سورة يس (36)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
(36-YÂSÎN SÛRESİ) Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla
يس{36/1} وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ{36/2} إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ{36/3} عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ{36/4}
1. Yâsîn, 2. Hikmet dolu Kur’ân’a and olsun ki, 3. Sen şüphesiz peygamberlerdensin. 4. Doğru yol üzerindesin.
حَكِيمٌ | hikmetli, hikmet dolu | وَ | vâvu’l- kasem: yemin vâvı: andolsun ki ,..hakkı için |
ism-i mef’ûl: gönderilenler, peygamberler | مُرْسَليِنَ | göndermek | أَرْسَلَ يُرْسِلُ إِرْساَلاً | ||||
dosdoğru, düzgün, ölçülü | اَلْمُسْتَقيِمُ | eğri ve kıvrımlı olmayan doğru yol | اَلصِّراَطُ | ||||
تَنْزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ {36/5} لِتُنْذِرَ قَوْمًا ماَ أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ {36/6}
5. 6. (Bu Kur’ân) ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için üstün ve çok merhametli (Allah) tarafından indirilmiştir.
uyarmak | أنْذَرَ يُنْذِرُ إِنْذاَراً | indirmek | نَزَّلَ يُنَزِّلُ تَنْزيِلاً | ||||
babalar, atalar | آباَءُ | ism-i fâil: gafil olanlar | غاَفِلُونَ (غَفَلَ يَغْفِلُ) | ||||
لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/7}
7. Andolsun ki onların çoğunun üzerine (azab) söz(ü) hak oldu (onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir). Çünkü onlar iman etmiyorlar.
iman etmek, inanmak | آمَنَ يُؤْمِنُ إِيماَناً | hak olmak, gerçek olmak, hak etmek | حَقَّ يَحِقُّ |
إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ {36/8}
8. Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır.
halkalar, bağlar | أَغْلالٌ | yarattı, icat etti, yaptı, kıldı | جَعَلَ يَجْعَلُ | boyun | عُنُقٌ ج أَعْناَقُ | |
| başını yukarı kaldırdı | أَقْمَحَ يُقْمِحُ إِقْماَحاً | çene | ذَقَنٌ ج أَذْقاَنٌ | ||
ism-i mef’ûl: başları yukarı kaldırılmışlar
| مُقْمَحُونَ | |||||
وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ {36/9}
9. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler.
önleri, dünya işleri | أَيْديِهِمْ | arkaları, ahiret işleri | خَلْفَهُمْ | set, mani, engel | سَدٌّ | |
görmek | أَبْصَرَ يُبْصِرُ | perdelemek | أَغْشَي يُغْشِي |
| ||
وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ {36/10}
10. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar.
….san da …masan da | ءَ…. أَمْ لَمْ…. | eşittir, birdir, aynıdır | سَواَءٌ |
إِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ {36/11}
11. Sen ancak zikre (Kur’ân’a) uyan ve görmeden Rahmân’dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini, bir mağfiret ve güzel bir mükâfatla müjdele.
korktu, haşyet duydu | خَشِيَ يَخْشَي | zikir (Kuran) | ألذِّكْرُ | uydu, tabi oldu | إِتَّبَعَ يَتَّبِعُ إِتِّباَعاً | |
ücret , mükafat | أَجْرٌ | emir: müjdele | بَشِّرْ | müjdeledi | بَشَّرَ يُبَشِّرُ تَبْشيِراً | |
cömert, büyük, ikramı bol | كَريِمٌ | |||||
إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ {36/12}
12. Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da yada amel defterlerinde) sayıp yazmışızdır.
takdim etti, getirdi, sundu | قَدَّمَ يُقَدِّمُ تَقْديماً | ölüler | اَلْمَوْتَي | diriltti | أَحْيَي يُحْييِ إِحْياَءً | ||
saydı, kavradı | أَحْصَي يُحْصيِ | eser, iz | أَثَرٌ ج آثاَرٌ | apaçık bir asıl | إماَمٌ مُبيِنٌ | ||
وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ {36/13}
13. Onlara, şu şehir halkını misâl getir: Hani onlara elçiler gelmişti.
arkadaş, halk | صاَحِبٌ ج أصْحاَبٌ | köy, şehir halkı | أَصْحاَبَ الْقَرْيَةِ | misâl verdi | ضَرَبَ مَثَلاً |
إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ {36/14}
yalanladı | كَذَّبَ يُكَذِّبُ تَكْذيِباً | güçlendirdi, takviye etti | عَزَّزَ يُعَزِّزُ |
14. İşte o zaman biz, onlara iki elçi göndermiştik. Onları yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçiyle takviye ettik. Onlar: “Biz size gönderilmiş Allah elçileriyiz!” dediler.
قَالُوا مَا أَنْتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا أَنْزَلَ الرَّحْمَنُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ {36/15}
15. Elçilere dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz”.
yalan söyledi | كَذَبَ يَكْذِبُ | indirdi | أَنْزَلَ يُنْزِلُ إِنْزاَلاً |
قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ {36/16} وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ {36/17}
16. 17. (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor; biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz. Bizim vazifemiz, açık bir şekilde Allah’ın buyruklarını size tebliğ etmekten başka bir şey değildir” dediler.
| tebliğ | اَلْبَلاَغُ |
قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ {36/18}
18. (Bunun üzerine onlar:) “Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. Eğer bu işten vazgeçmezseniz, andolsun sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka fena bir kötülük dokunur” dediler.
uğursuzlandı, uğursuz geldi, | تَطَيَّرَ يَتَطَيَّرُ | taşladı | رَجَمَ يَرْجُمُ | |||||
bitirdi, vazgeçti | إِنْتَهيَ يَنْتَهيِ | acıklı, kötü, fena | أَليِمٌ | dokundu | مَسَّ يَمَسُّ | |||
قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ {36/19}
19. (Elçiler) şöyle cevap verdiler: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa bu uğursuzluk mudur? Bilakis, siz aşırı giden bir milletsiniz”.
uğursuzluk | طاَئِرٌ | hatırlattı, nasihat etti | ذَكَّرَ يُذَكِّرُ تَذْكيِراً | |
ism-i fâil: aşırı giden | مُسْرِفٌ | aşırı gitti, israf etti, orta yolu aştı | أَسْرَفَ يُسْرِفُ إِسْراَفاً | |
وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ {36/20} اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ {36/21} وَمَا لِيَ لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ{36/22} أَأَتَّخِذُ مِنْ دُونِهِ آلِهَةً إِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمَنُ بِضُرٍّ لاَ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنْقِذُونِ {36/23} إِنِّي إِذًا لَفِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/24} إِنِّي آمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ {36/25}
20 – 25. Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve: “Ey kavmim! Bu elçilere uyun! Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidâyete ermiş kimselerdir. Bana ne olmuş ki, beni yaratana ibadet etmeyecekmişim! Halbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefâati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım, beni dinleyin.” dedi.
en uzak yer | أَقْصيَ | koştu, hızlıca yürüdü | سَعَي يَسْعيَ | ||||||||||
şehir | اَلْمَديِنَةُ | hidâyete erdi, doğru yolu buldu | إِهْتَديَ يَهْتَديِ | ||||||||||
ism-i fâil: hidâyete eren, doğru yolu bulan kimse | اَلْمُهْتَديِ | ||||||||||||
döndürdü | أَرْجَعَ يُرْجِعُ | yarattı | فَطَرَ يَفْطُرُ | ibadet etti | عَبَدَ يَعْبُدُ | ||||||||
ondan başka | مِنْ دُونِهِ | edindi, yaptı, ortaya koydu | إِتَّخَذَ يَتَّخِذُ إِتِّخاَذاً | ||||||||||
istedi | أَراَدَ يُريِدُ | zarar | ضُرٌّ | ilah, tanrı | إِلَهٌ ج آلِهَةٌ | ||||||||
Kurtardı
| أَنْقَذَ يُنْقِذُ | fayda verdi | أغْنيَ يُغْنيِ | ||||||||||
قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ {36/26} بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ {36/27}
26. 27. Ona: “Cennete gir” denilince, “Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını bilseydi!” dedi.
ikram etti, nimetlendirdi, kadrini yüceltti | أَكْرَمَ يُكْرِمُ إكْراَماً | keşke | يَا لَيْتَ | |
ism-i mef’ûl: ikram edilen | مُكْرَمٌ | bağışladı | غَفَرَ يَغْفِرُ | |
وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِنْ بَعْدِهِ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ {36/28}
28. Biz ondan sonra, onun milletini helâk etmek için üzerlerine gökten herhangi bir ordu indirmedik ve indirecek de değildik.
إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ {36/29}
29. (Onları helâk eden) korkunç sesten başka bir şey değildi. Birdenbire sönüverdiler.
korkunç gürültü, sayha, çığlık, azab | صَيْحَةٌ | sönen, sönüp giderek ölen | خَامِدٌ |
يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون {36/30}
30. Ne yazık şu kullara! Onlara bir peygamber gelmeyegörsün, ille de onunla alay etmeye kalkışırlar.
kul | عبْدٌ ج عِباَدٌ | ne yazık, ne kadar yazık, yazıklar olsun | يَا حَسْرَةً | |
alay etti, dalga geçti | إِسْتَهْزَأَ يَسْتَهْزِءُ إِسْتِهْزاَءً | geldi | أَتَي يَاْتيِ | |
أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ {36/31}
31. (Müşrikler) görmüyorlar mı ki, onlardan önce nice nesiller helâk ettik. Onlar tekrar dönüp de bunlara gelmezler.
gördü | رَأَي يَريَ | nice, kaç | كَمْ | helâk etti | أَهْلَكَ يُهْلِكُ | |||
nesil, aynı zamanın insanları | قَرْنٌ ج قُروُنٌ | kendilerinden önce | قَبْلَهُمْ | |||||
وَإِنْ كُلٌّ لَمَّا جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/32}
32. Elbette onların hepsi (kıyâmet gününde) karşımızda hazır bulunacaklar.
getirdi, hazır oldu, hazır bulundu | أَحْضَرَ يُحْضِرُ | hepsi | جَميِعٌ | ||
| zarf: katında, yanında, karşısında | لَدَي | |||
وَآيَةٌ لَهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ {36/33}
33. (Bu hususta) ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona (yağmurla) hayat verdik ve ondan dane çıkardık. İşte onlar bundan yerler.
ölü | اَلْمَيْتَةُ | toprak, yer, yeryüzü (müennes kelime) | اَلْأَرْضُ | ||||
çıkardı
| أَخْرَجَ يُخْرِجُ إِخْراَجاً | tane, taneler | اَلْحَبُّ | diriltti | أَحْييَ يُحْيىِ إِحْياَءً | ||
وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ {36/34}
34. Biz, yeryüzünde nice nice hurma bahçeleri, üzüm bağları yarattık ve oralarda birçok pınarlar fışkırttık.
fışkırttı | فَجَّرَ يُفَجِّرُ تَفْجيِراً | ağaçlı bahçe, bahçeler, cennet | جَنَّةٌ ج جَنَّاتٌ | |||||
üzüm, üzüm bağı | عِنَبٌ ج أَعْناَبٌ | pınar, su pınarı | عيْنٌ ج عُيُونٌ | hurma | نَخِيلٌ | |||
لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/35}
35. Ta ki, onların meyvelerinden ve elleriyle bunlardan imal ettiklerinden yesinler. Hâla şükretmeyecekler mi?
meyve, meyveler | ثَمَرٌ | şükretti, teşekkür etti | شَكَرَ يَشْكُرُ | yaptı, işledi | عَمِلَ يَعْمَلُ |
سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لاَ يَعْلَمُونَ {36/36}
36. Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve (henüz mahiyetini) bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan (Allah) her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir.
Allah her türlü kusur ve noksanlıktan uzak ve yücedir | سُبْحاَنَ | ||
çift, eş | زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ | şeylerden | مِمَّا = مِنْ+ ماَ |
kendi, nefis, can, öz, ruh, asıl | نَفْسٌ ج أَنْفُسٌ | bitirdi, mahsul verdi | أَنْبَتَ يُنْبِتُ إِنْباَتاً |
وَآيَةٌ لَهُمُ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ {36/37}
37. Gece de onlar için bir ibret alâmetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler.
karanlıkta kaldı, karanlığa gömüldü | أَظْلَمَ يُظْلِمُ | ayet, mucize, ibret, alâmet, işaret | آيَةٌ | ||
| sıyırarak çekti, soydu, çekip aldı, ayırdı | سَلَخَ يَسْلَخُ | |||
وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ {36/38}
38. Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, azîz ve alîm olan Allah’ın takdiridir.
karar kıldı, yeri belirlendi, yerinde durdu | اِسْتَقَرَّ يَسْتَقِرُّ | koştu, aktı, döndü | جَريَ يَجْريِ | |||
takdir etti, tayin etti, ölçüp biçti | قَدَّرَ يُقَدِّرُ تَقْديِراً | kendisine ait kılınan (belirlenen) yerde | مُسْتَقَرٍّ لَهاَ | |||
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ {36/39}
39. Aya da birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eski ve eğri hurma dalı gibi (hilâl şeklinde) geri döner.
döndü | عاَدَ يَعوُدُ | menzil, yörünge | مَنْزِلٌ ج مَناَزِلُ | |
Eski
| اَلْقَديِمُ | kuru ve eğri hurma dalı | اَلْعُرْجوُنُ | |
لاَ الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلاَ اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ {36/40}
40. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.
geçti | سَبَقَ يَسْبَقُ | yetişti, ulaştı | أَدْرَكَ يُدْرِكُ | |
yüzdü | سَبَحَ يَسْبَحُ | boşluk, yörünge | فَلَكٌ | |
وَآيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ {36/41}
41. Onların zürriyetlerini dopdolu bir gemide taşımamız da onlar için büyük bir ibrettir.
gemi | اَلْفُلْكُ | taşıdı | حَمَلَ يَحْمِلُ |
dolu,yüklü,dopdolu | اَلْمَشْحوُنُ | zürriyet, nesil | ذُرِّيَّةٌ |
وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ {36/42}
42. Onlar için, bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık.
bindi | رَكِبَ يَرْكَبُ | bunun gibi, buna benzer | مِنْ مِثْلِهِ |
وَإِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلاَ صَرِيخَ لَهُمْ وَلاَ هُمْ يُنْقَذُونَ {36/43}
43. Dilesek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar.
boğdu | أَغْرَقَ يُغْرِقُ | diledi, istedi | شاَءَ يَشاَءُ |
imdada gelen veya imdada gelme | صَريِخَ | kurtardı | أَنْقَذَ يُنْقِذُ إِنْقاَذاً |
إِلاَّ رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ {36/44}
44. Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet ve belli bir zamana kadar dünyadan faydalandırmamız müstesnadır.
rahmet, merhamet olarak | رَحْمَةً | faydalandırma, nimetlendirme | مَتاَعاً |
belli bir zamana kadar, belli bir müddete kadar | إِلَى حِينٍ |
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ {36/45}
45. Onlara yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işlerde Allah’tan korkun; umulur ki size merhamet olunur denildiğinde (aldırmazlar).
korktu, sakındı | إِتَّقَي يَتَّقيِ | dendiği zaman | إِذاَ قيِلَ | |
umulur ki, belki | لَعَلَّ | meçhûl fiil: merhamet olunursun | تُرْحَمُ (أَرْحَمَ يُرْحِمُ) | |
وَمَا تَأْتِيهِمْ مِنْ آيَةٍ مِنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلاَّ كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ {36/46}
46. Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelmeyedursun, ille de ondan yüz çevirmişlerdir.
yüz çevirdi
| أَعْرَضَ يُعْرِضُ عَنْ | geldi | أَتَي يَأْتيِ |
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلاَّ فِي ضَلاَلٍ مُبِينٍ {36/47}
47. Allah’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarfediniz, denildiğinde, kâfirler müminlere dediler ki: “Allah’ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz”.
kafir oldu, inkar etti, nankörlük etti | كَفَرَ يَكْفُرُ | harcadı | أَنْفَقَ يُنْفِقُ إِنْفاَقاً |
doyurdu | أَطْعَمَ يُطْعِمُ | rızık verdi, rızıklandırdı | رَزَقَ يَرْزُقُ |
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ {36/48}
48. Onlar: “Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir?” derler.
doğru söyledi, doğru oldu | صَدَقَ يَصْدُقُ | vaad, söz | اَلْوَعْدُ |
مَا يَنْظُرُونَ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ {36/49}
49. Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar.
aldı, yakaladı | أَخَذَ يَأْخُذُ | baktı, bekledi | نَظَرَ يَنْطُرُ |
tartıştı, çekindi | اِخْتَصَمَ يَخْتَصِمُ | aslı (يَخْتَصِمُونَ) dur. | يَخِصِّموُنَ |
فَلاَ يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلاَ إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ {36/50}
50. İşte o anda onlar ne bir vasiyyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler.
| tavsiye etti, vasiyet etti | وَصَّي يُوَصّيِ تَوْصِيَةً |
وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُمْ مِنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ {36/51}
51. Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.
koştu, akın etti | نَسلَ يَنْسِلُ | kabir | جَدَثٌ ج أَجْداَثٌ | üfledi | نَفَخَ يَنْفُخُ |
قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ {36/52}
52. (İşte o zaman:) “Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân’ın vâdettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!” derler.
ism-i mekân: yatılan yer | مَرْقَدٌ (رَقَدَ يَرْقُدُ) | yazık bize, yazıklar olsun bize | يَا وَيْلَناَ | |
vaad etti, söz verdi | وَعَدَ يَعِدُ | diriltti, kaldırdı | بَعَثَ يَبْعَثُ | |
إِنْ كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ {36/53}
53. Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.
hepsi, topu
| جَميِعٌ | getirdi, bulundurdu, hazırladı | أَحْضَرَ يُحْضِرُ إِحْضاَراً | |
İsm-i mef’ûl: hazır bulundurulan getirilen (ism-i mef’ûllerin meçhûl muzâri gibi tercüme edildiğini hatırlayınız.) | مُحْضَرٌ | |||
فَالْيَوْمَ لاَ تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَ لاَ تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ {36/54}
54. O gün hiçbir kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz. Siz orada ancak yaptıklarınızın karşılığını alırsınız.
karşılık verdi | جَزيَ يَجْزيِ | haksızlık etti, zulmetti | ظَلَمَ يَظْلِمُ |
إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ {36/55}
55. O gün cennetlikler, gerçekten nimetler içinde safa sürerler.
meşgul oldu, meşgul etti | شَغَلَ يَشْغُلُ شُغْلاً | cennet halkı | أَصْحاَبُ الْجَنَّةِ | ||
meşguliyet | شُغُلٌ | ism-i fâil: memnun, hoşnut, neşeli, zevki safada olan | فاَكِهٌ | ||
هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلاَلٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ {36/56}
56. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar.
koltuk,yatak,divan, üzerine oturulan her çeşit eşya | أَريِكَةٌ ج أَراَئِكُ | eş, zevce | زَوْجٌ ج أَزْواَجٌ |
yaslandı, kuruldu | إِتَّكَأَ يَتَّكِئُ | gölge | ظِلٌّ ج ظِلاَلٌ |
لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ ماَ يَدَّعُونَ {36/57} سَلاَمٌ قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ {36/58}
57. 58. Orada onlar için her çeşit meyve vardır. Bütün arzuları yerine getirilir. Onlara merhametli Rabb’in söylediği selâm vardır.
temenni etti, gönlü çekti | إِدَّعيَ يَدَّعيِ | meyve, meyveler | فاَكِهَةٌ | |
merhametli, acıyan | رَحيِمٌ | söz olarak | قَوْلاً | |
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ {36/59}
59. “Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!”
suç işledi, günah işledi | أَجْرَمَ يُجْرِمُ إِجْراَماً | ayrıldı, seçildi | إِمْتاَزَ يَمْتاَزُ |
أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَنْ لاَ تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ {36/60} وَأَنِ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ {36/61}
60. 61. “Ey Adem oğulları! Size şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır ve bana kulluk ediniz, doğru yol budur ” demedim mi?
açık, apaçık | مُبيِنٌ | düşman | عَدُوٌّ | tavsiye ederek dedi, emretti | عَهَدَ يَعْهَدُ |
وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلاًّ كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ {36/62}
62. Şeytan sizden pek çok milleti kandırıp saptırdı. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?
akıl erdirdi, akıllandı, akıl etti | عَقَلَ يَعْقِلُ | saptırdı | أَضَلَّ يُضِلُّ | ||
| nesil, insan topluluğu, millet | جِبِلٌّ | |||
هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ {36/63}
63. İşte, bu size vâdedilen cehennemdir.
اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ {36/64}
64. İnkârınız sebebiyle bugün oraya girin!
(ateşe) atılmak, ateşe maruz bırakılmak, (ateşe) yaslanmak | صَلِىَ يَصْلَى صِلِياًّ | ||
| yaslanın, girin (emir) | إِصْلَوْا | |
اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ {36/65}
65. O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.
kazandı | كَسَبَ يَكْسِبُ كَسْباً | ağız | فاَهٌ ج أَفْواَهُ | mühürledi, damga bastı | خَتَمَ يَخْتِمُ | ||||||
inkar etmiş olmanız sebebiyle | بِماَ كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ | (o) şey (sebebiy)le | بِماَ | ||||||||
şahitlik etti, hazır oldu, bildi | شَهِدَ يَشْهَدُ | ayak | رِجْلٌ ج أَرْجُلٌ | konuştu | تَكَلَّمَ يَتَكَلَّمُ | ||||||
وَلَوْ نَشَاءُ لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ {36/66}
66. Dilesek onların gözlerini büsbütün kör ederdik. O zaman doğru yolu bulmaya koşuşurlar, ama nasıl göreceklerdi?
göz | عَيْنٌ ج أَعْيُنٌ | silmek, söndürmek, ışığını gidermek | طَمَسَ يَطْمِسُ طَمْساً | ||
nereden, nasıl | أَنَّى | yarıştı, koşuştu | إِسْتَبَقَ يَسْتَبِقُ إِسْتِباَقاً | ||
وَلَوْ نَشَاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلاَ يَرْجِعُونَ {36/67}
67. Eğer dilesek oldukları yerde onların şekillerini değiştirirdik de ne ileriye gitmeye güçleri yeterdi ne de geri gelmeye!
oldukları yerde | عَلَى مَكاَنَتِهِمِ | şeklini değiştirip daha çirkin hale getirdi | مَسَخَ يَمْسَخُ | ||
| ileri gitti, geçip gitti | مَضَي يَمْضِيمُضِياًّ | |||
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلاَ يَعْقِلُونَ {36/68}
68. Kime uzun ömür verirsek biz onun yaratılışını (ihtiyarlıkta şeklini) tersine çeviririz. Hiç akletmiyorlar mı?
yaratma, yaradılış | خَلْقاً (خَلَقَ يَخْلُقُ) | ömür verdi, yaşattı | عَمَّرَ يُعَمِّرُ تَعْميِراً | |
| tersine çevirdi | نَكَّسَ يُنَكِّسُ تَنْكيِساً | ||
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ {36/69} لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ {36/70}
69. 70. Biz ona (Peygamber’e) şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. (Onun söyledikleri) ancak diri olanları uyarsın ve kâfirlere (ceza) sözü gerçekleşsin diye Allah’tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’ân’dır.
öğüt, zikir, söz, şeref, şan,indirilmiş kitaplar | ذِكْرٌ | öğretti | عَلَّمَ يُعَلِّمُ تَعْليِماً |
diri, hayatta olan, yaşayan | حَيٌّ | şiir | اَلشِّعْرُ |
sabit ve vacip olmak, gerçekleşmek | حَقَّ يَحِقُّ حَقاًّ |
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ {36/71}
71. Görmüyorlar mı ki, biz kudretimizin eseri olmak üzere onlar için birçok hayvan yarattık. Bu sayede onlar bunlara sahip olmuşlardır.
el: Allah’ın elinden kasıt O’nun kudretidir. | يَدٌ ج أَيْدٍ – أَيْدِي | |||
sahip olmak, hüküm ve söz sahibi olmak | مَلَكَ يَمْلِكُ | (büyükbaş) hayvan | نَعَمٌ ج أَنْعاَمٌ | |
وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ {36/72}
72. Bu hayvanları onların emrine verdik. Onların bazısını binek olarak kullanırlar, bazısını (besin olarak) yerler.
boyun eğdirdi, emrine verdi | ذَلَّلَ يُذَلِّلُ تَذْليِلاً |
وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلاَ يَشْكُرُونَ {36/73}
73. Bu hayvanlarda onlar için nice faydalar ve içilecek (sütler) vardır. Hâla şükretmezler mi?
içecek | مَشْرَبٌ ج مَشاَرِبُ | fayda, menfaat | مَنْفَعَةٌ ج مَناَفِعُ |
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ {36/74}
74. Onlar, yardım göreceklerini umarak Allah’tan başka ilâhlar edindiler.
ilahlar | آلِهَةً | …dan başka | مِنْ دُونِ… |
لاَ يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ {36/75}
75. Halbuki ilâhların onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Aksine kendileri bunlar için yardıma hazır askerlerdir.
ism-i mef’ûl: hazır bulundurulan, getirilmiş | مُحْضَرُونَ (أَحْضَرَ) | yardım etmek | نَصْرٌ (نَصَرَ يَنْصُرُ) |
فَلاَ يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ {36/76}
76. (Resûlüm!) O halde onların sözleri sakın seni üzmesin. Kuşkusuz biz, onların gizlemekte olduklarını da, açığa vurduklarını da biliyoruz.
ilan etti, açığa vurdu | أَعْلَنَ يُعْلِنُ | gizledi, belli etmedi | أَسَرَّ يُسِرُّ | üzdü | حَزِنَ يَحْزُنُ |
أَوَلَمْ يَرَ الْإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ {36/77}
77. İnsan görmez mi ki, biz onu meniden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş.
(mübâlağalı ism-i fâil) hasım, kavgacı, çekişen, taraf tutan
| خَصيِمٌ | meni | نُطْفَةٌ |
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ {36/78}
78. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyor.
diriltti | أَحْيَي يُحْييِ | unuttu | نَسِيَ يَنْسيَ |
kemik | عَظْمٌ ج عِظَامٌ | çürümüş, parçalanmış | رَميِمٌ |
قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنْشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ {36/79}
79. De ki: “Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.
yarattı, yoktan meydana getirdi, inşa etti, yoktan yarattı | أَنْشَأَ يُنْشِئُ إِنْشَاءً | |||
ilk defa | أَوَّلُ مَرَّةٍ | mübâlağalı ism-i fâil: herşeyi hakkıyla bilen | عَليِمٌ | |
الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ {36/80}
80. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.
tutuşturdu, yaktı | أَوْقَدَ يُوقِدُ إيِقَاداً | yeşil ağaç | اَلشَّجَرُ الْأَخْضَرُ |
ne baksınlar, bir de bakmışsın, işte, bunun üzerine | فَإِذَا |
أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّموَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلَى وَهُوَ الْخَلاَّقُ الْعَلِيمُ {36/81}
81. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.
bilakis, elbette (olumsuz soruya verilen cevabın başında söylenir) | بَلَى | ||
| mübâlağalı ism-i fâil: yaratan | خَلاَّقٌ | |
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ {36/82}
82. Bir şey yaratmak istediği zaman Onun yaptığı “Ol” demekten ibarettir. Hemen oluverir.
| emretti | أَمَرَ يأْمُرُ أَمْراً |
فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ {36/83}
83. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O’na döndürüleceksiniz.
hakimiyet, hükümdarlık | اَلْمَلَكُوتُ | yücedir O ki | فَسُبْحاَنَ الَّذِي | ||
| döndürdü | أَرْجَعَ يُرْجِعُ إِرْجاَعاً | |||