Ay: Ocak 2014

  • 6- İ’lamu’ş-Şeyh (Bildirme): Hadis Usulü Online Oku


    6- İ’lamu’ş-Şeyh (Bildirme):

     

    Hocanın, öğrencisine -icâzetten söz etmeksizin
    veya rivayetine izin vermeksizin- belli bir hadis veya hadis kitabı hakkında
    sadece, “Bu hadis -veya kitap- benim mesmuâtımdır, benim duyduğumdur, benim
    rivayetim işte budur.” vb. sözlerle açıklamada bulunmasına i’lam denilir. Burada
    sadece bildirim vardır. Bu yolla alınan hadislerin rivâyetini muhaddislerden,
    fukahâ ve usulcülerden çokları kabul ederken bazıları da bunun câiz olmadığını
    söylerler. İbnu Cüreyc, İbnu’s-Sabbâğ eş-Şâfiî, Ebu’l-Abbâs el-Ğamrî gibi
    Zâhiriye’den bazıları da: “Şeyh şâyet: “Bunlar benim merviyatımdır, sakın
    rivâyet etmiyesin” diyecek olsa bile yine de rivayet etmesi caizdir” demiştir,
    çünkü hoca zaten o hadisi tahdis etmiş oluyor, ondan rucuuna itibar edilmez”
    demektedirler. Ancak bu durumda, sahih
    olan, rivayetin caiz olmayacağıdır. Ne var ki, senedce sahihse onunla amel
    gerekir.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
    ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/65;

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 59; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88.

  • 7- Vasiyye (Vasiyet): Hadis Usulü Online Oku


    7- Vasiyye (Vasiyet):

     

    Ölmek veya seyahata çıkmak üzere olan hocanın,
    rivâyet izninden söz etmeksizin, rivayet ettiği hadisleri ihtiva eden kitap veya
    cüz’ü öğrencilerinden birine vasiyyet ederek bırakmasına denilir. Bu bırakışta
    zımnî bir rivayet izni vardır diyerek bu yolla elde edilen hadislerin rivâyetini
    câiz görenler bulunmakla birlikte, çokları bunu kabul etmezler.

    [1]

    Seleften -İbnu Sîrin, Ebu Kitâbe gibi bazıları
    musâ-leh’in (kendisine vasiyet edilen kimse), kendisine vasiyet edilen bu
    kitaptaki hadisleri rivayet edebileceğini söylemiştir. İbnu’s-Salâh bunu
    “gerçekten oldukça uzak bir te’vîl” olarak tavsîf eder. İbnu Ebi’d-Dem
    (642/1244) İbnu’s-Salâh’a karşı çıkarak “Vasiyye mertebece vicâdeden hilafsız
    daha üstün bir tahammül yoludur. Şâfiî başta, bir çokları nezdinde ma’mulün bîh
    (amel olunan, tatbik edilen) bir hadis tahammül metodudur” der. Bu görüş
    esastır.

    [2]



     




    [1]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 59; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/88.



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/65.

  • 5- Kitabet (Mükatebe-Yazışma): Hadis Usulü Online Oku


    5- Kitabet (Mükatebe-Yazışma):

     

    Hocanın huzurunda bulunan veya bulunmayan bir
    öğrencisi için kendi eliyle bir veya birkaç hadis yazıp veya yazdırıp vermesi
    veya göstermesine kitabet denilmektedir. Bu, şeyhin mesmu’âtını tamamen ya da
    kısmen yazıp veya yazdırarak hazır veya gâib birisine göndermesidir.

    Mukatebe de denilen bu usûl, münavelede olduğu
    gibi, ya icâzetle birlikte tatbik olunur, ya da icâzetsiz olur.

    [1]

    İcâzete makrun olana şöyle yazar: (Eceztuke ma
    ketebtu leke) “Sana yazdığımı rivayete sana icazet verdim” veya: (Eceztuke ma
    ketebtu ileyke) veya (Eceztuke ma ketebtu bihi ileyke) bunlar gibi icâzeti ifade
    eden başka tabirler. Bu tabirler kuvvet ve sıhhat yönüyle münâvele-i makrûne’ye
    denktir.

    İcâzetten mücerred kitabet’e gelince, bunun
    sıhhati hususunda ihtilâf edilmiştir. Alimlerden bir kısmı bunun caiz olmadığını
    beyân etmişse de asl olan câiz olmasıdır. Eyyûb Sahtiyânî, Mansûr İbnu Mü’temir,
    Leys İbnu Sa’d… gibi. Tâbiîn ve Etbauttâbiîn’den bir çokları cevazına
    kâildirler. Onlardaki tatbikattan başka, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm)’in de valilerine gönderdiği ahkâm tebliğ eden mektuplar da bunun
    cevâzına delil olmaktadır.

    İcâzetten mücerred kitabetle ilgili sîgalar
    şöyledir: (ahbaranâ fülânun mükâtebeten)= Falan bana yazarak bildirdi veya (ahbaranâ
    fülânun kitâbeten kâle) veya (Ketebe ileyye fülânun kâle haddesenâ)

    Bütün bu sîgalar icâzet manasını ihsan ettiği
    için mevsul addedilmiştir.

    Burada da mutlak şekilde Ahberenâ denebileceğini
    söyleyenler olmuş ise de, aslolan kitabeti belirtecek bir kaydın konmasıdır.[2]

     



     




    [1]

    Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/64-65.

    Haddesena ile ahberana’yı eşit saymayanlar
    Muhammed b. El-Hüseyin’in şu sözlerini naklederler: O demiş ki: Biri
    kölesine “Fülan şeyi bana ihbar edersen hürsün” dese; köle de o dilediği
    haberi ona yazsa azad olur. Lakin “Fülan şeyi bana tahdis eder yani
    söylersen hürsün” demiş olsa da köle o haberi ona yazsa azad olmaz.
    Haddesena ile ahberana arasındaki ince fark işte budur. (Bk. Tecrid
    Tercemesi: 1/442.)
    İsmail Lütfi Çakan,
    Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59

  • 4- Münâvele (Elden Verme): Hadis Usulü Online Oku


    4- Münâvele (Elden Verme):

     

    Hocanın, kendisinden nakil ve rivâyet etmesi
    için öğrencisine bir kitap ya da yazılı bir metin vermesine münavele denilir.
    Eğer hoca, kitabı verirken “Bunu sana temlik ediyor” veya “İstinsah için emanet
    ediyor ve rivâyet etmene de izin veriyorum” derse, buna icâzetli münavele
    (icazete makrun münavele) ismi verilir ve geçerli bir yoldur. Bunun için
    “Haddesena fulanun münaveleten ve icazeten” ifadesi kullanılır. Yok eğer hoca,
    öğrencisine “Benim işittiğim hadisler bunlardır” diyerek icâzetten söz etmeden
    bir kitap teslim ederse bu, “icâzetsiz münavele (mücerred münavele)”dir ve bu
    yolla elde edilen hadislerin rivâyet edilmesi câiz değildir.

    [1]

    Usûl uleması, her prensibe sünnetten bir örnek
    bulma gayretini bunda da göstererek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın,
    Bedir Savaşı’ndan önce Batn-ı Nahl denen mevkiye gönderdiği seriyyenin (askerî
    birlik) komutanı Abdullah İbnu Cahş (radıyallahu anh)’a verdiği mektubu
    zikretmişlerdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mektubu verirken iki gün
    sonra açmasını ve içinde yazmış olduğu emirlere göre hareket etmesini söyler.
    Resûlullah’ın sünnetinde bunun benzeri başka vak’a da var.

    Münâvele iki çeşittir:


    1-

    İcâzet’e makrûn münâvele,


    2-

    İcâzetten mücerred münâvele.

    İcâzete makrûn münâvele, icâzet çeşitlerinin en
    a’lâsıdır. Şu şekilde olur: Şeyh, mesmu’âtını hâvi “asl”ını veya onunla mukabele
    edilmiş “fer”i[2]
    tâlibe verir ve şöyle der: “Bu benim mesmu’atım’dır” veya: “falancadan yazdığım
    rivayetimdir bunu rivâyet et! – veya: “Bunun benden rivâyeti hususunda sana izin
    verdim”. Sonra da bu “asl”ı onun yanında temliken veya istinsâh etmesi için
    bırakır. Temliken vermediği takdirde bilâhare Şeyh’e “asl”ı iâde edeceği
    tabiîdir.

    Bunun bir başka sûreti şöyle cereyan eder: Tâlib,
    şeyhten işittiklerini yazmış bulunduğu nüshayı, kendi rivâyetlerine uygunluğunu
    kontrol ettirmek üzere Şeyh’e verir. Şeyh bunu gözden geçirerek kontrol eder ve
    tekrar tâlibe iâde eder ve: “Bu benim hadislerimdir…” veya “…Rivâyetimdir,
    bunu benden rivâyet et!” veya “…Bunun rivâyet edilmesi hususunda sana izin
    verdim” der.

    Bu tarza birçok hadîs âlimi, münâvele değil arz
    demiştir. Daha önce de geçtiği üzere Şeyh’e okuma tarzına da arz denmiş idi. Bu
    sebeple ikisini tefrîk etmek için buna arzı’l-münâvele, ötekisine de arzı’l-kırâa
    denmiştir.

    Bu münâvele, kuvvet yönüyle, bazı muhaddislere
    göre, semâ gibidir: Zührî, Rebî’a, Yahya İbnu Sa’îd el-Ensârî, Mücâhid, Şa’bî,
    Alkame, İbrahim, Ebu’l-Âliye, Ebu’z-Zübeyr, Ebu’l-Mütevekkil, İmam Mâlik, İbnu
    Vehb, İbnu’l-Kâsım vs. gibi. Ancak, sahîh görüş’e göre, münâvele semâ’dan da,
    kırâat’dan da düşüktür: Sevrî, Evza’î, İbnu’l-Mubârek, Ebu Hanîfe, Şâfiî,
    Büveytî, Müzenî, Ahmed, İshâk, Yahyâ İbnu Yahya bu ikinci görüşü iltizam
    edenlerdendir.

    İcâzete makrun münâvele’nin bir başka şekli
    şudur: şeyh, mesmuâtını hâvi kitabı tâlib’e verir ve rivayetine müsaade eder,
    sonra şeyh derhal geri alır. Bu münâvele mertebece öncekinden düşüktür. Tâlib,
    bilâhare bu kitabı, veya bununla mukâbelesi yapılmış ve uygunluğu kesinlik
    kazanmış bir fer’ini ele geçirebildiği takdirde rivayeti câizdir. Ancak, Tâlib
    bunu, şartına uygun şekilde rivâyet etse de, bunun değeri, herhangi bir kitabın
    icâzet-i mücerrede ile rivâyetinde elde edeceği mertebeden daha üstün bir
    mertebeye ulaşamaz.

    İcâzete makrun münavele’nin bir başka şekli
    şöyledir: Tâlib, şeyhe bir kitap getirip verir ve şöyle der: “Şu kitap senin
    maneviyatındır. Muhtevâsını münâvele ile bana ver ve rivâyetine müsâade et”.
    Şeyh, tâlibe olan itimadına binâen, muhtevayı kontrol etmeden tâlibe kendi adına
    rivayet izni verir. Bu tarzda, tâlib bilinen sika birisi ise ve şeyh onun bu
    vasfı sebebiyle böyle davranmışsa hem münâvele, hem de icâzet sahîhtir. Aksi
    durumda, yani tâlib ihbârına itimad edilmez birisi ise münâvale de icâzet de
    batıldır.

    İcâzetten mücerred münâvele’ye gelince, bu,
    şeyhin, tâlibe rivâyete iznini ifade eden bir tâbir kullanmaksızın: “Bu benim
    sema’ımdır” veya “Bu, benim hadisimdendir” diyerek kitabı sunmasıdır. Fukahâ ve
    usulcülerin sahîh olan kavline göre bundan rivâyet câiz olmaz. Üstelik bunlar,
    câiz olduğunu söyleyen muhaddisleri ayıpladılar da. Esasen muhaddislerin de
    hepsi değil bir kısmı câiz görmüştür. Fahreddin-i Râzi bu meselede daha açık
    sözlüdür. Ona göre bir şeyh’in kitabını rivâyet için ne izin ne de münâvele
    şarttır. Bir muhaddisin bir kitabı göstererek: “Bu benim falan şeyhten
    sema’ımdır” demesi kâfidir. Bu sözü işiten bir kimse o kitabı ondan rivayet
    edebilir. “Zira, der, bu işâret izin ifâde etmekten uzak değildir.”

    İcâzet ve münâvele ile tahammül edilen hadisleri
    edâ ederken kullanılması gereken görüşler ileri sürmüş, sema için kullanılan
    Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münâvele için de
    kullanılabileceğini söyleyenler bile olmuştur (Zührî ve Mâlik gibi). Ancak,
    cumhur, münâveleyi tasrîh eden bir kayıtla ihbar ve tahdîs sigalarının
    kullanılabileceğini kabul etmiştir. Büyük ekseriyetiyle tatbîkat da öyle
    olagelmiştir. İcâzeten, münâveleten tabirleri en ziyade kullanılan kayıtlardır:(haddesena
    icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet etti.

    (haddesena münâveleten) Bize münâvele yoluyla
    rivayet etti.

    (Ahberenâ icâzeten) Bize icâzet yoluyla rivayet
    etti.

    (Ahberenâ münâveleten ve icâzeten) Bize icâzete
    makrun münâvele yoluyla haber verdi ki…

    Ahberenâ münâveleten ve iznen.

    Ahberenâ münâveleten fi iznihî.

    Ahberenâ münâveleten fî-mâ ezine lî fîhi:
    İcazete makrun münavele ile bana haber verdi ki…

    Haddesenâ münâveleten fî-mâ etlaka lî
    rivâyetehu.

    Münâvele yoluyla rivâyet etti ve kendisinden
    rivâyet etmeme izin verdi.[3]


    Not:


    *

    Ahberenâ ve haddesenâ tabirlerinin mutlak şekilde münavele için kullanılması
    uygun görülmemiştir. Hatta Ahberenâ mukayyed olarak kullanmayı uygun görmeyenler
    de var. Onlara göre Ahberenâ sadece semâ’ya has olmalıdır.


    *

    Müteahhirîn’den bazıları münâvele için Enbeenâ ıstılahlaştırmışlardır.
    Mütekaddimîn nazarında ise Enbeenâ ile Ahberenâ arasında fark yoktur.


    *

    Müteahhirînden bazıları lafzan vâkî olan icâzet için (Ahberenâ muşâfihetun,
    şafihenî) yazılı olan icâzette ise (Ketebe ileyye, enbeena kitabeten, enbeena fi
    kitabetin) tabirlerini kullanmışlardır.[4]



     




    [1]

    Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87; İsmail Lütfi Çakan,
    Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 59



    [2]

    Asl: Şeyhin elinde bulunan nüsha. Fer’: Tâlibin elindeki nüsha. Tâlib,
    fer’ini şeyhin asl’ından istinsâh etmiştir. (İbrahim Canan)



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61-64.



    [4]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/64.

  • 3- İcazet (İzin): Hadis Usulü Online Oku


    3- İcazet

    (İzin):

     

    Hadis öğrenim ve öğretim yollarından icâzet,
    hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadîslerin veya kitapların
    tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade
    etmesidir.  Bunda ne semâ’ usûlünde olduğu gibi hocanın okuması, ne de kırâet
    metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır.
    İbn Hazm, bu usule çok sert bir şekilde karşı çıkmakta ve “bid’at” demektedir.

    İcâzet, sözlü veya yazılı olarak verilir. Yazılı
    icazete itiraz edenler olmuşsa da her ikisini eşit kabul etmek daha doğrudur.

    İcazetlerin yazılı vesika halinde verilmesi
    yaygındır. Yazılı icazetlerin yerini bugün “Müessese icazeti” demek olan
    okulların verdiği diplomalar almış gözükmektedir.

    İcazette, kendisine icazet verilenin (mücazun
    leh) kabulü şart olmadığı gibi, icazet verenin (muciz) icazetten vazgeçmesinin
    de neticeye tesiri yoktur.

    İcazetin bütün çeşitlerine ait rivayet lafızları
    bu bahsin sonundaki alfabetik listede yer alacaktır.[1]

    Rivayeti için izin verilen rivâyâta; mücâz, izni
    veren zâta mücîz, iznin verildiği kişiye de mücâzün-leh denir.

    İcâzetin muhtelif çeşitleri vardır:


    1-

    Muayyen şeyin rivâyet edilmesi için muayyen bir zâta izin verilmesi. Belli bir
    hocanın belli bir öğrenciye belli bir malzemeyi rivâyet veya istinsaha izin
    vermesi: Şu siganın ifade ettiği gibi Sana Buhârî’yi rivâyet etmen için izin
    verdim veya Sana fihristimde olan kitapları rivâyet etmene izin verdim veya
    Falan kimseye falanca kitabı rivâyet etmesi için izin verdim.

    Bu çeşit icâzet, münâveleden mücerred en yüce
    icâzet çeşididir. Cemâhir-i ulema bu çeşid icâzetin câiz olduğu hususunda
    müttefiktir. Âlimler de bununla âmel etmişlerdir. Ebu’l-Velîd el-Bâci ve Kadı
    İyaz bu hususta icma olduğunu söylemiştir.

    Muhtelif cemaatlere mensup bazıları ise buna
    karşı çıkmış, câiz olmaması gerektiğini söylemiştir. Muhaddislerden Şû’be gibi.
    O: “İcâzet caiz olursa ilim için seyahat ortadan kalkar” der. İcâzeti caiz
    görmeyenler arasında İbrahim Harbî, Ebu Nasr el-Vailî, Ebu’eş-Şeyh el-Isbehânî;
    fakihlerden de Kâdı Hüseyn, el-Mâverdî, Ebu Bekr el-Hocendî, Ebu Tâhir ed-Debbâs
    da zikredilir. İmam Şâfii’den yapılan iki rivayetten birine göre o da karşı
    çıkmıştır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un da rıza göstermediklerini Amîdi nakleder.
    Keza Malik’in de bu düşüncede olduğunu el-Kâdı Abdu’l-Vehhâb nakletmiştir. İbnu
    Hazm da “Bu bid’attır, caiz olamaz!” demiştir. Bunlara göre birine “Benden
    işittiğin şeyleri rivâyet etmene izin verdim” demek, “Benim ağzımdan yalan
    söylemeye sana izin verdim” demekten farksızdır. Çünkü şeriat, işitilmeyeni
    rivâyeti mübâh addetmez.

    Ancak, bazıları da mûcîz ve mücâz kitabı biliyor
    iseler caizdir, aksi halde câiz değildir demiştir.

    Hatibu’l-Bağdadî, icazetin cevazına bazı
    âlimlerin sünnetten delil getirdiklerini kaydeder. Onlara göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
    vesselâm)’in Berae sûresini bir sahifeye yazdırıp, hac sırasında halka teklif
    etmesi için Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)’e verip arkadan da Hz. Ali’yi
    göndermesi hadisesi buna delildir. Çünkü Hz. Ali, Sâhîfe’yi Hz. Ebu Bekr’den
    alınca ne Resûlullah’a ne de Hz. Ebu Bekr’e okumadı. Mekke’ye varınca sahîfe’yi
    açıp halka okudu. Şu halde surenin tebliğini Hz. Ali icâzetle yapmış olmaktadır.
    Tebliğden önce sema veya arz mevzubahis değil.

    Râmahurmuzî’nin rivâyetine göre, el-Kerâbîsi,
    İmam Şâfiî (radıyallahu anh)’ye müracaatla kitaplarını huzurunda okumak ister.
    Şafiî buna rıza göstermez ve: “Git Za’feranî’den kitapları al, istinsah et, ben
    sana rivâyet izni verdim!” der.[2]

    Cumhura göre, ihtiyaca binâen câiz olduğu kabul
    edilen münâveleden âri icâzet için farklı fikirler ileri sürülmüştür:
    Zerkeşi’nin Ahmed İbnu Meysere el-Mâlikî’den yaptığı rivâyete göre, normal
    şekilde yapılan bir icâzet, şartlarına riayet edilmeyen semadan daha iyidir.

    Zerkeşi, icâzeti semaya -mutlak olarak- üstün
    görenlerin olduğunu da kaydetmiştir. Yine Zerkeşî’nin zikrettiği üçüncü bir
    görüşe göre icâzet ile sema ve arz arasında fark yoktur. Bakî İbnu Mahled böyle
    düşünenlerdendir ve şöyle demiştir: “İcâzet, benim nazarımda, babamın nazarında
    ve hatta dedemin nazarında da sema gibidir.”

    En makulünü Tûfî söylemiş olmalı, meseleyi
    açıklayarak neticeye bağlamalıdır: “Selef devrinde sema (gerekli ve) evlâ idi.
    Ancak hadîsler kitaplar halinde tedvîn edilip sünen toplanmış olduktan ve
    te’lifler şöhret kazandıktan sonra, sema ile icâzet arasında fark kalmamıştır.”


    2-

    Muayyen olmayan rivâyetleri muayyen kimseye rivâyet izni. Belli bir şahsın,
    belli bir öğrenciye belli olmayan malzemeyi rivâyet izni vermesi: Bu çeşit
    icâzet şu sigalarla ifade edilir: Bütün işittiklerimi rivayet etmen için sana
    izin verdim. Veya: “Bütün merviyyatımı rivâyet etmen için sana izin verdim”.

    Bu tarz bir icâzetin câiz olup olmayacağı daha
    çok ihtilaflara sebebiyet vermiştir. Ancak cumhur bunu da câiz görmüş, şartına
    uygun olarak yapılan rivâyetin sahîhliğini kabul etmiştir.


    3-

    Umumi İcâzet ‘icazet-i amme): İzni herkese şamil kılan bir icâzet çeşididir. Bir
    nevi icâzet-i amme’dir. Bunda şu ifâde kullanılır: “Bütün müslümanlara rivayet
    izni verdim” veya “Herkese rivâyet izni verdim”, veya “Zamanıma yetişmiş
    olanlara rivâyet izni verdim” veya “halen yaşamakta olanlara rivâyet izni
    verdim”, veya “Lâ ilahe illallah diyenlere rivâyet izni verdim.” gibi genel
    ifadelerle verilen izin. İbn Salah bu tür icazeti kabul etmez.

    Belli bir şehir halkına veya “daha önce
    kendisinden okumuş olanlara” gibi genelliği biraz daraltarak (mukayyed) verilen
    icazetin geçerli olma şansından bahsedilmektedir.

    Bunun câiz olup olmayacağı müteahhirîn ulema
    tarafından şiddetle münâkaşa edilmiştir. Nevevî’ye göre “Şu beldenin ilim
    tâliblerine…” veya “Daha önce bana okumuş olanlara izin verdim” şeklinde
    sınırlayıcı bir ifade kullanmış olsaydı cevaza yakın olurdu. İbnu’s Salâh da
    bunun menedilmesine meylederek: “Ne seleften ne de müteahhirînden hiç kimsenin
    buna uyduğunu işitmedik, icâzet aslında zayıf bir tahammül yoludur, bu şekilde
    hududu genişletilince zayıflığı daha da artar” demiştir.

    Ancak başta İbnu Mende olmak üzere, Ebu’t-Tayyib
    et-Taberî, Ebu Abdillah İbnu Attâb, Ebu’l-Velîd İbnu Rüşd el-Mâlikî,
    Ebu’l-Haccâc el-Mizzî, Ebu Abdillah ez-Zehebî gibi birçokları bunun cevazını
    kabul etmiştir.

    Zeynü’d-Dîn el-Irâkî, bir kısım hadîs cüzlerini,
    Bağdatlı ve Mısırlı bir kısım âlimlerin icâzet-i ammeye dayanarak yaptıkları
    rivâyetten kıraet yoluyla ahzettiğini belirtmekle birlikte, bu tarzın sıhhati
    hususunda mütereddit olduğunu ve “o tarîklerden rivayet hususunda tevakkufu
    ihtiyar ettiğini” söyler. Keza İbnu Hacer el-Askalâni de bu suretle tahammül
    edilen hadisi pek zayıf addettiğini şu şekilde ifade etmiştir: “Gerçi icâzet-i
    âmme-i mutlaka ile rivayeti büsbütün terketmek daha iyi ise de, hadîsin mu’dal
    olarak rivâyeti yerine ona binâen rivâyet evlâdır”.

    Görüldüğü üzere ulema çoğunluk itibariyle
    icâzet-i âmme suretiyle hadîs tahammülüne kesin bir dille “caîz değildir”
    dememiş, sıhhatini -ihtiyatla da olsa- kabul etmiştir.


    4-

    Meçhul bir kitab için muayyen bir kimseye veya muayyen bir kitab için meçhul bir
    şahsa rivâyet izni verilmesi. Meselâ şeyh, rivâyet etmekte olduğu birçok sünen
    kitabından, hangisi olduğunu tasrîh etmeksizin: “Sana, Sünen kitabını rivâyet
    etmene izin verdim” demesi veya Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî adında pekçok
    insan bulunduğu halde hiçbir tasrihe yer vermeden, “Muhammed İbnu Hâlid
    ed-Dımeşkî’ye izin verdim…” demesi.

    Her iki tarz ifadeyle yapılan icâzet bâtıldır.
    Tasrîh edici bir karineye yer verildiği takdirde sahîh olur.

    İcâzet’te isimleri belirtilen bir cemaate veya
    bir ferde izin verse, bunları şahsen tanımasa, neseblerini, sayılarını bilmese
    de icâzet sahîh olur. Nitekim, hadîs tahammülünün en kuvvetli yolu kabûl edilen
    sema’da, rivâyetin sahîh olması için, şeyh’in dinleyenleri ismen, neseben
    tanıması şart değildir. Şeyh onları şahsen tanımasa da onların bilâhare
    yapacakları rivâyet sahîh olur.


    5-

    el-Irâkî ve el-Kastalânî’nin müstakil bir icâzet çeşidi addettikleri beşinci
    nevi bir icâzet şu sigayla ifade edilmiştir: “Falan’ın dilediği kimseye izin
    verdim”. Burada izin muayyen veya gayr-ı muayyen bir kimsenin arzusuna bağlı
    kılınmaktadır. Görüldüğü gibi, izin verilen şahıs belli değildir. Bu sebeple
    bunun da bâtıl olacağına hükmedilmiş, bunun “Halktan birine izin verdim”
    demekten farksız olduğu belirtilmiştir. Böyle hükmeden el-Kadı Ebu’t-Tayyib
    vekâletin tâlîk edilemeyeceği prensibine dayanmıştır.

    Ancak Ebu Ya’lâ İbnu’l-Ferra el-Hanbelî ile
    Ebu’l-Fazl Muhammed İbnu Ubeydullah İbni Umrus el-Mâlikî gibi bazıları,
    “arzusuna bağlı kılınan zât, arzusunu izhâr edince cehâletin ortadan
    kalkacağını” ileri sürerek bu tarzın sahîh olacağını söylemiştir. Bu düşüncede
    olanlar kendilerine sünnetten delîl de gösterirler: Hz. Peygamber efendimiz
    (aleyhissalâtu vesselâm) Mûta gazvesine Zeyd İbnu Hârise’yi komutan tayin
    edince: “Şayet Zeyd öldürülürse Cafer, Cafer de öldürülürse İbnu Ravâha
    komutan olacak”
    diye tenbihlemiş idi.

    Şeyh’in “İcâzeti arzu eden herkese izin verdim”
    demesi de batıl bir tarz ise “Benden icâzet isteyen herkese izin verdim”
    şeklindeki bir icâzetin câiz olacağı kabul edilmiştir. Zira burada icâzeti
    başkasının arzusuna tâlik mânâsı yoktur, çünkü her icâzetin gereği zâten,
    rivâyeti, mücâzün leh’in arzusuna bırakmadır.

    Keza: “Falan kimse falan şeyi benden rivayeti
    arzu ederse kendisine izin verdim” veya “Sen arzu edersen, sana icâzet verdim”
    denmesi halinde mücâz (izin verilen rivâyet) belirlenmiş, tâlik işi de belli bir
    şahsın arzusuna yapıldığı için böyle bir icâzetin câiz olduğu söylenmiştir.


    6-

    Ma’dum’a yâni henüz mevcut olmayana icâzet. Bu şöyle ifade edilmiş olabilir:
    “Falanın doğacak çocuğuna izin verdim”. Bu tarzın sıhhati hususunda müteahhirîn
    ihtilâf etmiştir. Şaz olarak cevaz veren olmuş ise de sahîh olan bâtıl
    olduğudur.

    Ancak ma’dum mevcûda atfedilir ve: “Falana ve
    nesli devam ettikçe evlad ve soyuna izin verdim” şeklinde olursa caiz olacağını
    daha çok kabûl edenler çıkmıştır. Bunlar kendilerine, Ebu Dâvud’un kendisinden
    icâzet isteyen bir kimseye: “Sana da, doğacak çocuklarına da izin verdim” sözünü
    de delîl olarak gösterirler. Ancak bunun mübâlağa maksadıyla söylenmiş olacağına
    dikkat çekilmiştir.


    7-

    Şeyhin, henüz tahammül etmemiş olmakla beraber ilerde tahammül edeceği
    merviyyata verdiği rivâyet iznidir. Kadı İyaz: “Ben bunu tenkîd edeni görmedim,
    üstelik müteahhirinden buna başvuran da gördüm” der ve Kurtuba kadısı
    Ebu’l-Velîd’in bunu yasakladığını anlatır, kendisi de bunun uygun bir icâzet
    olmadığını söyler. Nevevî de: “Doğru olan bu icazetin caiz olmamasıdır” der.

    Ancak, şeyh: “Nazarında benden olduğu sabit olan
    ve alacak olan bütün rivâyetlerim için sana izin verdim” diyecek olsa bu
    icâzetin sahîh olduğu, Dârâkutnî ve başkalarının da yaptığı, Tedrîb’te
    belirtilir.


    8-

    İcâzetü’l-Mücâz’dır. Yani icâzetle tahammül olunmuş rivâyete verilen izindir.
    “Bana izin verilmiş olan bütün rivayet için sana izin verdim” demesi veya
    “Rivayet etmem için bana icâzet verilmiş olsa bütün rivâyet için sana izin
    verdim” demesi ile verilen izindir.

    Bu çeşit icâzetin caiz olmayacağına dair Hâfız
    Ebu’l Berekât el-Enmârî telifde bile bulunmuştur. Ancak, çoğunluk itibariyle
    cevazına hükmedilmiştir.[3]


    Dikkat:

    Bulkînî’nin de açıkladığı üzere icazetin
    tahakkuku için, kendisine icâzet verilen kimsenin (mücâzün-leh) icazeti kabul
    etmesi şart değildir. Keza icazeti verdikten sonra şeyh’in bundan vazgeçmesi
    icâzeti iptal etmez.

    Âlimler: “Mücîzin, izin vermediği şeyi bilmesi,
    mücâzun leh’in ilim ehlinden olması müstahsendir” demiştir. Başta İmam Mâlik,
    bir kısmı ise bunu şart koşmuştur. İbnu Abdilberr: “Sahîh olan şudur ki “İzin
    verilen kimse, nisbet edilmesi müşkil olmayan belli bir sanatta mâhir olmalıdır”
    der.[4]

    Ğayr-i mümeyyiz çocuk, deli, kâfir, fasık ve
    bid’atçıya verilen icâzet ise ihtilaflıdır.

    İcazet, hocanın bizzat okuttuğu talebesine,
    okuttuklarını rivâyete izin vermesi anlamında gerçekten Müslümanlara has bir
    usûldür.

    [5]

     



     




    [1]

    Oldukça detay ihtiva eden icazetin bütün çeşitleri hakkında bilgi için A.
    Naim, Tecrid Tercemesi 1, 421-423; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara
    Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 57-58



    [2]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/56-58.



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/58-61.



    [4]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61.



    [5]

    Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.

  • 2- Kırâat Ala’ş-Şeyh (Arz, Sunma, Okuma): Hadis Usulü Online Oku


    2- Kırâat Ala’ş-Şeyh (Arz, Sunma, Okuma):

     

    Talebe, ezberinde veya elindeki bir kitaptan
    hocanın huzurunda hadis okur. Hoca da ya ezbere veya elindeki bir nüshadan takip
    ederek dinler. Gerekirse, düzeltme yapar. Böylece öğrenci hocadan o hadisleri
    öğrenmiş olur. Bu usûle kıraat veya arz denir. Kıraât yoluyla öğrenilen bir
    hadis rivâyet edilirken “Kare’tû alâ fülan ve huve yesme’u” (…nın huzurunda bu
    hadisi okudum) ifadesi kullanılır. Eğer hadis, kıraât meclisinde hazır bulunan
    ve fakat sadece dinlemiş olan biri tarafından rivâyet edilirse, bu takdirde, “Kurie
    alâ fülan ve ene esme’u” (…nın huzurunda bu hadisi okunurken dinledim) ifadesi
    kullanılır.

    Bu yolla elde edilen hadis, “haddesenâ fülân,
    kıraeten aleyh” terimiyle de rivâyet edilir. Ancak burada “kıraaten aleyh” kaydı
    mutlaka konulmalıdır. Aksi halde semâ, yoluyla alınmış olanlarla karıştırılır.
    Bu da doğru değildir. İmam Müslim, ahberana lafzını bu yolla aldığı hadisleri
    rivayet ederken özellikle kullanmaya çalışmıştır.[1]

    Burada tâlib, şeyhten öğrendiği hadîsleri,
    bilâhare rivâyet edebilmek için, şeyhin huzurunda okumasıdır. Tıpkı, Kur’an-ı
    Kerim’in mukriye arzına benzediği için çoğu âlimler buna arz da demiştir. Ancak
    İbnu Hacer, Kıraâtlı arz’ı iki ayrı tahammül yolu kabul edip, aralarında
    umum-husus münasebeti görür. “Zira, der, kırâet, “arz”dan ve diğer tahammül
    yollarından daha umumîdir, arz ancak kırâetle mümkündür…”

    Her hal u kârda kırâet’in vukuu, tâlibin,
    şeyhten tahammül etmiş bulunduğu merviyyatı şeyhin huzurunda, ezberden veya
    elindeki nüshasından şahsen okuması, veya mecliste hazır bulunan bir başkasının
    okuması, şeyhin de bunu, ezberden veya elindeki yazılı nüshadan bizzat veya
    mecliste hazır bulunan bir başkası tarafından tâkip edilmesiyle meydana gelir.
    Bu işe, kırâet veya arz ala’ş-şeyh, okuyan kişiye de kârî denir.

    Görüldüğü üzere, okunanın ezberden tâkibi câiz
    addedilip, fiilen de çokça tatbik edilmiş ise de, İbnu Hacer, takip işinin elde
    bulundurulacak kitaptan yapılmasının daha uygun olacağını, hâfızanın kişiyi
    aldatabileceğini söyler. Ahmed İbnu Hanbel ise, Kâri’nin okuduğunu bilip ve
    anlayacak seviyede olmasını şart koşar. İmamu’l-Harameyn ise şeyh’in, kâri
    herhangi bir tahrîf ve tashif yapacak olsa derhal müdâhale edecek uyanıklık ve
    kapasitede olması şartını koşar. Bu şartlar yerine gelmedikçe, kırâet yoluyla
    tahammül sahîh olmaz.

    Tedrîb’de “rivâyet sahîhse” kaydıyla zikredilmiş
    bulunan birkaç istisna dışında[2]
    selef ulemasının, arz’ı, muteber bir tahammül yolu kabul ettiği belirtilir.
    Bunlar arasında başta Kütüb-i Sitte imamları, dört mezhep imamları, Saîd İbnu’l-Müseyyib,
    Ebu Seleme İbnu Abdirrahman, Sâlim İbnu Abdillah İbni Ömer, Hârice İbnu Zeyd,
    Urve İbnu’z-Zübeyr, Zührî, Atâ İbnu Ebî Rebâh, Mekhûl, Hasan Basri, Ebu Ubeyd
    el-Kâsım İbnu Sellam vs.

    Usulcüler, bu meselede, Hz. Enes, İbnu Abbâs ve
    Ebu Hüreyre gibi Ashab’ın ileri gelenlerinden (radıyallahu anhüm ecmaîn)
    bazılarının da arz’ı fiilen kabul ettiklerini belirttikten sonra Resûlullah’tan
    da örnek verirler. Buna göre, Benû Sa’d İbnu Bekr kabîlesinden elçi olarak gelen
    Zımâm İbnu Sa’lebe, İslâm üzerine öğrenmiş bulunduğu esâsları, Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm)’a teker teker arzeder ve doğru olup olmadığını sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu
    vesselâm) her seferinde sadece “evet” cevabını verir “…Senin ve senden
    evvelkilerin Rabbi aşkına söyle bütün halka seni Allah mı gönderdi? dedi.
    Resûlullah: “Evet” buyurdu. Zımâm: “Allah aşkına söyle senenin, şu mâlum
    ayında oruç tutmayı sana Allah mı emretti?” dedi. Resûlullah: “Evet”
    buyurdu…”

    Âlimler, arz mı yoksa şeyhin kendisini dinlemek
    mi daha üstün, yoksa ikisi de eşit mi? diye münakaşa etmişlerdir:


    1-

    İmâm Mâlik, ashâbı, Medineli şeyhleri, Hicaz ve Kûfe ulemasının çoğu, Buhârî;
    ikisi de mertebece eşittir, aralarında fark yoktur demiştir. Râmahurmuzî İbnu
    Abbas ve Hz. Ali’nin de bu görüşte olduklarını belirttikten sonra Hz. Ali’nin:
    “Alim üzerine kıraat, kendisinden dinlemek gibidir” dediğini kaydeder. İbnu
    Abbas da şöyle buyurmuştur: “(Benden öğrendiklerinizi) bana okuyun, zira sizin
    bana okumanız benim sizlere okumam gibidir”. Buna yakın bir ifâde Şâfiî
    hazretlerinden (radıyallahu anh) rivayet edilmiştir. Arzın semadan farksız
    olduğuna inanan İmam Mâlik, şeyhine arzettiği kitapları rivâyet ederken tâlibin:
     حدثنيdemesini
    de tecvîz etmiştir.


    2-

    İbnu Salah, el-Irâkî, Nevevi, Suyûtî gibi meşrıklıların cumhûru, sema’ı arz’a
    tercih etmiş bu görüşün en doğru görüş olduğunu söylemiştir.


    3-

    Ebu Hanîfe, İbnu Ebî Zi’b ve başkalarının görüşüne göre arz, semâ’dan üstündür.
    Dârakutnî, İbnu Fâris ve Hâtîbu’l-Bağdadî’nin rivayetlerine göre İmam Mâlik de
    bu görüşte imiş. Keza Dârakutnî, Leys İbnu Sa’d, Şu’be, İbnu Lehî’a, Yahya İbnu
    Sa’îd Ebû Hâtim, Yahya İbnu Abdillah, Abbas İbnu’l-Velîd İbni Yezid vs. bir
    çoklarının da bu görüşte olduklarını anlatmıştır.

    Kitâbu’l-Bedî’in sâhibi Muzafferuddîn Ahmed İbnu
    Ali el-Bağdadî (694/ 1294) arz ve kıraatın eşit mertebede olduğunu belirttikten
    sonra şunu söyler: “İhtilâf edilen husûs şeyhin kendi kitabından okumasıdır.
    Zira o da tâlib gibi hata yapabilir. Öyle ise yanında okunması ile kendisinin
    okuması arasında fark kalmaz. Ancak şeyh hıfzından okuyacak olursa bu,
    bilittifak arzdan üstündür”. İbni Hacer de: “Sema’ı tercih’in yeri, tâlib ile
    şeyhin eşit olması veya tâlibin daha âlim olması durumundadır. Çünkü talebe
    işittiğini daha iyi öğrenir. Tâlibin ilmi daha az olduğu takdirde okuyup
    arzetmesi uygundur. Zirâ bu, zabtına daha ziyâde yardım eder. Bu sebepten,
    tâlibin, imlâ hâlinde şeyhi dinlemesi en üstün dereceyi teşkil eder. Çünkü bu
    takdirde şeyh ve talebe her ikisi de dikkatli bulunurlar” der.

    Arz yoluyla hadîs tahammül eden râvinin edâ
    sigaları, en üstünden en düşüğe doğru tedricen şöyle sıralanır:


    1-

    Bizzat okumuş ise:

    قرأت على فن
      Falanın huzurunda okudum. Kendi hazır iken
    başkası okumuşsa:

    قُرَءَ عليه وأنا اسْمَع
     Falanın
    huzurunda okunurken ben de oradaydım”.

    Bundan sonraki sikalarda sema bahsinde
    kullanılmış olan

    سمعْت
     lafzından sonra gelen elfazı hep
    kırâet tâbiriyle kayıtlayarak kullanmak gerekir:


    2-

    حدثنا بقراءتي
     veya
    حدثنا قراءة عليه وانا
    اسمع


    3-

    اخبرنا بقراءتي
    veya
    اخبرنا قراءة
    عليه وانا اسمع


    4-

    أنْبأنا
    )نَبّأنا(بقراءتي
    veya
    اَنْبأْنا )نَبّأنا( قراءة
    عليه وانا اسمع


    5-

    قالَ لَنا بقراءتي
    veya
    قال لنا قراءة
    عليه وانا اسمع


    6

    ذكر لَنا بقراءتي
    veya
    ذكر لَنَا
    قراءةً عليه وانا اسمع

    Görüldüğü üzere arzda sâdece
    سمعتُ
     lafzının kullanılması uygun görülmemiştir.

    Arz yoluyla tahammül edilen hadisleri eda
    ederken kırâet lafzıyla kayıtlamadan sema yoluyla tahammül edilen hadislerin
    edasında kullanılan

    حدثنا ، اخبرنا
     sigalarını aynen kullanma hususunda âlimler
    ihtilaf etmişlerdir. İbnu’l-Mübârek, Yahya İbnu Yahya et-Temîmî, Ahmed İbnu
    Hanbel ve Nesâî bu makamda bu iki siganın mutlak olarak kullanılmasını câiz
    görmezler. Öte yandan Zührî, Mâlik, Süfyan İbnu Uyeyne, Yahya İbnu Saîd
    el-Kattân, Buhârî, Süfyan Sevrî, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed Şeybânî, bir
    kavle göre Mâlik, Sa’leb, Tahâvî, Ebu Nu’aym İsfehânî, bir kavle göre Ahmed İbnu
    Hanbel gibi Hicazlı ve Kûfeli âlimlerin çoğu her iki siganın birbirinin yerine
    kullanılmasını câiz görürler.

    Üçüncü bir grup arz yoluyla tahammülde
     قرات
    lafzını kullanmadan
     اخبرنا
    demeyi tecvîz ederler, fakat

    حدثنا
    demeyi uygun bulmazlar. Şâfiî ve ashâbı ile
    Müslim, İbnu’s Salâh ve Nevevî’nin dediklerine göre meşrik ulemasının cumhuru
    buna kâildir.

    Netice olarak denebilir ki, müteahhirin
    nazarında,
     حدثنا
    deyince sema,

    اخبرنا
     deyince arz kastolunur.
    Mütekaddimîn nazarında
     أنبأنا
     tabirî de
     اخبرنا
    makamında kullanılmıştır. Aliyyül-Kârî de mütekaddimin ilk müteahhirîn arasında
    orta bir tabakanın

    أنبأنا
     tabirini mutlak şekliyle arzda, mukayyed olarak
    da şekliyle
     أنْبأنا
    اجازةً
    icâzet’de kullandıklarını
    belirtmiştir.[3]



     




    [1]

    Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87; İsmail Lütfi Çakan,
    Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 56.



    [2]

    Bunlar: Ebu Asım en-Nebil (V.212/827), Vekî İbnu’l-Cerrâh, Muhammed İbnu
    Selâm el-Beykendî (225/839), Abdurrahman İbnu Sellam el-Cümehî’dir. (İbrahim
    Canan)



    [3]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/53-56.

  • 1- Sema (İşitme): Hadis Usulü Online Oku


    1- Sema (İşitme):

     

    Hocanın ezberden veya yazılı bir metinden
    okuyarak veya imla ettirmek suretiyle rivâyet ettiği hadisi, öğrencinin bizzat
    hocasının ağzından işitmesidir.

    Bunların hepsi bir ise de imlâ’nın daha sıhhatli
    olacağı söylenmiştir. Bütün cemâhîr’i ulema nezdinde[1]
    hadis tahammül yollarının en üstünü budur.

    Böylece, şartlarını haiz mütehassıs bir hocanın
    ağzından cemaat (topluluk) içinde veya yalnız iken hadis duymak (semâ’), hadisi
    öğrenim yollarının en üstünü sayılır. Hoca ile yüz yüze gelmek ve hocanın
    telaffuzunu bizzat duymak söz konusu olduğu için sema’ ilim alma yollarının en
    muteberi kabul edilmiştir. Bu durum rivâyet (yani eda) sırasında, topluluk
    içinde alınmışsa “haddesenâ fülân (bize anlattı), ahberenâ veya enbeenâ fülân
    (…bize haber verdi) veya semi’na fulanen” yalnız iken alınmışsa, ” haddeseni
    (veya ahbereni, enbeeni) fulan veya semi’tü fülanen yekûlü (…şöyle söylerken
    işittim)” vb. terimlerle belirtilir.

    Hoca ezberden veya kitaptan sözlü olarak rivâyet
    ettiği hadisi öğrencilerine yazdırırsa, bu imlâ olur. Kısaca, hocanın talebesine
    hadis rivayet yazdırması demek olan imla, sema’ yoluyla hadis öğrenimine dahil
    ve bütün usullerden üstün kabul edilmektedir. Zira semada talebenin gafleti, arz
    veya kıraat’ta da şeyhin dalgınlığı –çok zayıf bir ihtimal de olsa- söz konusu
    olabilir. Fakat imla’da hoca da talebe de tam faal ve uyanık olmak zorundadirlar.[2]

    Önceden belirlenmiş zaman ve yerlerde büyük
    kalabalıklara hadis rivayet edip yazdırmaya imla sistemi, bu meclislere imla
    meclisleri, hocaya mümli, hocanın sözlerini tekrar ederek uzaktakilerin
    duymasını sağlayan görevliye ve bu meclislerde hadis yazan öğrenciye müstemli;
    bu yolla elde edilen rivayet metinlerinden oluşan kitaplara da emali adı
    verilmektedir. İmla yoluyla alınan hadisleri rivayet ederken “Haddesena fulanun
    imlaen” veya “Haddesena fulanun bitebliği fulanen” denir.

    İlk örneklerini Hz. Peygamber’in, inen Kur’an
    ayetlerini okuyarak vahiy katiplerine yazdırması; kendilerine hadis yazma izni
    verilmiş sahabilerin Hz. Peygamber huzurunda hadisleri yazmaları; yine Hz.
    Peygamber’in devlet ve kabile başkanlarına gönderdiği davet mektuplarını bizzat
    yazdırması olaylarında gördüğümüz imla usulü, ashab ve tabiun dönemlerinde ilim
    neşri için yaygın şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Hatta meşhur muhaddislerin
    imla meclislerinde yer bulabilmek için bir gün öncesi ikindi namazından sonra
    yerini alan öğrencilere bile rastlanır olmuştur.

    İmla Meclisleri’nin kuruluşu, işleyişi, tarihi,
    adabı ve değerlendirilmesi apayrı bir tetkik konusudur. Es-Sem’ani (562/1166)
    Edebü’l-İmlâ ve’l-İstimlâ”[3]
    adlı kitabında özellikle bu konuyu işlemiştir. Hatibu’l-Bağdadi (463/1071) de
    el-Cami li ahlakı’r-ravi ve adabi’s-sami’ adlı eserinde konuya dair bilgiler
    vermiştir.[4] 

    Kadı İyaz: “Sema yoluyla (dinleyerek) tahammül
    edilen hadîsi eda ederken, râvinin haddesenâ, ahbaranâ, enbeenâ, semi’tü fülânen,
    kâle lenâ, zekere lenâ sigalarından birini kullanabilir” der. Ulema, çoğunluk
    itibariyle, bu tabirlerden her birinin semaya yani hadîsi dinleyerek aldığına
    delâlet ettiğini belirtmiştir. Ancak İbnu Salâh: “Buna olduğu gibi iştirak
    edemeyiz. Doğru olanı, bu lâfızlardan, şeyh’ten sema olmaksızın tahammül
    edilenler için kullanılması şayi olanları sema için kullanılanlardan tefrîk
    etmesidir. Aksi takdirde, hepsinin mutlak olarak sema için kullanılması iltibasa
    ve vehme sebep olur” demiştir. Zeynü’d-Dîn el-Irâkî, İbnu’s-Salâh’ı teyiden: “Enbeenâ
    tâbirinin icâzet yoluyla tahammülde kullanılması şâyi olduktan sonra, bu sîganın
    mutlak şekilde semâda kullanılması, bunun icâzetle alınmış olacağını
    zannetmemize sebep olur. Hatta, icâzet yoluyla tahammül edilen hadîsle ihticacı
    caiz görmeyenler bu rivayeti atabilirler” der.

    Hatîbu’l- Bağdadî, bu tabirleri en üstününden
    başlamak suretiyle şöyle bir hiyerarşik derecelemeye tâbî kılar:


    1-

    Falandan dinledim diyordu ki,


    2-

    Fülan bana söyledi ki,


    3-

    Fülan bana haber verdi ki.


    4-

    Fülan bize haber verdi ki,


    5-

    Fülan bana söyledi,


    6-

    Söyledi.[5]


    Notlar:


    1.

    Sevk sigâsı müfred ise “bana söyledi”, “bana haber verdi” gibi, bu durumda
    hadisi şeyhinden dinlediği zaman yalnız olduğunu ifâde eder. Eğer siga cem’ ise
    bize söyledi, bize haber verdi şeklinde, şeyhten o hadîsi dinlerken yanında
    başkalarının da bulunduğunu ifâde eder.


    2.

    Şeyh imlâ ederek tahdîs etmişse “Bana (veya Bize) falan kimse imla ettirerek
    söyledi… ” diye imlâen’i ilave etmesi gerekir. Irâkî’nin ifâdesi ile sema’da
    imla vukuunu bildirmesi râviye vâcib değilse de imlayı tasrîh eden rivâyetler
    daha kıymetli, daha mûteber sayılmıştır.


    3.

    Ulema, semi’tu ile haddeseni tabirlerini eşit değerde görür ve tâlibin şeyhi,
    kulağıyla işitme durumunda kullanır.

    Ahberani lafzı da pek çoğu tarafından haddesena
    makamında kullanılmıştır. Ancak Ahberana
    tabirinin arz için kullanılması şâyi olduktan sonra meşrik ulemasının çoğu bu
    iki tabir arasında fark gözetmiştir. Evzâî, İbnu Cüreyc, Şâfiî, Müslim, Abdullah
    İbnu Vehb el-Mısrî, Nesâî gibi büyük muhaddisler aradaki tefrîki
    gözetenlerdendir. Onlara göre ihbâr lafzı tahsisde olduğu gibi be-tahsîs şeyhten
    semayı değil, şeyhin huzurunda okumayı da ifade ettiğinden aralarında tam bir
    eşitlik değil umum-husus münâsebeti vardır. Her tahdîs aynı zamanda ihbâr ise de
    her ihbar tahdîs demek değildir.

    Enbeena ve nebbe’na tâbirleri aynı mânâdadır ve
    ahberana tabirinde olduğu üzere, daha ziyade arz’da kullanılmıştır.[6]



     




    [1]

    Cemâhîr, “cumhur”un cemidir. Cumhur ekseriyet demektir. Cemahhir, cumhurlar,
    yani usulcülere, muhaddislere, fukahâya mahsus cumhurlar demektir. Demek ki,
    farklı ihtisaslara mensup alimlerden azınlıkta kalan bâzıları, sema’dan
    başka tahammül yolunun daha üstün olduğunu söylemiştir. (İbrahim Canan)



    [2]

    Bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari: 1/150.



    [3]

    Leiden, 1952. Bu eserin kısa bir muhteva tanıtımı için bk. A. Aydınlı, “İmla
    Usulü ve es-Sem’ani’nin Edebu’l-İmla ve’l-İstimla’ı” A. Üniversitesi
    İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5/175-188, Erzurum 1982.



    [4]

    İsmail Lütfü Çakan, Ana hatlarıyla Hadis, İstanbul 1983, s. 45; Sabahaddin
    Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.



    [5]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/52-53.



    [6]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/53.

  • HADİSLERİN TAHAMMÜL VE EDÂSI Hadis Usulü Online Oku

    HADİSLERİN
    TAHAMMÜL VE EDÂSI

     

    Bir ravinin başkalarına rivâyet etmek gayesiyle,
    hadis rivâyet eden bir şeyhten rivâyet ettiği hadisleri semâ, kıraât, icazet,
    münavele, kitabet, i’lam, vasiyyet, vicade gibi yollarla alması, yani aldığı
    hadisleri başkasına nakletmek üzere yüklenmesidir.[1]

    Hz. Peygamber (s.a.s), ashabını hadisleri
    öğrenmeye ve başkalarına da tebliğ etmeye teşvik ederdi. O’nun rivâyet konusuna
    ait teşvik ve tavsiyelerinden birinde “Sözümü işitip güzelce belleyen ve
    bellediği gibi başkalarına (ileten, tebliğ eden) kimsenin Allah yüzünü ağartsın”[2]
    buyuruyordu. Bir başkasında ise; tebliğ görevini açıkça hatırlatıyordu:
    “…Burada bulunanlarınız bulunmayanlara (duyduklarını) ulaştırsın.”[3]

    Bu görevin yerine getirilmesinde ilmî gayelerin mevcudiyetini de Hz. Peygamber
    şöyle açıklıyordu: “… Zira olur ki, burada bulunanlarınız sözü kendisinden
    daha anlayışlı bir kimseye tebliğ etmiş olur.”[4]

    Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, rivâyetle hüküm çıkarılması (istihrac) için
    hadisin daha kavrayışlı, fakih bir kimseyle ulaştırılması gayesi vardır. Bundan
    dolayı fakih, çıkaracağı hükmün İslâm’ın ruhuna uygun olmasını sağlamak için,
    hadisi kimden aldığına dikkat etmek zorundadır. Çünkü hadisin sıhhati; hadisi
    rivâyet eden ravilerin güvenilir olmaları ile yakından ilgilidir. Güvenilir
    (sika) olmanın en önde gelen şartı da dini bütün olmaktır. İşte bu sebepledir ki
    hadisçiler, kâfir olan bir kimsenin hadis almasında mahzur görmemiş olsalar
    bile, kâfirin rivâyet ettiği bir hadisin alınamayacağı görüşü üzerinde ittifak
    etmişlerdir.[5]
    Nitekim sahabeden Cubeyr b. Mut’im, Hz. Peygamber (s.a.s)’in akşam namazında Tûr
    sûresini okuduğunu İslâm’a girmeden önce işitmiş, fakat bu hadisi ancak Müslüman
    olduktan sonra rivâyet edebilmiştir.

    Hadis almak için yaş sınırı tayin etmede çeşitli
    görüşler ileri sürülmüştür. Sahih olan görüşe göre, hadis dinlemek, yazmak ve
    zaptetmek için yaş sınırı belirtmeye gerek yoktur. Çocuk temyiz dönemine
    girdikten sonra, âlimlerin meclisine katılıp, hadis dinleyebilir. Önemli olan
    çocuğun söylenen sözü anlayabilmesi ve sorulan soruya cevap verebilmesidir. Beş
    yaşında da olsa, her şeyi birbirinden ayırma yeteneğine sahip olan bir çocuk,
    hadis alabilecek bir yaşa gelmiş demektir.[6]

    Hadislerin zamanımıza kadar ulaşması rivayet
    yoluyla olmuştur. Hz. Peygamber’in bir sözünü işiten veya bir hareketini gören
    sahabe onu Tabiin, Tebe-i Tabiin’in denilen nesle aktarmış… Hal böyle devam edip
    nesilden nesile geçerek yazılı metinler tespit edilmiştir. Yazılı metinler bile
    çeşitli usullerle rivayet edilip hadisler Hz. Peygamber’den nakledildiği şekilde
    kitaplara geçerek zamanımıza kadar gelmiştir. Bu nesilden nesile, kişiden kişiye
    aktarma işine aynı zamanda Tahammulu’l-ilim (İlmi Yüklenme) adı verilir.

    [7]
     
      

    Hadîslerin şeyhten alınması ve talebeye
    aktarılması bir kısım âdab ve tarzlara tâbidir. Belki de bu hususî durumları
    ifade maksadıyla, hadîs öğrenim ve öğretimi için “taallüm” ve “ta’lîm” tabirleri
    pek kullanılmaz. Nitekim hiçbir usul kitabında taallümu’l-hadîs veya talimu’l-hadîs
    tâbirine yer verilmez. Bunların yerine “tahammül” ve “edâ” tabirleri kullanılır.
    Birincisi hadîsin şeyhten (râviden) alınmasını, ikincisi de alınmış olan
    (bilinen, öğrenilmiş bulunan) hadîslerin tâlibe aktarılmasını ifâde eder.

    Tahammül, lügat olarak yüklenmek, sırtına almak
    manasına gelir. Edâ da, üzerindeki borcu ödemek, bir vecibeyi yerine getirmek
    manasına gelir. Şu halde, hadîs öğrenimini ifâde için kullanılan kelimeler bile
    gösteriyor ki, buradaki alma-verme ameliyesi mahiyetçe, bir başka ilim
    maddesinin taallüm ve ta’lim’inden farklıdır. Bir başka ifade ile tahammülü’l-hadîs,
    “taallumü’l-hadîs” demek değildir, tıpkı edâ’u’l-hadîs’in de ta’lîmu’l-hadîs
    olmadığı gibi.

    Tahammül’de iradî olarak bir vecîbe, bir yük
    altına girme var. Eda ise, borcu ödemek, bu vecîbeyi yerine getirmek sûretiyle
    yükten kurtulmayı ifâde eder.

    Şu halde, hadîs’in öğrenilmesi, sıradan bir ilim
    öğrenme değil, iradî olarak bir sorumluluk altına girmektir. Onu ehil kişiden,
    en uygun şartlarda almak, eda edinceye kadar aldığı şekilde korumak, en uygun
    şartlarda, âdabına muvafık şekilde eda etmek hadîs tâlîm ve taallümünün
    hususîyetlerini teşkîl eder.

    Hadîs talibinin taşıması gereken şartları ve
    uyması gereken âdâbı daha önce zikrettiğimiz için burada, sâdece tahammül ve edâ
    yolları ile bunlara muvâfık sevk sigaları üzerinde duracağız.[8]



     




    [1]

    Nureddin Itr, Mu’cemu’l-Mustalahati’l-Hadisiyye; Talat Koçyiğit, Hadis
    Istılahları, Ankara 1980, s. 414.



    [2]

    Ebû Davûd, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7; İbn Mâce, Mukaddime: 18; Menasik: 76;
    Dârimî, Mukaddime: 24; Müsned: 1/37, 3/225, 4/80, 82, 5/183.



    [3]

    Buharî, İlim: 9, 10; Fiten: 8; Tevhid: 24; Müslim, Hacc: 446; Ebû Davûd,
    Tatavvu: 10.



    [4]

    Buharî, Fiten: 8; İlim: 9; Hacc: 132; Tirmizî, İlim: 7.



    [5]

    Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 415.



    [6]

    Talat Koçyiğit, a.g.e., s. 415.



    [7]

    Talat Koçyiğit, Mücteba Uğur, İ. Hakkı Ünal, İmam-Hatib Liseleri İçin Hadis
    Usulü, 12. sınıf: 72.



    [8]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/51-52.

  • A) Hadîs Öğrenim ve Öğretim Yolları (Tahammül Ve Edâ Yolları): Hadis Usulü Online Oku


    A) Hadîs Öğrenim ve Öğretim Yolları (Tahammül Ve
    Edâ Yolları):

     

    Hadis tahammülünün çeşitli yolları
    bulunmaktadır. Hemen bütün hadis usûlü kitapları bu konuda sekiz yoldan söz
    etmektedirler. Bu sekiz yolun öncelik ve değer sıralamasında ittifak vardır.
    Bunlar sırasıyla, semâ, kıraât, icâzet, münâvele, kitabet, i’lam, vasiyyet ve
    vicâdedir.

    İslâm dininin Kur’an-ı Kerim’den sonra ikinci
    kaynağı olan hadise fevkalade ehemmiyet veren Müslümanlar, onun hangi yolla
    öğrenildiğinin tespitine, bunun belli teknik terimlerle sonraki nesillere de
    bildirilmesine de pek önem vermişlerdir. Söz konusu hadis öğrenme ve öğretme
    (tahammül ve edâ) yolları işte bu dikkatin belgeleri mahiyetindedir.

    Muhaddisler, hadîslerin sekiz surette tahammül
    edileceğini belirtmişlerdir. Hadislerin bir hocadan öğrenilip rivâyet edilmesini
    ifade eden tahammülü’l-hadis yolları önem ve kuvvet sırasına göre şöyledir[1]:



     




    [1]

    İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
    Yayınları: 54-55; Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.

  • 8- Şeyhine Saygılı Olmak: Hadis Usulü Online Oku


    8- Şeyhine Saygılı Olmak:

     

    Muhaddis şeyhini de hayırla senâ ile anmalıdır.
    Vekî’in, hocası Süfyân-ı Sevrî’yi andıkça: “Emîrü’l-mü’minîn fıl-hadîs” diye
    övdüğü rivayetlerde gelmiştir. Keza hiç kimseyi, sevmediği bir lakabıyla
    zikretmemelidir. Ancak bu lâkab, onu diğerlerinden tefrik içinse mahzuru yok:
    Gunder (vefasız), A’rec (topal), A’meş (görmesi zayıf) gibi. Keza mesleğini
    zikrederek anması -Hannât gibi- veya annesine nisbet ederek anması -İbnu Uleyye
    gibi- câizdir, yeter ki bütün bu tesmiyelerde ayıplamak maksadı değil, târif
    gayesi gütmüş olsun.[1]



     




    [1]

    İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/517.