Yıl: 2012

 

Türkiye’nin en sıcak gündem maddelerinden biri de yeni anayasa çalışmaları. Bu çalışmalara toplumun her kesiminin katkı sağlaması bekleniyor. Çünkü sonuçta bu anayasa, insanımızın nasıl bir düzen içinde yaşayacağını belirleyecek. Yakın tarihimizde, bugüne kadar yapılan anayasalara bakıldığında, bunlarda toplumun iradesinin olmadığını, toplum adına birilerinin anayasa yaptığını görüyoruz. Eğer yapılabilirse, bu anayasa, ilk sivil anayasa olacak.

Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Şubesi, Yazar Okulu çalışmasının son dersini vermesi için isabetli bir tercihle Hüseyin HatemiHoca’yı konuk etti. Konu, “Anayasanın Temel İlkeleri”ydi. Bursa’da Ördekli Kültür Merkezi’nde düzenlenen gece, önce selamlama konuşmalarıyla başladı. Selamlama konuşmaları, Türkiye’de bir rutin olduğu üzre, protokole mensup kişiler tarafından yapıldı. Bu konuşmaların artık işlevselliğinin kalmadığı, sertifika töreninde sertifika vermesi için davet edilen Cahit Çollak’ın, “Bu program kültürel bir etkinliktir. Siyasilerden çok kültür adamlarına söz düşmelidir.” mealindeki cümlesiyle ifadesini buldu. Ve elbette Cahit Çollak’ın bu cümlesi, salonun en çok ve en uzun süre alkışlanan cümlesi oldu.

İlk vahiy, aynı zamanda anayasanın ilk maddesi olarak düşünülmelidir

Sonunda söz Hüseyin Hatemi Hoca’ya geldi. Hatemi Hoca, konuşmasına şöyle başladı: “Anayasa, dünya hayatımızı düzenlemesi için yapılır. Allah yeryüzünde halife olarak insanı göndermiştir. Allah, insanın sırat-ı mustakim üzre olmasını ister. Bunun için de bize, öğretici olarak peygamberleri göndermiştir. Allah bizleri sevgi ve ahlak üzere olalım diye yaratmıştır. Bu anlamda ilk vahiy, aynı zamanda anayasanın ilk maddesi olarak düşünülmelidir. Aslında anayasaların evrensel ilkelerine bakıldığında, bunların kaynağının ilahi olduğu görülecektir. Çünkü hemen hemen her şey referansını dinden almaktadır.

Toplumda ilahi sevgi bilincinin olduğu devlet, hukuk devletidir. Bu topluluğun insanları, tıpkı Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı üzre, bir karıncayı bile incitmek istemezler. Bu topluluğun yöneticileri de, ilahi sevgiye sahip insanların bilinciyle toplumu yönetir.

İslam’la beraber ümmet aslında Hz. Peygamber’e hem peygamber hem de emir olarak biat etti. Bu dönemde, özellikle ilk on yılda mükemmel bir hukuk devleti kuruldu. On seneden sonra yavaş yavaş bu mükemmellik azaldı.

Almanya ve İsviçre anayasalarının ilk maddesi, kendilerinin Allah’ın gözetiminde olduğunu bildiklerini ve bunu bilmenin sorumluluğuna göre davranacaklarını yazar. Biz ‘Batı, Batı’ diyoruz ama Batı sadece Fransa’dan ibaret değil. Almanya ve İsviçre de Batı ve biz neden onları örnek almayalım ki? Anayasaya ‘Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlamak, aynı zamanda herkes için de bir teminattır. İlahi sevgiye bağlı kalınacağının teminatıdır.”

Laiklik olmalı ama nasıl?

Laiklik konusunun anayasada nasıl yer alması gerektiğini de şöyle anlattı Hatemi Hoca: “İlahi sevgiye atıf yapan birinci maddeden sonra, ikinci madde laikliği düzenleyebilir. Ama bu laiklik, ilahi olanı reddetmeyen bir laiklik olmalıdır. Mesela Alman anayasası, laikliği, ‘Devletin kilisesi yoktur.’ şeklinde ifade eder.  Yani, Katolik ve Protestan kiliseleri arasında taraf değildir ama bunları da reddetmemektedir. Oysa Türkiye laikliğine bakıldığında, mesela bir 28 Şubat süreci düşünüldüğünde, laikliğin din düşmanlığı gibi algılandığı aşikârdır.”

Anayasanın diğer temel maddelerini de kısaca şöyle anlattı Hatemi Hoca:

3. Her insan, saygın bir kişidir ve her insanın kişiliği vardır. Din, dil ve ırk farklılığı, sınırlama sebebi olamaz.

4. Adaletli olunmalı ve adl ilkesinden taviz verilmemelidir. İnsanlar arasında hakkaniyetli olup liyakat gözetilmelidir.

5. Hakkaniyet ve eşitlik birbirinden ayrılmamalı. Cezalar, insan onuruna aykırı olmamalıdır.

6. Dürüstlük ilkesi gözetilmelidir. Her insan yekdiğerine saygı göstermeli, bir şey yaparken başkasına zarar vermemelidir. Bu anlamda Hazreti Ali’nin Nehcu’l Belaga’daki öğüdüne kulak verilmelidir: “Size sadece insanların değil, hayvanların ve çevrenizin de hakkını gözetmenizi tavsiye ediyorum.”

Yeni anayasa bundan öncekilerin klonlanmış şekli olmamalı

Hatemi Hoca, bir hususun altını ısrarla çizdi: “Anayasa, klonlama olmamalı. Anayasayı yazarken bazı şeylere dikkat etmeli. Mesela, ‘82 Anayasasında ‘Hiçbir faaliyet, Türk’ün milli menfaatlerine aykırı olamaz’ diyor. Bu ve buna benzer maddeler yeni anayasada yer alırsa, yeni anayasa yapmış sayılmayız çünkü ‘Türk’ün kim olduğunu, hangi faaliyetin milli menfaatlere uygun ya da aykırı olduğunu belirleyecek olan’ kimdir? Bunu tayin yetkisi kime aittir? Böyle bir madde yeni anayasada olduktan sonra o anayasaya yeni değil, klon anayasa denir.

Temel ilkeler kısaca bunlardır. Bunların dışında, ülkemizde yaşayan herkesin hakkını gözetecek maddeler de konabilir. Ama bu maddeler konurken ne devletin toplumun değişik kesimlerine baskı uygulayabileceği ne de toplumun değişik kesimlerinin devletin yapısına zarar vereceği maddeler konmalıdır. Anayasada herhangi bir millet-topluluk adı da olmamalıdır ama anayasanın adı, devletin de adı olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmalıdır.

Bir de anayasaya, devletin resmi dilinin Türkçe olduğu yazılmalıdır. Toplumun her kesiminin, her bölgedeki insanın birbiriyle anlaşabilmesi için bir resmi dil şarttır. Bunun dışında, her kesim kendi yerel dilini konuşabilir, bu diller serbest olmalıdır.”

Anayasa bilinci eğitimle verilmelidir

Hatemi Hoca, sadece anayasayı değiştirmenin yetmeyeceğini, anayasanın ruhunu kavrayacak nesiller yetiştirmenin de gerektiğini belirterek şunları söyledi: “Bu anayasayı içselleştirecek bir nesil de yetişmeli. Bu da hemen olmaz, zaman ister. Bunun için de anayasanın ruhu, eğitimin her kademesinde, herkesin anlayacağı şekilde anlatılmalıdır. Çünkü anayasayı uygulayacak olanlar da insanlardır. Onların da yöneticilerini hakkıyla seçebilecek ilahi sevgi bilincine sahip olmaları gerekir.”

 

Ahmet Serin 

Dünyabizim

  • Çanakkale İlahiyatta Bir Dönemin Sonu

    Törene Vali Yardımcısı Alper Faruk Güngör, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Şükriye Aras Hisar, İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdurrahman Kurt’un yanı sıra İlahiyat Fakültesi’nden akademisyenler ile mezun öğrencilerin aileleri katıldı. Program, Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başlarken, mezun öğrenciler adına Mehmet Bayındır ile mezun öğrencilerin sınıf danışmanı Doç. Dr. Hasan Kaplan kısa bir konuşma yaptı.

    İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdurrahman Kurt da yaptığı konuşmada, İlahiyat Fakültesi’nin yeni binasına ilişkin açıklamalarda bulunarak, İlahiyat Fakültesi’nin yeni binasının en kısa zamanda yapılacağını belirtti. Nurullah Donkar ve Levent Öztürk isimli mezun öğrencilerin şiir okumasının ardından ise son olarak da İlahiyat Fakültesi 2011-2012 mezunlarından oluşan koro Çanakkale türkülerini seslendirdi. İlahiyat Fakültesi 2011-2012 mezunlarının diplomalarını anne babalarının elinden almasının ardından tören keplerin havaya atılmasıyla son buldu.

  • Modern Görünümlü İlkeller

     

     

    -Beşiktaş’tayım şekerim. Çarli’yi gezdiriyorum. Bugün çok uslu teyzesi. Ya evet. Tamam görüşürüz.

     

    Bu saçları salkım saçak kız Jülide’dir. En önemli özelliği hayvansever olmasıdır. O kadar sever ki; hayvanlara hayvan bile dedirtmez. Misal, Çarli. Kimse ona köpek diyemez. Kişilik sahibi, karakterli bir köpeğe “köpek” demek ilkelliğini yıllardır kimsede görmemiştir. Çarlicik bu devasa kentte binlerce amcası ve teyzesiyle yaşayan çok yönlü bir şeydir işte. Söz meclisten dışarı köpek.

     

    Ama kaderin cilvesine bakın ki Jülide’nin başına umulmadık bir felaket gelmiştir. Hem de geçen hafta. Cumartesi günü Jülide, Çarli’yi de alıp Demokrasi Parkı’na çıkar. Onlarca köpekle hemhal olsun, gözü gönlü açılsın diye. Lakin adı sadığa çıkmış olsa da Çarli az biraz nankörce bir köpektir. Jülideciğin çuval dolusu paralarla satın aldığı kıyafetlerini çekiştirip durur. En kaliteli köpek mamalarıyla yetinmez. Gözü illa ki yağlı kemiktedir. Bu kadarla kalsa iyi. Aşağı tabakadan insanlara da sokulur. Geçenlerde elli yaşındaki teyzeler gibi giyinmiş kara kuru bir kızın elini yalamıştı. Jülide hemen çağırdı onu:

     

    -Çarli, yabancılarla konuşma bebeğim.

     

    Kızın kendisine güldüğünü fark etmedi Jülide. Yobazların yüzüne bile bakmazdı.

     

    Her neyse, konumuza geri dönelim. Çarli o gün çöp kutusunun yanına atılmış bir poşetin başına koşup duruyordu. Jülide buna asla izin vermez tabi. Hijyen onun için çok önemlidir. Mesela bebeklere dokunamaz. Çünkü salyaları akar, kusarlar, ağızları-yüzleri bulaşıktır. Bu yüzden çocuklarla arası iyi değildir. Ama şu Çarli’ye bakın, yine çöp kutusuna doğru atılmıştır. Bu defa Jülide’nin elinden kurtulur, poşeti kaptığı gibi yallah. Görebilene aşk olsun. O arka sokaklarda yalanırken Jülide’yi düşünün siz. Donup kalmıştı.

     

    -Bebeğim, diyor. Başka bir şey demiyordu.

     

    İnsanlar etrafına toplanıverdiler bir anda. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

     

    -Ne olmuş? Ne olmuş?

     

    -Zavallı kadın… Bebeğini kaçırmışlar.

     

    -Ana yüreği işte. İçim parçalandı.

     

    -Kızım kendine gel. Polis bulur şimdi.

     

    İyi insan lafının üstüne gelir ya. Polis de olay yerine vasıl olmuştu. Kalabalığı yarıp felaketzedeye ulaşması kolay olmamıştı. Ulaştı da ne oldu? Şoka giren kızın ağzından tek kelime çıkmıyordu. Karakola götürdü polis. Amiri bulurdu nasılsa bir hal çaresi.

     

    Komiser bu insanlık dramı karşısında eli kolu bağlı duramayacak kadar merhametli biriydi. Kolonyalar koklattı, sular döktü. Nice zaman sonra Jülide’nin dili çözüldü.

     

    -Söyle kızım. Sakin ol. Ne zaman kayboldu bebek?

     

    -Şeeey, iki civarıydı sanırım.

     

    -Çevrede dikkatini çeken biri veya bişey var mıydı?

     

    -Çöp kutusu vardı. Çöpler dışarıdaydı. Çok pisti. Kaç kere engelledim onu. Beni dinlemedi.

     

    -Nasıl yani? Bebek yürüyor muydu?

     

    -Koşuyordu.

     

    -Kaç yaşında bu bebek?

     

    -Bir buçuk.

     

    -Allah Allah. Kızım nasıl olur? Başına güneş geçmiş olmasın.

     

    Komiserin yüz ifadesi değişmeye başlamıştı. Nerden bulurlardı böyle delileri bu memurlar?

     

    Jülidecik komiserin yüzüne bakıyor, ne diyeceğini şaşırıyordu. Tekrar ağlamaya başladı.

     

    -Kemikleri atmışlar…  Öyle ortalığa… Çarli ne yapsın? O daha çok küçük.

     

    -Ne menem bişey bu Çarli?

     

    -Köpeğim.

     

    -Tövbe estağfurullah. Şimdi başlayacağım ananın sülalesinden. Çık dışarı! Çık!

     

    Jülide elleri böğründe bir başına kaldığında yemin etti. Çarli’yi bulacaktı. Ne pahasına olursa olsun. Yemedi, içmedi. İlanlar verdi, afişler bastırdı. Nafile. Çarli pislik içinde dört gün sonra kendiliğinden çıkıp gelene kadar çabaları fayda vermedi. O saatten beri Çarli’yi ben diyeyim on, siz deyin on beş kere veterinere götürmüştür.

     

    Şimdi başa dönüyoruz. Jülide telefonda kankası Melek’le konuşmaktadır.

     

    -Beşiktaş’tayım şekerim. Çarli’yi gezdiriyorum. Bugün çok uslu teyzesi. Ya evet. Tamam görüşürüz.

     

    Şimdi anlaşıldı mı bu sıradan telefon konuşmasının önemi? Hayatta hiçbir şey sıradan değildir. Yeter ki bakmayı bilelim. Nereye bakıldığı da önemli ama o da başka hikâyeye kalsın.

     

    ZİNNUR ÇEVİK

     

    İzdüşünce

  • DKAB Hocaları: İlahiyatlara Formasyon Beklentisi Oluştu

     

    Din Eğitimi Anabilim Dalı 14. Koordinasyon Toplantısı Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin evsahipliğinde gerçekleştirildi.

    Her yıl düzenlenen toplantı bu yıl Amasya Hamamözü Termal Tesisleri’nde yapıldı. Serbest müzakere yoluyla; “Yükseköğretimde Din Dersi Öğretmeni Yetiştirme, İlahiyat Fakültesi Programlarının Yeni Gelişmeler Işığında Değerlendirilmesi, İlköğretim Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Bölümlerinin Yeni Statüsü, Yeni Anayasa’da Din Eğitiminin Yeri, Yeni Eğitim Programlarında Din Dersleri, Seçmeli Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Hayatı Derslerinin Müfredat Hazırlık Süreci” konularının ele alındığı toplantıya Hamamözü Kaymakamı Remzi Demir, Belediye Başkanı Mehmet Canıbek, Hitit Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Osman Eğri, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mesut Okumuş, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Recep Kaymakcan, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Muhittin Okumuşlar’ın aralarında bulunduğu 20 üniversiteden 50’ye yakın akademisyen katıldı.

    Akademisyenlerin din eğitimi ile ilgili bilgi alışverişinde bulunduğu toplantıda konuşan Hitit Üniversitesi Rektör Yardımcısı Osman Eğri, alınacak kararların ülkedeki din eğitiminin geleceğine şekil vereceğini kaydetti. Son zamanlarda kendilerini cesaretlendiren gelişmelerin yaşandığını söyleyen Eğri, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi bölümlerinin İlahiyat Fakülteleri’ne nakledileceğini ve bundan sonra açılacak bölümlerin ise İlahiyat Fakülteleri bünyesinde açılacağını söyledi.

    İlahiyat Fakültesi mezunu din dersi öğretmenlerinin daha başarılı olduğunu söyleyen Osman Eğri; “Bu bizi umutlandırdı. Ayrıca pedagojik formasyon derslerinin ilahiyat müfredatına daıtılmış, serpiştirilmiş uygulaması tekrar acaba gündeme gelir mi diye bir beklenti içerisine girdik. Mezun olan öğrencilerimizden Türkiye’de karşılaştığımız herhangi bir görev de olabilir bu, bunların çok daha başarılı olduklarını gördük” dedi.

    Din hizmetleri veya okullarda yapılan din derslerinin hayatın içerisinden olması ve günlük hayatta karşılaşılan problemlere cevap vermesinin gerektiğinin altını çizen Eğri, din eğitiminin ancak o takdirde hayati olacağını ve önemseneceğini bildirdi.

    Açılışta daha sonra Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mesut Okumuş, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurul Üyesi Prof. Dr. Muhammed Şevki Aydın, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Tosun birer konuşma yaptı.

    Toplantıda 2013 yılı Din Eğitimi Anabilim Dalları Koordinasyon toplantısının İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı tarafından düzenlenmesi kararlaştırıldı.

    Koordinasyon toplantısına katılan akademisyenler müzakerelerin sonunda Osmancık İlçesi’ni gezdiler ve Hamamözü Göçeri Köyü’nde yemek yediler.

  • Alt yapısı yetersiz insana dava anlatılmaz

  •  

    Üstad Necip Fazıl Kısakürek, doğumunun 108., ölümünün 29. yılında Büyük Doğu Fikir Ocakları’nın düzenlediği “Üstad Necip Fazıl ve Büyük Doğu İdeali” programıyla anıldı. Büyük Doğu Fikir Ocakları Kayseri temsilcisi avukat Abdullah Özbek, açılış konuşmasında Büyük Doğu’yu dava yolunda bir reçete olarak tanımladı ve Necip Fazıl Kısakürek’i mukaddes iman gençliğinin yol haritasını çizen adam olarak nitelendirdi. Özbek ayrıca, bu programı halka değil Hakk’a adanan, Hakk’a köleliğe talip olanların hazırladığını vurguladı.

    Önemli olan Necip Fazıl’dan ne anladığımız

    Necip Fazıl Kısakürek’in “Gençliğe Hitabe”si katılımcılara dinletildikten sonra söz verilen Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Veysel Aslantaş konuşmasında “manalara suret giydiren adam” dediği üstadı anlatırken terkib usulünü kullandı. Aslantaş’a göre önemli olan, ondan ne anladığımız, onun dehasından aldığımızı hayatımıza nasıl yansıttığımız idi. Konuşmasında “Gaye nedir?”, “Neye inanıyoruz?”, “Niçin inanıyoruz?”, “Pazarlıksız ve mutlak bir teslimiyet içinde miyiz?” sorularına üstad ile cevap aradı.

    Önemli olanın zaman ve mekân kavramını zapt ederek Kur’an ve sünnet doğrultusunda bir dünya görüşü oluşturmak olduğunu söyleyen Aslantaş, asıl olanın, İslam’ın verdiği hükümlere uymak,  yaşadığımız anın hesabını vermek için İslam’ı her devirde, her mekânda yaşamak olduğunu ifade etti. Üstaddan asıl almamız gereken buydu. Ona göre, yeni doğmuş bir bebeğe nasıl “bir buçuk adana” ısmarlanmazsa, alt yapısı olmayan insana da dava açıklanamazdı. Bu ilginç bir benzetmeydi.

    Şahsiyetin gelişimi için çile çekmek şart

    Veysel Aslantaş, kısaca şunlara temas etti: “İslam’da devlet ruhu var lakin şeklî bir devlet yok. İslam, devlet olmadan da sürdürülür. Önemli olan İslam’ın belli tanımlarını iyi anlamak.  Ahlak tanımı da bunlardan ilki. Müslüman hem inanıp hem de gayrimüslim bir şekilde yaşayamaz. Yaşarsa ona tavır alınması gerekli. Üstadın yaptıklarından biri de tavır koymaktı.

    Üstadı tanıdıkça aklımızın ne kadar cüce ve güdük kaldığını anlıyoruz. Akılla hüküm yürütmek yerine bilenlere danışmak gerekir, çünkü akıl eksik, şaşırır. Nefsi putlaştırdığımız şu zamanda birçok şeyi bilmiyor, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Anlamıyor ve anlamadığımızı da anlamıyoruz. Oysa ne kadar gayemiz olursa, ne kadar çile çekersek, ne kadar meşakkat yaşarsak o kadar çözüm sunarız hayatımıza. Çünkü şahsiyetin gelişmesi için çile çekmek şart. Problemsiz insan çözümsüz insandır. Peygamberler dahi ne kadar büyük sıkıntılar çekmiştir. Üstad da aynı şekilde bir çile insanıdır.”

    “Kapitalist dü

     

    zen içinde bize sunulan nimetleri doğru değerlendirirsek, onları doğru kanalize edersek, Necip Fazıl’ın ideolojisini bünyemize sindirirsek sağduyumuzu koruyabiliriz” diyen Aslantaş, Batılı enstrümanlarla çalınan sanat musikisini bu konuya örnek verdi. Bu arada Hoca, bilim, psikoloji, sosyoloji ve felsefe açısından da üstadın fikriyatını inceledi ve günümüze uyarladı, “ne aradığını bilmeyen, bulduğunun aradığı olduğunu ne bilsin?” tespiti eşliğinde.

    Büyük Doğu ideali, İdeolocya Örgüsü’ne vakıf olunca anlaşılır

    Yazar Erdinç Trabzon ise konuşmasına üstadın İdeolocya Örgüsü kitabındaki önsözü okuyarak başladı. Programa Düzce’den katılan konuşmacı tek tek ve üzerinde dura dura geçti her bir cümleyi. Bu eserin hakkının verilmesi gerektiğini söyleyen Trabzon, şiirleriyle önde tutulmaya çalışılan bu dehanın fikir boyutunun da idrak edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Erdinç Trabzon ardından şu soruyu sordu: “Ömrünü davasına vakfeden adamın ‘her şeyim’ dediği İdeolocya Örgüsü ne kadar anlaşıldı? İşin ruhuna ne kadar inildi?” Trabzon, mutlak ölçülerin değişmeyeceği hakikatini de göz önünde bulundurarak, 21. yüzyılda Allah resulüne verilmiş bir cevap olarak nitelendirdi bu kitabı. “Necip Fazıl bir güzel söz koleksiyoncusu değil, dünya çapında hayatını ihtilal ve inkılaba adamış bir insandı. İşte bu yükü sırtlanarak ve onun ruhuna ererek Büyük Doğu anlaşılır.” diye ekledi Erdinç Trabzon.

    Ardından şunları söyledi: “Bir fikir manzumesi olan İdeolocya Örgüsü ile yıllardır unuttuğumuz zafer sevincine de erebiliriz. Dünya görüşü ve hakikat aynı çizgide gittikçe fikirde ve zikirde paralellik yakalayabiliyorsak işte o zaman İslam’ı devletsiz de yaşayabiliriz. Zafer yolunda okumak, okuduğumuzla dertlenmek, derdimizle hayal kurmak, rüyalarımızı gerçeğe dönüştürmek için teşkilatlanmak gerekir.” Bu teşkilatlanmanın adresi olarak da Büyük Doğu Fikir Ocakları’nı gösterdi Erdinç Trabzon.

    Konuşmacı sözlerini şöyle sürdürdü: “Mademki İslam kalbin yolu, o zaman kişisel menfaatlerden sıyrılarak İslam davasının menfaatlerini gözetmeliyiz. Kalp yoksa Allah ve peygamber de yoktur. Dava yoksa insan da yoktur. Bir fikri güderken onun erdemine, ahlakına, faziletine güvenmek gerekir. İstikbal yine Büyük Doğu Fikir Ocakları’ndadır. Bu yolda tenkitçi olmak, düşünceleri çekinmeden dile getirmek gerekir. ‘Olmak’ gibi bir derdimiz olmalı. Şeksiz şüphesiz bir teslimiyet içinde eşya ve hadiseleri kuşatıcı bir şekilde tez sahibi olmak ve buna bağlı bir politikanın içine girmekle ancak hakikat bulunur.” Erdinç Trabzon, Müslümanın demokrasiyle işinin olmadığının ve fikrî hareketi ile öne çıkmasının gerekliliğini vurguladı ve gençleri aksiyona davet ederek tamamladı konuşmasını.

    Katıldığım yerler de vardı bu konuşmalarda, katılmadığım yerler de. Tamam, İslam her mekân ve koşulda yaşanabilir lakin demokrasinin olmasının İslam’a zarar getireceğine inanmıyorum. Programın sonunda 28 Şubat süresince açılan davaların iptali için hazırlanan dilekçeler gelen misafirlerin imzasına sunuldu. Ayrıca mutlak fikir yoluna hizmet için yayınlanan ve ilk sayısı bu ayın başında çıkan İfade isimli dergi ve Üstad Necip Fazıl’ın “Kayseri Hitabesi” de gelen misafirlere hediye edildi.

     

    Sergül Vural 


    Dünyabizim

  • Çok Yakında Din Psikologları Geliyor

     

    Sağlık Bakanlığı, üzerinde çalıştığı yeni bir projeyle hastanelerde, “din psikologları”nı görevlendirmeye hazırlanıyor. İlahiyat fakültelerinin “din psikolojisi” bölümünden mezun olanlar, bir süre sonra hastalara “manevi ve moral bakım”da bulunacak. Bakanlık, yeteri kadar “din psikoloğu” bulamazsa, diğer sağlık çalışanlarını eğitime alarak sertifika verip görevlendirecek. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı ve Din Psikolojisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Köse, bu projeyi takip edip katkı sunan bir akademisyen. Prof. Dr. Köse’yle hem projeyi, hem de kamuoyunun çok da bilmediği “dinpsikolojisi”ni konuştum. 

    * Din psikolojisi nasıl bir çalışma alanıdır? 

    Din psikolojisi din olgusunu psikolojik açıdan gözlemler, bir yargıda bulunmaz. İnsanların dini duygularını anlamaya çalışır. Dindarlaşan birisi de, dinden uzaklaşan birisi de bizim ilgi alanımızda. Türkiye’de din psikolojisi, 1950’lerden beri kullanılan bir kavram. İlahiyat fakültelerinde din psikolojisi anabilim dalları var ve müfredatta da zorunlu ders olarak din psikolojisi dersi bulunuyor.

    * Sağlık Bakanlığı’nın hastanelerde din psikologlarını görevlendirme projesini nasıl tanımlarsınız?

    Biz bu konuya “manevi bakım” veya “dini danışmanlık” diyoruz. Ama işin aslını sanki “Sosyal Manevi Bakım ve Moral Hizmetleri” başlığıyla tanımlayabiliriz gibi geliyor bana.

    İNSAN YALNIZLAŞTI

    * Bu gereklilik nereden doğdu?

    Biz de batılılaşıyoruz, biz de modern yaşam tarzının sorunlarıyla yüz yüze geliyoruz artık. Batı’da bu ihtiyaç nereden çıktı? Toplulukçu kültürden bireyci kültüre geçtikten sonra çıktı. İnsanlar yalnızlaştı, birbirine yabancılaştı. Bir Parisli, bir New Yorklu bir ay hastanede yatsa kaç ziyaretçisi olur dersiniz. Belki hiç. Ama bizde Anadolu’da hastane ziyaret saatlerinde kalabalıktan asansörü bile kullanamazsınız. Ama büyük şehirlerimizde durum bizde de değişiyor. Artık yalnızlaşmış bireylere dönüşüyoruz. İşte projenin varlık nedeni bu sosyolojik nedene, bu sosyolojik değişime dayanıyor.

    * Projenin dini temeli ne?

    İnsanlar hastanede bir rahatsızlık nedeniyle yatıyorlar. İnsan başına bir problem gelince hayatını ve inançlarını sorgular. Modern hayat felsefesi veya yaşam tarzımız bu sorgulamayı artırdı. İnsanların kader algısı artık eskisi gibi değil. Eskiden insanlar kaderlerine daha fazla razıydılar. Ama şimdi öyle değil. Kader deyip geçmek, hastalıkları, rahatsızlıkları kabullenmek zorlaştı. “Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna” inanmak, dertlerle sıkıntılarla, depresyonla boğuşan bir insan için en iyi terapidir.

    * Bakanlık bu uygulamaya ne zaman başlayabilir?

    Bu iş bizim için çok yeni bir şey. Toplumun bir anda kabulleneceği bir şey değil. Karşı çıkanlar çok olacaktır. Laiklik açısından falan da karşı çıkanlar olacaktır. Ama din açısından da karşı çıkanlar olacaktır. Çünkü devletin böyle yeni bir mekanizma kurmasına, bu işi yapsın diye özel bir kişi görevlendirmesine toplum çok alışık değil. İnsanlar, “Böyle bir şeye ne gerek var?” diyecek.

    * Neden? 

    Çünkü herkes bu görevi zaten kendisinin yerine getirdiğini düşünüyor. Hasta bir kişiye insanlar zaten bir din görevlisinin kullandığı dili kullanarak konuşuyor. Aslında hepimiz din görevlisiyiz o açıdan. Kullandığımız cümlelere, kavramlara bir bakalım mesela. Neler deriz hasta birisine. “Allah şifa verir kardeşim, günahlarına kefaret olur inşallah, sabret kardeşim, her şeyde bir hayır vardır.” Toplum bu konuya da psikologlara baktığı gibi bakacaktır. Bizim toplum hala psikolog olayına sıcak bakmaz. Temelde ihtiyaç duymaz. Çünkü, komşusudur, arkadaşıdır, eşidir psikolog. Dertleşmektir psikologa gitmenin gerisinde yatan temel motivasyon. 

    PSİKOLOG KOMŞUMUZ

    * Uygulama tüm hastaneleri kapsayacak mı?

    Bence pilot uygulamayla olayı görmemiz gerek. Bakarsınız toplum kabullenmez. Din psikoloğunu Kırşehir’in bir ilçesi kabullenmez de Moda, Nişantaşı kabullenebilir. Ben onların daha fazla benimseyeceğini düşünüyorum. Çünkü Kırşehir’in sorunları din psikologuna gerek görmeden karşılayacak mekanizmaları var.

    * Ne gibi?

    Mesela bir cenaze olduğunda komşular hemen yemek yapıp getirir. Komşular belki evlerinde birkaç gün radyo televizyon bile açmaz, ölünün yedisinde kırkında mevlit okutur. Başa gelen bir şey hep birlikte imece usulüyle üstlenilir. O insanların din psikologları komşularıdır, akrabalarıdır, arkadaşlarıdır. Ama Nişantaşı’ndakinin, Moda’dakinin böyle bir mekanizması yok elinde. Nasıl ki, Moda’dakileri Nişantaşı’ndakiler günlük hayatlarında psikologa Kırşehir’dekilerden daha fazla ihtiyaç duyuyorlarsa, din psikologuna da aynı şekilde daha fazla ihtiyaç duyabilir. 

    ‘Yarım hoca dinden, yarım doktor candan’

    * Yeterli sayıda din psikologu var mı? 

    Hayır. Bakanlık çalışanlarını eğitip sertifika vermek, doğru bir yaklaşım değil. “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” sözü tam da uyar burada. Bunu da şu şekilde yapabiliriz. İlahiyat fakültelerinde din psikolojisi anabilim dalları var. Yüksek lisans programlarımız var. Bu programın ders müfredatında bu konuyu biz öğrencilerimize okutuyoruz. İlk planda pilot uygulamalarda görev alacaklar, bu anabilim dalında yüksek lisans yapanlar arasından seçilir ve bakanlığın uygulayacağı bir sertifika programında uzaman psikolog ve ilahiyatçılar tarafından eğitilerek görevlendirilir.

    * Hastanelerde din psikologları nasıl çalışacak? 

    Hastanelerdeki, okullardaki psikologlar nasıl çalışıyorsa öyle. İsteyen görecek, konuşacak, muhabbet edecek, dini konulardaki sorularını cevaplayacak. Biz hep uç düşünüyoruz bir konuyu konuşurken, tartışırken. Hep gözümüzün önüne şu görüntü geliyor: Bir hasta var; ölmek üzere ya da ölümcül bir hastalıktan muzdarip. “Hoca onun ölüm korkusunu yenmesini nasıl sağlayabilir ki?” diyoruz. Ya da hastanede ölmek üzere olan birisine Yasin okumak üzere çağırılmış bir hoca hayal ediyoruz. Ya da “Hocaya okutalım da şifa bulsun” falan diyoruz. Elbette bunlar da olabilir, ama olayın aslı bu değil. Orada görev alacak kişiyle hastalar, belki aynı hastanede görev yapan psikologdan daha fazla konuşacaklar. “Namaz nasıl kılınır”dan, “Abdest nasıl bozulur”a kadar, hemen hemen her gün medyada tartışma konusu olan birçok dini konuda sohbet edecekler. 

    * Başka örnekleriniz var mı?

    Futbolcu Sedat (Balkanlı) ALS hastalığından vefat etti biliyorsunuz. Sedat’ın eşi (Şükran) bir röportajda, “Bu hastalık bizim için bir imtihan ve bu imtihandan başarı ile çıkacağımızdan hiç şüphem yok” demişti yıllar önce. İşte bu ifadeler din psikolojisinin konusu. Futbolcu Sedat’ın eşi tam tersi şeyler de söyleyebilirdi: “Allah’a isyan ediyorum, neden bize bu belayı verdi?” diye sorgulayabilirdi de. Bu ifadeler de din psikolojisinin konusu.

    * Din psikolojisiyle, klinik psikoloji arasında bilimsel bir fark yok mu?

    Elbette var. Zaten din psikologları klinik psikologun görevini fazlaca üstlenmeyecek. Üstlendikleri görevler birbirinden farklı, tıpkı genel cerrahla plastik cerrahın görev ayrımı gibi düşünün. Klinikpsikolog genel cerrahsa din psikoloğu plastik cerrah olacak. Din psikoloğu hastayla daha fazla vakit geçirecek. Belki birlikte namaz kılacaklar, Kuran okuyacaklar, yemekhaneye birlikte gidecekler falan. Bir yoldaş sanki. Bu nedenle daha özverili karaktere sahip kişilerden seçilecek.

    * Mesela siz bir psikolog ya da psikiyatrla aynı hastaya bakabilir misiniz? Bu konuda kendinizi ya da öğrencilerinizi yetkin görür müsünüz?

    Psikiyatr farklı bir şey elbette. O medikal doktor. Yani reçete yazma yetkisine sahip. Bazen psikiyatrlar da bize, “Hocam, falanca hastayla bir konuşur musun?” diyorlar. Ama psikologla aynı hastayı görme salahiyetimiz daha fazla.

    * Ne gibi?

    Bir öğrencimin yüksek lisans tezini hatırladım şimdi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gelen dini obsesyonlu hastalar üzerine çalışmıştı. Bir vaka vardı, inanılmaz. Adam dört tane dişini yok yere çektirmiş. Hem de genç birisiydi. Dişçiye gitmiş dört dişine dolgu yaptırmış. Sonra abdestliyken dolgu yaptırması gerektiğini öğrenmiş. Bu dolgular nedeniyle abdestinin geçerli olmadığına inanmış. Sonra gidip dolguları söktürüp abdestliyken yeniden dolgu yaptırmış. Ama yine içine bir kurt düşmüş. Dolguyla dişin renkleri aynı olduğu için, “Ya doktorun görmediği bir dolgu parçası kaldıysa dişin üzerinde” diye dört dişini birden çektirmiş. Şimdi dini konuları bilen bir psikolog, bu takıntılı arkadaşa daha fazla yardımcı olabilir. Buradaki esas nokta şu: Bu hasta din psikologunun hastasıdır, dolayısıyla diğer psikologlara değil, din psikologuna gitsin diyemez kimse. Ya da tam tersini diyemeyiz. Her ikisi de olur. Dileyen dilediğine gider. Serbest piyasa yani.

    ‘Bizi hastanın başında sürekli dua okuyan biri gibi anlamayın’

    * Bir din psikologunun kanserli bir hastaya yaklaşımı, beyin kanaması geçiren bir hastaya yaklaşımı ne olacak?
    Tüm diğer hastalara yaklaşımı neyse aynı yaklaşım. Olayı yanlış değerlendirmemizin nedeni uç örneklere gitmemiz zaten. Kanserli bir hastaya, beyin kanaması geçirmiş bir hastaya özel bir muamele tarzı yok, olmamalı da. Çünkü ayrı muamele moral vermekten çok moral bozar. Şöyle bir şey hayal etmeyin: Bir kanserli hasta ve onun başucunda devamlı dualar okuyan, ona ölümden, ahiretten, sorgu meleklerinden falan bahseden bir hoca. Böyle bir şey yok. Böyle bir şey zaten hastane atmosferini zedeleyen bir görüntü ortaya koyar. En azından yan yatakta yatan diğer hastalar için moral bozucu bir şey olur. Böyle düşünürsek yanılırız ve din psikologunu ölümü hatırlatan bir unsur olarak görürüz ki, böyle bir atmosfer hedeflenen şeyin tam tersi olur. Önce bizim algılarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Tıpkı psikolog veya psikiyatr algımızı değiştirmemiz gerektiği gibi.

    ‘Kürtaj çağın hastalığı’

    * Başbakan Erdoğan’ın “Kürtajı cinayet olarak görüyorum” sözlerine bir din psikoloğu olarak nasıl yaklaşırsınız?

    Kürtaj bence bu çağın hastalığı. Allah’a şükür bizde çok yaygınlaşmadı ama Batı’da bir hayat şekli haline geldi ve bazı Batı ülkelerinde normal bir şey olarak algılanıyor. Ama şimdi Avrupa parlamentoları da kürtaja belli aydan sonra müsaade edilmemesi konusunda sert adımlar atıyor. Tabii kürtajın ana nedeni evlilik dışı ilişkiler olduğu için, Batı’daki yeni dini akımlar, mesela Moon Tarikatı, Mormon Tarikatı, Yehova Şahitleri, Hare Krishna, Ananda Marga, birçoğu evlilik dışı ilişkiye müsamaha etmez. Zina aforoz nedenidir.

     

    Habertürk

  • İlim Yolunda Yaşanmış Hayat Hikayeleri

    Raşit hoca anlatıyor. Meşhur İslam âlimlerinden Abdulfettah Ebu Gudde İstanbul’da bulunduğu bir sırada hocayı bir arabaya almışlar ve bir yerlere gidiyorlarmış. Yol İstanbul trafiğinde uzadıkça uzuyormuş. Raşit Hoca da nereye gittiklerini bilmiyormuş. Bir müddet sonra Ebu Gudde hoca sormuş: “-Nereye gidiyoruz?”, diye. Demişler: “-Boğazda falanca yerde meşhur bir balıkçı var, oraya balık yemeye gidiyoruz.”

    Hoca demiş: “er-Rihle fî talebi’l-ılm’i biliyorduk da “rihle fi’t-taâm” olduğunu bilmiyorduk. Demek kaderde bu da varmış.” Ve eklemiş: “ Bizim buna ayıracağımız bu kadar zaman içinde çok daha önemli ilmî bir mübahaseyi hazır İstanbul’a da gelmişken buradaki ilim adamlarıyla birlikte müzakere edebilirdik, daha faydalı bir iş yapabilirdik.”

    er-Rihle fî talebi’l-ılm, ilim uğruna yapılan yolculuk demektir.

    Rihlelerin yani ilim için yapılan yolculukların bizim ilim ve kültür tarihimizde çok önemli bir yeri vardır. Bu uğurda katlanılan her türlü meşakkate değecek nice yararları olmuş ve bunun sonucunda ilim yayılmış, ayrı ayrı  kaplar gibi olan şehirler ve ilim merkezleri bu sayede birleşik kaplar halini almış, ilimde bir benzeşme ve standartlaşama yaşanmış, insanlar birbirlerini tanımışlar, kaynaşma olmuş, ötekileştirmeler azalmış…. pek çok fayda hasıl olmuş.

    Günümüzde karın doyurmak için değil de daha iyi yemek için bunca yolculuğu göze almak, gereğinden fazla harcama yapmak biz göremesek de umarım ilim yolculukları gibi bizim değer dünyamıza önemli katkılarda bulunur, büyük faydalar sağlar. Mide fesadından ve zaman israfından gayrı.

    Boğazınız onsun! (n sesi sağır keftir, genizden gelerek seslendirilir)
    GARİBCE
     

  • Elmalılı Sadece İlim Adamı Değildi

     

    Cumhuriyet dönemiyle birlikte çeşitli sebeplerden ötürü maalesef İslami ilimler konusundaki araştırmalar ciddi anlamda engellenmiştir. Sadece devlet kontrolünde yayınlanan eserler o dönem için özgünlüğünü yitirse de bugün bizler için önemli birer kaynak haline dönüşmüşlerdir. Bu süre zarfında içeriği yönüyle bizim göğsümüzü kabartan çalışmalardan da söz etmemiz mümkündür. Hiç şüphesiz bunlardan biri de Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın kaleme almış olduğu Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir çalışmasıdır.

     

    Elmalılı Hamdi Efendi’yi bizler daha çok tefsir çalışmasıyla tanırız. Oysaki hayatına baktığımızda ilmi çalışmalarıyla olduğu kadar, siyasi yönüyle de adından söz ettiren bir isim olduğuna tanıklık ederiz.

     

    Hamdi Efendi 1877 Antalya Elmalı’da dünyaya gelmiştir. Aslen Burdur’un Gölhisar kazasına bağlı Yazır Köyü’nden olan babası Numan Efendi, küçük yaşta köyünden ayrılıp Elmalı’ya gelmiş, orada okumuş ve Şer’iyye Mahkemesi’nde Başkâtip olmuştur. Annesi Fatma Hanım, Elmalı bilginlerinden Sarlar’lı Mehmet Efendi’nin kızıdır.

     

    İlk ve orta öğreniminin yanı sıra hafızlığını da Elmalı’da tamamlayan Muhammed Hamdi, tahsiline devam etmek için 15 yaşında iken dayısı Mustafa Efendi ile birlikte İstanbul’a gitmiş ve Küçük Ayasofya Medresesi’ne yerleşmiştir. Orada devrin en önemli âlimlerinden olan Kayserili Mahmut Hamdi efendiden icazet almıştır. Bundan sonra hocası Büyük Hamdi, kendisi de Küçük Hamdi diye anılmaya başlanmış, birçok yazısında da bu imzayı kullanmıştır. Soyadı kanunu çıkınca babasının köyü olan “Yazır” soyadını aldı ise de daha çok doğum yerine nispetle “Elmalılı” diye meşhur olmuştur. Beyânül-Hak ve Sebîlürreşad dergilerinde ise Küçük Hamdi veya Elmalılı Küçük Hamdi mahlası ile makalelerini yayınlanmıştır.

     

    Ayrıca ilim tahsili sırasında Bakkal Arif Efendi ile Sami Efendi’nin hat derslerine devam ederken, onlardan da icazet alan Muhammed Hamdi; bir taraftan da kendi gayretleriyle felsefe ve musiki öğrenimiyle meşgul olmuştur.

     

    İlerleyen yaşlarda o dönemler de adı çokça duyulan ittihat ve terakki cemiyetinin ilmiye şubesine üye olan Muhammed Hamdi; Beyazıt Medresesi’nde iki yıl süren Dersiamlık görevinden sonra II. Meşrutiyet’in ilk meclisine Antalya mebusu olarak girmiş, II. Abdulhamid’in tahttan indirilmesine rıza göstermeyen Fetva Emini Nuri Efendi’yi ikna edip, fetva yayınlayarak bu konuda etkili bir rol oynamıştır. Daha sonra da Şeyhülislâmlık Mektûbî Kalemi’nde görev almıştır.

     

     

    Cumhuriyetin ilan edildiği dönemlerde Süleymaniye medresesinde mantık öğretmenliği yapmaktaydı. Cumhuriyetin ilanı ile bu kurumlar kapatılınca evine çekilip ilmi araştırmalarda bulunmaya başladı. Bir geliri olmadığı için maddi sıkıntılar çektiği bu dönemde önemli tercümelere imza attı. Arapça ve Farsçayı ileri düzeyde bilen Elmalılı; bu diller de çeşitli şiirler kaleme almış, Fransızca bilmesinden dolayı da bazı Fransızca eserler tercüme etmiştir.

     

    TBMM tarafından Kur’an-ı Kerim tercümesi ve tefsiri için Diyanet İşleri Başkanlığı’na görev verilince, diyanet bu görevi önce Mehmet Akif Ersoy’a teklif etmiştir. Mehmet Akif’in bazı siyasi sebeplerden ötürü görevi kabul etmemesi üzerine Elmalılı Hamdi Yazır’a teklif iletilmiş ve şu an elimizde muhtelif baskılarıyla bulunan Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsir kitabı bu şartlarda kaleme alınmıştır. İlk basımı 1936 yılında gerçekleşen bu eser; alanındaki en değerlileri arasında sayılarak kaynak eserler içerisine girmeyi başarmıştır.

     

    Uzun zaman kalp rahatsızlığı çeken Muhammed Hamdi 27 Mayıs 1942’de Erenköy’de, damadının evinde, istirahatta iken vefat etmiş ve Sahrayıcedid mezarlığında toprağa verilmiştir.

     Şeyma Okuyan

    İzdüşünce

  • İlahiyat Mezunu Din Dersi Öğretmenleri Daha Başarılı

     

    İlköğretim ve liselerde verilen din kültürü ve ahlak bilgisi (DKAB) derslerinin öğretmenleri artık ilahiyat fakültelerinde yetişecek. Daha önce eğitim fakültesi bünyesinde olan DKAB öğretmenliği bölümleri, bu yıl ilahiyat fakültelerine devredilecek.

    Değişiklikle ilgili Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) ilgili üniversitelere yazı gönderdiğini belirten Hitit Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Osman Eğri, “Bundan sonra kurulacak DKAB bölümleri ise ilahiyat fakülteleri bünyesinde açılacak.” dedi.

    İlahiyat mezunu din dersi öğretmenleri daha başarılı 

    Zaman gazetesinin haberine göre, Amasya’nın Hamamözü ilçesinde Çorum Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından organize edilen 14’üncü Din Eğitimi Anabilim Dalı Koordinasyon Toplantısında konuyla ilgili konuşan Osman Eğri, ilahiyat mezunu din dersi öğretmenlerinin daha başarılı olduğunu belirtti. Eğri şöyle konuştu: “Bu bizi umutlandırdı. Ayrıca pedagojik formasyon derslerinin ilahiyat müfredatına dağıtılmış, serpiştirilmiş uygulaması tekrar acaba gündeme gelir mi diye bir beklenti içerisine girdik. Mezun olan öğrencilerimizden Türkiye’de karşılaştığımız herhangi bir görev de olabilir bu, bunların çok daha başarılı olduklarını gördük.”

    Asıl Problem Aile Kurumunun Tahrip Olması

    20 üniversiteden 50’ye yakın öğretim görevlisinin bilgi alışverişinde bulunduğu toplantının Türkiye’deki din eğitiminin geleceğine şekil vereceğini belirten Eğri, “Din hizmetleri veya okullarda yapılan din derslerinin hayatın içerisinden olması ve günlük hayatta karşılaşılan problemlere cevap vermesi gerekir.” dedi. Din eğitiminin ancak o takdirde hayati olacağını ve önemseneceğini vurgulayan Eğri şöyle devam etti: “Türkiye’de problemin asıl sebebi; aile kurumunun tahrip olması neticesinde insanların yetiştirme yurduna veya huzurevine düşmesi, yani yaşlılara yönelik din hizmeti geliştirmek zorunda kalışımız. Acaba sonuç olan bu problemi geriye dönük bakarak sebebi ortadan kaldırmaya yönelik, aile kurumunu canlandırmaya yönelik, sorunları engelleyici tedbirler alabilir miyiz, aile kurumunu ayakta tutabilecek din eğitimi müfredatında hangi değerlere önem vermeliyiz, burada alacağımız değerleri müfredata nasıl uygulayabiliriz; bunların çalışmalarını yapacak ve ortak bir karar almaya çalışacağız.”

     

    Ntv

  • Diyanet Üniversite Öğrencilerini Mağdur Etti

    Uzun süredir yeterlik sınavına hazırlanan İlahiyat ve İlitam öğrencileri, daha önceden belirlenmiş olan sınavlarına hazırlanırken Diyanet İşleri Başkanlığı, sonradan mülakat tarihini belirlerken adı geçen sınavların tarihlerini dikkate almadıBöylece yüzlerce öğrenci mağdur oldu. Bu mağduriyetin sebebi de,ilgili tarihi belirleyen yetkililer ve sonradan mazeretlerini beyan eden öğrencilerin bu taleplerini yerine getirmeyen görevlilerdir.

    Sanıyorum bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığına yüzlerce fax, mail ve telefon gitmesine rağmen, hiçbir olumlu cevap alınamamıştır. Asıl korku ve endişemiz, el altından bazı yeni düzenlemelerin yapılıp, bazı özel mağduriyetlerin giderilmesi ve çoğunluğun yine mağdur edilmesidir. 

     

    Sınav süresince böyle bir kuşku ortaya çıktığı zaman Diyanet İşleri Başkanlığının bu güzel ve olumlu imajı ne yazık ki yara alacaktır.

    Bu konuda biz şimdiden görevli ve yetkilileri uyaralım. Ya mağdur olan ve şimdiye kadar başvurmuş olan bütün öğrencilerin makul ve haklı talepleri yerine getirilsin. Yada bu konuda inşallah yeni dedikodu ve spekülasyonlara meydan verilmesin. Temennimiz ve dileğimiz hem öğrencilerimizin mağduriyetlerinin önlenmesi hem de Diyanet İşleri Başkanlığının bu olumlu imajının zedelenmemesidir. 

    Dinihaberler