Yıl: 2012

  • Görmez Patronları Hadisle Uyardı

    Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü dolayısıyla Twitter’daki hesabında, Hz. Muhammed’in işçi ve emek konusundaki hadislerini paylaştı.

    İşte o hadisler:

    ALLAH İŞÇİSİNİN HAKKINI ÖDEMEYENİN HASMIDIR

    – Bir Kudsi Hadise göre Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Kıyamet gününde üç kişinin hasmı ben olurum; 1- Adıma yemin içip söz verdiği halde sözünde durmayan kimse, 2- Hür bir insanı köle diye satıp parasını yiyen kimse, 3- İşçiyi çalıştırıp, işini yaptırdığı halde ücretini ödemeyen kimse.”
    (Buhari)

    ÇALIŞTIRDIĞINIZA YEDİĞİNİZDEN YEDİRİNİZ

    – Sevgili Peygamberimiz (SAS) buyuruyor ki: “Her kimin kardeşi hizmetinde çalışırsa, yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin, onlara güçlerini aşan yükler yüklemesin, ağır işler yüklerseniz bizzat yardım ediniz.” (Buhari)

    Haber7

  • Kutlu Doğumla Hristiyanlaşıyor Muyuz? Yahudileşiyor Muyuz ?

    Sokaklara gül kokusu yayılır o günler de. Annesi, babasını yılda bir kez hatırlayan, yılda bir gün değer veren toplum hayatımıza bakınca Peygamberimize ayrılan zaman dilimi oldukça iyi gibi görünüyor öyle değil mi?

     

    “Yazılacak o kadar şey varken kutlu doğuma mı taktın sen ya?” diye geçirmeden önce aklınızdan, ön yargılarınızı beklemeye alıp dinleyin beni. Evet, yeri geliyor eleştiriler döşüyoruz, yükleniyoruz kıyasıya herkese. Ku’ân’ı okuyoruz. İsrailoğullarıyla karşılaşıyoruz mushafın satırlarında. “Bunlar nasıl insanlar? Peygamberlerini nasıl öldürürler?” diye şaşırıyoruz. Düşünün bir kavmin gözleri önünde Kızıldeniz yarılacak, düşmanları boğulacak ve onlar hemen ardından isyan edecekler. Olur mu ya?

     

    Sure değişir Hıristiyanlarla muhatap oluruz bu kez. Kendilerine gönderilen elçiyi konumlandırma sınavında onlar da sınıfta kalırlar. Hem de İsrailoğulları gibi öldürmek bir yana, başlarına taç eder Rablerine bir oğul hediye ederler. İnsanüstü güçlere sahip yarı tanrı kalıbı çizip Peygamberlerini bir güzel yerleştirirler. Bunu çok iyi niyetle yaparlar hem de.

     

    Kim kaldı Ey iman edenler! Hitabına muhatap bizler yani Müslümanlara geldi sıra. Biraz da öz eleştiriye ne dersiniz? Canımız yanacak azıcık, kolay değil insanın kendini sorgulaması. Yattığımız yerden beyaz camın ardında izlediğimiz olayları kaşınan karnımıza ettiğimiz müdahale beraberinde koca koca cümlelerle yorumlamak çok kolay ama.

     

    Bizler yılın elli bir haftası Yahudiler, kalan bir haftasını da Hıristiyanlar gibi geçirerek geleneğe bir remix yapıyoruz.

     

    Hayatın içinde örnekliğinin canlı tutulması ve sünnetinin yaşamımızda her daim gündem edinilmesi gereken Hz Peygamber’i bir köşeye atıp, belirli gün ve haftalar cetveline hapsettik. Sınırlanan örnekliği zamanla kan kaybetti ve gündemimizden çıktı. Kurtlarını dökmek için yakınlarının düğünün bekleyenler gibi hep biriktirdik yapacaklarımızı, hep kutlu doğuma erteledik. “Erteleyenler helak oldu.” sözünün sahibine verdiğimiz tahtı salladık, önce örnekliğini öldürdük sonra aziz hatırasını loş salonlarla, mum ışığı romantizminde okunan naatlarla andık.

     

    Onun nefesinin var olduğu hadis kitapları, kutlu doğum ticareti kapsamında pazarcıların domates dizimi usulüyle metruk köşelerinden ön raflara çıkarıldı. Gazeteler verdi, biz gaza gelip satın aldık arada okumak niyetiyle, muhtelif programların çıkışında dağıtıldı -Allah razı olsun- hepsini kitaplıkta biriktirdik. O kitaplığın bir kumbara olduğunu varsayıp birikimlerimizi harcayacağımız günün hayalini kurduk hep. Birikimlerimizi amel boyutunda olacağını unutuverdik. Kumbaraların âhirette bir bir açılacağını. O birikimleri yaparken referansımızın Hz. Peygamber olması gerektiğini de unutulanlar listesine ekledik. Hatta unutulanlar unutanları asla unutmazlar sözünü de. Sahi dün akşam ne yediğini hatırlayan var mı?

     

    Öte yandan mezarlığa dönüşen rafların arasında bayram sabahlarını, arefe ziyaretlerini gözetler oldu Buhari, Müslim. Sıraya girdi bir Kütüb-i Sitte erbabı. Soluksuz kaldı hayatın içinde sözleri ve sonra boğuldu.

     

    Kutlu doğum bir oksijen maskesi değil ne yazık ki. Suya salınan kâğıt gemiler, gökyüzüne üflenen sabun baloncuklar kadar sürüyor maalesef etkisi. Evrensel bir mesajın sahibine yakışacak kaimiyeti başaramıyor. Küçük resimde niyetlerin güzelliği ve samimiyeti göz doldursa da büyük resimde görüntü karlanıyor.

     

    Bir hafta boyunca yapılan övgüler ve yüceltmeler Peygamberimiz’i insanlık vasıflarından uzaklaştırıp melekliğe yaklaştırıyor kimi zaman ki bu da maalesef bir Hıristiyan tutumu. (O’nun teri sarı gül gibi kokardı. Anonim)

     

    “Gül peygamber” benzetmesi ise yıllardır anlam veremediğim başka bir haksızlık. Kocaman bir değeri bir tek çiçekle ifade temek ne kadar doğru acaba? Hem neden gül acaba? Oysa orkide daha pahalı, kardelen daha mücadeleci, karanfil daha mahzun, papatya daha kolay ulaşılabilir, lavanta daha güzel kokulu, hele de daha az kibirliyken lale, gül konusundaki ısrarın kaynağı nedir acaba?

     

    Bu kadar yeter de mi? Gururumuz incindi biraz, kâkülümüz önümüze döküldü ne olsa. Uzun lafın kısası kutlu doğumlar toplumsal yapının içinde kemikleşmiş bir durumda. Onları kökten kaldırmak yerine ıslah edelim, bu günlerde söylemlerimize dikkat edelim. Allah’ın, kendi peygamberini koyduğu konuma razı olalım. Yedi gün yetmez, bize her gün kutlu doğum sloganıyla yola çıkalım bu kez. Her gün yeni bir hadis okuyalım, her hafta yeni bir sahabe dostuyla tanışalım. Yaşamımızı benzer kılalım O’nun yaşamına. Ahlâkımızı güzelleştirelim O’nun ahlâkı Kur’ân’la. 

     

    Tekrarlanan yedi, Fatiha suresinde ettiğimiz duayı hep bir ağızdan, yüksek sesle, bir kez daha edelim seslerimiz karışsın birbirine. Dosdoğru yolun yolculuğuna talip olanlar haydi.

     

    (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.

     

    Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet

     

    Gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.

     

    CANSU GÜNEY

    İz Düşünce

  • Sifil:Osmanlı Çareyi Kapitalistleşmede Buldu

    Konferans, konunun hayatiyeti ve dinleyicilerin kesif soruları üzerine ileri bir tarihte devamına söz verilerek tamamlandı. Ebubekir Hoca, ilk olarak modernizm denilen akımın nereden ve nasıl doğduğunu anlatarak başladı konuşmasına.

    Protestanlıktan kapitalistliğe yürüyüş nasıl başladı?

    İsa’nın doğumundan itibaren toplum üzerinde büyük baskı kuran kiliseye XV. asırda Martin Luther, Calvin gibi reformasyoncuların başını çektiği bir grup aktivist, Hristiyanlığa yeni bir dinamizm getirmeyi hedefleyerek başkaldırmıştır. Protestanlık ismi verilen bu başkaldırıyla, bireyin kendine güveni artmış, İncil’i başka dillere tercüme etmek başta olmak üzere dinde bir dizi yeniliklere başlanmıştır.

    Aydınlanma olarak tanımlanan bu dönem, dinin emirlerinin konuşup tartışılabildiği, hatta bilimsel verilerle ispatlanma çabalarının yaşandığı bir dönemdir. Birey ve bilim o derece kutsanmıştır ki, deneylerle açıklanamayan metafizik gerçekler reddedilmiştir. Ta ki bu süreç, aydınlanmada darbı mesel olan “insanı tanrı değil, tanrıyı insan yaratmıştır” düşüncesine kadar ilerlemiştir. Katolik Hristiyanlar kendilerini mabetlere kapatarak dünya ile ilişkilerini kesecek derecede ibadetle idealize olurken Protestan ahlakında kutsanan insan, çalıştıkça, ürettikçe, biriktirip güçlendikçe idealize olmaya başlamıştır.

    Osmanlı da çareyi kapitalistleşmede bulmuştu

    Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu isimli kitabında “Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz, kapitalistleşmeden de demokratikleşemezsiniz” derken tam da buna işaret etmekteydi. Daha fazla çalışıp daha fazla üreterek Protestanlaşan insan, biriktirerek kapitalistleşmeye ve bu şekilde kendine ve biriktirdiklerine güvenerek demokratik hak talebinde bulunmaya başlamıştı.

    Aydınlanmanın başlangıcı olan bu zaman dilimi, Osmanlı Devletinde toprak kaybının olduğu 1699 Karlofça Antlaşmasıyla eş zamanlıdır. Osmanlı bu antlaşmayla birlikte büyük bir sorgulamaya girmiş ve bir dizi rejim değişikliğine karar verilmiştir. Bu rejim değişikliği sebebiyle yapılan reform hareketleri, ilerleyen Batı gibi önce Protestanlaşmayı ve sonra kapitalistleşmeyi çözüm olarak getirmiştir.

    Bunun o zamandan beri çözüm değil ancak zehirli bir ur olarak devam ettiğini söyleyen Sifil, çünkü bunun İslam diniyle taban tabana zıt olduğunu bildirerek şöyle devam etti:

    “İslam dini, dünya hayatını alçaltıcı bir övünme yeri olarak bildirmiş, bunun yanında dünya hayatında güçlenecek kadar değil, insana hizmet ve ahirete yatırım yapacak kadar çalışılmasını emretmiştir. Müslüman âlimler bu sebeple ilim ve fende çok büyük hizmetler yapmış, İlay-ı Kelimetullahı doğudan batıya ulaştırmışlardır. Günümüz Müslümanı ise bu 1400 yıllık geleneği görmezden gelerek kullandığı kavramla, yaşadığı hayatla ve tükettikleriyle Protestanlaşmaya ve kapitalistleşmeye başlamıştır.  Eskiye oranla daha fazla bilgiye (malumata) sahip olan insan teslim olmak yerine Protestan ahlakıyla sorgulamaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Modernizmin dürtüleri ise güçlü Müslüman olabilmek için çalışmayı ve kazanmayı hedeflemektedir. Bu dönemi en tehlikeli kılan özellik budur ve çözülme buradan başlamaktadır.”

    “Bu zamanda” ile başlayan kilit cümle

    Modern bir hayatı yaşamaya itiraz etmediğimiz müddetçe bu sürecin artarak devam edeceğini bildiren Ebubekir Hoca, sosyal darwinistlerin,  Peygamber Efendimiz (sas)’in, ‘insan gelişmez, tereddi eder (baş aşağı düşer)’ sözüne muhalif olarak; ‘insanoğlunun gelişip zirveye yükseldiğini, Amerika’nın bunu başardığını ve diğerlerinin de başarmaya çalıştığını’ bildirerek geçmişi hükümsüz bıraktıklarını, değerleri ise ‘bu zamanda böyle bir şey olur mu?’ kilit cümlesiyle sinsice tahkir ederek kaldırmakta olduklarını bildirdi.

    Kadının çalışma hayatına girmesinin, sokaklarda hak talebinde bulunmasının, Müslümanların yatırımlarda yarışmasının ve medyanın hayata bu denli müdahil olmasının modern düşüncenin İslam’a etkileri olduğunu belirten Sifil, sözlerini şöyle tamamladı:

    “Bugünün Müslümanında, reklamın, sokağın, modernizmin etkileriyle müthiş derecede bilinçaltı kirliliği yaşanmakta. İlmin ve öğrenmenin kolaylığı yanında çirkinliklerin bu denli aleni yaşanması bu bilinçaltı kirliliğinden kaynaklanmakta.  Zahidlerin erbain çile tedrislerine bugün her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç bulunmakta.”

     

    Seher Aydın 

    Dünyabizim

  • Devlet Benim Dindarlığıma Karışamaz

    Bu konferansı vesilesiyle Abdurrahman Arslan’ı dinleme imkânı bulan şanslılardan biri de bendim. Kendimi gerçekten şanslı hissediyorum çünkü Abdurrahman Arslan İstanbul’da ikamet ediyor ve şehir dışına sağlık sorunlarından dolayı çıkamıyor.

    Bu girişten sonra gelelim konferansın içeriğine dair söyleneceklere. Aslında söylenecek çok şey var. Ben konferans bittikten sonra bunları mutlaka yazmam gerek diye aklıma not ettiklerimi kendi ifadelerimle aktarmaya çalışacağım.

    Dışarda bir şey yemeyin

    Abdurrahman Arslan konferansa modernizm vepostmodernizm kavramlarını tanımlayarak başladı. Modernizmin kendini belli ettiren bir takım özelliklere sahip olduğunu, mesela kendine ait bir dünyasının olduğunu ve bu dünyada iyi-kötü, güzel-çirkin gibi karşıtlıklar barındırdığını, buna karşın postmodernizmin bu karşıtlıkları eriterek flu bir dünya yarattığını ve bu flu dünyada insanın kendini kaybetmemesi için sağlam bir zırha bürünmesi gerektiğini söyledi. Aksi halde bu bulanıklığın içinde kaybolup gitmenin kaçınılmaz olacağını ve bu bağlamda postmodernizmin modernizmden daha tehlikeli olduğunu belirtti.

    Konferans devam ederken bir ara biz dinleyicilerden bir şey istirham etti. “Haddime değil” diyerek mütevazılığını gösterdikten sonra: “Lütfen Müslümanlar dışarıda, sokakta, caddede yürürken bir şey yemesinler” dedi. Ve imam Gazali’nin şu sözüyle de temellendirdi istirhamını: “Dışarda bir şey yiyenin şahitliği muteber değildir.”

    Kendisine “siz hep postmoderniz postmodernizm diyorsunuz, hani nerde bu postmodernizm? Biz niye görmüyoruz” diye soran birine hemen masasının üstünü örnek gösterdiğini söyledi Abdurrahman Arslan. Muhatap hâlâ bir şey görememekte ısrar edince de “masa örtüsünün kıvrılmasını örnek verdim” dedi. Ve bizlere de “giydiğiniz blue jeanler mesela, kenarları yırtık artık değil mi” diye sordu.

    Müslüman kadınlar da feminist duygularla hareket edince

    Eğitim konusuna da değindi Arslan. Eğitimin eskiden talim ve terbiye diye tanımlandığını ama gelinen noktada malumat aktarma olarak anlaşıldığını ve Müslümanların bu manada eğitim kavramını tekrar asli manasına döndürerek talim ve terbiye olarak algılamaları gerektiğini belirtti.

    Eğitim konusuna değinmişken başbakanın ‘dindar gençlik’ söylemine de değinen Abdurrahman Arslan, “benim dindarlığıma devletin karar vermeye hakkı yoktur” dedi. “Kendi dindarlık anlayışıma, kendimin ve ailemin dindarlığına ancak ben karar verebilirim” diyen Arslan, bu hakkını hiç kimseye, hele hele devlete vermeye hiç niyetinin olmadığını belirtti.

    Müslüman erkeğin kapitalistleştiğini, Müslüman kadının da feminist duygularla hareket etmesinden cesaret alan devletin nerdeyse kundaktaki bebekleri bile kendi himayesine alarak istediği gibi yetiştirmeye çalıştığını içi yanarak ifade etti. Aliya İzzet Begoviç’in “ben dindarlığımı annemin dindarlığına borçluyum” sözünün önemli olduğunu, bu bağlamda dindar nesillerin yetişmesi için öncelikle annelerin kendilerini iyi yetiştirmeleri gerektiğini ve ailenin, bir karargaha, bir talim ve terbiye merkezine dönüşmesi noktasında hayati önemi haiz olduğunu söyledi.

    Bütün bunlardan sonra şunu diyebilirim ki İstanbullular gerçekten çok şanslı. Bizlerin de, Abdurrahman Arslan gibi isimleri sık sık dinleme imkanı bulamasak bile, kendisinin kitaplarını okuma fırsatımızın olduğunu ve bu fırsatı değerlendirmemiz gerektiğini ifade etmek istiyorum.

     

    Selami Ay 

    Dunyabizim

  • Tayyar Altıkulaç Kimdir ?

    Her yeni başbakanın kendi yöneticisini atadığı makamda Ecevit, Demirel, Ulusu, Özal ve Evren’in değişmeyen yöneticisi oldu. Hem ‘laiklerin’ hem bazı cemaatlerin tepkisini aldı, ama halka iyi din hizmeti vermeye ve dini kurumları siyasetten uzak tutmaya çalışmaktan geri durmadı. Makam odasında milletvekilinin silahlı saldırısına dahi uğradı, ama hiç ‘eğilip bükülmedi’. Peki ama Altıkulaç bunu nasıl başardı? Zaman Tüneli’nde geriye dönüp baktığında Türkiye’nin en çalkantılı o günlerini nasıl hatırlıyordu? Nasıl bir eğitim ve siyasi tabloda Diyanet İşleri Başkanlığı’na uzanmıştı? Bugün ‘İlâhiyat Fakültesi’ adını alan Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk mezunu arkadaş grubuyla hangi kararı almışlardı? Neden yüzü hiç gülmüyordu? Ve akıp giden zaman içersinde, ailesine ilişkin en büyük pişmanlığı neydi? Bugün bir üniversitenin Mütevelli Heyeti başkanı olarak hala üniversite ve İslam Ansiklopedisi projesiyle yoğun bir çalışma temposu içindeki Altıkulaç ile Diyanetin dünü, bugünü ve yarınını konuştuk

    Tayyar Altıkulaç nasıl bir ailenin çocuğu ve nasıl bir dinî eğitim almıştır ki Türkiye’nin en uzun süreli Diyanet İşleri yöneticisi ve İslam âlimlerinden biri olmuştur?

    Kastamonu’nun Devrekani ilçesinde 1938’te babaerkil bir ailede doğmuşum. Eski usul bir medrese mezunu hatibin torunuyum. Tesadüfe bakın ki anne tarafından da baba tarafından da dedemin adı Tahir, ikisi de kendi köylerinin cuma hatibi, ikisi de medrese arkadaşı ve iki arkadaş dünür oluyor. Bu evlilikten ben dünyaya geliyorum. Babam Rıfat Altıkulaç, çiftçi. Dedemin verdiği dersle beş yaşındayken hatim ettiğimizi ve sonra Karabaş Tecvidi okutulduğumuzu ve ardından hâfızlığa başlatıldığımızı hatırlıyorum. Annem Nuriye Hanım’ın vefatıyla bu çalışma durdurulmuştur. Babamın evlendiği Şahizer Hanım bize annemizin yokluğunu hissettirmemeye çalıştı. O evlilikten iki kardeşim daha oldu. Dedemle yeniden başladığımız derslerle 9 yaşında Kuran-ı Kerim’i tamamen ezberledim. İlçenin Çarşı Camii’nde, büyük coşku yaşanan ve dört gün süren hafızlık merasimi yapıldı. Ondan sonra ilçede herkes beni ‘küçük hafız’ diye anıyordu.

    Çocukluğumu yaşamadım

    Beş yaşındaki bir çocuk nasıl hatim indirir?

    Okula başlamadan önce bir başka köyde, İstanbul’da tahsil görmüş emekli öğretmen Çetmeli Mehmet Efendi’den 40 gün tecvid dersi, Kuran’ı düzgün okuma dersi aldım. Sabahleyin erkenden dersin başına oturuyordum. Çocukluğumu hemen hiç yaşamadım. Hiç oyuncağım olmadı. Zaman zaman kaçamak yapıp oyuna dalıp dersimde yetersiz kaldığımda bu işin hafif bir ifadeyle kulak çekmek veya bunun biraz daha ötesi cezası vardı. Hiç unutmuyorum, hani inşaatlarda kullanılan tekerlekli arabalar vardır ya, bazen fırsat bulursam onu alıp evin çevresinde dolaşmak benim yegâne oyunumdu.

    Dededen geleneksel eğitim aldınız, sonra okula nasıl başladınız?

    Aralık 1947’de hâfız oldum. Eğitim öğretim yılı başı geçmişti. Ben artık 1948-1949 eğitim ve öğretim yılı ilköğretime başlayabildim. İlkokula direkt ikinci sınıftan başladım. Okuldaki herhangi bir sınıfın öğretmeni toplantıya çağrılınca o sınıfın dersi boş geçmesin diye beni görevlendirirlerdi. 1952-1953 öğretim yılında İstanbul Vefa İmam-Hatip Okulu’na öğrenci oldum. 1959 Haziranında biz mezun olur olmaz Yüksek İslam Enstitüsü (YİE) açıldı. Haziran 1963’te de bu Enstitünün ilk mezunları olduk.

    Bakana muhtıra verdim

    YİE’nin ilk mezunları olarak, öğrencilik ve asistanlık döneminizde neler yaşandı?

    Bir yüksekokula değil de sıradan bir ortaokula atama yapılır gibi bu enstitülere tepeden öğretim elemanı ataması yapılmasından çok rahatsız oluyorduk. Bu duruma karşı öğrenci temsilcisi olarak dönemin Milli Eğitim Bakanı Orhan Dengiz’e gittik. Muhtıra gibi bir metin yazdık tabir-i caizse. Vekiller girip çıkıyordu makama ama bizi bir türlü içeri almıyorlardı. ‘Bunlar milletvekiliyse biz milletin kendisiyiz’ diyerek bir grup milletvekilinin peşinden girdik içeri. Derdimizi anlattık. Ve ‘Bu enstitülere en az doktora yapmış veya kurum içinde yeterlilik tezi hazırlamış olanların dışında tepeden hoca ataması yapmayın’ dedik. Ama maalesef bir şey değişmedi. Bu durum 1975-1976 öğretim yılında aynı bakanlığa ben genel müdür oluncaya kadar sürdü. Siyasi baskılarla karşılaşmıssam da bu baskılar karşısında istifa dilekçem cebimde olmak kaydıyla çok şükür bu çarpık uygulamaya son vermek mümkün olmuştur.

    Vekil bana silah çekti

    Peki efendim, isterseniz DİB döneminize geçelim. Siz hem DİB hem de DİB yardımcısı olarak, 12 Mart ve 12 Eylül gibi çok sıkıntılı süreçlerde en uzun süreli yönetici oldunuz. Nasıl başardınız bunu?

    15 Temmuz 1971, 12 Mart muhtırası sonrası günlerdi. Ben o tarih sonrası göreve başladım. Başkan yardımcısı ve başkan olarak 10 Kasım 1986’ya kadar belki üst bürokraside en fazla bulunanlardan biri olduğum söylenebilir. Arkamı dayadığım hiçbir siyasetçi ve siyasi kadro olmadı. Allaha güvendim. Her şeyi mevzuata uygun yapmaya çalıştım. Birtakım şer grup ve kişilerle de uğraştım, mücadele ettim.

    Süleymancılar olarak bilinen cemaat veya başka siyasi gruplar mı?

    Hem cemaat hem de çeşitli kurumlar adına ilişki içinde olmak zorunda olduğumuz insanlar. Mücadelemi de açıktan, eğilip bükülmeden verdim. Karşı taarruza geçerek savunmada kalmamayı tercih ederek. Siyasi iktidarı temsil edenler herhalde dürüstlüğümü ve ilkeli bir idareci olduğumu gördü. Bir dönem bir sayın bakandan, ‘İstifa edin efendim’ sözünü işittim. ‘İstifa etmiyorum, siz hükümetsiniz, alın beni görevden’ diye karşılık verdim. Ama alamadılar. Bir Celal Paydaş olayı yaşadık biliyorsunuz. CHP vekili Paydaş’ın silahlı taarruzuna maruz kalmıştık.

    Orada ne yaşanmıştı, sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?

    Efendim bir personel meselesi. Filan kişiyi şu göreve getir deniyor. Niteliği uymuyor, kusura bakmayın, bu göreve veremiyoruz, ama şu göreve verebiliriz diyoruz, o zaman adam silahını çekip sizi tehdit edebiliyor ve yapacaksın diyebiliyor.

    Silahı size doğrulttuğu anda ne hissettiğiniz? O an odada neler yaşandı? Ne yanıt verdiniz?

    Silahını çektiği zaman, ‘Sana nerede olduğunu hatırlatıyorum, burası Diyanet İşleri Başkanlığı makamı’ dedim. O arada, yükselen sesler üzerine dairelerden arkadaşlar geldi, onların kapıdan içeri girmelerine izin vermedim. O bağırdı çağırdı, ben kırık plak gibi hep aynı cümlemi tekrarladım. Sonra çıkıp gitti..

    Bildiğim kadarıyla siz ‘iki yıllığına’ şartıyla başkan yardımcısı oldunuz ama hangi şartlar sizi bu kadar uzun süreli yönetime mecbur kıldı?

    O zaman Gümüşhaneli Lütfü Doğan, DİB Başkan Vekiliydi. Bu muhterem zatın ve Devlet Bakanı merhum Mehmet Özgüneş’in ısrarı üzerine iki yıllığına gittik ama bırakamadık. İki yıl bitti, üç yıl oldu, dört yıl oldu, beş yıl oldu… Peki niye bırakamadım? Makam ve koltuk için mi? İnanın sorumluluk duygusuyla. Hepimiz birbirimize kenetlenmiş, bir müesseseyi yeniden kurmaya çalışan bir ekiptik. Ama o görevden ayrılabilmek için de epey girişimlerim oldu. Bakanlar kurulu salonunda ilgili bakanın elini tutarak emeklilik onayımı imzalatabildim.

    Siz Ecevit, Demirel, Ulusu, Özal ve Evren’le çalıştınız. En rahat çalıştığınız ve en çok sorun yaşadığınız lider kimdi?

    Hiçbiriyle kolay çalışmadım. Hiçbir kolay günüm geçmedi. Hiç stressiz bir gün yaşamadım. Her günüm sıkıntılı geçti. Görev şartlarım buydu.

    Ateşten gömlek…

    Ateşten gömlekti.‘Diyanet’i ben idare edeceğim’ dediğim için oldu bu. Ve Diyanet’i ben idare ettim. İlgili bakanları ve başbakanları da ikna etmeye çalışarak tabii. Çünkü yasa yetkiyi bana veriyor. Davul benim omzumda, tokmak başkasının elinde olmaz dedim. Ortak kararnameyle atanan personel konusunda bakanın ya da başbakanın bu kararnameyi imzalamak ya da imzalamamak yetkisi elbette vardır. İade eder, yenisini ben teklif ederim. Ama bu olmasın şu olsun diyemez, dememelidir.

    Demirel’le anılarınız var mı?

    Elbette var. Bunlardan biri bence önemli. Süleyman Bey’le bir gün başbakanlıkta görüşürken bana ‘Yahu hocefendi, Cuma hutbelerinden sonra hatiplerin okuduğu bir ayet var. Bunun Türkçesini de okusalar olmaz mı?’ diye sordu. Ben bu öneriyi şahsen uygun bulduğumu, yetkili kurullarla konuştuktan sonra, bunu yapabileceğimizi söyledim. Gerçekten de o tarihten bu yana, camilerde hutbelerin ardından okunan bu ayetin meaili de bütün hatiplerce okunmaktadır.

    Bunca yıllık başkan ve başkan yardımcılığınız sürecine en zorlandığınız gün hangisiydi? O günler neler yaşadınız?

    En zorlandığım günler demem daha doğru olur. Bunlardan biri TRT ile yaptığımız çekişme ile ilgilidir. Mübarek günlerde camilerde yapılan programlar paket programlar olarak önceden kaydedilip mübarek gecelerde yayınlanacak diye tutturuldu. Sonunda Kenan Evren Paşa’ya derdimi anlatabildim. ‘Olmaz öyle şey, ben hallederim’ dedi ve halletti.

    SİYASETTEN UZAK, KENDİMİZİ İLME ADAMIŞTIK

    “Yüksek İslam Enstitüsü’nde bir grup arkadaşım vardı. Kendimizi tamamen öğrenci yetiştirmeye ve ilme adamıştık. İlim yapacağız ve öğrenci yetiştireceğiz. Bunun dışında kulağımıza hiçbir laf girmiyor, hiçbir teklife itibar etmek içimizden gelmiyordu.”

    Hiçbir zaman yalnız kalmadım

    Tayyar Altıkulaç, normal bir günde, dinî ve sosyal hayatında neler yaşıyor? Televizyon dizilerini izler mi mesala?

    Dizi izlemeye fırsatım olmuyor çünkü buradan gidince normal görevlerimizin dışında, ben kitaplarımın başında olurum. Gece saat 23’e kadar değişen bir şey yok. Sadece yemek ve kahvaltı sırasında TV’yi açarım, haber kanallarını dolaşmaya çalışırım. Kültürel bir program gözüme ilişirse ona biraz takılırım. Ve evdeki hayatım bir kitabın veya bir ansiklopedi maddesinin ya da bilgisayarın başında geçiyor.

    Yalnız kaldığınızda, manevi olarak ne hissediyorsunuz?

    Hiç yalnız kalmıyorum, kitaplarım var.

    Her insanın, şöyle bakarken dalıp gittiği, manevi olarak bir şeyler hissettiği anlar olur ya…

    İnanın bu yalnızlığı hiç hissetmedim, hiç yalnız kalmadım. Bu yalnızlığı henüz hiç hissetmiyorum. Emekliyim diye kahveye mi gideyim, böyle bir şey hiç olmadı.

    Peki sizi hayatta en çok kim güldürüyor efendim?

    Yok, beni en çok kim güldürüyor hatırlamıyorum çünkü çok az gülerim. Hayatta hiç gülmedim diyebilirim. Derdiniz, projeleriniz varsa zaten gülmeye vaktiniz olmaz. Benim hayatım hâlâ stresle geçiyor. Şimdi bir üniversiteyle meşgulüm, bu üniversitenin gelişmesiyle ilgili süreçte de stresli yaşantımız devam ediyor.

    Manevi olarak huzur bulduğunuz özel bir yer var mı?

    Benim manevi hayatım bunlar (kütüphanesindeki kitapları göstererek). Bir de beş vakit namazım ve Ramazan ayındaki orucum. Manevi hayatla şayet manevi bir ocağa bağlılığı kastediyorsanız, böyle bir şey yok. Gençliğimde değer verdiğim bazı kimselerin bu tür bağlantılarına özenerek ben de bir müddet böyle bir ocak arayışı içinde oldum. Ama gittiğim hiçbir yerde bu arayışımın cevabını bulamadım. Demek ki bende bir eksiklik var.

    Diyanet’in kaldırılması felaket olur

    Diyanet’in yeniden yapılandırılması tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Diyanet yeniden yapılandırıldı yakın bir tarihte. Bunun ötesinde yeniden bir yapılandırma söz konusu olmamalı. Laik bir düzende Diyanetin kaldırılması tezi savunulabilir ama Türkiye için bir felaket olur, birbirimize düşeriz. İşte Pakistan örneği ortadadır. Diyanet kuruluşundan bu yana kendisinden bekleneni vermiştir. Bu Müslüman milleti ayni camide bir çatı altında toplayabilmiş ve bugünlere getirmiştir. Eksikleri vardır, zaman zaman yanlışları da olmuştur. Ama yokluğunu ben düşünemiyorum.

    Keşke dediği bir olay

    Siz de dedenizin size verdiği gibi çocuklarınıza küçük yaşta dinî eğitim verdiniz mi? Çocuklarınız neden babalarının yolundan gitmediler?

    Aile hayatımda iki kız ve iki erkek çocuğun babasıyım: Hülya, Ayşe, Muhammet Rıfat ve Taha. Rıfat bir sigorta şirketinin acentası, Taha’da bir finans kurumunda çalışıyor. Rifat İmam-hatip lisesini bitirdi, Taha ile de biraz meşgul olduk. Ben şunu itiraf edeyim ki görev şartlarım nedeniyle çocuklarımın hiçbirisiyle bir babanın ilgilenmesi gerektiği kadar ilgilendiğimi söyleyemem. Onlar beni akşamdan akşama görür, bazen de görmezlerdi. Ankara günlerinde tarifi zor bir dönem yaşadım. ‘Keşke çocuklarımla daha ilgilenebilseydim ve onlara biraz daha çok zaman ayırabilseydim’ dediğim olmuştur.

    Kaynak: SELİM EFE ERDEM / STAR

  • İlahiyat Hocaları Arapça Eğitmini Tartışıyor

    OMTEL Otel toplantı salonunda yapılan çalıştayın açılışına OMÜ Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hakan Leblebicioğlu, İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yavuz Ünal, Turizm Fakültesi Dekan Vekili Prof. Dr. Recep Tapramaz ve öğretim üyeleri katıldı

    İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç Dr. Murat Yıldız’ın Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başlayan çalıştayda açılış konuşmasını yapan düzenleme kurulu başkanı Prof. Dr. Soner Gündüzöz, “Arapça öğretimi günümüzde büyük bir önem arz etmektedir. Hızlı bir şekilde artan İlahiyat Fakülteleri ve öğrencilerinin sayısı bu durumu doğrulamaktadır. Roland Barthes isimli düşünüre göre toplumu şekillendiren en önemli dört bilimden birisi dil bilimidir. Arapça da İslam düşüncesini şekillendirecek öncü bilimlerden birisidir. Bilhassa hadislerin Arap dilinde öğrenilmesi büyük bir önem arz etmektedir. Çalıştay içerisinde öncelikle imam hatip liselerinde, hazırlık sınıflarında, lisans ve lisansüstü Arapça öğretimi, önemi ve stratejik hedefleri ele alınacak” dedi.

    Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yavuz Ünal, “Bu toplantı tüm İlahiyat Fakülteleri adına önemli ve kritik bir toplantıdır. Arapça bu toplumda bir ilahiyatçının itibarını, sosyal misyonunu dünya ve ahiret açısından üstlenebilmesi için olmazsa olmaz bir ilimdir. Arapça öğretimi hususunda sorumluluktan kaçmaksızın tüm olumsuzlukları bertaraf etme uğraşı verilmelidir. Mezun edilen öğrenciden beklenilen derdini anlatabilen, ulum-u İslami’nin özüne ilk kaynaklardan inebilen bir tutum geliştirmesidir. Eğitim işi profesyonellik istemektedir. Dolaysıyla bu süreçte bir yol haritasının çıkartılması ve gerekenin özenle yerine getirilmesi gerekmektedir” diye konuştu.

    Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hakan Leblebicioğlu ise şunları söyledi: “Böyle bir toplantının düzenlenmesinden rektörlük adına duyulan memnuniyeti belirtmek isterim. Bizim kültürümüz Arapça ile yoğrulmuştur. Karanlık çağlar olarak adlandırılan dönemde Arap dilindeki bilimsel içerikli milyonlarca el yazması eser Arapça’nın önemini vurgulamaktadır. Günümüzde tıp fakültelerinde çekirdek eğitimi programı uygulanmaktadır ve öğrenciler için derslerle ilgili bilgi çeşitlendirilmektedir. Arapça bazında da bu tür bir program oluşturulması önem arz etmektedir. Bu çalıştay sayesinde bu gibi programların nasıl gerçekleştirileceği üzerine görüşler ortaya konacaktır. Küreselleşen dünyada daha fazla sayıda insana, nasıl kaliteli bir eğitim verileceğinin tartışılması noktasında bu çalıştaydan önemli sonuçların elde edileceğine inanılmaktadır.”

    İki gün sürecek olan çalıştayın ardından İlahiyat Fakültesi Dekanlığı tarafından çalışyata şehir dışından gelen konukları Bafra Kuş Cenneti’ne gezi düzenlenecek

  • Diyanet Siyasete Girmek İstemiyor !

     

    Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada, “Kardeşlik ahlakı ve hukuku temasının işlendiği, bütün ülke sathını kardeşlik coşkusunun sardığı Kutlu Doğum Haftası’nda, Başkanlığımızın günlük siyasetin konusu haline getirilmesi ve bunun bir parçası olmasına yol açacak bir davete muhatap olması üzücü olmuştur.” denildi.
    Diyanet İşleri Başkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan yazılı açıklamada, “Bugün gazetelerde yer alan ‘Diyanet açıklasın’ başlıklı haberler üzerine aşağıdaki açıklamanın yapılmasına lüzum görülmüştür. Kardeşlik ahlakı ve hukuku temasının işlendiği, bütün ülke sathını kardeşlik coşkusunun sardığı Kutlu Doğum Haftası’nda, Başkanlığımızın günlük siyasetin konusu haline getirilmesi ve bunun bir parçası olmasına yol açacak bir davete muhatap olması üzücü olmuştur.” denildi.

    Geçen yüzyılda Anadolu ve Balkan coğrafyalarında camiler başta olmak üzere vakıf mallarının ve tarihi eserlerin maruz kaldığı durumun, Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivleri kaynak gösterilerek pek çok bilimsel araştırmaya konu edildiği kaydedilen açıklamada, “Bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın her türlü siyasi tartışmanın dışında tutulması milletimizin geleceği, birliği, beraberliği ve bütünlüğü için önem arz etmektedir. Başkanlığımızın her zaman bu yüksek mesuliyetin idraki içerisinde görevini ifa etmesi en büyük onurudur.” ifadelerine yer verildi.

    Zaman

  • Hayatımın En Güzel Hatası: İlahiyat Okumak

     

    Kendinizden bahseder misiniz, sizi tanıyabilir miyiz?

    3 Ağustos 1968, Tokat’ın Daylıhacı Köyü’nde doğdum. Çocukluğum köyde geçti, ve babam iş nedeniyle Sivas’a tayin oldu, bu nedenle ilkokuldan itibaren bütün okul hayatım Sivas’da geçti. 1986’da Sivas İmam Hatip’den mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım ve 1990 yılında Fakülteyi bitirdim. Yüksek lisans, doktora derken 1993 yılında Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde araştırma görevlisi olarak göreve başladım. Aynı fakültede öğretim üyesi olarak görevime devam ediyorum. 1 buçuk yıldır dekan yardımcılığı yapıyorum.

    İlahiyat serüveniniz nasıl başladı?

    İmam hatip lisesindeyken başarılı bir öğrenci olarak görülüyordum. Tabi sonuç olarak, aileden, çevreden insanların o günkü şartlarda rağbet gören okulları incelemesi gibi bir durum söz konusuydu. Benim İlahiyat Fakültesi’ne girmem, hayatımın en büyük hatasının sonucuydu.

    Ailemin özellikle tıp fakültesi isteğinin bir sonucu olarak tercih formunu doldururken ilk iki sırada Tıp Fakültesi yazmıştım ve 3. sırada İlahiyat Fakültesi vardı. Meğer puan türleri farklı oluyormuş, sıralama değişiyormuş ve ben bunları kaçırdığım için 3. tercihim olan İlahiyat Fakültesi geldi. Kaçırdığım tıp fakülteleri epeyce fazlaydı ancak sıralama sebebiyle böyle bir şey oldu. Daha sonraki yıllarda bunu “hayatımın en güzel hatası” olarak isimlendirdim.

    Üniversite yıllarında yaşadığınız, unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

    Üniversite yılları hatıraların çok olduğu yılardır, İstanbul’a ilk gelişim fakülteye başlamak içindi. Babamla beraber geldik İstanbul’a. O zamanlar Topkapı’da bir otobüs terminali vardı, şimdiki 1453 Panaroma’nın olduğu yerler. Orada indik ve Fatih’e geldik. Fakülteye yakın bir yayınevinde tanıdık arkadaşlarla buluşup nerede kalacağımızı konuştuk. Bağlarbaşı’nda Fakülte’ye yakın bir yurt varmış orada kalacaktık. Babam beni üst sınıflarda okuyan arkadaşlara teslim etti ve oradan ayrıldı. Babamın arkasından dolmuş kayboluncaya kadar baktığımı asla unutamam. Koskoca İstanbul’da birkaç arkadaşla yapayalnız kaldığımı hissetmiştim. Benim için zor bir ayrılıktı. Bağlarbaşı’nda Mimar Sinan’ın yaptığı Atik Valide Cami külliyesi diye bilinen yerin medresesi yurt haline getirilmişti. Altı yedi ay kadar orada kaldık ve daha yeni yurda dönüştürülüyordu. Oranında kuruluş sıkıntılarını, eksiklerini yaşadık. Yani İstanbul’a böyle biraz zor biraz farklı bir giriş yapmış olduk.

    Hadis Sahası’nı tercih edişiniz nasıl oldu?

    Açıkçası bu da baştan beri belirlenmiş bir tercih değildi. Okuduğumuz derslerin de etkisiyle, hemen hemen her öğrencinin başına gelen şeydir bu, ilerde çalışmayı düşündüğü alan gördüğü derslere göre zaman zaman değişir ve bir de derse giren hocaların etkisiyle de yönelmeler olur. Bende bir kaç anabilim dalını düşündükten sonra hadisi seçtim ve itiraf etmeliyim ki Marmara İlahiyat Fakültesi’ndeki hadis hocalarının çok önemli payları olmuştur. Ayrıca hadis ve sünnet konularının Hz. Peygamberi tanımanın en kestirme yolu olduğunu düşündüğüm içinde hadise karar kıldım.

    Kitap çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

    Benim yayınlanan ilk kitabım bir tercümedir ve fakülteyi bitirdiğim ilk yıl yayınlanmıştır. Yani yüksek lisansa başladığım ilk zamanlarda bir tercüme çalışması, küçük bir risaleydi zaten kendisi. Sonra yüksek lisans, doktora tezlerimiz oldu. Doktora tezim de kitap olarak yayınlandı, ‘Toplumsal dönüşümde sünnet’. Daha sonra 2009 yılında yayınlanan kitabım, Hz. Peygamber’in Aile ve Akraba Atlası’dır.

    Türkiye’deki hadis çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Her akademik alanda olduğu gibi hadis alanında da ülkemizdeki çalışmalar epeyce bir yol kat etmiştir ve bu durum gayet umut vericidir. Hadis açısından bakıldığında belki de ülkemizde oldukça yaygın olan bir tartışma alanıdır hadis ve sünnet. Bu konuda epey kitap mevcuttur. Kemiyet, keyfiyet açısından bakıldığında tartışılabilecek durumlar olabilir. Ama yine her bir çalışmanın bir emek mahsulü olduğunu bilmek ve ona göre değerlendirmek gerekir. Önemli olan bunların iyi niyetle ve bu ilme hadisi sünneti bilmek amacıyla yapılmış olmasıdır. Akademik alanda olsun dışarıdan olsun hadis alanındaki çalışmalar tüm hızıyla devam etmektedir. O kadar hızlı ki okuyandan çok yazanın olduğu bir ülke olarak nitelendirebiliriz. Yazılan kitaplar okunamayacak kadar fazla yayınlanıyor. İnşallah bunların okunmasını ve gerekli şekilde değerlendirilmesini bekliyoruz.

    Hadis dışında bir alan seçseydiniz bu hangi alan olurdu?

    Hadisten önce bir alan olarak İslam felsefesi İslam düşüncesi alanında çalışmalarım oldu. Sonrasında İslam tarihine merak sardım özellikle siyer kısmına ki halen ilgi alanımdır. Hadisçi olmasaydım ne olurdum?  İslam tarihçisi olurdum.

    İlahiyat Fakülteleri’nde hazırlık sınıfları açılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Hazırlık sınıfları Arapça için var olmuş sınıflardır. Arapça İslami bilimlerde ve temel İslam bilimlerinde olmazsa olmaz bir alet ilmidir. Hazırlık sınıfını bunu sağlamaya yönelik bir proje olarak düşünürsek, bundan öncesinde insanlar herhangi bir alet olmadan işe başlıyorlardı. Bu sınıflardan sonra ise ellerinde kullanabilecekleri iyi bir aletle işe başlamış olurlar. Arapçaya sağladığı katkı açısından hazırlık sınıfı tartışılmasız bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç başka türlü giderilebilirse ve o alet yine bir yerlerden temin edilebilirse sorun çözülmüş olur. Ama ülkemiz şartlarında bunu yapmanın en iyi yolu hazırlık sınıfı olarak görünüyor. Dolayısıyla hazırlık sınıflarından önceki arkadaşlarımızın Arapça açısından maalesef epeyce eksikliklerin olduğunu görüyoruz. İnşallah hazırlık sınıfları iyi bir şekilde değerlendirilir ve güzel bir Arapçayla İslami bilimlere hizmet edilmiş olur.

    Fakültemizde her yaz düzenlenen Arapça yaz kursuna öğrencilerin katılım ve kursun başarı seviyesi nasıl?

    Tabi ki bu sorunun muhatabı özelikle Arapça hocalarımız olmalıdır.

    Ama dışarıdan gözlemlediğim kadarıyla fakültemizdeki Arapça eğitimi sıra dışı denilebilecek bir iyilikle devam ediyor. Dönem sonundaki Arapça yaz kursu tamamen bizim fakültemize özgü bir ayrıcalıktır. Bunu da bir kazanım olarak görüp, öğrencilerimiz bunu değerlendirmelidirler. Kursa katılımın ise beklenilene yakın olduğunu görüyoruz. Sonuçtaki başarıda açıkçası yine ortada, kursa katılan öğrenciler katılmayan öğrencilere göre ayrı bir fark göstermiş oluyor. Çünkü insan ne kadar çalışırsa elde edeceği de o kadardır.

    Sakarya İlahiyat Öğrencileri’nin Suriye’de gördüğü Arapça eğitimini faydalı görüyor musunuz?

    Yurt dışında özellikle bir Arap ülkesinde bulunmak dil eğitimi açısından son derece önemlidir. Yaklaşık iki ay kadar orada kaldılar. Bu en azından oradaki havayı görmeleri; Arapçanın kullanılabilen, insanların birbiriyle rahatlıkla iletişim kurdukları geçerli bir dil olarak görmeleri bile bir tecrübe olarak yeterlidir. Çünkü ülkemizdeki Arapça eğitimi kitabi, sanal ve nerede kullanılacağı çok da idrak edilemeyen bir durumdadır. Arkadaşların bunu bir Arap ülkesinde hayatın içinden bir dil olarak görmeleri önemlidir. Sonra fakültede öğrendikleri bilgileri sokakta, çarşıda, durakta, yurtta, takside kullanmak zorunda olmaları onların motivasyonlarını etkilemiştir. Ve bu dilin konuşulabilecek, öğrenilebilecek, kullanılabilecek bir dil olduğunu anlamalarına epeyce katkıda bulunmuş olmalıdır.

    Suriye ziyaretinde siz de bulundunuz ve bundan bahseden bir konferans da verdiniz, oradaki tecrübelerinizi bizimle paylaşır mısınız?

    Suriye benim için bütünüyle hatıralarla doluydu. Öğrencilerimiz adına olduğu gibi benim adıma da güzel bir tecrübe oldu. Şunu bir tespit olarak söylemek gerekirse, biraz önce Türkiye’deki hadis çalışmaları ile ilgili konuşurken geldiğimiz seviyeden olumlu yönde söz etmiştik. Fakat çalışmalarımız Türkçe olduğu için; özellikle Arap dünyasında bunların bilinmediğini, tanınmadığını, duyulmadığını zaten biliyorduk da oraya gidildiğinde bunu görmüş olduk. Türkiye’den 8 ilahiyat fakültesinden 40 civarında hocayla Suriye’ye gitmiştik. Biz orada bir program dahilinde Arapça pratik konuşma ve geliştirmeye yönelik bulunacaktık. Ancak Arap kardeşlerimiz bizi tabiri caizse “bunlar yeni müslüman olmuşlar ve hazır gelmişlerken şunlara biraz din öğretelim” gibi algılamış olmalılar ki önümüze konan programa şok olduk, gerçekten çok şaşırdık.

    Bir hafta ders işlendikten sonra bekledik, belki düzeltilir diye. Gördük ki düzeltecek gibi değiller. Bizde bu duruma müdahale ettik ve dedik ki: Biz bu anlattıklarınızı bilmiyor değiliz, Sadece bildiğimizi size anlatamadığımız için buradayız. Yani bize güzelce Arapça konuşmayı öğretin, bakın bu konularda size neler söyleyeceğiz. Çünkü hakikaten oradaki hocalarımız kendi alanlarında uzman olan insanlar ama konuşma işin içinde olmayınca bu ayrı bir mesele haline geliyor. Sonunda bizi anladılar, öğrenci muamelesinden geçip hocam muamelesi yapmaya başladılar. Dersleri daha bize uygun hale getirdiler. Bu Türkiye’nin Arap ülkelerindeki imajı konusunda yaşadığım bir tecrübeydi. Dolayısıyla Arapçayı hepimiz güzelce öğrenip, yazmamız lazım ve bilimsel alanlarda da yaptığımız çalışmaları Arap kardeşlerimize takdim etmemiz gerekiyor. Bunun dışında Suriye’yi elimden gediğince gezerek, dolaşarak gözlemlemeye çalıştım. Toplu halde yaptığımız Humus, Hama, Haleb, Neva ve Dera gezileri dışında özellikle bulunduğum Şam bölgesinde, Dımeşk-i Kadîme denilen bölgeyi sokak sokak gezmeye özen gösterdim. Yani kimleri göreceğim, hangi sahabeyle karşılaşacağım, hangi İslam aliminin kabrini göreceğim şeklinde. Bu anlamda Şam ziyaretimi iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. 50 gün kaldığımız Şam’da bir günlük yazdım ve Allah nasib ederse onları yazıp, fotoğraflayıp yayınlamayı düşünüyorum.

    Fakülte öğrencilerimizin sosyal faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Önceki yıllarda fakültedeki öğrenci sayısı çok azdı. Dolayısıyla sosyal faaliyet de ona göre azdı. Fakültedeki öğrenci sayısının iyileştiği ama bu oranda faaliyet sayısı arttı mı? Bunu söylemek zordur. Ama öncelikle öğrenciler kendilerini yetiştirmeye yönelik faaliyetler yapmalıdır. Ve bunun bir de sosyal ve kültürel tarafı da vardır, kendilerini bilgi alanında geliştirdikten sonra bu bilgileri kullanabilecekleri yerlerde de kendilerini geliştirmeleri iyi olur. Tarihimizi, birikimimizi, kültürümüzü tanımaya yönelik faaliyetler yapıp, büyüklerimizi, konunun uzmanları olan insanlarımızı fakültede öğrenci arkadaşlarla buluşturabilecek organizasyonlar yapabilirler. Kendi aralarındaki iletişimi cep telefonu ve internet dışında geliştirebilecek faaliyetler yapmalarını çok arzu ediyorum. Sosyal medya denilen sitelerin kullanımının gerektiği kadar iletişimi sağlamadığı aksine kişisel ve bireysel düşünceyi geliştirdiği kanaatindeyim. Yan yana iki arkadaş bile iletişimlerini internet üzerinden yapıyorlar, birbirlerinin yüzlerine bakıp da bir tebessüm etmeye gerek duymuyorlar.

    Eilahiyat vesilesi ile İlahiyat öğrencilerine tavsiyeleriniz nelerdir.

    Öğrenci derslerine not endeksli değil de kendilerini yetiştirme açısından bakarsa en büyük faydayı sağlamış olacaktır. Zaten kendini hakiki anlamda yetiştirmiş ve geliştirmiş olursa bunu sınavlara rahatlıkla yansıtmış olur. Ancak geçici menfaatler gibi düşünerek, nottur, sınıftır, transkripttir, çan eğrisidir gibi gerekçelerle derslere girerse bu o notu almasından öte bir kazanım elde etmemesine yol açacaktır. Bir dönem bitip de diğer döneme geçildiğine pek bir şey kalmayacağını açıkça söylemek gerekir. Halbuki bu bilgiler bana ömür boyu lazım olacak, hatta ömürden ötesi içinde lazım olacak diye düşünürse, bütün derslerin hakkını daha iyi verecek ve kendini bu toplumun önde gelen İslami bilgiler yetkilisi gibi görüp, bu sosyal fonksiyonu da hesaba katarak çalışırsa yani sadece öğrenmek için değil, öğretmek içinde derslerine bakarsa kendini çok daha iyi yetiştireceği kanaatindeyim.

    Bu sohbetimizi bir hadisle kapatalım… Şu an aklınıza gelen ilk hadis olsun

    من حسن الاسلام مرء تركه مالا يعنيه                              

    Kişinin malayani diye Türkçede de kullandığımız, yani hiçbir yere, hiçbir şeye, hiçbir şekilde faydası olmayan herhangi bir işi terk etmesi onun güzel Müslüman olduğunun delillerindendir. Genel anlamda da dünyaya ahirete insanlığa bir şekilde faydası olmayan işler şeklinde de düşünülebilir.

    Benimle bu konuşmayı yaptığınız ve bu imkanı sağladığınız için size teşekkür ediyorum. Allah sa’yınızı meşkûr eylesin.

    Biz de teşekkür ediyoruz sayın hocam…

     

    Söyleşi: Esra Ekinci

    Sakarya İlahiyat Eilahiyat Temsilcisi

     

    eilahiyat.com

  • Diyanetten Vicdani Redde Ret

    Türkiye’de halen bir suç olarak kabul edilen, dini, ahlaki ve politik gerekçelerle zorunlu askerlik hizmetini reddeden, bireylerin savaş politikalarına karşı geliştirdiği bir tavır olarak bilinen Vicdani Ret Diyanet’in onayına takıldı: Vicdani Ret dinen caiz değildir!

    Milli Gazete’nin haberine göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın fetva hattından yapılan açıklamada İslam’da vicdani Ret hakkının olmadığının, devletin yasalarla birlikte silahlı emniyet güçlerinin de olması gerektiğini savunarak: Devletin silahlı güçlerinin olması demek bireylerin özgürlüklerinin teminat altında olması anlamına gelir. Her bireyin kendi teminatı için de askerlik hizmeti kaçınılmazdır. Kanunen yapmak zorunda olduğumuz askerliği “vicdanî red” gibi bir gerekçeyle terk etmek dinen caiz değildir. Herkes bu gerekçeyi ileri sürerse vatan savunması nasıl gerçekleşir?” dedi.

    MİLİTARİST BİR DEVLET GÜZELLEMESİ
    İslam dinine göre akıl ve baliğ sahibi herkesin devletine karşı sorumlu olduğunu söyleyen Diyanet devletin olmadığı yerde terör ve anarşinin hüküm süreceğini, insanların namus ve inançlarının bir nevi namlunun ucunda olduğunu söyleyerek: “Dinimize göre akıl ve baliğ olan her kimse, ibadetlerinin yanı sıra ailesine karşı (nafaka, himaye, terbiye vs. görevlerle), devletine karşı (vergi, askerlik vs. ile) yükümlüdür” diyen Diyanet, “İnsan sosyal ve medeni bir varlık olduğundan bir arada yaşamak zorundadır. Bir arada yaşamanın kuralları da ahlak ve kanunla belirlenir. Bunun uygulanması için de bir devlet olma gereği ortaya çıkar. Devletin yani kanunun, adalet ve hukukun olmadığı bir yerde terör ve anarşi hâkim olur. Bu ise insanların can, mal, namus ve inançlarının tehdit ve tehlike altında olması demektir. ‘’ açıklamasında bulundu. Diyanet’ten yapılan açıklamada askerlik yapmak dinen kutsanırken öte yandan da gönüllü ya da paralı olmasının yasalarca belirleneceğini ifade ederek devletin bekasımı yoksa halkın bekası mı çelişkisine de imza atıyor: Devlet yasalarla birlikte silahlı emniyet güçlerinin de olmasının gerektiğini aksi takdirde varlığını idame ettiremeyeceğini belirten Diyanet fetvasında, “Devletin silahlı güçlerinin olması demek bireylerin can, mal, namus, din ve ibadet özgürlüğünün teminat altında olması anlamına gelir. Her bireyin kendi teminatı için de askerlik hizmeti kaçınılmazdır. Bunun gönüllü ya da paralı olması yasalarla belirlenir. Bu itibarla kanunen yapmak zorunda olduğumuz askerliği “vicdanî red” gibi bir gerekçeyle terk etmek dinen caiz değildir” denildi.

    ‘ESAS OLAN VATAN SAVUNMASI!’

    Herkes “vicdanî red” gerekçesini ileri sürerek askerlik görevini yapmayacak olursa vatanın savunması, vatandaşların huzur ve güveni ve en önemlisi de can, mal ve namus emniyetinin gerçekleşmesinde sorun olacağını düşünen Diyanet fetvasını şöyle sonlandırdı: “Silahlı ve caydırıcı emniyet güçlerinin olmadığı bir devlette, ortaya sadece bir iç güvenlik sorunu çıkmaz, bunun yanında, dış tehdit ve bağımsız devlet olma sorunu da çıkar. Güvenlik güçleri yetersiz veya tamamen ortadan kaldırılmış olduğundan kendini savunamayan devletlerin şu an düştükleri durumlar da göz önüne alınırsa askerliğin bir ülke için ne kadar önemli olduğu kendiliğinden anlaşılacaktır.”

    Milli Gazete


  • İzmirliler Kutlu Doğum Etkinliğine Akın Etti

    Balçova Kaya Termal Otel’deki programda, ‘Hz. Peygamber, Kardeşlik Ahlakı ve Kardeşlik Hukuku’ konusu ele alındı. 2 bin 500 kişilik salonda yer kalmayınca birçok vatandaş, programı ayakta izledi. 

    Ahzab Suresi’nin okunmasıyla başlayan program, kardeşliğin anlatıldığı sinevizyon gösterisiyle devam etti. Daha sonra kürsüye çıkan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz, “İslam dini, kardeşliğin bir hukuk meselesi olduğunu, haklar manzumesi olduğunu, her kardeşin diğer kardeşi üzerinde bir takım haklar taşıdığı ifade eden bir görev olduğunu bize öğretti. Bizler son yolculuğunda insanları ahirete uğurlarken haklarınızı helal edin derken kullandığımız salavatı da, kardeşlik haklarını, dostluk haklarını ihmal ettiğimiz, eksik bıraktığımız haklar varsa onların helalliğini istiyoruz. İşte kardeşlik böylesine bir takım sorumluluklar ve haklar yüklemektedir. Bir edfa kardeşliğin temel şartı, kardeşin canı, malı, ırz ve namusunu korumak birinci vazifesidir.” dedi. 

    Diyanet İşleri Başkanılğı’nın, her yıl Kutlu Doğum Haftası’nı farklı bir tema ile kutladığını belirten İzmir Müftü Vekili İlyas Öztürk, “Bu sene Sevgili Peygamber efendimizi sadece duygusal boyutuyla tanıtmak değil, Allah Resulünü anlamaya çalışmak, bununda ötesinde Kuran’ı Kerim de anlatılan, iki cihan güneşinin(SAV) hayatını pratik hayatımıza aktarabilmektir.” şeklinde konuştu. 

    Kutlu Doğum Haftası programına koşa koşa geldiğini anlatan İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Sırrı Aydoğan ise “İnsanlık bir milat ararsa o, Hz. Muhammed’in(SAV) doğumudur. Çünkü güzel ahlakı, sevmeyi, ve almadan vermeyi ondan öğrendik.” dedi. 

    Kardeşliğin önemine dikkat çeken İzmir Vali Vekili Fatih Ahmet Kurt, “İnsan kardeşliği, din kardeşliği, millet kardeşliği, hangi kardeşlik olursa olsun bütün kardeşlikler güzeldir. Gökkuşağının yedi rengi gibi hakikatin renkleridir.” diye konuştu.