HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM
On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM
14.1.1. Bütün Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış
14.1.1.1. Roma, Yunanistan ve Hindistan
14.1.1.2. Dünyayı Saran Şirk Belâsı
14.1.1.3. İnsanlar Arasında Sun’î Bölünme
14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE ÂDETLERİ
14.2.1. Müşrik Arap Toplumuna Genel Bir Bakış
14.2.2. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç
14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR PUTLARI
14.3.6. Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri
14.3.7. Mal ve Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı
14.3.8. Putları, Allah’a Tercih Ediyorlardı
14.3.9. Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı
14.3.10. Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları
14.3.12. Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları
14.3.13. Kaderi Bahane Ediyorlardı
14.3.14. Ataları Körü Körüne Taklid
14.3.15. Putperest Arap’ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları
14.3.16. Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri
14.3.17. Arabistan’da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri
14.3.18. Putların Önünde Fallara Bakılması
14.3.20. Hayvanların Başıboş Bırakılması
14.3.21. Cahiliyye’de Hac Merasimi
14.3.22. Tabiatın Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek
14.3.23. Cinler İle İlgili Batıl İnançlar
14.3.25. Âdet Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele
14.3.27. Yetim ve Öksüzlere Baskı ve Zulüm
14.3.28. Çocukların Öldürülmesi
14.3.29. Kadınlar İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması
14.3.30. Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi
14.3.31. Kan Davası ve Cinayetin İntikamı
14.3.32. Kıyâfet ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar
14.3.33. Arabistan’da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi
On Dördüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNDEN ÖNCEKİ ORTAM
14.1.1. Bütün
Dünyanın Durumuna Genel Bir Bakış
Hazreti Muhammed (a.s.) insanları İslâmiyet’e davet etmeye memur
edildiği zaman dünya birçok çetin sorunlarla karşı karşıya bulunuyordu. Birçok
ahlâki, medenî, kültürel, ekonomik, siyasi, sosyal ve dinî meseleler çözüm
bekliyordu. Ortada Roma, Yunan ve İran sömürgeciliği vardı; sınıf ayırımı ve
sınıf kavgası vardı. Haksız ekonomik sömürü vardı ve ahlakî bozukluk ve
saplantılar da vardı. Bizzat Hz. Peygamber (a.s.)’in vatanı olan Arabistan bin
bir sorunun altında eziliyor ve kıvranıyordu. Ülke cehâlet, dalâlet, ahlakî
bozukluk, yoksulluk, sefalet, anarşi, başıboşluk ve iç savaş’ın pençesi altında
idi. Arabistan’ın Yemen’e kadar olan bölgesi, doğu ve güney sahil şeridi ve
Irak’ın verimli toprakları, hepsi İranlıların hakimiyeti altında idi. Kuzey’de
Hicâz sınırına kadar olan bölge Roma İmparatorluğunun tasarrufuna girmişti.
Bizzat Hicaz’ın iç kesimlerinde Yahudi sermaye sahipleri hegamonyalarını
kurmuşlardı. Yahudi sermaye sahipleri Arap’ları iktisadi açıdan esir almışlar ve
her tarafta faiz ağını örmüşlerdi. Arabistan’ın batı kıyısının tam karşısında
Hıristiyan Habeş imparatorluğu hüküm sürüyordu. Bu imparatorluğun bir hâkimi
kısa bir süre önce Mekke’ye ve Kâbe’ye yürümüştü. Aynı dinden olanların nüfuzlu
bir grubu bizzat Hicâz’da ve Yemen’de siyasi ve iktisadî üstünlük sağlamış
durumda idi.
14.1.1.1. Roma,
Yunanistan ve Hindistan
Roma’nın dillere destan olan hipodrom, anfitiyatro, tiyatro ve
arenaları hakkındaki hikâye ve efsânelerle tarih sayfaları doludur. Buralarda
gladyatörler, güreşçiler ve atletler Romalı İmparator, hâkim tabaka ve
zenginlerin zevklerini tatmin etmek amacıyla çeşitli eğlenceli gösteriler
yaparlardı. Bunlardan birçoğu ya müsabakalarda ölürdü ya da vahşi hayvanlara
yem olurlardı.
Arenalarda insanların hayvanlar tarafından parçalanması,
öldürülmesi, diri diri yakılması Romalılar için iyi bir eğlence idi. Bu hususta
savaş esirleri ve köleler her zaman topun ağzında olurlardı ve onları akla
hayale gelmeyen işkencelerle öldürmek halkın en büyük zevkiydi. Aynı gelenek
Yunanistan’da ve Yunanlılara bağlı memleketlerde de yaygındı. Roma ve
Yunanistan’ın ileri gelen hukukçu, filozof ve düşünürleri bile masum insanların
çeşitli şekillerde öldürülmesini uygun görüyorlardı. Aristo ve Platon (Eflâtun)
gibi ahlâk hocaları ve filozoflar bile hamile bir kadına, vücudunun bir parçası
olan cenini veya doğacak bebeği çıkarıp atma ve öldürme müsaadesi verirlerdi.
Başka bir deyimle Eski Yunanistan ve Roma’da kürtaj yasak değildi. Babalar, öz
evlâtlarını öldürme hakkına sahiptiler.
Romalı Hukukçu ve senatörler, babalarının, evlâtları üzerindeki
sınırsız hakimiyet ve üstünlüğünden kıvanç duyarlardı. Stoiklere (Yunanistanda
belli bir felsefeye inananlar) göre intihar kötü bir şey değildi, aksine
övünülecek bir işti. Nitekim, bu felsefeye bağlı olanlar bazen toplantılar
düzenleyerek toplu halde intihar ederlerdi. O kadar ki, Platon gibi bir düşünür
bile intihan kötü saymazdı. Bir kocanın kendi kansım öldürmesi, beslediği bir
hayvanı öldürmesi kadar normal bir fiildi. Bu sebepten dolayıdır ki, Eski Yunan
Hukuk sisteminde bu suç için herhangi bir ceza konmamıştı. Bu gibi vahşi
âdetlerde, kendilerini insancıl ve barışçı olarak göstermeye hevesli olan
Hintliler de diğer milletlerden geri değillerdi, hatta birkaç adım ilerde
idiler. Hindistan’da ölen kocanın cesedi yakılırken karısının yangına atılıp
yanması kendisi için bir kurtuluş yolu ve sevaplı bir hareketti. Bazı kimseler
Hintli kadınların zorla değil, kendi istekleriyle kocalarıyla beraber
yandıklarını söyleyebilirler. Ancak gerçek şu ki toplumun baskısı olmasaydı tek
bir kadın bile diri diri yanmayı göze alamazdı. Nitekim aradan çok uzun zaman
geçtikten sonra bu kötü gelenek resmen ve kanunen yasaklanınca tek bir kadın,
kocasının cesediyle yanmaz oldu.
Hint toplumunda en aşağı kast (tabaka)’ta olan “Şudr”ların
hayatının hiçbir değeri yoktu. Zâten Hindu inançlarına göre Şudrlar, Brahma
denilen hayvanın ayaklarından doğduğu için hiçbir sevgiye ve saygıya lâyık
değillerdi. Toplumun en üst kademesindeki Brahmanlar için Şudrların kanını
akıtmak helâldi. Hindu’ların dini kitaplarındaki Veda’ları Şudr’ların okumaları
şöyle dursun, yalnızca yoldan geçerken okunuşunu kulaklarıyla dinlemeleri bile
büyük bir günahtı. Vedalar okunurken bunları dinlemiş olan bir Şudr’un
kulaklarının sıvı kurşunla doldurularak öldürülmesi sadece caiz değil, gerekli
idi de. Hindu’lar arasında “Jal Parva” denen bir gelenek vardı. Buna göre, anne
ve babalar, doğan ilk çocuklarını kutsal saydıkları Ganj nehri sularına
bırakıyor ve bundan son derece büyük bir dini saadet ve zevk duyuyorlardı.
14.1.1.2. Dünyayı
Saran Şirk Belâsı
Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik görevine başlamadan önce
dünyanın dinî manzarası yürekler açışıydı. Şirk ve putperestlik almış
yürümüştü. Dinsiz ve imansız milletler ağaç, taş, altın, gümüş ve diğer
maddelerden yapılmış çeşitli vücut ve yüz hatlarına sahip olan heykellere
taparlardı. Bu putlar her tip ve her boyda idiler. Tanrı ve tanrıçaların bütün
bir şeceresi çıkarılmıştı, bunların çeşitli kuşaklan vardı. Hiçbir tanrı
karısız, hiçbir tanrıça kocasız değildi. Tanrı ve tanrıçalar İnsanlar gibi,
yemek yeme, içme ve diğer zevklerini tatmin etme ihtiyacını da duyarlardı.
Bunlara tapanlar ise, bu ihtiyaçlarının karşılanması konusunda hiçbir
fedakârlıktan kaçırmazlardı. Müşriklerin büyük çoğunluğu, tanrının insan
kılığına girdiğine ve bazı temsilcileri olduğuna inanırlardı. Gerçi
Hıristiyanlar Tek Allah’a inandıklarını iddia ederlerdi, ama bu tanrının da bir
oğlu vardı. Baba ve oğul tanrıların yanı sıra üçüncü bir tanrı Ruhul Kuds idi.
Ayrıca bazı Hıristiyanlar, tanrının anası ve kaynanası olduğunu da kabul
ederlerdi. Tek tanrıya inandıklarını iddia edenler arasında Yahudiler de vardı.
Fakat Yahudilerin tanrısı da maddiyât ve fizikle ilgili olup pek çok insanî
sıfatları haizdi. Bu tanrı icabında dolaşır ve insan kılığına girerdi. Bazen
kullarından biriyle güreşirdi. Ayrıca, bu tanrının da Üzeyir adında bir oğlu
vardı. Bu dini toplumların dışında Mecûsî (zerdüşt)’ler, yani ateşe tapanlar ile
yıldızlara tapan Sabiîler de vardı.
14.1.1.3. İnsanlar
Arasında Sun’î Bölünme
Çok eski çağlardan beri İnsanlar, aralarında bazı sun’i duvarlar
yaratmaya çalışmışlardır. Bu duvarlar veya dairelerin içinde bulunanlar başka
duvar veya daireler içindeki insanlarla ilişki kurmaktan kaçınmış, onları hor
görmüşlerdir. Bu duvar, daire ve çizgiler tabiat tarafından değil, bizzat
İnsanlar tarafından yapılmıştır. Bunlar herhangi bir aklî ve ahlâkî temel
üzerinde değil, tesadüf neticesinde kurulmuştur. Bu duvarlardan bazısı belli bir
aile, kabile, toplum veya ırkta doğmaktan meydana gelmekte, bazısı da belli bir
coğrafi vahdette, bölgede, belli bir renkte veya belli bir dil konuşan millete
mensup olmaktan ileri gelmektedir. Bu yapay ayırımlar sonucu, sevgi ve saygılar
parçalanmış, bölünmüştür. Kendinden olan ve kendinden olmayan kişi, grup ve
milletler yaratılmıştır. Sevgi ve işbirliği, yabancı olanlara karşı kendi
aralarında sağlamlâştırılmak ve pekiştirilmekle kalınmamış, yabancılardan nefret
etmek ve onlara karşı düşmanlık beslemek de genel bir âdet olmuştur. Sonra bu
kin, nefret ve düşmanlık en çirkin ve iğrenç şekilde kendisini göstermiş,
İnsanlar birbirlerini yemiş, birbirlerine görülmemiş zulüm ve baskı
uygulamışlardır. Bu yapay ayırımın körüklenmesi için felsefeler geliştirilmiş,
din ve mezhepler yaratılmış, kanunlar yapılmış, ahlâk kuralları hazırlanmış,
örf ve âdetler benimsenmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Milletler ve devletler
bunları değişmez birer nizam ve siyaset olarak kabul etmişlerdir. Bu sebepten
dolayıdır ki, Yahudiler, kendilerinin Allah’ın en sevdiği en gözde milleti ve
ümmeti olduğunu iddia etmişlerdir. Yahudilerin geliştirdiği dini nizamda bile
bu sebepten dolayı diğer ırktan olanların hak ve hürriyetleri nispeten daha
sınırlı kalmıştır. Hindu’larda “varn aşaram” felsefesine göre Brahman’ların
toplumun en imtiyazlı ve en üstün tabakası haline gelmesinin sebebi budur.
Hindu’lar’da, aslında bu sun’i ihtilaf en katı şekilde kendisini göstermiş, üst
tabakalardakiler adetâ ilâh derecesine çıkarılırken, alt tabakadakiler,
özellikle “Şudr”lar, “pis”, “iğrenç” ve “âdi”, ilân edilmişlerdir. O kadar ki,
alt tabakadakilerin, üst tabakadakilere dokunmaları bile büyük bir günah haline
getirilmiştir. Beyaz ırkın, siyah ırka revâ gördüğü zulüm Afrika’da, Avrupa’da
ve Amerika’da en kötü şekliyle ortaya çıkmıştır ve siyahilere yapılan insanlık
dışı muameleyi görmek için tarih sayfalarını karıştırmamıza bile gerek yoktur.
Bunun en kötü örneklerini şimdi de görmekteyiz. Çünkü, Avrupalı milletlerin,
Amerika kıtasında Kızılderililer’e ve Avustralya’da vahşî yerlilere ve
genellikle Asya ve Afrika kıtalarında yerli halka yaptıkları zulüm ve insanlık
dışı muamelenin altında da bu üstünlük kompleksi bulunmaktadır. Bu milletler,
hâkim oldukları topraklarda yerli halkı birer hayvan olarak kabul etmiş,
onların can, mal ve namusuna tecavüz etmeyi bir görev bilmişlerdir.
Hakimiyetleri altındaki insanları ve milletleri esir yapmaya, yağma etmeye ve
öldürmeye çalışmışlardır. Aşın milliyetçilik ve ırkçılığın, bir ırk veya
milleti başka bir ırk veya millet için ne kadar vahşi ve kana susamış canavar
haline getirdiğinin son örneğini Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında hepimiz
gördük ve bugün de görmeye devam ediyoruz. Nazilik, Faşizm ve kuzey ırklarının
üstün olma felsefesinin insanlığın başına ne dertler açtığını hepimiz görmüş ve
yaşamışızdır, işte bu büyük yanılgı, çılgınlık ve sapıklığın düzeltilmesi için
Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti inmiştir.
“Ey İnsanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Birbirinizle tanışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak,
Allah indinde en hayırlınız, takvası en fazla olanınızdır. Allah, her şeyi bilir
ve her şeyden haberdardır.” (Hucurat; 13)
14.2. MÜŞRİK ARAPLARIN DİNİ, ÖRF VE
ÂDETLERİ
14.2.1. Müşrik
Arap Toplumuna Genel Bir Bakış
Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden önceki dönemde bütün
dünya cehâlet ve sapıklığın karanlığında bocalarken, Arabistan’ın durumu daha da
feci ve ümitsizdi. Burada karanlık biraz daha fâzla, cehâlet ve dalâlet biraz
daha köklüydü. O çağın ölçülerine göre medeni ve ileri sayılan ülkelerin
yanında Arabistan en geri kalmış ve en az gelişmiş ülke durumundaydı. Coğrafi
ve siyasi durum, Arap yarımadasının, dünyanın diğer ülkelerinden uzak
kalmasına, dolayısıyla daha da geri kalmasına yol açmıştı. Arabistan’ın komşusu
olan İran, Roma ve Mısır’da ilim ve fennin, medeniyet ve kültürün bazı belirgin
özellikleri vardı. Ama Arabistan’da bunlar da yoktu. Büyük Sahra ve geçilmez
çöller ticari kafileler veya askeri güçler için önemli birer engel teşkil
ediyordu. Arap tüccarları, develerin sırtında aylar süren yolculuklarından sonra
dış ülkelere gider ve onlarla ticari alış veriş yaparlardı. Bu tüccarlar sadece
mal alıp satarlardı; bilgi, kültür ve medeniyet ile hiçbir ilgileri yoktu. Bütün
ülkede okuma yazma bilen ve kültürlü olan kişilerin sayısı birkaç düzineyi
geçmezdi. O devirde Arabistan’da ne bir okul vardı, ne kütüphane. Halk da eğitim
ve öğrenimle pek ilgilenmezdi. Arap’lar şüphesiz, üstün ve güçlü bir dile
sahiptiler. Bu dilde her türlü ciddi konular işlenebilirdi. Ne var ki, bize
gelen edebiyat örneklerinden haklarında sağlıklı bir karar vermemize imkân
yoktur. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, bilgilerinin de sınırlı
olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat parçaları, medeniyet ve kültürlerinin çok
düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını, örf
ve âdetlerinin pek ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının hayli bozulduğunu,
kısacası, Arap’ların büyük bir cehâlet içinde olduklarını ortaya koyuyorlar.
Arabistan’da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu.
Devlet kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile
muhtardı. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir
hukuk devleti tasavvuru da hemen hemen hiç yoktu. Her yerde orman kanunu
uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar güçlü ve kaba kuvvetten
yanaydılar. Kim daha güçlüyse başkasının haklarına tecavüz eder, mal-ü mülküne
konardı. Bir Arap bedevisi için kabilesinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve
malını gasp etmekten daha doğal bir şey yoktu.
Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son
derece ilkeldi. Temiz ile kirli, helal ile haram, câiz ile câiz olmayan
arasındaki farkı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri
vahşiydi. Zina, kumar, içki içmek, soygun, cinayet ve kan gütmek Arapların
günlük yaşantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi.
Ulu orta çıplak dolaşmak bir âdetti. Kadınları bile çıplak vaziyette Kâbe’yi
tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile,
doğar doğmaz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümünden sonra
üvey anneleriyle evlenmek de bir anane idi. Yemek yemek, konuşmak ve giyinmek
ile ilgili en basit kuralları bilmezlerdi.
Dini inançlarına gelince,[1]
Arapların durumu, o çağın diğer milletlerinin içinde bulunduğu cehâlet ve
sapıklığın derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma
ve yıldızlara tapma, kısacası, tek Allah’a inanmanın dışında ne kadar çok inanç
ve ibadet şekli varsa hepsi o çağın insanlarında ve Araplarda vardı. Önceki
peygamberlerin talimatları hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar
yalnızca Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in, kendi ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat
bu baba-oğul peygamberlerin dininin ne olduğunu, kime ibadet ettiklerini
bilmezlerdi. Âd ve Semud’un hikâyeleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak
Arap tarihçilerinin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Sâlih ve Hz. Hûd’un
talimatına hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan hemşehrileri
vasıtasıyla İsrail oğullarının peygamberleri hakkında da az çok bilgiye
sahiptiler. Fakat bu bilgiler çok sathî idi.
14.2.2. Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail’e Tabi Olma Konusunda Yanlış İnanç
Cahiliyye devri Arapları, kendilerini Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail’in evlâtları sayıyor ve bu iki peygambere tam olarak bağlı olduklarım
sanıyorlardı. Dini inanç ve düşüncelerinin bozulmasına rağmen dinlerinin, en
üstün ve Allah katında makbul din olduğunu düşünürlerdi. Halbuki, Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail’in getirdiği din tanınmayacak hale gelmişti. Aradan geçen yüzyıllarda
Arapların din adamları, kâhinleri, kabile reisleri ve diğer ilgilileri, akide
ve inançlarda değişiklik yapmış, beğenmedikleri şeyleri dinden çıkarmış,
menfaatlerine uygun olan şeyleri buna eklemişlerdi. Araplarda o zamana kadar
kitap yazma ve tarihi bilgiler toplama geleneği olmadığı için, asıl dinin ne
olduğunu ve buna sonradan nelerin ilave edildiğini tesbit etmek zordu. Bu
sebeple, Arapların dininin tümü şüpheli hale gelmişti. Asıl dinî inanç ve
kurallar ile bid’at, evham, dinde olmayan merasim ve hurafeler arasında ayırım
yapmak zorlaşmıştı.[2]
14.3. MÜŞRİK ARAPLARIN BAZI MEŞHUR
PUTLARI
Lât’ın bulunduğu yer Taif’ti. Beni Sakif bu Tanrı’ya öylesine
bağlıydı ki, Yemen Valisi Ebrehe, aralarında fillerin bulunduğu ordusuyla
Mekke’ye yürüdüğü sırada Taifliler, bu tanrının pulunu korumak ve onların
Kâbe’ye gitmelerini sağlamak için düşman kuvvetlerine ellerinden gelen yardımı
sağladılar. Halbuki, bütün Araplar gibi Benî Sakîf de, Kâbe’nin Allah’ın evi
olduğuna inanırlardı. Lât’ın anlamı konusunda ulema arasında ihtilâf vardır. İbn
Cerir Taberi’nin tetkiklerine göre, Lât, Allah kelimesinin femini (müennesi)dir.
Yani, “Allahün” kelimesi erkeği, “Allahatun” kelimesi de dişisini
belirtmektedir. Zemahşeri’ye göre Lât kelimesinin kökü “leva” ve “yelvî”dır, ki
dönmek ve birinin önünde eğilmek anlamına gelirler. Müşrikler buna ibadet
ettiği, önünde eğildiği ve tavaf ettiği için kendisine Lât denilmiştir. İbni
Abbas ise buna “Latt” derdi ve bunun “letteyelitlü” kökünden geldiğine inanırdı.
Bu kelimeler, bulaştırmak bulandırmak ve batırmak anlamına gelirler. İbn Abbas
ile Mücâhid, Lât’in aslında Taif yakınlarında tepe ve kayalıklarda yaşayan bir
kişi olduğunu ve oradan gelip geçenlere yiyecek ve içecek verdiğini, öldükten
sonra da kendisi için bir anıt dikildiğini beyan etmekledirler. Gerçi bu beyan,
İbni Abbas ve Mücahid gibi çok değerli zâtlarındır, ama bunu kabul etmekte
tereddütlüyüz. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur’ân-ı Kerim’de söz konusu
puta veya heykele Latt değil, Lât denilmiştir. İkincisi, Kur’ân-ı Kerim Lât ve
diğer iki tanrının kadın olduğunu belirtiyor, oysa İbn Abbas ile Mücahid’in
rivâyetlerine göre kendisinin erkek olduğu anlaşılıyor.
Uzza’nın kökü izzet (namus, iffet)’tir. Dolayısıyla, Uzza,
“izzetli” veya “namuslu” demektir. Bu, Kureyş kabilesinin en büyük
tanrıçasıydı. Bu tanrıçanın mabedi, Mekke ile Taif arasında Nahle vadisinde
Hürâz mevkiinde idi. Ben-i Hâşim’in müttefikleri olan Ben-i Şeybân bu
tanrıçanın koruyucularıydı. Kureyş ve diğer aşirete mensup olanlar bu tanrıçaya
ibadet ediyor, dilek ve istekte bulunuyorlardı. Ayrıca her türlü armağan verir
ve kurban keserlerdi. İbn Hişam’ın rivâyetine göre, Ebû Uheyye ölüm döşeğinde
son nefesini verirken Ebû Leheb ziyaretine gitti. Baktı ki Ebû Uheyye ağlıyor,
sebebini sordu: “Ebû Uheyye, nedir bu senin halin? Ölümden mi korkuyorsun?” Ebû
Uheyye dedi ki: “Vallahi Ebû Leheb, ben ölümden korkmuyorum. Beni üzen, benden
sonra Uzza’nın bakımının yapılıp yapılmayacağıdır.” Ebû Leheb de dedi ki,
“arkadaş, sen canını üzme, bu tanrıçaya ibadet ve korunması senin hayatına
bağlı değildir.” Ebû Uheyye bunun üzerine rahat nefes aldı ve sükûnet içinde son
nefesini ver-di.
Menat tanrıçasının mabedi Mekke ile Medine arasında, Kızıldeniz
sahilinde Kudeyd mevkiinde idi. Bu tanrıçaya özellikle Beni Hüzâ’a, Evs ve
Hazreç’e mensup olanlar bağlıydı. Bu tanrıça için hac ve tavaf yapılırdı ve
kurbanlar kesilirdi. Hac mevsiminde, hacılar Kabe’de Beytullah’ı tavaf ettikten
sonra, Arafat ve Mina’ya geçer ve oradan Menât’ı ziyaret etmeye giderlerdi. Bu
tanrıçayı tavaf etme niyetini önceden yapmış olanlar ise, Safa ve Merve arasında
koşmazlardı.
Kur’ân-ı Kerim’in Nûh suresinde, Arapların sonradan tapmaya
başladıkları Nûh kavmine ait olan bazı tanrı, tanrıça ve putların isimleri
vardır. İslâmiyet’in doğuşundan önce bu putlar için Arabistan’ın çeşitli
bölgelerinde mabedler yapılmıştı. Araplar, Nûh tufanından kurtulmuş olan bazı
kimselerden, eski tanrı ve tanrıçalarının adlarını öğrenmiş olabilirler. Nûh
kavminde tekrar şirk baş gösterince veya evlâtlarından putperestlikle ilgili
inanç ve fikirler daha sonraki kuşaklara geçince çeşitli putlar yapılmış ve
tapmaklar inşa edilmiş olabilir. Nûh kavminin belli başlı putları şunlardı:
Vedd, Kudâ’a kabilesinin bir kolu olan Ben-i Kelb bin Vebre’nin
tanrısıydı. Bu tanrının mabedi Dûmet-ul Cendel’de idi. Arabistan’dan çıkarılan
kitabelerde bu tanrının ismi Veddem Ebem (Vedd Baba) olarak geçmiştir. Kelbî’ye
göre Vedd’in putu, dev ve heybetli bir erkek gibiydi. Kureyşliler de Vedd’i
tanrı olarak kabul ediyorlardı ve çeşitli heykellerini yapmışlardı. Kureyşliler
buna “Vudd” derlerdi. Tarihte bir kişinin adı Abd-i Vudd (Vudd’un kulu) olarak
kaydedilmiştir.
Bu, Hüzeyl kabilesinin tanrıçasıydı. Heykeli de bir kadın
gibiydi. Bunun mabedi, Yenbu yakınlarında Rubât mevkiinde idi.
Yeğûs, Tay kabilesinin bir kolu olan En’um ve Mezhic kabilesinin
bazı kollarının mabuduydu. Mezhicliler, bunun putunu Yemen ile Hicâz arasında
Cürş mevkiinde yapmışlardı. Bu put bir aslan şeklinde idi. Kureyşlilerden
bazılarının Abd-i Yeğûs olduğu tesbit edilmiştir.
Ye’ûk, Yemen’in Hemdan bölgesinde yaşayan Hemdan kabilesinin bir
kolu olan Hayvanlıların tanrısıydı. Bunun heykeli at şeklinde idi.
Bu, Himyer bölgesinde yaşayan aynı ismi taşıyan kabilenin Âl-i
Zül-Kula’ kolunun mabuduydu ve Belha’ yakınlarında bir akbaba şeklinde putu
vardı. Sabâ (Sebe’)’dan çıkarılan kitabelere göre bunun adı “Nesûr”du. Sabahlar,
Nesûr’un mabedine Nesûr Tapınağı ve buranın kâhinlerine Nesûr sahipleri
derlerdi. Arabistan’da çeşitli bölgelerde bulunan tarihi kalıntılar ve
harabelerde tapınaklar üzerinde çok sayıda akbaba heykeli ve kabartmaları
görülmüştür.
“O en güzel yaratanı bırakıp da, Bal’a (puta) mı tapıyorsunuz? (Sâffât;
125)
Ba’al’ın sözlük anlamı “ağa”, “efendi”, “reis” ve “sahip”tir. Bu
kelime kocalar için de kullanılıyor. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde
bu kelime bu anlamda kullanılmıştır. (Meselâ, Bakara suresi, âyet; 228, Nisa
suresi, âyet; 127, Hûd sûresi, âyet; 72 ve Nûr sûresi; âyet: 31’e bakın.) Fakat
eski çağlarda Sami kavmi bu kelimeyi tanrı veya ilâh anlamında kullanırlardı ve
Ba’al bir tanrının adıydı. Bu, özellikle Lübnan’da yaşamış olan Fenikelilerin en
büyük ilâhıydı. Bu tanrının karısı, Istârât ise Fenikeliler’in en büyük
tanrıçasıydı. Tarihçi ve araştırmacılar arasında, Bâal’ın güneş mi yoksa Jüpiter
mi, Istârât’ın da ay mı yoksa venüs mü anlamına geldiği konusunda ihtilaf
vardır. Fakat, Ba’al’ın Babil’den Mısır’a kadar Ortadoğu’nun önemli bir
bölümünde, özellikle, Lübnan, Suriye ve Filistin’de geniş halk kitleleri
tarafından tapınılan bir tanrı olduğu tarihte sabittir, İsrail oğulları, Mısır’ı
terk ederek Filistin’e ve Ürdün’e yerleştikten sonra yerli müşriklerle
akrabalıklar kurunca ve sosyal bağlarım genişletince kendileri de putperestliğe
esir düştüler. Bundan sonra İsraillilerin önemli bölümü da Ba’al’ı tanrı olarak
kabul etmeye başladı, İncil’in ifadesine göre, İsrail oğulları arasında bu
yozlaşma ve bozulma, Hz. Musa (a.s.)’nın ilk halifesi Hz. Yûşâ’ bin Nun’un
vefatından sonra belirgin bir hal aldı:
“Ve İsrail oğulları, Allah’ın önünde kötülüğe ve Ba’alim’e
tapmaya başladılar… ve onlar Hüdâvend’i terk edip Ba’al ve lstârât’a ibadet
etmeye başladılar.” (Kuzât; 2: 11-13)
“Ve İsrail oğulları, Ken’anın, Hitit, Âmur, Firizzi, Havi ve
Yebusiler arasına yerleştiler. Onların kızlarıyla evlendiler ve kendi kızlarını
da onlara vermeye başladılar. Ve onların ilâhlarına ibadet etmeye başladılar.”
(Kuzât; 2: 5-6)
İsrail oğulları arasında Ba’al’a tapmak öylesine yaygınlaşmıştı
ki, İncil’in rivâyetine göre, köylerinden birinde Ba’al’a adanmış bir mezbaha
kurulmuştu. Bu mezbahada kurbanlar kesilirdi. Dindar İsraillilerden biri bu
duruma tahammül edemedi ve bir gün bu mezbahayı yıkıverdi. Ertesi gün halk
galeyana geldi ve kurban yerini yıkan kişinin derhal yakalanıp
cezalandırılmasını istemeye başladı. İsrail oğulları arasındaki bu şirk, Hz.
Samuel, Talût, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman (a.s.) tarafından büyük ölçüde ortadan
kaldırıldı. İsrail oğulları bir süre için tek Allah’a itaat etmeye başladılar.
Ne var ki, Hz. Süleyman’ın vefâtından bir süre sonra İsrail oğulları arasında
şirk fitnesi yeniden baş gösterdi ve özellikle Filistin’in kuzey bölgelerinde
Ba’al’a ibadet etme geleneği yeniden başladı.
14.3.6.
Putperestliğin Yanı sıra Üstün Bir Tanrı Fikri
Müşrik Araplar her ne kadar müşrik ve putperest ise de büyük ve
üstün bir Tanrı kavramını biliyorlardı. Araplar, gök ve yeryüzünün sahibinin
Allah olduğunu teslim ediyorlardı. Gece ile gündüzü bu tanrının yaptığını, güneş
ile ayı bu tanrının doğdurup batırdığım sanıyorlardı. Bu işlerden hiçbirinin Lât,
Uzza, Hübel veya başka bir tanrı tarafından yapılmadığına inanıyorlardı.
Kur’ân-ı Kerim, Arapların dini inançlarının esasının ne olduğunu
çeşitli yerlerde belirtmiştir. Meselâ, Zuhruf sûresinde şöyle denilmiştir:
“Onlara, ‘kendilerini kimin yarattığını sorsan, ‘Allah’ derler.”
(Âyet; 87)
Ankebût sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Eğer onlara; ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir, güneş ve ayı
musahhar kılan kimdir?’ diye sorsan, ‘Allah’tır’ derler… Eğer onlara, ‘Gökten
suyu indirip onunla ölümünden sonra yeri canlandıran kimdir?’ diye sorsan,
‘Elbette Allah’tır’ derler.” (Âyet; 61)
Mü’minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Habibim de ki, ‘Eğer biliyorsanız söyleyin, yeryüzü ve onda
olanlar kimindir?’, ‘Allah’ındır’ diyecekler. Sen de ki ‘O halde, düşünüp ibret
almaz misiniz?’ De ki: Yedi göğün ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?’ ‘Allah’ındır’
diyecekler. De ki, ‘Her şeyin mülkü tasarrufu kimin elindedir? O korur, kendisi
ise korunmaya muhtaç değildir.’ (Yine): ‘Allah’ındır’ diyecekler…” (Ayetler;
84-89)
Diğer bazı misaller şunlardır:
“De ki, ‘Gökten ve yerden size rızık veren kimdir?’ O, kulaklara
ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden ve ölüyü diriden çıkaran kimdir?
Bütün işleri tedbir (ve idare) eden kimdir?’ Onlar, ‘Allah’tır’ derlet . (Yunus;
31)
“Sizi, karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta gemiye binip
güzel bir hava ile gittikleri zaman ferahlanırlar, şiddetli rüzgâr gelip her
taraftan dalgalar üstlerine hücum eylediğinde boğulacaklarını zannederler. Ve
kemal-i ihlâs ile: ‘Eğer bizi bundan kurtarırsan sana şükür edenlerden oluruz’
diye dua ederler. Vakıa ki, Allah onları kurtarır, derhal yeryüzünde haksız
yere azgınlık yaparlar.” (Yunus; 22-23)
Aynı duruma İsra sûresinde de temas edilmiştir:
Size, denizde bir sıkıntı ve zarar dokunursa O’ndan (Allah’tan)
başka taptığınızı unutursunuz. Fakat o sizi ondan kurtarıp çıkarınca, yine yüz
çevirirsiniz.”. (İsrâ; 67)
14.3.7. Mal ve
Mülkte Allah ve Diğer Tanrıların Payı
Müşrik Araplar, toprağın Allah’ın olduğuna inanıyor, mahsullerin
de O’nun emriyle yetiştiğini biliyorlardı. Hayvanların malikinin Allah olduğuna
da iman ederlerdi. Fakat, kendilerine nimetlerin; zenginliklerin ve diğer
imkânların tanrı, tanrıça, cin, melek, gökteki yıldızlar ve büyük evliyaların
ruhlarının sayesinde ihsan edildiğini sanıyorlardı. Araplar bu tanrı, tanrıça ve
ruhların, kendileri ile Allah arasında birer araç olduğunu ve bunlar kızdığı
takdirde her şeyden mahrum olacaklarını zannediyorlardı. Dolayısıyla, bunları
memnun etmek üzere tarlalarından elde ettikleri mahsuller ile hayvanlarını ikiye
bölerek, birini Allah’a, diğerini bunlara adıyorlardı. Allah’a adıyorlardı, zira
tarla ve hayvanları O’ndan geliyordu. Tanrı, tanrıça ve cin ile perilere
adıyorlardı, zira onları kendi aile ve kabilelerinin koruyucusu sanıyor ve
onları memnun etmek istiyorlardı.
14.3.8. Putları,
Allah’a Tercih Ediyorlardı
Fakat, Araplar, Allah için ayırdıkları payı çeşitli bahanelerle
azaltıyorlardı. Çaba ve uğraşları, tanrı, cin ve periler için ayrılan payı
büyütmek yönünde idi. Bu davranışları, bu tanrıları ve putları Allah’a tercih
ettiklerini gösteriyordu. Bu itibarla, Allah adına ayrılan hububat, meyve ve
diğer mahsuller tartılır veya ölçülürken dökülen kısımlar tanrıların payına
katılırdı. Bunun aksine, Allah’ın ortaklarına adanan ürünlerden bazısı düşer
veya dökülürken, dökülen kısım yine kendi paylarına konurdu. Bunun gibi,
putlara ayrılan tarlanın bir bölümünden su, Allah’a adanan bölüme aktığı zaman,
ikinci bölümün mahsulleri de ilkine ilâve edilirdi. Fakat Allah’a ait olan
tarla veya bunun belli bir bölümünden tanrıların tarlasına su aktığı zaman bu
âdet tekrarlanmazdı. Aynı şekilde geniş çapta kuraklık veya açlık baş gösterince
Arap’lar, Allah için ayrılan payı yerlerdi, ama tanrılara adanan kısma, bir
afete veya azaba yakalanırız korkusuyla dokunmazlardı. Eğer herhangi bir
nedenle, tanrıların payı azalmışsa bu eksiklik, Allah’ın payından tamamlanırdı.
Fakat, Allah’ın payı eksik olduğu zaman, tanrıların payından tamamlanmıyordu. Bu
duruma itiraz edenlere çok iyi cevaplar yetiştiriyorlardı. Meselâ, Allah’a ne
lâzım, O büyüktür, O’nun payı azalsa da fark etmez, oysa tanrı ve tanrıça küçük
derecedeki yaratıklardır, hatta bizden biridirler, bizim gibi muhtaçtırlar,
kendilerine düşen payı vermezsek bize kızarlar, bize kötülük yaparlar.
Arap’ların bu cahilliğini anlayabilmek için şunu da bilmeliyiz
ki Allah’a ayırılan mal ve mülkün payı dilenci, fakir, fukara, yolcular ve
yetimler için ve diğer hayır işlerde kullanılırdı. Tanrılara, cinlere ve
ruhlara ayrılan pay ve adaklar ya doğrudan dini çevre ve kâhinler ile rahiplerin
cebine giderdi ya da mabedlere ve putlara sunulurdu, ki bunlar dolaylı olarak
yine kâhin ve rahiplere giderdi. Bu rahipler, kendi paylarının azalmaması ve
çıkarlarının zedelenmemesi için her ne pahasına olursa olsun tanrılara ayrılan
payın azalmaması hususunu cahil Arap’lara inandırmışlardı.
14.3.9.
Müşriklerin Cehâleti ve Sapıklığı
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, müşrik Araplar, Allah’ın verdiği
nimetleri inkâr etmiyorlardı. Bu nimetlerin, Allah’ın lütfu ve ihsânı olduğuna
da itirazları yoktu. Fakat bu nimet ve ihsanlardan dolayı Allah’a şükranlarını
bildirirken, bazı diğer tanrı ve cinler ile meleklere de teşekkür etmeyi ihmal
etmiyorlardı. İşte Arapların en büyük yanılgısı burada idi.
Kur’ân-ı Kerim bu tavır ve hareketi, “Allah’ın nimetlerini
inkâr” olarak nitelendirmiştir ve bir çeşit nankörlük saymıştır. Zaten İnsanlar
arasındaki ilişkilerin genel kuralı da budur. Sezar’ın hakkı Sezar’a
verilmelidir. Bir kişi başka bir kişiye iyilik yapmışsa ona tabiatıyla teşekkür
edilmelidir, ama bu iyilikte zerre kadar payı olmayan üçüncü bir kişiye
teşekkür ve bağlılık bildirilmesi nezaket ve medeniyet kurallarına tamamıyla
aykırı bir harekettir.
Şüphesiz Araplar müşrikti ve şirkin bazı kötü alışkanlıklarına
yakalanmışlardı. Fakat konunun derinliğine inecek olursak, bu şirkin temeli pek
sağlam değildi. Arapların şirki yüzeyseldi ve yeterince kök salmış
değildi.Gerçekten de şirkin kökü hiçbir yerde derin olmaz. Tevhid veya tek Allah
kavramı ise şu veya bu şekilde vardı. Hatta diyebiliriz ki, Arap’ların inancının
özü tek Allah fikriydi, ama bu kavram çeşitli dış etkenler yüzünden saklanmış
veya görünmez olmuştu. Araplar arasındaki tek Allah kavramını güçlendirmek ve
ortaya çıkarmak için yüzeydeki şirk ve çok tanrı fikrinin tozunu kaldırmak ve
temizlemek gerekliydi.
Cahiliyye devrinde meydana gelen çeşitli olaylar görüşümüzün
lehinde delil olarak kullanılabilir. Meselâ, Ebrehe’nin Mekke’ye ve Kâbe’ye
saldırdığı sırada küçük, büyük herkes Kâbe’de bulunan put ve diğer ilâhların bu
âfeti defedecek güçte olmadığını kesinlikle biliyordu. Tek Allah’a olan büyük
inanç ve güven dolayısıyla Kureyşlilerin tümü, Allah’ın evini ancak Allah’ın
koruyacağından ve istilâcılara büyük bir ders vereceğinden emindiler. Eshâb-ı
fil veya Ebrehe ve ordusunun bozguna uğraması ile ilgili olarak o devrin
şairleri tarafından yazılan şiir, kaside ve dörtlükler, Arap’ların Allah’a olan
sonsuz güvenini ortaya koymaktadır. Bu şiirlerin her kelimesi, istilâcıların
mahv ve perişan olmasını, Allah’ın kudretinin bir işareti olarak telakki
etliklerini göstermektedir. Fakat, aynı zamanda şirkin kötü örnekleri de ortaya
kondu. Nitekim, Ebrehe Mekke’ye saldırmadan önce Taiften geçerken, Taifliler,
kendi ilâhları olan Lat’a bir zarar gelmesin diye, Kâbe’nin tahrip edilmesi
işinde kendisine yardım edeceklerini belirttiler. Bu iş için kendisine bir
kılavuz da verdiler, ki dağlık bölgelerden kolayca geçebilsin. Kureyşliler bu
acı hadiseyi uzun yıllar unutamadılar ve Ebrehe’ye kılavuzluk yapmış olan
Taif’li adamın mezarına taş attılar ve lânet yağdırdılar.
Bunun dışında, Kureyşliler ve diğer Arap’lar, Hz. İbrahim
(a.s.)’e büyük bir hürmetle bağlıydılar. O’nun getirdiği din ve inançlara,
aradan geçen uzun yıllarda hayli değiştirmiş olmalarına rağmen, sahip çıkmaya
çalışırlardı. Kendi dini sosyal örf ve âdetlerinin, Hz. İbrahim’in dininin bir
parçası olduğunu, putlara hiçbir zaman tapmadığını da bilirlerdi. Bu konuda
muhtelif rivâyetlere sahiptiler. Araplar ayrıca, kendilerinin hangi tarihten
itibaren putperest olduklarını hangi putun hangi yerden geldiğini ve hangi putun
ne özellikler taşıdığını da çok iyi bilirlerdi.
Araplar görünürde putlara ibadet ediyor ve pek çok şeyleri için
onlara müracaat ediyorlardı. Fakat bunlara büyük saygı gösterdikleri ve yüce bir
mevkide olduklarını sandıkları söylenemez. Nitekim, duaları, dilek ve
isteklerine aykırı herhangi bir hadise zuhur ettiğinde tanrı ve tanrıçalarına
saygısızlık ve hakaret etmekten çekinmezlerdi. Arap’lardan biri, babasının
katilinden intikamını almak istiyordu. Bu maksat için Zül-Halasa adlı putun
yanına giderek arzusunu dile getirdi ve fala baktırdı. Çıkan falda intikam
alınmaması tavsiye edilmişti. Bu falı görünce öfkelendi ve şu mısraları
söyledi:
“Ey Zül-Halasa, değer sen, benim yerimde olsaydın
Ve senin baban benim babam gibi öldürülmüş olsaydı
O zaman sen ‘zâlimlerden öç alma’ diye rezil bir şey
söylemezdin.”
Başka bir Arap vatandaşı bereket için deve sürüsünü Sâ’d adlı
bir tanrıya götürdü. Sâ’d heybetli bir put olup, üzerine kurban kanı
sürülmüştü. Develer bu heykeli görünce ürkerek kaçıştılar. Arap vatandaşı
develerinin böyle sıçramalarından öfkelendi ve putu taşlamaya başladı. Aynı
zamanda da, “Allah kahretsin, alçak tanrı, ben deve sürümü, bereket olsun diye
sana getirdim, ama sen onların kaçmalarına sebep oldun” diye söyleniyordu.
Bazı putlar vardı ki, haklarında ağza alınmayacak dedikodular
yapılırdı. Bu dedikodulardan biri Safâ ve Merve’de bulunan İsâf ve Naile adlı
iki put ile ilgiliydi. Rivâyetlere göre, bunlar aslında bir erkek ve bir
kadındı, ama Kâbe’de zina yaptıkları için Allah tarafından taşa çevrilmişlerdi.
“Marifetleri” böyle olan tanrıların ne kadar saygıya değer oldukları hesap
edilebilir.[3]
14.3.10.
Geçmişteki Ermiş ve Sâlih Kişilerin Putları
Arap kabilelerinden Rabia, Gassân, Kelb, Tağlib, Kudâ’a, Kinâne,
Hars, Ka’b ve Kinde’de çok sayıda Hıristiyan ve Yahudiler vardı. Bu Ehl-i Kitap
da evham, ve hurafelere esir düştükleri için dinlerinin asıl şekilleri bozulmuş
ve aralarına birçok batıl itikat ve inançlar yerleşmişti. Her iki dine mensup
olanlar, peygamberlerine, evliyalarına, havari ve şehitlerinden birçoğuna
tapmaya başlamışlardı. Aslında müşrik Arap’ların çoğu eskiden alelâde insan
iken sonradan ilâh ve tanrı derecesine çıkarılan kişilere taparlardı. Sahih-i
Buhari’nin rivâyetine göre Vedd, Suvâ’, Yeğûs, Ye’ûk ve Nesr, hepsi eskiden
ermiş kişilerdi, fakat sonradan birer tanrı haline getirilmiş ve putları
dikilmişti. (Râvî: İbn Abbas), Hz. Aişe’nin rivâyetine göre, İsâf ve Naile
eskiden insandılar. Benzeri rivayetler Lât, Menat ve Uzza hakkında da vardır.
Yine Arapların rivâyetlerine göre, Lât ile Uzza’yı Allah o kadar severdi ki,
kışı Lât’ta, yazı da Uzza’da geçirirdi.
Nahl suresinde (21. âyet) bazı sun’i ve yalan tanrı ile
tanrıçalar tekzip edilmiştir. Bunlardan, melek, şeytân, cin veya ağaç ve taştan
yapılmış putlar değil, mezar ve mezardakiler kastedilmiştir. Çünkü melek, cin
ve şeytanlar hiç olmazsa yaşıyorlar. Halbuki, söz konusu sûrede, “onlar, diri
değil ölülerdir” denilmiştir. Ayrıca, şunlar da ilâve edilmiştir: “Ne zaman
dirileceklerini de bilmezler”. Zâten ağaç veya taştan olan putlar için
dirilmek söz konusu olamaz. Demek ki, Arap’lar geçmişte ölmüş ve mezara girmiş
derviş, evliyâ, sâlih ve şehitlerin ruhlarına yalvarır, çeşitli dilek ve istekte
bulunurlardı. Bu gerçekler ortada iken, cahiliyye döneminde Arabistan’da
ölülere ve mezarlara tapılmadığını söylemek isteyen varsa, onun Arabistan’ın
tarihinden haberi olmadığını söyleyebiliriz.
14.3.12.
Meleklerin Kadın Şeklindeki Putları
Arap tarih kitaplarından, Kureyş, Cüheniyye, Ben-i Seleme,
Hüza’a, Ben-i Müleyh ve bazı diğer kabilelerin, melekleri Allah’ın kızları
olarak kabul ettikleri anlaşılıyor.[4]
Arap kabileleri, melekleri tanrıça haline getirmişlerdi ve putlarını kadınların
vücudu ve yüz hatları gibi yapmışlardı. Araplar bu putlara kadın elbiseleri ve
mücevher giydirirlerdi, ibadet ederlerdi, dilek ve istekte bulunurlardı.
14.3.13. Kaderi
Bahane Ediyorlardı
Arap’lar kendi putperestliklerinin de kaderin bir cilvesi
olduğunu söylerlerdi. Derlerdi ki, putlara tapmak kaderimizde yazılıymış, Allah
da bunu istiyormuş, biz ne yapalım? Allah’ın bir işten razı olup olmamasının
ölçüsü bazı işleri oluruna bırakmasından değil, O’nun mukaddes kitabından
anlaşılabilir. Cenâb-ı Allah’ın bazı kötülüklerin yapılmasına bu dünyada olmak
kaydıyla, izin vermesi, o işin doğruluğunu veya mukadder olduğunu göstermez.
Gözlerimizin önünde her gün çeşitli suçlar işleniyor, örneğin hırsızlık, fuhuş,
zina, soygun ve cinayet. Bunların suçlusu derhal Allah tarafından
cezalandırılmıyorsa veya bizzat suç işlenmeden önlenmiyorsa, bunların haklı ve
yerinde olduğu ileri sürülebilir mi?
14.3.14. Ataları
Körü Körüne Taklid
Arap’lara, şirki neye dayanarak yaptıkları sorulduğu zaman, bu
işi atalarının yapa geldiklerini söylerlerdi. Demek ki, bir din veya mezhebin
doğruluğu ve haklılığını, bir insan toplumunun ecdadının bunları aynen kabul
etmelerine bağlıyorlardı. Halbuki, kendisine büyük saygı duydukları, din ve
geleneklerine bağlı olmakla iftihar ettikleri Hz. İbrahim, (a.s.) atalarının
dinini reddetmiş, babasının taptığı putları kırmıştı. Hz. İbrahim, akıllı ve
mantıklı bir izahatı ve dayanağı olmayan seleflerinin dini inançlarını bir
tarafa itmişti. Arap’lar madem ki atalarını taklid edeceklerdi, o zaman
atalarının en büyüğü olan Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in izlerinden niye
gitmediler ve niçin daha sonraki sapık atalarının yolunu takip ettiler?
14.3.15.
Putperest Arap’ların, Hıristiyanların Batıl İnançlarını Örnek Almaları
Arap’lara, Allah’tan başkalarının da ibadete lâyık olduğu ve
Allah’a ortak koşulduğunun hangi dinde ve hangi kutsal kitapta yazıldığı
sorulduğu zaman hemen Hıristiyanları örnek olarak gösterirlerdi. Derlerdi ki,
bakın şu Hıristiyanlara ve onların kutsal kitaplarına. Onlar, Meryem oğlu Hz.
Îsa’yı “Allah’ın oğlu” ve bir “tanrı” olarak kabul etmemişler midir? Fakat asıl
soru bir ümmetin şirk edip etmediği değil, o ümmetin dininde böyle bir şeyin
olup olmadığı idi. Hz. Îsa (a.s.), kendisi hiçbir zaman Allah’ın oğlu olduğunu
söylemiş miydi? Tek Allah’tan başka bir ilâha iman edilmesini, ibadet
edilmesini istemiş miydi? Tabii ki, hayır. O’nun mesajı da diğer bütün
peygamberlerin mesajı gibiydi. Ama ne çare ki, O’nu ve O’nun talimatını unutan
Hıristiyanlar Arap’lara kötü örnek teşkil ediyorlardı.
14.3.16.
Müşriklerin Tanrılarının Çeşitleri
Dünyada her zaman olduğu gibi Arabistan’da da cahiliyye
devrinde, müşriklerin Allah’a ortak koştukları, ibadet ettikleri ve her konuda
başvurdukları tanrılar üç çeşitti: Birincisi, Ruhsuz (cansız) ve akılsız
yaratıklar. İkincisi, geçmişte yaşamış olan büyük şahsiyetler. Üçüncüsü,
kendileri de sapık olan ve başkalarını doğru yoldan saptırmış olan kişiler.
Birinci çeşit, tanrı, tanrıça, ilâh veya mabudların, kendilerine ibadet
edenlerin dua ve ibadetlerinden habersiz olmaları gayet doğaldır, ikinci tür
tanrıların da, kendilerine tapanların dua, arzu ve isteklerinden habersiz
olmalarının iki sebebi vardır: Evvelâ, kendileri bu dünyadan göçüp gittikleri ve
halen öbür dünyada bulundukları için, insanların dilek ve istekleri kendilerine
doğrudan ulaşamaz. Ayrıca, bu dua, dilek ve istekler dolaylı olarak da, yani
Allah veya O’nun melekleri tarafından da kendilerine ulaştırılmaz. Üçüncüsü,
tanrı ve tanrıçaların da insanların dilek ve isteklerinden habersiz olmalarının
yine iki sebebi vardır: Birincisi, hayatta iken işledikleri suçlar ve
günahlardan dolayı birer âdi suçlu olarak Allah tarafından çeşitli cezalara
çarptırılmışlar ve halen zindan veya başka bir deyimle Cehennem’de
bulunuyorlar, ikincisi, Allah’ın emrinde olan melekler de kendilerine gidip,
dünyada yarattıkları fitne ve fesâdın devam ettiği konusunda da herhangi bir
bilgi vermezler. Çünkü fitne ve fesâdlarının büyüdüğü, hatta kendilerinin birer
tanrı haline getirildiğini duyunca memnun olur ve övünürler ve Allahu Teâlâ
bunların memnun olmalarını islemez.
Dünyada tanrı ve tanrıça ilân edilen bütün melek, cin, ruh,
atalar, peygamber, evliyâ, derviş ve şehitler, Mahşer’de kendilerine tapanlara
zerre kadar yardım edemeyeceklerdir. Zira putperestler ve müşrikler bu yaratık
ve şahsiyetlere sahip bulunmadıkları sıfat ve özellikler yakıştırmış ve üzerinde
Allah’ın hakları olan şeyleri bunlara gereksizce ve haksızca adamışlardır.
Müşriklerin hiçbir rica, minnet, feryad ve yalvarışı Mahşer’de ve Allah’ın
mahkemesinde duyulmayacaktır. Taptıkları yaratık ve şahsiyetler, onların ibadet,
dua ve yalvarışlarından haberdar olmadıklarını yüzlerine söyleyeceklerdir.
14.3.17.
Arabistan’da Fuhuş ve Fahişeliğin Çeşitleri
Arabistan’da insanların genel ahlâkının bozulmuş olması
nedeniyle fuhşun her çeşidi yaygındı, fahişelik de almış yürümüştü. Araplar
arasında umumiyetle fahişeliğin iki çeşidi revaçta idi. Bunlardan biri ailevî
fahişelik ve diğeri genelevdeki fahişelikti. Ailece veya aile içinde fahişelik
yapanların çoğu, herhangi bir koruyucusu olmayan, serbest bırakılan
cariyelerdi. Fakat bunların bazıları bir aile veya kabilenin desteğine de sahip
olurlardı. Cariye olmayan kadınlar da bu mesleğe girmiş olanlardandı. Bu
kadınlar aynı zamanda birkaç erkeğin metresi olarak yaşarlardı. Umumiyetle bir
ev tutarlardı ve kendileriyle anlaşmış olan birkaç erkek bu eve gelirlerdi.
Erkekler hem cinsel ihtiyaçlarını giderir hem evin geçimine katkıda
bulunurlardı. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, çocuğunun kime ait olduğunu
söylerse o, onun babası olurdu. Güya bu toplu metres hayatı, cemiyetin kabul
ettiği belli kurallar arasında idi. (Bk: Ebû Dâvûd) ikincisi, açık fahişelik
mesleği idi. Bu tamamıyla cariye kızlara dayanıyordu. Bu fahişeliğin de iki
çeşidi vardı. Birincisi, bazı kimseler cariyelerini birer metâ gibi görür ve
onları çalıştırıp para kazanmaya bakarlardı. Âdet olduğu üzere, cariyelerinden
her ay yüklü para getirmelerini isterlerdi. Bu zavallı kızlar para bulmak için
mecburen fahişelik yaparlardı. Zâten istenilen büyük meblağı kazanmak için
vücutlarını satmaktan başka bir çare yoktu. Bu fahişeliğin ikinci türü, genelevi
açmaktı. Zengin genç kişiler genç ve güzel cariyelerini evin belli bir köşesine
oturtur ve evin üzerine bayrak ve buna benzer bazı işaretler koyarlardı. Bu
işaretleri gören kişiler “ihtiyaçlarını” nerede giderebileceklerini hemen anlar
ve o tarafa yönelirlerdi. Bu cariyelere “kalikiyât” ve evlerine “Mevâhîr”
denilirdi. Çok zengin kişiler ve kabile reisleri bu tür genelevleri açmışlardı.
Hz. Peygamber(a.s.)’in Medine’ye gelişinden önce Medineliler tarafından “kral”
olarak ilân edilmesi beklenen ve daha sonra Hz. Ayşe (r.a.)’ye iftirada bulunan
Abdullah bin Übeyy, -ki İslam tarihinde münafıkların lideri olarak geçmiştir-
böyle bir genelevin sahibiydi. Bu genelevde 6 güzel cariye vardı. Abdullah bin
Übeyy, bunlar vasıtasıyla sadece servetine servet katmıyor, kendisine gelen
misafirlerine iyi bir hizmet yapmalarını temin ediyor ve ayrıca bu cariyelerden
doğan gayri meşru çocukları uşak ve hizmetçiler ordusuna katıyordu.
14.3.18. Putların
Önünde Fallara Bakılması
Müşrik Arap’lar, fallarına bakmaları için Kâbe’de bulunan
Hübel’e giderlerdi. Bu put fallara mahsustu. Arap’lar bu puta giderek geçmiş
veya gelecekten haber almak isterlerdi, kısmetlerinin açılıp açılmadığını
öğrenirlerdi ve bazen kavga ve anlaşmazlıkları hakkında verecekleri kararı
tesbit ederlerdi. Bu putun önünde 7 ok bulunuyordu ve her okta bazı söz ve
cümleler yazılıydı. Müşrikler, herhangi bir iş yapmak, kayıp olan bir şey
hakkında bilgi almak veya, bir kan davasında takip edilecek yolu belirlemek
üzere Hübel tanrısının putuna gider. Orada bulunan kâhin ve falcıya fal
bakmasını söyler, dua eder ve falcıya bir ücret veya adak verirlerdi. Falcı,
okları kullanarak fala bakar ve neticeyi kendilerine bildirirdi.
Müşrik Arap’lar, bazen tarlalarının mahsûllerini veya
hayvanlardan bazısını tanrılara ayırırlardı. Bu hediye ve adaklara kimse
dokunmazdı ta ki söz konusu tanrıya veya puta sunuluncaya kadar. Adaklar putlara
veya mâbedlere sunulduktan sonra ancak bazı belli başlı kişiler bunları
kullanabilir veya yiyebilirdi.
Arap’lar bazı arzu, dilek ve isteklerde bulunurken özellikle
hayvanlarını putlara adarken Allah’ın adını kullanmazlardı. Bu adak hayvanlara
binerek hac yapmak caiz değildi. Zira, hac ve tavaf yaparken Allah’ın ismini
kullanma mecburiyeti vardı. Aynı şekilde bu hayvanlar sağılırken, kesilirken
veya etleri yenilirken de Allah’ın adının anılmamasına özen gösterilirdi.
Arap’lar arasında adak hayvanlar hakkında yaygın olan bir batıl
inanç da, bu hayvanlardan doğan yavruların etini sadece erkeklerin yemesiydi,
kadınlar bu ete dokunmazlardı. Fakat aynı yavru hayvan ölünce veya ölü doğduğu
takdirde kadın erkek herkes etini yiyebilirdi.
14.3.20.
Hayvanların Başıboş Bırakılması
Cahiliyye devrinde, çeşitli dini sebeplerden evcil hayvanların,
damgalanarak veya vücutlarının bir yerine işaret yapılarak, serbest bırakılma
geleneği de vardı. Serbest bırakılma şekline göre hayvanlara çeşitli isimler de
konurdu:
Bahire: Beş defa doğurmuş ve sonuncu defada erkek yavru doğurmuş
olan dişi deveye denilirdi. Bu dişi deve, kulakları delindikten sonra serbest
bırakılırdı. Bundan sonra kimse buna binmez, sütünü sağmaz, içmez, boğazlamaz
ve tüylerini kesmezdi. Bu dişi deve istediği tarlada, mer’ada ve çayırlıkta
otlayabilir, istediği yerden su içebilirdi.
Sâibe: Bir duanın kabulü, bir hastalığın geçmesi veya bir
tehlikenin ortadan kalkmasından sonra serbest bırakılan erkek veya dişi deveye
denilirdi. Buna ilâveten, 10 defa doğuran ve her defasında da dişi yavru
dünyaya getiren bir dişi deve de serbest bırakılırdı.
Vasîle: Bir keçiden doğan ilk erkek yavrusu tanrılara kurban
edilirdi. Eğer yavru dişi ise evde beslenirdi. Fakat aynı zamanda erkek ve dişi
yavruların doğması halinde erkek kesilmeden serbest bırakılırdı ve buna
“vasile” denilirdi.
Hâm: Eğer bir devenin torunu binilecek yaşa gelmişse, ihtiyar
deve salıverilirdi. Ayrıca bir erkek devenin dölünden 10 yavru doğmuşsa o deve
de salıverilirdi.
14.3.21.
Cahiliyye’de Hac Merasimi
Müşrik Araplar arasında yaygın olan batıl inançlardan biri, hac
niyetiyle ihram giydikten sonra, evlerine kapılardan değil arka kapıdan,
pencereden veya duvarı atlayarak girmeleriydi. Arap’lar, ayrıca hac
yolculuğundan sonra evlerine döndükleri zaman da ana kapıyı kullanamazlardı.
Arap’lar, hac yolculuğu sırasında gelir sağlayacak herhangi bir
iş yapmazlardı, inançlarına göre, para kazanmak veya menfaat temin etmek dünya
işiydi; halbuki, hac vazifesini ifâ etmek bir manevî işti.
Arap’lar hac farizasını tamamladıktan sonra toplantı yaparlardı.
Bu toplantıda herkes kendi atalarının, büyükbaba ve babalarının başarılarını
över, hem de kendisini methederdi.
14.3.22. Tabiatın
Belirtilerinden Yıl Tâyin Etmek
Ayın büyüyüp küçülmesi ve şekil değiştirmesi her çağda
insanların dikkatini celbetmiştir ve bu hususta birçok batıl inanç, düşünce,
fikir ve merasimler çeşitli milletlerde revaç bulmuştur. Arap’lar da ay hakkında
çeşitli batıl fikirlere sahiptiler. Ayın şekillerine göre kehânette bulunmak,
bazı tarihleri ve günleri meş’um saymak, bazılarını eşref kabul etmek, bazı
tarihleri düğün, yolculuk veya iş ve ticaret için iyi veya kötü saymak, ayın
tutulmasının iyi ve kötü tesirleri v.s. gibi konularda Arap’larda çeşitli
inançlar yaygındı ve bunlara göre muhtelif merasimler de yapılırdı.
14.3.23. Cinler
İle İlgili Batıl İnançlar
İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Arap’lar ıssız bir vadide geceyi
geçirdikleri zaman, “biz bu vadinin sahibine sığmıyoruz” derlerdi.
Cahiliyye’nin diğer rivâyetlerinde buna benzer kayıtlara rastlanıyor. Meselâ,
göçebe bedevîler çölde yolculukları sırasında su veya hayvan yemi
bulamadıkları zaman adamlarından birini su ve yem bulmaya başka yerlere
gönderirlerdi. Yeni yere gelince, “Biz buranın rabbine sığınıyoruz, O bizi
korusun” derlerdi. İnançlarına göre her ıssız yer şu ya da bu cinin
tasarrufunda idi, ve onun izni veya rızası olmaksızın oraya gelenleri ya
kendisi ya da başka cinler onun teşvikiyle rahatsız ederlerdi.
Cahiliyye’de nikâhların sınırı yoktu. Bir kişi 10 ya da fazla
nikâh yapabilirdi. Bu kadar çok evliliğin faturası da çok büyük olurdu.
Masraflar çoğalınca, karıları çok olan kişi zayıf akrabalar, yeğenler ve yetim
kişilerin mal-ü mülküne konardı. Arap’larda üvey anne ile evlenmek de ayıp
sayılmazdı.
14.3.25. Âdet
Görmekte Olan Kadın ve Kızlara Muamele
Arap’lar, Yahudilerden hayli etkilendikleri için, tıpkı
Yahudiler gibi kadın ve kızların âdet günleri sırasında cenabetli olduğunu
düşünürlerdi. Âdet geçirmekte olan bir kadın veya kızın pişirdiği yemekler
yenmez, verdiği su içilmezdi. Adetli bir kadınla beraber oturulmaz, sofrada
yemek yenmezdi. Hatta böyle bir kadına dokunmak bile günâhtı. Kısacası, aybaşı
süresince bir kadın evinde bir çeşit karantinaya alınırdı.
Cahiliyye döneminde Arap’ların en büyük sosyal ayıplarından biri
boşanmanın çok yaygın oluşuydu. Hatta bir kadın kocası tarafından çeşitli kez
boşanıp tekrar evlenilebilirdi. Bazen karısını boşamış olan başka biriyle
evlenemezdi. Ayrıca evlilikteki anlaşmazlık da uzun süre devam ederdi.
14.3.27. Yetim ve
Öksüzlere Baskı ve Zulüm
Cahiliyye Arap toplumunda güçlü olanlar her zaman zayıflara
baskı zulüm uygularlardı. Hele velisi olmayan, sahipsiz, yetim erkek ve kız
çocuğa her türlü haksızlık revâ görülürdü. Öksüz, zavallı kızlar kimin
himayesine verilirse o kişi onlara istediği şekilde muamele ederdi. Genç ve
güzel kızlar için kurtuluş yoktu. Ya tecavüz edilirdi, ya da zorla nikâha
alınırlardı. Nikâha alındıktan sonra ise kendilerine bir metâ gibi bakılırdı.
Hz. Ayşe’nin beyân ettiği gibi, kendilerine akrabalarından miras
kalan öksüz kızlar türlü baskılara maruz kalırlardı ve velileri mallarına
konmak isterlerdi. Kız güzel olduğu zaman da onlarla kendileri evlenmek
isterlerdi. Böylece hiçbir zahmete katlanmadan hem güzelliğinden hem mal-ü
mülkünden istifade ederlerdi. Kıza zengin miraslar kalmış, ama kendisi çirkin
ise onunla evlenir ve onun başkalarıyla evlenmesine müsaade etmezlerdi. Maksat,
mal-ü mülkünün yabancılara gitmesini önlemekti.
Kâdı Ebû’l-Hasan El-Maverdî, “İ’lâm-ün Nübüvvet” adlı eserinde
yetim veya öksüzlere yapılan kötü muamelenin garip bir örneğini bize sunmuştur.
Ebû Cehil, bir yetim erkek çocuğunun velisiydi. Bu zavallı çocuk bir gün, üstü
başı perişan, vücudunda doğru dürüst bir elbise olmadığı halde Ebû Cehil’e geldi
ve babasının kendisi için bıraktığı mirastan ihtiyacına göre pay verilmesini
istedi. Fakat zâlim Kureyşli reis çocuğun bu feryadını dinlemedi ve isteğini
geri çevirdi. Çocuk üzüntü içinde oradan ayrıldı. Bazı kabile reisleri, sırf
eğlence ve kavga olsun diye bu çocuğa, Hz. Muhammed (a.s.)’e gidip şikayet
etmesini salık verdiler. Zavallı çocuk, Ebû Cehil ile Hz. Muhammed (a.s.)
arkasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Doğru Hz. Peygamber (a.s.)’e gidip derdini
anlattı. Hz. Peygamber (a.s.) o an ayağa kalktı ve çocuğu alarak en amansız
düşmanı olan Ebû Cehil’in evine gitti. Fakat çok gariptir ki, Ebû Cehil, Hz.
Muhammed (a.s.)’i ayakta karşıladı ve çocuğun kendisini şikayet ettiğini duyunca
hemen o çocuğa malından istediği payı verdi. Kureyşli kabile reisleri ise küçük
dillerini yuttular. Onlar Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebû Cehil arasında çocuk
yüzünden büyük kavga çıkacağını ve bir tarafın rezil olacağını tahmin ederken,
böyle beklenmedik bir gelişme ile karşılaşmışlardı. Onun için, Hz. Peygamber
(a.s.) ve çocuk oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Cehil’e gelip onunla alay etmeye
başladılar ve onun da atalarının dinini terk edip Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni
dinini kabul ettiğini söylediler. Ebû Cehl dedi ki, “vallahi arkadaşlar, ben
kendi dinimi bırakmadım. Fakat, şu Muhammed (a.s.) müthiş adamdır. Bana öyle
geldi ki onun sağında ve solunda birer silâh var ve azıcık direnirsem, kalbime
saplanacaklar. Onun için söylediklerini itirazsız yerine getirdim.”[5]
Arap’lar doğan çocuklarını ekseriye öldürürlerdi. Çocukların
öldürülmesinin üç şekli vardı:
14.3.28.
Çocukların Öldürülmesi
1) Kızların Öldürülmesi: Kızların öldürülmesi için çeşitli
sebepler vardı: Meselâ, kızlar başkalarına gelin gitmesinler, kabileler
arasındaki savaşlarda düşmana esir düşüp cariye olmasınlar, veya herhangi bir
sebepten dolayı kendilerine yük olmasınlar gibi.
2) Çocukların Öldürülmesi: Çocukların öldürülmesinin sebebi,
bunların aileye yük olması ve karınlarının doyurulması idi.
3) Tanrılara Kurban: Bazı çocuklar tanrılara kurban edilirdi. Bu
hareketin çeşitli sebepleri vardı: Meselâ, Tanrıları memnun etmek, onların
kızmalarını önlemek ve onlara adak olarak sunmak gibi.
14.3.29. Kadınlar
İle Çocukların Mirastan Mahrum Bırakılması
Arabistan’da ölen kişinin bıraktığı mirastan kadın ve çocuklara
pay bırakılmazdı. Mirasın sadece savaşma ve aileyi koruma gücünde olan erkeğin
hakkı olduğu düşünülürdü. Ayrıca, ailede en güçlü ve nüfuzlu olan kişi, ölenin
bütün mirasını ele geçirir ve başkalarının haklarını yerdi. Hak ve adalet diye
bir şey bilmezlerdi. Hakkın yerini bulmasına da tahammülleri yoktu. Güçlü olan
borusunu öttürürdü ve diğer herkesin hakkını yerdi.
Araplarda akrabaların yanı sıra bazı yakın dost ve ahbapların da
bazen mirasa konma geleneği vardı. Aynı şekilde evlâtlıklar da mirasın tamamına
veya bir kısmına sahip olabiliyorlardı.
14.3.30. Kız
Çocukların Diri Diri Gömülmesi
Araplar arasında, kız çocuklarını diri diri gömmek gibi vahşi
bir âdet çok eski çağlarda çeşitli sebeplerden başlamıştı. Bunun birinci sebebi,
ekonomik ve maddi durumlarının son derece bozuk olmasıydı. Doğan çocuk, kız
olunca hem hor görülür, hem aileye maddi bir külfet olarak kabul edilirdi. Kız
çocuk ortadan kaldırılınca hem nüfus azalmış oluyor hem onun yetişme derdinden
kurtulunmuş oluyordu. Erkek çocuklara tahammül ediliyordu, zira büyüyünce
ailenin geçimine yardımcı olabiliyorlardı. Kızlar ise hep masraf ve acı
getirirlerdi. Önce yetişmeleri için uğraşmak gerekirdi, sonra yetişip
başkalarının evlerine gelin olarak giderlerdi. Maddi açıdan hiçbir katkıları
olmuyordu. Kızların gömülmesinin ikinci sebebi, ülkede hüküm süren anarşi,
huzursuzluk ve başıboşluk ortamıydı. Bu durumda kimsenin canı ve malı emniyette
değildi. Kimin ailesinde daha çok erkek varsa onun durumu biraz daha emniyetli
demekti. Her erkeğe bir savaşçı ve koruyucu gözüyle bakılırdı ve savaşlar ile
kargaşalarda erkekler aileyi başkalarına karşı korurlardı. Oysa, kadın ve kızlar
birer yüktü. Onlar kendilerini korumaktan acizdi ve koruyucu istiyorlardı.
Kabile kavgaları ve kargaşanın bir neticesi de kızların savaşlarda esir
alınmaları, tecavüze maruz kalmaları, cariye haline getirilmeleri ve daha sonra
başka insan veya kabilelere satılmalarıydı. Kızlarının namusunun bu gibi
yollarla kaybolmasını istemeyen ana-babalar, onların öldürülmesi ve diri diri
gömülmesini tercih ediyorlardı.
Böylece, daha doğum sırasında, hamile kadının ayaklarının altına
bir çukur kazılırdı ve eğer çocuk kız ise derhal o çukura atılıp üzerine toprak
serpilirdi. Şâyet anne, kız çocuğunun o an gömülmesine razı olmazsa, veya
ailenin diğer fertleri buna karşı çıkarlarsa, babası bir süre beklerdi ve fırsat
bulup bir gün onu çöle götürüp gömerdi. Bu hususta gösterilen acımasızlık ve
vahşet ile ilgili bir hikâye Sünen-i Dârimi’de nakledilmiştir. Bu eserin ilk
bölümünde yer alan bir hadis şöyledir: Bir defasında, bir şahıs Rasûlullah
(a.s.)’a başından geçen şu olayı anlattı: “Benim bir kızım vardı. Ben onu çok
severdim. Onu çağırınca bana koşa koşa gelirdi. Bir gün onu yanıma çağırdım ve
alıp dışarıya çıktım. Yolda bir kuyu vardı. O kuyuya yavrumu attım. Son defa
duyduğum haykırışları hala kulağımda-dır. Zavallı yavrum, ‘baba beni buradan
kurtar, babacığım beni kurtar’ diye bağırıyordu.” Bu vak’ayı duyunca Rasûlullah
(a.s.)’ın gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Toplantıda bulunanlardan biri dedi
ki, arkadaş sen Rasûlullah (a.s.)’ı üzdün.’ Hz. Peygamber (a.s.) de dedi ki,
‘bırakın, kabahatini anlatsın, böylece kendisi de biraz deşarj olabilecek.
Bunun üzerine o adam olayı tekrar anlattı. Bunu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) o
kadar ağladı ki, sakalı gözyaşlarıyla ıslandı. Rasûlullah (a.s.) daha sonra o
adama dedi ki, ‘cahiliyye devrinde ne olmuşsa olmuş, Allah günâhlarını affetsin.
Sen artık hayata yeniden başlamalısın.”
Arapların, bu insanlık dışı ve vahşet dolu fiillerinin
kabahatini bilmediklerini söylemek yanlış olur. Çünkü bir toplum her ne kadar
bozulmuş olursa olsun, evlâtların gaddarca ve kahpece öldürülmesi hiçbir zaman
mübah görülemez. Aynı şekilde, Kur’ân-ı Kerim’de bu konu uzun uzun anlatılmamış,
aksine bütün mesele tek bir cümleye sığdırılmıştır. Hem de öyle bir cümle ki
bunu okurken veya dinlerken insanın tüyleri diken diken oluyor. O cümle şudur:
“Diri gömülen kızlara hangi suçtan dolayı öldürüldüğü
sorulduğunda”… (Tekvîr; 8-9)
Bu cümle’nin kullanılış biçimi, Cenab-ı Allah’ın ne kadar büyük
bir gazab ve sertlikle evlâtlarını diri diri gömenlere serzenişte bulunduğunu
göstermektedir. Öz kızlarını öldüren anne-babalara, mahşerde “bu masum kızı
neden öldürdünüz?” diye sorulmak yerine, kıza, “zavallı yavru, senin günahın ne
idi, ki seni böyle vahşice öldürdüler?” şeklinde bir soru yöneltilecektir. Kız
da kendisine yapılan kötü ve haksız muameleyi anlatacak, anne ve babalarının,
onu neden diri diri gömdüklerini açıklayacaktır. Bu küçücük ayette cahil
Araplara iki önemli nokta anlatılmıştır: Birincisi toplumları öylesine
bozulmuştur ki kendi evlâtlarını da öldürmektedirler. İkincisi, bu vahşi ve
gaddarca hareket hesapsız kalmayacaktır ve Cenab-ı Allah bu günahı işleyenleri
en ağır şekilde cezalandıracaktır.
Aslına bakılırsa, cahiliyye döneminde bile bazı aklı başında
olan kimseler bu kötü âdeti tekzip ediyor ve bundan vazgeçilmesini
istiyorlardı. Taberânî’de bir rivâyete göre, Ferezdak isimli şairin büyük
babası, Sa’sa’a bin Nâciyet-ül Mücâşiî bir defasında Hazreti Peygamber (a.s.)’a
başvurarak, “ya Rasûlullah, cahiliyye döneminde bazı hatalar işlemişimdir ama
bunun yanında bazı iyi işler de yapmışımdır. Meselâ, 360 kız çocuğunu diri diri
gömülmekten kurtarmışımdır. Her kızı kurtarmak için de ikişer deve fidye olarak
anne ve babalarına vermişimdir. Acaba âhirette bunun bedelini görebilecek
miyim?” diye durumunu anlattı. Rasûlullah kendisine şu cevabı verdi, “Evet,
bunun iyi bir bedeli vardır. Sana İslâm’ın nimeti verilmiştir.”
14.3.31. Kan
Davası ve Cinayetin İntikamı
Cahiliyye döneminde kan davası, Arapların en önemli
özelliklerinden biriydi. Bir aile veya kabile, kendi fertlerinden biri veya
birden fazlasının öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı.
Yani bir insanın kanı ne kadar kıymetliyse, o kadar bedeli alınırdı. Bazen bir
kişinin canı daha değerli sayılırdı ve karşılığında tek bir can alınması
yetmezdi. O kadar ki, bir kabile reisi veya ileri geleni öldürülmüşse, öldüren
kabile veya aileden 5-10 kişi, hatta yüzlercesi öldürülürdü. Bir zengin kişi
veya toprak ağası veya şeyhin katili fakir ve alelade bir insan ise, sadece onun
öldürülmesiyle kan davası bitmezdi. Bunun tam tersine, öldürülen kişi önemsiz
ve zavallının biriyse ve katil mevki ve makam sahibiyse, katile el sürülmezdi.
Kan gütmek, bazen aileler ve kabileler arasında büyük silahlı çatışmalara yol
açardı ve bu kin, nefret ve çatışma yıllarca nesilden nesile devam ederdi.
14.3.32. Kıyâfet
ve Çıplaklık İle İlgili Kavramlar
Araplar, kıyafeti ya süs ya da iklim şartlarından vücudu korumak
amacıyla kullanırlardı. Vücudun ayıp yerlerinin saklanması gibi kıyafetin ilk
şartı Araplar için önemli değildi. Araplar kendi ayıp yerlerini mahremlerinin
karşısında açmak ve göstermekten hiçbir utanç duymazlardı. Çıplak dolaşmak, ulu
orta çıplak yıkanmak, yolda yürürken zaruri ihtiyaçlarını gidermek için kapalı
bir yer aramak yerine açık yeri tercih etmek ve donlarının toplantı yerlerinde
düşmesine aldırmamak Araplar için olağan bir şeydi. Ayrıca hac mevsiminde
kadın-erkek Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Hatta bu konuda Arap
kadınları biraz daha hayasızdılar. Kendilerine göre bu bir dini vecibe idi ve
bundan sevâb alırlardı.
14.3.33.
Arabistan’da Hüküm Süren Huzursuzluk ve Anarşi
Arabistan’da huzur ve asayiş diye bir şey yoktu. Her tarafta
insanların kanı akıtılıyor, hırsızlık, soygunculuk ve yağma yapılıyordu. Hırsız
ve soygunculuk bazen kabilece yapılıyordu. Uzun yolculuk yapmak, hele gece
vakti seyahat etmek çok tehlikeliydi. Bazen bir eve veya köye hırsız ve
soyguncular topluca saldırır, buldukları her şeyi alıp götürürlerdi. Kimsenin
canı ve malı emniyet içinde değildi. Nerede ne olacağı belli değildi. Arapların
hepsi bu durumu biliyordu. Fakat Araplarda mürüvveti ve birbirinin duygularını,
dertlerini paylaşmak gibi âdetler de yoktu. Soyulan, mağdur ve mazlum kişilere
yardım etmek yerine, onlarla alay edilirdi. Herkes kendi menfaatini düşünürdü ve
kendisi emniyette olduğu sürece her şeyin güllük gülistanlık olduğunu sanırdı.
Arap kabileleri birbirine saldırmak için geceyi seçerlerdi.
Gece’nin karanlığından istifade ederek gizlice istedikleri yere gider ve sabah
olur olmaz düşmana saldırırlardı.
Bütün Arabistan’da geceyi emniyette geçiren bir köy veya kasaba
yoktu. Kimse rahat uyku uyuyamıyordu. Her an bir saldın tehlikesi vardı. Kimse
tek başına, kabilesinden başka bir yere gitmeye cesaret edemezdi. Yolda yalnız
bulunan bir kişi, ya öldürülür, ya parası pulu alınır ya da esir alınarak köle
haline getirilirdi. Kafile ve kervanlar da emniyette yolculuk edemezlerdi.
Haydutlar yer yer pusu kurup beklerler ve aniden saldırırlardı, buldukları her
şeyi de alıp götürürlerdi. Bazen da ticaret kafileleri haydutlara ancak haraç
verdikten sonra yollarına devam edebilirlerdi.
[1] Arapların
dini durumu hakkında ayrıntılı bilgiler daha sonraki bölümde verilmiştir.
[2] Kur’ân-ı
Kerim, Arapların hangi inanç ve düşüncelerinin doğru, hangilerinin yanlış
olduğunu açıkça ifade etmiştir.
[3] Arapların
dinî inançlarının bu çeşitli yanlarını görünce, tek Allah’ın inançları
zayıflamış olsa da, şöyle ya da böyle O’na iman ettikleri ve güvendikleri
gerçeği ortaya çıkıyor. Arapların dini inançlarını zayıflatmakta kâhin ve
rahiplerin büyük rolü vardı. Zira onlar cehaletlerinden istifade etmek için
uydurma inanç ve gelenekler yaratmışlardı.
[4] Kur’ân-ı
Kerîm’de çeşitli yerlerde Arapların bu cehaletinden bahsedilmiştir. Bu
hususta şu ayetlere bakılabilir: Nisâ; 1,7, Neml; 57-58, İsrâ; 40, Zuhruf;
16-19, Necm; 21-27.
[5] Bu olay bir
yandan, Arap kabile reislerinin en ünlü ve güçlülerinin bile yetimlerin
mallarını yediklerini bir yandan da, Hz. Muhammed (a.s.)’in ne kadar güzel
ahlâka sahip olduğunu ve en büyük ve en güçlü düşmanını bile nasıl
etkilediğini göstermektedir. Zâten Hz. Muhammed (a.s.)’in bu muazzam
etkileyici kişiliğinden dolayıdır ki, pek çok kâfir onun sihirbaz olduğunu
iddia ederlerdi