Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nü okumadan evvel kıymet verdiği muhterem bir hocası “ Oğlum tıp fakültesini kazanan her yüz öğrenciden 90’ı başarılı olur ama ilahiyat fakültesini kazanan her yüz öğrenciden ancak biri gerçek manada ilahiyatçı olur “ dediği yönünde bir cümle kurdu. Ne kadar güzel bir o kadar da tesirli bir cümleydi bu. Sonra kendimi tarttım bu kefede ve hiç de umulan bir insan olmadığım yönünde kanaat oluştu kendimce. Evet ilahiyat fakültelerine kayıt yaptıran yada bu fakülteleri kazanan veya mezun olan her insan ilahiyatçı kimliğini kazanamıyordu. Sekülerleşen dünyadan sağ çıkma yarışında bazen başarısız bazen lider çıksa da her birimize lazım olan donanımlar giderek azaldı azaldığı kadar da önem arzetmeye başladı. Temsil tebliğden evla ise o zaman temsili en üst noktada yaşaması gereken kişiler de ilahiyatçılar ve din görevlileri değil midir? Aslında ulaşılamayacak meziyetler değil asgari düzeyde her müslümanın vasıfları olması gereken şeylerdi hayatıma uygulamam gerektiğini düşündüklerim. Ama biz ibnu’z-zaman olarak en azından ilahiyatçılarda gördüğümüzde mutlu olacağımız “işte şimdi tam manasıyla ilahiyatçı oldum” diyeceğimiz hasletlerdi bunlar. O zaman ey kardeşim nefsimle beraber dinle , dinle bakalım ki ne zaman hakiki manada bir ilahiyatçı ve mütedeyyin, ahlaklı bireyler oluruz ;
-Her şeyden önce enaniyeti bir kenara bırakıp insanlardan bir insan olmayı kabul ettiğimiz zaman
-Bilmediğimiz konuda benim bu konuda bilgim yok “ bilmiyorum” diyebildiğimiz zaman
-Kur’an ile hemhâl olup her meseleye Kur’an’dan çözümler getirebildiğimiz zaman
-Kur’an-ı Kerimi ramazandan ramazana hatmetmediğimiz, işimiz düşünce bir ayeti araştırmadığımız zaman
-Kur’anı, Hadisleri ve dini haşa bir kadavraymış gibi araştırma malzemesi değil de bir yaşam kaynağı olarak gördüğümüz zaman
-Ömürlerimizi gece ibadetiyle nurlandırdığımız zaman
-Hayatımıza sünneti seniyyeyi rehber aldığımız zaman
-Tefsir ve Hadis külliyatlarını baştan sona tetkik edip bilgiyi amele döktüğümüz zaman
-Özümüz-sözümüz , söylemimiz – eylemi miz, hâlimiz -kâlimiz bir olduğu zaman
-Üzerimize aldığımız Peygamber vazifesini ne pahasına olursa olsun tam manasıyla ifa ettiğimiz zaman
-Sanaldan cihad etmeyi bırakıp irşad ve tebliğ vazifesini gerçek hayata taşıdığımız zaman
-Nabza göre fetva üretmediğimiz zaman
-Prof., Doç. , Dr. Müftü vs. etiketlerini aldıktan sonra “iş bitmiştir” nazarıyla bakıp makam odamızdaki koltuğa yapışmadığımız, halkla iç içe olduğumuz zaman
-Seneden seneye Ramazan ayında bilgimizi dökmediğimiz zaman
-Gevezeliği bırakıp iş yaptığımız zaman
-Sabah namazında bir kez bile uykuya yenik düşmediğimiz zaman
-İslam klasiklerini duyduğumuzda “o da ne olaki” diye kalakalmadığımız zaman
-Tvlerde yarıçıplak sunucunun dini anlamak için (!) sorduğu sorularına kalbi kırılmasın diye yamuk yumuk cevap vermediğimiz zaman
-İlimden önce edeple ,ahlaki erdemlerle bezendiğimiz zaman
-Sadece kitap okumanın ilim için yeterli olmayacağını iyi insanlardan, kâmil mürşidlerden de feyiz alınması gerektiğini idrak ettiğimiz zaman
-Bilginin yanında aksiyonu yani iman ve salih amel kardeşliğini hayatlarımıza uygulamayı başardığımız zaman
-Hocasının ve büyüklerinin karşısında bacak bacak üstüne atıp ders dinlemediğimiz , sigaramızın dumanını hocamıza üflemediğimiz zaman
-Karşı cinsle münasebette ölçüyü koruyabildiğimiz zaman ,
-Mezhep ayrımı yapmadan dini herkese olduğu gibi aktardığımız zaman
– Irkları , milletleri kabul ettikten sonra ırkçılık ve milliyetçilik hastalığına bulaşmadığımız zaman
-Tesettürümüzü zamana göre değil Kur’an’a göre tanzim ettiğimiz zaman
-Desinler diye iş yapmadığımız zaman
-“Bence , bana göre” demeyi bıraktığımız zaman
-En basit ilmihal sorularında bile afallamadığımız zaman
-Din sömürgeni ve kemirgeni olmadığımız zaman
-Dini kendi çıkarlarımıza alet edip popüler olmak için kullanmadığımız zaman
-Her güne tebliğ yapma ve irşad etme heyecanıyla uyandığımız zaman
-Gece başımızı yastığa koyduğumuzda “Bugün ALLAH için ne yaptım” diye nefisimizi muahasebeye bihakkın çektiğimiz zaman
-Hayırda öncü olmak için yarıştığımız zaman
– “Hocanın dediğini yap yaptığını yapma” safsatasını yıktığımız zaman
-Karşılıksız iyilik yaptığımız zaman
– Sorulan her soruya cevap vermek için ağzımıza kira istermiş gibi eveleyip gevelemediğimiz zaman
-Bin bilsek de bir bilene danışmayı kendimize düstur ettiğimiz zaman
-Riya ve gösterişten sıyrılıp ALLAH rızası için iş yaptığımız zaman
-Tarihimize , ecdadımıza ve kültürümüze yabancılaşmadığımız zaman
-Lüksten , israftan , safahatten nefret ettiğimiz zaman
-Ukbayı ,dünyaya tercih ettiğimiz zaman
-Ne dünyamıza ne de ahretimize faydası olmayan şeylerden –malayaniyattan- yüz çevirdiğimiz zaman
– Muhlis, mûti, muttaki, münib, muhsin, mütevekkil, mustağfir, munfik, taib , abid, şakir ,zakir, hafız mücahid , muksit, raşid, kâri , zahid , mütevekkil olduğumuz zaman kısacası etiketten çıkıp tam manasıyla İslam ahlakıyla ahlaklandığımız zaman işte o zaman hakiki manada ilahiyatçı vasfını ondan da öte mü’min vasfını alacağız.
İlahiyatçılar bir lokomotiftir onlar nereye giderse mütedeyyin olsun olmasın toplum da oraya gidecektir. Beyin ve kalp nereyi işaret ederse bedenin diğer azaları oraya yönelir. Bayezid-i Bistâmî ‘nin hayatından hayatımıza uyarlayacağımız güzel bir kıssa bize ders verir niteliktedir. “Bayezid-i Bistâmî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Birgün îmânlı bir kişi, ona dedi ki:
«– Ne olur, müslüman olsan da selâmete ersen; şeref ve ululuk elde etsen…»
Ateşe tapan kişi de şu cevabı verdi:
«– Ey benim kurtuluşa ermemi murâd eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir mühür varsa da, yani îmânımı açıkça söyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben Bâyezîd’in îmânına inanıyorum. Çünkü onda bambaşka bir güzellik ve derinlik var. Ben henüz dine, îmâna tam gönül vermiş değilim, ama onun îmânındaki yüceliğe hayrânım. O; herkesten farklı, zarîf, ince ruhlu, latîf, nûrlu, çok yüce bir numûne insan.
Yok eğer beni dâvet ettiğin îmân, sizin îmânınız ise, ben o îmânda yokum… Zîrâ benim sizdeki îmâna ne meylim var, ne de isteğim var. Çünkü bir kimsenin gönlünde îmân etmeye yüzlerce meyil olsa da îmâna gelmek istese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir; soğur. Artık onda îmân etme istek ve meyli de zaafa uğrar. Zîrâ o, sizde İslâm nâmına mânâsı olmayan bir isim ve âdeta kuru bir marka görmüş olur. Bu hâl; susuz çöllere, gül, meyve-sebze yetiştirecek münbit bir arazî gözüyle bakmak kadar acaip ve mânâsızdır…
Benim görebildiğim kadarıyla îmânın bütün câzibe ve nûrâniyeti Bayezid’in îmânında var. Onun îmânının bir zerresi, bir katreye damlasa, o, bir ummân hâline döner.
Sizin îmânınız ise, kabukta kaldığı için riyâ ve gösterişin esaretine girmiş. Gelip geçici bir inanç, çirkin sesli ve ruhsuz bir müezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. Yâni sizin îmânınız, gül bahçesine girse, güllere diken olup onları kurutur.
Fakat Bayezid hazretlerinin îmân güneşi, o mübarek rûhunun feyiz semâsından doğar da bu âlemde parlarsa, bu değersiz dünya, ta yerin dibine kadar zümrüt kesilir, cennete döner; müminlerin gönül dünyaları da feyz menbaı olur. Onun için Bayezid’in îmânı ve sıdkı, benim gönlümde ve canımda îmâna karşı tarifsiz bir derinlik, iştiyak ve hasretler uyandırdı…»”
Dini, İslamı , ahlakı telkin edecek kişinin taşıdığı misyonun önemine vurgu yapan ve bir ateşgedânın ağzından ne muhteşem cümleler. ALLAH cc İsra suresinin 84. Ayet-i kerimesinde ; Kul kullun ya’melu alâ şâkiletih…”De ki Herkes kendi mizaç meşreb ve yaratılışına , benimsediği hayat tarzına göre , bilinçli , amaçla örtüşen niyete dayalı ameller işleyerek bir ömür geçirir..” buyurur. Bizim de mü’min olarak en büyük gayemiz Rasulullah (sav )’e uygun bir hayat tarzı yaşamak Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmak iman ihlas ve takvâ yolunda ümmet-i Muhammed’e rehber olmalıdır. Rabbimiz cümlemizi kalıbımızın adamı yapsın.