıyla inkılab oldu. İnsanlık tarihinde,
    Cahiliyye’nin en kötü illetlerine yakalanmış olan bir milletin, sadece 23 yıllık
    bir süre için­de bambaşka bir millet olup çıktığının başka bir misalini görmek
    mümkün değildir. İslâm hareketi burada son bulmadı, aksine daha da gelişti, dal
    budak saldı. Hz. Peygamber (a.s.)’in inkılabçı hareketi daha sonra Asya, Afrika
    ve Avrupa’nın büyük bir bölümüne hakim oldu ve zaman geçtikçe dünyanın her
    köşesine yayılmış oldu. Cenab-ı Hakk’ın dünyada Hz. Pey­gamber’e verdiği nimet
    ve ihsanlar işte bunlardır. Mükâfatların daha bü­yükleri de Ahiret’te
    verilecektir.

    Gayri medenî, ümmî bir milletten, talimatı, hidayeti ve
    öğretileri böy­lesine inkılabçı olan bir peygamberin çıkması, Allah’ın
    kudretinin en bü­yük delili değilse nedir? Bu Peygamber (a.s.)’in getirdiği
    mesaj öylesine evrensel ve ebedî ilkelere dayanmaktadır ki, bunlar üzerinde
    bütün insan­lık muazzam bir millet olarak yetişebilir ve bunlara göre her zaman
    yönü­nü tayin edebilir. Yalancı bir insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu mevki
    ve makama varamazdı. Arap’lar gibi cahil ve ilkel İnsanlar şöyle dursun, o çağda
    dünyanın en medeni ve en ileri bir toplumunda yetişen en zeki ve en yetenekli
    bir lider bile bir millet veya toplumun çehresini böylesine ta­nınmayacak
    şekilde değiştiremezdi. Ayrıca, bütün insan soyunun bir plat­formda birleşip
    kardeş olabileceği ve muhteşem bir din ve kültür düzenini meydana getirebileceği
    altın ilkeler yaratamazdı. Bu, gerçekten, Allah’ın inayetiyle vuku bulan bir
    Mu’cizedir. Demek ki, Cenâb-ı Allah, Hz. Pey­gambere ve ümmetine vaad ettiği
    şeyleri vermiştir.

    11.1.1.3. Yeni Bir
    Dönemin Müjdesi

    Duha Sûresi’nin ana teması Hazreti Peygamber (a.s.)’in,
    vahiylerin arasının kesilmesi üzerine düştüğü telaşı gidermek ve İslâm’ı
    yaymasında karşılaştığı güçlükler ve ümit kırıcı gelişmeler üzerine duyduğu
    üzüntüye son vermek ve O’nu teselli etmektir. Bu sûrenin başlangıcında “kuşluk
    vaktine ve karanlığı ile âlemi kaplayan geceye” yemin edilerek Rabbinin
    kendisini, Hz. Muhammed (a.s.)’i bırakmadığı ve O’na küsmediği belirtil­miştir.
    Bundan sonra, İslâm’ı yayma faaliyetinin ümit kırıcı ilk devresin­den sonra
    durumun daha iyi olacağı, her geçen günün daha ümit verici, daha ferahlatıcı
    olacağı kaydedilmiştir. Çok geçmeden Allah’ın kendisine nimet ve ihsanlarını
    bahşedeceği ve kendisini mesud edeceği ifade edil­miştir. İşte bunlar, Kur’an’ın
    sarih gaybî haberlerindendirler, ki daha sonra harfiyen gerekleşmişlerdir.
    Halbuki, bu gaybî haberlerin yapıldığı sırada kimse böylesine muazzam
    neticelerin’ alınacağını, böylesine köklü deği­şikliklerin meydana geleceğini
    düşünemezdi bile. Bundan sonra, Allah-u Teâlâ, sevgili peygamberine diyor ki,
    “Seni terk ettiğimi veya sana darıl­dığımı nereden çıkardın? Biz senin
    doğuşundan beri seninle yakından ilgileniyoruz. Sen yetim doğmuştun, seni
    yetiştirdik ve korunman için ola­ğanüstü tedbirler aldık. Sen doğru yolu
    bilmezdin, biz sana doğru yolu gösterdik. Sen fakirdin, seni zengin ettik.
    Bundan sonra da sana birçok ni­metler vereceğiz. Bütün bunlar gösteriyor ki, Biz
    başından beri seni sevi­yoruz, sayıyoruz ve sana özel ilgi gösteriyoruz.”

    11.1.1.4. “Yükü
    Azaltma”nın Manası

    “(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı? Senden yükünü indirip
    altık.” (İnşirah; 1-2)

    Müfessirlerden bazıları bu ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir:
    Peygamberlik’ten önceki cahiliyye döneminde, Hz. Muhammed (a.s.) elinde olma­yan
    sebeplerle bazı hala ve günahlar işlemişti ve bundan büyük eziklik duyuyordu.
    Sanki omzunda bir yük vardı ve bunun kalkmasını istiyordu. Bu ayeti indirmek
    sureliyle Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yü­künü kaldırdığını, bütün
    hatalarını affettiğini bildirmiştir. Ne var ki, bu tür bir açıklamayı kabul
    etmiyoruz. Ayetteki Arapça “vizr” kelimesi her za­man mutlaka “günah” veya
    “hata” anlamında kullanılmaz, aksine “ağır yük” deyimi için de geçerlidir. O
    halde kelimenin illâ kötü manasını kabul etmek için herhangi bir sebep yoktur.
    Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.)’in, nü­büvvetten önceki yaşantısı öylesine
    tertemizdi ki, örnek olarak muhalifle­rine gösterilmişti. Nitekim, Kur’ân-ı
    Kerîm’de, Hz. Muhammed’in, Mek­ke’li kâfirlere şöyle hitap ettiği
    kaydedilmiştir. “Bundan evvel aranızda se­nelerce yaşadım.” (Yunus; 16). Sonra,
    Hz. Muhammed (a.s.) diğer insan­lardan saklanarak bir günâh işleyecek şahsiyete
    de sahip değildi. Çünkü, Hz. Peygamber (a.s.) hâşâ böyle bir karaktere sahip
    olsaydı, Allah, O’nun ağzından Mekke’lilere yukarıdaki şekilde cevap
    verdirmezdi. O halde, yu­karıdaki ayette geçen “vizr” kelimesini “yük” anlamında
    almak daha doğ­ru olacaktır. Yük de üzüntü ve yorgunluk yüküdür. Hz. Peygamber
    (a.s.) gibi hassas ve ince duygulu bir kişi için milletinin cehâlet ve dalâleti
    elem ve esef verici bir husus ve ağır bir yüktü. O’nun gözlerinin önünde her
    tür­lü günâhlar işleniyor, putlara tapılıyor, Allah’a ortaklar koşuluyor, evham
    ve batıl inançların batağına saplanılıyor, hayasızlık ve ahlâksızlığın son
    örnekleri veriliyor, toplumda haksızlık, adaletsizlik ve zulümle işler
    yapı­lıyor, güçlüler güçsüzleri eziyor, yeni doğan kız çocukları diri diri
    gömü­lüyor, kabileler kabilelere saldırıyor, intikam almak için and içiliyor ve
    bazen yüzlerce sene savaşılıyor, hiç kimsenin canı, malı ve namusu güven içinde
    bulunmuyordu. Hz. Muhammed (a.s.) her şeyi görüyor, hissediyor ve içi kan
    ağlıyordu, ama hiçbir şey yapamıyordu. Bir çare göremiyordu. Cenab-ı Allah işte
    bu ağır yükten bahsediyor. Hz. Peygamber’in (a.s.) be­lini büken bu ağırlığı
    kaldırdığını söylüyor. Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) nübüvvet makamına
    yükseltildikten sonra aradığını bulmuş oldu. Derdinin çaresinin ne olduğunu
    anlamış oldu. Hidayet yoluna kavuşmuş oldu. Allah’ın gösterdiği yol, O’nun
    yükünü hafifletti ve kavuştuğu hidâyetle, sadece Arap’ları değil, bütün
    insanlığı ıslâh edeceğinin farkına varmış oldu.

    11.1.1.5. Şânın
    Yükselmesi

    “Ve senin şânını da yükselttik.” (İnşirah; 4)

    Ulu Allah bu sözleri, İslâmiyet’in ilk devresinde söylemişti. O
    sırada ancak birkaç kişi Rasûlullah (a.s.)’ın etrafında toplanabilmiş O’na iman
    edebilmişti. O sırada eğer bir kişi kalkıp deseydi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    şan ve şerefi bütün dünyada artacak ve getirdiği mesaj dünyanın dört bir
    tarafına yayılacak; o zaman bu lâflara herkes gülerdi. Ama, bunla­rı söyleyen ve
    müjdeleyen Allah’tır ki gelecekte ne olacağını pekalâ bili­yordu. Yüce Allah bu
    sözünü gerçekleştirmeyi irade eni ve bu hususta Mekke’lilere iyi bir ders verdi.
    Mekke’li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in vaaz ve telkinini baltalamak ve O’nu
    diğer Arap’ların göründe kötülemek ve küçük düşürmek amacıyla akla gelen her
    yola başvururlardı. Meselâ, yöntemlerinden biri, Hac mevsiminde Arabistan’ın don
    bir tarafından Arap’lar Mekke’ye geldiğinde, Mekke’liler gruplar halinde herkese
    gider, Mekke’de Muhammed (a.s.) adında çok tehlikeli (!) bir adamın
    bulundu­ğunu, sihir yaparak baba ile oğul, koca ile karı ve kardeş ile kardeş
    arasın­da anlaşmazlık çıkardığını, aileleri bozduğunu ve kabileleri birbirine
    düş­man hale getirdiğini söylerlerdi ve dolayısıyla bu adamdan sakınmalarını
    isterlerdi. Hac mevsiminin dışında da ziyaret ve ticaret gibi konularla ilgi­li
    olarak Mekke’ye gelenlere de aynı şeyleri anlatırlardı. Fakat, Allah’ın
    hikmetine bakın ki, bu menfi propagandanın bazı müsbet ne yönleri de
    gö­rülüyordu. Bir kerre, Mekke’ye her ne sebepten olursa olsun, gelenler
    ara­sında Hz. Muhammed (a.s.) adını bilmeyen kalmadı. Adı, sanı belli olma­yan
    ümmi bir peygamberin adı böylece kısa bir zamanda bütün Arap yarı­madasında ve
    hatla diğer bazı bölgelerde duyulmuş oldu. Bulun kabileler ve gruplar “Muhammed”
    ismini tanımış oldular. Gayet tabiidir ki, Hz.Muhammed (a.s.)’in adını ve
    hakkındaki bu kadar dedikoduyu duyan her­kes, kendisinin kim olduğunu, nasıl bir
    kişiliğe sahip olduğunu, neler söy­lediğini, ne yaptığını, “sihri”nin nasıl
    olduğunu, bundan etkilenenlerin kim olduğunu merak etmeye başladı. Mekke’li
    kâfir ve müşriklerin propa­gandası arttıkça, Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili
    merak da arttı. Ve Arabis­tan’ın her köşesinden İnsanlar bu “ilginç” (!) adamı
    görmek amacıyla akın akın Mekke’ye gelmeye başladılar. Merak ve arayış içinde
    olanlar, bu harika kişinin ahlâk ve siretini görünce cazibesine kapılmaya
    başladılar. Kur’ân-ı Kerîm’i işiten ve talimatını öğrenen kimseler, bu “kâhin”
    (!) in mesajının ne olduğunu anladılar. Ve “sihir” denilen ilâhî mesajın aslında
    bir iksir olduğunu, bunu kabul edenlerin yaşantılarında muazzam inkılap meydana
    geldiğini gören kimseler de İslâmiyet’in çemberine girmeye baş­ladılar. Menfi ve
    kötü propaganda, faydalı bir hale dönüştü. Öyle ki, Mek­ke’den Medine’ye hicret
    yaklaşırken Arap kabileleri ve sülaleleri arasında, Rasûlullah (a.s.)’ı
    tanımayan veya aralarında birkaç iman sahibinin bulun­madığı kabile kalmamıştı.
    Hz. Peygamber (a.s.)’in şan ve şerefinin yüksel­mesinin bu birinci merhalesiydi.

    Medine’ye hicretten sonra ikinci merhale başladı. Bu dönemde bir
    yandan münafıklar, Yahudiler ve Arap eşrafı Hz. Muhammed (a.s.)’i kötü­lemeye
    çalışırken, bunun tam aksine bir avuç müslüman, herkesin gönlü­nü fetheden
    insanlık ve uygarlık örneklerini veriyorlardı. Müslümanlar, Medine’de kurdukları
    İslam Devleti’yle, Allah’a inanma, O’ndan korkma, ibadet ve takvâ, temiz
    karakter ve ahlâk ile adâlet, eşitlik, sosyal adâlet, istişare, kalkınma ve
    refah, sosyal hizmet, söz tutma ve doğruluğun en gü­zel örneklerini
    sunuyorlardı. Düşmanları, Hz. Peygamber (a.s.)’in artan nüfuzunu savaş ve
    çarpışmalarla durdurmak istediler. Fakat, Hz. Peygam­ber (a.s.)’in eşsiz
    liderliğinde kurulan imanlı cemaat ve ordu, disiplin, dü­zen, cesaret, ölüme
    meydan okuma ve savaşta da bazı ahlâk kurallarına ri­ayet etme gibi vasıflarla
    düşmanlara galip geldi ve nihayet bütün Arabis­tan’da İslâm’ın bayrağını
    dalgalandırmayı başardı. On senelik kısa bir müddette Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in
    şanü şerefi öylesine yükseldi ki, düş­manların bütün gayretlerine rağmen
    Arabistan’ın her köşesinde herkes ke­lime-i şehadet getirmeye başladı.

    Bundan sonra üçüncü bir merhale daha vardır; ki Hulefa-i Râşidîn
    ile başladı ve zamanımıza kadar devam ediyor. Bu müddet içinde Hz. Pey­gamber
    (a.s.)’in şanı ve şöhreti dünyanın her tarafına yayılmıştır ve bu du­rum
    inşallah kıyamete kadar devam edecektir. Hakikaten, bugün dünyada hiçbir yer
    yoktur ki orada müslümanlar bulunmasın, günde beş vakit ezan okunmasın, her
    ezanda Hz. Muhammed (a.s.)’in mübarek ismi anılmasın, namazlarda ruhu için dua
    edilmesin, cuma hutbelerinde O’ndan bahsedil­mesin, senenin 12 ayında ve her gün
    ve günün 24 saatinde yeryüzünün herhangi bir yerinde zikri yapılmasın. İşte bu
    da Kur’ân-ı Kerîm’in doğru çıkan haberlerinden biridir. Çünkü, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in zikri ve fikri­nin her zaman ve her tarafta yapılacağı müjdelendiği
    zaman kimse bunu tasavvur bile edemezdi. Hadislerde, Hz. Ebû Saîd Hudrî
    (r.a.)’in bir rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, Cebrail
    (a.s.) bana geldi ve dedi ki, ‘Benim Rabbim ve Sizin Rabbiniz soruyor ki,
    şanınızı nasıl yükselttim?’ Ben dedim ki, ‘Allah iyi bilir.’ O dedi ki, Allah
    buyurmuştur ki, ‘Benim adım zikredildiği zaman senin adın da zikr edilecektir.'”
    (İbn Cerîr, İbn-i Merdûye, Ebû Nuaym). Tarihi gerçekler bu sözleri haklı ve
    doğru çıkarmıştır.

    11.1.1.6. Göğsün
    Açılması

    “(Habibim) Bizim senin göğsünü açmadık mı?”. (İnşirah; 1)

    Sûrenin bu sual ile başlaması ve daha sonra geçen ibareler
    gösteriyor ki, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) o sıralarda İslâm’ın tebliği
    ile orta­ya çıkan güçlüklerden hayli üzgün ve endişeliydi. İşle bu sûrede Cenab-ı
    Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)’i teselli ediyor ve kendisine gösterdiği ya­kın
    ilgisini hatırlatıyordu. “Göğsün açılması”yla ilgili deyim Kur’ân-ı Kerim’de
    geçtiği yerlerde iki anlam taşımaktadır. Meselâ, En’âm sûresinin 125. ayetinde
    şöyle bir ifadeye rastlanıyor: “Allah, hidayetini dilediği kimsenin göğsünü,
    İslâm için açar.” Zümer suresinin 22. ayeti ise şöyle­dir: “Allah’ın İslâm için
    göğsüne genişlik verdiği bir kimse ki, o, Rabbi tarafından hidayet nuru
    üzerindedir.” Bu her iki ayette, “göğsün açılması” ifadesinin anlamı, her türlü
    karmaşık fikir ve kaygıdan sıyrılıp doğru yo­lun İslâm olduğuna; inanç, ahlâk,
    medeniyet ve kültür ile ilgili İslâm’ın bütün öğretilerine inanmaktır. “Göğsün
    açılması” deyiminin bir başka an­lamı şöyle izah edilebilir. Şuara sûresinde,
    (âyet; 12-13) Allah Hz. Mu­sa’yı peygamberlik makamına getirdikten ve Fir’avun
    gibi zalim ve güçlü bir imparator ile çarpışma emri verdikten sonra, Hz.
    Musa’nın şöyle dedi­ği kaydedilmiştir. “Rabbim, beni tekzip etmelerinden
    korkuyorum. Göğ­süm (kalbim) daralıyor. Dilim açılmıyor.” Bunun yanı sıra Tâhâ
    sûresinde Hz. Musa’nın Allah’a şöyle dua ettiği belirtilmiştir; “ey Rabbim,
    göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. (Âyet; 25-26). Bu ayetlerde “göğsün
    sıkılması”, büyük bir imparatora karşı çıkmanın verdiği dehşet, korku ve
    heye­can ile endişedir. Yani, Musa tek başına Fir’avun gibi güçlü ve zalim bir
    hükümdara karşı çıkmaya cesaret edemiyordu. “Göğsün açılması” veya
    “genişlemesi”nin manası da cesaret kazanmak ve cesaret toplamaktır.

    İnşirah sûresinin söz konusu ayetini bu açıdan inceleyecek
    olursak, burada “göğsün açılması” deyiminin yukarıdaki her iki mânâyı da ihtiva
    ettiğini anlamış olacağız. Bundan anlaşılıyor ki, nübüvvetten önce Rasûlullah
    (a.s.) müşrik Arap’ların, Hıristiyan, Yahudi, mecûsî ve diğer dinde olanların
    inanç ve akidelerini kabul etmiyordu ve ayrıca, Tevhid’i kabul eden bazı
    Arap’ların “Hanifliği”nden de memnun değildi. Zira, “Haniflik” müphem ve muğlak
    bir akide idi. Bunda doğru yolun hiçbir ayrıntısı yok­tu. Hz. Muhammed (a.s.)
    doğru yolun ne olduğunu bilemediği için zihnen huzursuzdu ve bir arayış içinde
    idi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e nübüvvet ihsan etmek suretiyle
    huzursuzluğunu giderdi ve gönlünü rahat­lattı. Âyeti diğer açıdan inceleyecek
    olursak, o zaman bundan şu anlamı çıkarabiliriz. Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed
    (a.s.)’e peygamberlik ihsan etmekle birlikte, bu yüce makamın gerektirdiği
    cesaret, azim, kararlılık ve geniş kalpliliği de verdi. Allah, Hz. Peygamber
    (a.s.)’e, hiçbir insanın sa­hip olamadığı ve olamayacağı ilim verdi. Her çetin
    meselenin üstesinden gelebilmesi için akıl ve hikmet verdi. Cahil bir toplumda
    ve dalâletin en karanlık döneminde, hiçbir maddî imkânı olmaksızın düşmanlar ve
    muha­lifleriyle mücadele etmesini mümkün kıldı. İslam bayrağını açlıktan sonra
    muhalefetin en şiddetli rüzgârına karşı dimdik ayakta kalmasını sağladı. Bu
    yolda karşılaşılacak her türlü zorluk ve acıya karşı gülerek karşı koy­ma
    cesareti verdi. Cenab-ı Allah’ın bu kadar inayet ve ihsanlarından sonra Hz.
    Muhammed (a.s.)’in üzülmesine ve cesaretini kaybetmesine gerek var mıydı?

    Bazı müfessirler bu ayetlerde geçen “göğsün açılması” deyimini
    fiilen göğsün açılması veya yarılması anlamında almışlardır. Bu müfessirler, bu
    ayetleri, hadislerde geçen “göğsün açılması Mu’cizesinin bir delili olarak kabul
    etmişlerdir. Fakat hakikat şu ki, söz konusu Mu’cize ancak hadisteki
    rivâyetlerle ispatlanabilir. Bu Mu’cizeyi Kur’ân-ı Kerîm ile ispatlamaya ge­rek
    yoktur. Aslında Arapça “şarh-ı sadr” deyimi, hiçbir şekilde “göğsün yarılması”
    anlamında alınamaz. Nitekim, Allame Alûsî “Ruh-ul Me’ânî” de şunları
    söylemiştir: “Araştırmacıların burada geçen ‘Şarh’ kelimesini göğsün fiilen
    açılması veya yarılması anlamında almaları doğru bir şey değildir.”

    11.1.1.7. “Kevser”
    Müjdesi

    Peygamberliğin, vaaz ve tebliğin ilk günlerinde, Hazreti
    Muhammed (a.s.) büyük bir muhalefetle karşılaşırken, her taraftan güçlüklerle
    yüz yü­ze gelirken, bütün bir millet engel çıkarırken ve bir avuç müslüman için
    hiçbir yerde sığınma ve kurtuluş imkânı görülmezken, Cenabı Allah, Hz. Peygamber
    (a.s.) ve yanındakileri teselli etmek ve cesaretlerini arttırmak amacıyla
    çeşitli ayetler indirmiştir. Bunlar arasında daha önce gördüğü­müz gibi, Duha
    suresi de yer alıyor. Bu surede şöyle buyurulmuştur: “Se­nin sonun elbette
    ilkinden hayırlıdır. Gerçekten, Rabbin sana verecek de râzı olacaksın” (âyet;
    4-5). İnşirah sûresinde şöyle denilmiştir: “Ve senin şanını da yükselttik”
    (âyet; 4). Yani, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)’yı kötülemek ve yolunda
    engeller çıkarmak için müşrikler ne yaparsa yap­sınlar, bunun sonu selâmettir.
    Şan ve şerefi yükseltilecektir. Bundan sonra şu ifadelere rastlanıyor: “Muhakkak
    her güçlükle beraber kolaylık vardır. Evet her güçlükle beraber kolaylık vardır”
    (âyet; 5-6). Yani, Hazreti Pey­gamber (a.s.)’e deniliyor ki, “Sen cesaretini
    kaybetme, bugünkü güçlükleri yeneceksin ve geleceğin aydınlık olacaktır.”

    İşte bu şartlar altında, Cenab-ı Allah (cc.) Kevser sûresini de
    indir­mek suretiyle Rasûlullah (a.s.)’ı teselli etmeye çalıştı. Bu sûrede,
    muhalif­lerinin mahvolacağını ve aydınlık günlerin yakın olduğunu müjdeledi.
    Kureyş’li kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni dini yaymaya başlamakla
    ailesinden, yakınlarından ve milletinden kopup yapayalnız kaldığını
    söy­lüyorlardı. Hz. İkrime (r.a.) tarafından rivayet edilen bir haberde
    deniliyor ki, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik makamına yükseltildikten sonra
    Kureyş’i İslâmiyet’e davet etmeye başlayınca, Kureyş’liler şöyle demeye
    başlamışlardı: “Muhammed (a.s.) milletinden, bir ağacın yerden koptuğu gibi
    kopmuştur.” (İbn-i Cerîr). Yani Hz. Muhammed (a.s.) sökülen bir ağaç gibi, kısa
    bir süre sonra kuruyup yok olacaktır. Muhammed bin İshâk diyor ki, Mekke’li
    kabile reisi As bin Vâil Sehmi’nin yanında Rasûlullah (a.s.)’tan bahsedilirken
    şöyle derdi: “Aman siz de; boş verin bu ada­mı, o kökü olmayan bir adamdır.
    Erkek evlâdı yoktur. Ölürse adını ancak kimse bile kalmaz.” Şemir bin Atiyye
    (r.a.) diyor ki, başka bir Mekke’li reis, Ukbe bin Ebî Muayt da Rasûlullah
    (a.s.) hakkında benzeri sözler söylerdi. (İbn-i Cerîr). İbn Abbas’ın (r.a.)
    rivâyetine göre, bir defasında Medine’nin Yahudi kabile reisi, Ka’b bin Eşraf
    Mekke’ye geldiğinde Mek­keli kabile reisleri kendisine şöyle dediler: “Allah
    aşkına şu adama bakın, milletinden kopmuş, ama kendisini bizden üstün görüyor.
    Oysa Kâbe’nin bekçisi, yöneticisi ve Hacc’ın düzenleyicisi biziz.” (Bezzâr). Bu
    olayla il­gili İkrime’nin rivâyetinde, Kureyş’lilerin Hz. Muhammed (a.s.) için
    şu kelimeleri kullandığı kaydedilmiştir: “Zayıf, çaresiz, yalnız ve milletinden
    kopmuş, evlatsız adam.” (İbn-i Cerir). İbni Sa’d ile İbni Asâkir’in
    rivayet­lerine göre Hazreti Abdullah bin Abbas şunları anlatmıştır: “Rasûlullah
    (a.s.)’ın en büyük oğlu Kâsım (r.a.)’dı. O’nun küçüğü Hz. Zeyneb (r.a.) idi.
    O’nun küçüğü, Abdullah (r.a.) idi. Daha sonra sıra ile üç kız vardı: Ümm-ü
    Külsüm, Fatma ve Rukiyye (r.a.) Bunlardan ilk önce Hz. Kâsım vefat etti, daha
    sonra Hz. Abdullah.” Herhalde, bunun için As bin Vâil, “erkek evlâdı yoktur”
    deyimini kullanmıştı. Bazı diğer hadislerde As’ın şöyle de­diği nakledilir:
    “Muhammed (a.s.) köksüzdür. Hiçbir erkek evlâdı yoktur, ki O’nun yerini
    alabilsin. Öldükten sonra adı dünyadan silinecektir, ve siz de ben de, ondan
    kurtulacağız.” Abd bin Humeyd’in İbn Abbas’a dayana­rak naklettiği haberden de,
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in ikinci erkek evlâdı, Hz. Abdullah vefat edince Ebû
    Cehil’in de benzeri sözler söylediği anlaşı­lıyor. Şamir bin Atiyye’nin bir
    rivâyeti İbn Ebî Hâlim tarafından nakledil­miştir. Bunda da, Rasûlullah (a.s.)’ın
    acılı anında Ukbe bin Muayt’ın se­vinmek suretiyle aynı alçaklığı sergilediği
    kaydedilmiştir. Atanın ifadesi­ne göre, Hazreti Peygamber ikinci oğlunu
    kaybedince, amcası Ebû Leheb (ki evi Rasûlullah (a.s.)’ın evinin tam karşısında
    idi) koşarak müşriklere gitti ve onlara şu müjdeyi verdi, “Bu gece Muhammed
    evlatsız kaldı ve kökü kazındı.”

    İşte bu cesaret kırıcı şartlarda Kevser sûresi Rasûlullah
    (a.s.)’a nâzil oldu. Kureyş’liler, şirklerini alenen reddettiği ve tek Allah’a
    itaat ve ibade­ti kabul ettiği için Hz. Muhammed (a.s.)’a karşıydılar. Bu
    sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’in, peygamberlikten önce sahip bulunduğu mevkî,
    ma­kam ve haysiyetine sünger çekilmişti. Ve güya Hz. Peygamber, milletin­den
    çıkarılmıştı, bağı koparılmıştı. Bir avuç taraftarı da çaresiz ve yalnız idi.
    Herkesin eleştirisi ve baskısına hedef oluyorlardı. Bu acılar dinmeden, Hazreti
    Peygamber (a.s.)’in büyük oğlu da vefat etti. Böyle kederli günler­de dost,
    ahbab komşu ve yakınlarından yakın ilgi ve sevgi beklerken, muhalifleri
    seviniyor ve mutluluktan uçuyordu. O’na taziyede bulunacak, O’nu teselli edecek
    ve derdini paylaşacak kimseler yoktu. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı
    Kerîm’in en kısa sûrelerinden biriyle, Hz. Mu­hammed (a.s.)’e müjdelerin en
    büyüğünü verdi. Bu müjde şimdiye kadar hiçbir insana nasip olmamıştı. Ayrıca, Hz.
    Peygamber (a.s.) ile alay eden ve O’nun neslinin tükendiğini söyleyenlerin kendi
    nesillerinin kesileceği, köklerinin kazınacağı belirtildi: “(Ey Muhammed,) Biz
    sana kevseri verdik. O halde Rabbine ibâdet et, dua et. Kurban kes. Sana ta’n
    edenin ken­disi ebterdir (nesli kesiktir.)”

    Yukarıdaki sûrede geçen Arapça “ebter” kelimesi, “kesmek”
    anlamına gelen “betera” kökünden gelmektedir. Fakat burada bir deyim olarak ve
    çok geniş anlamda kullanılmıştır. Hadiste, başka bir rek’atı olmayan na­maz için
    “buteyra”, yani “tek rek’at” tabiri kullanılır. Başka bir hadiste şöyle
    denilmiştir: “Ehemmiyeti olan herhangi bir iş Allah’ın hamdı olmak­sızın
    başlatılırsa ebterdir.” Yani böyle bir iş temelsizdir, dayanaksızdır,
    is­tikrarlı olamaz ve sonu iyi değildir. Murada ermeyen kişi için “ebter”
    de­nilir. Kaynakları ve imkânları olmayan, kısacası, nüfuzlu olmayan bir kimse
    de ebterdir. Hakkında hiçbir hayır düşünülmeyen, kendisinden hiç­bir hayır
    beklenmeyen, başarı şansı sıfır olan kişi ebterdir. Kendi aile, sülâle ve
    yakınlarından kopmuş olan insan ebterdir. Erkek evlâdı olma­yan, ya da doğup
    ölmüş olan şahıs ta “ebter” sayılır. Zira, ondan sonra onun soyunu sürdürecek
    kimse kalmıyor. Nesli tükeniyor ve kendisi öl­dükten sonra soyu tarihe
    karışıyor. Kureyş’li kâfirler hemen hemen bulun bu anlamlarda Muhammed
    Rasulullah (a.s.)’ı “ebter” olarak çağırıyorlardı. Bunun için Allah dedi ki, ‘Ey
    Peygamber, sen “ebter” değilsin, ebter olan Kureyş’lilerin ta kendileridir.’
    Dikkat edilirse bu sadece bir karşı suçlama değildi, aksine bir hakikatin dile
    getirilmesiydi ve önemli bir ilâhî müjde idi. Zira, bu müjde yapıldığı zaman
    herkes sırf Hz. Muhammed (a.s.)’in “ebter” olduğunu sanıyordu. Vaziyet ve
    şartlar bunu gösteriyordu. Aksi bir şey iddia edilemezdi. Mekke ve Arabistan’ın
    en varlıklı, güçlü ve nüfuzlu kabile reislerinin bir gün “ebter” olacağını, yani
    kanalları kopmuş kuşlara döneceğini tasavvur etmek bile mümkün değildi, fakat
    aradan sa­dece birkaç sene geçtikten sonra durum tamamıyla değişiverdi. Öyle
    za­man oldu ki, Ahzâb gazvesi sırasında (hicretten sonra beşinci yıl) çok
    sa­yıda Kureyş’li kabile reisi, Arap eşraf ve Yahudi kabileleri büyük bir ordu
    ile Medine’ye yürümüşlerdi ve Hazreti Peygamber ile vefakâr arkadaşları siper
    kazarak kendilerini savunmaya çalışmışlardı. Ve öyle zaman da gel­di ki, sadece
    üç sene sonra, (h.s. 8) İslâm Ordusu muzaffer bir şekilde Mekke’ye girerken
    Kureyşlileri savunacak ve onların yardımına koşacak kinişe yoktu. Çaresizlik
    içinde silâhlarını bırakmak ve teslim olmak zo­runda kalmışlardı. Bundan bir yıl
    sonra bütün Arap yarımadası Rasûlullah (a.s.)’ın buyruğu altında idi. Ülkenin
    her köşesinden kabileler gelip kendi­sine biat ediyor ve bağlılıklarını
    bildiriyorlardı ve düşmanları yapayalnız kalmıştı. Adları, sanları dünyadan
    öylesine silindi ki, evlâtları dünyada kaldıysa da bugün onların Ebû Cehil, Ebû.Leheb,
    As bin Vâil veya Ukbe bin Ebî Muayt gibi İslam düşmanlarının çocukları olduğunu
    kimse bilme­di. Hatta kendi evlâtları bile bugün atalarının İslâm düşmanları
    olduğun­dan iftihar edemez. Bunun tam aksine bugün yüz milyonlarca müslüman,
    dünyanın her tarafında Hazreti Peygamber (a.s.)’e selâm göndermekte, adını sevgi
    ve saygıyla anmaktadır. Hz. Peygamber (a.s.)’in soyu yani ehli-beyt uzun müddet
    herkesin alakasını çekmiş, herkesin sempatisi ve des­teğini kazanmıştır.
    Milyonlarca insan sadece Rasûlullah (a.s.)’a değil, aile­sine, ve soyuna mensup
    olmaktan gurur duymuş, herkesin takdirini ve öv­güsünü kazanmıştır. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in yakınları şöyle dursun, saha­beleriyle bile yakın ilişkide olmak
    müslümanlar için büyük bir şereftir. O’nun için bugün yüzlerce, binlerce ve yüz
    binlerce Seyyid, Alevî, Abbasî, Haşimî, Sıddikî, Farukî, Osmanî, Zübeyri ve
    Ensârî vardır, ama Ebû Cehlî veya Ebû Lehebî hiç yoktur. Tarih, Rasulullah
    (a.s.)’ın değil, muhalif ve düşmanlarının “ebter” (nesli kesik) olduğunu
    ispatlamıştır.

    11.1.1.8. Kevser
    Müjdesinin Âhiret İle İlgili Anlamı

    Kevser çeşmesiyle ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in dedikleri
    şunlardır:

    1) Bu çeşme Mahşer’de Hz. Peygamber (a.s.)’e ihsan olunacak, hem
    de herkes “El-Ataş” “El-‘Ataş” (su, su) diye bağırırken, işte tam bu sırada Hz.
    Muhammed (a.s.)’in ümmeti çeşme başında toplanıp suyu kana kana içecek. Hz.
    Peygamber oraya herkesten önce varıp lam ortasında buluna­caktır. Peygamber
    efendimiz (a.s.)’in sözleri şöyledir: “O, kıyamet günü ümmetimin başında
    toplanacağı bir havuzdur.” (Müslim: Kitab-üs-Salât, Ebû Davûd: Kitab-üs-Sünne).
    “Ben hepinizden önce oraya varmış olaca­ğım.” (Buhari; Kitab-ür-Rikâk ve
    Kitab-ül-Fiten, Müslim; Kitab-ül-Fezâil ve Kitâb ül-Tehâret, İbn-i Ma’ce;
    Kitab-ül Menasik ve Kitab-üz-Zühd, Müsned-i Ahmed: Rivâyet edenler: Abdullah bin
    Mes’ud, Abdullah bin Abbas, Ebû Hureyre). “Ben sizden evvel varacağım ve sizin
    için şahitlik yapacağım ve Allah’a yemin ederim ki, bu çeşmeyi şu ânda
    görüyorum.” (Buhârî: Kitab-ül-Cenâiz, Kitab-ül-Megâzî ve Kitab-ür-Rikâk).

    Rasûlullah (a.s.) bir defasında ensara hitap ederken şöyle
    buyurdular: “Benden sonra siz menfaatçılık ve akrabacılıkla karşı karşıya
    geleceksi­niz. Ama siz sabır edeceksiniz, ta ki benimle havuzda buluşmanıza
    ka­dar.” (Buhârî; Kitâb-u Menâkıb-ül-Ensâr ve Kitâbül-Meğâzî, Müslim; Ki­tab-ül
    Emâre, Tirmizî; Kitab-ül-Fiten). “Ben kıyamet günü havuzun ba­şında, olacağım.”
    (Müslim, Kitab-ül Fezâil). Hazreti Ebû Berze El-Eslemî’ye sordular, “acaba siz
    çeşme hakkında Rasûlullah’tan herhangi bir şey duydunuz mu? Dedi ki, bir değil,
    iki değil, üç değil, dört değil, beş değil, birçok defa duydum. Bunu kabul
    etmeyen inşallah bu çeşmenin su­yunu içemeyecektir.” (Ebû Davud:
    Kitab-üs-Sünne).

    Ubeydullah bin Ziyâd, Kevser çeşmesiyle ilgili rivâyetlerin
    yanlış olduğunu zannederdi. Hatta, Ebû Berze El-Eslemî ile Berâ’ bin Âzib ve
    Âiz  bin Amr’ın bütün rivâyetlerini yalanlamaya kalkıştı. Nihayet, Ebû Sebre,
    Hz. Abdullah bin Amr bin As’tan duyarak kaydettiği bir yazıyı getirdi. Yazıda
    Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu kayıtlıydı: “Haberiniz olsun, benim ve sizin
    buluşma yeriniz benim havuzumdur.” (Müsned-i Ahmet, Abdullah bin Amr bin As
    tarafından nakledilmiştir).

    2) Söz konusu havuz veya çeşmenin büyüklüğü hakkında bazı farklı
    ifadeler vardır. Ancak üzerinde genellikle anlaşılan ölçüsü, Eyle (İsrail’in
    bugünkü Eylat limanı)’den Yemen’in San’a kentine kadar veya Eyle’den Aden’e ya
    da Amman’dan Aden’e kadar uzun ve Eyle ile Hucfe (Cidde ile Rabiğ arasında bir
    yer)’ye kadar geniş, şeklindedir. (Buhârî; Kitab-ur-Rikâk, Ebû Davûd
    Et-Tayâlisî, hadis no: 995, Müsned-i Ahmed. Rivayet edenler: Ebû Bekir Sıddîk ve
    Abdullah bin Ömer, Müslim; Kitab-ut-Tehâret, Kitab-ul-Fezâil, Tirmizî;
    Sıfat-ul-Kıyâmet bölümü ve İbn Mâce; Kitab-üz-Zühd).

    Bu demek oluyor ki, kıyamet günü belki de bugünkü Kızıldeniz,
    Kev­ser çeşmesine veya havuzuna dönüştürülecek. Ama tabii, Cenab-ı Allah bunu
    dâha iyi bilmektedir.

    3) Bu havuzdan bahsederken bir defasında Rasûlullah (a.s.)
    dediler ki, “buna Cennet’in nehri Kevser suyu katılacaktır.” Bir başka hadis
    şöyledir: “Bu havuza cennetten su getiren iki çeşme akacaktır.” (Müslim;
    Kitab-ul-Fezâil). Bir başka hadis de şöyledir: “Cennet’in nehri Kevser’den bir
    çeş­me bu havuza açılacaktır.” (Müsned-i Ahmed: Rivayet eden: Abdullah bin
    Mes’ud).

    4) Bu havuzun suyundan bahsederken Hz. Peygamber (a.s.)
    demişler­dir ki, “bu su süt (bazı rivayetlerde gümüş ve kar) ten daha
    beyaz,-buzdan daha soğuk ve baldan daha tatlı olacaktır. Dibindeki toprak mis
    gibi koka­caktır. Havuzun başında, gökteki yıldızlar kadar sürahi ve kaplar
    buluna­caktır. Bu suyu bir kez içen bir daha susamayacaktır. Bunu içmeyen ise
    hiçbir zaman susamışlığını gideremeyecektir.” Havuz ve suyuyla ilgili bu
    ifadeler çok az farklarla bir çok hadiste yer almışlardır: (Buhârî; Kitab-ur
    Rikak, Müslim; Kitab-ut-Tehâret ve Kitab-ul-Fezâil, Müsned-i Ahmed. Rivayet
    edenler: İbn-i Mes’ûd, İbn-i Ömer, Abdullah bin Amr bin As, Tirmizî: Sıfatül
    Kıyamet bölümü, İbn Mâce; Kitab-uz-Zühd, Ebû Davûd et-Tayalisi: hadis no: 995,
    2135).

    5) Kevser çeşmesi veya havuzu ile ilgili olarak Hazreti
    Peygamber kendi devrinin insanlarını defalarca ikaz etmiş ve kendisinden sonra
    yolu­nu değiştiren veya yolundan sapanların bu havuzun suyunu içemeyecekle­rini
    beyan etmiştir. Rasûlullah’ın ifadesine göre, bu gibi İnsanlar havuzun başından
    uzaklaştırılacaklardır ve oraya bir daha yaklaştırılmayacaklardır. Rasûlullah
    (a.s.) diyecek ki, bunlar benim adamlarımdır. O zaman bu adamların, kendisinden
    sonra neler yaptıklarını bilmediği hatırlatılacaktır. Bunun üzerine Hz.
    Peygamber (a.s.) de bunları defedecektir ve kendisin­den uzak durmalarını
    isteyecektir. Bu rivâyet de çeşitli hadislerde yer al­mıştır. (Buhârî;
    Kitâb-ur-Rikâk, Kitab-ul-Fiten, Müslim; Kitab-ut-Tehâret Kitâb-ul-Fezâil,
    Müsned-i Ahmed. Rivayet edenler: İbn Mes’ûd ve Ebû Hureyre; İbn Mâce, Kitab-ul
    Menasik), İbn Mâce’nin bu hususla naklettiği hadis acıklı kelimelerle doludur.
    Bu hadiste Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle dediği belirtilmiştir: “Haberiniz
    olsun, ben sizden önce havuzun başına varmış olacağım. Sizi görerek, diğer
    ümmetlerin yanında benim ümmeti­min sayısının çok olduğundan iftihar edeceğim. O
    zaman yüzüme leke sürmeyin. Dikkatli olun. Bazılarınızı kurtaracağım, bazıları
    ise benden uzaklaştırılacaktır. Ben diyeceğim ki; Ya Rabbi, bunlar
    sahabelerimdir. O diyecektir ki, sen, senden sonra bu adamların ne garip şeyler
    yaptıklarını bilmiyorsun.” İbn-i Ma’ce’ye göre Rasûlullah (a.s.) bu sözleri,
    Arafat’taki hutbesinde söylemiştir.

    6) Bu havuzla ilgili olarak Hazreti Peygamber sadece kendi
    devrinin insanlarını değil, kıyamete kadar gelecek nesilleri de uyarmıştır ve
    demiş­tir ki, “Benden sonra tarzımı değiştirecek ve yolumdan ayrılacak olan
    müslümanlar bu havuza yaklaştırılmayacaklardır. Ben diyeceğim ki, Rab­bim,
    bunlar benim adamlarımdır, benim ümmetimdendirler. Cevap verile­cek ki, ‘Siz
    bilmiyorsunuz, bunlar sizden sonra ne gibi değişiklikler yaptı­lar ve hep ters
    yola gittiler.’ Ondan sonra ben de onları defedeceğim ve havuza gelmelerine mani
    olacağım.” Bu ifade de çeşitli hadislerde yer al­mıştır. (Buhari;
    Kitab-ul-Musâkât, Kitab-ur-Rikâk, Kitab-ul-Fiten, Müs­lim; Kitab-ut-Tehâret,
    Kitab-us-Salât, Kitab-ul-Fezâil, İbn-i Ma’ce; Kitâb-uz-Zühd, Müsned-i Ahmed,
    Rivayet eden: İbn-i Abbas).

    Kevser çeşmesiyle ilgili hadisler 50’den fazla sahabe tarafından
    nakle­dilmiştir. Gerçi bu hadislerde “Kevser” adı geçmemiştir, ama daha sonraki
    muhaddis ve müfessirler bundan Kevser havuzu veya çeşmesinin kastedil­diğini
    belirtmişlerdir. İmam Buhârî Kitab-ur-Rikâk’in son bölümünün baş­lığına zaten
    “Kevser” kelimesini eklemiştir. Ayrıca, Hz. Enes’in bir rivâyetinde bizzat Hz.
    Peygamber (a.s.)’in “Kevser’i şöyle tarif ettiği nakledilmiştir: “Bu, benim
    ümmetimin varacağı bir havuzdur.”

    Cennet’teki Kevser nehrinin Rasûlullah (a.s.)’a ihsan edilmesine
    iliş­kin de çeşitli hadislere rastlanmaktadır. Hazreti Enes’in birçok
    rivayetle­rinde -ki bazıları serahat ile Rasûlullah (a.s.)’ın sözlerini
    içermektedir-şöyle denilmiştir: Mirac sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Cenneti
    gezdi. Ve Cennet’te bir nehir gördü. Bu nehrin kenarında inci ve elmaslar ile
    burçlar yapılmıştı. Nehrin dibindeki toprak “misk-i ezfer”den yapılmıştı.
    Rasûlullah (a.s.) kendisine Cennet’i gezdirmekte olan Hz. Cebrail veya başka bir
    meleğe sordu: “Bu nedir?”, Melek cevap verdi: “Bu, Cenab-ı Allah’ın size armağan
    ettiği Kevser nehri’dir” (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Ebû Davûd, Tirmizî,
    Ebû Davûd Tayalisî, İbn Cerîr).

    Hz. Enes’in rivâyet ettiği bir başka hadis şöyledir: Rasûlullah
    (a.s.)’a soruldu (ya da falanca adam sordu), “Kevser nedir?” Rasûlullah (a.s.)
    buyurdular: “Allah’ın bana ihsan ettiği bir nehirdir. Bunun toprağı misk
    gibidir. Suyu, sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır.” (Müsned-i Ahmed,
    Tirmizî, İbn Cerîr). Müsned-i Ahmed’in bir rivâyeti şöyledir: Rasûl-ü Ekrem
    (a.s.) Kevser nehrinin özelliklerinden bahsederken şöyle buyurdular: “Dibinde
    çakıl veya taş yerine İnciler vardır.” İbn Ömer (r.a.)’in rivâyetine göre
    Hazreti Peygamber (a.s.) buyurdular ki; “Kev­ser, Cennet’te bir nehirdir. Bu
    nehrin yakaları altındandır. Bu nehir inci ve elmaslar üzerinde akmaktadır
    (yani, çakıl yerine inci ve elmaslar var­dır). Toprağı miskten daha iyi
    kokuludur. Suyu, sütten (veya kardan) daha beyazdır, buzdan daha soğuktur ve
    baldan daha tatlıdır.” (Müs­ned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mâ’ce, İbn Ebi Hâtim,
    Dârimî, Ebû Davûd Tayalisi, İbn-ül Münzir, İbn Merdûye ve İbn Ebî Şeybe). Usame
    bin Zeyd’in bir rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) bir defasında Hz. Hamza
    (r.a.)’ya gitti. Hz. Hamza evde yoktu. Hz. Hamza’nın zevcesi Hz. Peygam­ber
    (a.s.)’i ağırladı ve sohbet sırasında dedi ki ‘kocam Allah’ın sizi cennet­te
    Kevser diye bir nehir armağan ettiğini söyledi, bu ne demektir?” Rasûlullah
    (a.s.) buyurdular: ‘Evet, doğrudur. O nehrin dibi yakut, mercan, elmas ve
    İncilerden yapılmıştır.’ (İbn-i Cerîr, İbni Merdûye. Gerçi bu ha­disin dayanağı
    zayıftır. Fakat aynı mevzû çok sayıda hadislerde işlendi­ği için doğru olma
    ihtimali vardır). Bu sayısız hadislerin dışında sahabe­ler ile daha sonraki
    dönemde tâbîlerin birçok söz ve ifadeleri hadis kitap­larında yer almışlardır.
    Bunların hepsinde vasıfları yukarıda belirtilen Cennet’teki Kevser nehrinden
    bahsedilmiştir. Mesela Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Enes
    bin Mâlik, Hz. Aişe, Mücahid ve Ebul Aliye’nin bir çok ifadeleri, Müsned-i
    Ahmed, Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbni Merdûye, İbni Cerir ve İbn Ebi Şeybe v.s.
    gibi hadis kitapla­rında yer almışlardır.

    11.1.1.9. Ebû
    Leheb’in Kötü Sonu

    “Ebû” Leheb’in elleri kurusun (kırılsın), kendisi de mahvolsun.”
    (Tebbet; 1)

    Müfessirlerin bazıları yukarıdaki ayeti böyle tefsir
    etmişlerdir. Ama kanaatimce, bunun daha doğru tercümesi şöyle olmalıdır. “Ebû
    Leheb’in elleri kırıldı, kendisi de helâk oldu.” Yani, bu sözler bir beddua gibi
    değil belli olmuş bir gerçek gibi söylenmiştir. Bu geleceğe ait bir haber olduğu
    için gelecekte olacak bir şey olmuş gibi gösterilmiştir. Yani bu mutlaka böyle
    olacaktı. Nitekim gerçekten de öyle oldu. Bu haber, Ebû Leheb’in başına
    gelenlerden birkaç yıl önce bildirilmişti. Bu ayette ellerin kuruması veya
    kırılması mecâzen kullanılmış ve bundan Ebû Leheb’in hüsrana uğ­rayacağı
    kastedilmiştir. Hatırlayacağınız gibi, Ebû Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    İslâmiyet’i yayma çalışmalarına bütün gücüyle karşı koymaya ça­lışmış ve elinden
    gelen çabayı harcamıştı. Ama bütün çabaları çok geçme­den boşa gitti ve
    İslâmiyet’in gelişmesini durduramadı. Bu sûrenin inişin­den sekiz sene sonra
    Bedir Savaşı vuku buldu. Bu savaşta İslâm’a düş­manlıkla tanınan ve bu hususta
    Ebû Leheb’in yoldaşı olan Mekkeli eşraf ve kabile reislerinin bir çoğu öldü.
    Bedir’de Mekke’lilerin ve Kureyş’lile­rin bu büyük hezimetinin haberi Mekke’ye
    ulaşınca Ebû Leheb öylesine şoke oldu ve kriz geçirdi ki, ancak 7 gün
    yaşayabildi. Ayrıca ölümü de çok korkunç ve ibret vericiydi. O, öldürücü
    sivilceye yakalanmış ve bu sebeple ailesi O’nu terk etmişti. Bu hastalığın
    kendilerine geçmesin­den korkuyorlardı çünkü. Öldükten sonra da üç gün kimse
    cesedine yak­laşmadı. Nihayet, cesedi bozuldu ve kokusu her tarafa yayılmaya
    başladı. En son, herkes Ebû Leheb’in oğullarıyla alay etmeye başlayınca,
    kendileri birkaç zenciyi kiralayıp cesedi gömdürdüler. Bir rivayete göre
    zenciler bir çukur kazıp, sopa ve değneklerle cesedi içeriye attılar ve üzerine
    taş ve toprak serdiler. Ebû Leheb’in daha büyük hezimeti ve başarısızlığı ise,
    bü­tün gücüyle yıkmaya çalıştığı hak dini kızı ve oğullarının kabul etmeleri
    oldu. İlk önce, Ebû Leheb’in kızı Dürre, Mekke’den Medine’ye hicret ede­rek
    İslâmiyet’i kabul etti. Daha sonra, Mekke’nin fethi sırasında oğulları Utbe ve
    Muatteb, Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)’a gelerek kendi­sine biat ve
    iman ettiler.

    11.1.1.10.
    Mekkelilerin, Hz. Peygamber (a.s.)’i Kovmaları Üzerine Cezalandırılmaları

    “Ve bu adamlar, ayağını, bu topraktan kaydırmaya kararlıdırlar.
    Se­ni buradan gitmeye zorlamaktadırlar. Fakat bunlar böyle yaparsa senden sonra
    kendileri burada fazla kalamazlar.” (İsra; 76)

    Bu ayet nâzil olduğu zaman Mekke’lilerin durumunun böyle
    olacağını kimse kestiremezdi. Ama bu da açık bir müjde idi ve on yıl içinde
    harfi­yen doğru çıktı. Sûrenin inişinden bir yıl sonra Mekke’li kâfirler, Hz.
    Pey­gamberi yurdundan kovdular ve aradan 8 yıl geçmeden Rasûlullah bir fâtih
    olarak Mekke’ye döndü. Bundan sonra iki yıl gibi bir müddet içinde bütün Arap
    yarımadası İslâm bayrağının altına giriverdi. Kâfir ve müşrik­ler sadece
    Mekke’den değil bütün Arabistan’dan temizlendiler. Memleke­tin her vatandaşı
    ancak müslüman olarak yaşayabildi.

    11.1.1.11.
    Kureyşlilerin Yenilgisi

    “Yakında o cemiyet (Kureyş’liler) bozulacak. Ve arkalarını dönüp
    ka­çacaklar.” (Kamer; 45)

    Bu da açık bir müjdedir. Hicret’ten beş yıl önce Kureyş
    topluluğunun bozulacağı, zayıflayacağı, parçalanacağı ve müslümanlara yenileceği
    ke­sin bir dille anlatılmıştır. Bu ayet indiği zaman Kureyş kabilesinin böyle
    bir akıbete uğrayacağını, kimse aklının ucuna bile geçirmemişti. Zira,
    Ku­reyş’liler Mekke ve Arabistan’ın en güçlü ve kudretli kabilelerinden
    biriy­di. Bunlara karşı, müslümanların durumu iç açıcı değildi. Sayıları azdı ve
    bu bir avuç insandan bazıları Habeşistan’a hicret etmeye mecbur olmuştu. Geriye
    kalan iman sahipleri, Şi’b-i Ebî Talib’te Kureyş’in muhasara ve boykotu altında
    idiler. Siyasi ve sosyal güçleri olmadığı gibi, yaşamaları bile bir Mu’cize idi.
    Bu şartlar altında, durumun sadece 7 yıl sonra tersine döneceğini kim
    söyleyebilirdi? Hz. Abdullah bin Abbas’ın öğrencisi İkri­me (r.a.)’nin
    naklettiği bir hadise göre Hz. Ömer (r.a.), Kamer suresi indi­ği zaman, mağlup
    edilecek cemiyetin hangisi olduğunu hayli merak et­mişti. Ama, Bedir savaşında
    kâfirler hezimete uğrayıp kaçarken, Hazreti Peygamber (a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’in
    yukarıdaki ayetini okuyordu. Hz. Ömer işte o zaman hangi topluluğun hezimetinden
    bahsedildiğini anlamış oldu. (İbn Cerîr, İbn Ebî Hâtim).

    11.1.1.12. Mekke’nin
    Fethi

    “Muhakkak askerlerimiz, onlar galiplerdir.” (Sâffât; 173)

    Burada denilmek isteniyor ki, aradan uzun bir müddet geçmeden
    İs­lâm ordusu muzaffer ve gâlip olacaktır ve Mekke’li kâfirler kendi gözle­riyle
    kendi hezimetlerini göreceklerdir. Bu sözler söylendiği gibi gerçek­leşti.
    Nitekim, bu ayetin inişinden sonra 14-15 sene içinde Mekkeli kâfirler kendi
    gözleriyle, Rasûlullah (a.s.)’ın büyük bir ordunun başında olduğu halde muzaffer
    ve fâtih olarak Mekke’ye girdiğini gördüler. Birkaç yıl sonra da İslâmiyet’in
    Arabistan’ın sınırlarını aşıp Bizans ve İran top­raklarına girdiğine de şahit
    oldular.

    “(Onlar), kabilelerden meydana gelmiş, bozguna uğratılmaya
    mah­kûm bir ordudur.” (Sâd; 11)

    Bu ayette Mekke’lilerin gelecekteki yenilgisinden söz
    edilmiştir. Bu kâfir ve müşrikler, tarihte diğer kavimlerin akıbetine
    uğrayacaklardır ve muhalif oldukları peygamber ve ordusu tarafından hezimete
    uğratılacak­lardır. Kısacası, bu ayette Mekke fethinin müjdelerinden biridir.

    11.1.1.13. Kur’ân’ın
    Mesajı Her Tarafa Yayılacaktır

    Fussilet sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Biz onlara ufuklarda ve kendi nefislerinde ayetlerimizi çok
    geçme­den göstereceğiz. Ta ki, Kur’an’ın hak olduğu apaçık ortaya çıksın.”
    (Âyet; 53)

    Demek ki, “bu kâfir ve müşrikler çok yakında kendi gözleriyle
    Kur’ân-ı Kerîm’in mesajının etraftaki bütün memleketlere yayılacağını
    gö­receklerdir. Kendileri de Hakk’ı anlayacak ve kabul edeceklerdir. O za­man
    neyin Hak, neyin Batıl olduğu anlaşılmış olacaktır.”

    Bazı kimseler şöyle bir itirazda bulunuyorlar. Bir ülke veya
    birkaç ül­kenin bir ideoloji ve felsefeye inananlar tarafından fethedilmesi, o
    ideoloji veya felsefenin haklı olmasının bir delili değildir. Batıl ideoloji ve
    mesaj­lar da büyük bir toprak parçasına yayılabilirler. Batıl bir din ve inancın
    sa­vunucuları da ülkeler fethedebilir ve başkalarına galip gelebilirler. Bu
    ga­libiyet onların mutlaka doğru ve haklı olduğunu gösteremez. Fakat bu gibi
    itirazda bulunanlar, meseleyi derinliğiyle kavramış gözükmüyorlar.

    Gerek Hazreti Peygamber (a.s.) gerekse dört halife devrinde
    müslü­manların kazandığı akıl almaz basan ve fütûhât, sadece ülkelerin zaptı ve
    fethi olarak değerlendirilmemelidir. Bunlar gerçekten Allah’ın birer arma­ğanı
    ve alâmetiydiler. İslâm ordusu, ülkeleri bir tek kişi veya hanedan, zümre veya
    milletin üstünlüğünü sağlamak üzere fethetmemişti. Bu ordu, ülkelerin ve
    milletlerin bağımsızlığını kaldırmak, onları esir haline getir­mek, onları
    sömürmek ve onlara baskı ve zulüm uygulamak için savaşma­mıştı. Bu, aslında bir
    ordu veya askeri gücün başarısı da değildi. Bu bir felsefe ve inancın zaferiydi.
    İslâm, ardından muazzam bir inkılap da getir­di. Bu inkılap her milletin din,
    ahlâk, fikir, düşünce, politika, medeniyet, kültür ve ekonomisini kökünden
    değiştirmeye yönelikti. İslâmiyet’in ilke­lerini benimseyen her milletin asıl
    cevherleri meydana çıkmaya başladı. Kötülükleri ve eksiklikleri birer birer
    ortadan kaybolmaya başladı. Genel­likle dünyadan elini eteğini çekmiş, bir
    köşeye çekilmiş, ermiş insanlarda bulunduğu zannedilen üstün ahlâkî meziyetler
    ve diğer kabiliyetler şimdi dünya ve ahireti birleştiren müslümanlarda bulunuyor
    ve bu durum herke­sin hayrete düşmesine sebep oluyordu. Dünya işlerinden
    korkmayan ve bütün güçlüklere göğüs geren bu sâlih ve dürüst insan topluluğu
    herkese örnek olmaya başladı.

    İslâm inkılâbı, üstün ahlâki vasıfların, hükümdar ve
    yöneticilerin si­yasetine, adalet kürsüsünde oturanların mahkemesine, ordulara
    komuta eden kumandanların savaş ve fütuhatına, vergi tahsildarlarının
    hesaplarına ve ticaret ve sanalla uğraşan tüccar ve esnafın işlerine geçti.
    İslâm kendi oluşturduğu toplumda insanları nefis temizliği, dürüstlük ve
    doğruluk ba­kımından öylesine yüksek ahlâka sahip kıldı ki, bu hususta
    kendileriyle yarışacak kimse yoktu. İslâm inancı insanı evham ve hurafelerden
    uzak­laştırıp gerçekler ve objektif görüşleri benimsemeye sevk etti. İslâm,
    diğer din ve hayat nizamlarının, akıllarına bile getirmedikleri toplumsal
    hasta­lıkların tedavisini önerdi ve bu hastalıklara son verdi. İslâm özellikle,
    renk, ırk, vatan, dil ve diğer maddi açılardan İnsanlar arasındaki ayırımı
    ortadan kaldırdı, sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesine son verdi. Kast
    sistemi, hukukî eşitsizlik, kadınların acıklı hâli, temel haklarının gasbı, âdi
    suçlar, ahlâksızlık kumar, zina ve hırsızlık, hükümdar ve hükümetlerin haksız
    yetki ve imtiyazları, uluslararası ilişkilerde anlaşmalara uymamak, savaşla ve
    barışla temel insan haklarına riayet göstermemek gibi kötülük­leri ortadan
    kaldırdı.

    İslâm, Arabistan’ın çehresini değiştirdi. Anarşi ve kanunsuzluk
    yerine asayiş ve disiplin, kan dökme ve kargaşa yerine barış, günah, ahlâksızlık
    ve fesât yerine takvâ ve nefis muhasebesi, zulüm ve adaletsizlik yerine adalet
    ve eşitlik, görgüsüzlük ve vahşet yerine medeniyet ve kültür, cehâlet ve
    bilgisizlik yerine ilim ve sanat ve kuşaktan kuşağa geçen kin, nefret ve
    düşmanlık yerine kardeşlik ve sevgi yerleştirdi. Kendi kabilesi­nin kaide ve
    kurallarının dışına çıkmayan, kasaba ve şehirlerinin dışında başka bir şey
    bilmeyen bedevî bir milleti dünyanın imamı ve hâkimi yapı­verdi. İşte yukarıdaki
    ayette bahsedilen işaretler o günden beri Allah tara­fından gösterilmeye devam
    ediyor.

    Gerçek şu ki, bugün medeniyet ve kültürden dem vuran sözde ileri
    milletler, müslümanların çöküş devrelerinde bile gösterdikleri üstün ahlâki
    meziyetlerin en ufak örneğini bile sunamazlar. Avrupalı ulusların, Afrika,
    Amerika, Asya ve bizzat Avrupa’da yenik düşen milletlere yaptık­ları yüz
    kızartıcı ve insanlık dışı muamelenin bir misali bütün İslam tari­hinde
    gösterilemez. Bu da İslâm’ın ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir kerametiydi, ki
    müslümanlar gâlip geldikten sonra, diğer milletlerin hemen hemen her devirde ve
    bugün de gösterdikleri vahşet ve mezâlimi göstermeyecek ka­dar insancıl bir hâle
    gelmişlerdi. Gözleri olanlar Endülüs veya İspanya’da asırlarca süren müslüman
    hakimiyeti sırasında müslümanların Hıristiyan tebaasına yaptığı ve
    Hıristiyanların müslümanlara galip geldikten sonra on­lara yaptığı muameleyi
    görebilirler. Görmek isteyenler, Hindistan’da müs­lümanların hüküm sürdüğü 800
    yılda Hindulara ve diğer azınlıklara ne gi­bi muamele yaptıklarını ve bugün
    Hindistan’da Hindulara! hakimiyeti var­ken müslüman azınlığın neler çektiğini
    görebilirler. Aynı şekilde, merak edenler, müslümanların geçen 1300 yıldan beri
    Yahudilere nasıl davrandı­ğını ve bugün Yahudilerin müslüman Filistinlilere
    neler yaptıklarını göre­bilirler.

    11.1.1.14. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Yüksek Mevkii

    “Sana Kur’ân-ı farz eden (inzâl eden Allah) elbet seni dönülecek
    yere tekrar döndürecektir.” (Kasas; 85)

    Burada “dönülecek yer” olarak tercüme edilen kelime’nin Arapça
    aslı “meâd”dır. Ve burada bu kelimenin sözlük anlamı, “dönülecek yer” olarak
    verilmiştir. Fakat bu kelime üzerinde önemle durulmuş olduğu için anla­mı,
    “şanlı ve şerefli makam” da olabilir. Bazı müfessirler bundan “cennet”in
    kastedildiğini belirtmişlerdir. Fakat bu deyimi Cennet’le sınırlandırmak için
    herhangi bir sebep yoktur. Zannedersem, bu kelimeyi olduğu gi­bi bıraksak daha
    iyi olacaktır. Yani bundan hem dünyevî hem uhrevî an­lam çıkarılabilir. Sözün
    gelimi de bunu gerektirmektedir. Yani, Cenab-ı Allah, Hazreti Peygamber (a.s.)
    için hem bu dünyada hem âhirette yüksek ve şerefli bir mevki ve makam
    vaadetmiştir. Şimdi bu ayetten önceki ayetlere dönelim. Sûre’nin 57. ayetinden
    itibaren Mekke’liler ile Hz. Mu­hammed (a.s.) arasındaki münakaşaya yer
    verilmiştir. Mekke’liler diyor­lardı ki, “ey Muhammed sen, kendinle beraber bizi
    de batırmak istiyorsun. Şayet biz seni destekler ve senin dinini kabul edersek,
    Arap ahâlisi bizi yaşatmaz.” Buna cevap olarak Cenab-ı Allah, diyor ki, “ey
    Peygamber, bu Kur’ân-ı Kerîm’i sana indiren, savunmasını sana bırakan Yaradan,
    seni helâk ve perişan etmeyecektir. Aksine sana öyle bir mevki ve makam ih­san
    edecektir ki bunu Mekke’liler hayal bile edemezler.” Gerçekten de, Cenâb-ı Allah
    birkaç yıl sonra Hz. Peygamber (a.s.)’e öyle şan-ü şeref verdi, ki bunu
    dost-düşman herkes kabul etti. Rasûlullah öyle bir iktidara ve güce sahip oldu
    ki, karşısında duracak güç kalmadı. Arap tarihi böyle bir değişikliğe tanık
    olmamıştı. Tek bir hükümdarın Arabistan’ın rakipsiz hakimi olduğu görülmemişti.

    11.1.1.15. Hz.
    Peygamber (a.s.) İçin Makam-ı Mahmûd

    “… Umulur ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmûd’a ulaştıracaktır.”
    (İsrâ; 79)

    “Mahmûd” kelimesi “methedilen” demektir. Burada denilmek
    isteni­yor ki, “ey Habibim, sen hem dünyada hem âhirette halkın gözdesi
    ola­caksın. Seni öyle bir makama yükselteceğiz ki orada her taraftan sana medh-ü
    senâ yağacaktır. Senin varlığın ve şahsiyetin herkes için kıvanç vesilesi
    olacaktır. Bugün senin muhalif ve düşmanların sana hakaret yağ­dırıyor, sana
    küfür ediyor, sana eziyet çektiriyorlar. Ama hiç üzülme ve rahmetimden ümidini
    kesme. Adından bütün dünyada söz edileceği gün o kadar uzak değildir. Çok
    yakında söylediğin her söz dünyada yankı yara­tacaktır. Senin vefakâr ve fedakâr
    taraftarların kısa bir zamanda dünyanın her tarafına dağılacaklardır ve ününe ün
    katacaklardır. Sadece bugün de­ğil, bundan sonraki devirlerde ve kıyamete kadar
    senden söz edilecek, se­nin adın sevgi ve saygıyla anılacaktır. Ayrıca, öbür
    dünyada da sana bü­yük mükâfatlar vardır.” Makam-ı Mahmûd, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in mah­şerde şefaat mevkiinde bulunmasına da bir işaretidir.

    11.1.1.16. Mağlup Rûm
    (Bizanslılar)’ların Tekrar Zafer Kazanacaklarına Dair Müjde

    Rûm suresinin ilk ayetlerinde yer alan haber, Kur’ân-ı Kerîm’in
    ilâhî Kelâm ve Hazreti Peygamber (a.s.)’in, Allah’ın Rasûlü olduğunun en bü­yük
    işaretlerinden biridir, öncelikle ilgili ayetlere bir göz atalım, ve daha sonra,
    tarihî kayıtlarda bunun ispatını görelim.

    “Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
    mağlubi­yetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
    Bun­dan evvel ve bundan sonra emir Allah’ındır.” (Rum; 2-4)

    Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvet mevkiine yükselmesinden 8 yıl
    ön­ce Bizans ile Pers İmparatorluğu arasındaki rekabet ve düşmanlıkta yeni
    sayfalar açılıyordu. Bizans imparatoru Maurice’e karşı büyük bir ayaklan­ma oldu
    ve Phocas adlı bir kişi Consiantinople (İstanbul)’de imparatorluk tahtını ele
    geçirdi. Bu şahıs önce imparator Maurice’in gözünün önünde beş oğlunu öldürdü,
    sonra da imparatorun başını uçurdu, imparator ile ço­cuklarının kesik başlan
    halka teşhir edildi. Tahu gaspeden Phocas daha sonra imparatorun karısı ve üç
    kızını da kılıçtan geçirdi. Bu olaylar Pers imparatoru Hüsrev Perviz’in
    Bizanslılara saldırma sebebi oldu. imparator Maurice, Perviz’in dostuydu ve
    Perviz aslında Bizans imparatorunun yar­dımıyla İran tahtını ele geçirmişti.
    Perviz bu sebeple âsi Phocas’tan öç ala­cağını ilan etli. Nitekim, M.S. 603’lc
    Bizans İmparatorluğuna karşı saldırı­ya geçti. İmparator Hüsrev Perviz’in
    ordusu, Bizanslıları üst üste yenilgiye uğratarak Anadolu’da Urfa’ya ve
    Antakya’ya kadar ve Suriye’de Haleb’e kadar ilerledi. Bizans ileri gelenleri,
    Phocas’ın İmparatorluğu koruyama­yacağını anlayınca, Afrika valisinden yardım
    talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius’ü büyük bir donanma ile
    Constantinople’c gönderdi. Heraclius gelince Phocas tahttan indirildi ve yerine
    Heraclius imparator ilân edildi. Heraclius tahta geçer geçmez, Phocas,
    Maurice’in akibetine uğradı. Bu tarihi hadise 610 senesinde cereyan etti ve aynı
    sene Hz. Muhammed (a.s.) Peygamberlik payesine yükseldi.

    Pers imparatoru Hüsrev Perviz’in başlattığı askeri harekât,
    Phocas’ın ölümünden sonra gerekçesini yitirmişti. Perviz gerçekten manevî babası
    Maurice ve evlâtlarının katili Phocas’tan intikam almayı düşünmüş olsay­dı, onun
    tahttan azl ve katlinden sonra Bizanslıların memleketine yürüme­si için herhangi
    bir sebep yoktu ve artık yeni imparator Heraclius ile sulh ve mütareke
    yapmalıydı. Fakat O’nun amacı başkaydı ve savaşı sürdürdü. İmparator Perviz
    şimdi de savaşa dinî renk vermeye çalıştı ve bunun Hıristiyanlık ile Mecusilik
    arasında bir mücadele olduğunu iddia etti. Perviz’in bu taktiği, askeri gücünün
    birden bire artmasına sebep oldu. Hıristiyan ki­lisesinin, dinsiz ilân ederek
    Hıristiyan camiasının içinden çıkan çeşitli Hıristiyan mezheplere bağlı olanlar,
    örneğin Nasturî ve Ya’kubîler, Mecusîlere bağlılıklarını bildirdiler. Ayrıca,
    Yahudiler de Mecûsîlerin safına katıldı­lar. Böylece Perviz’in ordusunda sadece
    Yahudilerin sayısı 26 bine yüksel­di. Anlaşılan, Heraclius için işler iyi
    gitmiyordu. İlk önce Antakya’nın düştüğü haberini aldı. Sonra, Şam İran
    Ordusunun eline geçti. (613 M.S.) Aradan fazla bir zaman geçmeden İranlılar
    Kudüs’ü zaptettiler ve Hıristiyan dünyasına büyük bir darbe indirdiler. Kudüs’te
    taş üstünde taş bırakıl­madı. 90 bin Hıristiyan katledildi. Mukaddes yerleri
    yerle bir edildi. En mukaddes kiliseleri (Holy Sepulcher) tahrip edildi.
    Hıristiyanların inançla­rına göre, Hz. Îsa’nın çarmıha gerildiği ve öldüğü
    kutsal haç, sökülüp Medâyin’e (İran’a) götürüldü. Başpiskopos Zekeriyya
    tutuklandı ve İran’a götürüldü. Şehrin belli başlı bütün kilise ve ibadet
    yerleri yakıldı, impara­tor Perviz Kudüs’ü ele geçirdikten sonra Heraclius’a
    gönderdiği hakaret dolu mektupta zafer sarhoşluğunun bir örneğini şöyle
    veriyordu:

    “Bütün tanrılardan büyük olan tanrı ve bütün yeryüzünün hakimi
    Hüsrev’den alçak ve şuursuz Heraclius’a… Sen diyorsun ki, ben Rabbıma
    güvenirim. O halde, senin Rabbin neden Kudüs’ü elimden kurtarmadı?”

    Kudüs’ün fethinden sonra İran Ordusu bir sene içinde Ürdün,
    Filistin ve Sina yarımadasının hepsini zaptederek Mısır sınırlarına dayandı. Tam
    bu sırada, Mekke’de tarihi ehemmiyeti bundan çok daha büyük olan Hak ile Batıl
    arasındaki büyük savaş ve mücadele başlamıştı. Tevhid fedaileri, Hz.Muhammed
    Mustafa (a.s.)’in önderliğinde, müşrikler ise Kureyş’li ka­bile reislerinin
    komutasında birbiriyle kapışıyorlardı. Bu amansız mücadelede zâhiren müslümanlar
    hafif kalıyorlardı ve bunların önemli bir bö­lümü, M.S. 615’te yurtlarını terk
    ederek Bizanslıların müttefiki olan Hıristiyan Habeş imparatorunun memleketine
    göç ediyorlardı. O sıralarda herke­sin dilinde İranlı Mecusilerin akıl almaz
    başarıları ve fütuhatı vardı. Mek­ke’li müşrikler de durumdan pek memnun
    görülüyor ve şöyle diyorlardı. “Gördünüz mü? İran’da ateşe tapanlar
    Hıristiyanlara nasıl ders veriyorlar? Vahiy ile peygamberliğe inanan
    Hıristiyanların ne hâle geldiğini gördünüz mü? Biz Arap putperestleri de
    dininizi silip süpüreceğiz.”

    İşte bu şartlar altında Rûm suresinin söz konusu ayetleri indi
    ve bu ayetlerde Rum (Bizanslıların)ların mağlup olduğu ama birkaç sene sonra
    tekrar galip gelecekleri belirtilerek şöyle ilâve edildi: “Dundan evvel ve
    bundan sonra emir Allah’ındır. O gün müminler ferahlayacaklar. Allah, nusretiyle
    dilediğine yardım eder” (Âyet; 4-5). Bu ayetlerde bir değil, iki gaybî haber
    vardır. Birincisi, Rumlar (Bizanslılar) tekrar galip gelecek. İkincisi,
    müslümanlar da büyük bir zafer kazanacaklardır. Bu her iki gaybî haberin
    gerçekleşmesi için görünürde herhangi bir işaret yoktu. Bir yandan, Mekke’de
    sürekli baskı altında tutulan ve tehdit altında bulunan bir avuç müslüman vardı,
    ki galip gelmeleri için hiçbir imkân ve ihtimâl görülmüyordu. Nitekim, zafer
    kazanmaları için 8 yıllık bir zamanın geç­mesi gerekti. Diğer yandan,
    Bizanslılar vardı ki üst üste yenilgiye uğru­yorlardı ve kurtulma ümitleri hiç
    görülmüyordu. Nitekim, MS. 619’a ka­dar bütün Mısır İranlıların hakimiyetine
    geçti. Sadece bu değil, İran bir­likleri Libya’da Trablusgarb’ın kapısına
    dayanmışlardı. Anadolu’da da İranlıların ilerleyişi devam ediyordu ve Bizans
    kuvvetleri yenile yenile boğaza kadar geri çekilmişlerdi. M.S. 617’de Mecûsîler
    İstanbul’un Kadı­köy semtine kadar ulaşmışlardı. İmparator Heraclius, durumun
    ümitsiz ol­duğunu görerek İmparator Hüsrev Perviz’e özel elçisini gönderdi ve
    sulh teklifinde bulundu. Heraclius ne pahasına olursa olsun, İran’lılar ile sulh
    yapmaya hazırdı. Ama mağrur Pers İmparatoru Perviz bu sulh teklifini şu sözlerle
    geri çevirdi: “Artık Heraclius zincire vurularak önüme getirilince­ye ve diz
    çökerek çarmıha gerilen tanrısından vazgeçip Ateş tanrısının itaatini kabul
    edinceye kadar savaşı durdurmayacağım.” İmparator Heraclius öylesine ümitsiz
    kalmıştı ki, İstanbul’u terk edip Tunus’un Kanaca kentine kaçmaya karar verdi.
    Kısacası İngiliz tarihçisi, Gibbon’un dediği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in söz konusu
    müjdesine rağmen 7-8 sene durum öyle ümit kırıcıydı ki, Bizanslıların İranlılara
    tekrar galip gelebilecekleri düşü­nülemezdi bile.[1]
    Bizanslıların İranlılara galip gelmesi bir yana, ayakta durmaları ve deve
    vermesi kararlaştırıldı.

    Kur’ân-ı Kerim’in yukarıdaki ayetleri indiği zaman Mekke’li
    kâfirler bunları iyice alaya aldılar. Hatta, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir ile
    bah­se bile girdi. Bahse göre, eğer Bizanslılar üç yıl içinde İranlılara galip
    ge­lirse, Übeyy bin Halef, Hz. Ebû Bekir’e 10 deve verecekti, yoksa Hz. Ebû
    Bekir 10 deve verecekti. Hz. Peygamber (a.s.) bu bahisten haberdar olun­ca,
    Kur’ân-ı Kerîm’de “Fi bid’i sinîne” kelimelerinin kullanıldığını ve Arapçada
    “bid’i” kelimesinin “10’dan az” anlamına geldiğini, dolayısıyla bahsin 10 yıldan
    az şartıyla olması gerektiğini Hz. Ebû Bekir’e tavsiye et­ti. Buna göre Hz. Ebû
    Bekir, Übeyy ile tekrar görüştü ve yeni bir bahse tutuştular. Buna göre, 10 yıl
    içinde hangi taraf yenilirse onun karşı tarafa 100 deve vereceği
    kararlaştırıldı.

    M.S. 622’de Hz. Peygamber, birkaç fedakâr arkadaşıyla birlikte
    Mek­ke’den Medine’ye hicret ederken, İmparator Heraclius ta İstanbul’dan
    Ka­radeniz yoluyla Trabzon’a hareket etti ve oradan İranlıları arkadan vurma­yı
    plânladı. Bu büyük taarruz için Kilise’den yardım istedi. İmparatorun isteği
    üzerine Başpiskopos Serjius, Hıristiyanlığın Mecusilikten kurtarılma­sı için
    kiliselerde toplanan büyük servetleri kendisine faizle borç olarak verdi.
    Heraclius karşı taarruzunu 623’te Ermenistan’dan başlattı ve müteâkip sene
    (624’de) Azerbaycan’a girerek Zerdüşt’ün doğum yeri olan Urmiye’yi yağmaladı ve
    İranlıların en büyük ateş yerini tahrib etti. Allah’ın kudretine bakın, aynı
    yıl, müslümanlar Bedir savaşında Mekke’li müşrik­leri ilk defa bozguna ve
    hezimete uğrattılar. Böylece, Rûm suresinde veri­len iki müjde de 10 yıllık süre
    bitmeden gerçekleşmiş oldu.

    Bundan sonra başarı ve zafer pusulası devamlı olarak
    Bizanslıların ta­rafına dönmeye başladı. İki ordu Ninova (627)’da karşı karşıya
    geldiler. Bu savaşla Binazslılar kesin bir zafer kazanıp İranlıların askeri
    gücünün ‘ belini kırdılar. Bizanslılar, İranlıları kovalayıp İran’lı
    hükümdarların din­lenme yeri olan Desgerd’e girerek büyük katliam ve yağma
    yaptılar. Niha­yet Pers İmparatorluğu’nun merkezi olan Taysafun (Clesiphon)’un
    kapısı­na dayandılar. M.S. 628’de bizzat İran İmparatorluk hanedanında
    huzur­suzluk ve ayaklanma oldu. Hüsrev Perviz zindana atıldı. Gözlerinin önün­de
    18 çocuğu öldürüldü. Kendisi de zindandaki acılara dayanamayarak öl­dü. Aynı yıl
    Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekke’li müşrikler arasında Hudey­biye anlaşması
    imzalandı, ki Kur’ân-ı Kerim bunu “büyük zafer” olarak nitelendirmiştir. Aynı
    yıl, Hüsrev Perviz’in oğlu II. Kubâd fethedilen bü­tün Bizans topraklarını ve
    Kudüs’ten getirilen çarmıhı Heraclius’a geri vererek kendileriyle sulh muahedesi
    yaptı. M.S. 629’da Heraclius geri alı­nan Çarmıh’ı yerine yerleştirmek üzere
    şahsen Kudüs’e gitti ve aynı sene Hz. Peygamber ve yanındakiler Hicret’ten sonra
    ilk umreyi edâ etmek üzere Mekke’ye gittiler.

    Zaten bundan sonra, Kur’ân-ı Kerim’in bu müjdelerinin doğru
    olduğu­na hiçbir şüphe kalmadı. Müşriklerin bir çoğu bunun üzerine İslâmiyet’i
    kabul ettiler. Übeyy bin Halefin vârisleri, bahsi kaybettikleri için Hz. Ebû
    Bekir’e l00 adet deve vermek zorunda kaldılar. Hz. Ebû Bekir bu develeri alarak
    Hazreti Peygamber (a.s)’in yanına gitti. Rasûlullah (a.s.) buyurdu­lar ki,
    “bunlar sadaka verilsin. Çünkü bahse girildiği zaman kumar ve benzeri şeylerin
    yasaklandığına dair şer’î emir gelmemişti. Ama bu emir şimdi varolduğu için bu
    develer sadaka verilmelidir.” Yani, Arap kâfirler­den bahiste kazanılan malların
    alınması, ancak kendi kullanmayıp başka­larına sadaka verilmesi emredilmişti:

    “… O gün, müminler ferahlanacaklar. Allah nusretiyle
    dilediğine yardım eder.” (Rum; 4-5)

    İbn-i Abbas, Ebû Sa’id Hudrî, Süfyân-ı Sevrî, Süddî vd.nin
    ifadelerine göre Bizanslıların İranlılara ve müslümanların Bedir savaşında
    müşriklere karşı kazandıktan zafer aynı zamanda olmuştu. Bu sebeple, müslümanlar
    çifte mutluluk yaşıyorlardı. İran ile Bizans tarihinde de benzeri kayıtlara
    rastlanmaktadır. M.S. 624’de Bedir savaşı oldu ve aynı yıl imparator Heraclius,
    Zerdüşt’ün doğduğu yeri yağma etti ve İran’ın en büyük mâbedi ile ateş yerini
    tahrip etti

    11.1.1.17. Firavun’un
    Nâşının Mumyalanması
    [2]

    “Bundan sonra Biz sadece senin naaşım muhafaza edeceğiz, ki sen
    gelecek nesiller için bir ibret nişanesi olasın.” (Yunus; 92)

    Firavun’un mumyasının suda yüzerken çıkarıldığı yer Sina
    yarımada­sının batı kıyısındadır. Buna bugün Cebel-i Fir’avn (Fir’avun tepesi)
    deni­lir. Buraya yakın bir yerde yerlilerin “Firavn Hamamı” dediği bir kaplıca
    da vardır. Kaplıca, Ebû Zeyneme’den birkaç kilometre kuzeyde bulunuyor. Bölge
    halkı, Firavun’un mumyasının işte burada bulunduğunu söylüyor.

    Çağımızın ara sunmalarına göre, Hz. Musa (a.s.) zamanında
    yaşamış Firavn olduğu sabit olan, boğulan Fir’avun bu ise, bunun naaşı halen
    Ka­hire’deki müzede herkesin ziyaretine açıktır. 1907’de Sir Grafton Elliot
    Smith, Firavunun mumyasının sargılarını açtığı zaman ceset üzerinde bir tuz
    tabakasının olduğunu tesbit etmişti. Bu tuz tabakası, Firavun’un deniz suyu veya
    tuzlu suda boğulmasının bir belirtisiydi.

    Cenab-ı Allah’ın Yunus sûresinde dediği gibi, Rabbimiz ders
    verici işaretler göstermeye devam ediyor, ancak en büyük ibret nişanelerini bile
    gördükten sonra insanların gözleri açılmıyor.

    11.1.1.18. Ye’cuc,
    Mecûc’ların Dünyayı Altüst Edecek İstilâsı

    Ye’cuc ile Me’cûc’dan, Rusya ile Çin’in kuzeyindeki Moğol,
    Tatar, Hun ve İskit kavimleri kastedildiği söylenir. Bu vahşi kavimler tarih
    ön­cesinden beri güneyde ve batıdaki medeni uluslara saldıragelmişlerdir. Bu
    kavimlerin istilâlarından kurtulmak için Kafkasya, Derbend ve Daryal’da kale,
    duvar ve müstahkem yerlerin yapıldığı tarih kitaplarında yazılıdır. Ye’cuc,
    Me’cuc veya başka bir deyimle Moğol ve Hunlarla İskitler’in bir sel gibi
    Asya’ya, Avrupa’ya ve diğer bölgelere inmelerini önlemek ama­cıyla bazı diğer
    engeller de inşa edilmişti, İncilin Hz. Îsa’nın doğumuyla ilgili kitabının 10.
    bölümünde bu kavimlerin Hz. Nûh (a.s.)’un oğlu Yafes’in soyundan geldiği
    kaydedilmiştir. Müslüman tarihçiler de aynı görüşteler. Hazkiel’ın eserinde
    (Bölüm: 38-39), bu ulusların yaşadığı böl­gelerin, Rusya’nın Ortobel (Bugünkü
    Tobalsk) ve Minsk (bugünkü Mos­kova) olduğu belirtilmiştir. İsrailli tarihçi
    Jostfus, Ye’cuc ile Mecûc’lardan İskitlerin kastedildiğini beyan etmiştir. Bu
    tarihçi, bunların Karadeniz’in kuzeyinde ve doğusunda yaşamış oldukların
    belirtmiştir. Jarom ise Me’cûc’ların Kafkasya’nın kuzeyinde Hazar denizinin
    çevresinde yaşadık­larını açıklamıştır.

    Ye’cuc ve Me’cuc’un serbest bırakılacağına ilişkin Kur’ân-ı
    Kerim’de yer alan ifadenin anlamı, söz konusu vahşi ulusların aç kurt gibi
    medeni ülkeleri istila ölmeleridir. Yine Kur’ân-ı Kerim’in “Hakkın vaat ettiği
    za­manın yaklaştığı” ifadesinin anlamı, vahşi kavimlerin dünyayı sarsan
    istilâsının kıyamete yakın bir zamanda gerçekleşmesidir. Bu ifade, Hazre­ti
    Peygamber (a.s.)’in bir hadisiyle daha açıklık kazanmış olur. Bahse ko­nu olan
    hadis, Müslim’de, Hüzeyfe bin Esîde-Gifâri tarafından rivayet olunmuştur. Bu
    hadiste, aşağıdaki 10 işaret girilmeden kıyametin gelme­yeceği kaydedilmiştir:
    “Duman, Deccâl, Dâbbe-tül Ârz (bir çeşit hayvan), güneşin batıdan doğması Meryem
    oğlu Îsa’nın dünyaya gelişi, Ye’cucun istilâsı ve üç büyük toprak kayma olayı.
    (Biti doğuda, ikincisi batıda ve üçüncüsü, Arap yarımadasında) ve en son,
    insanların Mahşer’e kaçmasına yol açan Yemen’deki büyük bir yangın.” (Yani,
    bundan sonra ancak kıya­met vardır.) Başka bir hadise göre, Rasûlullah [a.s.)
    Ye’cuc ile Me’cuc’un saldırısından bahsederken şöyle buyurdular: O sırada
    kıyamet, tıpkı ge­beliğin son safhasında olan hamile bir kadının ne zaman çocuk
    doğuraca­ğının belli olmadığı kadar bize yakın olacaktır.’ Fakat gerek Kur’ân-ı
    Ke­rim gerekse hadis-i şeriflerde, Ye’cuc ve Mecüc’ler ile ilgili geçen
    ifade­lerde, bunların ayrı ayrı mı yoksa birlikte bir felâket gibi mi insanlara
    çö­kecekleri açıklıkla belirtilmemiştir. Belki de kıyamete yakın bir zamanda bu
    iki vahşi kuvvet birbiriyle çarpışıp dünyalılara heyecanlı anlar yaşata­bilir ve
    büyük çalkantılara yol açabilirler.

    11.1.1.19.
    Yahudilerin Rezil ve Çaresiz Olması

    Kanaatim odur ki, Kur’ân-ı Kerîm’in “Duribet aleyhim-üz zilleti
    vel-meskenetu” yani, Yahudilerin rezil ve miskin olmalarına dair haberi
    Yahudilerin ilelebet lânetlenmiş olarak yaşayacakları anlamındadır. Yahudiler
    kıyamete kadar rezil ve zelil olacaklardır. Bu sözler belki de bugün biraz
    yadırganabilir. Hele İsrail devletinin artan gücü ve etkinliği bu sözlerle
    bağdaşmamaktadır. Ama bence bu durum geçicidir. Filistin toprakları üzerinde
    bağımsız bir İsrail devletinin kurulması durumu değiştirmez. İs­rail’in şımarık
    bir çocuk gibi ona buna saldırması ve Ortadoğu’da daimi bir huzursuzluk kaynağı
    olması da gerçekleri yanıltamaz. Kur’ân-ı Ke­rim’in ayeti geçici bir devreye ait
    değildir. Burada anlatılan, Yahudilerin genci durumudur ki; 1300 yıl öncesinden
    kıyamete kadarki geniş zaman çerçevesinde incelenmelidir. Bu ilâhî hüküm;
    fertlere, belli bir gruba ve memlekete mahsus olmayıp Yahudi milletinin tümünün
    genel durumunu kapsamaktadır. Onun için, Hazreti Peygamber (a.s.) zamanından ta
    kıya­mete kadar olan zaman süreci içinde Yahudilerin bir veya bir kaç grubu­nun,
    dünyanın bir köşesinde bir toprak parçasına sahip olması veya hükü­met ve
    iktidarı haiz olmasının tamamıyla imkânsız olduğu söylenemez. Aslında Kur’ân-ı
    Kerim’in söz konusu ayetinin hikmetini ve geniş anlamı­nı anlayabilmemiz için,
    Yahudi milletinin Hz. Îsa’dan şimdiye kadarki ta­rihini karıştırmamız
    gerekecektir. Bu tarihi ve bugün de Yahudilerin, dün­yanın çeşitli
    memleketlerindeki vaziyetini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, İlâhî Kelâm’ın
    şu ifadelerinin doğru olduğunu anlarız.

    “Rabbin kıyamet gününe kadar onları fena azapla cezalandıracak
    kimseleri göndereceğini hüküm ve ilân etti…” (A’râf; 167)

    “Nerede olursa olsunlar, üzerlerine zillet vurulmuştur. Ancak
    Allah ve insanlardan eman almakla bu zilletten kurtulurlar…” (Âl-i İmrân; 112)

    Tarih boyunca, bazen sürekli, bazen belli aralıklarla, Yahudiler
    çeşitli hükümdar ve zümreler tarafından baskı altında tutulmuş, katledilmiş,
    der­beder edilmiş, işkence edilmiş, sindirilmiş, yıldırılmış ve kısacası,
    terörize edilmişlerdir. Eğer dünyanın bir köşesinde kısa bir süre için huzur
    içinde ve korkusuzca yaşayabilmişlerse, bu da Allah’ın inayetiyle olmuştur.
    Al­lah bazen onlara fırsat vermiş ve bazı devlet ve kuvvetlerin himayesinde
    rahat nefes alabilmişlerdir. Bilindiği gibi, bugünkü İsrail devleti İngiltere
    ile Amerika Birleşik Devletleri’nin karanlık emelleri sayesinde vücut bul­muş ve
    ABD’nin desteğiyle yaşamaktadır. Nitekim, ABD, İsrail devletine sağladığı askeri
    ve ekonomik yardımı gerçekten keserse bu Yahudi devleti bir gün bile ayakta
    kalamaz. Bence, Cenab-ı Allah bu milleti tamamıyla anadan kaldırmaya? bunun
    herkese ve bilhassa müslümanlara bir ibret ni­şanesi olarak kalmasını istiyor.
    Allah’ın gazabı ve azabı devam etseydi, Yahudi milleti çoktan tarihe karışırdı.
    Fakat Allah bir yandan bu milletin hırpalanması, bir yandan da can çekişerek de
    olsa yaşamasını mümkün kılmıştır, ki hepimize ibret olsun. Böylece, Kur’ân-ı
    Kerîm’in “Lâ yemütü fîhâ velâ yahya” ifadesine uygun olarak bu millet dünyada
    yaşamaya de­vam ediyor.

    11.2. HADİS’TE YER ALAN GELECEKLE
    İLGİLİ HABERLER

    Hz. Habbâb (r.a.) diyor ki, bir gün Rasûlullah (a.s.) Kâbe’nin
    gölge­sinde istirahat ediyordu. Huzuruna yaklaşarak kendisine seslendim: “Ya
    Rasûlullah zulüm (Mekkelilerin zulmü) son haddini buldu. Niçin Allah’a dua
    etmiyorsunuz?” Bunu işitince Rasûlullah (a.s.)’ın yüzünde kızgın­lık belirtisi
    görüldü ve bana dediler ki, “sizden önceki iman sahiplerine daha çok zulüm
    yapılmıştır. Kemikleri tırmıklarla tırmalanırdı. Başları testerelerle kesilirdi,
    ama yine de dinlerinden dönmezlerdi. Bana inan, bu işi Allah iyi
    tamamlayacaktır. Ve öyle bir gün gelecek ki, bir kişi San’a’dan Hadramut’a kadar
    korkusuzca yolculuk edebilecek ve Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır. Ama
    siz acele hareket ediyorsunuz.” (Buhârî).

    11.2.1. Arabistan
    ve İran’a Hakimiyetin Şartı

    Ebû Tâlip, Hz. Muhammed (a.s.)’i yanına çağırdı ve kendisine
    dedi ki, “yeğenim, bak senin tanıdığın adamlar bana geldiler. Onlar seninle Edil
    bir konuda anlaşmak istiyorlar. Böylece aranızdaki kavga bitmiş olacak­tır.”
    Bundan sonra Ebû Talip, Kureyş’li kabile reislerinin kendisine söyle­diklerini
    iletti. Rasûlullah (a.s.) cevap verdiler: “Amcacığım, ben onlara öyle bir kelime
    (yi şehadet) sunuyorum ki, kabul ederlerse Arabistan on­ların hakimiyetine
    girer, Acem (İran) de onlara tabi olur.”

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bu buyruğu muhtelif sahabeler tarafından
    muhtelif şekilde nakledilmiştir. Gerçi bu hadislerde kullanılan bazı keli­meler
    değişiktir; ama ana tema aynıdır. Yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) özetle
    şunları söylemiştir: “Ben size (Mekke’li kabile reisleri) öyle bir kelime
    sunabilirim ki, bunu kabul ettiğiniz takdirde Arabistan ile İran’a hakimiyet
    kurabilirsiniz. Hâl böyle iken, sizin âdil olarak tanımladı­ğınız konu mu
    önemlidir yoksa, bu tek kelime mi? İyiliğinizi isterseniz bu kelimeyi kabul
    edin. İstemiyorsanız, sizi zorlayacak değilim. Ama beni rahat bırakın, ben kendi
    Allah’ıma ibadet etmeye devam edeyim.”

    11.2.2. Kureyş’in
    Siyasi İktidarı

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in gaybî haberlerinden biri de
    Kureyş’in si­yasi iktidarıyla ilgiliydi. Rasûlullah (a.s.) Kureyş’lilerin kendi
    ahlâklarını bozmadıkları, dine hizmetlerini sürdürdükleri ve aralarında işin
    ehli olan iki kişi bile kaldıkları müddetçe, siyasi iktidarı ellerinde
    bulunduracakları­nı belirtmişti. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu siyasi basiret ve
    tahmini o kadar isabetliydi ki Kureyş’liler yüzyıllarca iktidarda bulundu, mevki
    ve makam sahibi oldular. Dört râşit halife Kureyş kabilesindendiler ve Emevîler
    de Kureyşlilerden başka değillerdi. Abbasi saltanatını kuranlar da
    Kureyş’lilerdi. Ayrıca, Kureyş’lilerin bir kolu İspanya’ya giderek muazzam bir
    sal­tanat ve medeniyet tesis etli, bir başka kolu da Mısır’a giderek Fatımî
    Devleti’nin temelini attı.

    11.2.3. Cihâd
    Devam Edecektir

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bir hadisi şöyledir: “Ümmetimde cihâd
    kıya­mete kadar devam edecektir. Bunu ne bir adil (kişinin)’in adaleti ne bir
    zâlimin zulmü ortadan kaldırabilecektir.”

    İslâm’ı canlandırmak ve ihyâ etmek isteyen bütün kişi ve gruplar
    bu noktadan hareket etmiş ve her türlü muhalefet ve güçlüklere rağmen yol­larına
    devam etmişlerdir.

    11.2.4.
    Müslümanlar, Yahudi ve Hıristiyanlar Gibi Bozulacaklardır

    Hz. Peygamber (a.s.)’in geleceğe ait haberlerinden biri de,
    zaman iler­ledikçe müslümanlarda zaaf ve bozukluğun görülmesiyle ilgilidir. Hz.
    Peygamber (a.s.) müslümanların eninde sonunda Yahudiler ile Hıristiyanların
    yolunu tutacaklarını ve onlar gibi bozulacaklarını söylemiştir. Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’in ifadesine göre, eğer Yahudiler ile Hıristiyanlardan biri an­nesiyle
    zina etmişse, Müslümanlardan biri de öyle yapacaktır, Bu hususta bir başka
    hadisin sözleri aynen şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki; siz de eninde
    sonunda geçmiş ümmetlerin yolunu tutacaksınız, hatta eğer onlar timsahın
    deliğine girmişse siz de aynı deliğe gireceksiniz.” Sahabe­ler sordular, “Ya
    Rasûlullah, bundan Yahudiler ile Hıristiyanlar mı kastedi­yorsunuz?”. Rasûlullah
    (a.s.) buyurdular: “Ee, başka kim olabilir ki?”

    11.2.5. Müslüman
    Ümmetinin Gelecek Tarihi

    Müslümanların, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ne olacakları ve
    ge­lecekte dünya milletlerinin tarihinde ne gibi bir rol oynayacaklarına dair
    gaybî haberlerin sayısı çoktur ve bunlar Müslim, Tirmizî, İbn Mâce ve Müstedrek
    gibi çeşitli hadis kitaplarında yer almışlardır. Ama biz burada, İmam Şâtibî’nin
    “Muvafakât”ta ve Mevlânâ İsmail Şehîd’in, “Mansıb-ı İmâmette naklettikleri
    hadisi daha ilginç bularak aktarıyoruz:

    “Dininiz nübüvvet ve rahmetle başlamıştır. Bu nübüvvet, Allah
    istedi­ği sürece devam edecektir. Daha sonra Allah (cc.) bunu kaldıracaktır.
    Sonra nübüvvet yerine halifelik geçecektir;[3]
    Allah dilediği sürece. Son­ra Allah bunu da kaldıracaktır. Sonra, Allah istediği
    müddetçe, kötü huylu padişahlık (levam edecektir. Sonra Allah bunu da
    kaldıracaktır. Daha son­ra Cebirin hakimiyeti olacaktır ve bu da Allah’ın
    dilediği müddetçe ayakta duracaktır. Sonra bu da ortadan kaldırılacaktır. Sonra
    yine, nübüvvet şek­linde halifelik tesis edilecektir. Bu, İnsanlar arasında
    sünnete göre hareket edecektir, ve İslâmiyet yerde kök salacaktır. Bu hükümetten
    göktekiler de, yerdekiler de memnun olacaklardır. Gök, alabildiğince bereketini
    yağdıra­caktır ve yer de karnındaki bütün hazinelerini dışarıya çıkaracaktır.”

    Bu hadisin dayanaklarının kuvvetli olup olmadığını bilmiyorum.
    Ama anlamına bakılırsa, aynı konuyu işleyen birçok hadis hemen hemen aynı
    ifadelerle nakledilmiştir. Görüldüğü gibi, yukarıdaki hadiste beş ayrı dö­nemden
    bahsedilmiştir. Bunlar tarihin beş aşamasıdır. Bunlardan üçü şim­diye kadar
    geçmiştir ve dördüncüsünden geçmekteyiz. Hadisin sonunda müjdesi verilen beşinci
    döneme ilerde rastlanması muhtemeldir. Zaten şartlar tarihimizi ve dünyamızı
    beşinci aşamaya doğru itmektedirler, insanların yaptığı ve geliştirdiği bütün
    “izm”ler denenmiş ve bunların foyası meydana çıkmıştır. Bu sebeple, insan
    soyunun tekrar İslâmiyete dönmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

    11.2.6. Hâkim
    Sınıf veya Yöneticilerin Bozulması

    “Benden sonra bazıları iktidara geleceklerdir. Onların yalanını
    teyit eden ve zulümlerini destekleyen benden değildir ve ben de ondan deği­lim.”
    (Nesâî, Kitab-ül Bey’a Bölüm: 34-35)

    “Kısa bir zamanda, ellerinde sizin rızkınız olan kişiler size
    hâkim olacaklardır. Sizinle konuşurken yalan söyleyeceklerdir, iş yaparken kötü
    işler yapacaklardır. Siz onların kötülüklerini övmediğiniz ve yalanlarını tasdik
    etmediğiniz müddetçe sizden razı olmayacaklardır. Onun için, siz, onların
    dayanabildikleri sürece kendilerine Hakk’ı sunmaya çalışın. Fa­kat onlar bu
    sınırları tecavüz ederlerse, üzerinde (onlar tarafından) öldü­rülen kişi şehit
    olacaktır.” (Kenz-ül Ummâl, c. VI, s. 347)

    11.2.7. Din’in
    İhya Edilmesi

    Sünen-i Ebû Davud’da Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyet elliği şu
    hadise bakın: “Allah (cc.) her yüzyılın başında bu ümmet için, dini ihyâ edecek
    olan şahsiyetler yaratacaktır.”

    Maalesef, bazı kimseler bu hadiste beyan edilen “dinin ihyâ
    edilmesi” deyimini çok yanlış anlamışlardır. Bu kimseler her yüzyılın başı ve
    so­nunda mutlaka bir tek “müceddid”in (din’i ihya eden, yenileyen) doğduğu­nu
    farz etmişlerdir ve buna göre İslâmiyet’in doğuşundan beri her yüzyılın başında
    bir “müceddid” aramaya çalışmışlardır. Hadis’te geçen Arapça “re’s” kelimesi
    mutlaka “uç veya baş” anlamına gelmelidir. Aynı şekilde geçen “men” kelimesi de
    bir tek kişiye mahsus bir deyim değildir. Burada yüzyılın başında değil de
    yüzyıla damgasını vuran kişi desek daha doğru olur. Yani bu kişi o asrın ilim,
    fikir ve akımlarına kendi damgasını vur­muş olmalıdır. Ayrıca, Arapçada ‘men’
    kelimesi hem tekil, hem çoğul için kullanıldığı için müceddid, “bir tek kişi” de
    olabilir, “birkaç kişi” de, hatta bu bir grup ve topluluk da. Bu açıklamadan
    sonra, sanıyorum her asrın ba­şında ve sonunda birer müceddid aranmasına ihtiyaç
    kalmayacaktır. Cenâb-ı Rasûlullah (a.s.)’ın demek istediği şudur. İnşallah,
    İslâm tarihinin her yüzyılında ve döneminde, cahiliyye’nin karşısına dikilecek
    ve İslâmiyet’i gerçek ruh ve yapısıyla canlandıracak ve tesis edecek kişi ve
    toplu­luklar her zaman bulunacaktır. O halde, her yüzyılda bir değil, birçok
    mü­ceddid olabilir ve bir tek İslâm ülkesinde değil, birçok ülkede olabilir.
    Di­ni ihyâ ve tesis etmeye çalışanlara mutlaka “müceddid” ünvanı verilmesi de
    şart değildir. Bu ünvan ve şeref dine ancak büyük hizmetlerde bulun­muş ve bu
    uğurda eşi görülmemiş fedakârlıklarda bulunmuş olan kimseye verilebilir.

    11.2.8.
    Müslümanlar Arasında Nifak ve Anlaşmazlık

    Rasûlullah (a.s.)’ın bir hadisi şöyledir: “Çok yakın bir zamanda
    üm­metim 72 fırkaya bölünecektir. Bunlardan sadece biri kurtulmuş olup, be­nim
    ve sahabelerimin yolunu takip edecektir.”

    Hadislerde, birçok fitne ve fesadın belireceğine dair gelecekle
    ilgili bilgiler vardır. Bunların maksadı, iman sahiplerini geleceğin
    yanlışlıkları­na karşı uyarmaktır.

    11.2.9. Mehdî’nin
    Ortaya Çıkmasıyla İlgili Haberler

    Mehdî’nin ortaya çıkışıyla ilgili hadisler, hadis eleştirmenleri
    tarafın­dan büyük eleştiriye uğramışlardır. O kadar ki, ulema ve fakihlerin
    önemli bir bölümü, Mehdî’nin hiç gelmeyeceğine kanaat getirmiştir. Bu konu
    ya­kından incelendiğinde de Mehdî ile ilgili rivâyetlerin çoğunun Şiîlerden
    kaynaklandığı görülecektir. Tarihe bakıldığında ise, her zümre ve grubun bu
    hadisleri kendi din ve siyasî emellerine âlet ettiğine şahit olunur.

    Kanaatimce, salt Mehdî diye bir zâtın ortaya çıkacağına dair
    haber doğrudur. Fakat bununla ilgili tafsilâta pek güvenilmez. Bu tafsilât
    sanı­rım, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek sözlerine sonradan eklenmiştir.
    Ni­tekim, çeşitli zamanlarda vaad edilen Mehdî”nin[4]
    gelişine dair asılsız id­dialara ve sahte Mehdilerin ortaya çıkışına işte bu tür
    etraflıca açıklamalar yol açmıştır. Her sahte Mehdî, müslümanları kandırmak ve
    aldatmak için hadiselere sonradan yapılan bu eklemelerden medet ummaya
    çalış­mıştır.

    Ben Mehdî ile ilgili Hazreti Peygamber (a.s.)’in hadislerini
    enine bo­yuna inceledim. Bu tür hadisler gaybî haberler kategorisine girdiği
    için, Rasûlullah (a.s.)’ın muhtelif gaybî haberlerini az çok araştırdım. Bu
    çalış­malarıma dayanarak söyleyebilirim ki, Mehdî ile ilgili Rasûlullah
    (a.s.)’ın haberleri ile diğer gaybî haberler arasında önemli bir fark vardır.
    Hz. Pey­gamber (a.s.) diğer konularda gelecekle ilgili bilgiler verirken hiçbir
    za­man böylesine teferruat vermemiş veya kesin konuşmamıştır. Mehdî ko­nusunda
    Hz. Peygamber (a.s.)’in ifadesinde oluşan bu değişiklik ister iste­mez içimizde
    bir takım şüpheler uyandırıyor.

    Mehdî ile ilgili hadisler bir arada incelendiğinde aralarında
    bir hayli tutarsızlık, çelişki ve farklı ifadelerin bulunduğu göze çarpar.
    Ayrıca, Ehl-i Beyt, Emevî ve Abbasi hanedanları arasındaki siyasi mücadelenin
    tarihi­ni göz önünde bulunduran bir kişi, Mehdî konusunda her tarafın kendine
    göre bazı hadisler ileri sürdüğüne tanık olur. Bu hadisleri nakledenlerin
    çoğunun şu veya bu tarafa bağlı olduğu da bir gerçektir. Bu sebeple, bu
    hadisleri nakleden veya bu hususla diğer rivayetleri anlatanların objektif
    davrandığı söylenemez. Meselâ, bazı hadislerde “siyah bayraklar”dan söz
    edilmiştir. Bu gibi ayrıntıların sonradan hadislere sokulduğu apaçık orta­dadır.
    Zira, tarih kitaplarından Abbasilerin siyah bayraklara ne kadar me­raklı ve
    bağlı oldukları bilinmektedir. Ayrıca, söz konusu hadislerle, Ab­basilerin,
    Halife Mehdî Abbasî’yi, vaadedilen Mehdi olarak takdim ettik­leri tarihî bir
    gerçektir.

    11.2.10.
    “Müceddid-i Kâmil” in Yeri

    Tarihe bakılırsa, şimdiye kadar bir “Müceddid-i Kâmil”, yani
    gerçek anlamda tam bir müceddidin doğmadığı görüşüne varırız. Belki de bu
    şe­ref, Emevî halifelerinden Hz. Ömer bin Abdülaziz’e verilebilirdi. Ama kendisi
    siyasi hayatta tam bir başarı kazanamadı ve mukaddes vazifesini tamamlayamadan
    bu dünyadan göç etti. Bundan sonra ne kadar müceddid doğduysa, hepsi belli bir
    sahada ve sınırlı bir alanda çalışmalar yaptılar. Tam manasıyla dini ihyâ
    edecek, her alanda devrim yapacak ve tam bir başarı kazanacak kâmil bir müceddid
    maalesef şimdiye kadar dünyaya gelmemiştir. Fakat hem akıl ve mantık, hem tabiat
    kanunları ve dünyanın gidişatı böyle bir müceddid veya önderin doğmasını
    gerektirmektedir. Bu lider ister şimdi, ister birkaç yıl, ya da binlerce yıllık
    süreçte doğsun, ama mutlaka doğmalıdır ve inşallah doğacaktır. İşte bu liderin
    adı “El-İmâm-ul Mehdî” olacaktır, ki bu hususta Hz. Peygamber (a.s.)in açık ve
    sarih ha­disleri vardır.

    Bugün bazı bilgisiz kimseler, Mehdî adını duyar duymaz kaşlarını
    ça­tar, omuzlarını silkeler. Bu kimselere göre, vaad edilen ve beklenen bir
    “Mükemmel Önder” veya “Kâmil Müceddid”, müslümanlara olumsuz etki yapmış ve
    onların pasif ve hareketsiz kalmalarına yol açmıştır. Bu sebeple bu kimseler,
    cahil insanları yanlış düşünceye sevk eden ve hatta hiçbir şey yapamaz hâle
    getiren bir inancın büsbütün ortadan kaldırılmasını savun­maktadırlar. Aynı
    kimseler, bütün dinlerde “gaipten gelecek bir zât” ve bir “kurtarıcı” fikrinin
    bulunduğunu, bu sebeple, Mehdî ile ilgili İslâm dinin­deki inancın da pek
    ciddiye alınmaması gerektiğini belirtirler. Fakat, Mehdî ile ilgili hadislerin
    sadece, eski dinlerde de benzeri fikirlerin bu­lunduğu gerekçesiyle bir yana
    bırakılacak cinsten olmadığı kanaatinde­yim. Son Peygamber, Hz. Muhammed (a.s.),
    insan ırkının ortadan kalk­ması veya kıyametin gelmesinden önce bütün dünyanın
    dininin bir defa daha İslâm olacağı ve insanların yarattığı bütün “izm”lerin
    başarısızlığın­dan sonra, insanın bilâhare, Allah’ın dinine sığınacağı ve bu
    nimetin, pey­gamberler tarzında çalışarak İslam’ı gerçek anlamda bütün dünyaya
    yaya­bilecek büyük bir önder sayesinde elde edileceğine dair bir bildirimde
    bu­lunmuşsa, bunun yadırganacak tarafının olmadığı kanısındayım. Pek mümkündür
    ki, mükemmel ve kâmil bir müceddid fikri eski peygamberle­rin talimatında yer
    almış, ama câhil kavimlerin cehâleti yüzünden bunun etrafında evham ve hurafe
    ağı örülmüştür.

    11.2.11. Mehdi
    İle İlgili Yaygın Anlayış

    Doğrusunu söylemek gerekirse, umumiyetle imân El-Mehdi’nin
    geli­şine inanan müslümanların görüşü de, Mehdi’nin gelmeyeceğine inanan kişi ve
    çevrelerin düşüncesinden pek farklı değildir. Bu sâf müslümanla­rın inancına
    göre, İmam Mehdi çağdışı bir görünümde ve dervişlerin kıya­fetinde olup birden
    bire, bir medrese, tekke veya kulübeden, başında sarık veya takke ve bir elinde
    tesbih ile çıkagelecektir. Bu Mehdi ortaya çıkar çıkmaz, “ben İmam Mehdiyim”
    diyecektir ve ulema ile din adamları, ellerinde dini kitaplarla bu zâta
    yaklaşıp, bu kitaplardaki tarifelere göre kendi­sinin Mehdi olduğunu teyit
    edeceklerdir. Bundan sonra da müslümanlar akın akın o’na biat edeceklerdir.
    Sonra cihâd ilân edilecek. Bir bayrak ya­pılacak ve bu bayrağın altına bütün
    ulema, din adamları ve diğer ileri ge­lenler toplanacak. Ama burada cihâd ve
    silah kuşanma deyimleri sade mecâzen kullanılmıştır. Yani Mehdî’nin bayrağı
    altındaki topluluk fiilen cihâd etmeyecek ve kılıç kullanmayacak. Her şey manevî
    şekilde olacak ve her şey dua ve Allah’ın rahmetiyle gerçekleşecektir. Her şey
    ilahîlerle halledilecek. Düşmanların kalbi dualarla fethedilecek. Savaşlar bir
    takım dini ibadetlerle kazanılacaktır. Yine dualarla düşmanların tank, tüfek ve
    uçakları yok edilecektir! işte sâf ve sade müslümanlar, İmam Mehdi hak­kında bu
    gibi fikre sahiptirler.

    Fakat, bana sorulursa durum bunun tam aksidir. Bence, Mehdi
    çağdaş bir lider olacaktır. Yani hangi devirde gelirse gelsin o devrin genel örf
    ve âdetine aykırı bir görünümü olmayacaktır. Çağının bütün ilim ve tekniği­ne
    iyice vakıf olacaktır. Hayatın bütün meseleleri hakkında bilgi ve tecrü­be
    sahibi olacaktır. Aklı, zekâsı, siyasî kabiliyet ve savaş tekniğinin bilgi­si
    bakımından herkesten üstün olacaktır. Kısacası, çağın ilericilerini çok geride
    bırakacak bilgi, yetenek ve güce sahip olacaktır. Çok mümkündür ki, bu gerçekten
    çağının meselelerini ve çözümlerini de bilen lider molla ve tekke sahiplerinin
    şimşeğini üzerine çekecektir. Ayrıca, vücutça Mehdî’de bir gariplik olacağını da
    sanmıyorum. Benim gibi, sizin gibi ve hepimiz gibi normal bir insan olacaktır.
    İlk bakışta onun Mehdi olacağını gösteren, vücut yapısında herhangi bir işaret
    ve alâmet olmayacaktır. Ayrıca, bu kişinin kendi kendini resmen Mehdi ilân
    edeceğini de sanmıyo­rum. Belki kendisi de kendisinin vaad edilen Mehdi
    olduğunun farkına varamayacaktır. Ama ölümünden sonra, başardığı büyük işler ve
    dini ihya yolunda kazandığı zaferlerden dolayı, nübüvvet veya peygamberlik
    şeklinde bir halifelik vazifesi yaptığı dost, düşman herkes tarafından
    anlaşıla­caktır.

    Daha önce işaret ettiğim gibi, peygamberlerden başka kimse Allah
    ta­rafından belli bir görev ile geldiğini iddia edemez. Zaten peygamberler­den
    başka kimse nasıl bir görevle dünyaya geldiğini iyice kestiremez. Doğrusu şu ki,
    Mehdilik iddia ile değil, işi başarmakla elde edilir. Bir kişi sadece iddia
    etmek suretiyle Mehdî olamaz. Bence, bu gibi iddialarda bu­lunanlar gibi, bu
    türlü iddiada bulunanlara inananlar da, kendi bilgisizlik ve akılsızlıklarını
    ispatlamış olurlar.

    11.2.12.
    Mehdî’nin Çalışmalarının Niteliği

    Mehdî’nin yapacağı işler hakkındaki görüşüm de yukarıda
    bahsetti­ğim kimselerin düşüncelerinden çok farklıdır. Ben, İmam Mehdi’nin
    çalış­malarında Mu’cize, kerâmet, akıl almaz davranışlar, murakabe, gaipten
    bil­giler, kehânetler, müritlik ve mürşitlik gibi şeylerin de yeri olmadığını
    be­lirtmek isterim. Kanaatim odur ki, bir devrimci liderin dünyada karşılaştı­ğı
    engel ve güçlüklerle İmam Mehdi de karşılaşacaktır. Bu önder ve lider, ruhda ve
    özde İslam olan yeni bir düşünce ekolü ve hareket tarzı belirle­yecektir. O’nun
    başlattığı hareket ve düşünce akımı, kafaları ve insanların yaşantılarını
    temelden değiştirecektir. Başlattığı hareket öylesine büyük ve geniş kapsamlı
    olacaktır ki, hem siyasi ve hem de kültürel nitelikler ta­şıyacaktır. Cahiliyye
    bütün gücüyle O’na karşı koymaya, O’nu yıkmaya çalışacaktır, ama zafer Mehdî’nin
    olacaktır. O öylesine muazzam ve muh­teşem bir İslâm devleti kuracaktır ki, bir
    yandan manevî değeri ve niteliği çok yüksek olacaktır, bir yandan da maddî
    bilimsel ve teknolojik kalkın­ması en üst düzeyde olacaktır. Hadiste de bu
    noktaya temas edilmiştir: “O’nun (Mehdî’nin) hükümetinden hem göktekiler, hem
    yerdekiler razı olacaklardır. Gök alabildiğine bereketlerini yağdıracak, yer de
    içindeki bulun hazinelerini dışarıya çıkaracaktır.”

    Bir gün İslâmiyet’in bütün dünyanın düşünce sistem ve
    odaklarına, medeniyet ve kültürüne ve siyasetine hâkim olacağı yolundaki
    beklenti doğruysa, müthiş önderliğinde bu görkemli devrimin yapılacağı “Büyük
    Lider”in doğuşu da şarttır. Böyle bir liderin ortaya çıkma imkânına şüphe ile
    bakanların aklına şaşarım. Bu dünyada Lenin ve Hitler gibi cahil ve sa­pık
    liderler doğup bütün insanları hakimiyetleri altına almayı düşünebili­yorsa,
    doğru yolda olan, insanlığı barışa ve refaha götürecek bir dünya li­deri neden
    çıkmasın?

    11.2.13. Hz.
    Îsa’nın Dünya’ya Tekrar Gelişiyle ilgili Haberler

    1- “Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.)
    buyurdular: Canıma mâlik olan Zât’a yemin ederek söylüyorum ki, Meryem oğlu
    mut­laka aranıza nâzil olacaktır. O Haç’ı kıracaktır ve domuzu öldürecektir ve
    savaşa son verecektir. (Başka bir hadiste, harp yerine cizye kelimesi var­dır.
    Yani cizye’yi kaldıracaktır). Ve mallar öylesine bollaşacaktır ki bunla­rı
    alacak kimse kalmayacaktır. Ve (durum öyle olacaktır ki İnsanlar Al­lah’ın
    huzurunda) bir secde etmeleriyle her şeyin düşüncesinden kurtula­caklardır.”
    (Buhâri; Kitab-u Ehâdis-il Enbiyâ, Bölüm: Meryem oğlu Îsa’nın inişi, Müslim;
    Meryem oğlu Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm, Tirmizî; Fiten ile ilgili bölümler ve
    Hz. Îsa ile ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed Rivâyet eden: Ebû Hureyre).

    2- Başka bir rivâyet Hz. Ebû Hureyre (r.a.) tarafından şu
    sözlerle nak­ledilmiştir: “Meryem oğlu Îsa dünyaya gelmedikçe kıyamet
    olmayacak­tır.” Bu sözlerden sonra, yukarıdaki hadis nakledilmiştir. (Buhârî,
    Kitab-ul Mezâlim, Kesr-us Sâlib Bölümü, İbn Mâce: Kitâb-ul Fiten, Deccâl Fitnesi
    ile ilgili bölüm).

    3- “Hz. Ebû Hureyre rivâyet ediyor ki bir defasında Rasûlullah
    şöyle buyurdu:

    “Meryem oğlu size inince ve imamınız o zaman sizden olduğu bir
    sı­rada, siz nasıl olacaksınız?” (Buhârî, Kitab-u Ehâdis-il Enbiyâ, Bölüm:
    Îsa’nın inişi, Müsned-i Ahmed, Müslim, Hz. Îsa’nın inişi, Rivâyet eden: Ebû
    Hureyre).

    4- Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet edildiğine göre,
    Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki, “Meryem oğlu Îsa inecek ve domuzu öldürecek ve
    Haç’ı ortadan kaldıracak ve onun için namazlar toplanacaktır. Ve o kadar mal
    dağılacaktır ki, bunları kabul edecek kimse bulunmayacak. O haracı durduracak ve
    Rauha’da (Medine’ye 35 mil uzaklıkta bir yer) konaklaya­cak ve oradan hac ve
    umre edâ edecektir. Ya da her ikisini toplayacaktır.” (Rivâyet edenin bu hususla
    biraz şüphesi vardır). (Müsned-i Ahmed, Ebû Hureyre’nin rivâyetleri, Muslim,
    Kitab-ul Hacc, Bâb-u Cevâz-il Temettü’ fil-Hacc ve el-Kur’an).

    5- Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.)
    (Deccâl’in ortaya çıkışından bahsettikten sonra) şöyle buyurdular: “Müslüman
    onunla (Deccâl ile) savaşma hazırlığı yaparken saflar düzenlerken ve na­maz için
    tekbir getirilmişken, Meryem oğlu Îsa ortaya çıkacaktır ve na­mazda müslümanlara
    imamlık yapacaktır. Ve Allah’ın düşmanı (Deccâl) onu görür görmez, tuzun suda
    eridiği gibi eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) onu kendi haline bırakırsa eriyip
    gidecektir. Ama Allah, onu, O’nun (Îsa’nın) eliyle öldürtecektir ve o (Hz. Îsa)
    mızrağında onun (Deccâl’in) kanı oldu­ğu halde müslümanlara gösterecektir.”
    (Mişkat; Kitab-ül Fiten, Bâb-ul Melâhim, Müslim’e atfen).

    6- “Hz. Ebû Hureyre tarafından rivâyet edildiğine göre, Hz.
    Peygam­ber (a.s.) buyurdular İçi, “Benim ve O’nun (Îsa) arasında başka herhangi
    bir nebi yoktur. O dünyaya inecektir. O halde, O’nu görünce tanıyacak­sınız. O,
    orta boylu, beyaz ve pembe tenli bir kişi olup, sarı bir kıyafet içinde
    olacaktır. O İslâm için adamlarla savaşacak, Haç’ı parça parça edecek ve domuzu
    öldürecektir. Cizyeyi kaldıracak ve Allah, O’nun zamanın­da İslam’dan başka
    bütün dinleri ortadan kaldıracaktır. Ve O (Hz. Îsa) Mesih-i Deccâl’i
    öldürecektir. Yeryüzünde 40 yıl kalacak, sonra ölecektir. Ve müslümanlar O’nun
    cenaze namazını kılacaklardır.” (Ebû Davûd, Ki­tab-ul Melâhim, Deccâl’in ortaya
    çıkışıyla ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed. Rivayet eden: Ebû Hureyre).

    7- “Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivayet ettiği gibi, kendisi
    Rasûlullah’ın şöyle dediğini duymuştur:”… Daha sonra Meryem oğlu Îsa dünyaya
    gele­cektir. Müslümanların lideri (imamı, hükümdarı) kendisine diyecektir ki
    “gelin namaz kıldırın.’ Fakat o diyecektir ki, ‘hayır siz kendiniz birbirinizin
    liderisiniz (Yani lideriniz veya imamınız aranızdan olmalıdır.)’ O (Hz. Îsa) bu
    jesti Allah’ın bu ümmete verdiği şan-ü şeref yüzünden yapacaktır.” (Müslim, Hz.
    Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed. Rivayet eden: Câbir bin
    Abdullah).

    8- “Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd’ın hikâyesini anlatırken)
    rivâyet ediyor ki, Hz. Ömer bin Hattâb, Hz. Peygamber (a.s.)’e şöyle seslendi:
    ‘Ya Rasûlullah bana izin verin, onu öldüreyim.’ Bunun üzerine Rasûlullah de­di
    ki, ‘eğer bu aynı kişi (Deccâl) ise, bunu siz öldürmeyeceksiniz. Onu Meryem oğlu
    Îsa öldürecek. Ve eğer, bu aynı kişi değilse, o zaman siz, sözleşmeli kişilerden
    (zimmîlerden) birini öldürme hakkına sahip değilsi­niz.” (Mişkat, Kitab-ul
    Fiten, İbn Sayyâd’ın hikayesiyle ilgili bölüm, Şerh-üs-Sünne-yi Bağavî)

    9- “Cabir bin Abdullah rivâyet ediyor ki (Rasûlullah, Deccâl’in
    hika­yesini anlatırken dedi ki) “o zaman Meryem oğlu Îsa (a.s.) birden bire
    müslümanlar arasında belirecektir. Sonra namaza kalkılacak ve kendisine, ‘ey
    Ruhullah, gelin namaz kıldırın’ denilecek. Ama o diyecek ki, ‘hayır, si­zin
    imamınız ileri gelsin ve o namaz kıldırsın.’ Sonra, müslümanlar sabah namazını
    kıldıktan sonra Deccâl’a yürüyeceklerdir. Buyurdular, ‘O kezzâb yalancı,
    (Deccâl), Hz. Îsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Ve o (Îsa) ona
    yaklaşıp onu öldürecektir. Öyle bir durum olacak ki, ağaç­lar ile taşlar
    bağıracaklar, ‘bakın ey Ruhullah, bu Yahudi arkamıza saklan­mıştır’. Deccâl’in
    taraftarlarından kimse öldürülmekten kurtulamayacak­tır.” (Müsned-i Ahmed, Hz.
    Câbir bin Abdullah’ın rivayetleri).

    10- “Hz. Nevvâs bin Sem’an Kılabî (Deccâl’in hikayesini
    anlatırken rivâyet ediyor: Deccâl bunları yaparken, Cenab-ı Allah, Meryem oğlu
    Mesih’i gönderecektir. O (Îsa) sarı renkli iki elbise içinde, iki meleğin
    kol­ları üzerinde Şam’ın doğu kesiminde beyaz minarenin yanına inecektir. O
    başını eğdiği zaman sanki sular damlayacak ve başını kaldırdığı zaman, inci gibi
    damlalar düşecektir. Soluğu nereye kadar varırsa oralarda hiçbir kâfir hayatta
    kalamayacaktır. Gözleri nereye kadar görebiliyorsa oraya ka­dar hiçbir kâfir
    yaşayamayacaktır. Sonra Meryem oğlu, Deccâl’i takip edecektir ve Lod’un (Tel
    Aviv’e birkaç mil uzaklıkta Lodds, ki burada İs­railliler uluslararası havaalanı
    inşa etmişlerdir) kapısında ona yetişip onu öldürecektir” (Müslim, Zikr-ud
    Deccâl, Ebû Davûd, Kitab-ul Melâhim, Deccâl’ın ortaya çıkışıyla ilgili bölüm,
    Tirmizî, Fiten ile ilgili bölümler, ve Deccâl ile ilgili bölüm, İbn Mâce,
    Kitâb-ul Fiten, Deccal fitnesi bölü­mü).

    11- “Abdullah bin Amr bin As diyor ki, Rasûlullah bir defasında
    şöy­le buyurdular. “Deccâl, ümmetimden çıkacaktır, ve 40 (bunun 40 gün mü, ay
    mı, yoksa yıl mı olacağını bilmiyorum) yaşayacaktır. Daha sonra Cenâb-ı Allah
    Meryem oğlu Îsa’yı gönderecektir. Onun yüz hatları genel­likle Urve bin Mes’ud
    (bir sahabe) gibi olacaktır. O, onu (Deccâl’i) takip edecek ve öldürecektir.
    Daha sonra, İnsanlar 7 yıl öyle yaşayacak ki, iki kişi arasında bile anlaşmazlık
    ve düşmanlık olmayacaktır!” (Müslim: Zikr-üd Deccâl).

    12- “Hüzeyfe bin Esîd El-Gıfarî diyor ki, bir defasında Hz.
    Rasûlullah toplantımıza geldiler. O sırada biz aramızda konuşuyorduk. Bizim
    neler konuştuğumuzu sordular. Dediler ki biz kıyametten bahsediyorduk. Şöyle
    dedi, kıyamet, 10 işaret görülmeden gelmeyecektir. Sonra Rasûlullah bu
    işaretleri saydı. 1) Duman, 2) Deccâl, (3) Dabbet-ül Arz (bir çeşit yer
    hay­vanı), 4) Güneşin batıdan çıkması, 5) Meryem oğlu Îsa’nın inişi, 6) Yecuc ve
    Me’cuc 7) Üç büyük toprak kayması biri Doğu’da, 8) diğeri batıda ve, 9) üçüncüsü
    Arap Yarımadasında ve 10) nihayet Yemen’de patlak verecek ve insanları mahşere
    sürükleyecek büyük bir yangın.” (Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-us Sâah, Ebû
    Davud, Kitab-ul Melâhim, Emârat-us Sâah bölümü).

    13-“Hz. Peygamber (a.s.)’in azad ettiği uşağı, Sevban rivayet
    ediyor ki, Hz. Rasûlullah (a.s.) buyurdular, “Ümmetimin iki ordusu öyledir ki
    Cenâb-ı Allah onları Cehennem ateşinden kurtarmıştır. Bu ordulardan biri
    Hindistan’a saldıracak olanlardır. İkincisi de Hz. Meryem oğlu Îsa’nın ya­nında
    bulunan ordudur.” (Nesâî, Kitab-ül Cihâd, Müsned-i Ahmed, Sevbân’ın
    rivayetlerinden).

    14- Mücemmî’ bin Câriye el-Ensârî’nin rivâyetine göre,
    Rasûlullah bir defasında Deccâl’den bahsederken onu Lod’un, kapısında Meryem
    oğlu­nun öldüreceğini açıkladı. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili
    bö­lümler).

    15- Ebû Ümâme Bahili (uzun bir hadiste, Deccâl’den bahsederken)
    şu rivâyeti nakletmiştir: “Müslümanların imamı namaz için ileriye adım atmışken,
    Meryem oğlu Îsa ona gelecektir. İmam adımını geri alacak, ki Îsa ileriye
    gidebilsin. Ama Îsa (a.s.) onun omuzuna elini koyarak, ‘nama­zı sen kıldır zira
    bu cemaat senin için ayağa kalkmıştır’ diyecektir. Böy­lece, o namaz
    kıldıracaktır Selâm verdikten sonra, Hz. Îsa diyecek ki, ‘ka­pıyı açın’. Nitekim
    kapı açılacaktır. Dışarıda Deccâl 70 bin silahlı yahudi ile saflar düzenlemiş
    beklerken görülecektir. Hz. Îsa (a.s.) ona bakar bak­maz, tuzun suda eridiği
    gibi erimeye başlayacak ve oradan hemen kaça­caktır. Hz. Îsa (a.s.) diyecek ki,
    “bende senin için öyle bir darbe vardır ki bundan hiç kurtulamazsın.” Sonra onu
    Lod’un doğu kapısında yakalaya­caktır. Ve Allah Yahudileri bozguna
    uğratacaktır… Ve yeryüzü, müslü­manlarla, suyla kabın dolduğu gibi dolacaktır
    ve dünyada Allah’tan başka kimseye ibadet edilmeyecektir, (İbn Mâce, Kitab-ül
    Fiten, Deccâl Fitnesi bölümü).

    16- Osman bin Eb-ul-Âs’ diyor ki ‘ben Rasûlullah (a.s.)’ın
    şanları söylediğini duydum’ “Ve Meryem oğlu Îsa (a.s.) sabah namazı sırasında
    inecektir. Müslümanların lideri O’na diyecek ki, ‘ey Ruhullah, namaz kıl­dırın’.
    O cevap verecek, ‘bu ümmetin insanları birbirine lider olacak kabiliyettedir.’
    Bunun üzerine, müslümanların bir emiri (hâkimi, lideri) ileriye çıkıp namaz
    kıldıracaktır. Namaz kılındıktan sonra Îsa (a.s.) silahım alıp Deccâl’a
    yönelecektir. O (Deccâl) onu görünce, tuz gibi eriyecektir. Hz. Îsa (a.s.)
    silahıyla onu öldürecektir ve arkadaşları mağlup olarak kaçmaya
    başlayacaklardır. Fakat hiçbir yerde eman bulamayacaklardır. Nihayet, ağaçlar
    seslenmeye başlayacaklardır, ‘Ey Mü’min, bu kâfir buradadır’ ve taşlar da
    seslenecekler, ‘Ey Mü’min bu kâfir buradadır.'” (Müsned, Taberânî, Hâkim).

    17- “Semure bin Cündüb (uzun bir hadiste) Rasûlullah (a.s.)’ın
    şöyle buyurduğunu nakleder “Ve sonra sabah vakti, müslümanlar arasında Hz.
    Meryem oğlu Îsa gelecektir ve Allah, Deccâl ve onun ordusunu yenilgiye
    uğratacaktır. Ta ki, Duvarlar ile ağaçların kökünden sesler gelmeye
    başla­yacaktır, ‘ey Mü’min, bu kâfir aramızda saklıdır, bunu öldür.'” (Müsned-i
    Ahmed)

    18- Umran bin Hüseyin’in rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.)
    buyurdu­lar: “Ümmetimde her zaman, Hak üzerinde olacak ve muhaliflerine galip
    gelecek bir topluluk mutlaka bulunacaktır. Ta ki, Allah’ın hükmü gelecek ve
    Meryem oğlu Îsa inecektir.” (Müsned-i Ahmed).

    19- Hazreti Ayşe (Deccâl) ile ilgili hikayeyi anlatırken rivâyet
    ediyor

    ki, Îsa (a.s.) inecektir ve Deccâl’i öldürecektir. Bundan sonra,
    Îsa (a.s.) 40 yıl yeryüzünde âdil bir İmam ve adaletli bir hâkim (yargıç) olarak
    kala­caktır (Müsned-i Ahmed).

    20- Rasûlullah (a.s.)’ın serbest bıraktığı uşağı, Safine, Deccâl
    ile ilgili hikayeyi anlatırken diyor ki, ve daha sonra, Hz. Îsa (a.s.) inecektir
    ve Al­lah, Deccâl’i Afik tepelerinde helâk edecektir.’ (Müsned-i Ahmed).

    21- “Hz. Huzeyfe bin Yeman (Deccâl’den bahsederken) diyor ki,
    “Ve müslümanlar namaza kalkınca, gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa çıka­caktır ve
    o müslümanlara namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra orada bulunanlara
    diyecek ki, “lütfen, benim ile bu Allah’ın düşmanı ara­sından çekilin.” Ve
    Allah, Deccâl’in arkadaşlarına müslümanları galip kı­lacaktır. Müslümanlar
    onları iyi hırpalayacaklardır. Tâ ki, ağaçlar ile taş­lar sesleneceklerdir: ‘Ey
    Abdullah, ey Abdurrahman, ey müslüman, işte bir Yahudi, işte vur ona.’ Böylece,
    Allah onları mahvedecektir ve müslü­manlar galip geleceklerdir. Ve Haç’ı
    kıracak, domuzu öldürecek ve cizye­yi ortadan kaldıracaktır.” (Müstedrek-i
    Hâkim. Müslim’de de bu rivâyet özetle nakledilmiştir. Ayrıca, Hâfız İbn Hacer
    kendi eseri, “Feth-ul Bâri”, Cilt: VI. s. 450’de bu hadisin doğru olduğunu
    yazmıştır.)

    İşte, yukarıda 14 sahabeye ait olarak naklettiğimiz 21 hadis
    doğru ve sağlam kaynaklar ve hadislerle ilgili en esaslı kitaplarda yer
    almışlardır. Hz. Îsa (a.s.)’nın dünyaya tekrar gelişiyle ilgili diğer pek çok
    hadis ve baş­ka bir deyimle gaybî haber de vardır. Ama biz sözü fazla uzatmamak
    için sadece bu hadisleri nakletmeyi uygun gördük.

    11.2.14. “Mesih
    Benzeri” Kavramı Yanlıştır

    Bu hadisleri şöyle gözden geçiren bir kişi, bunlarda herhangi
    bir “Îsa’nın benzeri” (Mesih benzeri), “vaadedilen Mesih” veya “müstakbel bir
    Mesih’den bahsedilmediğini hemen anlayacaktır. Burada zikrolunan Hz. Îsa, yeni
    ve değişik bir kişi veya “peygamber” değildir. Bu yine eski ve bilinen bir
    peygamberdir. Hâl böyle iken, çağımızda bir kimsenin, bir babanın sulbünden ve
    bir annenin karnından doğup, Hz. Peygamber (a.s.)’in müjde verdiği Meryem oğlu
    Îsa (a.s.)’nın kendisi olduğunu iddia etmesi abestir. Yukarıda naklettiğimiz
    bütün hadisler, sözü edilen kişinin, bundan 2000 yıl önce babasız ve Meryem’in
    kamından doğan Îsa (a.s.) ol­duğunu apaçık göstermektedir.

    11.2.15.
    Deccâl’in Ortaya Çıkışıyla İlgili Haberler

    Deccâl ile ilgili Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in ne kadar
    hadis­leri varsa, onları toptan gözden geçirdiğimizde bu kötülük simgesinin
    or­taya çıkma zamanının tayin edilmediği görüşüne varırız. Hz. Peygamber
    (a.s.)’e bu hususta Allah tarafından gelen bilginin özeti şudur: Dünyada büyük
    bir Deccâl doğacaktır. Onun bazı belirgin özellikleri olacaktır. Fa­lanca yerde
    öldürülecektir. Fakat ortaya çıkışının kesin zaman ve yerini belirtmemiştir. Hz.
    Peygamber (a.s.), Deccâl’in kendi devrinde mi yoksa daha sonraki devirlerde mi
    doğacağı konusuna da açıklık getirmemiştir.

    Bu konuyla ilgili, Hz. Peygamber (a.s.)’e ait olduğu söylenen
    hadisle­rin gerek muhtevalarındaki farklılıklar ve gerekse ifadelerdeki
    değişiklik­ler gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) bu sözleri vahye göre değil
    kendi fikir ve görüşüne göre söylemiştir. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.)’ in,
    bazen Deccâl’in Horasan’dan, bazen İsfahan’dan bazen da Suriye ile İrak’taki bir
    yerden çıkacağını söylediği belirtilmiştir. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’in,
    Medine’de muhtemelen 2. veya 3. hicri yılda doğduğu sanılan İbn Sayyâd adlı
    Yahudi çocuğunun Deccâl olacağından şüphe ettiği kaydedil­miştir. Son rivâyete
    göre de, dokuzuncu hicri yılda Filistin’in bir Hıristiyan rahibi (Temim
    Dâri)’nin, gelip müslüman olduğu Hz. Peygamber (a.s.)’a bir hikâye anlattığı
    ifade edilmiştir. Rahib’in hikâyesi şuydu: Bir defasın­da kendisi bir deniz
    yolculuğu sırasında (muhtemelen Akdeniz’de veya Umman Denizinde) ıssız bir adaya
    ulaştı, ve orada garip bir adamla karşı­laştı. Bu adam kendisinin Deccâl
    olduğunu söyledi, Hz. Peygamber (a.s.) Filistinli rahibin bu hikâyesini
    dinledikten sonra Deccâl ile ilgili ifadesini yalanlama gereğini duymadı. Hz.
    Peygamber (a.s.) sadece şunu söylemek­le yetindi. “Sizin dediğinize göre Deccâl
    Akdeniz veya Umman denizindedir. Halbuki ben onun Doğu’da ortaya çıkacağını
    sanıyorum.”

    Hz. Peygamber (a.s.)’in Deccâl ile ilgili haberlerini
    inceleyecek bir ki­şinin ilm-i hadis ve dinî ilkelerden azıcık haberi olursa, bu
    buyrukların iki bölümü olduğunu hemen anlayacaktır. Birinci bölümde yer alan
    hadisler­de Deccâl’in mutlaka geleceği, bazı belirgin özelliklere sahip olacağı
    ve dünyada fitne ve fesat çıkaracağı kesin ifadelerle açıklanmıştır. Bu
    husus­taki hadislerde bir çelişki yoktur.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerinin ikinci bölümünde Deccâl’in
    kim olduğu, nerde ve ne zaman belireceği açıklanmıştır. Bu hadisler sadece
    birbiriyle tezât halinde değil, bunlarda aynı zamanda şüphe ve tereddüttü ortaya
    koyan kelime ve ifadeler de vardır. Meselâ, İbn Sayyâd ile ilgili olarak Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Hz. Ömer’e şöyle dediği nakledilmiştir. “Eğer bu Deccâl ise
    bunun katili sen olmayacaksın. Ve değilse, sen söz­leşmeli biri (zimmi) ni
    öldürmeye yetkili değilsin.” Yine başka bir hadiste Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
    buyurduğu rivâyet edilmiştir. “Eğer o (Deccâl) ben hayatta iken gelirse ben ona
    hüccetle (fikir ve delillerle) karşı koyaca­ğım. Yoksa, benden sonra Rabbim her
    mü’min’in hâmisi ve nasırıdır.”

    Demek ki, ikinci bölüm birinci bölümden hayli farklıdır. Bu
    itibarla, ikinci bölüm dini açıdan birincisi kadar bağlayıcı değildir. Her iki
    bölüme aynı önemi veren, ikisinin eşit olduğunu sanan ve hepsinin imanın bir
    par­çası olduğunu düşünen bir kişi yanlış yoldadır. Gördüğümüz gibi, Hz.
    Peygamber (a.s.) Deccâl’in kişiliği, doğacağı zaman ve yer konusunda emin
    değildi ve bu sebeple, İbn Sayyâd hakkında şüphesini belirtmişti. Hatta Hz. Ömer
    bin Hattab, İbn Sayyâd’ın Deccâl olduğuna yemin bile et­mişti. Fakat bu Yahudi
    çocuk daha sonra müslümanlığı kabul elti, Kâbe ve diğer kutsal yerlerde kaldı,
    ibadet elti, müslüman olarak ebediyete intikal etti ve müslümanlar onun cenâze
    namazını da kıldılar. O halde, İbn Sayyâd’ın halâ Deccâl olduğunu düşünmek doğru
    olur mu? Filistinli Ra­hip Temim Dari’nin öyküsü de anlatıldığı zaman hemen
    hemen doğru ola­rak kabul edilmişti. Fakat, aradan 1350 yıl geçmesine rağmen
    mahpus ol­duğu adadan çıkmayan yaratık Deccâl olabilir mi? Eğer kendisi iddia
    etti­ği gibi Deccâl ise neden Hz. Muhammed (a.s.)’in haberleri istikametinde
    fitne ve fesât çıkarmadı ve başka kimseyi varlığından haberdar etmedi?
    Rasûlullah (a.s.), Deccâl’in kendi döneminde ortaya çıkabileceği veya
    kendisinden hemen sonra doğabileceği tahminini yapmıştı. Fakat, 1350 yıl
    geçmesine rağmen böyle bir Deccâl’in doğmadığı bir gerçek değil mi­dir? Bu
    sebeple Deccâl ile ilgili Hz. Peygamber (a.s.)’in hadislerini İslâm akide ve
    inançlarının ayrılmaz bir parçası gibi kabul etmek ve dünyaya yaymak doğru bir
    hareket sayılabilir mi? Daha önce belirttiğim gibi, pey­gamberler pek çok şeyi
    vahiyle ve Allah’ın emriyle söyler ve yaparlar. Bu hususta hiçbir şüphe,
    tereddüt ve yanlışlığa ihtimal yoktur. Ama bazı şey­ler var ki, peygamberler
    sadece birer insan olarak ve sadece şahsi fikirleri ile tahminlerini ortaya
    koyarlar. Bu gibi fikir ve tahminlerin değişme ihti­mali vardır. Ama bu
    değişiklik peygamberlerin umumi durumunu etkile­mez, onların peygamberlik
    sıfatına gölge düşürmez. Bu tür fikir ve tah­minlerin yanlış çıkması,
    Peygamberlerin durumunda zerre kadar değişik­lik yapmaz. Üstelik, şeriatımız da
    peygamberlerin bu tür söz ve hareketle­rini aynen benimsememizi zorunlu
    kılmamıştır. Bu hususta, hurma ağaç­larının dikilmesi ile ilgili Hz. Peygamber
    (a.s.)’in ikazı sanırım herkesin aklındadır.

    11.2.16. Hz.
    Peygamber (as)’in Buyruklarından Yolun Tayini

    Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in hangi söz ve hareketlerinin,
    kendi şahsi düşünce ve tahminine göre ve hangilerinin Allah’ın verdiği bilgiye
    göre olduğunu anlamak için yine Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi açıklama­larına
    dikkat etmeliyiz. Bazen de diğer şartlar ve unsurlar bunu anlamamı­za yardım
    ederler. Meselâ, Deccâl ile ilgili hadisleri incelediğimizde biz­zat Hz.
    Peygamber (a.s.)’in kullandığı kelime ve ifadelerden, bu yaratığın kişiliği,
    doğacağı yer ve zaman hakkında Allah’tan herhangi bir haber al­madığını
    anlayabiliriz. Hz. Muhammed (a.s.), İbn Sayyâd’ın Deccâl olaca­ğından o kadar
    şüphelenmişti ki, Hz. Ömer (r.a.) yemin ederek kendisinin Deccâl olduğunu
    söyleyince O’nun sözlerini yalanlamadı. Fakat Hz. Ömer İbn Sayyâd’ı öldürme
    niyetinde olduğunu söyleyince, Hz. Peygamber şun­ları belirtti. Eğer bu o ise,
    sen ona hakim olamazsın, ama bu o değilse, bu­nu öldürmek sana bir yarar
    getirmeyecektir.” (Müslim, İbn Sayyâd ile il­gili rivâyet). Başka bir hadisle
    Hz. Peygamber (a.s.) Deccâl’den bahseder­ken şunları buyurdular. “Eğer o benim
    varlığım sırasında onaya çıkarsa, ben tarafınızdan ona karşı koyacağım. Ve eğer
    o benim olmadığım bir za­manda ortaya çıkarsa herkes kendi başına onunla
    mücadele etmelidir ve Allah benden sonra, her müslümanın muhafızıdır.” (Müslim,
    Deccâl’in hi­kayesi). Temim Dari, bir deniz yolculuğu sırasında Deccâl ile
    görüştüğü­ne dair hikâyesini anlatınca Hz. Muhammed (a.s.) bu hikayeyi ne
    yalanla­dı ne de teyit etli. Aksine şunları söyledi: “Ben Temim’in
    anlattıklarını be­ğendim. O’nun anlattıkları, benim size Deccâl ile ilgili
    anlattıklarımla mu­tabakat halindedir.” Ayrıca şu sözleri de ilâve etti: “Fakat
    o (Deccâl) Suri­ye veya Yemen denizinde değil, doğu tarafındadır.” (Müslim,
    Kıssat-ul Cessâse). Bütün bu hadis ve rivâyetler konuyu sanırız yeterince
    açıkla­maktadır.1

    11.2.17. Hz.
    Ammâr bin Yâsir’in Öldürülmesiyle İlgili Haber

    Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ammâr bin Yâsir ile ilgili bir sözü
    çok meşhurdu ve pek çok sahabe bu sözü bizzat O’nun mübarek ağzından
    duy­muşlardı. Rasûlullah şöyle demişti. ‘Seni (Ammâr’ı) âsi bir çete
    öldüre­cektir’ (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî, Taberânî,
    Beyhakî, Müsned-i Ebû Davut Tayalisî v.s. gibi ünlü hadis kitaplarında, Hz. Ebû
    Said Hudrî, Ebû Katâde Ensârî, Ümm-ü Seleme, Abdullah bin Mes’ûd Abdullah bin
    Amr bin el-Âs, Ebû Hureyre, Osman bin Affan, Hu­zeyfe, Ebû Eyyub Ensârî, Râfi’,
    Hüzeyme bin Sâbit, Amr bin el-Âs, Ebul Yusr, Ammâr bin Yâsir ve bazı diğer
    sahabeler tarafından rivâyet edilmiş­tir. Ayrıca İbn Sa’d da Tabakât’ta bu
    hadisi çeşitli vesikalara dayanarak kaydetmiştir).

    İbn Abd-il Berr, “İstiâb” adlı eserinde diyor ki,”Ammâr bin
    Yasir’in âsi bir güruh tarafından öldürüleceğine dair Hz. Peygamber (a.s.)’in
    buy­rukları sağlam kaynak ve usûllere göre bize kadar intikal etmiştir”.
    Nite­kim, Ammâr bin Yasir’in asi bir grup tarafından öldürüldüğü bir gerçektir.

    11.2.18.
    Kıyamet’in Gelmesiyle İlgili 10 İşaret

    Müslim’de,
    Huzeyfe bin Useyd el-Gifari’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) buyurdular
    ki, bu alâmetler görülmeden kıyâmet olmayacaktır. Duman, Deccâl, Dâbet-ul Arz,
    güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu Îsa’nın inişi, Ye’cuc ile Me’cuc’un
    istilâsı ve üç büyük toprak kayması ha­disesi, biri doğu’da, ikincisi batıda,
    üçüncüsü Arap yarımadasında ve bü­tün insanları Mahşer’e doğru sürükleyecek,
    Yemen’de çıkacak büyük bir yangın. Hazreti Peygamber’in ifadesine göre, o zaman
    kıyamet, miadını doldurmuş hamile bir kadının, çocuğunu gece mi, gündüz mü
    doğuracağı belli olmadığı gibi, yakın olacaktır



     




    [1]
    Gibbon,
    “Decline and Fall of The Roman Empire”, C II, s. 788, Modern Library, New
    York.



    [2]
    Bu Kur’ân-ı
    Kerîm in geleceğe ait en şaşırtıcı ve en harika haberlerin den biridir.
    Kuran-ı Kerîm’de bu haber yer aldığı zaman Mısır Firavunlarının mezarları
    hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Ehram (Piramid)larına açılması
    çalışmaları 20. yüzyılda başlamıştır. 1907’den evvel Ramses I veya diğer
    Firavunların mumyalarına rastlanamamışlı. 3000 yıl önceki bir olayın haber
    verilmesi Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir gaybî haberidir.



    [3]
    Hz.
    Peygamber Efendimiz buyurmuşlardı ki, “Benden sonra halifelik 30 yıl
    sürecek­tir. Daha sonra padişahlık gelecektir.” Bu süre Rebiülevvel, 41
    Hicri’de sona erdi. Aynı tarihte Hz. Hasan, Hz. Muaviye karşısında
    halifelikten feragat etti. Bundan sonraki gelişmeler hepimizin malûmudur.
    Yani meşveret yerine bir hanedan’ın hakimiyeti ve monarşi için kapılar
    açılmış oldu.



    [4]
    Evvela,
    “Mehdi” kelimesine dikkat edilmesi gerekmekledir. Bilindiği gibi, hadislerde
    bu kelime geçmektedir ve Hz. Peygamber (a.s.)’in bunu kullandığı da
    doğrudur. Bu kelimenin sözlük anlamı “hidayet görmüş” veya “hidayet edilmiş
    “tir. Yani “Hâdi”, hidayet veren veya hidayet eden deyimi kullanılmamıştır.
    Demek ki, doğru yolda olan her önder, lider, hükümdar veya yöneti­ciye Mehdi
    denilebilir. “El-Mehdî” kelimesi ise sadece bu gibi belirli bir kişi veya bu
    hususu ba­zı özellikler taşıyan şahıs için kullanılabilir. Hadislerde bu
    belli özellikten de bahsedilmiştir. Yani, bu zât, dünyada nübüvvet
    şeklindeki halifeliğin sona ermesinden sonra tekrar böyle bir halifeliği
    tesis edecek ve dünyada adalet ile barış sağlayacaktır. Bundan, İslâm
    dininde “Mehdî” adında bir mevki veya makam ihdâs edildiği ve böyle bir
    kişiye tıpkı nebi veya peygamberlere olduğu gibi, iman etmenin, imanın bir
    parçası olduğu anlaşılmamalıdır. Buna ilâveten, Mehdi’nin, “Masum bir İmam”
    olacağına dair bir kayıt da yoktur. Aslında bu husustaki inanç, Şiilerde
    yaygın olan “Ma­sum İmam” fikrinden ileri geliyor. Kitap ve Sünnet’le böyle
    bir şey yoktur.

  • ŞEFAAT VE ÇEŞİTLİ YANLARI



    Onuncu Bölüm: ŞEFAAT VE ÇEŞİTLİ YANLARI



    10.1. ŞEFAAT MESELESİ VE ÇEŞİTLİ YÖNLERİ



    10.1.1. Allah Katında Kimsenin Sözü Geçmez



    10.1.2. Azaba Lâyık Olanlar İçin Şefaat Yoktur



    10.1.3. Şefaat İçin İzin Gereklidir



    10.1.4. Şefaatin Yasaklanmasının Sebebi



    10.1.5. Müşriklerin Güvendiği Sahte Şefaatçiler



    10.1.6. Hazreti Nuh’un Oğlu İçin Allah’a Yalvarışı



    10.1.7. Dünyevî Yaşantıda Allah’tan Şefaat İle İlgili Müşriklerin Yanlış
    Anlayışı



    10.1.8. Allah’ın Kararını Kimse Değiştiremez, Tehir Edemez



    10.1.9. Mahşer’de Hazreti Peygamber (a.s.)’in Şefaatçi Hüviyeti

    Onuncu Bölüm: ŞEFAAT VE ÇEŞİTLİ YANLARI

    10.1. ŞEFAAT MESELESİ VE ÇEŞİTLİ
    YÖNLERİ
    [1]

    Şefaat meselesi, Kur’ân-ı Kerîm’de o kadar çok ve öylesine
    tafsilatlı şekilde geçmiştir ki, bir kişi için, şefaati kimin yapabileceği,
    kimin yapa­mayacağı, hangi durumlarda yapabileceği, hangi durumlarda
    yapamaya­cağı, kimin için yapabileceği, kimin için yapamayacağı, kimin için
    yararlı olduğu ve kimin için yararlı olmadığı gibi konulan öğrenmemiz hiç de zor
    olmayacaktır. Dünyada insanların kötü yola düşmelerinin sebepleri arasında,
    şefaat ile ilgili yanlış fikirleri de yer aldığı için, Kur’ân-ı Kerîm bu
    meseleyi öylesine etraflıca açıklamıştır ki, hiç bir tereddüt veya şüphe­ye
    mahal bırakmamıştır. Mesela, Bakara sûresinin 225. ayetine bakalım:

    “Göklerde ve yerde olan şeyler O’nundur. İzni olmaksızın O’nun
    nez­dinde şefaat edecek yoktur. Yarattıklarının önünde ve arkasında olanı
    (geleceklerini ve geçmişlerini) bilir… İnsanlar O’nun ilminden, O’nun
    is­tediğinden başkalarını kavrayamazlar.”

    10.1.1. Allah
    Katında Kimsenin Sözü Geçmez

    Yukarıdaki ayetin ilk bölümünde sözde ermiş, evliya, tanrı,
    melek ve diğer büyük kimselerin Allah nezdinde makbul olup, istedikleri kimseler
    için şefaatte bulundukları, O’na istedikleri şeyi yaptırdıkları yolundaki
    müşriklerin yanlış inançları toptan reddedilmiştir. Burada deniliyor ki Al­lah’a
    zorla bir şey yaptırmak şöyle dursun, en sevdiği peygamberler ve melekler O’nun
    yanında ağızlarını bile açmaya cesaret edemezler. Âyet-i kerimenin ikinci
    bölümünde bahsedilen hakikat, şirkin temeline bir darbe daha vurmaktadır. İlk
    bölümde Allah’ın sonsuz ve rakipsiz hakimiyetinin önemi belirtilmek suretiyle,
    hiçbir kimsenin O’nun kararını etkilemeyece­ğine işaret edilmiştir. İkinci
    bölümde de, meseleye başka bir açıdan yakla­şılıyor ve deniliyor ki, Allah’ın
    işlerine kimse karışamaz, çünkü, onlarda kâinat ve bunun hikmetini anlayacak
    bilgi kaynaklan yoktur. İster insan olsun, ister melek, cin veya başka
    yaratıklar olsun, hepsinin bilgisi kıt ve sınırlıdır. Bunlardan hiçbiri kâinatın
    sonsuz gerçeklerini anlayacak bilgiye ve güce sahip değildir. Ayrıca, en küçük
    meselelerde dahi kullar Allah’a müdahale etmeye başlar ve olur olmaz şeylerle
    ilgili olarak başkaları için tavsiye ve şefaatte bulunmayı sürdürürlerse bütün
    kainat’ın nizamı ve me­kanizması bozulmuş olacaktır. Bu tür müdahaleler büyük
    meselelere ka­dar sıçrayabilir ve tek Allah fikri ortadan kaybolur. Dünya ve
    kâinatın dü­zeni bir yana, kullar kendi kişisel ve ailevi sorunlarının
    üstesinden bile ge­lecek durumda değillerdir. Halbuki, Kâdir-i Mutlak hem
    onların hem bü­tün dünya ve kâinatın işlerini ve onların ardındaki hikmeti çok
    iyi bilmek­tedir. Bu itibarla kulların, ilmin ve marifetin en büyük ve yegâne
    kaynağı olan, Cenab-ı Allah’ın hidâyetine ve talimatına uymalarından başka
    çare­leri yoktur.

    10.1.2. Azaba
    Lâyık Olanlar İçin Şefaat Yoktur

    En’âm suresinin bir ayeti şöyledir:

    “Ve şefaatlerini beklediğiniz şeyleri sizinle beraber
    görmüyoruz. An­dolsun onlarla aranızda münasebet kesilmiştir. Ma’but
    zannettiğiniz siz­den kayboldu.” (Âyet; 94)

    Aynı sûrede, bir başka yerde şöyle denilmiştir:

    “Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile
    inzar et. Onlara Allah’tan başka dost ve şefaatçi olmadığını söyle. Ta ki,
    ittika edip Allah’tan sakınalar.” (Âyet; 51)

    Demek oluyor ki, kendilerini dünyanın cazibesine ve diğer
    işlerine kaptıranlar, kıyamet gününün gelmeyeceğini ve Allah’ın huzuruna hiç
    çıkmayacaklarını zannedebilirler. Böyle kimselere ne denilirse boştur. Her­hangi
    bir nasihat faydalı olmaz. Aynı şekilde, dünyada istediklerini
    yapa­bileceklerini ahirette kendilerine hiçbir zarar gelmeyeceğini, zirâ,
    kendile­ri için Allah’a başkalarının aracı olacağını ve kendilerini cezalardan
    kurta­racaklarını sananlar da herhangi bir nasihate kulak asmazlar. A’raf
    sure­sinde şöyle buyurulmuştur:

    “İllâ onun te’vîlini mi gözetiyorlar? Onun te’vîli geldiği
    (haber verdi­ği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler
    ki: ‘Doğrusu Rabb’imizin elçileri gerçeği gelirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz
    var mı ki bize şefâat etsinler, yahut tekrar geri döndü­rülüp dünyâya
    gönderilmemiz mümkün mü ki, (orada eski) yaptıkları­mızdan başkasını yapalım?’
    Onlar, kendilerini ziyâna soktular ve uydur­dukları şeyler kendilerinden saptı.
    Kaybolup gitti.” (Âyet; 53)

    “Onun (Allah’ın) izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz. İşte
    Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet edin. iyice düşünüp ibret almaz mısınız?”
    (Âyet; 3)

    Aynı sûrenin 18. ayetinde şöyle buyurmuştur:

    “Onlar Allah’tan başka, kendilerine ne zarar ne de faydası
    olmayan şeylere taparlar. Ve, ‘Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır’
    der­ler. De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah’a bilmeyeceği bir şey mi haber
    veri­yorsunuz? ‘ O, sizin şirk koştuklarınızdan münezzehtir, çok yücedir.”
    (Âyet; 18)

    Cenâb-ı Allah’ın bir şeyden habersiz olması, o şeyin varolmaması
    de­mektir. Çünkü varolan her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir. Burada aslın­da
    ince ve zarif bir ifade kullanılmış ve şefaatçiler, “Allah’ın bilmeyeceği bir
    şey” olarak tarif edilmişlerdir. Yani, Allah “şefaatçi” diye bir şey tanı­mıyor
    ve bu sebeple, bunlardan bahsetmek gereksizdir.

    “O gün zâlim için acıyacak ve şefaati kabul olunacak kimse
    yoktur.” (Mü’min; 18)

    Ayette, kâfirler’in şefaatle ilgili akide ve görüşü açıkça
    reddedilmiştir. Burada deniliyor ki, zalimlerin şefaati için kıyamette kimse
    bulunmaya­caktır. Gerçekte, mahşerde kâfir ve zalimlerin şefaatçisi hiç
    olmayacaktır. Ancak, burada sözün gelişi böyle bir ifade kullanılmıştır. Şefaat
    izni veril­se de ancak Allah’ın sevgili kullarına verilecek ve bu kullar hiçbir
    zaman kâfirler ile müşrikler ve zalimlerin dostları olamazlar. Çünkü, kâfir ve
    müşrikler, şefaatçilerinin çok kuvvetli ve nüfuzlu olduğuna inana gelmişlerdir
    ve ne olursa olsun mahşerde bu şefaatçiler sayesinde Allah’ın gaza­bından
    kurtulacaklarına emindirler.Onun için Cenab-ı Allah diyor ki ora­da sözü geçen
    herhangi bir şefaatçi bulunmayacaktır, hele kâfir, müşrik ve zalimleri
    kurtaracak kimse olmayacaktır.

    10.1.3. Şefaat
    İçin İzin Gereklidir

    Meryem sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Şefaat etmeye ancak Allah indinde söz almış olanlar malik
    olacak­tır.” (Âyet; 87)

    Bu ayetin bir anlamı şudur. Ancak müsaade almış olan hakkında
    şefa­at yapılabilir. İkinci anlamı da şudur. Ancak izin almış olan biri başkası
    için şefaatte bulunabilir. Ayetin ifadesi bu her iki anlam için müsaittir.

    Yukarıdaki ayette geçen Allah kelimesi Arapça aslında “Rahman”
    ola­rak kaydedilmiştir. Rahman’dan izin almanın anlamı şu olabilir. Dünyada
    Allah’a iman edip O’nun yakın kulları arasına giren ve O’nun rahmetini kazanmış
    olan bir kişi şefaata lâyıktır ve ancak o’nun lehinde şefaat yapı­labilir. Demek
    ki, insanların kendilerine göre şefaatçi bulmaları hiç önem­li değildir. Önemli
    olan, Allah’ın birini şefaate lâyık görmesi ve şefaatçi olma izni vermesidir.

    “O günde şefaat fayda vermez. Ancak kendisine Allah’ın izin
    verdiği ve şefaat edilmesine razı olduğu kimseninki müstesna. Allah, onların
    ön­lerinde ve arkalarında olanı bilir. Onların ilmi ise O’nu kavrayamaz.” (Tâhâ;
    109-110)

    Yukarıdaki ayetlerin ilki, iki şekilde tercüme edilebilir.
    Birincisi yu­karıda tercüme edilen şekildir. İkincisi de şöyledir: “O gün de
    şefaat fayda vermez. Ancak kendisine Rahman (Allah)’ın izin verdiği ve
    (başkaları için) şefaat etmesine razı olduğu kimseye fayda verir.” Burada
    kullanılan kelimeler özlü ve geniş anlamlı olup her iki şekilde de tercüme
    edilebilir. Demek kıyamette, Rahman ve Rahim olan Allah, izin vermezse ne kimse
    başkaları için şefaatçi olabilir ne de kendisi için şefaate talip olabilir.
    Mahşerde hiç kimse Allah’ın huzurunda ağzını açamaz ve ne kendisi ne başkaları
    için şefaate talip olabilir. Ancak Allah izin verdiği takdirde şefa­at
    gerçekleşebilir. Bu her iki husus Kur’ân’da açıkça anlatılmıştır. Allah bir
    yandan diyor ki:

    “İzni olmaksızın O’nun (Allah’ın) nezdinde şefaat edecek
    yoktur.” (Bakara; 225)

    “Rûh ve meleklerin saf olarak huzur-u ilâhîde durdukları günde,
    on­ların hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade etlikleri müstesna.” (Nebe;
    38)

    Allah-u Teâlâ bir yandan da şunları bildiriyor:

    “Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak
    Al­lah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar.”
    (Enbiya; 28)

    “Göklerde nice melekler vardır ki, Allah izin vermedikçe ve ona
    razı olmadıkça hiç kimseye şefaatları fayda vermez.” (Necm; 26)

    10.1.4. Şefaatin
    Yasaklanmasının Sebebi

    Tâhâ suresinin yukarıdaki ayetinde şefaatin neden kısıtlandığı
    anlatıl­mıştır. İster melek olsun, ister peygamber ve ister evliya; kimlerin
    Al­lah’ın huzuruna ne gibi bir dosya ile geldiklerini bilemezler. Bu zâtlar,
    ki­min dünyada ne yaptığını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve Allah’a nasıl
    bir hesap vereceğini kestiremezler. Çünkü onlarda Allah’ın sahip bu­lunduğu
    bilgi kaynakları yoktur. Bunun aksine, Allah-u Teâlâ, her insanın geçmişini ve
    geleceğini, karakterinin ne olduğunu, dürüstlük derecesinin ne olduğunu, suçlu
    olup olmadığını, suçluysa ne kadar cezaya lâyık oldu­ğunu, suçlu değilse nasıl
    ödüllendirileceğini en ince ayrıntılarına kadar bilmektedir. Böyle bir durumda
    melekler, peygamberler ve evliyalar, iste­dikleri kişiler için şefaat edemezler.
    Bilindiği gibi, bir daire veya iş yerin­de, alt seviyedeki bir müdür veya memur,
    istihdam veya başka konularla ilgili olarak bütün dost, arkadaş ve yakınları
    için torpil kullanmaya çalışır­sa bunun haddi hesabı olamaz ve iş yerinin bütün
    mekanizması ve çalışma düzeni bozulmuş olur. Böyle küçük bir düzeyde Kâinatın
    Sahibi’nin huzu­runda herkesin şefaat etmesi ve bunun kabul edilmesinin ne kadar
    tehlike­li ve zararlı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Şefaat serbest
    bırakıldığı takdirde Allah’ın huzurundaki manzarayı gözünüzde bir canlandırın.
    Bin­lerce, on binlerce ve hatta milyonlarca kimsenin Arş-ı Alâ’da toplanıp hem
    kendi hem başkaları için yalvardıklarını düşünün. Bu kargaşada kimin ne olduğu,
    kimin nasıl şefaat edileceğini gözden geçirin. Orada şefaatçilerin, şefaat
    ettikleri kişilerin geçmişi ve karakterini pek iyi bilmediğinden emin
    olabilirsiniz. Dünyada yüksek bir mevkide bulunan bir amire emri altında­ki
    memur ve personel için tavsiye filan geldiği zaman, bu yetkilinin tavsiyeciye
    sorduğu sorular şu şekilde oluyor: Siz bu adamı iyi biliyor musu­nuz?
    Karakterini incelediniz mi? Yeterince güvenilir bir kişi midir? ondan bir zarar
    gelmeyeceğinden emin misiniz? Ayrıca, eğer bu âmir tavsiye edilen kişinin ne mal
    olduğunu biliyorsa onu derhal tavsiyeciye geri gön­deriyor ve diyor ki, “Bu
    adamın ne kadar yalancı nankör, tembel, hırsız, rüşvetçi ve ahlâksız olduğunu
    bilmiyor musunuz?” Amir işte bu bilgisine dayanarak, azarlayıcı bir tavırla,
    tavsiyeciye der ki, “Vallahi sizden böyle bir kişi için tavsiyede bulunmanızı
    beklemiyordum. Lütfen böyle kimseler için tavsiyede bulunmayın[2]“.
    Bu küçük misalden, söz konusu ayette şe­faat için ilgili zikredilen kaide ve
    kuralların ne kadar doğru ve yerinde ol­duğu anlaşılacaktır. Şefaatin kapısı
    tamamıyla kapatılmamıştır. Dünyada Allah’ın kullarına her zaman yardım elini
    uzatmış Allah’ın sevgili insanla­rı, âhirette başkaları için şefaatçi
    olabilirler. Ancak herhangi bir kimse için şefaatte bulunmadan önce Allah’tan
    izin almak zorundadırlar. Allah, kimin için konuşmalarına izin verirse ancak
    onlar hakkında tavsiyede bu­lunabileceklerdir. Ayrıca, şefaatin de haklı ve
    yerinde olması şarta bağlan­mıştır. Nitekim, “ve kâle Sevaben” (bu sözü iyi
    söylesin) şeklindeki İlâhî emir bu yöndedir. Yanlış, uygunsuz ve yerinde olmayan
    şefaate izin veril­meyecektir. Mesela, dünyada yüzlerce Allah’ın kulunun hakkını
    yemiş birisi için kıyamette herhangi bir peygamber, melek veya evliya çıkıp,
    Al­lah’a “Ya Rab bu adama acı, bunu mükâfatlandır” diyemez. Nebe’ suresin­de
    şöyle buyurulmuştur.[3]

    “Rûh ve meleklerin saf olarak huzuru ilâhide durdukları günde
    on­lardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru
    söylerler.”

    Burada “konuşamaz” kelimesi, “şefaat edemez” manasındadır. Cenab-ı
    Allah demek istiyor ki, kimse Allah nezdinde başkası için şefaat edemez ama iki
    şan müstesna. Bu şartlardan biri şudur. Bir suçlu veya hatalı kişi hakkında
    şefaat etmesine izin verilen şefaatçi, şefaati doğru ve haklı ola­rak
    yapmalıdır. Gereksiz ve haksız yere Allah’ın huzuruna çıkmamalıdır. Ayrıca,
    hakkında şefaat yapılan kişi sadece günahkâr olmalı, kâfir olma­malıdır.

    10.1.5.
    Müşriklerin Güvendiği Sahte Şefaatçiler

    “Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak
    Al­lah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar.”
    (Enbiyâ; 28)

    Müşrikler, melekleri iki sebepten tanrı olarak kabul ederlerdi.
    Birinci­si, melekler onların gözünde Allah’ın evlâtları gibiydiler. İkincisi,
    onlara tapmak suretiyle, onları Allah katında kendileri için şefaatçi haline
    getir­mek isliyorlardı. Halbuki Yunus sûresinin 18. ayeti ve “Zümer sûresinin 3.
    ayetiyle bu her iki inanç şiddetle reddedilmiştir.

    Burada şu noktaya da dikkat etmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerîm şefaat
    ile il­gili müşriklerin batıl inancını reddederken onların şefaatçi olarak kabul
    ettikleri varlıkların ne gaipten ne de gelecekten haberdar olmadıklarını
    be­lirtir. Burada denilmek isleniyor ki, başkalarının geçmişi, geleceği veya
    mevcut durumu hakkında bilgi sahibi olmayanlar şefaat içi.) mutlak yetki­ye
    sahip olamazlar. Bu sebeple, ister peygamber olsun ister melek, Al­lah’ın izni
    olmaksızın şefaatçi olamazlar. Kendi başına kimse için şefaat edemezler. Şimdi
    şefaati dinleyip dinlememek, kabul edip etmemek tama­mıyla Allah’ın elinde
    olduğuna göre, bunca yetkisiz ve çaresiz şefaatçilere tapmak, onlara yalvarmak
    doğru olabilir mi? Sebe’ sûresinde şöyle buyu­rulmuştur:

    “O’nun (Allah’ın) katında kendisine izin verdiğinden başkasının
    şefaati fayda vermez.” (Âyet; 23)

    Yani, kâinatın mülkiyetinde ve idaresinde Allah’a ortak olmak
    şöyle dursun, hiçbir kimse başka bir kimse için Allah’ın huzurunda ağzını
    açma­ya cesaret edemez. Allah’ın sevgili kullarının, Kâinatın Efendisi’ne söz
    geçirebileceklerini ve hatta ondan istediklerini koparabileceklerini düşünen­ler
    yanlış yoldadırlar. Halbuki, Allah (cc.) genellikle şefaati sevmez ve ancak izin
    verdiği kişiler şefaatçi olabilir veya şefaat olunurlar.

    “Onların (Mahşer halkının) kalplerinden korku giderildiğinde
    birbir­lerine: ‘Rabbiniz ne söyledi?’ diye sorarlar. (Şefaat edecek olanlar da):
    ‘Hakkı söyledi’ derler. O, çok yüce ve çok büyüktür.” (Sebe; 23)

    Burada, Kıyamet gününde, bir şefaatçinin bir kişi için şefaat
    edeceği zamanın tablosu çizilmiştir. Bu tabloda, Allah’tan izin alınmak üzere
    ken­disine müracaat edildikten sonra, şefaatçi ile şefaat olunanın, merakla,
    sa­bırsızlıkla ve korkudan titreyerek Allah’ın cevabını bekledikleri
    görül­mekledir. Nihayet, Allah’ın yüce katından izin çıkınca ve şefaat olunan
    şefaatçinin yüz ifadesinden durumun ümit verici olduğunu anlayınca, rahat bir
    nefes alıyor ve bir adım ileriye alarak şefaatçiye soruyor. ‘Acaba, Al­lah’tan
    nasıl bir haber geldi’?’ O zaman şefaatçi da kendisini teskin edici bir şekilde,
    “müsterih ol, Cenab-ı Allah’tan izin çıkmıştır” diyor.[4]

    Burada vurgulanmak istenen şey şudur. Cenab-ı Allah gibi yüce
    bir Hâkimin huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret edemeyen kimselerin zorla
    ve ısrarla Allah’a bir şey yaptırmalarını düşünmek bile abestir. Duhân suresinde
    Allah şöyle buyurmuştur:

    “O gün, bir dost bir dosttan hiçbir şeyi defedemez. Onlara
    yardım da olunmaz. Ancak, Allah’ın merhamet ettiği kimseler böyle değil. Çünkü
    O, Gâlib, Kâdir ve Rahîm’dir.” (Duhân; 41-42)

    Bu ayetlerde mahşerde, karar gününde İlahî Mahkeme’nin havası
    yan­sıtılmak istenmiştir. Allah’ın yüce mahkemesinde hiçbir kimsenin himaye­si,
    yalvarışı ve tavsiyesi, hiçbir suçluyu cezadan kurtaramayacaktır. En büyük
    yargıç Allah ve bütün yetkiler O’nun elindedir, O’nun kararlarını kimse
    etkilemez. Herhangi bir sanığı ağır bir şekilde cezalandırması, af­fetmesi ya da
    cezasında indirim yapması tamamıyla Onun iradesine bağ­lıdır, ilahî iradenin en
    bariz özelliği merhamettir. Ancak Allah kimin hak­kında ne karar verirse versin,
    eksiksiz uygulanacaktır. İlahî adaletin niteli­ğine değinildikten sonra
    devamında sanık ve suçluların akıbetinin ne ola­cağı anlatılmıştır. Asi ve
    inatçı suçlulara herhangi bir merhamet veya es­neklik gösterilmeyecektir. Ancak
    Allah’tan korkan ve dünyada her konuda O’nun talimatına göre hareket etmeye
    çalışanların bazı hataları affedile­cek, cezaları hafifletilecek ve hatta
    mükafatlandırılacaklardır.

    10.1.6. Hazreti
    Nuh’un Oğlu İçin Allah’a Yalvarışı

    Kur’ân-ı Kerîm’in Hûd Sûresinde Hz. İbrahim (a.s.)’in hikâyesi,
    Ku­reyşlilere anlatılmıştır (Ayet: 69-76). Kureyş’liler, kendilerini Hz.
    İbra­him’in soyundan saydıkları için Arabistan’ın bütün din adamları, tarikat
    sahipleri, Kâbe’nin mütevellileri v.s. Arap’ların dinî, ahlâkî, siyasi ve
    kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar Allah’ın yü­ce
    mahkemesinde, kendilerinin hiçbir zarara uğramayacağı gibi yanlış bir düşüncede
    idiler. Kendilerinin, Hz. İbrahim gibi Allah’ın sevgili peygam­berinin evlatları
    ve mirasçıları olduğu düşüncesiyle, suçlu oldukları tak­dirde bile şefaat
    olunacaklarına inanıyorlardı. Kureyşli ve Mekke’lilerin bu yanlış fikrini
    reddetmek amacıyla Cenab-ı Allah kendilerine Hz. Nûh (a.s.)’un başına gelenleri
    hatırlatmıştır. Hz. Nûh, oğlunun suda boğulmak üzere olduğunu görüyor ve
    kurtulması için Allah’a yalvarıyor, ancak sade­ce yalvarışı ve şefaati geri
    çevrilmekle kalmıyor, üstelik azarlanıyor da. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.)’in
    hikâyesi anlatılmıştır. Yani, bir yandan kendisinin Allah’ın Halili (sevgilisi)
    ve en yakın peygamberlerinden biri olduğundan söz ediliyor ve meziyetleri dile
    getiriliyor ve bir yandan da, aynı Hz. İbrahim, kendi milleti (Lût)’nin
    kurtulması için Allah’a yalvardı­ğı ve Allah’ın iradesine karıştığı zaman
    şefaati reddediliyor. Yine Hûd sûresinde biraz ilerde şu ayetlere rastlanıyor:

    “O gün gelince herkes yalnız Allah’ın izni ile konuşur.” (Hûd;
    105)

    Burada kendilerine göre hayaller kuranlar ve kendi kendilerini
    alda­tanlar tekrar ikaz ediliyor. Falanca peygamber ve evliyanın, Allah’ın
    katı­na çıkarak falan falan kişi ve gruplar için şefaatte bulunacağı ve zorla
    söz­lerini kabul ettirip onları affettireceği gibi düşünceler hayâldir. Allah
    kim­seye konuşma izni vermezse ağızlarından bir tek lâf bile çıkmayacaktır.

    10.1.7. Dünyevî
    Yaşantıda Allah’tan Şefaat İle İlgili Müşriklerin Yanlış Anlayışı

    Nahl suresinin bir ayeti şöyledir:

    “Şimdi onlar, batıla iman edip, Allah’ın Himmetini inkâr mı
    ediyor­lar?” (Âyet; 72)

    Mekke’li müşrikler bütün nimetlerin Allah tarafından geldiğini
    inkâr etmezlerdi. Hatta bu nimetleri kendilerine ihsan ettiği için Allah’a
    şükre­derlerdi. Fakat bu noktada bir hata işlerlerdi. Bu nimetlerin ihsan
    edilme­sinde hiç rolleri olmayan bir takım tanrı, tanrıça ve melerler v.s. ye de
    sözde ve fiilde minnettar olduklarını ifade ederlerdi. İşte Mekke’li
    müşrik­lerin bu davranışını Kur’ân-ı Kerîm, “Allah’ın nimetinin inkârı” olarak
    ta­rif etmektedir. Muhsin (ihsan eden)”in ihsanı için gayri muhsin (muhsin
    olmayan)’e teşekkür edilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de aslında, nimetin inkârı veya
    Muhsin’e saygısızlık olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, Muhsin’in, ken­di irade ve
    fazlıyla ihsan etmesine rağmen, O’nun, başkalarının tavsiye ve şefaati üzerine
    böyle yaptığını sanmak da yanlıştır ve Kur’ân-ı Kerîm bu­nu da usulen tekzip
    etmiştir.

    Aslına bakılırsa, bu ilâhî tutum ve davranış adalet ve
    hakkaniyet ku­rallarına tamamıyla uygundur. Bunu şöyle bir misalle anlatalım.
    Diyelim ki, muhtaç bir kimseye yardım elinizi uzattınız. Siz yardım eder etmez o
    kimse yerinden kalkıp, bu yardımda hiç payı olmayan başka bir adama te­şekkür ve
    minnetini bildirdi. Belki de siz alçak gönüllü ve efendi bir in­sansınız ve söz
    konusu kimsenin bu münasebetsizliğini görmezlikten gel­diniz. Fakat, kalbinizin
    bir köşesinde bu kimsenin münasebetsizliği ve nankörlüğü konusunda acı
    duyacaksınız. Sonra eğer bu adama bu ters davranışının sebebini sorduğunuz zaman
    sizin merhamet duygusuyla de­ğil, aksine aracı ve şefaatçi kişinin hatırı ve
    korkusuyla kendisine yardım ettiğinizi söylerse herhalde bunu kendinize bir
    hakaret kabul eder ve fazla tahammül edemezsiniz. Onun acayip açıklamasından,
    kendiniz hakkında iyi fikir taşımadığı, sizi merhametli ve yardımsever bir insan
    olarak görmediği, aksine dost ve ahbapların sözlerine değer verip onların hatırı
    için başkalarına yardım ettiğiniz görüşüne sahip olduğunu anlamakla fazla
    ge­cikmeyeceksiniz. Nahl suresinde şöyle buyuruluyor:

    “Onlar Allah’ın nimetini bilirler ve sonra onu inkâr ederler.
    Onların ekserisi kâfirlerdir.” (Âyet: 83)

    Burada da “inkâr edenler” deyiminden, daha evvel bahsettiğimiz
    dav­ranış kastedilmiştir. Yani, Mekke’li kâfir ve müşriklerin, Allah’ın
    nimetle­rine başkalarını ortak koşmaları. Hacc sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Allah hem meleklerden, hem de insanlardan rasûller seçer. Allah
    işiticidir, görücüdür. Allah onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Bütün
    isler Allah’a döndürülür.” (Âyet; 75-76)

    Burada denilmek isteniyor ki, müşriklerin kendilerine ma’bud
    olarak seçtikleri varlıklar arasında, melekler ve peygamberler en üst mevkiye
    sa­hiptirler, ama bunların durumu da haberci ve elçilerden farklı değildir ve
    bunlar da Allah’ın seçtiği görevlilerdir. Sadece bu husus kendilerine, Al­lah’ın
    işlerinde ortak olmalarına sebep olamaz. Dikkat ederseniz, “Allah onların
    önlerinde ve arkalarında olanı bilir” cümlesi Kur’ân-ı Kerîm’de çok sık yer
    almıştır ve her yerde şefaat ile ilgili müşriklerin batıl itikadı­nın reddi için
    kullanılmıştır. Bu cümlenin burada kullanılmasının anlamı da aynıdır. Allah
    demek isliyor ki, müşrikler tarafından sefaatçı ve kurta­rıcı olarak bilinen
    melekler ile peygamberler aslımla kendileri Allah’a muhtaçtırlar. Her şeyi
    gören, bilen ve dolayısıyla, kulların ihtiyaçlarını gi­deren ve şefaatlerini
    dinleyen ya da reddeden de odur. Bu hususla başka kimse O’nun ortağı olamaz.
    Nitekim, Zümer sûresinde şöyle denilmiştir.

    “Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mı edindiler? De ki:
    Onla­rın hiçbir şeye güçleri yetmez ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse yine
    (on­lardan şefaat bekler misiniz?)! De ki: ‘Bütün şefaat Allah’ın
    kudretinde­dir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”
    (Âyet; 43-44)

    Cenab-ı Allah demek istiyor ki, kâfirler ve müşrikler kendi
    kendine bazı kimselerin Allah nezdinde nüfuz sahibi olduğuna ve bazı konularda
    Allah’a zorla ve tehdide bazı şeyler yaptırdıklarına inanıyorlar. Oysa, Allah
    nezdinde kimse bizzat kendisi için Allah’ın izni olmaksızın şefaate bulunamaz.
    Ne Allah kimseye şefaat konusunda yetki vermiştir ne de Allah’ın nezdinde şefaat
    edebilecek kimseler herhangi bir zaman böyle bir iddiada bulunmuşlardır. Necm
    Sûresinin şu âyetlerine de bakalım.

    “Göklerde nice melekler vardır ki, Allah izin vermedikçe ve ona
    razı olmadıkça hiç kimseye şefaatleri fayda vermez.” (Âyet; 26)

    Demek ki, Allah katında melekler şefaatten dem vuramaz. Melekler
    zaten Allah’a tamamıyla bağlı ve emrine amade yaratıklardır. Onlar kendileri
    muhtaç ve çaresizdirler. Onlardan yardım ve şefaat beklemek cahilliktir. Doğrusu
    şu ki, bütün melekler bir olup Allah’ın istemediği bir kimse için şefaat
    dileseler dahi, hiçbir şey yapamazlar.

    10.1.8. Allah’ın
    Kararını Kimse Değiştiremez, Tehir Edemez

    Şu âyete bakın.

    “Allah bir kavme fenalık murad ederse, onu çevirecek hiçbir çare
    yoktur. Onlar için, Ondan başka bir veli ve dost yoktur.” (Ra’d; 11)

    Burada denilmek isteniyor ki, Allah (cc.) herhangi bir kişi veya
    millet hakkında bir karar vermişse onu değiştirecek herhangi bir güç yoktur.
    Herhangi bir aracı, şefaatçi ve tavsiyeci, suçlu ve günahkârı Allah’ın
    gazabından kurtaramaz. Onun için şefaat ve kurtuluş umuduyla serbestçe günah
    işlemek doğru bir davranış değildir.

    “Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, eğer onlar lehinde
    yetmiş kerre istiğfar eylesen de, Allah onları mağfiret etmez. Çünkü onlar Allah
    ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular. Allah, fasık olan kavme hidâyet et­mez.” (Tevbe;
    8fr)

    “Onlar için istiğfar etsen de etmesen de müsavidir. Allah,
    onları mağfiret etmez. Şüphesiz Allah, fâsık olan kavmi hidâyet etmez.” (Münafıkûn;
    6)

    İşbu mesele, Münafikûn sûresinden üç sene sonra nâzil olan Tevbe
    suresinde çok açık bir şekilde ele alınmıştır. Söz konusu âyette Cenab-ı Allah,
    Hazreti Peygamber (a.s.)’e hitap ederek diyor ki, “Sen bu sapıklar için 70 defa
    bile şefaatte bulunsan. Ben onları affetmeyeceğim. Zira, onlar Allah ile
    Rasûlünü inkâr ediyorlar ve en kötü günahları işliyorlar.” Daha sonra şunları
    söylüyor.

    “Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma. Ve kabri
    üzerinde durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fasık ol­dukları
    halde öldüler.” (Tevbe; 84)

    Burada iki noktaya temas edilmiştir. Yani, şefaat ve mağfiret
    yalnızca hidayet bulmuş kişilere mahsustur. Hidayet almamış veya doğru yoldan
    saparak fısk-ü fücûra batmış olanlar için ise alelâde İnsanlar şöyle dursun,
    Allah’ın Rasûlü bile mağfiret duası yaparsa, Cenab-ı Allah tarafından ka­bul
    edilmez. Burada temas edilen ikinci nokta şudur. Allah’ın hidayetine talip
    olmayanları Allah bağışlamaz. Eğer bir kul, hidayeti kabul etmiyor ve hidayete
    çağrıldığı zaman omzunu silkip başka bir tarafa yöneliyorsa, Allah herhalde onu
    hidayet edecek değildir.

    10.1.9. Mahşer’de
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in Şefaatçi Hüviyeti

    İslâm inancına göre, şefaat kavramı şudur. Kıyamet gününde
    Allah-u Teâlâ’nın mahkemesinde, Allah’ın izni olmadan kimse, kimse için şefaatte
    bulunamayacaktır. Bu kurala göre gayet tabii ki Allah’ın en sevdiği pey­gamberi
    Hz. Muhammed (a.s.) Mahşer’de ümmeti ve ümmetinin bazı fert­leri için şefaatte
    bulunmaya teşebbüs edecektir. Fakat, bu şefaat Allah’ın müsaadesine bağlı
    olacaktır ve sadece, hayatları boyunca ellerinden geldi­ği kadar iyi birer
    müslüman olmaya çalışan ve Allah’a tâbi olarak faaliyet göstermelerine rağmen
    bazı hatalar işlemiş olanlar şefaat olunabileceklerdir. Fakat, bile bile günah
    işlemiş ve düştükleri durumdan utanç duyma­mış, pişman olmamış sapık kimseler
    şefaat olunmayacaklardır. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.) bir hadisinde, Allah’a
    hıyanet eden ve ondan kork­mayanların durumunu anlatırken şöyle buyurmuştur: “Bu
    hain kimseler, yaptıkları günah ve yedikleri haram malların yükünü omuzlarında
    taşıya­rak mahşere geleceklerdir ve bana yalvaracaklardır, ‘Yâ Rasûlallah bana
    yardım edin.’ Fakat ben onlara şu cevabı vereceğim. ‘Ben senin için hiçbir şey
    yapamam, çünkü ben sana Allah’ın mesajını iletmiştim.” (Bk: Mişkat: Kısmet-ül
    Ğânayim, El-Ğulûlü Fiha).



     




    [1]
    Şefaat ve
    tavassut meselesi Peygamberlikle çok yakından ilgilidir. Bunun iki sebebi
    var­dır: Birincisi, kâfir ve müşrikler şefaati bir kalkan olarak
    kullanıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin davetlerini
    kabul etmeyenler, bağlı bulundukları tanrı ve tanrıçaların, Allah katında
    kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle, Allah’ın azabından korkmaları
    gerekmediğini söylüyorlardı. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini
    nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı. İkincisi, peygamberler ile bazı
    ermiş kişilerin kendilerine tabi olanlar ve Allah’ın yolunu takip edenler
    için Kıyamette Allah’ın huzurunda şefaatte bulunacakları rivayetlere göre
    sabittir. Yani, iyi yolda ve dürüst karaktere sahip olmasına rağmen
    hayatlarında ufak tefek halalar yapmış olanla­rın affı için peygamberler
    tarafından Allah katında yapılan girişimler. Kur’ân-ı Kerim ilk tür şefaati
    şiddetle reddetmiştir. İkinci tür şefaati de bazı şartlara bağlı kılmıştır.
    Kısacası, Şefaat meselesi, peygamberlikle yakından ilgilidir ve bunu burada
    ele almayı uygun gördük.



    [2]
    Hazreti
    Peygamber Efendimiz ümmetini şefaat konusunda çeşitli defa ve vesilelerle
    uyar­mıştır. Mesela Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle söylediği rivayet olunur.
    “Benden sonra usûlümü de­ğiştirecek olanlar, bu sebepten dolayı
    değiştirileceklerdir ve bir daha eski yola getirilmeyeceklerdir. Eğer ben
    dersem ki bunlar benim adamlarımdır, o zaman bana denilecektir ki, sen
    kendinden sonra, bu adamların ne yaptığını bilemezsin, o zaman ben de
    bunları defedeceğim ve diyeceğim ki, benden uzak durun.” Rivayet, şu hadis
    kitaplarında yer almıştır: Sahih-i Buhari (Kitabul-Fiten) Müslim (Kitab-üt
    Tahâret, Kitab-ul Fezâil), Müsned-i Ahmed (İbn Mes’ûd ve Ebû Hureyre’nin
    rivâyetleri) ve İbn Mâce (Kitab-ül Menasik).



    [3]
    Aksine,
    doğru yoldan sapmış olan taraftarlarının ağır bir şekilde cezalandırılmasını
    iste­yeceklerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber (a.s.)in bu gibi
    insanlar ile ilgili sözleri vardır.



    [4]
    Kıyamette
    peygamberlerin, ümmetlerinden bazıları için şefaatte bulunacakları sırada ne
    gibi bir teslimiyet ve acz içinde olacaklarının manzarası Maide suresinin
    son rükûsunda çizilmiştir. Burada Hz. İsa’nın kendi ümmeti için nasıl
    mütevazi bir şekilde Allah’a yalvaracağı anlatılmıştır. Mesela şu sözlerine
    bakın. “Eğer onları bağışlarsan muhakkak Sen aziz ve hakimsin.”

  • MU’CİZELER



    Dokuzuncu Bölüm: MU’CİZELER



    9.1. MU’CİZE MESELESİ



    9.1.1. Mu’cizeleri İnkâr Edenlerin Çıkmazı



    9.1.2. İki Farklı Görüş



    9.1.3. Mu’cizelerin Doğru ve Gerçek Olduğuna Dair Deliller



    9.2. ÖNCEKİ PEYGAMBERLERİN MU’CİZELERİNE BİR BAKIŞ



    9.2.1. Ölülerin Diriltilmesiyle İlgili Mu’cize



    9.2.2. Hz. Eyyûb İçin Şifa Çeşmesi



    9.2.3. Hz. İbrahim (a.s.)’in Mu’cizeleri



    9.2.3.1. Dört Kuşun Diriltilmesi



    9.2.3.2. Hz. İbrahim ‘in Yaşlılığında Evlât Sahibi Olma Arzusu



    9.2.3.3. Hz. İbrahim ‘in Ateşten Korunması



    9.2.4. Hz. Musa(a.s.)’nın Mu’cizeleri



    9.2.4.1. Musa’nın Asası



    9.2.4.2. Fir’avun ve Sülalesine Uyarıcı Nitelikteki Azaplar



    9.2.4.3. Dokuz İşaret



    9.2.4.4.  Asa  İle Denizin İkiye Ayrılması



    9.2.5. Hz. Süleyman (a.s.)’ın Mu’cizeleri



    9.2.5.1. Kuşların Dilini Bilmesi



    9.2.5.2. Emrine Cinlerin Verilmesi



    9.2.5.3. Saba Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi



    9.2.6. Hz. Yunus (a.s.) Kıssasının Mu’cizevî Yanı



    9.2.7. Hz. Zekeriyya (a.s.)’nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması



    9.2.8. Hz. Îsa (a.s.)’nın Mu’cizeleri



    9.2.8.1. Hz. Îsa’nın Babasız Doğması



    9.2.8.2. Yeni Doğan Bebeğin Beşikte Konuşması



    9.2.8.3. Kur’ân-ı Kerim’de Yer Alan Hz. Îsa’nın Diğer Mu’cizeleri



    9.2.9. Hz. Muhammed (a.s.) ve Mu’cizeleri



    9.2.9.1. Kur’ân Başlı Başına Bir Mu’cizedir



    9.2.9.2. Hz. Peygamber Bizzat Mu’cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi



    9.2.9.3. Hz. Peygamber (a.s.) ‘in En Büyük Mu’cizesi, Kur’ân



    9.2.9.4. Hz. Peygamber (a.s.)’e Kabul Edilebilir Mu’cizelerin Verilmesi



    9.2.9.5. Ayın İkiye Bölünmesiyle İlgili Hadisler



    9.2.9.6. Hadislerin Özeti



    9.2.9.7. Olayın Gerçek Niteliği ve Anlamı



    9.2.9.8. İtirazlar ve Bunlara Cevaplar

    Dokuzuncu Bölüm: MU’CİZELER

    9.1. MU’CİZE MESELESİ

    Peygamberler ne zaman, kendilerinin Allah tarafından gönderilen
    el­çiler olduğunu ilân etseler, o zaman İnsanlar kendilerine hitaben şöyle
    de­mişlerdir: “Madem ki, sen Allah’ın peygamberi olduğunu iddia ediyorsun o
    zaman, öyle bir marifet göstermeli, öyle bir iş becermelisin ki, normal İnsanlar
    onu yapmasın, ya da doğa kanunlarına tam aykırı olsun. İşte böy­lece, Allah’ın
    seni elçi seçmesi ve insanları hidayete davet etmekle vazifelendirmesi
    kendiliğinden ispatlanmış olacaktır”. Bu tür istekler üzerine peygamberlerin
    hepsi veya çoğu, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre “âyetler ve sıradan insanların
    dilinde ‘Mu’cizeler’ olarak bilinen işaretler göstermiş, deliller sunmuşlardır.

    9.1.1.
    Mu’cizeleri İnkâr Edenlerin Çıkmazı

    Bu çeşit işaret veya mu’cizeleri kabul etmeyip bunların doğa
    kanunla­rına göre meydana gelen sıradan olaylar olduğunu ispatlamaya çalışan
    ki­şi ve çevreler aslında, Kitab’ı kabul edip etmeme konusunda öyle tuhaf bir
    tutum içinde bulunuyorlar ki bunların gerçekten ne yapmak islediklerini
    kestirmek hayli zordur. Çünkü, Kur’ân-ı Kerim geçmiş peygamberlerin yaptıkları
    bazı şeyleri mu’cize ve olağandışı olarak nitelendirirken, bu kişi ve çevrelerin
    söz konusu ayetleri saptırmaya çalışmaları çirkin bir lâf ka­labalığından başka
    bir şey değildir. Bu tür kişi ve çevreler, bir yandan, ta­biatüstü ve insanüstü
    harikalardan bahseden bir Kitab’ı tanımak istemiyor­lar; bir yandan da,
    atalarının dinine doğuştan bağlı oldukları için bu kitabı kabul etmekten başka
    çare görmüyorlar. Görüldüğü gibi, bu gibi kişi ve çevreler büyük bir çıkmaz
    içindedirler ve tahsil ettikleri modem bilim ve felsefenin etkisinde kalarak
    Kur’ân-ı Kerim ve diğer ilâhî kitapların Mu’cizelerle ilgili ifadelerini hayli
    yadırgıyorlar. Bu çelişki ve çıkmaz, yaptık­ları tahsil ve yetiştikleri şart ve
    çevrelerden ileri geliyor.

    Mu’cizelerle ilgili önemli bir soruya cevap vermek zorundayız.
    Soru şudur: Allahu Teâlâ, içinde bulunduğumuz kâinatın kaide ve kanunlarını
    belirledikten sonra görevini terk etmiş ve hiçbir zaman bu kâinatın
    meka­nizmasına müdahale etmeme kararı mı almıştır? Yoksa durum bambaşka mıdır?
    Yani, saltanatının idaresini her an elinde bulundurmakta ve istediği zaman
    insana, diğer yaratıklara ve eşyalara dilediği şekli verebilmekte mi­dir?  

    9.1.2. İki Farklı
    Görüş

    Yukarıdaki sorunun ilk bölümünü kabul eden kişilerin mu’cizeleri
    ka­bul etmeleri imkânsızdır. Çünkü, Mu’cizeler onların ne Tanrı kavramıyla ne de
    kâinat kavramıyla bağdaşıyor. Ama, bu kişilerin takip edeceği en iyi yol, Kur’ân-ı
    Kerim’i olur olmaz şekilde tevil ve tefsire çalışmaktansa bu ilâhi kitabı
    tamamıyla kabul etmemeleridir. Zira, Kur’ân-ı Kerim her za­man, Allah ile ilgili
    ilk kavramı red ve ikinci kavramı ispatlamaya çalış­mıştır. Buna mukabil,
    Kur’ân’ın sunduğu delilleri kabul edip Allah ile ilgili ikinci kavramı
    benimseyen bir kişi için mu’cizeleri anlaması veya kabul etmesi o kadar zor
    değildir .Gayet tabiidir ki, eğer bir kişi, örneğin, yılan­ların nasıl doğduğu
    ve yaşadığını biliyor ve bu usul ve yöntemlerin dışın­da Allah’ın yılanları
    başka türlü meydana getirip, yaşatmayacağına inanı­yorsa, o zaman, bu kişi,
    kendisine bir asânın yere atılınca yılan olduğunu ve kaldırılınca tekrar asaya
    döndüğünü anlatan bir kişiyi mutlaka yalanla­yacaktır. Fakat eğer bir insan,
    Allah’ın her şeye kadir olduğuna, istediği maddeye hayat verebileceğine ve
    emriyle bir âsâ’nın yılan olabileceğine inanıyor ise, onun için bu tür hadiseler
    ve kıssalar gerçeğe ve akla uygun olacaktır. Bu insan için bir asânın yılan
    olması, yumurtalardan civciv çık­ması kadar tabii ve olağandı. Aradaki fark
    sadece şudur. İlk hadise pey­gamberlerin tarihinde sadece üç defa vuku
    bulmuştur, halbuki ikinci hadi­se her gün gözümüzün önünde cereyan etmektedir.

    9.1.3.
    Mu’cizelerin Doğru ve Gerçek Olduğuna Dair Deliller
        

    Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetlerine bakın:

    “Onlar üç (kişidir), dördüncüleri köpekleridir” diyecekler.
    “Beştir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Hep görülmeyene taş atıyorlar
    (bunlar). (Hayır), yedidir, sekizincileri köpekleridir, diyecekler. De ki:
    Onla­rın sayısını Rabb’im daha iyi bilir. Onları bilen azdır. Onun için onlar
    hakkında, sathi tartışma dışında, derin münakaşaya girme ve onlar hak­kında
    bunlardan hiçbirine bir şey sorma”. (Kehf; 22)

    “Ancak Allah dilerse” (yapacağım) (de). Unuttuğun zaman Rabb’ini
    an ve ‘umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaş­tır tır’
    de.” (Kehf; 24)

    Burada denilmek isteniyor ki, önemli olan meydana gelen doğaüstü
    şeyler ya da Mu’cizelerin sayısı değil, onlardan alınması gereken derstir.
    Gerçek mü’minler hiçbir zaman Allah’ın gücü ve kudretinden şüphe
    etme­melidirler. Mü’minler dünyanın kaide ve kurallarına değil, Allah’a
    güven­melidirler ve şartlar her ne kadar elverişsiz olursa olsun Hak yolundan ve
    Allah’a güven ve inançlarından ayrılmamalıdırlar.

    Bu ayette başka önemli bir noktaya değinilerek, insanların
    genellikle, “Tabiat Kanunu” dedikleri ve bunun dışında dünyada hiçbir şeyin
    olmaya­cağına inandıkları “alışılmış âdetler”e Cenab-ı Allah’ın bağlı olmadığı
    an­latılmıştır. Allahu Teâlâ, ne zaman ve nerede isterse bu âdetleri aşarak
    is­tediği tabiatüstü işi yapabilir. Allah için, bir kişiyi 200 yıl ebedi uykuda
    bulundurduktan sonra sanki sadece birkaç saatlik uykudan sonra uyanmışçasına
    diriltmek hiç de zor bir iş değildir. Demek ki, geçmişteki peygam­berler ve
    bütün kitaplarda zikri geçen kıyametten sonra bütün insanları di­riltmek Allah
    için zor olmayacaktır.

    Cenab-ı Allah’ın kâinatında doğaüstü gelişmeler, olaylar,
    maddeler ve harika yaratıklar az değildir. İnsan nereye bakarsa Allah’ın
    kudretinin be­lirtilerini görebilir. Kâinatta ve tabiatta bazı hadise ve
    faaliyetlerin belli bir düzen içinde cereyan etmesi, bunların bu düzenin dışında
    ve belirlenen kurallarını aşarak gerçekleşmeyeceklerinin bir kanıtı olamaz.
    Nitekim bu tür yanlış inançların reddi için kâinatta ve tabiatta hiç alışılmamış
    ve hiç görülmemiş olaylar ve cisimler varolduğu söylenebilir. Bunlar öylesine
    garip, emsalsiz ve harika oluyor ki insan şaşkına dönüyor. Bu doğaüstü,
    olağanüstü ve harika şeylerin uzun bir listesi hazırlanabilir. Gerçek şu ki,
    Allah’ın, Kadir-i Mutlak olduğuna inanan bir mü’min için, insanlara hayat veren
    ve onları öldüren Allah’ın bir insana bin yıllık ömür verebileceğine inanmak zor
    değildir. Aslında insan kendi başına bir an bile yaşayamaz, ama Cenab-ı Hak
    isterse onu istediği kadar yaşatabilir.

    9.2. ÖNCEKİ PEYGAMBERLERİN
    MU’CİZELERİNE BİR BAKIŞ

    “Ve Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik, dedi ki, ‘Ey
    kav­mim, Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Size
    Rabbi­niz tarafından apaçık Mu’cize geldi, işte, Allah’ın bu dişi devesi size
    ayet­tir (alâmettir). Bırakın, Allah’ın arzında otlasın, Ona bir fenalıkla
    dokun­mayın. Eğer dokunursanız sizi acıklı bir azap yoklar”. (A’râf; 73)

    Yukarıdaki ayetin birinci cümlesinde bahsedilen “apaçık
    Mu’cize”den, ikinci cümlede “ayet” (işaret) olduğu bildirilen “dişi deve”nin
    kastedildiği açıkça anlaşılıyor. Şuara suresinin 8. rükûsunda Semûd kavminin,
    Hazreti Salih (a.s.)’den böyle bir mu’cize istedikleri kaydedilmiştir. Hz. Salih
    de kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu ispatlamak üzere dişi deveyi kendile­rine
    takdir etli. Burada görüldüğü gibi, dişi deve ile ilgili olay kesinlikle “Mu’cizeler”
    tarifine girmektedir. Benzeri mu’cizeleri, diğer pek çok pey­gamberin kendi
    peygamberliklerini ispatlamak amacıyla göstermeleri ka­vimleri tarafından
    istenmişti. Dişi devenin Mu’cize şeklinde doğmasının bir başka delili, bu
    hayvana dokunulmasıyla ilgili Hz. Salih’in ikazıdır. Hz. Salih bu deveye kötü
    niyetle dokunmak isteyenlere, bunu yaptıkları takdirde Allah’ın azabına
    uğrayacaklarını söylemiştir. Ayrıca, buna ser­bestlik tanımalarını istemiş ve
    istediği arazide otlamasını emretmiştir. Belli ki, böyle bir şey Semûd kavmi
    tarafından da “Mu’cize” olarak kabul edildikten sonra onlara merasimle takdim
    edilmiştir. Semûd kavminin, bu dişi devenin uzun müddet aralarında dolaşmasına,
    otlamasına ve varılan anlaşmaya göre, dişi deve ile diğer bütün hayvanların
    nöbetleşerek dere­den su içmelerine izin vermesi de “Mu’cize”ye hiç olmazsa bir
    parça inan­dıklarını gösteriyor. Semûd kavmi uzun süre düşünüp taşındıktan sonra
    bu dişi deveyi öldürdüler. Burada unutulmamalıdır ki, Hz. Salih ne iktidar
    sahibiydi ne de olağanüstü güce haizdi. Görünüşte Semûd kavmi için korkulacak
    herhangi bir şey yoktu. Ama dişi deveden korktukları bir ger­çekti. Onlar bu
    hayvanın arkasında mutlaka insanüstü bir kuvvetin olduğu kuşkusuna
    kapılmışlardı. Kur’ân-ı Kerim’de bu dişi devenin nasıl olduğu ve nasıl vücuda
    geldiği açıklanmamıştır. Herhangi bir sahih hadiste de bu­na dair bir kayıt
    yoktur. Onun için, Kur’ân’ı tefsir edenlerin bu dişi deve­nin doğuşuna dair
    yürüttükleri fikirlere müslümanların inanmaları gerek­miyor. Fakat, her şeye
    râğmen, dişi devenin bir Mu’cize olduğu Kur’ân-ı Kerim’le sabittir.

    9.2.1. Ölülerin
    Diriltilmesiyle İlgili Mu’cize

    “Ya da altı üstüne gelmiş, ıpıssız duran bir şehre uğrayan
    gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: ‘Allah, burasını ölümünden sonra nasıl
    diril­tecekmiş?’ Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı da sonra onu
    di­riltti. (Ve ona) Demişti ki: ‘Ne kadar kaldın?’ O: ‘Bir gün veya bir günden
    az kaldım’ demişti. (Allah ona:) ‘Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyece­ğine
    ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak (bunu yap­mamız) seni
    insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya
    getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz? demişti. O, kendisine (bunlar)
    apaçık belli olduktan sonra denişti ki: ‘(Artık şim­di) Öğreniyorum ki gerçekten
    Allah, her şeye güç yetirendir”. (Bakara; 259)

    Burada bahsedilen kişinin, kim veya kasabanın neresi olduğunu
    tartış­mak gereksizdir. Burada önemli olan bir kişinin 100 sene öldürülüp
    diriltilmesidir. Ayrıca, asıl dikkat edilmesi gereken Allah’ın yaptıklarına,
    özel­likle ölüleri dirilttiğine hayret eden bir kişiye verilen ders ve
    hidâyettir. Kişi ve yerleri tesbit etmek için bizde ne herhangi bir imkân vardır
    ne de buna lüzum vardır. Fakat, Kur’ân’ın daha sonraki ifadelerinden, bahse
    ko­nu olan kişinin mutlaka bir peygamber olduğu anlaşılıyor.

    Kur’ân-ı Kerim’in ibaresinden anlaşılıyor ki, aslında söz konusu
    kişi, ölümden sonra hayat görüşüne karşı değildi. Ölülerin Allah tarafından
    diriltileceğinden de pek şüphesi yoktu. Ama bu dirilişi kendi gözüyle gör­mek
    isliyordu. Bir kişinin yüz sene öldükten sonra tekrar hayata dönmesi Allah’ın
    kudretinin inkâr edilmez bir deliliydi.

    9.2.2. Hz. Eyyûb
    İçin Şifa Çeşmesi

    “Kulumuz Eyyub’u da hatırla. Hani o, ‘Ya Rabbi, şeytan beni
    zorluk ve azaba uğrattı’ diye nidâ eyledi. O’na, ayağınla yere vur dedik. İşte
    hem yıkanacak, hem de içecek serin bir su”. (Sa’d; 4142)

    Yani, Hz. Eyyûb (a.s.), Allah’ın emriyle yere ayağını vurur
    vurmaz oradan bir su fışkırdı. Bu sudan içerek ve bundan yıkanarak uzun müddet
    süren hastalığından kurtulacak, şifa bulacaktı. Hz. Eyyûb’un ağır hasta ol­duğu
    kuvvetle muhtemeldir. İncil’de de Hz. Eyyûb’un bütün vücudunun sivilce ve çıban
    başlarıyla dolu olduğu belirtilmiştir.

    9.2.3. Hz.
    İbrahim (a.s.)’in Mu’cizeleri

    9.2.3.1. Dört Kuşun
    Diriltilmesi

    “İbrahim, Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster’
    dediğin­de, Allah, Yoksa iman etmiyor musun?’ dedi. İbrahim, ‘Evet iman
    ediyo­rum. Lâkin kalbim mutmain olsun diye istiyorum’ dedi. Allah, ‘dört kuş al
    ve bunları parça parça et. Sonra onun her parçasını bir dağın iterine bı­rak ve
    sonra onları çağır. Sana koşarak gelirler.’ Bil ki, Allah aziz ve ha­kimdir”.
    (Bakara; 260)

    9.2.3.2. Hz. İbrahim
    ‘in Yaşlılığında Evlât Sahibi Olma Arzusu

    “Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de ona İshak’ı,
    O’nun ardından da Yakub’u müjdeledik. İbrahim’in zevcesi, ‘vay başıma, ben bir
    koca karı ve şu zevcim de ihtiyarken çocuk mu doğuracakmışım? Bu çok acayip bir
    şeydir’ dedi. Misafirler, ‘Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Ey ehl-i beyt,
    Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinizdedir. Allah asıl hamde la­yık, hayır ve
    ihsanı çok olandır’ dediler”. (Hûd; 71-73)

    9.2.3.3. Hz. İbrahim
    ‘in Ateşten Korunması

    “Kavmi, ‘O’nun için bir bina yapın ve onu ateşe atın’ dedi. Ona
    bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları zelil ve alçak kıldık”. (Saffat;
    97-98)

    9.2.4. Hz.
    Musa(a.s.)’nın Mu’cizeleri

    “Sonra Musa ve kardeşi Harun’u ayetlerimizle, apaçık hüccet ve
    bur­han ile gönderdik”. (Mü’minûn; 45)

    Bu ayette, “ayetler”den sonra “apaçık hüccet ve burhan”
    sözcüklerinin kullanılması iki şekilde tefsir edilebilir. Ya bu ayetler, Hz.
    Musa ile Hz. Harun (a.s.)’un Allah’ın peygamberleri olduğunu gösteren “apaçık
    delil­ler” idiler. Ya da her iki peygamber “âyetler” (işaretler)in dışında (yani
    asa Mu’cizesinin dışında) başka Mu’cizelerle de Mısır’a gönderildiler. Bu­rada
    “açık hüccet” Hz. Musa’nın asası olabilir. Çünkü bunun sayesinde meydana gelen
    mu’cizeler, her iki kardeşinin Allah’ın peygamberleri oldu­ğunu çoktan
    ispatlamıştı.

    9.2.4.1. Musa’nın
    Asası

      “Musa ‘atınız’ dedi. Sihirbazlar değnek ve iplerini attıkları
    zaman halkın gözlerini büyüleyip onları ürküttüler. Ve büyük bir sihirbazlık
    yap­tılar. Biz de Musa’ya ‘âsânı at’ diye vahyettik. Asa derhal sihirbazların
    yalancı şeylerini toplayıp yuttu”. (A’râf; 116-117)

    Yukarıdaki ayetlerden, Hazreti Musa (a.s.)’nın asasının,
    sihirbazların attığı ve yılanlar ile ejderha gibi gözüken değnek ve ipleri
    toplayıp yuttu­ğu anlaşılmamalıdır. Kur’ân-ı Kerim burada demek istiyor ki, asa,
    yılan haline geldikten sonra sihirbazların tılsım ve sihrini yutmaya başladı,
    yani yalancılıklarına son verdi.

    9.2.4.2. Fir’avun ve
    Sülalesine Uyarıcı Nitelikteki Azaplar

    “Biz Fir’avun ve cemaatini belki akıllarını başlarına alırlar
    diye ku­raklıkla ve mahsullerin kıtlığı ile tutup sıktık. Onlara bir iyilik
    gelince: ‘Bu bizim hakkımızdır’ derler. Bir fenalık isabet else Musa ve onunla
    be­raber olanlara uğursuzluk yüklerlerdi. Gözünüzü açın ki, onların
    uğur­suzlukları Allah tarafındandır. Fakat çoğu bunu bilmez. Ve bizi büyüle­mek
    için de Mu’cize getirirsen gelir, biz sana iman etmeyiz’ dediler. Bu­nun üzerine
    biz de onlara, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik”. (A’râf;
    130-133)

    Fir’avun ve taraftarları inatçılığın son haddine varmışlardı.
    Fir’avun ve yandaşları, sihir olmadığı apaçık olan olayları da sihir ve büyü
    olarak ni­telendirmek suretiyle inatçılığın en katı örneğini veriyorlardı. Bütün
    bir memlekette kıtlığın baş gösterip toprağın ürün vermemesinin bir sihirba­zın
    büyüsünün neticesi olabileceğine aptal kişiler bile inanamazdı. Bun­dan
    dolayıdır ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

    “Fir’avun ve kavmine O’nun risaletine delâlet eden
    Mu’cizelerimiz geldiğinde, ‘bu apaçık bir sihirdir’ dediler. Nefisleri buna
    inandığı halde zulüm ve kibirlerinden dolayı inkâr etliler. Habibim bak ki,
    fesatçıların akıbeti nasıl oldu”. (Neml; 13-14)

    Yukarıdaki ayetlerde sözü edilen tufan, herhalde doluların da
    yağdığı şiddetli yağmur ve kasırgadır. Gerçi tufan çeşitli şekillerde olabilir,
    ama biz bundan dolu fırtınasını anlıyoruz ki İncil’de benzeri ifadeler
    kullanıl­mıştır. Ayetlerde kullanılan diğer bir kelime, “kummâl”dir ki, bunlar
    ha­şerat; sivrisinek ve zirai mahsuller ile hububata büyük zarar veren çekirge
    ve böcekler anlamına gelir. (Karşılaştırmak için Bk. İncil, ‘Kitab-ı Huruc’
    Bölüm: 7-12).

    9.2.4.3. Dokuz İşaret

    “Biz Musa’ya, açıkça görülen dokuz (işaret) vermiştik. Siz artık
    ken­diniz İsrail oğullarına sorun ki, onlar (âyetler) geldiğinde Fir’avun dedi
    ki: ‘Ey Musa, senin mutlaka bir sihirbaz olduğunu sanıyorum.” Musa ise dedi ki,
    ‘Sen çok iyi biliyorsun ki, bu basiret verici işaretleri yer ve gökle­rin
    Rabbinden başka kimse indirmemiştir. Ve ey Fir’avun, sen muhakkak azaba uğramış
    bir adamsın!”. (İsrâ; 101-102)

    Burada bahsedilen dokuz ayet veya işaretten A’râf suresinde de
    söz edildiğini daha önce görmüşlük. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1) Yılana
    dönü­şen asa. 2) Beyaz el, ki koltuktan çıkarılınca güneş gibi parlamaya
    başlar­dı. 3) Sihirbazların sihrini herkesin önünde kırmak. 4) Bütün ülkede
    kıtlı­ğın başlaması, 5) Tufan veya dolu fırtınası. 6) Çekirge sürüsü. 7)
    Böcek­ler, 8) Kurbağalar, 9) Kan.

    Burada Hz. Musa (a.s.)’nın verdiği cevap dikkate değerdir. Hz.
    Musa demek istiyordu ki, bir ülkede açlık ve kıtlığın baş göstermesi, yüz
    binler­ce kilometrekarelik araziye kurbağaların saldırması ve bütün ülkede zirai
    mahsuller ile hububatın çekirge ve böcekler tarafından lalan edilmesi ve buna
    benzer diğer olaylar, herhangi bir sihirbazın büyüsü olamazdı. Aslında bu şeyler
    insan gücünün çok ötesindeydi. Ayrıca eğer bunlar bü­yü olsaydı, her âfet ve
    belâdan önce Hz. Musa (a.s.)’nın Fir’avun ve yan­daşlarını ikaz etmesine de göz
    yumulmazdı. Hz. Musa’nın açık ifadeleriy­le peşinen bahsettiği âfetlerin ve
    olayların aynen vuku bulmasını gör­dükten sonra da bunların yeryüzü ve göklerin
    Hakimi olan Allah tarafın­dan yapıldığına inanmayan bir kişinin akli dengesinin
    yerinde olması şüphelidir.

    9.2.4.4.  Asa  İle
    Denizin İkiye Ayrılması

    “And olsun, biz Musa’ya; ‘Kullarımla geceleyin yola çık. Onlara
    de­nizde kuru bir yol aç. Size yetişmelerinden korkma’ diye vahyettik”. (Taha;
    77)

    Burada özetlenen olay şöyle gelişmiştir: Cenab-ı Allah bir gece
    kara­rını verdi. “Kullarım” olarak adlandırılan, İsrail oğullarından ve diğer
    mil­letlerden müslüman olanlar, hicret etmek üzere Mısır’ın her tarafından yo­la
    çıkacaklardı. Bütün bu iman sahipleri belirlenen zamanda ve yerde top­lanarak
    bir kervan oluşturdular ve yola çıktılar. O çağlarda Süveyş kanalı diye bir şey
    yoktu. Kızıldeniz ile Akdeniz arasındaki bütün deniz açıktı. Ama denize çıkış
    yolları kapalıydı, bilhassa, kıyılarda karakol ve nöbetçi as­kerler vardı. Hz.
    Musa Kızıldeniz’e açılan yolu seçti. Herhalde sahil bo­yunca yol alarak Sina
    yarımadasına geçmeyi tasarlıyordu. Ne var ki, Hz. Musa’nın kafilesi deniz
    kıyısına ulaştığında büyük bir sürprizle karşılaştı. Fir’avun büyük ordusuyla
    birlikte onların yolunu kesmişti. Şuara suresin­de belirtildiği gibi, muhacir
    kafilesi Firavun’un ordusu ile deniz arasında sı­kışmıştı. Tam o sırada Allah,
    Hz. Musa’dan asasını denize vurmasını istedi.

    “Vurunca deniz derhal yarıldı. Her iki taraf büyük bir dağ gibi
    oldu.” (Şuara; 63)

     Böylece, kafilenin geçmesi için sadece deniz yarılmakla
    kalmadı, ayrıca ortasından kuru bir yol da açılmış oldu. Bu, açık ve bariz bir
    Mu’cize­dir. Bu olayı, kendilerince “bilimsel” şekilde yorumlamaya çalışan ve
    bu­nu bir med ve cezir vak’ası olarak gösterme hevesinde olanların yanlışlığı
    kendiliğinden ispatlanmış oluyor. Çünkü med ve cezir vak’asında sular her iki
    tarafta dağ gibi durmaz ve ortalarından kuru bir yol açılmaz.

    “Bunun üzerine Musa’ya ‘asan ile denize vur’ diye vahyettik.
    Vurunca deniz derhal yarıldı. Her iki taraf büyük bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ;
    63)

    Yukarıdaki ayette “büyük bir dağ” için “et-tavd-ile azim”
    kelimeleri kullanılmıştır. “Tavad” Arapçada zâten büyük dağa denilir. Bir de
    buna “azim” (büyük) sıfatı eklenmiştir. Demek yükselen dalgalar çok büyüktür.
    Sonra bu işin, sadece Hz. Musa’nın emrindeki İsrail oğulları ve diğer iman
    sahiplerinin büyük kafilesinin geçirilmesi değil, aynı zamanda Firavun’un büyük
    ordusunun da boğulması için yapıldığını düşündüğümüz zaman gerçek daha da açık
    bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü su dağları, med ve cezir gibi birkaç
    dakikalık bir süre için oluşmamıştı. Bu dağlar uzun bir zaman sabit bir şekilde
    durmuş olacak ki, önce Hz. Musa ve yüz binlerce kişilik kafilesi açılan yoldan
    geçmiş ve daha sonra Firavun’un bütün ordusu bunun ortasına kadar varabilmişti.
    Deniz kabarması, kasırga ve med-cezir gibi olaylarda rüzgâr ne kadar şiddetli
    olursa olsun ya da tabiatın değişimi ne kadar etkileyici olursa olsun, denizin
    sularını bu şekilde bıçak gibi ikiye ayırarak dağlar haline getiremezler.
    Ayrıca, Tâhâ suresi­nin ifadesini (onlara denizde kuru bir yol aç) de gözardı
    edemeyiz. Şayet bu geçici bir tabiat vakası olsaydı, açılan yol mutlaka sulu,
    ıslak ve ça­murlu olacaktı, ki buralardan insanların geçmesi kolay olmayacaktı.
    Oysa, sulu kum, toprak veya çamurdan zerre kadar eser kalmadığı burada açıkça
    beyan edilmiştir.

    “Ve üstünüze kudret helvası ile bıldırcın indirdik”. (Taha; 80)

    İncil’in ifadesine göre, İsrail oğulları, Mısır’dan çıkıp Sina
    çölünde Eylem ile Sina arasından geçerken, yiyecek ve içecek stokları tamamıyla
    tükenmiş ve herkes açlık tehlikesiyle karşı karşıya gelmişti. İşte ‘o sırada
    Allah tarafından İsrail oğullarına “menn ve selva” (kudret helvası ve
    bıl­dırcın) indirildi ve Allah’ın bu ihsanı, kafilenin Filistin’e varışına kadar
    tam 40 yıl devam elti. (İncil, Kitab-ı Huruc, Bölüm: III, ayet: 7-9, Jesus,
    Bölüm 5, ayet: 12). Kitab-ı Huruc’ta kudret helvası ile bıldırcın şöyle tarif
    edilmiştir:

    “Ve öyle oldu ki, akşam o kadar çok koyun geldi ki, çadır
    yerleri on­larla doldu, taştı. Ve sabah çadır yerlerinin çevresinde her tarafta
    çiğ vardı. Çiğ kuruyunca ovada küçük, ufacık yuvarlak şeyler görüldü. Benî
    İsrail bunları görünce, kendi kendine sordular “Men?” Çünkü onlar bun­ların ne
    olduğunu bilmiyorlardı.” (Bab: 16, ayet; 13-15)

    “Ve Benî İsrail buna ‘Men’ adını verdiler. Bunlar kişniş
    taneleri gibi beyaz ve tad bakımından bal gibiydiler.” (Bab: 16, ayet; 31) .

    “Adamlar etrafa gidip bunları toplar, değirmende toz haline
    getirir, sonra tencerelerde kaynatıp bunlardan ekmek yaparlardı. Tadı taze
    ye­meklik yağ gibi olurdu. Ve geceleri çiğ yağınca “Men” de düşerdi”. (Bab: 11,
    ayet; 8-9)

    Görüldüğü gibi, bu da bir mu’cize idi. Çünkü İsrail oğullarının
    uzun yolculuğu 40 yıl sonra sona erince bu semavi yemeğin gelmesi de aniden sona
    ermiş oldu. Bahse konu olan bölgeleri gezmiş ve görmüş olanlar bili­yorlar ki
    buralarda ne kudret helvası ve ekmeğinin yapılmasında kullanı­lan “men”
    bulunuyor, ne de o kadar çok sayıda bıldırcın. Bilim adamları ve araştırmacılar
    İsrail oğullarının muhtemelen geçtikleri bütün çöl ve ovaları baştan başa
    incelemişlerdir ama ne çok sayıda bıldırcın ne de “men” veya buna benzer
    herhangi bir gıda maddesi bulmuşlardır.

    9.2.5. Hz.
    Süleyman (a.s.)’ın Mu’cizeleri

    9.2.5.1. Kuşların
    Dilini Bilmesi

    “Ve ey İnsanlar, bize kuşların dili öğretildi, dedi.” (Neml; 16)

    İncil Hazreti Süleyman (a.s.)’ın kuşlar ile hayvanların dilini
    bilip bil­mediği konusunda kayıtsız kalıyor. Ancak İsrail oğullarının
    rivayetlerinde bu husus açıklıkla ifade edilmiştir. (Bk: Jewish Encyclopaedia:
    Cilt: XI, s. 439).

    9.2.5.2. Emrine
    Cinlerin Verilmesi

    “Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan askerleri
    toplandı. Bunlar daima onunla giderlerdi.” (Neml; 17)

    9.2.5.3. Saba
    Melikesinin Tahtının Anında Getirilmesi

    “Kendinde kitaptan bir ilim olan (zât.) ‘Ben onu, gölünü yumup
    açın­caya kadar sana getiririm dedi. Süleyman melikenin taktını karşısında
    görünce: ‘Bu, Rabbimin fazlıdır. Rabbim beni şükür nü veya nankörlük mü edeceğim
    diye imtihan etti. Şükreden âncak kendi menfaatine şükre­der. Nankörlük edenin
    işinden Rabbim tamamen müstağnidir. O çok ke­rem sahibidir.’ dedi.” (Neml; 40)

    9.2.6. Hz. Yunus
    (a.s.) Kıssasının Mu’cizevî Yanı

    “Şüphesiz Yunus da gönderilen peygamberlerdendi. Hani o kaçıp
    bir gemiye girmişti. Kura çekmişlerdi de mağlup olmuştu. O kınanmış bir halde
    iken onu balık yutmuştu. Eğer Rabbini çok tesbih edenlerden olma­saydı,
    insanların tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.
    Onu açık bir sahile attık. O hasta idi. Üzerine kabak cinsinden bir ağaç
    bitirdik.” (Saffat; 139-146)

    9.2.7. Hz.
    Zekeriyya (a.s.)’nın İhtiyar Karısının Çocuk Doğurması

    “Ey Rabbim, kendi tarafından bana bir oğul ihsan et. Bana ve
    Yakub hanedanına mirasçı olsun. Ey Rabbim, onu kendi rızana lâyık kıl, dedi. ‘Ey
    Zekeriya Biz seni, adı Yahya olan bir evlât ile müjdeleriz. Ondan ev­vel hiç
    kimseyi bu isimle isimlendirmemiştik,’ diye nidâ olundu. Zekeriya, ‘Ey Rabbim,
    Benim nasıl oğlum olur? Karım kısır ve ben de ihtiyarlığın son haddine vardım.’
    dedi. Nidâ eden melek, ‘Evet öyledir. Fakat, Rabbin bu bana kolaydır. Sen hiçbir
    şey olmadığın halde daha önce seni yarat­mıştım buyurdu’ dedi. Zekeriya, ‘Ey
    Rabbim, Bana bir alâmet göster’ de­di. Melek, ‘Senin alâmetin üç gece
    mütemadiyen insanlarla konuşmaman­dır.’ dedi.” (Meryem; 5-10)

    9.2.8. Hz. Îsa
    (a.s.)’nın Mu’cizeleri

      9.2.8.1.
    Hz. Îsa’nın Babasız Doğması

     “Meryem’in oğlu Îsa’yı da, anasını da, bir mu’cize kıldık.
    Onları sula­rı bol, güzel ve yüksek bir yerde iskân ettik.” (Mü’minun; 50)

    Dikkat edeceğiniz gibi, burada Hz. Îsa’nın bir Mu’cize ve HİT
    Mer­yem’in ayrı bir Mu’cize olduğu, ya da Hz. Îsa ve annesinin iki Mu’cize
    ol­duğu değil, ikisinin birleşerek “bir Mu’cize” olduğu vurgulanmıştır. Her
    ikisi bir arada başlı başına bir ayet veya Mu’cize olduğuna göre, burada Hz.
    Îsa’nın babasız doğması ve Hz. Meryem’in normal olarak herhangi bir erkek
    tarafından hamile kalmadan çocuğu doğurması buna birer delil ola­rak
    gösterilmişlerdir.

    “Kitap’ta Meryem’i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark
    tarafında­ki bir yere çekilmişti. Sonra onlarla arasına bir perde çekmişti. O’na
    ru­humuzu (Cebrail) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde gö­ründü.
    Meryem, O’na: ‘Eğer Allah’tan korkanlardan isen, senden Allah’a sığınırım.’
    dedi. Melek, ‘Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbi­nin gönderdiği bir
    elçiyim.’ dedi. Meryem, ‘Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli
    dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim.’ dedi. Melek, ‘söylediğin gibisin.
    Fakat Rabbin: ‘Bu hükmolunmuş bir emir­dir, buyuruyor.’ dedi. Meryem Îsa’ya
    hamile kaldı. Ve ailesinden uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O’na kuru bir
    hurma ağacının yanında geldi. ‘Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar
    unutulmuş olaydım’ dedi.” (Meryem; 16-23)

    Yukarıdaki ayetlerde zikredilen “uzak yer”, Beytellahm’dir. Hz.
    Mer­yem’in oraya gitmesi gayet tabiiydi. Meryem, İsrail oğullarının en kutsal
    ailesine mensup olan Kudüs’te kendisini Allah’ın ibadetine adadığı bir sı­rada
    birden bire hamile kalmıştı. Böyle bir durumda, ibadet ettiği yerde kalmaya
    devam etmesi, bu arada hamileliğinin de belirmesi halinde, sade­ce ailesi değil,
    bütün millet, O’nun hayatını çekilmez hale getireceklerdi. Bu sebeple, Hz.
    Meryem, bu zor imtihandan başarıyla geçebilmek için hücresini terk edip
    Beytellahm’e gitti. Böylece, hamilelik müddeti sona erinceye kadar İnsanlar
    tarafından lânetlenmekten ve aşağılanmaktan kur­tulacaktı. Bu olay, başlı
    başına, Hz. Îsa’nın babasız doğduğunun büyük bir delilidir. Eğer her şey normal
    olsaydı, kendisi evli olup, kocasının çocu­ğuna hamile kalsaydı, evini, barkını,
    koca evini, memleketini, kısacası, her şeyini bırakıp çocuğunu doğurmak üzere
    uzak bir yere gitmesi gerek­mezdi.

    Bu arada, Hazreti Meryem’in, içinde bulunduğu zor şartları da
    gözden geçirmeliyiz. Ayetlerin sonunda söylediği sözler bu durumun vehametini
    gözümüzün önüne getirmektedir. Hz. Meryem bu sözleri, doğum sancısı­nın şiddeti
    yüzünden söylememişti. Asıl korktuğu, Allah’ın O’nun için ha­zırladığı sınavı
    başaramamasıydı. Hamileliğini nasıl olsa başarıyla ta­mamlamıştı. Şimdi bundan
    sonra doğacak çocuğun durumu önemliydi. Doğacak çocuk ne olacaktı? O’nun doğumu
    nasıl izah edilecekti? Hz. Meryem’i kaygılandıran mesele işte buydu. Meryem
    süresinin 24. ayetin­de melek, Hz. Meryem’i, “mahzun olma” diyerek teselli
    etmektedir. Bu sözler duruma daha da açıklık getirmektedir. Evli bir kadın çocuk
    doğu­rurken ne kadar sancı çekerse çeksin, onun mahzun veya üzgün olmasına gerek
    yoktur.

    9.2.8.2. Yeni Doğan
    Bebeğin Beşikte Konuşması

    “Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar, ‘Ey
    Meryem sen acaip bir şey yapmışsın. Ey Harun’un kız kardeşi senin baban fena
    adam değildi. Anan iffetsiz değildi.’ dediler.” (Meryem; 27-28)

    Hazreti Îsa (a.s.)’nın Mu’cizevî bir şekilde doğmuş olmasına
    inanmayan kişi ve çevreler, yukarıdaki ayeti nasıl izah edebilirler? Yani, Hz.
    Meryem’in, çocuğunu alıp kavmi arasına dönmesinden sonra onların O’nun üstüne
    neden yürüdüklerini, onu niçin azarladıklarını söyleyebilirler mi? Daha bitmedi.
    Şu ifadeye de dikkat etsinler.

    “Bunun üzerine Meryem O’na (Îsa) işaret etti. Kavmi: ‘Biz
    beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?’ dedi.” (Meryem; 29)

    Kur’ân-ı Kerîm’i kendi, sözde “bilimsel” görüşlerine göre tefsir
    et­meye çalışan kimselere göre, Hz. Meryem ile kavmi arasındaki tartışma Hz.
    Îsa’nın bebeklik değil, delikanlılık çağında yapılmış ve İsrail oğulları­nın
    yaşlı başlı mensuptan güya şöyle demişler: “Biz dünkü çocuk (yani hayli genç)
    ile ne konuşalım?” Fakat Kur’ân’ın ayetlerinin siyak ve sibak’ını gören herkes
    anlayacaktır ki bu saçma tevil, sadece gerçekleşmiş olan bir Mu’cizeden
    kurtulmak için yapılmıştır. Bu tür itirazlarda ve te­villerde bulunanlar, Hz.
    Meryem’in kavminin kendisine saldırması ve ha­karet yağdırmasının gerçek
    sebebini, şart ve zamanını görmezlikten ge­liyorlar. Kavmi, babasız bir çocuğun
    doğması üzerine öfkesini ancak olay taze iken belirtebilirdi. Hz. Îsa’nın
    gençliğinde böyle bir münakaşa­nın yapılmasının anlamı yoktur. Sûrenin, bu
    olaydan hemen önceki ve sonraki ayetlerinde de durura açıklık kazanmış oluyor.
    Ayrıca, Âl-i İmrân suresinin 46. ve Maide suresinin 110. ayetleri de Hz. Îsa’nın
    gençli­ğinde değil, beşikte bebek iken konuştuğunu bütün açıklığıyla ifade
    et­miştir. Bu ayetlerin ilkinde, melek, Hz. Meryem’e bir çocuğunun olacağı­nı
    müjdelerken, bu çocuğun beşikle konuşacağını söyler. İkinci ayette ise, Cenab-ı
    Allah, Hz. Îsa ile kelâm ederken, kendisinin beşikle ve yetişkin iken
    konuştuğunu hatırlatır. Şimdi Meryem suresinin diğer ayetlerine ba­kalım.

    “Çocuk (Îsa): ‘Ben Allah’ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni
    peygamber yaptı. Beni nerede olursam mübarek kıldı… Hayatta olduğum müddetçe
    bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmet­ kâr kıldı, zorba
    bir bedbaht yapmadı.” (Ayet; 30-32)

    Burada görüldüğü gibi, Hz. Îsa sadece “anneme hayırlı ve
    hürmetkâr” deyimini kullanmıştır. Bu da, Hz. Îsa’nın babasının olmadığının başka
    bir delilidir. Bunun dışında, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Îsa’dan söz edilirken hiç
    bir zaman babasının adı verilmemiş, aksine kendisinin “İbn-i Meryem” (Meryem
    oğlu) olduğu belirtilmiştir.

    “Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba’s olunacağım
    gün de, Allah’ın selâmeti üzerimdedir.” (Meryem; 33)

    İşte, Hz. Îsa’nın varlığıyla İsrail oğullarına sunulan “âyet”
    veya Mu’cize buydu. Cenab-ı Allah (cc.) İsrail oğullarının kötü amel ve
    günahların­dan dolayı kendilerini ibret verici şekilde cezalandırmadan önce
    bütün de­lillerini onaya koymak istiyordu. Bu amaçla, Benî-Harun’un temiz ve
    din­dar bir kızını, Kudüs’te Hz. Zekeriyya’nın öğrencisi olarak dua ve ibadette
    iken bakire olmasına rağmen Hz. Îsa’ya gebe kıldı. Böylece, Meryem bu çocuğuyla
    halkın önüne çıkınca büyük bir heyecan fırtınası esecekti ve herkesin dikkatini
    celbedecekti. Nitekim, beklendiği gibi herkes, heyecan, merak ve öfke içinde Hz.
    Meryem’e hücum edip etrafını sarınca, Allah ye­ni doğan bebeği konuşturdu ki, bu
    bebek büyüyüp peygamberlik mertebe­sine yükselince, pek çok kişi, bebek iken
    konuştuğuna şahit olduklarını be­lirterek O’na ve Allah’ına itaat edebilsinler.
    Fakat buna rağmen İsrail oğul­lar1 cehalet, dalâlet ve
    inatçılıklarını sürdürdükleri için kendilerine eşi gö­rülmemiş bir ceza
    verilecekti.

    9.2.8.3. Kur’ân-ı
    Kerim’de Yer Alan Hz. Îsa’nın Diğer Mu’cizeleri

    “Ve O der ki: ‘Ben size, Rabbinizden Mu’cize ile geldim. Ben
    size ça­murdan kuş gibi bir şey yapar ve ona üflerim. Allah’ın izni ile kuş
    olur. Allah’ın izni ile anadan doğma körü, abraşı (alaca illetini) iyi ederim ve
    ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri haber
    ve­ririm. Eğer Allah’a iman edenlerdenseniz bunda sizin için ayet ve ibret
    vardır.” (Âl-i İmrân; 49)

    9.2.9. Hz.
    Muhammed (a.s.) ve Mu’cizeleri

    9.2.9.1. Kur’ân Başlı
    Başına Bir Mu’cizedir

    “Eğer onlara bir ayet getirmezsen ‘niçin kendin uydurmadın’
    derler. De ki ‘ben âncak Rabbim tarafından bana vahyolunana tabi olurum. Bu
    Kur’an, size Rabbiniz tarafından basiret verir. Ve mü’min kavim için hi­dâyet ve
    rahmettir.” (A’râf; 203)

    Kâfirler alaylı bir şekilde Hazreti Muhammed (a.s.)’e
    soruyorlardı, “madem ki sen kendinin bir nebi olduğunu söylüyorsun, o zaman bir
    Mu’cize göster de görelim. Niye kendine göre bir Mu’cize uydurmadın?” Fakat
    bakın, Hz. Peygamber bunlara ne güzel cevap vermiştir.

    Şöyle diyordu Hz. Peygamber. “Ben öyle bir görevde değilim ki,
    ben­den talepte bulunulduğu veya canım istediği an bir Mu’cize çıkarıvereyim.
    Ben sadece Allah’ın elçisiyim. Benim vazifem de beni size peygamber olarak
    göndermiş olanın emrine ve talimatına uymaktır. Bana Mu’cizeler ihsan
    edilmemiştir. Ancak bana Mu’cize türünden bir şey gelmiştir, ki bu­nun adı da
    Kur’ân-ı Kerim’dir. Bunda hidâyet var, basiret var. Buna uyan­lar doğru yolu ve
    kurtuluşu bulurlar.”

    9.2.9.2. Hz.
    Peygamber Bizzat Mu’cize Meydana Getirmeye Kâdir Değildi

    “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir
    ayet (Mu’cize) getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven
    dayamaya gücün yetiyorsa (öyle yap). Eğer Allah dileseydi, onların tü­münü
    hidayet üzere loplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma.” (En’âm; 35)

    Burada Hazreti Peygamber (a.s.)’in halet-i ruhiyesinden
    bahsedilmiş­tir. Hz. Peygamber (a.s.) uzun müddet dil dökmesine ve her türlü
    çaba harcamasına rağmen Arap’ların bir türlü doğru yolu bulmamasına, tek
    Al­lah’a itaat etmemesine bazen çok içerlerdi. Ve bu gibi anlarda Allah
    tara­fından herhangi bir alâmet veya Mu’cize gelmesini dilerdi. O’nun fikrine
    göre, kâfirler bu Mu’cizeyi gördükten sonra kötü yoldan ayrılıp Allah’a ita­at
    etmeye başlayabilirlerdi. Peygamber efendimiz (a.s.)’in bu dilek ve is­teklerine
    işle burada cevap verilmiştir. Burada Cenab-ı Allah, Hz. Pey­gamber (a.s.)’e
    şöyle hitap ediyor: “Canını sıkma ve sabırsızlanma. Biz bu işi nasıl
    yürütüyorsak ona kanı olmalısın, iş Mu’cizeye kalsaydı, bunu biz yapmaz mıydık
    sanıyorsun? Ama Biz biliyoruz ki, Bizim yaratmak istedi­ğimiz ideolojik ve
    ahlâkî inkılâb ile dürüst bir medeniyet, Mu’cizelerle gerçekleşmez. Yine de,
    insanların cahilliği ve kayıtsızlığı canını sıkmaya devam ederse, Mu’cizeler
    yapmak için kendin uğraşmalısın. Mümkünse, yerin dibine in ya da göklere çık ve
    kâfirleri ikna edebileceğini sandığın Mu’cizeler getir. Fakat bu hususta ümidini
    bize bağlama. Biz bu tür işlerde sana yardımcı olamayız.”

    9.2.9.3. Hz.
    Peygamber (a.s.) ‘in En Büyük Mu’cizesi, Kur’ân

    “Müşrikler: ‘Ne olurdu bize Rabbinden bir Mu’cize getireydin?’
    dedi­ler. Onlara evvelki kitaplarda olan şeylerin beyanı gelmedi mi?” (Tâhâ;
    133)

    Yani, bir ümmi (Hz. Peygamberdin, geçmişteki tütün semavi
    kitap­ların emir ve talimatının özü ve cevheri bulunan bir Kitab’ı getirmiş
    olma­sı kendi başına bir Mu’cize değil midir? Bu İlâhi Kitapta, insanların
    hida­yet ve kurtuluşu için her şey yer alıyor; üstelik dili ve ifadesi, çöldeki
    bedevîlerin bile rahat anlayacağı kadar açık ve sade oluyor.

    “Bundan evvel sen kitab okumaz ve sağ elinle yazmazdın. Eğer
    böyle olsaydı batıl taraftarları, bundan şüpheye düşerlerdi. Hayır Kur’ân,
    ken­dilerine ilim verilen insanların kalplerinde apaçık ayetlerdir. Âyetlerimizi
    ancak zalimler inâden inkâr ederler. Müşrikler, ‘ne olurdu O’na (peygambere)
    Rabbi tarafından Mu’cizeler indirileydi’ dediler. De ki: ‘Mu’cizeler, Allah’ın
    kalındandır. Ben sadece, aşikâr bir uyarıcıyım!’ Onlara, bizim indirdiğimiz ve
    kendilerine okunup duran. Kitap Mu’cize olarak kafi gelmedi mi? O kitap’la, iman
    eden kavim, için şüphesiz bir rahmet ve öğüt vardır.” (Ankebût; 49-51)

    Bu ayetlerde, Allah’ın delili şu hususlara dayanmakladır. Hz.
    Muham­med (a.s.) bir ümmi idi; okuması, yazması yoktu. Aralarında doğup
    bü­yüdüğü aile ferileri, yakınları ve Mekke’liler, bütün hayalı boyunca ne bir
    kitaba el sürdüğünü, ne de elinin kalem tuttuğunu görmüşlerdi. Durum böyle iken
    kendisine vahyolunan ilim deryası Kur’ân, başlı başına bir Mu’cizedir. Zira bu
    kitapla geçmişteki bütün semavî kitapların ana talima­tı, geçmiş peygamberlerin
    hikâyeleri, dinler ve bunların getirdiği inanç­lar, eski tarih, medeniyet ve
    kültür ile iktisat, siyaset ve ahlâk konusunda­ki bilgi hazineleri vardı.
    Halbuki, Hz. Muhammed (a.s.) bunlardan tama­mıyla habersizdi. Kendisinin, ümmi
    olmasına rağmen böyle bir Kitap’la kâfirlerin karşısına çıkması zâten
    peygamberliğinin en büyük deliliydi. Ortada böyle Mu’cizevî bir Kitap varken
    başka bir Mu’cizeye ne gerek var­dı? Eski çağlarda peygamberlerin ümmetlerine
    gösterilen Mu’cizeler geçi­ciydi ve sadece onları görmüş olanlar ikna
    olabilmişlerdi. Oysa, Kitabullah kalıcı ve daimî bir Mu’cizedir ve her zaman
    insanların hidâyetine vesi­le olabilir.

    9.2.9.4. Hz.
    Peygamber (a.s.)’e Kabul Edilebilir Mu’cizelerin Verilmesi

    “Eğer Kur’an ile dağlar yürütülse veya onunla yer yarılsa yahut
    ölü­ler konuşturulsa, onlar yine iman etmezler.” (Ra’d; 31)

    Bu ayeti anlayabilmek için şunu bilmekte fayda vardır ki, burada
    kâfirlere değil müslümanlara hitap edilmiştir. Kâfirler Mu’cizeler
    gösteril­mesini ısrarla isteyince müslümanlar huzursuz oluyordu ve bu mel’unları
    ikna edecek bir ilâhî işaretin veya bir Mu’cizenin zuhur etmesini içtenlikle
    istiyorlardı. Müslümanlar, özellikle, böyle bir işaretin gelmemesi üzerine
    kâfirlerin kalbinde Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği hakkındaki şüphelerin
    arttığını görünce daha da rahatsız oluyorlardı, işte böyle bir durumda Cenab-ı
    Allah kendilerine hitap ederek soruyor ki, “Kur’ân-ı Kerîm’in, falan falan
    ayetlerin inmesiyle, falan falan Mu’cizelerin meydana gelmesi halinde kâfirlerin
    gerçekten ikna olacaklarına, Hz. Peygamber’e iman edeceklerine inanıyor musunuz?
    Bu sapık kimselerin Hakk’ı kabul edecekleri konusunda o kadar iyimser misiniz?
    Onların iman etmeleri için sadece bir Mu’cizeye mi ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı
    Kerîm’in talimatında, kainat’ın bin bir hareketinde, Hz. Muhammed’in temiz
    karakterinde, saha­belerin yaşamlarındaki görülmez inkılap’ta ilâhî ışığı
    göremeyenler, dağ­ların yürütülmesi, yerin yarılması ve ölülerin mezarlarından
    çıkıp konuş­maya başlamalarında mı hakikati göreceklerdi[1]

    “Eğer istersek, onlara semadan bir Mu’cize indiririz de ona
    boyunları eğilip kahr.” (Şuarâ; 4)

    Yani, bütün kâfirlerin imana ve itaate yönelmelerini mümkün
    kılacak işaret veya Mu’cize göndermek Cenâb-ı Allah için hiç de zor bir şey
    değil­dir. Allah eğer böyle yapmıyorsa, bundan, kudretinin buna yetmediği
    an­laşılmamalıdır. Allah’ın böyle yapmamasının sebebi, kimseyi hidayete mecbur
    etmemesi ilkesidir. O, insanların kendi akıl ve mantıklarını kulla­narak
    Kur’ân-ı Kerîm’in talimatını öğrenmelerini ve Hakk’ı bulmalarını tercih
    etmektedir. İnsanlar kâinattaki nesneleri ve bizzat kendi varlıklarındaki
    Mu’cizevî yanları kavrayıp gerçeği bilmelidirler. Kalpleri, peygamberlerin
    getirdiğinin Hak ve diğer bütün din ve akidelerin batıl olduğunu kabul edince,
    kendileri de bâtılı bırakıp Hakk’ı seçmelidirler. Allah, kulla­rından işte bu
    ihtiyarî iman ve itaat istemektedir. Ve işte bu nedenle, ken­dilerine irade ile
    seçme hak ve hürriyeti vermiştir. İşte bu sebeple, insan­lara, yanlış ya da
    doğru yollara gitme izni vermiştir. Ve onlarda hem şer hem hayır kuvvet ve
    kudretlerini yaratmıştır, insan için takvâ ve günah yolunu açık bırakmıştır.
    Şeytan’a insanları kandırma ve aldatma serbestisi tanımıştır. Peygamberliği,
    vahiy ve hidâyete davet ile doğru yolu göster­mek için halk etmiştir. Kısacası,
    insana maddi ve manevî her türlü imkân­lar sağlamak sureliyle kendisini çetin
    bir sınavdan geçirmeyi plânlamıştır. İnsanı imana ve itaate mecbur edecek
    herhangi bir fiil bu sınavın temel amacına aykırı düşer. Gaye ve hedef zoraki ve
    mecburi iman olsaydı, o zaman Mu’cizeye de gerek yoktu. Allah isteseydi
    insanların tabiatında ve huyunda küfre, itaatsizliğe ve kötülüğe hiç yer
    bırakmazdı. İnsanları, ade­ta melekler gibi masum ve günah işleme yeteneğinden
    yoksun yaratabilir­di. İnsanlar doğuştan Allah’a itaatkâr ve sâdık olurdu.
    Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde bu hakikate işaret edilmiştir. Meselâ:

    “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki kimselerin tamamı birden
    iman ederlerdi. Böyle olunca, sen, insanların tamamı mü’min olsunlar diye
    zorlayacak mısın?” (Yunus; 90)

    “Ancak Rabbinin rahmet etlikleri ihtilâfta değildirler. Allah
    onları rahmeti için yaratmıştır.  (Hûd; 119)

    Ve şu ayetlere de bakın: 

    “Yeryüzüne bakmadılar mı ki, biz onda, güzel çiftlen nice
    nebatlar bi­tirdik. Bunda, ibret ve kudretimize delâlet vardır, Fakat onların
    çoğu iman etmezler.” (Şuara; 7-8)

    Demek ki, Hakk’ın arayışı içinde olanların Allah’ın alâmet ve
    işaretle­rini görmek için uzağa gitmelerine gerek yoktur. Ey insanların
    gözlerini açıp şöyle bir etrafa bakmaları yeterlidir. Her şeyden önce toprağın
    verim­liliğine bir göz atmalıdırlar. Topraktan ne çok bitki ve ağaçların
    yetiştiği­ni, bu nebat ve diğer toprak mahsullerinin vasıflarını görmelidirler.
    Kâinattaki milyonlarca cins, madde ve varlıkların özellik ve ihtiyaçlarını tek
    tek incelemelidirler. Bütün bunları gördükten sonra, bunların tabiatüs­tü ve
    insanüstü, akıllı, bilgili, yetenekli ve kudretli bir Kuvvetin yaradılış plânı
    ve sisteminin birer parçası olmadığını ancak bir akılsız iddia edebi­lir.
    Bunları gördükten sonra aklıselime sahip olan bir kimse, peygamber­lerin
    getirdiği Tek ve Nihaî Hakikat kavramının mı yoksa kâfir ve müşrik­lerin çok
    tanrılı kavramının mı doğru olduğuna karar vermelidir. Kâinatımızdaki eşsiz
    denge ve uyumu gören bir kişi, bu gerçeğin bile Al­lah’ın tek oluşunun en büyük
    işareti olduğunu anlayacaktır. Bu ve bunun benzeri sayısız işaretler varken
    insanın Tevhid’e inanması için başka bir Mu’cizeye ihtiyaç var mıdır?

    9.2.9.5. Ayın İkiye
    Bölünmesiyle İlgili Hadisler

    “Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu’cize görseler yüz
    çevi­rip, ‘bu devam edegelen kuvvetti bir sihirdir’ derler. Onu tekzip elliler.
    Ve hevâlarına tabi oldular. Halbuki her iş bir gayeye bağlıdır.” (Kamer; 1-3)

    Gerçek şu ki, ayın ikiye bölünmesi vak’ası Kur’ân-ı Kerim’de
    açık bir ifade ile zikredilmiştir ve bu bakımdan, bu olay sadece hadisleri
    ilgilendi­ren veya onlardan kaynaklanan bir konu değildir. Tabii ki, rivayetler
    veya hadislerde bu olay bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştır ve bunlardan olayın
    ne zaman ve nasıl meydana geldiği anlaşılmaktadır. Rivâyetleri, İmam Buha­ri,
    Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebû Dâvud, Tayalisî, Abdur­rezzâk, İbn-i
    Cerîr, Beyhâki, Taberânî, İbn-i Merdûye, ve Ebû Nuaym İsfahani çeşitli
    delillerle ve Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Abdul­lah bin Abbas, Hz.
    Abdullah bin Ömer, Hz. Huzeyfe, Hz. Enes bin Malik ve Hz. Cubeyr bin Mut’im’e
    dayanarak nakletmişlerdir. Abdullah bin Mes’ud Hz. Huzeyfe ve Hz. Cubeyr bin
    Mut’im olayın görgü tanıklarıdır ve bunu açıkça ifade etmişlerdir. Diğer iki
    sahabe, örneğin Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin Malik olayın görgü tanıkları
    olamazlar. Zira bun­lardan ilki, (Hz. Abdullah,) daha doğmadan olay meydana
    gelmişti ve ikincisi, (Enes), o sıralarda henüz bir çocuktu. Fakat her ikisi de
    sahabe olduğu için olayı, yaşlı arkadaşlarından öğrenip nakletmiş olabilirler.

    9.2.9.6. Hadislerin
    Özeti

    Ayın bölünmesi olayıyla ilgili eldeki bütün hadislerin
    toplanmasından çıkarılan özet şudur. Medine’ye Hicret’e 5 sene kala, kamerî ayın
    14. gü­nünde bir akşam vaktiydi. Ve tam o zamanda yeni doğan ay birden bire
    ikiye bölündü. Bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, ikinci parçası da
    öteki tarafına gitti. Bu bir saniyelik bir hadise idi. Sonra ayın iki parçası
    birleşiverdi. Hazreti Peygamber (a.s.) o sırada Mina’da bulunuyordu. Hz.
    Peygamber orada hazır bulunanlara hitap ederek, “bakın ve şahit olun” de­di.
    Kâfirler, Hz. Muhammed (a.s.)’in kendilerini büyülediğini öne sürdü­ler, bu
    sebepten gözlerinin iyi görmediğini söylediler, Orada bulunan di­ğer kimseler,
    “Muhammed (a.s.) bizi büyüleyebilirdi, ana burada olma­yanları değil. Biraz
    bekleyin, bu tarafa gelmekte olanlara soralım. Acaba onlar bu hadiseyi görmüşler
    midir?” Dışardan gelenler bu olaya tanık ol­duklarını kabul ettiler.

    Hz. Enes’e ait olan rivayetlerden, ayın bölünmesi olayının iki
    defa meydana geldiği izlenimi alınıyor. Ancak sahabelerden, başka hiçbir kim­se
    böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca, Hz. Enes’in rivayetlerinden bazıla­rında da
    farklı ifadelere rastlanıyor. Mesela, bazılarında (iki defa) ifadesi
    kullanılmışken diğerlerinde (iki parça) ifadesi yer almıştır. Bunun dışında,
    Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir olaydan bahsedilmiştir. Bu sebeplerle, ayın ikiye
    bölünmesi olayının yalnızca bir kez meydana geldiğini söylemek daha doğru
    olacaktır. Bu rivayetlerin dışında halk arasında çeşitli yanlış inanç ve
    fikirler yaygındır. Mesela, bazıları der ki, Hz. Muhammed Mus­tafa (a.s.) işaret
    parmağını aya doğru uzatarak hareket edince ay ikiye bö­lündü ve ay
    parçalarından biri Hz. Peygamber (a.s.)’ir bağrından girdi ve dışarıya çıktı. Bu
    gibi masallar asılsızdır.

    9.2.9.7. Olayın
    Gerçek Niteliği ve Anlamı

    Burada şu soru aklımıza geliyor: Acaba olayın niteliği neydi? Bu
    ger­çekten bir Mu’cize miydi yoksa tabii bir olay mı? Eğer bu Mu’cize ise, bunu
    Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’li kâfirlerin isteği ve ısrarı üzerine kendi
    peygamberliğini ispat etmek için mi gerçekleştirmişti? Yoksa, Allah’ın
    kudretiyle ayda meydana gelen bir değişiklik miydi? Acaba, Hz. Peygam­ber
    insanların dikkatini bu olaya çekerek, ayın bölünmesinin bir tehlike belirtisi
    veya kıyametin işareti olduğunu mu anlatmak istemişti?

    Müslüman âlim ve fakihlerin bir bölümü, ayın bölünmesini, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’in Mu’cizeleri arasında saymaktadırlar. Bu âlimlere göre, bu
    Mu’cize, kâfirlerin ısrarı üzerine yapılmıştı. Ama bu hususta dayandıktan tek
    nokta Hz. Enes’in rivayetleridir. Hz. Enes’ten başka herhangi bir saha­be bu
    hususta herhangi bir ifadede bulunmamıştır. “Feth-ul Barî” de İbn Hacer diyor
    ki: “Bu olay ile ilgili bütün rivayetleri gözden geçirdikten sonra
    söyleyebilirim ki, Hz. Enes’ten başka kimse ayın ikiye bölünme hadisesinin
    müşriklerin isteği üzerine vuku bulduğunu belirtmemiştir.” (Bö­lüm: Ayın
    Bölünmesi). Ebû Nuaym İsfahani de “Delâil-i Nübüvvetle Hz. Abdullah bin Abbas’a
    ait olduğunu belirttiği benzeri bir rivayet nakletmiş­tir. Ama bu rivâyetin
    kaynağı ve dayanağı zayıftır. Hadislerde kuvvetli dayanaklarla Hz. Abdullah bin
    Abbas’a ait olan ne kadar rivayet nakledil­mişse onlarda böyle bir ifade yoktur.
    Ayrıca, daha önce işaret ettiğimiz gibi Hz. Enes bin Malik ile Hz. Abdullah bin
    Abbas bu olayın muasırı de­ğillerdi. Bunun aksine, olayın görgü tanığı veya o
    sırada yetişkin olan di­ğer sahabeler, meselâ Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz.
    Huzeyfe, Hz. Cubeyr bin Mut’im, Hz. Ali ve Hz. Abdullah bin Ömer’den hiçbiri,
    Mekke müş­riklerinin Hz. Muhammed (a.s.)’den Mu’cize göstermesini islediklerini
    ve bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)’in ayı ikiye böldüğünü belirtmemiş­lerdir.
    Her şey bir yana, Kur’ân-ı Kerim de, ayın bölünmesi olayını, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in risaletinin bir delili değil, kıyametin bir işareti oldu­ğunu ifade
    etmektedir. Fakat, şüphe yok ki, bu olay Hazreti Peygamber (a.s.)’in kıyametin
    gelişine dair halka yaptığı ikazını doğrular nitelikleydi.

    9.2.9.8. İtirazlar ve
    Bunlara Cevaplar

    Ayın ikiye bölünmesi olayını inkâr edenler genellikle iki
    itirazda bu­lunurlar. İlk itiraz şöyledir. Ay gibi bir uydunun parçalanıp,
    parçalardan her birinin yüzlerce kilometre uzağa düşerek tekrar birleşmeleri
    imkânsız­dır. İkinci itiraz şöyledir. Böyle bir olay meydana gelmiş olsaydı, bu
    mut­laka dünyada pek çok ülkede bilinmiş olacaktı. Bu olay tarihe geçecekti ve
    astronomi ile ilgili kitaplara girecekti. Fakat, bu iki itiraz da asılsızdır ve
    pek inandırıcı değildir. Şöyle ki, eski çağlarda ayın bölünmesi gibi bir olay
    imkânsız görülebilirdi. Ama bugün uydular ve gezegenler ile ilgili geniş
    bilgimize dayanarak böyle bir olayın tamamıyla gerçekdışı olduğu­nu
    söyleyemeyiz. Her zaman değişiklik ve doğa elemanlarının faaliyette olduğu bu
    çağda, bir seyyarenin, içindeki volkanik patlamadan dolayı par­çalanarak, bazı
    parçaların uzağa fırlaması ve yer çekimi yada başka bir gezegenin çekimi
    yüzünden tekrar birleşmelerini anlamamız o kadar zor olmasa gerek. İkinci
    itiraza gelince, bu olay çok âni ve kısa süreliydi, yani birkaç saniyelik. Bütün
    dünyanın gözünün o anda ayda olması şart değil­dir. İnsanların dikkatini aya
    çevirecek müthiş bir patlama filan da olma­mıştı. Bununla ilgili önceden
    herhangi bir bilgi de yoktu, ki herkes aya doğru baksın. Ayrıca ay her zaman her
    yerden görülmez. Çok muhtemel­dir ki ay o sırada sadece Arabistan ve onun
    doğusundaki ülkeler tarafın­dan görülebiliyordu. Tarih ilmi o devirde öyle
    gelişmiş değildi ki hemen kayda geçirilsin. Fakat Güney Doğu Asya’daki
    memleketlerden Mala-bar’ın (Endonezya’da) tarihlerinde böyle bir vak’aya
    rastlanıyor. Bu tarih kitaplarında Malabar mihracesinin o gece bu manzarayı
    gördüğü, ayın hı­zı, dünyanın yörüngesinde dönüşü, doğuş ve batış saatlerinde
    önemli bir değişiklik meydana gelmediği için kaydı da yapılmamıştır. O çağlarda,
    gökte ve uzayda meydana gelebilecek her olayı kaydedecek ne rasathane­ler vardı
    ne de kuvvetli dürbünler.



     




    [1]
    Bu demek
    değil ki Hz. Muhammed mucizeler yapmaktan tamamıyla acizdi. Hayır, o ara­da
    sırada bazı mucizeler gerçekleştirirdi. Ama bu mucizeleri sırf peygamberliği
    tanınsın diye yap­mamıştır.

  • İSLÂM DİNÎ



    Sekizinci Bölüm: İSLÂM DİNÎ



    8.1. CAHİLİYYE’DE VE İSLÂM’DA DİN KAVRAMI



    8.1.1. Her Şeyi Kapsayan Evrensel Bir Din Kavramı



    8.1.2. Farklı Bir Düşünce Tarzı ve Görüş



    8.1.3. Kesin Değer Ölçüsü



    8.1.4. İnkılabçı Bir Kavram



    8.2. HAK DİNİ NEDİR?



    8.2.1. “Din” Kavramının Anlamı



    8.2.2. Kur’ân-ı Kerim’in İddiası



    8.2.3. Belli Bir Hayat Tarzına Duyulan İhtiyaç



    8.2.4. Hayatın Bölünebilir Olması



    8.2.5. Hayatın Bölgelere ve Irklara Göre Bölünmesi



    8.2.6. Hayatın Zamanlara Bölünmesi



    8.2.7. İnsan Nasıl Bir Hayat Tarzına İhtiyaç Duyar



    8.2.8. Böyle Bir Düzeni İnsanoğlu Kurabilir mi?



    8.2.9. “Ed-Din”in Mahiyeti



    8.2.10. İnsanın Sahip Bulunduğu İmkânlara Bir Bakış



    8.2.10.1. Arzu, İstek



    8.2.10.2. Akıl



    8.2.10.3. Bilimsel Gözlem ve Deneyimler



    8.2.10.4. Tarih



    8.2.11. Ümit Kırıcı Sonuçlar



    8.2.12. Son Ümit Işığı



    8.2.13. Kur’an-ı Kerim’in Delilleri



    8.2.14. İlâhi Hidayeti Ölçme Usûlü



    8.2.15. İman Etmenin Şartları



    8.3. İSLÂM İLE CAHİLİYYE ARASINDAKİ ÇEKİŞME



    8.3.1. Hayatın İzahında Dört Ayrı Yaklaşım



    8.3.1.1. Mutlak Cahiliyye



    8.3.1.2. Şirk Cahiliyyesi



    8.3.1.3. Ruhbanlık Cahiliyyesi



    8.3.1.4. İslâm



    8.3.2. Peygamberlerin Vazifesi



    8.4. KUR’AN’DA DİN KAVRAMI



    8.4.1. Din Kelimesinin İncelenmesi



    8.4.2. Geniş Anlamlı Bir Terim



    8.4.3. Bir Yanlışlık



    8.4.4. Kanun ve Din



    8.4.5. Din Hakim Olmak İster



    8.4.6. Hz. Peygamber (a.s.)’in Büyük Başarılarından Deliller



    8.4.7. Din, Geniş Anlamlı Bir Terimdir

    Sekizinci Bölüm: İSLÂM DİNÎ

    8.1. CAHİLİYYE’DE VE İSLÂM’DA DİN
    KAVRAMI

    Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hak Dinini yaymaya başlamasından önce
    din genelde hayatın birçok cephe veya yönlerinden sadece biri sayılırdı. Baş­ka
    bir deyimle, din insanların dünyevi yaşantılarının küçük ve cüzî bir parçasıydı.
    Dinî işler ve vecibelerin amacı da bunları öbür dünyada ceza­dan kurtulmak için
    bir ruhsal gibi kullanmaktı. Din, Tanrı ile kul arasın­daki özel bir ilişki
    olarak kabul edilirdi. Öbür dünyada kurtulanlar arasın­da iyi dereceye sahip
    olmak isteyenler, dünyada bütün dünyevi işlerden ellerini eleklerini çekerek
    kendilerini sadece dine adayabilirlerdi. Ama, öbür dünyada yüksek mevkiye talip
    olmayanlar ve sadece kurtuluşu amaçlayanlar dini özel bir faaliyet olarak
    sürdürebilirlerdi. Tanrı’nın ken­dilerinden rahmetini esirgememesini ve dünya
    işlerinde kendilerine bere­ket vermesini arzu edenlerin, yalnızca dini
    vecibeleri yerine getirmeleri yeterliydi. Bütün dünya işlerinin olduğu gibi
    devam etmesini isliyor ve sadece birkaç dini merasim ve ibadet yaparak Yaradan’ı
    memnun edecek­lerini sanıyorlardı. Din ve dünya işlerinin tamamıyla ayrı
    olduğunu düşü­nüyorlardı. İnsanın kendi nefsi, kendi cinsleri ve çevresindeki
    bütün şey­lerin, başka bir şey, Tanrı ile kul arasındaki ilişkinin de, başka bir
    şey ol­duğunu sanıyorlardı.

    Cahiliyye’de din kavramı buydu. Bu kavram üzerinde bir medeniyet
    ve kültür bina edilemezdi elbette. Çünkü medeniyet ile kültür, insanın ha­yatını
    bütünüyle kapsayan kavramlardır. Bu bakımdan, insan hayalının sa­dece küçük bir
    parçası olan bir şey bütün hayatı etkileyemez, onun düzel­mesi veya
    yönlendirilmesinde yardımcı olamazdı. Bu sebepten dolayıdır ki, dünyanın her
    yerinde ve her zaman din ile medeniyet ve kültür birbirinden ayrı kaldı. Din ile
    medeniyet birbirini hiç etkilemedi değil, ama bu etkileme birbirine zıt ve
    uyumsuz şeylerin bir araya geldikleri zaman olu­şan karşılıklı tesirden başka
    bir şey değildi. Bunun içindir ki, bu etkileme yararlı ve olumlu sonuçlar
    doğurmadı. Dinin, medeniyet ve kültürü etkile­diği zaman ruhbanlık, dünya
    nimetlerinden kaçış, dünya işlerinden nefret, dünyevi zevklerden feragat,
    sebep-netice mefhumunu unutma, insanlarla ilişkilerde bireysellik ve bencillik,
    kin, nefret ve tutuculuk gibi menfi neti­celer ortaya çıktı. Yani, bu etki hiç
    de ilerlemeye ve gelişmeye elverişli değildi. Tam aksine, maddi kalkınma ve
    refah yolunu tıkayan, insanların gelişmesini durduran bir engeldi. Diğer
    taraftan, tümüyle maddiyata ve insan nefsinin isteklerine bağımlılık esasına
    dayalı olan uygarlık ile kül­tür, dini etkilediği zaman; dini inançları bozmak
    ve dini düşünceleri yoz­laştırmaktan başka bir şeye yaramadı. Maddeci medeniyet
    ve kültür, dine, nefsin bütün çirkinlik ve pisliklerini soktu. Medeniyet ve
    kültür, dini alet ederek,nefsin arzu ettiği her türlü günah, fısk ve fücuru,
    dini kılıf ile in­sanlara sunmaya çalıştı. Böylece bu sapıklıklar vicdan
    rahatlığıyla kabul edilebilirdi. Bundan dolayıdır ki, bazı dinlerin ibadet ve
    törenlerinde, biz­zat o dinlerde olanların bile normal yaşantılarında günah ve
    ahlâksızlık olarak nitelendirdikleri utanç verici ve yüz kızartıcı seks ve
    şehvet göste­rileriyle ahlâksız fiil ve hareketler yapılıyordu ve hâlâ da
    yapılıyor.

    Din ile uygarlık arasındaki bu karşılıklı etkilenmeyi bir yana
    bırakıp durum muhasebesi yapacak olursak, dünyada her yerde medeniyet ve
    kül­türün temelinin dinsizlik ve ahlâksızlık üzerine atıldığını görürüz. Din ve
    imanları sağlam olan kimseler öbür dünyada kendi kurtuluşlarını düşüne­rek dünya
    işlerinden ellerini eteklerini çekmişlerdi. Dünya işlerini de, di­ne fazla önem
    vermeyen ve öbür dünyayı düşünmeyen kimseler kendi ki­şisel düşünce ve sakat
    fikirlerine göre yürütmeye çalıştılar. (Tuhaftır ki, insanların bu düşünce ve
    deneyleri her çağda en mükemmel ve eksiksiz olarak halka sunulduysa da sonradan
    hep yanlış ve sakat olduğu anlaşıl­mıştır). İnsanlar ihtiyaç duyduklarında bazen
    Tanrılarını memnun etmek için birtakım dini ibadet ve âyinler de yapıyorlardı.
    Din onlar açısından sadece özel bir konu ve hayatlarının sadece küçük bir
    parçası olduğu için gerektiğinde giyilen, gerekmediğinde çöpe atılan bir
    kıyafetti. İcabında, her türlü zulüm, baskı, ekonomik adaletsizlik, eşitsizlik
    ve her çeşit top­lumsal dengesizlik ve ahlâksızlık bir kalkan gibi
    kullanılabiliyordu. Din bazen yağma ve katliam, yolsuzluk ve hırsızlık,
    faizcilik ve Karun gibi servet kazanmak için, bazen da fuhuş ve fahişelik için
    birer bahane olarak kullanılabiliyordu.

    8.1.1. Her Şeyi
    Kapsayan Evrensel Bir Din Kavramı

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dünyaya peygamber olarak
    gönderilmesinin gayesi ve hikmeti, yalnızca din ile ilgili Cahiliyye’nin yanlış
    kavramını ortadan kaldırıp, yerine akılcı ve akla uygun bir din kav­ramını tesis
    etmek değil, ayrıca bu kavrama dayalı tam ve mükemmel bir medeniyet ve kültür
    meydana getirmekti. Hz. Peygamber (a.s.), insanın hayatının sadece küçük bir
    parçasını kapsayan bir dinin gerçek anlamda bir din olmadığını belirtti. Bunun
    tam aksine, din hayatın ta kendisi, ruhu ve muharriki olmalıydı. Rasulullah’a
    göre “din”; bir ideoloji bir kavram, bir fikir tarzı, yanlış ile doğru arasında
    ayırım yapan bir ölçü, hayatın her safhasında ve her alanında doğruluk ile
    yanlışlık arasındaki farkı gösteren bir mizan, kötü yoldan doğru yola götüren ve
    dünya ile âhiret arasındaki sonsuz yolculukta insanı başarı ve mutluluğa
    kavuşturan bir gerçek olma­lıydı.

    İşte Hak Dini, İslâm Dini budur. İslâm, insan hayatının küçük
    bir par­çası haline getirilmek üzere dünyaya gelmemiştir. Eski Cahiliyye
    kafasıy­la insan hayatının sadece küçük bir parçası ve insanın özel bir uğraşısı
    du­rumuna düşürüldüğü an, İslâm hakiki mânâsını ve nüfuzunu kaybeder. Diğer
    dinlerin aksine, İslâm ne kadar Allah ile kul arasındaki ilişkiyi sim­geliyorsa,
    bir o kadar da İnsanlar arasındaki ilişkiler ve bütün kainat ile de ilgilidir.
    İslâmiyet’in gelişinin başlıca amacı, ilişkilerin çeşitli şekillerinin
    birbirinden kopuk ve ilgisiz değil, aksine birbirine bağlı ve birbiriyle uyumlu
    olduğunu vurgulamaktır. İslâm diyor ki, bu muhtelif münasebet­ler ve bunların
    muhtelif şekilleri arasında ne kadar iyi denge kurulursa, in­san o kadar mutlu
    ve müreffeh olabilir. O halde, kul ile Allah, kul ile kul ve kainatın bütün
    varlıkları ile kul arasındaki münasebetler birbirini ta­mamlayıcı niteliktedir.
    Bunların hepsi bir araya gelip, hayatı güzel ve mutlu kılıyor. Dinin asıl gayesi
    bu güzel, mutlu ve başarılı yaşantı için in­sanı zihnen ve fiilen hazırlamak
    olmalıdır. Bunu yapmayan bir din, din değildir. Ama bunu başaran din İslâm’dır.
    Onun için Cenab-ı Allah buyur­muştur ki, “Allah katında din sadece İslâm’dır”.

    8.1.2. Farklı Bir
    Düşünce Tarzı ve Görüş

    İslâmiyet, kendine mahsus ve apayrı bir fikir tarzı ve kafa
    yapısının adıdır. Bu, hayata bir bakış açısıdır. Bu düşünce ve tutum kendine
    özgü bir hareket tarzını da gerektiriyor. Bu hareket tarzının yolunu çizen de
    yi­ne aynı fikir tarzıdır. Kısacası, bu düşünce tarzı ve hareket tarzından
    ortaya çıkan sonuç İslâm dinidir, İslâm medeniyetidir, İslam kültürüdür.
    İslâmiyet’te din, medeniyet ve kültür ayrı ayrı kavramlar olmayıp, hepsi bir
    bütündür. Yukarıda bahsettiğimiz düşünce şekli, bakış açısı ve hareket tarzı bir
    hayat nazariyesini meydana getirirler. Bu hayat nazariyesi, insa­nın hayatının
    bütün yönleriyle ilgilenmekte, onlara yeni bir yön vermekte­dir. Allah’ın
    İnsanlar üzerinde ne gibi haklan vardır? Bizzat, insanın nefsi üzerinde hangi
    hakları vardır? Anne, baba, eş ve çocuklar, akraba ve ya­kınlar ile komşu,
    dindaşlar ve başka dinden olanların haklan nelerdir? Dost ile düşman, bütün
    insan ırkı ve hatta kâinatta varolan her varlığın haklan nelerdir? İslâm dini bu
    birbirinden farklı haklan tâyin etmek ve korumakla kalmaz, aralarında gereken
    denge ve adaleti de sağlar. Bir kişi­nin gerçek anlamda müslüman olması zaten
    bütün bu haklara riayet ede­ceği, kimsenin hakkını yemeyeceği, aksine Sezar’ın
    hakkını Sezar’a vere­ceğinin bir güvencesidir. Bu fikir tarzı ve hayat
    nazariyesi ayrıca insan hayatının yüksek ahlâkî değerlerini belirler ve yüce bir
    manevî hedef ta­yin eder. Hangi alanlarda olursa olsun, hayalın bütün mücadele
    ve uğraş­larını bu yegâne noktaya yöneltir.

    8.1.3. Kesin
    Değer Ölçüsü

    Bu nokta kesin bir hedeftir. Her şeyin değeri, varılacak bu
    hedefe gö­re tâyin edilir. Her şeyin değer ölçüsü budur Bu nihaî ve merkezi
    noktaya varılmasına yardımcı olan her şey kabul edilir, yardımcı olmayan, hatta
    mani olan her şey reddedilir bir yana bırakılır. Bu değer ölçüsü, bir ferdin en
    küçük ve önemsiz sorunlarından toplumun en büyük ve çetin meselele­rine kadar
    aynı şekilde geçerlidir. Bu değer ölçüsü, bir insanın yemede, içmede, giyimde,
    kuşamda, cinsi münasebette, alışverişte, sohbette ve ko­nuşmada, kısacası,
    hayatın bulun alanlarında sınırlarını belirler ve böylece doğru yolu terk edip
    kötü yola düşmemesini sağlar. Toplumsal hayatla bi­reylerin ilişkilerinin hangi
    kurallar üzerinde kurulması gerekliğini de tes­bit eder ve böylece siyasette,
    cemiyette, iktisatta, kültürde ve eğitimde ge­lişme ve refaha giden yolu açmış
    olur. İnsanların denetimine girmiş olan yeryüzü, uzay ve kainattaki kuvvetleri
    en iyi şekilde ve nihai hedeflerine varmalarına yardımcı olacak biçimde
    kullanmalarına da karar verir. Buna karşılık, bu kuvvetlerin zararlı
    etkilerinden kurtulmanın çarelerini göste­rir. Aynı zamanda, İslâm topluluğunun,
    diğer topluluklar ile dostluk ve düşmanlıkta, barışta ve savaşta, ortak
    çalışmalarda ve anlaşmazlıklarda, galibiyette ve mağlubiyette, bilim ve
    teknolojinin tahsilinde ve medeniyet ile kültürün alışverişinde, ticarette ve
    ekonomik işbirliğinde, kısacası, dış ilişkilerde tutulan hedeften ayrılmamak
    için, ne gibi usul ve kurallara dik­kat edilmesi gerektiğini tesbit eder. Amaç,
    insan soyunun, yollarını şaşır­mış olan insan topluluklarının, isteseler de
    istemeseler de, bilinçli yahut bilinçsiz, doğanın gerektirdiği ve müslümanların
    seçtiği hedefe doğru yü­rümelerine yardımcı olmaktır.

    Sözün kısası, bu fikir ve hayat tarzı, câmi’den savaş alanına,
    ibadet şe­killerinden, radyo, televizyon ve uçağın kullanılışına, yıkanma,
    abdest ve temizlik gibi küçük meselelerden, sosyoloji, iktisat, siyasal bilgiler
    ve uluslararası ilişkiler gibi büyük sorunlara, ilkokul eğitiminden tabiatın
    gizli sırlan, uzay ilmi ve gökbiliminin araştırmalarına kadar hayatın bütün
    çabaları ve fikir ile hareketin bütün alanlarını bir vahdet haline getirir. Bu
    vahdetin bütün cüzleri arasında nesnel bir düzen ve bilinçli bir bağ bulu­nur.
    Bütün bu cüzler bir makinanın yerli yerinde ve hayatî önem taşıyan parçalan gibi
    sürekli harekette bulunup, verimli sonuçlar onaya koyarlar.

    8.1.4. İnkılabçı
    Bir Kavram

    Dinler âleminde bu yepyeni bir ses, yepyeni bir fikirdi. Bu
    inkılabçı kavram, Cahiliyyenin terbiyesiyle yetişen kafalara da iyice giremedi.
    Dünyamız, akıl ve ilim seviyesi bakımından 6. yüzyıldan mutlaka çok ilerdedir.
    Fakat bugün dahi, dünyamızda öylesine tutuculuk, sapıklık, ta­assup ve inatçılık
    vardır ki, Avrupa ve Amerika’nın tanınmış üniversitele­rinde yüksek tahsil ve
    araştırmalar yapmış olan kafalar dinin bu inkılabçı kavramını anlamaktan
    acizdirler. Bu bakımdan, bu sözde okumuş, aydın ve medenî kafalar, Cahiliyye’nin
    örümcek kafalarından pek farklı değiller­dir Binlerce yıllardan beri din
    hakkında süregelen yanlış, sakat ve sapık düşünceler ve inançlar beyinlere
    öylesine yerleşmişle yerleştirilmiştir ki, İnsanlar bunun dışına çıkamıyorlar ve
    bağımsız, akılcı bir yaklaşımla din­leri, hele İslâm dinini inceleyemiyorlar.
    Akılcı eleştiriler ve bilimsel araş­tırmaların süzgecinden geçen İnsanlar da
    gözlerini açamıyorlar. Tekke, medrese ve camilerin en karanlık ve kuytu
    yerlerinde ibadetle meşgul olanlar, dini sadece ibadet ve dünya işlerinden uzak
    kalınmasını sağlayan bir inançlar manzumesi olarak görüyorlarsa bunda şaşılacak
    bir şey yok­tur. Bilgisiz ve cahil kimseler, dinin, kullarla Allah arasında özel
    bir me­sele olduğunu, bunun camiye, türbeye, tekkeye, ibadet ve merasime kadar
    sınırlı olduğunu sanıyorlarsa da kendilerini fazla suçlamamalıyız. Fakat asıl
    hayret ettiğimiz ilim ve irfan sahiplerinin tutumudur. Bu tahsilli, kültürlü ve
    aydın kimseler niçin dine karşı bu kadar tutucu, ön yargılı ve olumsuz bir tavır
    içinde bulunuyorlar? Bu şahıslar ne sebeple tıpkı cahi­liyye devrindeki sapık ve
    örümcek kafalılar gibi İslam dinini diğer dinler gibi bir din sayıyorlar?

    8.2. HAK DİNİ NEDİR?

    Kur’ân-ı Kerim, uğrunda indirilen din’i şöyle tarif ediyor:

    “Allah katında din, İslâm’dır”. (Al-i İmran; 19)

    Kısa ve sade olarak görülen bu cümlenin basit anlamı şudur:
    “Allah katında en doğru ve en gerçek din, İslâm’dır”. İslam ile ilgili
    genellikle in­sanların kafasında bulunan düşünce şudur. Bu, bundan 1400 yıl önce
    Ara­bistan’da doğan ve Hz. Muhammed (a.s.) tarafından “temeli atılan” dinin
    adıdır. Burada dikkat ederseniz, “temeli atılan” deyimini özellikle kullan­dım.
    Zira, sadece müslüman olmayanlar değil, pek çok müslüman hem de okumuş ve iyi
    tahsil görmüş kişiler, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’i “İslam’ın Kurucusu”
    adıyla anmaktadırlar. Düşüncelerine göre, İslâm dini kendisiyle başlamıştır,
    dolayısıyla da İslâmiyet’in kurucusudur. Müslüman olmayanlardan pek çoğu, Kur’ân-ı
    Kerim’in yukarıdaki ayetini okuyunca İslâm’ın da diğer dinler gibi bir iddiada
    bulunduğunu sanırlar. Onlar, nasıl diğer dinler sadece ve sadece kendilerinin
    hak din olduklarını iddia etmiş­lerse, İslâmiyet’in de sadece kendisini “hak” ve
    diğerlerini “batıl” kabul ettiğini düşünürler. Müslümanların çoğu için bu cümle
    zaten fazla düşün­dürücü değildir. Çünkü, nasıl olsa, Kur’ân-ı Kerim’in
    belirttiği gibi, en doğru, en gerçek dine bağlı olduklarını düşünürler. Eğer bu
    Müslümanlardan bazıları biraz daha kafalarını yorarlarsa şöyle düşüneceklerdir.
    Bura­da, İslam dini, başka dinlerle mukayese edilmiştir ve Hinduizm,
    Hıristiyanlık, Budizm, Yahudilik ve diğer dinlerle karşılaştırarak İslâmın
    hak­kaniyeti ispat edilebilir. Ancak, söz konusu ayetin Kur’ân-ı Kerim’in çok
    düşündürücü ve çok önemli bir ayeti olduğunu burada belirtelim. İslâmi­yet’i
    gerçek yönleriyle anlamak isteyen herkes ve bilhassa, dinleri titiz bir şekilde
    araştıranlar bu ayet üzerinde önemle durmalıdırlar. Bu ayet şimdi­ye kadar
    okunmadığı şekilde okunmalı, incelenmediği şekilde incelenme­lidir. Kur’ân-ı
    Kerim’in burada gerçeklen ne dediğini anlamak için “ed-Din” ile “el-İslâm”
    kelimelerinin anlamını iyice bilmeliyiz.

    8.2.1. “Din”
    Kavramının Anlamı

    Arapçada “din” kelimesi birkaç anlamda kullanılıyor. Din bir
    yandan “galebe” ve “istila” diğer yandan da “itaat” ve “kölelik” manasına
    geliyor. Dinin üçüncü anlamı “ceza ve bedel” ve dördüncü anlamı, “tarikat”,
    “tarz”, “meslek” ve “uğraştır. Burada bu kelime’nin dördüncü ve son an­lamı
    geçerlidir. Yani, din, kabul edilen bir “fikir tarzı” benimsenen bir “hareket
    tarzı” ve takip edilen bir “hayat yolu”dur.

    Fakat unutmayalım ki, Kur’ân-ı Kerim sadece ‘din’ kelimesini
    değil, “Ed-Din” kelimesini kullanıyor. Din ile “Ed-Din” arasındaki fark,
    İngilizce’de, “This is a way of life” gibi deyimler ile onaya konabilir. Yani
    Kur’ân-ı Kerim’e göre Allah katında İslâm, hayat tarzlarından “biri” değil
    “gerçek ve en doğru” hayat tarzıdır.

    Şurası da unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim bu kelimeyi sınırlı
    de­ğil, geniş bir anlamda kullanmıştır. Hayat tarzı deyimi, hayatın bir veya
    birkaç cephesi değil, hayatın tümüyle ilgilidir. Tek bir ferdin değil, bütün bir
    toplum ve topluluğun yaşantısı söz konusudur. Tek bir ülke ya da ulu­sun
    yaşayışı değil, her çağda ve bütün insanların bireysel ve toplumsal ya­sayıdır
    söz konusu olan. O halde, Kur’ân-ı Kerim’in “ed-Din” kelimesini kullanması,
    genellikle kabul edilen din anlamında değildir. Yani, Kur’ân’ın maksadı; sadece
    ibadet ve âyin, âhiret, öbür dünya ve ölümden sonraki hayal ile ilgili inançlar
    manzumesi olarak bilinen dinler arasında en iyisi İslâm’dır, demek değildir.
    Bugün Batı’da yaygın olan din kavramı da Kur’ân’ın amacı ve hedefi değildir.
    Yani, Kur’ân demiyor ki,, İslâm, in­sanların özel yaşantılarının bir parçası
    olarak bilinen dinler adasında en iyisidir. Kur’ân-ı Kerim’in anlatmak istediği;
    Arap’lar ile dünyanın diğer bölgelerinin insanları için falanca yüzyıla kadar,
    veya başka bir deyişle, sanayi devrimi öncesine kadar kabul edilen hayat
    tarzları arasında en iyi­sinin İslâm olduğu da değildir. İslâm’ın demek istediği
    şudur: “Allah’ın nazarında ve katında, her devirde, bütün insan soyu için, bütün
    yeryüzün­de en uygun ve en gerçek hayat tarzı İslam’dır”[1].

    Şimdi “İslâm” kelimesini ele alalım. Arapçada bunun mânâları,
    teslim olmak, silahı bırakmak, itaati kabul etmek, kendini adamaktır. Fakat
    dik­kat ederseniz, Kur’ân-ı Kerim’de sadece “İslâm” değil, “el-İslâm” kelimesi
    kullanılmıştır. Nasıl ki İngilizcede “a” yerine “the” belli ve bilinen bir şey
    için kullanılırsa, burada da “El” eki aynı anlamda kullanılmıştır. Yani bu­rada,
    Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin herhangi bir kimseye değil, Allah (c.c.)’a teslim
    olmaları, boyun eğmelerini, itaat etmelerini kastediyor. Bu teslimiyet ve itaat,
    tabiat kanunlarına boyun eğmek anlamında değildir. Çünkü bazı kimseler bu
    deyimden böyle bir mânâ çıkarmaya çalışırlar. Yine başka bir yanlış fikre göre;
    burada, insanın kendi düşüncesi, tasav­vuru, gözlemi ve tecrübeleriyle, Allah’ın
    arzusu, rızası ve isteği hakkında çıkardığı herhangi bir kavrama bağlılığını
    ilân etmesi de kastedilmiyor. Burada, Kur’ân-ı Kerim demek istiyor ki; İnsanlar,
    Allahu Teâlâ’nın kendi peygamberleri vasıtsıyla kendileri için gönderdiği fikir
    ve hareket tarzını kabul edip fikir ve hareket hürriyetini -daha doğrusu fikir
    ve hareket sap­lantılarını- terk edip, tek Allah’a teslimiyet ve itaatini ilân
    etsinler. İşte Kur’ân-ı Kerim buna “el-İslâm” demektedir. Bu, aslında yeni bir
    din de­ğildir. Aksine, insana yaratıldığı ilk gün Allahu Teâlâ, takip edeceği
    tek doğru yolun “El-İslam” olduğunu açıklamıştı. Bundan sonra, çeşitli
    devir­lerde ve çeşitli yerlerde insanların ıslâhı için ortaya çıkan
    peygamberler, Allah’ın kullarını istisnasız “El-İslâm”a davet ettiler. Bu İslâm,
    en son Hazreti Peygamber (a.s.)’in insanlara anlattığı dindi. Ne var ki, Hz.
    Musa (a.s.)’nın taraftarları, bu dine kendilerinden pek çok şeyler kalarak bunu
    Yahudiliğe, Hz. Îsa (a.s.)’nın ümmeti de aynı harekette bulunarak bunu
    Hıristiyanlığa çevirdiler. Aynı şekilde, Hindistan’da, İran’da, Çin’de ve di­ğer
    memleketlerde eski peygamberlerin ümmetleri, Allah’ın gerçek dinini ve hayat
    düzenini unutarak karma karışık din ve inançlar icat ettiler.

    8.2.2. Kur’ân-ı
    Kerim’in İddiası

    Bu açıklamadan soma, Kur’ân-ı Kerim’in hangi fikri savunduğu
    açık­ça ortaya çıkar. Kur’ân-ı Kerim şunları söylemek istiyor:

    “Allah katında, insan soyu için en doğru ve en gerçek hayat
    tarzı, Yaradanına teslim olmak ve kendilerinin hidayeti için peygamberlerinin
    ge­tirdiği yolu takip etmektir.”

    Kur’ân-ı Kerim’in iddiası ve ileri sürdüğü fikir işte budur. Bu
    davayı kabul edip etmememiz için, gereken araştırma ve incelemeleri yapmak bi­ze
    düşen bir görevdir. Kur’ân-ı Kerim’in kendi iddiası lehinde ileri sürdüğü
    delillere zaten ilerde bakacağız. Ama önce kendi akıl ve sağduyumuzu kullanıp bu
    iddiayı kabul etmemizin gerekli olup olmadığını araştıralım.

    8.2.3. Belli Bir
    Hayat Tarzına Duyulan İhtiyaç

    Dünyaya gelen herkesin belli bir hayat tarzını kabul etme
    ihtiyacı inkâr edilmez bir gerçektir. İnsan bir dere veya nehir değildir ki,
    yalağı, akış yönü, iniş ve çıkışları önceden belirlenmiş olsun. İnsan bir ağaç
    de­ğildir ki, tabiat kanunlarına bağlı kalsın. İnsan bir hayvan değildir ki,
    sa­dece içgüdüsü ve önsezisiyle yaşayabilsin. İnsan denen mahlûkun da bü­yük
    ölçüde tabiat kanunlarına bağlı olduğu doğrudur. Fakat, o hayatının pek çok
    alanlarında aklını, fikrini kullanabilir ve hürriyetinden istifade edebilir. Pek
    çok açıdan, insan, hayvanların aksine, tekdüze ve şartlanmış olarak hareket
    etmez. Pek çok konularda seçimini yapabilir, tercih hakkını kullanabilir. Kendi
    hayatını kendi çizebilir. Ama bu hayat yolunu çizer­ken bir fikir tarzını isler
    istemez kabul etmiş oluyor. Bu fikir tarzı veya düşünce şekli hem kendi
    sorunlarını hem kâinatın bazı sorunlarını ve giz­lerini çözmesinde yardımcı
    oluyor. Gayet tabii, tabiat insana düşünmek ve hareket etmek için bir hayli
    imkânlar sunmuştur. Ama tabiatın işi her şey ve her sorunu çözümlemek değildir.
    Bazı çözümler bize sunuyorsa da bunların yüzde yüz doğru olduğundan emin
    olamayız. İnsanın, doğanın duyu ve duygularla zihnine sunduğu, ancak aralarında
    herhangi bir denge veya uyum gözetmediği bilgi ve verileri, belli bir düzene
    koyması için ilmî bir formül ve aklî bir çözüme ihtiyaç vardır. İnsanın,
    tabiatın gerek­tirdiği, ama tatmin edilmeleri için medenî ve olgun herhangi bir
    yol tâyin etmediği kişisel gereksinimlerini karşılamak üzere, kişisel
    davranışları için bir yola ihtiyacı vardır. Bu yolda sadece bir fert gibi değil,
    bir cemi­yet, bir millet ve insan camiasının bir üyesi olarak yürümesine de
    ihtiyaç vardır. Böylece, istediği ve varmak için can attığı, ama tabiatın ne
    belirle­diği, ne de onlara ulaşabilmek için herhangi bir yol gösterdiği gaye ve
    he­deflere varması mümkün olabilecektir.

    8.2.4. Hayatın
    Bölünebilir Olması

    Hayatın çok yönlü ve çok çeşitli bu değişik alanlarında belli
    bir tavır ve tarz benimsemek kaçınılmazdır. Ama unutulmamalıdır ki, adı geçen
    hayat alanları kendi başına bağımsız ve kalıcı nitelik taşımıyorlar, bu
    ba­kımdan bunların birbirinden ayrı ve farklı olduğu da düşünülmemelidir.
    Dolayısıyla, insanın hayatın bu çeşitli yönleri ve alanları için birbirinden
    farklı yaklaşımda bulunması da düşünülemez. İnsan, bunlar için ayrı ayrı
    istikamete giden yolları takip edemez. Hele, bu ayrı yolların ihtiyaçları,
    işaretleri, durumları, bu yollarda yürüme şekilleri, yolculuk şartları ve
    va­rılacak yerler birbirinden çok farklı olursa işler büsbütün karışır. İnsan ve
    hayatın çeşitli meselelerini anlayabilmek için ilk önce şunu bilmekte fay­da
    vardır. Hayat bütün yönleri ve değişik şekillerine rağmen, bir bütün­dür. Bu
    bütünün her parçası, her bölümünün, birbiriyle yakın ilişkisi var­dır. Bu ilişki
    öylesine derindir ki onları birbirinden ayıramayız, koparamayız. Her parçası
    birbirini etkiler ve birbirinden etkilenir. Hepsinde tek bir ruh, tek bir can
    vardır ve bunların hepsi birleşerek insan hayatını oluş­tururlar. Onun için,
    hakikatte insanın ihtiyaç duyduğu şey birçok gaye ve hedef değil, tek bir
    amaçtır. Bu tek ve büyük amaç, bütün diğer amaçlar­dan üstün olup parlak bir
    yıldız gibi yükseklerde durmaktadır. Küçük bü­yük, diğer bütün amaçlar bu büyük
    amaç ve hedef yanında cüz’î ve izafi mahiyette olup, bu büyük amaca varıldığı
    takdirde zaten bunlara da varıl­mış olur. İnsanın birçok yola değil bir tek yola
    ihtiyacı vardır ki, bu yolda hayatının bütün cepheleriyle dengeli bir şekilde
    yüce hedefine erişmek için yürüyebilsin. Fikir, ilim, edebiyat, sanat, eğitim,
    din, ahlâk, toplum, ekonomi, siyaset ve hukuk vs. için ayrı ayrı nizamlara
    değil, tek ve geniş kapsamlı bir düzene ihtiyaç vardır ki, bütün bu insani
    faaliyetler onun içinde dengeli biçimde yer alabilsin. Bu evrensel nizamda
    hayatın bütün sahaları ve faaliyetleri aynı ilkelere dayalı olmalıdır. Bu
    düzendekiler ge­rek fert gerekse cemiyet olarak yüce amaca varmakta herhangi bir
    güçlük çekmemelidirler. Hayatın çeşitli cephe ve alanlara bölünebileceği,
    karan­lık dolu cahiliyye dönemine mahsus bir düşünce biçimidir. Eğer çağımız­da
    da bazı kimseler bu tür saçma sapan düşünceler taşıyorlarsa bunun iki sebebi
    vardır. Birincisi cehâlet. Bilgileri kıt olan bazı zavallı kafalar bu yönde
    düşünmektedirler, ki bunlar kötü niyetli olmayıp, ıslâh edilecek cinstendirler.
    İkincisi pişkinlik ve küstahlık. Böyle bir davranışta bulunan­lar çıplak gerçeği
    çok iyi bilmektedirler, ama insanları, yabancı “izm” ve ideolojilerin kölesi
    haline getirmek için kasıtlı olarak din ile dünya işlerini birbirinden ayrı
    tutmaya çalışmaktadırlar. Bu kişi ve gruplar, çeşitli ideo­lojilerin kisvesi
    altında dini kötülüyor, dini özel bir mesele olarak tarif ediyor, bütün dünya
    işlerinde hayvani ve şehvani düşüncelerle serbestçe hareket ederken, dinî ibadet
    ve inançları koruyacaklarını iddia ediyorlar. Halbuki, bu çıkar çevrelerinin
    kendi çıkarlarını korumaktan başka bir dü­şünce ve dertleri olmadığı gün gibi
    aşikârdır. Üstelik bu pişkin, küstah ki­şi ve gruplar önemli bir doğa kuralını
    unutuyorlar, ya da görmezlikten  geliyorlar. Her ideoloji ve düşünce tarzı -ki,
    buna genel anlamda “din” de di­yebilirsiniz- hayatın bütün yönlerini ve
    alanlarını kendi ruhu ve özüne gö­re değiştirebilir. Tıpkı bir tuzlada her şeyin
    zamanla tuza dönüştüğü gibi.

    8.2.5. Hayatın
    Bölgelere ve Irklara Göre Bölünmesi

    İnsan hayatının çeşitli alanlara bölünmesi ne kadar saçma ise,
    coğrafi ve ırkî şartlara göre çeşitli bölümlere ayrılması da o kadar saçma ve
    an­lamsızdır. İnsan, şüphesiz dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşamaktadır ve
    dünyamız gayet tabii ki, nehirler, dağlar, ormanlar, denizler ve suni coğrafî ve
    siyasî sınırlar yüzünden kıta ve bölgelere ayrılmıştır. İnsanların çeşitli
    ırktan ve kavimden geldikleri de bir gerçektir. Tarihi ve kültürel farklılıklar
    ile gelişim süreçleri, çeşitli insan tipleri arasındaki farkı bariz bir hale
    getirmiştir. Ama bu farkı esas alarak, her ırk, her millet ve her coğrafi
    birimin “dini” yani hayat tarzının ayrı olması gerektiğini ileri sü­renler
    yanlış bir tutum içindedirler. Diyebiliriz ki bu düşüncede olanlar sadece dış
    görünüme, yüzeysel farklılıklara ve yapay bölünmelere aldanmışlardır.
    Görünürdeki bu çoklukla insanlık cevherinin birliğini göreme­mişlerdir. Eğer
    gerçekten bu farklar o kadar büyükse, o zaman ben diye­ceğim ki, aslında küçük
    olarak kabul edilen bazı farklar daha büyüktür. Bir ülke ile başka bir ülke,
    yahut bir ırk ile başka bir ırk arasındaki farkı belirlemek için si/, ne kadar
    mübalağa yaparsanız yapın, bir erkek ile bir kadın, bir insan ile başka bir
    insan ve hatta aynı anne-babaların evlatları arasında olan tabiat, kişilik ve
    düşünce farkı gerçekten bilimsel yönden araştırılacak olursa bu farklar
    öncekilerden çok daha büyük olarak karşı­mıza çıkacaktır. O zaman, dünyada her
    insanın “dini” yani hayal tarzının, farklı olması gerektiğini neden iddia
    etmiyorlar? Fakat eğer, şahsi, ferdi, ailevi ve milli farklar arasında aile,
    cemiyet, mülcî, vatan ve ırk kavramla­rını oluşturacak ortak, birleştirici ve
    kalıcı bir unsur ve bir hayat tarzı bu­labiliyorlarsa, millet, coğrafya, ülke ve
    ırk çokluğu içinde, bütün insanları birleştirecek, cihanşümul bir insan
    kardeşliğini meydana getirecek daha büyük ve temel bir değer ve öğe bulamıyorlar
    mı? Böyle bir insan kardeş­liği kavramı, bütün insanların tek bir din ya da
    hayat düzenine bağlanma­larını mümkün kılacaktır. Coğrafya, ırk ve milliyet
    farklarına rağmen, bü­tün insanların aynı ve eşit olduğu bir gerçek değil midir?
    İnsanların, için-de yaşadıkları tabiat kanunları aynı değil midir? İnsanın sahip
    olarak yara­tıldığı organizma aynı değil midir? İnsanın diğer madde ve
    mahluklardan üstün olmasını sağlayan özellikler ortak değil midir? İnsanların
    tabii ihti­yaç ve istekleri aynı değil midir? İnsan nefsi olarak bilinen
    düşünce, eğilim ve kuvvetler aynı değil midir? Bütün insanlarda genellikle
    varolan ta­bii, psikolojik, iktisadi, içtimai ve cinsel istek, arzu ve
    ihtiyaçlar aynı de­ğil midir? Bütün bu konularda İnsanlar arasında benzerlik
    bulunuyorsa, insanın, insan olarak refahı ve kurtuluşu için doğru ve uygun olan
    usûl ve kurallar da evrensel nitelikte olmalıdır. Bu usul ve kuralların milli,
    ırki ve coğrafi olması için herhangi bir sebep yoktur. Milletler ve ırklar bu
    usul­lere göre kendi özelliklerini ortaya koyabilir ve bir ölçüde kendi
    yaşantıla­rını sürdürebilirler ve de sürdürmeleri lâzımdır. Fakat, insanın,
    insan ola­rak yaşaması için ihtiyaç duyduğu din ya da hayat tarzı tek olmalıdır.
    Akıl ve mantık, bir millet veya ulus için doğru olanın başka milletler için
    yan­lış ve batıl ve bir millet için batıl olanın başkaları için hak olması
    fikrinin tam karşısındadırlar.

    8.2.6. Hayatın
    Zamanlara Bölünmesi

    Çağımızda yapılan saçmalıkların başında insan hayatının çeşitli
    za­manlara bölünmesi gelir. Çok gariptir ki, bilimsel bir yaklaşım ve ortada
    olan gerçekler açısından en saçma olan bu fikir en iddialı ve ısrarlı biçim­de
    ortaya atılıyor. Deniliyor ki, bir devirde ve dönemde “hak” olan bir ha­yat
    nizamı başka bir devirde “hatırdır. Çünkü, hayat sürekli değişen, şart­ları ve
    meseleleri devamlı farklılık gösteren bir nesnedir. Bu sözler, teka­mül içinde
    olduğu ve her an geliştiği belirtilen insan hayalı için söylenir. Bu iddialar,
    geçmişinde kanunların arandığı, geçmiş tecrübelerinden gele­cekteki yolu çizilen
    ve hakkında “insan tabiatı” diye bir deyimin icat edil­diği insan yaşamı için
    ileri sürülür.

    Böyle düşünenlere sormak isliyorum, kendileri insan ırkının bu
    sürek­li tarihi hareket sürecinde zaman, dönem, devir ve çağları kesin olarak
    be­lirleyen bir ölçü âletine mi sahiptirler? İnsan tarihinde herhangi bir dönem
    bıçakla kesilir gibi ayrı sayılabilir mi ki, söz konusu dönemi başka
    dö­nemlerden yüzde yüz emin olarak ayırabiliyorlar? Bu beyler, belli bir
    dö­nemde insan hayatı için mevcut olan şart ve meselelerin bir başka dönem­de
    tamamen ortadan kalktığını söyleyebiliyorlar mı? Eğer insan hayatı gerçekte bu
    şekilde sayısız zaman birimlerine ayrılmışsa, insanların kendi hayatının bazı
    zaman birimlerini büsbütün unutmaları ve hatta gereksiz bularak çöpe atmaları
    gerekir. Halta geçmişin bulun zaman birimlerine sünger çekilmelidir. Çünkü bir
    zaman biriminde bir insanın karşılaştığı sorun ve geçirdiği deneyimler, başka
    bir zaman biriminde bütün sorun ve deneyler baştan değişeceği için rafa
    kaldırılmalıdır. Bütün mesele ve tec­rübeler geçmişte kaldığı için yeni zaman
    biriminde bunlardan hiç faydalanılmaz. Geçmişte geçirilen tecrübeler ve bunlara
    göre geliştirilen usûller ve yapılan mücadeleler de anlamsız kalır. O halde
    gelişme ve kalkınma­dan dem vurmak niye? Hayat kanununu bulmak için bu telaş
    niye? İnsani medeniyet için tarihi sebep ve neticeleri aramak niye?

    Kalkınma ve gelişmeden söz edilirken, bütün değişikliklere konu
    olan ve bu değişikliklerde kendisini koruyarak sürekli hareket halinde olan bir
    şeyin varolduğu da bilinçsizce kabul edilmiş oluyor. Hayat kanunundan
    bahsedilirken, bütün bu istikrarsız durumda, değişken belirtilerde, yapılıp
    bozulan şekillerde, kalıcı ve canlı bir hakikatin, kendine mahsus tabiat ve
    daimi kanunlarıyla varolduğu da kabul edilmiş oluyor. Tarihten misal ve deliller
    aranırken, tarihin bu upuzun yolculuğunda bin bir merhaleden geç­miş, bin bir
    zahmete katlanmış ve milyonlarca yol katetmiş olan bir yolcu­nun muhakkak
    kendine özgü bir kişiliği, huyu ve özelliği olduğu kabul edilmiş oluyor. Bu
    yolcunun bazı özel ve beklenmedik durumlarda özel işler başarabildiği, bazen bir
    şeyi kabul elliği, bazen bir şeyi reddettiği, bazen da yeni bazı şeyler için
    istekte bulunduğu hükmüne varılıyor. Bu canlı hakikat, bu değişen şartların
    kalıcı konusu ve tarih yolunun değiş­mez yolcusu sizin galiba “insanlık”
    dediğiniz nesnedir. Fakat, yolun çeşit­li kilometre taşları, durum ve şartları,
    varılacak yerleri ve bunlardan do­ğan sorunlardan söz ederken konuya öylesine
    dalıyorsunuz ki, yolcuyu unutmuş oluyorsunuz? Bu ne biçim bir mantıktır? Yolun
    kilometre taşlan, durumları ve şartları ve varılacak yerleri değişince, yolcusu
    ve onunla il­gili bütün gerçekler de değişebilir mi? Bize sorarsanız, bu
    yolcunun genel yapısında ve özünde herhangi bir değişiklik olmamalıdır ve
    gerçeklen de bu dünyanın kuruluşundan beri bu yanlan değişmemiştir. Organizması
    binlerce yıl öncekinin aynısıdır. Tabiatı, huyu ve mizacı aynıdır. Tabii
    ih­tiyaçları aynıdır. Vasıf ve özellikleri aynıdır. Eğilimleri ve temel
    düşünce­leri aynıdır. Kuvvetleri ve kabiliyetleri aynıdır. Zaafları ve
    eksiklikleri de değişmemiştir. Onun için binlerce yıl önce geçerli olan
    etki-tepki kuralları bugün de hiç değişmemiştir. Ona egemen olan, onu etkileyen
    kuvvetler de aynıdır ve evrensel ortam da aynıdır.Bu bahsettiğimiz hususlar
    dünyanın kuruluşundan bu yana zerre kadar değişmemişlerdir. Hiçbir kimse, tarih
    sürecinde bu şartlar ve bunlardan doğan meseleler ve insan hayatındaki
    değişikliklerin bizzat insanlığı etkilediği ve değiştirdiğini iddia edemez.
    Hatta, insanla birlikte bazı ebedi hakikatlerin de değişliğini ileri süremez.
    Hakikat bu iken, insan için dün nimet olan bir şeyin bugün zehir olduğu, dün Hak
    olanın bugün batıl olduğu, dün kıymetli olanın bugün kıymetsiz olduğu nasıl
    iddia edilebilir?

    8.2.7. İnsan
    Nasıl Bir Hayat Tarzına İhtiyaç Duyar

    Gerçek şu ki, fertler ve cemaatler, tarih sürecinde insanlığın
    özü ve bununla ilgili temel gerçekleri anlamakta yanılgıya düşmüşlerdir. Bazı
    gerçekleri kabul etmek ve bazılarını anlamak konusunda hata işlemişler­dir.
    İnsanların çoğu bu yanlış teşhis ve yanlış anlamaya dayanarak daha önceleri
    kabul ettikleri hayat düzenlerini, zamanla ve tecrübelerle yanlış bularak terk
    etmiş ve yenileri için yerleri boş bırakmışlardır. Bu maceralara bakıp bugün
    dahi, İnsanlar için her devirde, sadece o devrin şartların­dan ve sorunlarından
    doğan ve ancak o devrin sorunlarını çözebilecek ayrı ayrı hayat düzenlerine
    ihtiyaç duyulduğu gibi yanlış hükme varılıyor. Hal­buki bu maceralar ve
    maceracılığı daha objektif, daha akıllıca inceleyecek olursak, haşerat gibi çok
    sayıda olan bu geçici ve istikrarsız hayat nizam­larının her devirde ve her
    dönemde başarısız kalması ve değişmesiyle in­sanların sadece zaman kaybına
    uğradıkları, varacakları hedefin gittikçe uzaklaştığı, yollarının tıkandığı,
    kalkınma ve refah hamlelerinin kösteklendiği ve kısacası, ebedi saadetlerinin
    bir hayal olduğu neticesine varırız. Aslında insan denen yaratık çok zavallıdır,
    bu türlü maceralar geçirdiği için de çok acınacak durumdadır. İnsanın, bizzat
    kendisini ve kendisine bağlı gerçekleri idrak edip evrensel, daimî, ebedî ve
    kalıcı ilkelere daya­narak kuracağı bir hayat düzenine şiddetle ihtiyaç vardır.
    İnsan bu hayat düzeniyle şimdiki ve gelecekteki bütün değişiklikleri rahatlıkla
    atlatabilir, bu değişikliklerden doğan bütün güçlükler ve sorunların üstesinden
    gele­bilir ve hayat yolunda şaşkın ve perişan değil, neşeli ve canlı bir şekilde
    nihaî hedefine doğru yürüyebilir. İnsanın işte böyle bir “din”e veya hayat
    düzenine ihtiyacı vardır.

    8.2.8. Böyle Bir
    Düzeni İnsanoğlu Kurabilir mi?

    Bundan sonra aklımıza gelen soru şudur. Acaba insan, Allah’ın
    yardı­mı olmadan, yukarıda bahsettiğimiz cinsten bir “din” veya hayat tarzını
    ge­liştirebilir ve bunda başarılı olabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için
    insanın şimdiye kadar böyle bir din icat edip etmediğini size sormayaca­ğım.
    Çünkü bunun cevabı kesinlikle “hayır”dır. Bugün büyük iddialarla, kendi
    dinlerini (hayat düzenlerini) tanıtmaya ve bunun için birbirini bo­ğazlamaya
    çalışanlar bile, dinlerinin yukarıda bahsettiğimiz ihtiyaçları karşılayacak
    mahiyete olduğunu iddia edemezler. Büyük konuşan bu kişi ve topluluklar insanın
    insan olarak ihtiyaç duyduğu “ed-Din”i, var güçleriyle çalışsalar ve güç birliği
    yapsalar dahi, karşımıza çıkaramazlar. Bazılarının dinleri (hayat düzenleri)
    millî ve ırkî, bazılarınınki coğrafi ve sınıf­sal, bazılarının hayat düzeni
    (dini) ise, daha dün geçmiş olan çağın şartla­rına göre doğduğu için bizzat
    kendi düşüncelerine göre, “çağdışı” ve çöpe atılacak cinstendir. Yine bazı din
    veya hayat düzenleri var ki, akıbetleri­nin yarın ne olacağı meçhuldür; çünkü
    yine kendi kafalarına göre, yarınki şart ve durumlar belki de bütünüyle değişik
    olacaktır. Zâten içinde yaşa­makta olduğumuz çağın asıl niteliği ve tarihi
    tahlili henüz yapılmamıştır. Onun için, ben, insanın böyle bir evrensel, kalıcı
    ve geniş kapsamlı bir din veya hayat düzenini başarıyla kurup kurmadığını size
    sormuyorum. Be­nim sormak istediğim, böyle bir dinin gelecekte başarılı olup
    olmayacağı­dır; yani, insan böyle bir düzen kurabilir mi ve kurarsa başarı şansı
    ne ola­caktır?

    Bu çok önemli bir sorudur ve bunu sathî bir şekilde
    geçiştirenleyiz. Bence bu, insan hayatının kaderiyle ilgili en hayatî sorulardan
    biridir. Bu sebeple, kurulmak ve hazırlanmak istenen şeyin asıl mahiyetinin ne
    oldu­ğunu ve bunu gerçekleştirebilecek bir kişide ne gibi özelliklerin aranması
    gerektiğini çok iyi bilmek zorundayız.

    8.2.9. “Ed-Din”in
    Mahiyeti

    Yukarıda, insanın şiddetle ihtiyaç duyduğunu açıkladığımız “ed-Din”,
    öyle sanıldığı gibi, her devirde ve her türlü şartlarda, en küçük ayrıntıları­na
    ve en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün sorunların çözümünü içe­ren bir ilke ve
    kanunlar manzumesi ile hayat düzeni değildir. Benim kas­tettiğim, bir takım
    ebedi, evrensel ve daimi genel usûl ve kanunları ihtiva eden dindir. Bu din, her
    türlü şart ve ortamda insanlara yol gösterebilir, insanların fikir ve felsefesi
    ile gayret, mücadele ve çalışmalarının yönünü belirleyebilir, zaman, enerji ve
    para kaybına yol açabilecek yanlış tecrübe ve maceralardan kendilerini
    koruyabilir.

    Bunun için gerekli olan ilk şey, insanın bu kâinat ve onun
    hakikati ve bu kâinatta kendisinin durumunun ne olduğu hakkında tam bilgi
    -tahmin ve kıyas değil- sahibi olmasıdır.

    İkinci olarak, insan, bu dünyadan sonra da öbür dünyada hayatın
    olup olmadığı, dünyadaki hayalın, insan hayatının sadece başlangıcı ve bir
    par­çası olup olmadığı ve hayat yolculuğunun doğumdan ölüme kadar mı yoksa
    bundan sonra da mı devam ettiğini bilmek -tahmin etmek veya zan­netmek değil-
    zorundadır.

    Ayrıca, insan için gerçekten insan hayatının varmak istediği
    doğru bir hayat hedefinin belirlenmesi -arzu edilmesi değil- kaçınılmazdır.
    Sanki insan bu büyük ve yüce hedef için doğmuştur ve her fert, her cemaat, her
    millet ve bütün insanlığın her türlü gaye ve hedefleri, her devirde ve her
    dönemde, buna tabi olarak, dengeli ve uyumlu bir biçimde birleşebilir,
    gerçekleşebilir.

    Buna ilâveten, insanın, tabiatın bütün vasıflarıyla intibak
    edebilen ve her türlü durumlarda hem teorik, hem pratik olarak geçerli olan
    sağlam ve cihanşümul ahlâk kurallarına ihtiyacı vardır insan bu kurallara göre
    kendi kişiliğini, karakterini inşa edebilir, bunların ışığı altında hayat
    yolunun her dönemecinde karşılaştığı engelleri aşabilir, tehlikeleri atlatabilir
    ve hiçbir zaman, şart ve durumların değişmesiyle bu kuralların değişebilece­ği
    fikrine kapılmaz.

    Bundan sonra, insanın ihtiyaç duyduğu şey, medeniyet ve
    kültürünün bazı ebedi ve değişmez usulleri için temel teşkil edebilecek kurallar
    ve usûllerdir. Bu kural ve usûller, insan toplumlarının tabii ihtiyaç ve
    psiko­lojilerini göz önünde bulundurduğu için gereksiz fazlalık, eksiklik ve
    aşırı­lığa imkân bırakmazlar. Bunlar bütün insanların genel eğilimi ve
    çıkarla­rını korurlar. Bunlara bağlı kalınarak, insan hayatının her alanı
    düzeltile­bilir, tamamlanabilir ve geliştirilebilir.

    İnsanın bundan sonra ihtiyaç duyduğu husus, bireylerin
    karakteri, top­lumların davranışı ve fertler ile cemiyetin gayret ve
    mücadelelerini birleş­tirip doğru istikamete koyacak, kötü yola girmesini
    önleyecek bir takım sınırlama ve kısıtlamalardır. Bunlar bir bakıma hayat
    yolunun işaret levhalarıdır ki her noktada, her virajda ve dolambaçlı zeminde
    yolcu ve sürücüleri ikaz edebilsinler.

    İnsanın bazı amelî ve tatbiki kaide ve yöntemlere de ihtiyacı
    vardır. Bunlar mahiyet itibariyle daimî ve evrensel tatbike lâyık olup, “ed-Din”de
    tâyin edilmiş olan hayat değerleri, amaçları, ahlâk usulleri, medeniyet
    ku­ralları ve faaliyet sınırlarına insan hayatının daima bağlı kalmasını
    sağla­malıdırlar.

    İşte kurulması istenen “din” veya “düzen” budur. Biraz düşünün,
    böy­le bir “ed-Din”i insan kendi kendine kurma imkânlarına sahip midir?

    8.2.10. İnsanın
    Sahip Bulunduğu İmkânlara Bir Bakış

    İnsanın, “din” ve “hayat düzeni”ni belirleme ve geliştirmesi
    için sahip bulunduğu imkânlar dörtten fazla değildir. Birincisi, istek veya
    arzu, ikin­cisi akıl, üçüncüsü müşahede ve tecrübe, dördüncüsü de geçmiş
    tecrübe­lerin dosyası veya tarih. Galiba bundan başka beşinci bir imkânın da var
    olduğu söylenemez. Bu dört imkânı istediğiniz kadar araştırın. Bunlar “ed-Din”in
    bulunmasına veya kurulmasına yardımcı olabilirler mi? Ben ömrümün büyük bir
    bölümünü bu uğurda, bunu araştırmakla geçirdim ve sonunda şu neticeye vardım: Bu
    imkânlar ve yollar, “ed-Din”in icat edil­mesine yardımcı olamaz la ki,
    insanlardan üstün bir lider ve önder “ed-Din”! getirsin. Bu imkânlar işte o
    zaman “ed-Din” veya hayat düzeninin anlaşılması, değerlendirilmesi, tanınması ve
    ona göre pratik usûl ve ka­nunların geliştirilmesine yardımcı olabilirler.

    8.2.10.1. Arzu, İstek

    Önce arzu, istek ve dileği ele alalım. Bunlar insana yol
    gösterebilir mi? Şüphesiz dilek ve istek insanı harekete geçiren önemli bir
    etkendir. Fakat tabiatı itibariyle taşıdığı zaaflar, bunların rehber olmasını
    imkânsız kılmaktadır. Kendi başına insana yol göstermesi şöyle dursun, bunlar
    akıl ve ilmi de kötü yola sürüklemiş, olumsuz yönde etkilemişlerdir. Arzular ne
    kadar terbiye edilirse edilsin, serbest bırakıldığı ve karar hakkı kendile­rine
    verildiği zamanlarda %99 yanlış sonuçlar ortaya çıkmıştır. Zira kendi
    tabiatındaki zaaflar yüzünden, arzu ve istekler daima acele hareket etmeye ve
    kısa yoldan neticeye varmaya yatkındırlar. Bu ister bir ferdin, bir sını­fın
    isteği ve arzusu ister Russo’nun “umumi irade” olarak tabir ettiği istek ve
    arzular olsun, hiçbiri “ed-Din”in kurulmasına yardımcı olacak nitelikte
    değillerdir. Nihai meselelere, örneğin insan hayatının hakikati, kıymeti ve
    gayesine gelince, insan arzu ve istekleri bunlara zerre kadar yardımcı
    ola­mazlar.

    8.2.10.2. Akıl

    Şimdi aklı ele alalım. Aklın bütün meziyet ve selâhiyetlerini
    kabul ediyorum. İnsan hayatındaki önemi ortadadır. İnsanda, akdin büyük bir yol
    gösterici güç olduğu da bir gerçektir. Şimdi, “ed-Din”in insan için nasıl ve
    kimin aklını belirleyeceğini bir yana bırakalım. Bu akıl Ahmed’in mi, Mehmed’in
    mi, bütün insanların mı, belli bir grubun mu, bu çağın insanla­rının mı, geçmiş
    zamandakilerin mi, yoksa gelecek zamanın insanlarının mı olacak? Bu soruya cevap
    aramaktansa ben şu soruyu sormayı tercih ediyorum. “İnsan aklı”nın malum
    kapasite ve sınırlarını bildiğimiz halde, bunun “ed-Din”i kuracağından emin
    olabilir miyiz? Bilindiği gibi, aklın bütün kararları, ancak duyuların kendisine
    sunduğu malzeme ve deliller üzerine verilir. Duyular yanlış bilgi ve veriler
    sunarsa o da yanlış kararlar verir. Malzeme eksik olunca karar da eksik olur.
    Öyle konular ve alanlar vardır ki onlarla ilgili olarak duyular, akla hiçbir
    bilgi ve veri sunamazlar. Bu gibi durumlarda akıl, terbiye edilmiş ve
    kültürlüyse herhangi bir karar vermez, ama terbiyeden yoksun olursa karanlıkta
    yürüyen bir yolcu gibi yalan yanlış tahminler yürütür. Bizzat kendisi duyu ve
    duygularının esiri olan ve birçok zaaf ve sınırları olan akıldan, insan soyu
    için “ed-Din”i kurması beklenebilir mi? Sonra, “ed-Din”in kurulması öyle “nihai
    meseleler”e bağlıdır ki, duyular bu konuda akla hiç yardımcı olamazlar. Şimdi bu
    nihai meseleler ve ebedi gerçekler, olur olmaz tahmin ve kıyaslarla mı
    belirlenecekler? “ed-Din”in yaratılması için lazım olan ebedi ve kalıcı ah­lâkî
    değerleri tayin etmek için duyulara güvenemeyiz. Çünkü bunlar bu hususta çok
    yanlış ve eksik veriler verebilir. “Ed-Din”in teşekkülünde ha­yali önem taşıyan
    ve yukarıda bahsettiğimiz unsurlar hakkında da duyular tamamıyla doğru ve
    güvenilir malzeme veremezler. Bu malzeme olma­yınca da akıl evrensel, mükemmel
    ve geniş kapsamlı bir din veya hayat düzeni meydana getiremez. Ayrıca, akıl
    daima arzu, irade ve istekler ile yakın ilişki içindedir. Arzu ve irade sık sık
    akıl ile çatışıyorsa da zaman zaman ona galip gelip, istediğini yaptırmaktadır.
    Yani, aklın kararlan her zaman doğru ve akla yatkın değildir. Bir an için aklın,
    duyuların kendisi­ne sağladığı bütün veri ve bilgileri iyi kullandığını kabul
    etsek bile, pek çok konudaki çaresizliği, başkalarına bağımlılığı, kendi
    içindeki zaafları ve eksiklikleri nedeniyle “ed-Din”in kurulması gibi muazzam
    bir görevin kendisine verilmesi düşünülemez.

    8.2.10.3. Bilimsel
    Gözlem ve Deneyimler

    Şimdi üçüncü imkânı ele alalım; yani müşahede ve tecrübe ile
    kazanı­lan ilmi -ki buna kısaca “fen” deriz-. Ben, fen veya bilim ve
    teknolojinin önem ve yararlarını bilen herhangi bir fen talebesinin gerisinde
    değilim. Ve bu faydalı bilim dalını küçük görmek gibi bir eğilimde de
    değilim­dir. Fakat bunun önem ve yararlarını belirtirken objektif davranmalıyız,
    mübalağaya kaçmamalıyız. Bu ilmi, günahları ve sevaplarıyla bilmeli, gerçeklere
    göz yummamalıyız. Bu ilmin bazı sınırlarını ve eksik yanları­nı unutup, bunun
    hemen hemen her şeyi etkiler durumda olduğunu iddia etmek bilgisizliktir. Beşeri
    ilimlerin hakikatini bilenler şunu da iyi bil­meliler ki, bunlar nihai meseleler
    ve nihai hakikatleri bilmek ve kavra­mak şöyle dursun, o hakikatlerin
    sınırlarına bile ulaşamazlar. Çünkü bu ilimler insanın ortaya koyduğu ilimler
    olduğu için kendi varlığında mev­cut olan zaaf ve sınırları da aynen
    taşımaktadır. İnsan, bazı insanüstü ve ulvî gerçeklere varma imkânlarına sahip
    değildir. Bunları ne doğrudan doğruya gözleyebilir ne de gözlem ve deneyimlerine
    dayanarak “ilmi” “bilimsel” veya sağlıklı kararlara varabilir. Sonuç olarak,
    daha ilk aşama­da “ed-Din” veya insan düzeninin kurulması için gerekli olan
    insanüstü, ilâhî ve ulvî meselelerin çözümü konusunda fen ilmi yaya kalır.
    Bundan sonra, ahlâk kuralları, medeni usuller ve insanların kötü yollara
    düşmele­rinin önlenmesi gibi, “ed-Din”in diğer unsurlarının, fen ilmiyle
    belirlenip belirlenmeyeceği sorusu vardır. Ama biz hangi kişi veya topluluğun
    hangi devirde bu ilimle bunu yapacağı sorununu bir yana bırakıp önce şu soruya
    cevap verelim. Bilimsel açıdan böyle bir işi başarmak için vazgeçilmez şartlar
    nelerdir? Bu şartların birincisi, insanın bu dünyada bağlı olarak ya­şadığı
    bütün tabiat kanunlarını bilmektir. İkincisi, insanın bizzat kendisiy­le ilgili
    bütün ilimleri, yani beşeri ilimleri kavramasıdır. Yalnız bu değil, bu beşerî
    ilimler mükemmel ve noksansız da olmalıdır. Üçüncü olarak, ta­biat kanunlarıyla
    ilgili bütün bu bilgiler ve beşeri ilimler birlikte bulunup, mükemmel ve eşsiz
    bir kafa bunları belli bir düzene koymalı ve bunlardan en isabetli neticeleri
    çıkarıp, insanın ahlâkî değerlerini, medeniyet kuralla­rını ve kötü yola
    sapmasını önleyecek sınırlarını tâyin etmelidir. Bu şart­lar ne bugüne kadar
    yerine getirilmiştir ne de bundan 5000 yıl sonrasına kadar yerine getirilmesine
    imkân vardır. Belki de insanlığın son nefesini vermesinden bir gün önce böyle
    olabilir, ama o zaman neye yarar? Gördü­ğünüz gibi bu hususla başka sorular
    sormaya ve kafa yormaya gerek yok­tur.

    8.2.10.4. Tarih

    Son olarak, geçmiş sorun ve olayların dosyası diye bilinen tarih
    ilmini ele alalım. Bu bilim dalının da ehemmiyeti ve faydalarının idraki
    içinde­yim. Ama ben diyorum ki ve siz de biraz düşünürseniz diyeceksiniz ki: “Ed-din”
    gibi muazzam bir işin başarılması için bu ilim de yetersizdir. Geçmiş meseleler,
    İnsanlar ve olaylarla ilgili bilginin, tarih yoluyla bize, doğru, sağlıklı ve
    eksiksiz ulaşıp ulaşmadığını sormayacağım. Geçmiş olayların ışığı allında “ed-Din”
    veya hayat nizamını kurma görevinin, in­san ırkının hangi parlak kafasına
    verileceğini de sormayacağım. Bu kafa Hegel’inki mi olmalı yoksa Marx’ınki mi?
    Yoksa başka birinin mi? Benim sormak ve bilmek islediğim şudur. Geçmişin dosyası
    ya da tarih, geçmişte ve çağımızda “ed-Din”i kurabilmiş midir, ya da bunun için
    gereken mal­zemeleri bize sunabilmiş midir? Gelecekte de böyle yapmasına imkân
    var mıdır? Ne diyelim; belki de gelecekte doğanlar böyle bir günü görecekler­dir
    ama, tarih ilminin şimdiye kadar bizi bu hususta ümitlendiren en kü­çük bir
    müsbet neticesini görmedik.

    8.2.11. Ümit
    Kırıcı Sonuçlar

    Yukarıdaki satırlarda küçük işaretlerle anlattığım hususlarda
    sanırım herhangi bir ilmi hata ya da tartışma yanlışlığı yapmadım. İnsanın sahip
    bulunduğu bu imkânları araştırmak, yorumlamak ve tahlil etmek konu­sunda
    izlediğim yol ve yaptığım teşhis doğruysa, o zaman insanın imkân­larının,
    görünürde hayli geniş olmasına rağmen kısır, eksik, sınırlı ve etki­siz olduğu
    hükmüne varırız. Bu tahlil ve değerlendirme gösteriyor ki, in­san bu yetersiz
    imkânlar ile olsa olsa “istikrarsız, sağlıksız, yanlış, geçici, zamana bağlı ve
    mahalli dinler” geliştirebilir ama “ed-Din”i asla. Bu iş geçmişte de zordu ve
    şimdi de zordur. Geleceği de pek parlak değildir.

    Şimdi, Allah’ı inkâr eden dinsiz ve Allah’sızların ettiği gibi
    eğer in­sanlara yol gösterecek bir tanrı yoksa, en iyisi, İnsanlar intihar
    etmelidir­ler. Rehberi olmayan, doğru yolu bulmak için kendisinde de herhangi
    bir malzeme bulunmayan bir yolcunun sermayesi ümitsizlikten başka ne ola­bilir
    ki? Bu yapayalnız ve çaresiz kalan yolcunun iyiliğini düşünen bir ki­şi, başını
    bir kaya parçasına çarpıp hayatına son vermekten başka kendisi­ne herhangi bir
    nasihat verebilir mi? Fakat, şüpheci zihniyete sahip olan bazı sözde aydın,
    filozof ve bilim adamlarının dediği gibi: ‘Allah var, ama bu insanlara doğru
    yolu göstermiyorsa, bu daha da tehlikeli bir düşünce tarzıdır. Kâinatta varolan
    her madde ve mahlukatın ihtiyacını en küçük ayrıntılarına kadar düşünen ve
    doğumları, büyümeleri ve gelişmeleri için gerekli olan her imkânı sağlayan bir
    Allah’ın, insanın duyduğu bu belki de en büyük ihtiyacı karşılamadığı
    düşünülebilir mi? Eğer Allah gerçekte (haça) böyle bir hala yapmışsa, O’nun
    yarattığı dünyada yaşamak bir çile ve bir eziyettir. Bundan daha büyük bir
    kayıp, eziyet ve felâket düşünüle­bilir mi? Böyle bir durumda, yoksullar,
    mazlumlar, hastalar, sefiller ve ca­hillerin haline acınmaktansa bütün bir
    insanlığın büyük kaybı, talihsizliği ve zavallılığı için göz yaşı akıtılmalıdır.
    Çünkü bu insanlık bin bir acı çek­miş, bin bir güçlüklerle karşılaşmıştır. Hayat
    yolunun her dönemecinde ge­çenlere hayran hayran çaresizlik içinde bakmış,
    defalarca yönünü değiş­tirmiş, yüzlerce kez ayağı takılmış, düşmüş, yine
    kalkmış, yine düşmüş, fakat hayatın gayesini, gideceği hedefi tayin edememiştir.
    Düşünün bir kerre, insanı dünyaya getiren Allah, bütün bunları görüyormuş ama
    kılını bile kıpırdatmıyormuş. O, meğer sadece insanı yaratmakla ilgilenmiş, ama
    kendi eserinin acıklı halini düzeltecek gücü yokmuş, yada bunu yap­mak
    istememekteymiş…

    8.2.12. Son Ümit
    Işığı

    Bunun tam aksine, Kur’ân-ı Kerim karşımıza bambaşka bir tablo
    çı­karmaktadır. Kur’ân-ı Kerim diyor ki, Allahu Teâlâ sadece “Yaratan” (Hâlık)
    değil, “Yol gösteren” (Hâdî)dir de. Allah mevcutlar aleminde her­kese ve her
    şeye, tabiatına uygun olarak hidâyet vermiştir. Kur’ân-ı Ke­rim’e göre, Cenab-ı
    Hak önce her şeye şekil verdi, sonra hidayet verdi. Bu buyrukla ilgili delil
    arayanlar bir karınca, bir sinek ve bir örümceği elleri­ne alıp
    incelemelidirler. Bu küçük haşarat ve hayvanlara yol gösteren Al­lah, insanlara
    da hidayet vermektedir. Bu sebeple, insanın yapması gere­ken şey, isyandan
    vazgeçip Allah’a teslim olmak ve boyun eğmektir. İn­san, Allah’ın, peygamberler
    vasıtasıyla gönderdiği mükemmel, noksansız ve harika hayal düzeni ve “ed-Din”
    ile ilgili hidâyeti kabul etmelidir.

    Şimdi bakın, bir tarafla, insanların sahip bulunduğu kuvvet ve
    imkânların tarafsız ve ilmî tahlilinden çıkan sonuç vardır, diğer tarafta da
    Kur’ân-ı Kerim’in bu iddiası vardır. Biz ya bu iddiayı kabul etmeliyiz, ya da
    kendimizi sonsuz umutsuzluğa bırakmalıyız. Aslında,”ed-Din”in elde edilmesi için
    mutlaka iki yol vardır diye bir kural yoktur. Bunu biz sadece mevzuu açmak için
    anlattık. Ne demişler, aklın yolu birdir. Burada da du­rum aynıdır. “Ed-Din”e
    giden yol sadece “tek”tir”. Seçim hakkı sadece, bu yolu seçmek veya buna göz
    yumup, sonsuz karanlığa ve umutsuzluğa düşmeyi kabul çimekle ilgilidir.

    8.2.13. Kur’an-ı
    Kerim’in Delilleri

    Buraya kadar yaptığımız bahsin ana noktası, refah ve
    kurtuluşumuz için hidâyetin ancak Allah’tan geldiğini kabul etmemiz olmuştur.
    Yani, kâfir olup rezil, bedbaht ve perişan olmak islemiyorsak, müslüman
    olma­lıyız. Müslüman olmaktan başka çaremiz yoktur. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in bu
    hususta sunduğu deliller öyle basit ya da önemsenmeyecek cinsten de­ğildir.
    Bunlar kaliteli, seviyeli ve objektif delillerdir ve kerhen ya da is­temeyerek
    değil, rızaen ve memnuniyetle müslüman olmamızı mümkün kılarlar. Kur’ân-ı
    Kerim’in bu hususta ileri sürdüğü delillerden şu dört tanesi çok önemlidir,
    çünkü bunlar defalarca tekrarlanmıştır.

    a) İnsan için âncak İslam doğru ve uygun bir din veya hayat
    tarzıdır. Bu din, hakikatlere uygun ve tabiatın bir ihtiyâcıdır. Bunun dışında
    kabul edilen her hayat tarzı yanlış ve bâtıldır.

    “Onlar Allah’ın dininden başka din mi isterler? Halbuki, O’na
    gök­lerde ve yerde olanlar ister istemez boyun eğmiştir. Nihayet, O’na
    döndü­rülüp götürüleceklerdir”. (Al-i İmrân; 83)

    b) İnsan için en doğru hayat düzeni budur, zira hak budur ve
    adâlet kuralları da bunu gerektirmektedir.

    “Rabbiniz O Allah’tır ki, altı günde gökleri ve yeri yarattı.
    Sonra arz üzerinde hükümrân oldu. Gece ile gündüzü örter. Ve gece gündüzü takip
    eder. Güneş, ay ve yıldızlar (O’nun) emrine müsahhardırlar. Haberin ol­sun ki,
    yaratmak da emir de O’na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Al­lah’ın şanı ne
    yücedir.”, (A’râf; 54)

    c) İnsan için ancak bu davranış ve tutum doğrudur. Çünkü bulun
    haki­katlerin doğru bilgisine ancak Allah sahiptir ve her konuda ancak o
    hata­sız hidâyet verebilir.

    “Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli değildir”.(Al-i İmran;
    5)

    “Yarattıklarının önünde ve arkasında olanı (geleceklerini ve
    geçmiş­lerini) bilir. İnsanlar O’nun ilminden, O’nun islediğinden başkasını
    kav­rayamazlar. Kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır”. (Bakara; 255)

    “De ki: Hidayet Allah’ın hidâyetidir”. (En’âm; 71)

    d) İnsan için tek doğru yol budur. Çünkü bunun dışında adâlet
    sağla­mak mümkün değildir. Bunun dışında takip edilen her yol zulüm ve baskı
    yolu olacaktır.”

    “Allah’ın hududuna tecavüz eden muhakkak kendisine zulüm etmiş
    olur”. (Talâk; 1)

    “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zâlimlerin ta
    kendileridir”. (Mâide; 45)

    Kur’ân-ı Kerim, tek Allah’a itaat konusunda işte bu delilleri
    ileri sürü­yor ve herkesin O’nun hidayetine göre hareket etmesini istiyor.

    8.2.14. İlâhi
    Hidayeti Ölçme Usûlü

    Daha ileriye gitmeden, burada insan aklına gelebilecek bir
    soruya ce­vap vermek istiyorum. Zâten bu soru, benim araştırmalarım ve Hakk’ı
    ara­yışlarım sırasında da sık sık karşıma çıkmıştır. Bu soru da şudur. Biz, “bu
    din Allah tarafından size gelmiştir” diyen herkese inanmalı mıyız? Onun
    getirdiği dini sorgusuz-sualsiz kabul etmeli miyiz? Eğer kabul etmemiz
    gerekmiyorsa, bu tür iddiaları ölçmek için bizde ne gibi imkânlar vardır? Bizde
    insanın yaptığı ile Allah’ın gönderdiği dinler arasında ayırım yap­mak için ne
    gibi ölçüler vardır? Bu konu etraflıca bir bahsi gerektirmekte­dir. Ama ben
    burada bazı kısa işaretlerde bulunmak istiyorum. Kanaatim­ce, “insan yapısı bir
    din” ile, “ilâhi hidayet”i, birbirinden ayırmak için dört usûl vardır.

    1) İnsan yapısı bir dinin, beşerî ilmin bazı zaaf ve
    eksikliklerinin ya­nı sıra, sınırlamalarının da etkisinde kalması muhakkaktır.
    Buna karşılık, ilahî hidayetin “ebedî gerçekler”i yansıtmanın yanı sıra, daha
    ilk bakışta, “sonsuz ve doğru bilgi”nin öğelerini taşıdığı da belli olur. Allah
    tarafından olan bir şey, herhangi bir çağda ortaya konan bilimsel veri ve
    gerçeklerle ters düşmeyecektir. Böyle bir eseri yaralanın herhangi bir noktayı
    unuttu­ğu iddia edilemez. Bu araştırma usûlünü kullanırken önemli bir hususu
    unutmamalıyız. “İlim” ile “ilmî tahmin” ve bilimsel kuram veya kav­ramlar
    arasında çok fark vardır. Bazı devirlerde beyinlere hâkim olan
    ilmî tahmin ve bilimsel kuram veya kavramlar, yanlışlıkla “ilim” veya “bilim”
    derecesine çıkarılmış oluyorlar. Halbuki, bunların doğruluk dere­cesi %50’dir;
    yani aynı zamanda yanlış olma ihtimalleri de vardır. Bilim­lerin tarihini
    inceleyecek olursak, çok az ilmî tahmin ve kıyasların gerçek “bilim” veya
    “bilgi” haline geldiğine şahit olacağız.

    2) İnsan yapısı bir din veya insanın yarattığı fikrin ikinci
    önemli zaafı “dar görüşlü” olmasıdır. Bunun aksine ilâhi fikir “geniş görüşlü”,
    geniş kapsamlı ve açık tavırlıdır. İlâhi fikirden doğan bir eseri görür görmez,
    yaratıcısının ezelden bütün kâinatı gördüğü, bütün ebedi gerçekleri bildiği
    sonucuna varırsınız. Bu bakımdan, bunun yanında en büyük filozof, düşü­nür ve
    fikir adamının görüşü bile bir çocuğun görüşü gibi kalır.

    3) İnsan fikrinin bir hatası da elemanları olan akıl, hikmet ve
    felsefe­sinin genellikle, irâde, arzu ve hevesin etkisinde kalmaları, hatta
    onlara “bağımlı” ve mağlup olmalarıdır. Bunun aksine, İlâhi ve ulvî fikirde
    akıl, mantık, hikmet ve zekâ öylesine “bağımsız” ve “tarafsız” şekilde
    duruyor­lar ki, hiçbir zaman, duyu, duygu, arzu ve irâdeye yenik düşmedikleri
    he­men belli olmaktadır.

    4) İnsan fikrinin bir başka eksikliği de, bazı insanî zaafları
    aynen yan­sıtmasından ileri geliyor. Bu fikre göre kurulacak bir dinde ister
    istemez, “taassup”, “taraflılık”, İnsanlar arasında akla uygun olmayan
    “eşitsizlik” ve “adaletsizlik” gibi unsurlar bulunacaktır. Her insanın bazı
    zaafları, özel merakları ve eğilimleri vardır ve ne kadar tarafsız ve objektif
    davranmaya çalışırsa çalışsın, bu gibi hareketlerde bulunması kesindir. Buna
    karşılık, ilâhî fikir ve yol, türlü insanî zaaf ve eksikliklerden uzaktır.

    İşte bu usûllere göre, herkesin Allah tarafından gönderildiğini
    iddia ettiği dinin ölçüsü sudur. Eğer bu dinlerden biri, insan fikrinin yukarıda
    sıraladığım zaaf ve eksikliklerini taşımıyor, aksine evrensel bir niteliğe sahip
    bulunuyorsa, onu “ed-Din” olarak kabul etmeniz için herhangi bir mania yoktur.

    8.2.15. İman
    Etmenin Şartları

    Başta söylediğim gibi, İslâm demek, “Allah’a teslim olmak, boyun
    eğ­mek ve adanmak” demektir. Bir yandan teslim olacaksınız, boyun eğecek­siniz
    ve silahı bırakacaksınız, bir yandan da isyan edeceksiniz, istediğiniz gibi
    hareket edeceksiniz, büsbütün bağımsız ve özgür olmak isteyeceksi­niz. Olmaz
    böyle şey. Bu sadece İslâm’a mahsus değildir. Aksine, hangi dine tabi olursanız
    olunuz, şahsiyetinizi ona tamamıyla adamaya mecbur­sunuz. Hiçbir şeyinizi
    keyfinize göre istisna bırakamazsınız. Allah’a tes­lim oldunuzsa, bu teslimiyet
    ve imanın gereği olarak her şeyinizle “ed-Din”e adanmalısınız. İmanın gereği
    odur ki gönül ve kafanızın dini bir ol­malıdır; göz ve kulaklarınızın dini bir
    olmalıdır; el ve ayaklarınızın dini bir olmalıdır; mide ve gözlerinizin dini bir
    kalem ve dilinizin, mesai ve çabalarınızın, gayret ve hareketlerinizin dini tek
    olmalıdır; sevgi ve nefre­tinizin, dostluk ve düşmanlığınızın, kısacası, her
    şeyinizin dini tek olmalı-dır.Bu din tabii ki ayrı ayrı ve parça parça
    olmamalıdır. Bütünüyle sizi kapsayan “tek bir din” olmalıdır. Kendi şahsiyetiniz
    ve kendinizle ilgili şeyleri dinden ne kadar uzak ve müstesna tutarsanız,
    imanınız o kadar za­yıf demektir. Doğruyu, dürüstlüğü seven herkes imanındaki bu
    zaafı, bu yalanı gidermek için canla başla çalışmalıdır.

    Sonra, şunu da unutmayalım ki, insan hayatı bir bütündür,
    bölünmez bir bütün… O halde insan hayatının tümü için tek bir din olmalıdır.
    Aynı anda iki-üç dine tâbi olmak, imanın zayıf ve fikrin şaşkın oluşunun bir
    de­lilidir. Bir dinin, “ed-din” olarak kabul edilmesinden sonra imanın bazı şart
    ve icaplarını yerine getirmelisiniz. Hayatınızın her alanının dini bu
    ol­malıdır. “Ed-Din” sizin sadece özel bir meseleniz değildir. Bu dinin,
    evi­nize, iş yerinize, okulunuza ve dükkânınıza girmesine herhangi bir şey mani
    olmamalıdır. Sadece kendiniz değil, çoluk çocuklarınız da buna tabi
    olmalıdırlar. Caminiz, medreseniz, mektebiniz, işiniz, ticaretiniz,
    cemiye­tiniz, milletiniz, siyasetiniz, ekonominiz, eğitiminiz, kültürünüz,
    medeni­yetiniz, sanat ve edebiyatınız bu dine tabi olmalıdırlar.

    İman etmenin bir gereği de “ed-Din”in nimetlerinden başkalarını
    mahrum bırakmamaktır. Nimetlerinden faydalandığınız bu dini hemcins­lerinizin de
    istifadesine sunmalısınız. Gayretiniz ve mücadeleniz, bunu bütün dünyanın dini
    haline getirmeye yönelik olmalıdır. Nasıl ki, Hakk’ın tabiatı Bâtıl’a galip
    gelmektir, Hakk’a tapmanın icabı da Hakk’ı bildikten ve öğrendikten sonra bunu
    Bâtıl’a galip kılmak için uğraşmaktır. Batıl’ın dünyanın her tarafına
    yayıldığını ve insanları cehalete ve dalâlete sürükle­diğini gören bir
    “hakperest” bu durumu değiştirmek için en ufak bir hare­kette bulunmuyorsa,
    demek ki imanı ve Hakk’a bağlılığı ya lâftan ibaret­tir, ya da kendisi derin bir
    uykudadır. Böyleleri ellerini çabuk tutmalıdır­lar, zira bu derin uyku, ölüm
    sessizliğine de dönüşebilir!

    8.3. İSLÂM İLE CAHİLİYYE[2]
    ARASINDAKİ ÇEKİŞME

    Dünyada insan hayatıyla ilgili herhangi bir yasa çıkarılması söz
    konu­su olduğu zaman, işe ilk önce metafizik ya da doğaüstü sorunlarıyla
    başla­mak gerekir. Hayat ile ilgili herhangi bir plân hazırlanması söz konusu
    olunca, insan hakkında ve insanın içinde yaşamakla olduğu evren hakkın­da kesin
    ve açık bilgi olmadıkça bir yere varılamaz. İnsanın bu dünyada nasıl yaşaması,
    nasıl davranması ve nasıl çalışması gerekliği sorusu, aslın­da “insan nedir? Bu
    evrende insanın yeri nedir? Bu kâinatın nizamı nasıl işlemektedir? Ve buna insan
    nasıl intibak etmelidir?” gibi sorularla yakın­dan ilgilidir. Bu sorulara cevap
    olarak önerilecek her çözüm aynı zamanda bir ahlâk anlayışını da ortaya koyar.
    Bu ahlâk anlayışı daha sonra insan hayatının çeşitli yönlerini ve alanlarını
    oluşturur. Aynı kalıba göre bireysel karakterler, toplumsal ilişkiler ve
    davranışlar ve bunlarla ilgili kanun­lar şekillenir ve nihayet, medeniyetin
    bütün bir binası bunun üzerine inşa edilir. Dünyada şimdiye değin ne kadar din,
    ideoloji ve düşünce akımı gelmiş ise, hepsi de kendi mizacına uygun temel bir
    felsefe ve ahlâk düze­nini beraberinde getirmişlerdir. En küçük ayrıntılardan,
    en büyük teorile­rine kadar, bir din, veya ideolojiyi başka birine üstün kılan
    işte bu temel felsefe, ahlâk düzeni ve kısacası, hayat nizamı olmuştur. Her
    hayat nizam­namesinin ruhu ve özü bu temel felsefe ve ahlâk anlayışıdır.

    8.3.1. Hayatın
    İzahında Dört Ayrı Yaklaşım

    Küçük ayrıntılara bakmazsak insan ve kâinat ile ilgili dört
    metafizik teori vardır. Dünyada mevcut bütün hayat yasa ve anayasaları bunlardan
    birini benimsemişlerdir. Bunlardan birincisine “Mutlak Cahiliyye” nazari­yesi
    diyebiliriz; ki özetle şöyledir.

    8.3.1.1. Mutlak
    Cahiliyye

    Evrenin bütün düzeni bir rastlantı sonucu meydana gelmiştir.
    Bunun arkasında bir hikmet, bir anlam, bir amaç aramak boşunadır. Kâinat
    tesa­düfen teşekkül etmiştir, tesadüfen işlemektedir ve tesadüfen son
    bulacak­tır. Evrenin bir yaratıcısı veya başka bir deyimle, Allah yoktur. Allah
    var­sa da insanlarla herhangi bir ilgisi yoktur. O’nun olmaması önemli
    değil­dir. İnsan da, diğer hayvanlar gibi bir yaratıktır, ki bir rastlantı
    sonucu bu dünyada doğmuştur. İnsanı kimin yarattığı, niçin yarattığıyla biz
    ilgilen­meyiz. Tek bildiğimiz, insanın bu dünyada bulunması bazı dilek ve
    istek­leri için içgüdüsünün harekete geçmesi, bazı duyu, duygu, güç ve
    yete­neklere sahip olması ve bazı ihtiyaçlarını karşılamak için elindeki bütün
    imkânlarını kullanmasıdır. O halde, insanın, varoluşunun sebebi, tabiatı­nın
    içgüdüsel isteklerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey de­ğildir.
    Elindeki imkânlara gelince, bunların işi, hayvanî ihtiyaçlarını tat­min etmenin
    en iyi yollarını bulmasına yardımcı olmaktan başka bir şey değildir.

    İnsandan üstün ve insanın ötesinde herhangi bir ilim kaynağı ve
    hidâ­yet pınarı yoktur. Dolayısıyla, bunlardan hayat kanunlarını düzenlemek için
    ilhâm alması söz konusu değildir. İnsan, kâinatta varolanlar ve çevre­sinde olup
    bitenleri ile içinde bulunduğu şartlar, ortam ve tarihle geçirdiği tecrübelerin
    ışığı altında kendisine bir hareket plânı hazırlamalıdır.

    İnsanın tâbi olduğu herhangi bir ulvî saltanat ve hakimiyet
    gözle görülmüyor. Bu sebeple, insan doğaüstü ve insanüstü herhangi bir kimseye
    karşı bir sorumluluk taşımıyor. Tabiat itibarıyla hür ve bağımsızdır.
    So­rumluluğu varsa sırf kendisine aittir, ya da bağlı bulunduğu aileye, toplu­ma
    ve devlete.

    Ahiret diye bir şey yoktur. Dolayısıyla, öbür dünyada hesaplaşma
    da yoktur. Ne var ne yoksa bu dünyadadır. İnsanın yaptıklarının iyisi de kö­tüsü
    de bu dünyada kalacaktır. Bir şeyin doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı
    olması burada yapılan hareket ve davranışlara bağlıdır ve bunların sonucunu
    herkes burada görecektir.

    İnsanın “mutlak cahiliyye” keyfiyeti budur. Yani duyu ve
    duyguları­nın esiri olduğu, bunların dışına çıkamadığı ve nefsinin tutsağı
    olduğu sü­rece işte böyle düşünür. Maddeciler ve dünyaperestler her çağda böyle
    dü­şünmüş, böyle hareket etmişlerdir. Bazı istisnalar dışında, krallar,
    hüküm­darlar saraylarında dalkavukları, lider ve devlet adamları, dünyada ne
    pahasına olursa olsun, mutluluk ve refahın peşine koşanlar genellikle bu
    nazariyeyi benimsemişlerdir. Uygarlık ve kültürleri sık sık medhedilen ve
    kalkınma hamlelerine hayran kalınan çoğu milletlerin uygarlıklarının te­meli bu
    felsefe üzerine kurulmuştur. Gerçi Batılıların hepsi Allah’sız ve âhiretin
    inkarcısı değildir ve ilmî açıdan hepsi maddeci ahlâkın esiri değil­lerdir.
    Fakat, bütün medeniyet ve kültürlerinin ruhu, bu Allah’ı ve ahireti inkâr eden
    zihniyet ve şehvani ahlâktır. Bu ruh, hayatlarının öyle ayrılmaz bir parçası
    haline gelmiştir ki, ilim ve irfan sayesinde Allah’ın varlığını kabul etmiş,
    ahirete inanmış ve ahlâkî konularda maddeci bir yaklaşımdan kaçan kimseler bile,
    bilinçsizce gerçek yaşantılarında bir dinsiz ve madde­ciden başka bir şey
    değillerdir. Çünkü bu insanların ilmî nazariyeleri, pra­tik hayatlarıyla uyum
    içinde değildir. Aynı durum geçmişteki “mutrafin” (Allah’ı unutmuş olanlar) için
    de söz konusudur. Bağdat, Şam, Delhi ve Gırnata’nın mutrafları, müslüman
    oldukları için Allah ile ahireti inkâr et­miyorlardı. Ama düşünce ve tutumları
    aynı doğrultudaydı. Bir bakıma Al­lah’a ve ahirete inanmazlardı. Ne kimseden
    hidâyet geliyordu, ne de öbür dünyada amel muhasebesi vardı. Her şey irade ve
    isteklerine bağlıydı. Ar­zu ve isteklerini tatmin etmek için her türlü imkânları
    kullanmakta serbest idiler. Hayat felsefeleri şu mısra ile özetlenebilirdi:

    Babür be’îş kuş ki âlem dubâre nist.

    (Ey Babür, hayatını yemek, içmek ve mutlu olmakla geçir, çünkü
    bunun ötesinde başka bir dünya yoktur).

    Yukarıda işaret edildiği gibi, bu nazariyenin ruhu
    maddeciliktir. Bu nazariye, ister kitaplarda yazılı kalsın, ister insanlara
    zihninde canlı dursun, önemli olan tamamıyla maddeci bir ahlâk düzeninin meydana
    gelme­sine yardımcı olmasıdır. Aynı zihniyet bilim ve teknoloji, kültür, sanat
    ve edebiyata da sızmaktadır. Bununla sınırlı kalmayarak, bütün eğitim ve
    öğ­renim sistemine dinsizlik zehrini şırınga etmektedir. Sonuç olarak,
    fertle­rin şahsiyeti ve karakteri buna göre oluşmaktadır. İnsanın insan ile
    ilişki­lerinin tümüne de düşünce sirayet etmektedir. Kanunlar, yasalar, kurallar
    buna göre yapılmaktadır. Böyle bir toplumda bencil, basit ve adî İnsanlar
    yetişmektedir. Bunlar sahtekâr, yalancı, dolandırıcı, katı yürekli, acıma­sız,
    kötü niyetli ve şeytan sıfatlı olmaktadırlar. Bütün toplumun yönetimi bunların
    elinde, devlet, hükümet ve liderlik de onların tasarrufunda ol­makladır. İpini
    koparmış bu melek yüzlü şeytanlar, Allah korkusu, ahiret endişesi, hesap verme
    kuşkusu olmayan bu canavarlar, kanlı dişlerini hal­kın boğazına geçirmişlerdir.
    Bu ahlâk ve namus kavramından yoksun olan insanların siyaseti Makyavel’in
    gösterdiği usûllere göre yürütülür. Bunla­rın anayasa ve hukuk kitaplarında kaba
    kuvvetin adı “hak”; güçsüzlüğün, çaresizliğin adı “batıl”dır. Maddi herhangi bir
    engel olmadığı zaman, zulümlerine mani olacak herhangi bir şey yoktur. Bu zulüm,
    yurt içinde varlıklı ve güçlü sınıfın, güçsüz sınıfı baskı altında tutmak ve
    ezmek, yurtdışında da aşırı milliyetçilik, fütûhât, sömürgecilik ve başka
    milletle­rin katliâmı şeklinde tezahür etmektedir.[3]

    8.3.1.2. Şirk
    Cahiliyyesi

    İkinci metafizik teori “şirk”e dayanmaktadır, ki özetle
    şöyledir. “Kâinat kendi kendine kurulmamıştır, bunun bir yaratıcısı da vardır.
    Ama bu kainatta bir tek Allah değil, birçok tanrı, tanrıça ve ilâh vardır”.

    Bu nazariye ve inancın herhangi bir bilimsel gerekçe veya
    açıklaması olmayıp sadece tahayyül ve tasavvura dayanması nedeniyle müşriklerin,
    müphem, meçhul ve muğlak olan tanrı fikirlerini, düşünülebilen, hissedi­lebilen
    ve elle tutulan somut nesneler ile bağlantı kurmak konusunda dai­ma zorluk
    çekmiş, bizzat aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunlar karan­lıkta dolaşan
    körler misali hangi şeye dokunmuşlarsa onlara tanrı demiş­lerdir. Bu sebeple,
    tanrı ve ilâhlarının sayıları zaman zaman artmış, zaman zaman azalmıştır. Melek,
    cin, ruhlar, uydular, güneş, ay, yıldız, ağaç, dağ, hayvan, nehir, ateş, hatta
    ölü ve canlı İnsanlar tanrıların listesine girmiş­lerdir. Bazı soyut kavramlar,
    örneğin aşk, güzellik, seks, yaratıcı güç, has­talık, savaş, mutluluk, mutsuzluk
    ve zenginlik vs. gibi şeyler de ilâh ilan edilmişlerdir. Bir takım hilkât-ı
    garibelere, hayalî karma hayvanlara ve ca­navarlara da bu “şeref” verilmiştir.
    Meselâ, aslan başlı insan, deniz kızı, yarı insan yarı balık, insan başlı kuş,
    birkaç başlı ejderha vs.

    Müşrikler, mitolojinin etrafında öylesine akla hayale gelmeyen
    ağlar örmüş, öyle tılsımlar yaratmaya çalışmışlardır ki bunlara dalmak ve
    bun­ların içinden çıkmak bir meseledir. Her cahil topluluk; evham, endişe,
    korku, sevgi ve şehvani düşüncelerini pullar, heykeller ve tapınaklar ile mimari
    eserler halinde ortaya koymuştur. Birçok tanrının yanında en güç­lü ve en büyük
    tanrı fikrinin varolduğu milletlerde ise, Tanrısal düzen tıpkı bir dünya
    devletine benzetilmiştir. Örneğin, bunlarda en büyük tanrı bir hükümdar veya
    imparator gibidir. Diğer tanrılar ise onun vezir, nedim, yardımcı, komutan ve
    hizmetçisi gibidirler. İnsan bu hükümdar ve krala ulaşamaz. Onun için, işlerini
    o büyük krala tabi olan diğer tanrılar yapar­lar. Büyük bir tanrı fikri
    bulunmayan milletlerde ise, tanrısal görev ve yet­kiler keyfi olarak çeşitli
    tanrılar arasında dağıtılmıştır.

    Mutlak cahiliyye gibi bu cahiliyye nazariyesi de insanın
    doğuşundan beri süregelmektedir ve cehaletin en kötüsünü simgelemektedir. Gerçi
    peygamberlerin vaaz ve telkinleri sayesinde insan soyunun bir bölümü birçok
    tanrı yerine “bir tek Allah” fikrini kabul ettiler. Fakat, şirkin yeni bir
    biçimini de benimsediler. Peygamberlerin talimatını doğru anlamayan ya da
    kasıtlı olarak saptıran ümmetler bizzat peygamberlerine tapmaya başladılar.
    Bunlar ayrıca evliya, şehid, salih, kutup, abdal, derviş, ulema, şeyh ve diğer
    bazı din adamlarını tanrı ve ilâh derecesine çıkardılar. Cahil kafalar,
    müşriklerin tanrılarını bırakıp Allah’a yakın olarak bilinen bu kişi­leri tanrı
    yaptılar. Halbuki bu ermiş kişi ve din adamlarının çoğu ömürleri boyunca şirke
    karşı mücadele etmiş ve “tek Allah”a itaat edilmesini sağ­lamaya çalışmışlardı.
    Bir yandan, kâfir ve müşriklerin putlara tapmaları yerine; mezarlara ziyaret,
    tekkelerde âyin, evliyaların mezarlarında dilek ve istekte bulunulmaya,
    mezarlara hediye sunulmaya, kurban kesilmeye, festivaller ve gösterişli, danslı,
    müzikli yürüyüşler yapılmaya baş­landı. Bir yandan da, herhangi bir ilmî tetkik
    yapılmadan ve bilimsel ge­rekçe gösterilmeden, putperestlerin mitolojisine
    benzer, evliya, derviş ve şeyhlerin hayatı, ölümü, Mu’cize ve kerametleri,
    gaipten bilgileri ve ge­leceği görmeleri konusunda hikâye ve uydurma destanlar
    yaratıldı. Bu arada, Allah’a varma, istimdat, manevî feyz ve ruhani bilgi gibi
    kavramla­rın kisvesi altında kulların Allah ile olan ilişkileri kesildi ve bu
    “ermiş ki­şiler” birer aracı haline geldiler. Tıpkı müşrikler gibi, en büyük
    Hâkim olan Allah’a varmak imkansızlaştı. İnsanlarla ilgili bütün meseleler daha
    düşük düzeyde tanrılar derecesindeki bu evliyalara bırakıldı. Fark sadece şu
    idi. Müşrikler çeşitli tanrıları olduğunu açıkça ifade ediyorlardı, bunlar ise
    aynı mevki ve sıfatları evliya, kutup, abdal ve derviş adındaki kişilere
    verdiler.

    Bu ikinci çeşit cahiliyye, tarih sürecinde daima birinci çeşit
    cahiliyye ile, yani “Mutlak Cahiliyye” ile işbirliği halinde bulunmuştur. Eski
    çağlar­da, Babil’de, Mısır’da, Hindistan’da, İran’da, Yunanistan’da ve Roma
    İm­paratorluğunda bu iki cahiliyye medeniyet ve kültürün birer parçası haline
    gelmiş, hatta birbirini tamamlayan unsurlar olmuşlardı. Bugün Japonya’da bu iki
    cahiliyye yan yanadır. İki cahiliyye arasında yakın ilişki ve işbirli­ğinin
    çeşitli sebepleri vardır. Ben burada bunlardan bazılarına işaret ede­ceğim:

    a) “Şirk Cahiliyyesi”nde İnsanlar ile tanrı ve ilâhlar arasında
    pek ya­kın bir ilişki olmuyor. İnsanlar, bu tanrıların üstün kabiliyetli, üstün
    zekâlı ve eşsiz güç ve yetkilere sahip olduğunu sanarak bunlara itaat ediyor ve
    dünya işlerinde çeşitli amaçlarına ulaşabilmek için kendilerinden dilek ve
    istekte bulunuyorlar. Yani ikisi arasında doğrudan bir ilişki veya yakınlık
    olmuyor ve İnsanlar sadece ihtiyaç duydukları zaman tanrılarına başvuru­yorlar.
    Böyle bir zayıf ilişkiden herhangi bir ahlâkî hidayet ve bir hayat nizamnamesi
    beklemek abestir. Böyle bir şey, gerçekten tanrı olan birisin­den beklenebilir.
    Halbuki bunlar insanın yaptığı ve yarattığı ilâhlardır. Or­tada gerçek bir tanrı
    olmadığı için, İnsanlar mecburen kendi kafalarına gö­re bir hayat düzeni, bir
    ahlâk nazariyesi, bir medeniyet ve kültür felsefesi geliştirirler. Neticede,
    “Mutlak Cahiliyye”nin yöntemine başvurulur, aynı yol takip edilir. Bundan
    dolayıdır ki, Mutlak Cahiliyye ile Müşrik Cahiliyye’nin kültürü arasındaki fark
    fazla değildir. Yani birisinde tapınak, mâbed ve ibadet yerlerinde ibadet ve
    âyinler yapılırken diğerinde ibadet ve âyinler için ayrı yerler bulunmuyor. Ama
    ahlâk anlayışı ile ameller ara­sında herhangi bir fark yoktur. Eski Yunan ve
    Hıristiyanlık’tan önceki Roma ile bugünkü Avrupa ve Amerika’nın ahlâk anlayışı
    aynıdır.

    “Şirk Cahiliyyesi”, bilim ve teknoloji, felsefe ve edebiyat,
    siyasal bilgiler ve iktisât vs. için herhangi bir kalıcı ve istikrarlı temel
    sağlamıyor. Bu sebeple, eğitim ve öğrenim alanında da müşrikler, “Mutlak
    Cahiliyye”nin yolunu tutarlar. Müşrikler toplumun bütün zihnî gelişmesi Mutlak
    Cahiliyyenin çizgisi üzerinde olur. Aradaki fark sadece şudur. Müşrikle­rin
    hayal gücü, batıl fikirleri ve hurafeleri aşırı derecede gelişmiştir. Din­siz ve
    Allahsızlar ise, biraz pratik zihniyete sahip oldukları için salt mitoloji ve
    karmaşık felsefe ile ilgilenmezler. Ne var ki, bu dinsizler, tanrısı olmayan
    kâinat bilmecesini çözmeye koyulunca bahisleri ve delilleri de aynı derecede
    hayal mahsulü ve saçma sapan olur. Demek ki, eğilim ve öğrenim ile kültür
    açısından “Müşrik Cahiliyye” ile “Mutlak Cahiliyye” arasında temel bir fark
    yoktur. Bunun en bariz delili bugünkü Batı’nın eski Roma ile Yunanistan’a karşı
    olan hayranlığı ve duyduğa yakınlığıdır. O kadar ki, bugünkü Avrupa kendisini
    eski Roma ve Yunanistan’ın mirasçısı sayar.

    Müşrik cemiyet, Mutlak Cahiliyye’nin geliştirdiği ya da kabul
    ettiği bütün medeniyet kural ve kanunlarını kabul etmeye tamamıyla hazır
    durumdadır. Gerçi toplumun gelişmesi konusunda Müşrik ve Mutlak cahiliyyeler
    arasında bazı farklar vardır ve bu konuda ikisinin yaklaşımı biraz değişiktir.
    Fakat özde bunlar yine birleşmektedirler. Örneğin, müşriklerin memleketinde
    tanrıya bir kral gözüyle bakılır ya da kral tanrı olur. Buna bağlı olarak bazı
    ruhani lider ve din adamları daha düşük düzeydeki tanrı ve tanrıçaları
    oluşturur. Rahip ve keşişlere büyük imtiyazlar tanınır. Krali­yet ailesi ve
    ruhban sınıfının birleşmesi ve işbirliğiyle halk üzerinde haki­miyet kurulur.
    Ailelerin aileler, sınıfların sınıflar üzerindeki egemenliği tanınmış bir kural
    ve bir gerçek olarak kabul edilir. Böylece, cahil halkın üstüne dini hegemonya
    kurulup zulüm ve baskılara kapılar açık bırakılır. Buna karşılık, “Mutlak
    Cahiliyye” toplumunda bu gibi menfilikler ve kö­tülükler ırkçılık, aşırı
    milliyetçilik, emperyalizm, diktatörlük, kapitalizm, komünizm, sınıf mücadelesi
    ve sömürü şeklinde kendilerini gösterirler. Fakat öz olarak aynıdır. Her iki
    nazariye de insana insanın baskı ve zul­mü, insanlığı parçalama ve bölme,
    hemcinsleri birbirinin düşmanı haline getirme konusunda aynı düzeydedirler.

    8.3.1.3. Ruhbanlık
    Cahiliyyesi

    Metafizik ile ilgili üçüncü teori “ruhbanlık”tır. Bunu şöyle
    özetleyebi­liriz. “Bu bedensel varlık, insan için bir azaptır, bu dünya da bir
    azap yeridir. İnsanın ruhu, vücudunda mahkûm gibidir. İnsan ruhunun, vücut ile
    olan ilişkisi yüzünden insanın aldığı haz, zevk ve tad ile gidermek istediği
    ihtiyaçlar, aslında vücut denen cezaevinin zincir ve demir parmaklıkları­dır.
    İnsan bu pis dünya ve içinde bulunan adi eşyalardan ne kadar uzak kalırsa o
    kadar temiz ve pâk olacaktır. Ama bunlara ne kadar yaklaşır, ne kadar
    ilgilenirse, o kadar günah işleyecek ve azaba lâyık olacaktır. İnsanın kurtuluşu
    ancak, hayat problemlerinden ve dünya işlerinden uzak kalmasındadır. Arzu,
    istek, ihtiras, zevk ve ihtiyaçlar mümkün olduğu kadar başarılmalı, bedensel ve
    hayvanî ihtiyaçlar sıkı kontrol altında tutulmalı, dünyevi güzellik ve zevkler
    unutulmalıdır. Ayrıca, et ve kemikten doğan bütün kan bağları, aşk, sevgi,
    nefret ve korku gibi duygulara sünger çekil­melidir. İnsanın düşmanı olan nefsi
    ve vücudu murakabe, aşırı ibadet ve işkence ile öylesine ezilmeli ve etkisiz
    hale getirilmeli ki, ruha hakimiyet ve üstünlük kuramasınlar. Böylece ruh her
    türlü pislik ve kötülükten arı­narak ve tertemiz bir hale gelerek insanı
    ruhaniyete ve yüksek yerlere gö­türebilecektir.”

    Görüldüğü gibi, bu yaklaşım temelde gayri medenidir, toplum
    aleyh­tarıdır. Fakat yine de medeniyeti ve toplumu önemli ölçüde etkilemiştir.
    Bu nazariye kendine mahsus bir felsefe sistemi meydana getirilmiş ve Vedantizm
    (Hinduların çok tanrılı sistemi), Platonizm (Eflâtun felsefesi), Neo-Platonizm,
    Yoga, Mistisizm (tasavvuf), Budizm ve Hıristiyan ruhbaniliği gibi çeşitli
    şekillerde tezahür etmiştir. Bu felsefeye bağlı olarak bir ahlâk nizamı
    gelişmiştir, ki olumsuz yanları olumlu yanlarından çoktur. Bu felsefe ve ahlâk
    nizâmı daha sonra birleşerek, akide, inanç, ahlâk ve topluma, eğitim ve
    öğrenime, sanat, edebiyat, medeniyet ve kültüre sira­yet etmiştir. Nereye kadar
    sirayet etmişlerse, oraya kadar afyon, esrar ve zehir etkisi yapmış, insan
    hayatının o alanlarını felce uğratmışlardır.

    Daha önce bahsettiğimiz iki cahiliyye nazariyesiyle bu üçüncü
    nazari­ye arasında da bir bağ, hem de sıkı bir bağ vardır ve bunlar birbiriyle
    ya­kın işbirliği içindedirler. Bu yakın ilişki genellikle üç şekilde
    sürmektedir:

    “Ruhbanlık Cahiliyyesi”, insan topluluğunun temiz, dürüst ve iyi
    karakterli fertlerini dünya işlerinden koparıp bir köşeye çeker, böylece kö­tü
    niyetli ahlâksız ve şeytan sıfatlı İnsanlar için meydanı boş bırakır. Kötü ve
    ahlâksız kişi ve gruplar yeryüzünün rakipsiz sahibi olup, dünyada fitne ve
    fesâdı yaygınlaştırırlar. Bunlara mani olacak kimse kalmaz, çünkü iyi İnsanlar
    dünyayı terk edip öbür dünyada kendi kurtuluşlarını düşünürler.

    “Ruhbanlık Cahiliyyesi”nin etkisi halk kitlelerinde ne kadar
    derin olursa, o kadar çok insan melankolik, kötümser, aşırı derecede miskin,
    umursamaz ve ümitsiz olurlar. Böylece, halkın büyük bir kısmı, zalimle­rin ağına
    düşmeye müsait hale gelir. Bu sebepten dolayıdır ki, ekseriya kötü niyetli ve
    küstah hükümdar, lider ve din adamlarıyla hakim sınıf ve çıkarcı çevreler bu tür
    uyuşturucu fikir ve felsefenin halk arasında yaygın­laştırılması için olanca
    çabalarını harcarlar. Onun için, tarihte hiçbir dö­nemde, sömürgecilik, istibdâd,
    kapitalizm, komünizm ve Papalığın, bu ruhbanlık ahlâk ve felsefesiyle çatıştığı
    görülmemiştir.

    c) Bu ruhbanlık felsefe ve ahlâkı, insan tabiatına yenik düşünce
    ya da onun yanında çaresiz kalınca hile ve bahaneler icad edilmeye başlanıyor.
    Bu hile ve bahaneler tabii ki, dini akide ve inançlar şeklinde halk kitleleri­ne
    sunuluyor. Bunun için, günah çıkarma, kefâret ve telâfi gibi çeşitli kav­ramlar
    geliştiriliyor. Bunların amacı, bir yandan cenneti elden bırakma­mak, bir yandan
    da serbestçe günah işlemektir. Bazen, cinsel isteği ve şehvani ihtiyaçları
    tatmin etmek için mecazi a:;k gibi kavramlar ve seks alemlerini andıran âyinler
    icat ediliyor. Bazen da dünyayı terk etme baha­nesiyle krallar, hâkimler ve
    iktidar sınıfıyla gizli bir anlaşmaya ve işbirliğine giriliyor. Ruhban sınıfının
    bu rezalet ve pisliklerini bilmek isteyen­ler; Hıristiyanlarda, Yahudilerde,
    Zerdüştlerde, Budistlerde ve Hindularda, onların kiliselerinde ve mabetlerinde
    rahipler ile rahibelerin yaptıklarını görmelidir. Bunun yanı sıra müslümanlarda
    da sahte tarikat sahibi derviş­ler ile tekkede olup bitenleri müşahede
    etmelidirler.

    “Ruhbanlık cahiliyyesi”nin hemcinsleriyle ilişkisi böyledir. Ama
    bu cahil felsefe, peygamberlerin ümmetlerine de zehrini saçar. Allah’ın dini
    bunun darbesini yiyince, bu felsefenin etkisinde kalanlar için dünya bir hareket
    alanı, “imtihan yeri” ve âhirete hazırlık yeri olmaktan çıkar ve bir “azap yeri”
    ve tuzak yeri sıfatını alır. Görüş açısındaki bu temel değişiklik nedeniyle
    insan bu dünyaya “Allah’ın halifesi ve naibi” olarak geldiğini, buraya kendine
    düşen görevleri yapmak ve dünya sorunlarıyla ilgilenmek için geldiğini unutur ve
    kendisinin bir batağa, lağım yerine, kötülükler dünyasına atıldığını düşünür,
    bundan ne yapıp edip kaçma yollarını arar. Dünya işlerinden elini eleğini
    çekmek, sorumluluklardan kaçınmak ister. Onun durumu Allah’ın saltanatında âsi
    değilse de vatandaşlık vazifesini yapmayan pasif bir tebaadan farksızdır.
    Kendisini bir endişe ve korkudur alır. Halifelik görevini yerine getirmesi şöyle
    dursun, dünya, devleti ve medeniyetinin kendisinden istediği şeyleri yapmaktan
    korkar. Onun için bütün şeriat nizamı anlamsız hale gelir, dini inanç ve
    vecibeler ile ibadet, helâl ile haram gibi kavramlar onu ilgilendirmez. Bir
    bakıma hayatın zev­kini ve yaşama sevincini kaybeder. Böyle düşünenlerden
    bazıları kendilerini biraz olsun hayata bağlı hissederlerse de dini
    faaliyetlerini kefâret gibi konulara kadar sınırlı tutarlar. Bazı ibadet ve
    merasimler yapmak suretiyle kefareti ödediklerini sanırlar ve böylece ahirette
    bunları birer kurtuluş ve­silesi sayarlar.

    Bu zihniyet, peygamberlerin ümmetlerinden bir grubu murakabe ve
    düşünceye dalmaya, kendi kendine eziyet etmeye, pirlik ve müritliğe, tek­ke
    kurmaya ve gerçekleri felsefe kurallarına göre yorumlamaya itmiştir. Mistisizm
    ve tasavvuf ile ilgili inanç ve faaliyetler bu grubun belirgin özellikleridir.
    Bu felsefeden etkilenen ikinci bir grup da dinin cüz’i ve ufak tefek meseleleri,
    yani sadece dış kısmıyla ilgilenmeye başlamıştır. Bunlar dinle ilgili her ufak
    tefek şeyi ölçmeye kalkışmış şunun şu kadarı yanlış, bunun bu kadarı doğru,
    şurası caiz, burası haram diye ahkâm kes­meye başlamışlardır. Sanki Allah’ın
    dini bir köpüktür, dokunur dokunmaz kırılacaktır.Dine bu kadar incelik ve
    nezâket girince, dar görüşlülük, katı­lık, taassup, gericilik ve pasiflik de
    önemli etkenler olarak ortaya çıkmış­tır. Durum böyle iken, bu düşünce olanların
    insanlığın büyük sorunlarıyla uğraşmaları, onları çözmeye çalışmaları, dinin
    evrensel kaide ve kuralları­nı geliştirmeleri ve zamanın her akımına karşı
    direnerek dünyaya liderlik yapmaları beklenebilir mi?

    8.3.1.4. İslâm

    Dördüncüsü bütün peygamberler ve bu arada Hz. Muhammed (a.s.)’in
    da bize sunduğu İslâm’dır. Bu sistemi şöyle özetleyebiliriz.

    Varlıkları ve yokluklarıyla bizi çevreleyen ve bizim de bir
    parçası ol­duğumuz kâinat, aslında büyük bir “Hükümdar”ın saltanatıdır. Bu
    saltana­tı o büyük “Hükümdar” yaratmıştır ve bunun rakipsiz sahibi, hâkimi de
    kendisidir. Bu saltanatın kaide ve kurallarını da kendisi geliştirmiştir. Bu
    saltanatın başka bir hâkimi yoktur. Herkes ve her şey o büyük “Hükümdar”a tabi
    ve emirlerine bağlıdır. Bütün güçler ve yetkiler O’nun elinde toplanmıştır.

    İnsan bu saltanat ve memleketin doğuştan tebaasıdır. Yani, tebaa
    olup olmaması kendi elinde değildir. Her halükârda, bu saltanatın tebaası
    ola­caktır. Tebaadan başka bir hüviyeti olması mümkün değildir.

    Bu hükümet düzeninde insanın muhtariyetine ve
    mesuliyetsizliğine, de yer yoktur. Doğal olarak buna imkân da yoktur. İnsan
    doğuştan bir te­baa ve devletin bir parçası olduğu için, bütün tebaa ve devlet
    erkânı gibi “Büyük Hükümdara itaat etmekten başka bir çaresi yoktur. Bu tebaa ve
    vatandaş kendisi için bir hayat düzeni geliştirme ve kendi görevini tayin etme
    hakkına sahip değildir. Onun işi, “Padişahların Padişahı “nın emirleri­ne
    uymaktan başka bir şey değildir. O Padişahın emir ve fermanları da va­hiy
    şeklinde gelir ve bunlar kimin vasıtasıyla gelirse, işte o peygamberdir.

     Ama, Büyük Hükümdar bu işleri kaba veya çirkin bir şekilde
    yapmı­yor. Bunun için çok ince bir yol izliyor. İnsanı denemek ve imtihan etmek
    için hem kendisi görülmüyor, hem de saltanatının idare merkezi ve
    meka­nizmasıyla yöntemlerini gizliyor. Bundan dolayıdır ki, bu saltanatın
    baş­sız ve idarecisiz olduğu izlenimi alınmaktadır. Bu saltanatın küçük
    düzey­deki diğer idarecileri ve mekanizması da pek gözükmüyor. İnsan kendisi­ni
    sadece bir fabrika içinde görüyor ve bunu kimin çalıştırdığını göremi­yor. Onun
    sınırlı duyulan da kendisinin kime bağlı olduğunu, kime hesap vermesi
    gerekliğini belirtmekten acizdir. Duyulan, görülen ve dokunulan şeylerden,
    “Dünyaların Hâkimi’nin saltanatı ve insanların mahkumiyeti ve mesuliyetini
    ortaya koyan herhangi bir işaret bulamıyor. Yani, herhan­gi bir şey onun
    mahkumiyetini kesinkes ortaya koymuyor. Peygamberler gelmişse de kendilerine
    vahiylerin geldiğini alelade İnsanlar görememiş­tir, bilememiştir. Böylece
    İnsanlar köşeye sıkıştırılmamış ve mutlaka pey­gamberlere itaat etmeye mecbur
    bırakılmamıştır. Ayrıca, insanlara bir öl­çüde özgürlük tanınmıştır. İpleri uzun
    tutulmuştur. İsyan etmek istedikleri takdirde buna müsaade ediliyor ve bu
    hususta kendilerine epeyce imkân­lar tanınıyor. Hatta isyan ve rezaletin son
    haddine kadar gitmelerine bile izin veriliyor. Asıl Hükümdar’ın dışında başka
    hükümdarlara boyun eğ­mek istiyorlarsa, onların eteğine yüz sürmelerine de mani
    olunmuyor. Gö­nüllerinin istediği şekilde başkalarına tabi ve mahkûm
    olabiliyorlar. İster Büyük Hükümdara itaat etsinler, ister isyan etsinler,
    rızkları kesilmiyor. Hayatın bütün nimetlerinden ve bütün imkânlarından
    yararlanabiliyorlar. İşret ve sefahat içinde yaşamaları için imkânlar tanınıyor,
    hatta ölünceye kadar böyle yaşamalarına müsaade ediliyor. Büyük Hükümdara isyan
    et­miş, itaatsizlik etmiş hiçbir kimsenin rızkı, ceza olsun diye kesilmiyor.
    Sadece bu sebepten fertlerin herhangi bir şekilde cezalandırıldığı da
    gö­rülmüyor.

    Bu yöntem ve bu yolun amacı, insanın kendi aklını, mantığını,
    irade­sini ve hürriyetini kullanmasına imkân vermektir. Büyük Yaratıcı, insan’a
    bütün diğer mahlûklar ile madde ve kuvvetler üzerinde hakimiyet kurma yetkisini,
    kendisini denemek için vermiştir. Bu denemenin sağlıklı bir so­nuç vermesi için
    hakikatler gaibin perdesine saklanmıştır. Böylece insan aklı ve fikri ile karar
    verme gücü deneyden geçiriliyor. Ona seçme hakkı verilmiştir ki, Hakk’ı
    öğrendikten sonra, herhangi bir cebir veya baskı olmadan O’na itaat edebilsin.
    Herhangi bir baskı söz konusu olmadığı için insan Hakk’ı öğrendikten sonra bile
    isterse, cehaletinde ve dalâletinde ıs­rar edebilir. Zâten bu seçme hakkı ve
    hürriyeti, kendisi için öngörülen de­neme ve imtihanın özünü teşkil etmektedir.
    Kendisine bu imkânlar sağlan­maz, hayatın çeşitli imkânlarından yararlanmaz ve
    faaliyet alanı geniş tu­tulmazsa, aklı, iradesi, zekâsı ve seçme kabiliyeti
    iyice denenmiş olamaz.

    Dünyadaki hayat bir imtihan süresi olduğu için burada ne
    hesaplaşma var ne de ceza. Burada insanlara verilenler, iyi amelin bir ödülü
    değil, im­tihan malzemeleridir. İnsanın karşılaştığı zorluk ve çektiği eziyetler
    kötü bir amelin cezası değil, onun bağlı bulunduğu tabiat kanununun birer
    icaplarıdır[4].
    İyi ve kötü amellerin asıl muhasebesi bu dünyadaki imtihan süresinden sonradır;
    yani ahirettedir. O halde, dünyamızda olup bitenler, bazı insanların rahat
    yaşamaları, bazılarının da güçlük çekmeleri, çıkan iyi ya da kötü sonuçlar,
    amellerin iyi ya da kötü oluşunun birer ölçüsü ola­mazlar. Önemli olan,
    âhiretteki mahkeme, duruşma, karar, ödüllendirme ve cezalandırmadır. Ahirette
    hangi işler, ameller ve hareketlerin iyi veya kötü sayılacağı, Allahu Teâlâ
    tarafından peygamberlerine gönderilen va­hiyle tayin edilmiştir. Tafsilât ve
    küçük ayrıntılar bir yana bırakılırsa, âhirette felah bulma veya hüsrana
    uğramanın ölçüsü şunlardır. Birincisi, insanın kendi akıl, mantık, görüş açısı
    ve muhasebe kabiliyetiyle Allah’ın her şeyin “Hâkimi” oluşunu ve O’ndan gelen
    hidayeti kabul edip etmeme­si. İkincisi, gerçeği öğrendikten sonra, seçim
    hakkına sahip olması halin­de, Allah’ın hakimiyetini tanıyıp tanımaması ve şer’i
    emirlerine uyup uy­maması.

    Peygamberlerin başından beri insanlara anlatmak istediği
    nazariye iş­le budur. Bu nazariyeye dayanılarak kainatın varlığının ve içinde
    bulunan her şeyin izahatı yapılabilir. Tabiatın bütün kanun ve belirtilerinin
    gerek­çeleri anlaşılabilir. Bu nazariye herhangi bir gözlem veya deneyimden
    olumsuz yönde etkilenmez, zarar görmez. Bu nazariye, Cahiliyye’nin her
    türlüsünün felsefelerinden temelde farklı olan bir felsefe sistemi meydana
    getirir. Kâinat ve bizzat insanın varlığına ilişkin bütün bilgi ve verileri
    belli bir düzene koyar. Bu düzenleme, Cahiliyye’nin düzenleme ve bi­limsel
    yöntemlerinden tamamıyla farklı olur. Söz konusu nazariye, Cahiliyye’nin
    nazariyelerinden farklı bir sanat ve edebiyat geliştirir. Hayata ba­kış açısı,
    hayata yaklaşımı apayrıdır. Cahiliyye’nin ahlâkından apayrı bir ahlâk sistemi
    geliştirir. Bu ilmî ve ahlâkî temel üzerinde bina edilen me­deniyet ve kültür,
    Cahiliyye’ninkinden tamamıyla değişik olur. Bu mede­niyet ve kültürün sağlam
    şekilde ayakta durması için Cahiliyye’ninkinden bambaşka bir eğitim ve öğrenim
    sistemi geliştirilir. Kısacası bu medeni­yetin ruhu ve özü, “Tek İlah”ın
    hakimiyetini, âhiretin varoluşunu ve insa­nın Allah’a bağlı ve sorumlu oluşunu
    kabul etmektir. Buna karşılık, Cahi­liyye medeniyetlerinin temelinde insanın
    aşırı özgürlüğü, egemenliği, so­rumsuzluğu, kafa tutması ve isyan etmesi vardır.
    Demek ki, İslâm medeni yeti, Cahiliyye medeniyetlerinden her bakımdan farklı ve
    değişiktir.

    Bu medeniyetin ayrıntılarına baktığımızda karşımıza bambaşka bir
    tablo çıkar. Temizlik, kıyafet, günlük yaşantı, adap, örf ve âdetler, kişisel
    karakter, çalışmak,servetin kullanımı, evlilik, aile hayatı, toplumsal
    gele­nekler, İnsanlar arası ilişkilerin çeşitli biçimleri, alışveriş şekilleri,
    servetin dağılımı, devlet yönetimi, hükümetin yapısı, yönetici ve liderin
    durumu, şûra, devlet düzeni ve devlet daireleri, hukuk sistemi, kanun ve
    kurallar, adlî nizam, polis teşkilatı, vergi sistemi, suç ve ceza düzeni,
    maliye, güm­rük usulleri, bayındırlık ve kamu hizmetleri, sanayi ve ticaret,
    haberleşme, eğilim ve öğrenim sistemi, bakanlıkların politikası silahlı
    kuvvetler, harp ve sulhla ilgili meseleler, dış politika, uluslararası
    ilişkiler, kısacası insanı ilgilendiren büyük-küçük bütün konular bu medeniyetin
    kapsamına gir­mektedir. Bu medeniyet her yönüyle diğer medeniyetlerden farklı,
    haysi­yetli, seviyeli ve üstün olduğunu kanıtlamaktadır. Bu medeniyetin her
    yö­nü ve alanı, başından sonuna kadar muayyen bir görüş açısı, belli bir amaç ve
    belirgin bir ahlâk anlayışını ortaya koymaktadır. Bu düzenin her birimi,
    Allah’ın mutlak hakimiyeti, insanın mahkumiyet ve mesuliyeti ve âhirette
    hesaplaşma fikrini taşımaktadır.

    8.3.2.
    Peygamberlerin Vazifesi

    Peygamberler işte bu medeniyet ve kültürü tesis etmek üzere
    çeşitli çağlarda ve bölgelerde insanlara gönderilmişlerdir.

    Ruhbanlık medeniyetinin dışında evrensel ve geniş görüş açısına
    sa­hip olan diğer bütün medeniyet ve kültürler, ister Cahiliyye’ye ister İslâm’a
    ait olsun doğal olarak iktidar olmaya, otorite kurmaya ve bütün insan hayatına
    yön vermeye yatkın olurlar. İktidar olmadan bir nazariye ve hayat düzeninin
    propagandasını yapmak anlamsızdır. Soyut nazariye ve ideolojiler tatbik
    edilmediği sürece bir hayal ve tasavvurdan başka bir şey değildirler ve bunun
    pratik herhangi bir faydası yoktur. Rahiplere ve ruhban sınıfına gelince, bunlar
    zaten dünya ve devlet işleriyle ilgilenmek istemiyorlar. Ruhban sınıfı,
    suya-sabuna dokunmadan, dünyanın “pis ve kötü” işlerine bulaşmadan, sadece
    ibadet, tezkiye, kendi kendine işkence ve dürüst davranmak suretiyle kurtuluşa
    ermek istiyor. Bu sebeple, bunlar ne iktidara taliptir ne hükümete. Ama başından
    beri dünya işleri ve hayat düzeniyle ilgili farklı bir görüşe sahip olan ve
    bütün insanların kurtuluşu­nun ancak bu görüşte olmalarını düşünenler gayet
    tabii ki her şeyin temel­den değişmesinde en etkin ve merkezi rolü oynayan
    iktidara sahip olmaya çalışacaklardır. Doğrusu, otorite ve yetki sahibi olmak
    için iktidara gerek vardır ve ancak iktidar olununca herhangi bir nazariye veya
    ideoloji yay­gınlaştırılabilir. İktidar sahibi olan bir ideoloji ve bir
    medeniyet, dünyanın bütün işlerini kendi istikametinde gerçekleştirmek durumunda
    olur. Böyle bir medeniyet ilim ve fenne, san’at ve kültüre yön verebilir. Ahlâk
    kalıpla­rını hazırlayabilir. Umumi talim ve terbiye için gereken tedbirleri
    alabilir. Bütün medenî, ceza ve devlet hukukunu hazırlayabilir. Kısacası,
    hayatın her alanını denetimi ve yönelimi altına alabilir. Hayatın hiçbir alanı
    bunun etki ve denetiminden yoksun kalamaz, iktidar olup da bir süre sonra
    ikti­darı kaybeden bir medeniyet de tarihe karışır. Böyle bir medeniyet ise
    an­cak müze, kütüphane, arşiv ve harabeleri süslemeye yarar. Gerçek anlam ve
    etkinliğini kaybeder. Kaybolan medeniyetler genellikle yeni medeni­yetler
    tarafından hor görülür ve bunlarla ilişkisi olan her şey yağma ve la­lan edilir.
    Bu gibi durumlarda böyle bir medeniyetin sözü bile edilmez. Bu medeniyeti seven
    ve buna sempati duyanlar bile onun geçerliliği konu­sunda şüpheye düşerler.
    Böyle bir medeniyetin sözde varisleri ve temsilci­leri, güneşi parlayan yeni
    medeniyetin öncüleriyle uzlaşmak, onlara taviz vermekten kurtulamazlar. Halbuki
    bir medeniyet iktidarda olunca başka bir medeniyete tabi olması, tamamıyla onun
    etkisi altında kalması düşü­nülemez. Ama iktidarda olan bir medeniyet başka bir
    medeniyet ile ada­let, eşitlik ve karşılıklı güven ilkeleri üzerine beraber
    yaşayabilir. Medeni­yetler için şirk veya başka bir deyimle, ortaklık söz konusu
    olamaz. Böyle bir şey oluyorsa bu durum, söz konusu medeniyetlerin zaafının
    delilidir. Demek ki, dünyada peygamberlerin vazifesinin gayesi ve hedefi[5],
    Allah tarafından gönderilen “İlahi Nizamı” tam olarak yerleştirmek ol­muştur.

    Peygamberler, Cahiliyye’nin örf ve adetlerine bağlı insanların,
    sapık inançlarını sürdürmelerine ve sadece kendi kişiliklerini ilgilendiren
    diğer Cahiliyye faaliyetlerine devam etmelerine izin vermişler; ancak gayet
    do­ğal olarak, iktidar olmalarına asla göz yummamı şiardı. Bu cahil insanla­rın,
    insan hayatını ilgilendiren her şeyi iktidar zoruyla değiştirmelerine ve
    yönlendirmelerine müsaade edemezlerdi. Etselerdi günah olurdu. Bundan dolayıdır
    ki, bütün peygamberler olanca güçleriyle siyasi inkılâbı gerçek­leştirmeye
    çalışırlar. Bunlardan bazılarının çabaları sadece böyle bir inkılâba zemin
    hazırlamaktan ibaretti. Meselâ, Hz.İbrahim (a.s.)’in çabala­rı. Bazıları ise bu
    inkılâbı gerçekleştirmek için fiilen harekete geçtiler, ama görevlerini
    tamamlayamadılar. Mesela Hz. Îsa (a.s.)’nın durumu böy­le idi. Ama bazıları
    görevlerini tam anlamıyla sonuca ulaştırdılar. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.), Hz.
    Musa (a.s.) ve Hazreti Peygamber Muhammed Mus­tafa (a.s.).

    8.4. KUR’AN’DA DİN KAVRAMI

    “O size dinden Nuh’a tavsiye ettiği ve sana vahyettiğimiz
    şeyleri, İb­rahim’e, Musa’ya ve Îsa’ya tavsiye ettiklerimizi size dinde şeriat
    kıldı ki, ‘dini doğru tutun, onda tefrikaya düşüp dağılmayın”.(Şura; 13)

    Bu ayette, Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni bir dinin kurucusu
    olmadığı açıkça belirtilmiştir. Ayette, diğer peygamberlerin de ayrı dinler
    kurma­dıkları ifade edilmiştir. Aksine, Allah’ın dininin her zaman aynı olduğu,
    bunu diğer peygamberler gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’in de getirdiği
    belir­tilmiştir. Bu hususta ilk isim olarak Hz. Nuh(a.s.)’unki anılmıştır.
    Bilindi­ği gibi, Hz. Nûh büyük tufandan sonra insan soyunun ikinci atası olarak
    biliniyor. Tufandan sonra da insan soyunun ilk peygamberi sıfatına sahip­tir.
    Bundan sonra, son peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.)’den bahse­dilmiştir. Daha
    sonra, Hz. İbrahim (a.s.)’in adı geçmiştir. En son da Hz. Musa ile Hz. Îsa
    (a.s.)’nın adlarından söz edilmiştir. Bilindiği gibi, Yahudiler ile
    Hıristiyanlar kendilerini bu iki peygambere bağlı saymaktadırlar. Burada şunu da
    unutmayalım ki, Allah’ın dini sadece bu beş peygambere indirilmemiştir. Burada
    söylenmek istenen şey, dünyaya gelen bütün pey­gamberlerin aynı dini getirmeleri
    ve bu arada, ilâhi şeriatlardan dünyanın geniş çapta faydalanmış olması ve en
    meşhur beş peygamberin adının ör­nek olarak gösterilmesidir.

    Zikrolunan ayet, dine ve güttüğü amaca ışık tuttuğu için bunu
    iyice incelememiz ve anlamamız lâzımdır.

    8.4.1. Din
    Kelimesinin İncelenmesi

    Arapçada “din” kelimesi çeşitli anlamlarda kullanılmıştır.
    Bunları tek tek ele alalım.

    a) Galebe ve iktidar, hükümranlık ve egemenlik, başkalarını
    itaate zorla­mak, başkalarına hegemonya kurmak, başkalarını emir kulu ve uşak
    hali­ne getirmek vs. Meselâ “Dâne’n nase” yani “qahherahüm alet-tâ’ah”
    (in­sanları itaate mecbur etti) anlamına gelmektedir. “Dintü-hüm fe-dânû” ya­ni
    “qahhertü-hüm fe-etâ’û” (Biz onları mağlup ettik, onlar da itaat ettiler), “Dâne
    r-raculu zâ’izzin” (Filanca adam, şeref ve kuvvet sahibi oldu), “Düntü r-racule,
    hameltü-hû alâ mâ yekrah” (Ben falanca kişiyi, istemedi­ği bir şeye razı ettim),
    “Düyine fulânun izâ hamli-alâmekrûhin” (Falanca adam bu işi yapmaya mecbur
    edildi), “Dintuhu, süslünü ve meliktühû” (Ben ona hükmettim ve egemenlik
    kurdum), “Deyyentühûl-qavme, velleytühû siyâsetehüm” (Kavmimin siyaset ve
    hükümranlığını başka bir kişiye devrettim) de bunların örnekleridir. Aynı
    anlamda, şair Hulayye annesine hitaben şöyle diyor:

    “Leqad dûyyinti emra beniyki hattâ

    Teraktihim edeqqa min et-tahîni”.            .

    (Sen çocukların durumlarının bakıcısı haline getirilmiştin

    Nihayet sen onları buğday unundan daha ince hale getirdin).

    Hadis-i şeriflerden birinde şöyle bir cümle geçiyor: “E-keyyis
    men dâne nefsehu…” (Kendi nefsini mağlup etmiş ve ahiret için yararlı iş
    yap­mış olan kişi akıllıdır). Bunun gibi, herhangi bir memlekete galebe temin
    eden veya herhangi bir millet veya kabileye galip gelen, otorite ve ege­menlik
    kuran kişiye de “Deyyân” denilir. Nitekim, İsâ el-Harmâzî, Hazre­ti Peygamber
    efendimize hitap ederken kendisine şöyle der: “Yâ seyyide-n nâs ve deyyân
    el-Arab”. Aynı kuralara göre “Medhi” uşak, “Medine” hizmetçi, cariye ve “İbni
    Medine” cariyenin oğlu anlamlarına gelmekte­dir. Meselâ, Ahtal bir yerde “İbn-i
    Medîne” deyimini kullanmıştır. Kur’ân’da ise, “Fe-lev-lâ inküntüm ğayre medinine
    terci’ûnehâ in küntüm sâdıqin” denilmektedir.

    b) İtaat, kulluk, kölelik, hizmet, bir kişiye müsahhar (râm)
    olmak, bir kişiye tabi olmak, bir kişinin galebe ve kahrından korkup kendisini
    şeref­sizce teslim olmak vs. Meselâ şu örneklere bakın: “Dintühüm fedânû” ya­ni
    “qahhertühüm fe-etâ’û” (Ben onları mağlup ettim ve kendime itaatkâr haline
    getirdim), “Dintür-racule” yani “hademtü-hû” (Ben falanca adama hizmet ettim).
    Hadislerden birinde şöyle buyuruluyor: “Uridu min qureyş’in kelimeten tedeyyene
    lehüm bihâ’1-Arab”, yani “tütıy’uhüm ve tehadda’a lehüm” (istiyorum ki, bunu
    kabul edenlerse bütün Arabistan ken­dilerine tâbi ve itaatkâr olur ve önlerinde
    eğilir). Bu anlama göre, itaat eden bir millete “qavm-i deyyin” deniliyor.

    c) Şeriat, kanun, tarz, yol, millet, örf ve âdet. Meselâ, şu
    örneklere ba­kın: “Mâ zâle zâlike dinî ve deyenî” (Benim tarzım ve tutumum her
    za­man bu olmuştur), “dâne izâ i’tâde hayran ev şerran” (insan isterse iyi bir
    yolu izlesin, ister kötü bir yolu, her iki durumda da izlediği yola ‘din’
    deni­lir). Bir hadis-i şerif şöyledir: “Kanet qureyşün ve men dâne bi-dinihim”
    (Kureyş ve onların tarzını benimsemiş olanlar). Bir başka hadis şöyledir:
    “İnnehu aleyhisselâm kâne alâ dîn-i qavmihî” (Resûlullah, peygamberli­ğinden
    önce kendi milletinin dinine bağlıydı). Yani, nikâh, talak, miras ve diğer
    medenî ve toplumsal konularda, Hz. Peygamber (a.s.) kendi milletinin örf ve âdet
    ile kanun ve kurallarına bağlıydı.

    d) Bedel, ceza, ödül, karar, muhasebe ve değerlendirme. Nitekim
    Arapça atasözlerinden biri şöyledir: “Kema tedinu tüdânu” (ektiğini
    biçe­ceksin). Kur’ân-ı Kerim’de kâfirlerin şu sözlerine rastlanıyor: “E’innâ
    lemedînûne” (biz öldükten sonra bize hesap mı sorulacak, bize cezamı
    veri­lecek?) Abdullah bin Ömer’in rivayet ettiği bir hadis şöyle başlar… “Lâ
    tesübbû es-sultâne fe-in kâne lâ-büdde fe-qulû Allahümme dinhüm kema yedinûne”.
    (Hükümdarlarınızı kötülemeyin ve haklarında kötü bir şey söylemek mutlaka
    lazımsa, o zaman şöyle deyin: Ey Allahım, bunlar nasıl muamele yapıyorlarsa sen
    de onlara aynı şekilde muamele yap). Bu mef­huma göre, “Deyyân” kelimesi, kadı
    ve yargıç anlamına gelir. Nitekim, bir kişiye Hazreti Ali hakkındaki görüşü
    sorulunca kendisi şöyle dedi: “Kâne deyyânü hâzihi’l ümmete ba’de nebiyyihâ”
    (Hazreti Peygamber efendimizden sonra, bu ümmetin en büyük kadısı o idi).

    8.4.2. Geniş
    Anlamlı Bir Terim

    Görüldüğü gibi, “din” kelimesinin birçok manası vardır ve
    Araplar bunu çeşitli yerlerde, zamanlarda ve anlamlarda kullana gelmişlerdir. Ne
    var ki söz konusu terimin yukarıda sıraladığımız başlıca dört anlamı hak­kında
    Arapların görüş açısı fazla geniş olmadığı ve bilgi seviyeleri de yüksek
    olmadığı için bunun kullanımı konusunda biraz anlaşmazlık ve hatta çelişki
    vardı. Bu sebeple de hiçbir fikir sisteminin belli bir kelimesi haline gelemedi.
    Kur’ân-ı Kerim gelince de bu kelime İslâmiyet’in ma­hiyeti ve şekline tam uygun
    görüldü ve İslam’da bunun manası ve mefhu­mu kesinlikle belirlenmiş oldu, hatla
    kendine has bir terim olarak kullanıl­maya başlandı. Bunun içindir ki, “din”
    kelimesi “bütün bir nizam”ı temsil etmektedir.

    Kur’ân-ı Kerim açısından “din” birinin üstünlüğünü öğrenip ona
    itaat etmeye başlamanın adıdır. Bu “din” veya itaat, Allah’a mahsus olunca,
    Al­lah’a itaatle kimseyi ortak etmemek gerekiyor. İtaat ve kulluk tamamıyla
    Allah’a mahsus oluyor. Allah’ın hidayetine, emir ve talimatına tam uymak
    gerekiyor. Allah’a lapan, ona bağlı olan kişi, kendi şan ve şöhreti, mevkii ve
    mükafatlandırılmasının sadece Allah’tan geleceğine inanmalıdır. Al­lah’a
    itaatsizliğin neticesinin, şerefsizlik ve cezaların en ağırı olduğunu
    anlamalıdır. Zannedersem, dünyanın hiçbir dilinde hiçbir kelime veya te­rim bu
    kadar geniş anlam taşımıyor. Zamanımızda “devlet” kelimesi belki bir nebze bu
    terimin yanına yaklaşıyorsa da “din”in bütün anlamlarını ver­mesi için daha çok
    zamana ihtiyaç vardır.

    8.4.3. Bir
    Yanlışlık

    Bazı kimseler “din” kelimesini çok sınırlı anlamda
    düşünmektedirler. Bu kimseler, kurulması emredilen “din”in bütün peygamberlerin
    müşterek görevi olduğunu, ama her birinin şeriatının -Kur’ân-ı Kerim’de
    belirtildiği gibi- “Li-küllin ce’alnâ minkum, şir’aten ve minhacen” ayrı olması
    nede­niyle, “din’den şer’î emir, kaide ve kurallar değil, sadece birtakım inanç,
    örneğin, Allah’ın tek oluş, ahiret, kitap ve sünnet (peygamberlik)e inanma ve
    Allah’a ibadet etmenin kastedildiğini zannetmektedirler. Bu kimselere, bu dine
    en çok, diğer şeriatlarda ortak bir unsur gibi varolan belli başlı ah­lâk
    kurallarının ilave edilebileceğini belirtmektedirler. Ne var ki, bu tama­mıyla
    sathî bir görüştür ki, dinlerin aynı ama şeriatların değişik olduğuna dair bir
    ayete dayanarak kabul edilmiştir. Bu, öylesine tehlikeli bir görüş­tür ki,
    düzeltilmediği takdirde ilerde, tıpkı Aziz Paul’ün geliştirip Hz. Îsa’nın
    ümmetini yozlaştırdığı şeriatsız din kavramı gibi, din ile şeriatın birbirinden
    ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü, Allah’ın emrinin sadece “din”i kurmak, ama
    “şeriat”ı reddetmek ile ilgili olduğu düşünüldüğü tak­dirde müslümanlar da
    Hıristiyanlar gibi şeriatı önemsiz ve kurulmasını gereksiz bulabilirler.
    Ellerinde kalacak olanlar sadece bir takım akide ve inanç ile bazı ahlâk
    kuralları olabilir. Ama bu gibi yanlışlıktan kaçınmak ve doğru yolu bulmak için
    Kur’ân-ı Kerim’e başvurmalıyız. Kur’ân-ı Ke­rim’den, kurulması istenen dinin
    sadece inanç ve ahlâk kurallarından mı yoksa, şeriattan mı ibaret olduğu pekâlâ
    anlaşılabilir. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda, dine nelerin girdiği veya dinin
    neleri kapsadığı şöyle anla­yabiliriz:

    “Halbuki onlar âncak Allah’a, O’nun dininde ihlâs sahipleri ve
    mu­vahhitler olarak, ibâdet etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri ile
    emrolunmuşlardı, işte doğru din budur”. (Beyyine; 5),

    Bu ayetten anlaşılacağı gibi, bu dine namaz ile zekât dahildir.
    Oysa, bu iki ibadet ve vecibe ile ilgili emirler çeşitli peygamberlerin
    şeriatların­da değişik olmuştur. Hiç kimse ortaya çıkıp, önceki peygamberlerin
    za­manında namazın aynı nitelikte ve yapıda olduğunu iddia edemez. Nama­zın
    bugünkü şekil, erkan, rek’at ve zamanlarla kılındığını söyleyemez. Kıble’nin
    aynı olduğunu ileri süremez. Aynı şekilde, zekâtın şekli, biçimi, mahiyeti,
    cüzleri, oran ve şartlarının da aynı olduğunu iddia edemez. Zekât’ın toplanması
    ve dağıtımının da değişik olmadığını söyleyemez. Fa­kat, gördüğünüz gibi,
    çeşitli çağlarda şeriatlardaki değişiklik ve bu husus­taki farklılıklara rağmen
    hem namaz, hem zekât İslâm dinine dahil edil­miştir.

    “Size ölmüş hayvan, kan, domuz eli Allah’tan başkası için
    boğazla­nan, boğularak, vurularak, düşerek, başka bir hayvan tarafından
    boynuz­la vurularak telef edilmiş hayvanlarla, canavarın parçaladığı ve
    yetişilip ölmezden evvel boğazlanmayan, dikili taşlar üstünde kesilen
    hayvanların, yenmesi ve oklarla fal bakmak haram kılındı. Bunlar fısktır (yoldan
    çıkış­tır). Bugün kâfirler sizin dininizden ye’se düştüler. Onlardan korkmayıp
    benden korkunuz. Bugün sizin için dininizi ikmâl ve üzerinize nimetimi
    tamamladım. Ve size din olarak İslâm’ı (verip ondan) razı oldum…” (Maide; 3)

    Bu ayetten de içinde bahsedilen bütün şeylerin dinin kapsamına
    girdi­ğini görüyoruz.

    “Ehl-i Kitap’tan Allah’a ve Ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın
    ve Rasûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve Hak dini, din olarak kabul
    etmeyen kimselerle, size baş eğmiş oldukları halde elleri ile ciz­yelerim,
    verinceye kadar muharebe edin”. (Tevbe; 29)

    Demek ki, Allah’a ve Ahirete iman etmenin yanı sıra, Allah’ın ve
    Rasûlünün işaret etlikleri helâl ve haram şeyleri aynen kabul etmek ve on­lar
    arasında buna göre ayırım yapmak da dîn’in ta kendisidir.

    “Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer değnek vuruma.
    Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, Allah’ın dininde onlara karşı
    sizi bir acıma tutmasın…”. (Nur; 2)

    Yani, Ceza Hukuku da dinin kapsamına girmektedir.

    Yukarıda verdiğim dört misal, Kur’ân-ı Kerim’de şeriatın kesin
    hü­kümleri olarak geçmişlerdir. Ancak bunların dışında da dikkat edilirse,
    Allahu Teâlâ’nın, cehennem tehdidiyle tarif ettiği günahlar (örneğin, zina,
    faiz, mü’minin öldürülmesi, öksüzün malının yenmesi ve haksız yollardan
    başkalarının mallarının gaspedilmesi vs) ve azabına lâyık suçlar olarak ta­rif
    elliği kötülükler (örneğin, Lût’un ümmetinin illeti ve Hz. Şuayb’ın kav­minin
    ticaret ve alışveriş ile ilgili tulumu) da mutlaka dinin kapsamına girmelidir.
    Çünkü, eğer din, kulları cehennem ve Allah’ın azabından kur­tarmak için
    gelmemişse başka neye yarar? Aynı şekilde, miras ile ilgili hükümler gibi
    ihlalleriyle cehennem ateşinde yanma ikazı yapılan şeriat hükümleri de dinin bir
    parçası olmalıdır. Meselâ, miras ile ilgili hüküm­lerden bahsedildikten sonra
    şöyle denilmiştir:

    “Kim Allah ve Rasûlüne âsi olup sınırlarına tecavüz ederse Allah
    onu ebedi kalmak üzere Cehenneme sokar. Ona alçaltıcı bir azap vardır”. (Nisa;
    14)

    Aynı şekilde, haram edilmiş bazı şeyler, (örneğin kumar ve
    yalana ta­nıklık gibi) dine dahil edilmezse, demek ki, Allahu Teâlâ hâşâ bazı
    gerek­siz emirler de vermiştir ve bunlara uymamızı amaçlamamıştır. Bunun gi­bi,
    Allah’ın farz ettiği ibadetler, meselâ oruç ile hac da; geçmiş şeriatlerde
    Ramazan’ın 30 orucu olmadığı, ya da Kâbe’yi ziyaret emri sadece Hz. İb­rahim’in
    evladı Hz. İsmail’e tabi olanlara verildiği bahanesiyle, dinin kap­samından
    çıkarılamaz.

    8.4.4. Kanun ve
    Din
       

    Yusuf sûresinin, “Mâ kâne liye’huze ehâhu fi din-il melik…”
    ile başla­yan ayette Cenab-ı Allah, memleket kanunu için “din” kelimesini
    kul­lanmak suretiyle bunun ne kadar geniş anlam taşıdığını göstermiştir. Zâten
    tek bu ayet bile, peygamberlerin davetinin sadece Allah’a tapma ve bir takım
    ibadet ve merasimden ibaret olduğunu sananların ağzını kapat­maya yeter de artar
    bile. Bu hayli tehlikeli ve yanlış görüş bir süreden beri müslümanlar arasında
    etkisini göstermekledir. Bu görüş müslümanların, İslam nizamını kurmak
    konusundaki pasifliğinin önemli bir sebebidir. Bundan dolayıdır ki, bazı sapık
    düşünceli kişiler yalnızca küfr ve cahiliyyenin hayat nizamlarını kabul etmekle
    kalmıyor, ayrıca peygamberlerin sünnetini bozmaya ve onların kurmak istedikleri
    düzen ve sistemi de al­tüst etmeye çalışıyorlar. Söz konusu ayette ceza
    kanunları dinin bir parçası sayılmıştır. Yani, Allah demek isliyor ki, nasıl
    namaz, oruç ve hac dinin birer parçasıysa, toplum düzeni ve memleket işleriyle
    ilgili kanun ve ku­rallar da dine dahildir. Nitekim, “İnned-dine ‘ind-allah
    il-İslâm” ile “ve­men yebtaği gayr al-İslâmi dinen fe-len yuqbele minhu”
    ayetlerinde itaat edilmesi islenen “din”den sadece namaz ile oruç değil,
    İslâm’ın toplum düzeninden başka bir düzene tabi olmanın Allah katında makbul
    olmadı­ğıdır.

    Aslında, bütün anlaşmazlık, ya da daha doğrusu yanlış anlama,
    “Mai­de” sûresinin şu ayetini iyi anlamamaktan ileri geliyor: “Li-küllin ce’alnâ
    minkum şir’aten ve minhacen” (Biz, sizlerden her ümmet için ayrı bir şeri­at ve
    ayrı bir yol tayin etmişizdir). (Ayet; 48). Bazıları, her ümmetin şeri­atı ayrı
    ve sadece kendilerine mahsus olduğu için bunlara dikkat edilme­mesi hükmüne
    varmışlardır. Onlara göre din, şeriatten ayrılmalıdır; çün­kü, din nasıl olsa
    bütün peygamberlerin ortak göreviydi ve bunun ikame­sini Allah emretmişti. Ne
    var ki, bu ayetin gerçek anlamı bambaşkadır. Bu ayetin bağlamına, (siyak ve
    sibakı), yani 41 ilâ 50. ayetlerde geçen konu­ya bakacak olursak, bundan şu
    anlam çıkıyor. Allahu Teâlâ, hangi ümme­te hangi şeriati vermişse o şeriat o
    ümmet için din mahiyetinde olup o üm­metin peygamberinin görevi süresince
    ikamesi amaç edinilmişti. 1400 yıl­dan beri müslümanlar Hazreti Peygamber
    Muhammed Mustafa (a.s.)’nın peygamberlik dönemini yaşamakta oldukları için,
    Ümmeti Muhammediye’ye verilen şeriat devrimizin dinidir ve bu şeriatın ikamesi,
    dinin ikame­si demektir. Çeşitli peygamberlerin şeriatları arasındaki farka
    gelince, bundan Allah’ın gönderdiği şeriatların birbirine zıt olduğu anlamı
    çıkarılmamalıdır.Aslında bunlar özde ve temelde bir olup sadece bazı
    ayrıntılarda birbirinden ayrılıyorlardı. Mesela, namaz ve oruç ile ilgili
    farklara bir göz atalım. Namaz her şeriatta farz olmuştur. Ama her şeriatın
    kıblesi aynı değildi. Ayrıca namazların zaman ve erkânları da aynı değildi. Aynı
    şekilde oruç da her şeriatın ayrılmaz bir parçası durumundaydı. Fakat
    müslümanlar için farz olunan Ramazan’ın 30 orucu diğer ümmetlerde yoktu. Bundan,
    namaz ile orucun, dinin ikamesi görevinde yer aldığı, ancak belli bir şekilde
    namaz kılma ve belli bir zamanda oruç tutmanın, dinin ikamesi görevinde yer
    almadığı anlaşılmamalıdır. Doğru ve mantıklı anlamı şu­dur: Her peygamberin
    ümmeti için, o devrin şeriatına göre namaz ile oruç için belirlenen kaide ve
    kurallara göre o zamanda namaz kılmak ve oruç tutmak, dini ikame etmek demekti.
    Çağımızda da dini ikame etmek, Pey­gamberin şeriatında belirlenen kurallara göre
    bu ibadetleri yerine getir­mek anlamındadır. Şeriatın diğer hükümleri işte bu
    iki misâle göre kıyas edilmelidir.   

    8.4.5. Din Hakim
    Olmak İster

    Kur’ân-ı Kerim’i gözü açık okumak isteyen herkes, bu ilâhi
    kitabın, kendisine tabi olanları, küfrün ve kâfirlerin tebaası olarak birer esir
    şeklin­de dinî hayat sürdürmeye davet etmediğini hemen anlayacaktır. Kur’ân-ı
    Kerim, aksine, iktidar olmak, iktidar ve hakimiyet sahibi olmak ister. Kendisine
    tabi olanlardan Hak Dini, fikir, ahlâk, medeniyet, kültür, hu­kuk ve siyaset
    açısından galip ve üstün kılmak amacıyla mücadele etmele­rini bekler. Ayrıca,
    hakimiyetin ancak iman sahiplerinin ellerinde bulun­ması halinde
    gerçekleştirilebilecek geniş kapsamlı bir hayat düzenini tav­siye eder. Nitekim
    Kitabullah, indirilmesinin gayesini şöyle dile getirmiş­tir:

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi İnsanlar arasında hükmetmen için
    sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafacı olma”. (Nisa; 105)

    Bu kitapta zekâtın toplanıp dağılmasıyla ilgili öyle hükümler
    yer alı­yor ki bunlar ancak sağlam temellere dayalı, istikrarlı bir hükümetin
    belli kanun ve kuralları çerçevesinde başarıyla yerine getirilebilir. (Bk.
    Tevbe; 60-103). Bu kitapta, faizin yasaklanması, faiz ve rib’a ile ilgilenenlere
    kar­şı ilân edilen savaş, ancak bütün memleketin siyasi ve ekonomik idaresi­nin
    iman sahiplerinin ellerinde bulunmasıyla kazanılabilir. (Bk. Bakara; 275-279).
    Bu kitapta katile kısas uygulanmasına ilişkin hükümler (Bakara; 178), bir
    hırsızın elinin kesilmesine dair emirler (Maide; 38), zina ile kadf (kazf)ın
    cezalandırılmasıyla ilgili kararlar, (Nur; 2-4) bu gibi emir ye hükümleri aynen
    yerine getirenlerin, kâfirlere tabi olacakları varsayımıyla yer almamıştır. Bu
    Kitap’ta, kâfirleri katletme (mücadele ve muharebe) emri, bu dinin
    mensuplarının, kâfirlerin bir hükümetinde ordu toplanıp ve gençleri orduya
    kaydederek, yerine getirilmek düşüncesiyle verilmemiştir. (Bk. Bakara; 190-216).
    Bu kitapta, Ehl-i Kitaptan cizye alınmasına dair hükümler, müslümanların,
    kâfirlerin tebaası olarak onlardan cizye alabile­cekleri ve onları koruma
    görevini yerine getirebilecekleri düşüncesiyle yer almamışlardır.

    Bu durum sadece Medine’de Hazreti Muhammed (a.s.)’e vahiy olunan
    ayetlerde değil, Mekke’de bulunduğu sırada kendisine indirilen ayetlerde de
    mevcuttur. Bundan anlaşılıyor ki, Hak Dini’in, ta başından beri kâfirlere mağlup
    ve tabi olarak değil, hakim ve üstün olarak kurulması amaçlanmıştır.

    8.4.6. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Büyük Başarılarından Deliller

    Bahsettiğimiz yanlış anlamanın mahiyeti, en çok Hazreti
    Peygamber (a.s.)’in 23 yıllık peygamberlik müddeti sırasında başardığı büyük
    işlerden ortaya çıkar. Hz. Muhammed (a.s.)’in, hem tebliğ ve telkinle hem de
    kılıç­la bütün Arabistan’ı zaptedip inanç ve ibadetlerden başlayarak kişisel
    ka­rakter, toplumsal ahlâk, medeniyet, kültür, ekonomi, toplum, siyaset, hu­kuk
    ve barış ile savaşa kadar hayatın her alanını kapsayan mükemmel ve muazzam bir
    hükümet düzeni kurduğunu bilmeyen var mıdır? Eğer, Haz­reti Peygamber (a.s.)’in
    bütün bu işleri, daha önce bahsettiğimiz ayette yer alan ve kurulması emredilen
    din ile ilgili değilse nedir? Bir an için böyle olmadığını kabul etsek, o zaman
    iki ihtimal vardır. Ya, Hz. Muhammed (a.s.) sadece iman, inanç ve ahlâk ile
    ilgili belli başlı bazı kuralları tebliğ etmeye memur edilmesine rağmen hâşâ,
    sınırlarını aşarak kendi kendine bir hükümet kuruverdi, geniş kapsamlı bir kanun
    hazırladı ve bu yaptıkla­rı hem geçmişteki peygamberlerin ortak dininden hem
    şeriatlarından faz­laydı, ya da, bizzat Cenab-ı Allah’ın (cc.) Şûra suresinde
    verdiği emrin tam tersine hâlâ kendi peygamberinden (Hz. Muhammed (a.s.)’den adı
    ge­çen sûrede ikamet-i din (dîn’in kurulması, yerleştirilmesi)’den çok daha
    fazla ve daha değişik bir görev yapmasını beklediğini ve yaptırdığını ve hatta,
    bu işlerin tamamlanmasından sonra şöyle bir söz de söylediğini ka­bul etmek
    zorunda kalacağız.

    “Bugün sizin için dininizi ikmâl ettim ve üzerinize olan
    nimetimi ta­mamladım”. (Maide; 3)

    8.4.7. Din, Geniş
    Anlamlı Bir Terimdir

    Kur’ân-ı Kerim, din kelimesini geniş anlamlı bir terim olarak
    kullan­mıştır. Bu terim’den, geniş kapsamlı bir hayat düzeni anlaşılmalıdır. Bu
    öyle bir hayat nizamıdır ki, bunda insan, mutlak hakime itaat ve bağlılığı­nı
    ilân eder; O’nun koyduğu kaide, kural ve kanunlara göre hayat sürer; O’na itaat
    ve sadakatinden dolayı ödüllenmesini, şan ve şeref kazanmasını bekler. O’na
    itaatsizlikten dolayı rezil olacağı ve cezalandırılacağından korkar, öyle
    sanıyorum ki, dünyanın hiçbir dilinde böylesine geniş an­lamlı bir kavram
    yoktur. Aşağıdaki ayetlerde “din” işte bu anlamlarda kul­lanılmıştır:

    “Ehl-i Kitap’tan Allah’a ve Ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın
    ve Rasûlünün haram kıldığı şeyleri haram tanımayan ve Hak dini, din ola­rak
    kabul etmeyen kimselerle, size baş eğmiş oldukları halde elleri ile ciz­yelerini
    verinceye kadar muharebe edin”. (Tevbe; 29)

    Bu ayette kullanılan “Hak dini” deyimi geniş anlam taşımaktadır.
    Bu deyimin açıklanmasını Cenab-ı Allah önceki ilk cümlede kendisi yapmış­tır.
    İşte bunların toplamına din denilir.

    “Fir’avn: ‘Bırakın da Musa’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın.
    Çünkü ben, O’nun sizin dininizi değiştireceğinden veyahut yeryüzünde fesâd
    çıkaracağından korkuyorum’ dedi”. (Mü’min; 26)

    Kur’ân-ı Kerim’de nerelerde Fir’avun ile Musa (a.s.)’nın
    kıssasından söz edilmişse oralarda “din”in sadece alelade bir din değil, devlet
    ve mede­niyet nizamı olarak geçtiğinde herhangi bir şüphe yoktur. Burada
    görüldü­ğü gibi, Fir’avun, Hz. Musa’nın gayesine ulaşması halinde koskoca bir
    v devletin yıkılacağını, Fir’avunların hakimiyetinin, kurulu bir
    düzenin ve atalardan süregelen örf ve âdetlerin yok olacağını ve bunların yerine
    ya yepyeni bir düzenin kurulacağını, ya da herhangi bir düzenin kurulmayıp
    memlekette tam bir anarşinin hakim olacağını düşünmüştü.

    “Allah katında din İslam’dır”.  (Al-i İmrân; 19)

    “İslâm’dan başka bir dine tabi olandan, dini kabul olunmaz”.
    (Al-i İmran; 85)

    “O Allah, Rasûlünü hidayetle, hak din ile -o dini bütün dinler
    üzerine galip kılmak için- gönderendir, isterse müşrikler hoş görmesin”. (Tevbe;
    33)

    “Ortada fitne kalmayıncaya ve bütün din Allah’ın oluncaya kadar
    on­larla muharebe edin”. (Enfâl; 39)

    “Allah’ın nusreti ve fethi geldiğinde ve insanları, Allah’ın
    dinine bö­lük bölük girerken gördüğün zaman. Artık Rabbini hamd ile tesbih et.
    Ve O’ndan mağfiret dile. Muhakkak ki, O tevbeleri kabul edendir”. (Nasr; 1-3)

    Bütün bu ayetlerde “din” sadece inanç ve ibadetler anlamında
    değil, tam bir hayat nizamı manasında kullanılmıştır. Burada kastedilen; kendi
    inanç, itikat ve ibadetleriyle, teorik, ahlakî ve tatbiki yanlarıyla tam bir
    hayat nizamıdır. İlk iki ayette, Allah katında, makbul ve önemli olan ha­yat
    düzeninin, bizzat Allah’a itaat ve teslimiyet (İslâmiyet) olduğu
    belirtil­miştir. Bunun dışında, başkalarının iktidarının tanınmasına dayalı bir
    na­zariye Allah’ın hoşuna gitmez ve gayet tabii, O’nun tarafından beğenil­mez.
    İnsanların, kendi ülkesinde yaşadığı, tebaası olarak her türlü imkânlardan
    yararlandığı ve beslendiği O Büyük Yaradan, kendisinden başkasına tapılmasına,
    itaat edilmesine ve ibadet edilmesine razı olabilir mi?

    Üçüncü ayette, kendi Peygamber (a.s.)ini, doğru ve hak olan
    hayat ni­zamı, yani İslâm ile dünyaya gönderdiği ve bu görevin amacının, adı
    ge­çen hayat nizamını diğer bütün nizamlara galip kılması olduğu buyurul­muştur.

    Dördüncü ayette; iman sahiplerine veya başka bir deyimle,
    müslü­manlara, fitnenin, yani bütün batıl düzenlerin, Allah’a isyan ilkesine
    daya­lı bütün nizamların yıkılıp, tek bir Allah’a itaat ve bağlılığa dayalı din,
    ya­ni düzen ikame edilinceye kadar, kâfirlerle savaşma ve mücadele etme emri
    verilmiştir.

    Beşinci ayet; Hazreti Peygamber (a.s.)’in gece gündüz demeden 23
    yıllık mücadelesinin semeresi olarak Hicaz ve Arabistan’da büyük bir inkılabın
    gerçekleşmesi ve İslâm düzeninin akidevi, itikadi, ideolojik, teo­rik, pratik,
    ahlâki, kültürel, medeni, toplumsal, siyasi ve ekonomik yanla­rıyla
    kurulmasından sonra kendisine yapılan bir hitaptan ibarettir. Burada Peygamber
    efendimiz (a.s.)’in memur edildiği görevin tamamlanmasından sonra, Cenab-ı Allah
    kendisine diyor ki, “bunu kendi başarın sanıp da ifti­har etme, gururlanma!”.

    Her türlü ayıp ve eksikliklerden arınmış tek varlık Allah’dır.
    Onun için Hz. Peygamber, bu büyük işin başarılmasından sonra, Allah’a hamd-ü
    senasını yapmalı ve Rabbine şöyle demelidir: “Ey Allahım, 23 yıllık süre içinde
    görevimi yerine getirmek konusunda herhangi bir hata işledimse beni affet.”



     




    [1]
    Asya ile
    Avrupa arasında bir yerde, Kur’ân-ı Kerim’in yeni bir tefsiri yapıldığını ve
    tefsir­de “din” kelimesinin manası anlatılırken, İslâmiyet’in sadece kul ile
    Allah’ı ilgilendiren ve siyaset ile medeniyetle hiçbir ilgisi olmayan bir
    din olduğunun ifade edildiğini öğrenince hayret eltim. Bu, gerçekten
    Kur’ân-ı Kerîm’in tefsiriyse çok ilginçtir. Ama 30 yıllık titiz çalışmalarım
    ve araştırmala­rım göstermiştir ki, Kur’ân-ı Kerîm çağımızın bazı “ilerici”
    yorumcularının söylediklerinin tam ak­sine dinden, her zaman ve bütün
    insanlar için geçerli olan bir fikir  ve hareket tarzını kastet­mektedir.
    (Burada yazar, 1943 yılında Hint-Pakistan yarımadasına gelen bir Türk heyet
    başkanının bazı görüşlerine atıfla
    bulunmuştur)



    [2]
    Burada
    “cahiliyye kelimesi sadece, Hz. Peygamber (a.s)’in doğuşundan önce,
    özellikle Arabistan ve genellikle, dünyanın genel durumu için değil, aksine
    geniş bir anlamda kullanılmıştır. Burada, Hak din İslâm’a karşı olan
    geçmişin ve bugünün bütün din veya hayat düzenleri, “cahiliy­ye”
    kategorisine alınmıştır.



    [3]
    Hz. Şuayb
    (a.s.) kâfirleri tek Allah’a itaat etmeye ve ticaret ile sanatta yolsuzluğu
    terk et­meye davet edince, kâfirler şöyle dediler:

    “Ey Şuayb, babalarımızın taptıklarını terk etmemizi,
    yahut mallarımızda istediğimizi yapma­mayı namazın mı sana emrediyor? Sen
    önceleri yumuşak huylu ve akıllı bir adamdın.” (Hûd; 87).

    Bu ayet, İslâm’a karşı Cahiliyyenin zihniyetini
    bütünüyle ortaya koymaktadır. İslâm tek Al­lah’a itaat edilmesini islerken
    bu itaatin sadece dinî inanç ve ibadetlere kadar mahdud olmadığını, aksine
    medeniyet, kültür, siyaset, iktisat ve güncel hayatı da etkilediğini
    söylemektedir. Buna kar­şılık, cahiliyye, alalardan gelen örf ve adetlere
    önem vermekle, başka herhangi bir şeye dikkat edil­memesini istemektedir.
    Cahiliyye, dillin sadece ibadet ve merasimlerden ibaret olduğunu da ileri
    sürmektedir. Yani din ile dünya işlerinin ayrı olduğu iddiası Hz. Şuayb’ın
    yaşadığı bundan 3.500 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. Şuayb’ın
    telkinlerini dinlemeyen kâfirler de ticaret gibi görünür­de dinle hiçbir
    ilişkisi olmayan bir işe Allah’ın karışmasından hiç hoşlanmamışlar ve
    atalardan ge­len geleneği sürdürmek istemişlerdi



    [4]
    Bu demek
    değil ki, bu dünyada suç ve ceza kanunu hiç uygulanmıyor. Demek istediğim,
    suçluların doğrudan ve derhal cezalandırılmamasıdır. Yani dünyada suç ve
    cezadan çok deneme sı­nava önem verilmekledir. Bu sebeple burada yapılan iş
    ve amellerin geçici sonuçlarına bakılarak, hesap verme işleminin tamamıyla
    bittiği sanılmamalıdır. Çünkü, her ne olursa olsun, en son ve en âdil
    duruşma âhirette yapılacaktır.



    [5]
    Çağımızda
    bazı dindaşlarımız söz konusu “Hakimiyet’in bir gaye ve hedef değil, sadece
    vaad edilen bir şey olduğunu iddia ederler. Bunu söyleyenler herhalde böyle
    bir hakimiyeti bir ödül olarak görüyorlar. Halbuki bu hakimiyet sorumluluk
    olarak kabul edilmelidir. Bu zâtlar, Allah’ın kanunun hakim olması için
    gerekirse, her türlü cihadın yapılacağını herhalde bilmiyorlar.