İlahiyat Fakülteleri Kızlar Fakültesine Döndü
14 Mayıs Pazartesi günü Eskişehir önemli bir ismi ağırladı. Prof. Dr. Bedri Gencer, İlim Yayma Cemiyeti Eskişehir Şubesi’nin davetlisi olarak Yunus Emre Kültür Merkezi’nde bir konferans verdi.İslam’da Modernleşme adlı ciddi bir çalışmanın da sahibi olan Bedri Gencer, Eskişehir’de “Modernleşme sürecinde kimliğimizi korumak”tan bahsetti, önemli noktalara değindi. Gencer’in konuşmasından önemli satır başları şöyle:
Modernleşme değişimdir, değişim de kâinatın özünde vardır
Konumuzu üç başlık altında ele alabileceğimizi düşünüyorum; modernleşme süreci nedir, modernleşme sürecinde kimliğimizi nasıl kaybettik, kaybettiğimiz kimliğimizi tekrar nasıl geri kazanabiliriz?
Modernleşmeyi nötr anlamıyla “sosyal köklü değişim” olarak tanımlayabiliriz. Değişim kâinatın özünde olduğundan ötürü modernleşme de kaçınılmazdır. Malumdur ki Allah âlemleri yarattıktan sonra dahi yaratma sona ermemiştir. Kur’an-ı Kerim’de “Kün feyekün” der. Yani “Ol dedi ve oldu” değil, “Ol der ve olur, olmaktadır” anlamına gelir bu. Yaratma eylemi hâlâ devam etmektedir. Dolayısıyla değişim kâinatın özünde vardır.
Gelenek sünnet, modernleşme ise bid’attır
Burada modernleşmeyi değişimin daha özel bir türü olarak ele alabiliriz. Nitel bir değişme diyebiliriz buna. Biz bu kavramları daha iyi anlayabilmek için Kur’an terminolojisini iyi bilmeliyiz. Kur’an’da gelenek dediğimiz şeyin karşılığı sünnet, onun zıttı olan modernleşme de bid’attır.
Modernleşme “yeni” kavramından gelir. Kalıba, sünnete uymayan köklü bir değişimdir modernleşme. Modernleşmeyi veya bid’atı anlamak için önce gelenek ve sünneti bilmek gerekir. Çünkü sünnet vegelenek asıldır, modern ve bid’at ârızîdir. Asıl olanı anlamadan ârızî olanı anlayamayız.
Sünneti bilmek için de din ne demektir, bunu bilmek gerekiyor. Mutlak anlamda din, şeriattır. Sadece İbrahimî dinlerde değil, diğer dinlerde de bu böyledir. Sünnet ise dindarlık demektir. Rasulullah’ın modelini ortaya koyduğu “dini yaşama kalıbı”dır bizim için sünnet. Din, yani şeriatnasıl 23 senede kemâle erdiyse, sünnet de aynı şekilde kemâle ermiştir. Bid’at ise kısaca “ilave” demektir. Mevcut bulunana yapılan ilaveleri anlatıyor bu kavram.
Sünnet, fıtrata uygun yaşamaktır
Sosyolojik açıdan bakacak olursak modernleşmeyi “feodalizmden sanayi toplumuna geçiş” olarak tanımlayabiliriz. İnsanlık tarihinin Hz. Adem’den beri en eski üretim biçimi tarımsal üretimdir. Daha yakın tarihte buna “feodalizm” ismi verildi.
Normatif anlamda modernleşme ise sünnetten uzaklaşma demektir. Diğer bir anlamı ile “fıtrattan uzaklaşma” da diyebiliriz. Çünkü sünnet-i kadime dediğimiz ve Peygamberimizin “10 şey fıtrattandır” diye özetlediği şeyler yeryüzünde Hz. Adem’den beri her insanın sünnete uygun yaşayış halini ifade ediyor. Nasıl ki şeriatın özü Hz. Musa’ya gönderilen on emir ise, sünnetin özü de on fıtrattır. Modern zamana kadar pagan topluluklar dâhil olmak üzere her bir toplumun bu fıtrata uygun yaşadığını görüyoruz.
Bu açıdan bakınca modernleşme sürecinin insanlığa kaybettirdiği en önemli şeyin sünnet-i kadime olduğunu görüyoruz, yani insanî kimliğin ve fıtratın kaybı. Fıtrat önemlidir, çünkü bozulmamıştır. Yeni doğmuş ve hiçbir şey öğrenmemiş çocuk dahi fıtrata göre hareket eder. Çok değil, 200 yıl öncesine kadar Doğu’su ve Batı’sıyla, Müslümanı ve Hristiyanı ile bütün dünya fıtrata uygun yaşıyordu. Bugün ise aynı ortaklığı gayrıfıtrî olma konusunda paylaşıyorlar.
Bu en fazla da modernleşmenin özünde yatan küreselleşme eyleminden kaynaklanıyor. Geçtiğimiz asırlarda topluluklar birbirlerinden izole şekilde yaşayabiliyorlardı. Osmanlı asırlarca burnunun dibinde çok büyük değişimler geçirmiş olan Avrupa’ya sırt çevirebilmişti. Çağımızda artık böyle bir tecrid imkânımız yok.
Sünnetten nasıl uzaklaştık?
Şimdi bahsettiğimiz sünnet-i kadime ve sünnet-i hadise kavramlarından nasıl uzaklaştığımıza bakalım. Türkiye’ye bakarsak, 1960’lara kadar nüfusun çoğunluğu köylerde yaşıyordu ve tarımla uğraşıyordu bu insanlar. Tarım, Hz. Adem’den beri insanoğlunun aslî ve fıtrî uğraşıdır.
Bahsettiğimiz yıllara kadar köylü halk, başındaki din âlimleri ellerinden alınmış olsa bile sünnete uygun yaşamayı sürdürebilmişlerdi. 1960’lardan itibaren sanayinin gelişmesi ile birlikte köyden kente büyük göçler oluyor. Bu göçler sonucu da sünnetten kopuş yaşanıyor. Dikkat ederseniz, o yıllardaMustafa Uysal’ın İslam’a Sokulan Bid’at ve Hurafeler,Ali Rıza Demircan’ın İslam’da Batıla Benzemenin Hükmü kitapları gibi sünnetin korunması ile ilgili kitaplar yayınlanıyordu. Fakat 80’lerden sonrasına, yani modernleşmenin iyice hızlandığı zamanlara baktığımızda bu süreçte artık sünnetle ilgili duyarlılığın azaldığını, bunun yerine fıkhî meselelerin ön plana çıktığını görüyoruz.
“Harama düşmesek yeter” mi?
Bu ne demektir? Modernleşme hızlandıkça insanımızda Efendimiz’in gösterdiği şekilde sünnete uygun yaşama duyarlılığının azaldığını, buna karşılık “harama düşmeyelim yeter” gibi bir düşüncenin ortaya çıktığını görebiliriz.
Bizim sünnet konusunda genel olarak yanlış bir kanımız var. Sünnet’in tek amacını Rasulullah’ın gözüne girmek olarak düşünüyoruz biz. Bu doğrudur fakat yine de bir yanılgıdır. Sünnet bir fazilet değil, adalettir. Sünnet, insanca yaşamanın yegâne yoludur, fıtrata uygun yaşam şeklidir. Fıtrata uygun yemek, yer sofrasında yenir. Fıtrata uygun su içme şekli, oturarak su içmektir. Bunlar modern tıp tarafından da geç de olsa doğrulanan şeylerdir.
Kentsel mühendislik siyasî mühendisliğin getirdiklerini somut hale dönüştürme işini üstlendi
Bu konuda Tanzimat dönemine dönmemiz yerinde olacaktır. Nedir Tanzimat’ı önemli kılan? Müslüman ve gayrimüslim tebaayı eşit kılıyor olması. Yani klasik fıkhın getirdiği zımni ve millî statülerinin ortadan kaldırılması. Bu, Müslüman toprakların gördüğü en büyük devrimdi. Fakat bu sadece bir siyasî mühendislikti. Bunun bir de kentsel mühendislik boyutu var. Kentsel mühendislik, bu siyasî mühendisliğin getirdiklerini somut hale dönüştürme işini üstlendi. Nasıl yaptı bunu? İstanbul’da Galata ve Gümüşuyu’nda ilk apartmanlar yapıldı ve Müslüman ve gayrimüslim tebaa o apartmanlarda beraber yaşayarak kaynaşmaya başladılar.
Demek ki siyasî veya diğer bir deyişle toplumsal mühendislik soyut bir şey. Mesela 28 Şubat bizi çok değiştirdi. Bizi daha dünyevî kıldı. Tasavvufta bir kaide vardır: Derviş ne bir şeye sahiptir, ne de bir kimse ona sahip olabilir. Yani dervişin mülkiyet bağları yoktur, gerçekten hürdür. 28 Şubat bizi bu kaideden kopardı. Kentsel mühendislik ise bunu iyice pekiştirdi. Artık Müslümanlar da güvenlikli sitelerde yaşamaya başladılar.
Apartmanların bizi nasıl sekülerleştirdiğine bir örnek verelim. Paganizm’i biliyoruz, Antik Yunan’da olduğu gibi her şehre özgü bir tanrı anlayışı. Antik Yunan’daki bu şehir, Ortaçağ’da malikâne oldu. Her malikânenin lordu, hâşâ, oranın tanrısı gibiydi. Şimdi gördüğümüz bu güvenlikli sitelerde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle söyleyelim; malum ki camiler yeryüzünün her yerinde Müslümanlara açıktır ve teorik olarak hiçbir güç camiye giriş konusunda kısıtlama koyamaz. Bu güvenlikli sitelerde bulunan camilere ise o siteye giremeyen insanlar giremiyorlar. Uç da olsa günümüzdeki paganizme bir örnektir bu.
Hindular fıtrata bizden daha çok uyuyor!
Dedik ki sünnet-i kadîme fıtrata uygun hayat tarzıdır ve evrenseldir. Bu anlamda yeryüzünde bazı topluluklar var şu anda. Hinduların, Sihlerin ve Amerika’daki bazı toplulukların hayatı bugün fıtrata çok daha uygun. Erkek için sakal bırakmak fıtrattandır. Bugün bizim din görevlilerimiz, sakalı sebepsiz yere kesmenin hükmü birçok imam tarafından haram olarak belirtilmiş olmasına rağmen, sakal bırakmıyorlar. Ama Hindistan’ın ineğe tapan başbakanı sakalı ve sarığı ile dolaşıyor.
Mesela kadim dünya görüşüne göre vücuttan kopan saç, tırnak gibi şeyler ölü hükmündedir ve nasıl ölü bir insanın bedeni toprağa gömülüyorsa bunların da toprağa gömülmesi gerekir. Bugün bunu kaçımız biliyor ve uyguluyoruz?
Kimliğimizi korumanın reçetesi çok basit!
Biz modernleşme sürecinde kimliğimizi nasıl kaybettiğimiz konusunda çok güzel tespitler yapabiliyoruz. Ama iş reçeteye, bu sorunları çözmeye gelince hiç birimizin elinde bir sihirli değnek yok. Aslında reçete çok açık; sünnete ve fıtrata dönüş. Peki, bu nasıl olacak? Asıl sorun da burada.
Bu konuda iki temel hadisi hatırlamamız çok önemli. Birincisi modernleşme dediğimiz sürecin başımıza geleceğini bildiren bir hadis. “İslam garip olarak geldi, garip olarak gidecektir. Ne mutlu o gariplere” diyen bir hadis. Bu ne demektir? İslam kitlelerin dini olduktan sonra sünnetin ve hatta şeriatın terk edildiği bir çağa gelecek.
Deizm dediğimiz anlayış, “Allah var, peygamber yok” tarzı bir düşünceyi belirtiyor. Bu düşünce dünya Müslümanları arasına 19. yüzyılda geliyor ve günümüzde de taraftar bulmaya devam ediyor. Bunun somut bir ifadesi, “Kur’an Müslümanlığı” tabiridir. Yani “Ben sünneti tanımıyorum” diyen kişileri tanımlıyor bu. Biz sünneti tanımayıp sadece Kur’an’ı esas aldığımızda, aynen Hristiyanlıkta olduğu gibi “ağacı sev, yeşili koru” şeklinde bir inanç ortaya çıkar. “Namaz yok, niyaz var. Komşunu sev, insanı sev” tarzında bir düşünce olur bu ancak.
Bu bahsettiğimiz hadis, işin teşhis kısmıydı. Tedavi kısmını belirten hadis ise şu: “Ümmetimin fesadı zamanında bir sünnetimi diriltene yüz şehid sevabı vardır.” Bu da “ya hep, ya hiç” anlayışının reddini ifade ediyor. Daha da doğrusu, bu anlayışın dinin hangi alanlarında geçerli olup, hangilerinde geçersiz olduğunu söylüyor. Hani derler ya “biraz hamilelik olmaz” diye. Örneğin inançta, imanda biraz hamilelik olmaz. Ancak bu hadisin bildirdiğine göre sünnet alanında böyle bir uygulama olabilir. Yani “ya hep, ya hiç” değil, bir sünneti bile diriltsen çok büyük mükâfat alıyorsun.
Bu iş salonlarda çözülmez, kendi hayatımıza bakalım!
Şimdi biz bunca şeyden bahsediyoruz. Herkes yegâne kurtuluş yolumuzun sünnete uygun yaşamakta olduğunun bilincinde. Ama uygulamaya geçerken sıkıntılar çekiyoruz. Sakal bırakmıyoruz, yerde yemek yemiyoruz en basit örnekleriyle. Bu bahsettiklerimiz salonlarda, yuvarlak masa etrafında konuşularak çözülecek şeyler değil. Burada konuştuklarımızın yaşayışımızda ve görüntümüzde bir etkisi yoksa boşa konuşuyoruz demektir.
Sünnetin iki boyutu vardır, siret ve sûret olarak. Sûret, görünüş olarak Rasulullah (s.a.v.)’a benzemeyi ifade ediyor. Siret ise yaşayışımızın ona benzemesi. Biz bu iki alanda da Peygamberimize ve dolayısıyla fıtrata uygun bir hayat sürmeliyiz.
Son olarak iki tane kitap tavsiye etmenin de faydalı olacağı kanaatindeyim. Bugün sünnete uygun şekilde yaşamamızı sağlayabilecek iki eser bunlar. Birincisi, Seyyid Yakup Alizade’nin Şir-atü’l İslam kitabı. İkinci kitap ise Seyyid Hulusi Efendi’nin Mecma’ul Adab adlı kitabıdır. Bunlar, sünnete uygun yaşayabilme yolunda hepimizin elinin altında bulunması gereken kitaplar.
İsmail Kaplan
Dünyabizim
İlahiyat Fakülteleri Kızlar Fakültesine Döndü
Başbakan Erdoğan, Üsküdar Belediyesi tarafından 8 milyon TL harcanarak Kandilli’de yapımı tamamlanan Geleneksel El Sanatları Merkezi’nin açılışını yaptı. Tarihi eserleri aslına uygun olarak yeniden canlandırdıklarını belirten Erdoğan, Ataşehir’de 5 bin 600 metrekare alan üzerinde yapılan Mimar Sinan Camii sonrasında 4 cami inşaatına daha başlanacağını belirtti.
Konuşmasında Çamlıca Tepesi’ne tüm İstanbul’dan görülecek bir cami yapmayı planladıklarını da açıklayan Erdoğan, 15 bin metrekare alan üzerine yapılacak bu caminin tüm İstanbul’dan görülecek şekilde dizayn edildiğini söyledi. Çamlıca Tepesi’nde bulunan televizyon Kulesi’nin yanındaki arazide yapılması planlanan cami projesine iki ay içinde başlanacak.
Başbakan Erdoğan, “İki ay içinde falan dozerler çalışmaya başlar. Bir an önce buraları bitirirken bunların altında aynı şekilde bu hat, tezhip, ebru bütün çalışmalara yönelik imkanlar da olacak. Buralara geçmişte nasıl kenarda medrese odaları varsa. Bunun da bu günkü anlamda yine çalışmalarını mimarlarımız inşallah yapıyorlar, yapacaklar. Çamlıca’daki bu dev cami İstanbul’un her yerinden görülecek şekilde dizayn edildi. İnşallah Üsküdar’ın camlarında artık farklı yansımalar olacak” dedi.
Cihan
Fetih toprak işgal etmek değildir“
Restorasyon çalışmaları tamamlanan Fatih Camii, İstanbul’un fethinin 559. yıldönümünde yeniden ibadete açıldı.
Açılış törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük ve çok sayıda vatandaş katıldı.
Açılış töreni öncesinde cemaate hitap eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, günümüzde yüreklerin işgal altında bulunduğunu belirterek, en büyük fethin, işgal altındaki yürekleri Allah’a açmak olduğunu söyledi.
“Asıl fetih, gönüllerin fethidir”
“Bugünkü en büyük fetih, işgal altındaki yürekleri Muhammed Mustafa’ya açmaktır. Tıpkı büyük fatihlerin şehirlerin kapısını imana, akla, ilme ve irfana açtıkları gibi” diye konuşan Başkan Görmez, şöyle devam etti: “Fetih, sıradan bir yere girmek değildir. Fetih, toprak işgal etmek ya da şehirleri, surları yıkıp ülkeler kurmak değildir. Asıl fetih, gönüllerin fethidir. Onun için bizim tarihimizde işgal yoktur. Bizim tarihimizde fetih vardır. Allah Resûlü’nün Mekke’yi fethettiği gün, onu Mekke’den kovanlar, ona Mekke’de her türlü zulmü reva görenler, ona her türlü kötülüğü yapanlar, ashabı Mekke’den çıkararak çeşitli yerlere göç etmek zorunda bırakanlar, sahabeden bazılarını katledenler ve Hz. Hamza’yı şehit edenler hep birlikte karşısına çıktılar. Allah Rasûlü onlara şöyle dedi: ‘Bugün Hz. Yusuf’un kardeşlerine söylediğini söyleyeceğim sizlere. Bugün benim size karşı ne kadar kerîm bir kardeş olduğumu göreceksiniz.’ Bizim bütün fetihlerimiz böyledir. Rasûl-i Ekrem’in Mekke’yi fethi, Selahaddin-i Eyyûbi’nin Kudüs’ü fethi, Tarık bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethi, Alparslan’ın Malazgirt’i fethi ve Fatih Sultan Muhammed Han’ın İstanbul’u fethi, işte böyle fetihlerdir.”
“Bizim medeniyetimizde işgal yoktur”
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, konuşmasında “işgal” ile “fetih” arasındaki farka da değindi. İnsanoğlunun iki vechesinden örnek vererek fetih ve işgal kavramlarına açıklık getiren Diyanet İşleri Başkanı Görmez, şöyle konuştu.
“İnsanoğlunun nasıl ki iki vechesi var. Fetihlerin de iki vechesi var. İnsanoğlunun hırs peşinde koşan bir vechesi var. İlahi aşkın peşinde koşan bir vechesi var. Kin, öfke, intikam, hırs, heves, tutku. Bunların peşinde koşan bir beden var. Bir de Allah, Muhammed Mustafa, iman, sevgi, aşk, muhabbet peşinde koşan bir ruh var. Eğer hırsın peşinde koşan beden, İlahi aşkın peşinde koşan ruha tabi olmazsa, o beden yeryüzünde sadece fuzûli bir işgaldir. Ama beden ruha tabi olursa, eğer beden ilahi aşkın yolunda olan ruhun emrine girerse o takdirde kâmil insan olur. Aynı şekilde fetihlerin de iki vechesi var.
Surların yıkılıp şehre girilmesini temsil eden maddi cephesi, toprağın, servetin fethedilmesi demektir. Ama fethin ikinci vechesi, gönüllerin fethidir. Zihinleri İslâm’a açmaktır. Kalpleri Kur’an’a açmaktır. Eğer bu iki fetih birleşmezse işgal olur. Bir fetihle bir yere iman girmiyorsa, insanî değerler, hak, hakikat ve adalet girmiyorsa onun adı işgaldir. Onun için Allah’a hamdolsun bizim medeniyetimizin fetihlerinde işgal yoktur. Bizim medeniyetimizin büyük fetihleri kalplerin, gönüllerin fethidir.”
“İstanbul’un fethi, bir gönül fethidir”
İstanbul’un fethinin bir gönül fethi olduğuna işaret eden Başkan Görmez, “Fetih, surları yıkıp, bir şehri bombardımana tutup, oraya hunharca girmek değildir. Fetih, aklın önünü açmaktır. Bu fetih aynı zamanda aklın önünü açtığı için de bir çağ kapanmış ve bir çağ açılmıştır. Fetih, zulmü sona erdirmek ve nuru, aydınlığı ortaya çıkarmaktır. İstanbul’un fethi, bunu gerçekleştirmiştir. Zulmü sona erdirmiş, zulmete son vermiş, nura ve ihyaya yol açmıştır” diye konuştu.
“Fetihlerin görünmeyen fatihi, Hz. Muhammed’dir”
“Bütün fetihlerin bir görünen fatihleri bir de görünmeyen büyük fatihi var. Görünen fatihleri, askerleri, orduları sevk ve idare eden fatihlerdir. Tıpkı İstanbul’un fatihinin Sultan Muhammed Han olduğu gibi. Selahaddin Eyyûbi’nin Kudüs’ün, Tarık bin Ziyad’ın Endülüs’ün fatihi olduğu gibi. Ama bizim bütün fetihlerimizin görünmeyen büyük bir fatihi var. O da Muhammed Mustafa (s.a.s)’dır. Çünkü bizlere fethin ruhunu Allah Rasûlü bahşetti. Biz fetihleri onsuz düşündüğümüz zaman fetihler işgale dönüşür.”
İstanbul’un fethi konusundaki hadis
Ahmed bin Hanbel ve Hakim’in naklettiği “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan ve onu fetheden asker, ne güzel askerdir” hadisine de değinen Başkan Görmez, hadisle ilgili tartışmalar hakkında da şunları söyledi:
“Zaman zaman bazı hadisçiler bu hadisin isnadını masaya yatırırlar ve sahih midir, zayıf mıdır, uydurma mıdır diye tartışırlar. Benim onlara bir cevabım var: Bir hadis ki 11 defa İslâm ordularını büyük bir aşk ve büyük bir heyecanla İstanbul surlarının önüne kadar getirdi. Siz bu hadisin sahihlik derecesini neden ıslaha tabi tutuyorsunuz? Bu hadis Eba Eyyüp El- Ensari’yi İstanbul’a getiren hadistir. Onun için bu hadisin gücünü kitaplarda yer verilen isnatlarda ve ravilerde değil, İslâm ordularını 11 defa İstanbul surlarının önüne getiren güçte aramamız lazım.”
Fatih Camisi, restorasyon çalışmalarının ardından törenle hizmete açıldı. Törene Başbakan Erdoğan’ın yanı sıra, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ile çok sayıda davetli katıldı.
Tören öncesinde ikindi namazını burada beraberindeki heyetle birlikte kılan Başbakan Erdoğan, daha sonra bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan, “Bugün restorasyondan sonra Fatih Camisi’nin ve 1. Mahmut Kütüphanesi’nin açılışını gerçekleştiriyoruz. Rabbime hamd olsun; zira bir yıkım felaketi ile karşı karşıya iken bu emaneti yeniden kazanmaya vesile olduğumuz için hamd olsun. Görüldüğü gibi gerçekten Fatih Sultan Mehmet Han’ın bizlere bıraktığı bu emanet, asırlar boyu üzerinde hassasiyetle durularak bugünlere geldi. Bizden sonra da inşallah sonraki asırlara hitap edecek şekilde devam edecek. Zira, ‘bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli’ diyen bir nesil oldukça bu devam edecek” diye konuştu.
Çok duygulandığını ifade eden Erdoğan, “Bugün gerçekten çok duyguluyum, çok hisliyim. Zira fethin 559. yıldönümünde, 4.5 yıllık bir restorasyon çalışmasından sonra Fatih Camisi’ni bu haliyle kazanmış olmak, tüm milletimize, İslam dünyasına kazandırmış olmak bizleri memnun ediyor. Tabii işimiz daha bitmedi. Bir tarafta Akdeniz Caddesi yönünde medreselerin inşallah restorasyonları başlıyor. Haliç tarafındaki medreselerin restorasyon çalışmaları başlıyor. Onların bitişi ile birlikte çevredeki tüm peyzaj çalışmalarıyla farklı bir hal alacak” dedi.
Öğrencilik yıllarının bu medreselerde geçtiğini anlatan Erdoğan, “Bu medreselerde yattık, kalktık arkadaşlarımızla beraber. Üniversite yıllarımızı burada geçirdik. Onun için anlamlı, onun için duyguluyuz. Süleymaniye’nin restorasyonunu yaptık, halka açtık. Nuruosmaniye şuanda hazır durumda. Restorasyonları devam eden birçok camimiz var. Ama bu arada biten Arap Camimiz var, inşallah önümüzdeki günlerde de açacağız” ifadelerini kullandı.
Restorasyon çalışmalarında emeği geçen herkese ayrı ayrı teşekkür eden Başbakan Erdoğan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Eğer bugün göğe minareler yükseliyorsa, Fatih Sultan Mehmet Han’ın bunda büyük emeği var. Onlar bu kapıları açtı bize. Zira ‘Konstantiniyye muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir’ diyen sevgililer sevgilisinin müjdesi, kendini bu bugüne kadar farklı bir şekilde taşıdı ve hala taşımaya devam ediyor. Ve bu müjde yerde kalmadı, gerçekleşti, İstanbul’a dönüştü ve İstanbul’da yaşayanlar olarak bunun kadri kıymetini iyi bilmek zorundayız.”
Restorasyon çalışmalarının 24 milyon TL’ye mal olduğunu ifade eden Erdoğan, “Fatih Camisi ve 1. Mahmut Kütüphanesi’nin onarımı 24 milyona mal oldu. İşte biz sizin verdiklerinizi sizlere bu şekilde döndürüyoruz.
Yatırımlarla her şeyle döndürüyoruz, döndürmeye devam edeceğiz. Şuana kadar Türkiye genelinde 4 bin civarında tarihi eserimizi restore ettik, yeniden milletimizin hizmetine sunduk. Ve geleceği şuanda onları hizmet eder vaziyete getirdik. Aslında şu bölge, şu gördüğümüz bölge yüzlerce mescidin yıkıldığı bir bölgedir. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Onları da buldukça restore edeceğiz. İmar edeceğiz ve yeni kuşaklara hazırlayacağız” diye konuştu.
Çalışmaları hassasiyetle gerçekleştirdiklerini ifade eden Başbakan Erdoğan, “Fatih Camisi’nde çok hassas bir çalışma yürüttük. Deyim yerinde ise, bu emsalsiz eserleri, bu şaheser eserleri bir küçük küçük iğne ile yeniden inşa ettik. Minarelerin aleminden dış duvarlarına kadar en küçük zincircinden çinisine kadar her milimetresini büyük bir özenle büyük bir hassasiyetle elden geçerdik. Çünkü gereği buydu, gerekeni buydu, olması gereken buydu. Bu eserlerin sadece son dönemlerde aldıkları hasarları değil, inşa edildiği günden bugüne kadar görmüş oldukları hasarları da gidermenin gayreti içerisinde olduk. Bu İslam dünyasının önemli mekanına, eserine bizlere hizmet etmeyi bahsettiği için Rabbime hamd ediyorum. Benzeri bir gururu 4 Kasım 2010 günü Priştine’de yaşadık. Fatih’in 1461 yılında Priştine’de, yani Kosova’da adına yaptırdığı bir cami var. Bizim dedelerimiz sadece İstanbul’a kapanıp kalmamış. Balkanlar’a uzanmış, Avrupa’ya uzanmış ve oralara gittikleri yerlerde eserleri ile kalıcı olmuşlar. Fatih Sultan Mehmet Camisi’ni de restore ettik. Onu yeniden Müslümanlara kazandırdık. Allah’ın izniyle hem yurt içinde hem yurt dışında bu çalışmalarımız kararlılıkla devam ediyor devam edecek” dedi.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sözlerini ünlü şair Arif Nihat Asya’nın ‘İnşallah Allah bizi sevgisiz, susuz, havasız, aynı zamanda mabetsiz, vatansız, minaresiz, ezansız bırakmasın’ dizesini okuyarak sonlandırdı.
Başbakan Erdoğan, açılış töreninin ardından Fatih Sultan Mehmet’in türbesini ziyaret etti ve ardından buradan ayrıldı .
Beyazgazete
Değerli Fasiharabic.com Takipçileri
Diyanet İşleri Başkanlığının düzenlemiş olduğu Yeterlilik Mülakatı sonuçları henüz açıklanmamıştır. Ancak Diyanet İşleri Başkanlığıyla eş zamanlı olarak Diyanet Yeterlilik Sonuçlarına Bu sayfadan ulaşabileceksiniz Bu sebeple bu sayfanın linkini sık kullanılanlara eklemenizi tavsiye ederiz…
Başarılar..
Uzmanlar, Emevi halifelerden söz edilirken geleneksel olarak kullanılan “Allah’ın kulu” veya “İnananların emiri” gibi ön ifadelerin bu kitabede yer almadığına dikkat çekiyor. Araştırmacılara göre bu av köşkünün 2. Velid hala bir prens iken, yani 725-743 yılları arasında, inşa edildiğini ortaya koyuyor.
Keşif, Kusayr Amra’nın 743-744 yılları arasında halife olan 2.Velid’in saltanatı inşa edildiğine dair tarihi bilgilere meydan okuyor.
Restorasyonda görev alan Geatano Palumbo, “Birçok bilim adamı bu tasvirlerin Bizans ya da Roma dönemine ait olduğunu savundu. Ama şimdi bunların gerçekten de İslam sanatı olduğuna dair kesin bir kanıt var” dedi.
Kusayr Amra’daki tarihi eserleri kurtarmak için uzun ve yorucu bir çalışma devam ederken, itinalı çabaların 1000 yıldır gizli kalmış tavus kuşları ve detaylı av sahneleri gibi çarpıcı tasvirleri gün ışığına çıkardığı kaydediliyor.
Çalışmalarla ilk kez figür tasvirlerinin gerçek duruşunun, renginin ve hatta cinsiyetinin ortaya çıktığı da verilen bilgiler arasında.
Palumbo, “Onlarca yıldır, insanlar bu görüntülerin basit olduğunu düşündü, ama biz aslında çok ince detaylı ve gerçek bir sanat eseri olduğunu görüyoruz” diyor.
Çalışmalarda genç Emevi prensinin Bizans, Helen ve Fars sanatçıları görevlendirdiğinin işareti olan motifler de ortaya çıkarıldı.
Kusayr Amra duvarlarının büyük bir kısmına gizlenmiş tarih ortaya çıkarılırken, uzmanlar erken İslam kültürü ve normlarına ait daha fazla bilgi elde etmeyi umud ediyor.
Hac kuraları Diyanet İşleri Başkanlığı Konferans Salonu’nda düzenlenen törenle çekildi. Hac adaylarının heyecanla beklediği törende bir konuşma yapan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Hacca gidebilme imkanını yakalayanların sevinciyle, gidemeyenlerin hüznü arasında bir fark bulunmadığını söyleyerek, “Hatta bazen gidememenin hüznü gidebilmenin sevincinden Allah katında daha değerlidir” diye konuştu.
Hac kuralarına yıllarca katılan fakat kutsal topraklara gidemeyenlerin amellerinin niyetlerine göre olduğunu belirten Görmez, “İslam’ın temel prensiplerini dikkate alarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; kuralara yıllarca girip de gidemeyen kardeşlerimiz, hayatının sonuna kadar gidemediğini varsayalım, Cenab-ı Hakk’ın ondan bu görevin sorumluluğunu alacağından hiçbir endişeniz olmasın” şeklinde konuştu.
İnsanlardaki Hacca gitme sevgisinin Hazreti İbrahim’in duasının bir eseri olduğunu söyleyen Görmez, “Onun için hiç üzülmeyeceksiniz. Ne zaman üzülmemiz gerekiyor biliyor musunuz? Kalbimizde dualarımızı gönderdiğimiz Kabetullah sevgisi eksik olduğu zaman üzülmemiz lazım. Yüreklerimizde yönümüzü ve istikametimizi belirleyen kıblemize ait hiçbir düşünce olmadığı zaman üzülmemiz lazım” diye konuştu.
Katsayılı kura sistemiyle adaletli bir sistem getirmeye çalıştıklarını söyleyen Görmez, sistem sayesinde 2007 yılında Hac başvurusu yapanların yüzde 40’ının, 2011’de müracaat yapanların da yüzde 7’sinin kutsal topraklara gitme imkanına kavuştuğunu ifade etti. Görmez ayrıca, 2013 yılında daha önce 7 kez üst üste hac müracaatı yapanların tamamının hacca gidebileceğini söyledi.
“HACI ADAYLARIMIZ KABETULLAH’A KUR’AN’I ÖĞRENMİŞ OLARAK VARSINLAR”
Diyanet İşleri Başkanı Görmez ayrıca Hac ziyareti sırasında gördüğü bazı durumları da paylaştı. Görmez, hac ziyaretinin hakkıyla yapılmaması durumunda ibadetin bir turistik seyahate dönüşebildiği uyarısında bulunarak, hac ziyareti sırasında diğer ülke Müslümanlarının Kur’an-ı Kerim okurken, Türk hacılarının ise sohbet ettiğini, bu durumun da kendisini üzdüğünü söyledi. Görmez şunları söyledi:
“Bütün hacı adaylarından istirhamım, tekrar ediyorum, hac kurasında isminiz çıktıktan sonra Kur’an mektebine, İbrahim mektebine, İsmail okuluna, Kabe-hac mektebine kayıtlı birer öğrenci olduğumuzun farkında olun. İlk yapacağınız iş, Kur’an-ı Kerim’i okumasını bilmiyorsak müftümüze, yanı başımızdaki caminin görevlisine müracaat ederek, ‘Hocam bakın siz bir kural koydunuz, şimdi ben sana geldim. Sen günde bir saat bana ders vereceksin, ben Kabetullah’a gitmeden önce bu Kur’an-ı öğreneceğim ve Kabe’nin yanında, huzurunda Hz. İbrahim’in makamında oturup Kur’an okuyacağım’ diyeceksiniz. Yaşınız ne olursa olsun sakın bu imkanı kaçırmayın. Bütün hacı adaylarımız Kabetullah’a Kur’an’ı öğrenmiş olarak varsınlar.”
Görmez ayrıca, hacı adayları için Hz. Muhammed’in hayatını anlatan kitap da hazırladıklarını söyledi.
EN GENÇ HACI ADAYI 1 AY 19 GÜNLÜK
Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdür Vekili Ergün Yücel de başvurularla ilgili bilgi verdi. Yücel, hacı adaylarının kesin kayıtların 4-15 Haziran tarihleri arasında yapılacağını söyleyerek, bu yıl 291 bin 737 kişinin ilk kez kayıt yaptırdığını, 868 bin 871 kişinin de kayıt yenilettiğini ifade etti. Yücel ayrıca, toplamda 1 milyon 160 bin 608 hacı adayının kuraya katıldığını belirtti. Yücel, hacı adaylarının yüzde 46,17’sinin erkek, yüzde 53,83’ünün ise kadın olduğunu kaydederek, geçen yıl 57 olan yaş ortalamasının bu yıl 55 olarak gerçekleştiğini bildirdi.
Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdür Vekili Ergün Yücel’in verdiği bilgilere göre, kuraya İstanbul, Bingöl ve Konya’dan katılan 99 yaşındaki 3 kişinin en yaşlı, Ankara, Amasya ve Kütahya’dan 1 ay 19 günlük 3 bebeğin de en genç hacı adayları olduğunu dile getirdi.
Görmez, konuşmaların ardından beraberindekilerle birlikte hac kuralarını başlatırken, kura sonuçları bu akşam saat 21.00’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın http://hac.diyanet.gov.tr adresinde yayımlanacak. Öğrenilen bilgiye göre ise ilk hac kafilesi 17 Eylül’de yola çıkacak. Hac dönüşleri ise 29 Kasım’da sona erecek.
Hac kuraları Sonuç Ekranı Aynı Anda Sitemizde
2012 YILI HAC KUR’A SONUCU SORGULAMA EKRANI