Hadis Usulü

3- İcazet (İzin): Hadis Usulü Online Oku


3- İcazet

(İzin):

 

Hadis öğrenim ve öğretim yollarından icâzet,
hocanın talebesine rivayet hakkına sahip olduğu hadîslerin veya kitapların
tamamını yahut bir kısmını rivayet etmesi için, yazılı veya sözlü olarak müsaade
etmesidir.  Bunda ne semâ’ usûlünde olduğu gibi hocanın okuması, ne de kırâet
metodunda görüldüğü gibi talebenin okuyup hocanın dinlemesi ve tasvibi vardır.
İbn Hazm, bu usule çok sert bir şekilde karşı çıkmakta ve “bid’at” demektedir.

İcâzet, sözlü veya yazılı olarak verilir. Yazılı
icazete itiraz edenler olmuşsa da her ikisini eşit kabul etmek daha doğrudur.

İcazetlerin yazılı vesika halinde verilmesi
yaygındır. Yazılı icazetlerin yerini bugün “Müessese icazeti” demek olan
okulların verdiği diplomalar almış gözükmektedir.

İcazette, kendisine icazet verilenin (mücazun
leh) kabulü şart olmadığı gibi, icazet verenin (muciz) icazetten vazgeçmesinin
de neticeye tesiri yoktur.

İcazetin bütün çeşitlerine ait rivayet lafızları
bu bahsin sonundaki alfabetik listede yer alacaktır.[1]

Rivayeti için izin verilen rivâyâta; mücâz, izni
veren zâta mücîz, iznin verildiği kişiye de mücâzün-leh denir.

İcâzetin muhtelif çeşitleri vardır:


1-

Muayyen şeyin rivâyet edilmesi için muayyen bir zâta izin verilmesi. Belli bir
hocanın belli bir öğrenciye belli bir malzemeyi rivâyet veya istinsaha izin
vermesi: Şu siganın ifade ettiği gibi Sana Buhârî’yi rivâyet etmen için izin
verdim veya Sana fihristimde olan kitapları rivâyet etmene izin verdim veya
Falan kimseye falanca kitabı rivâyet etmesi için izin verdim.

Bu çeşit icâzet, münâveleden mücerred en yüce
icâzet çeşididir. Cemâhir-i ulema bu çeşid icâzetin câiz olduğu hususunda
müttefiktir. Âlimler de bununla âmel etmişlerdir. Ebu’l-Velîd el-Bâci ve Kadı
İyaz bu hususta icma olduğunu söylemiştir.

Muhtelif cemaatlere mensup bazıları ise buna
karşı çıkmış, câiz olmaması gerektiğini söylemiştir. Muhaddislerden Şû’be gibi.
O: “İcâzet caiz olursa ilim için seyahat ortadan kalkar” der. İcâzeti caiz
görmeyenler arasında İbrahim Harbî, Ebu Nasr el-Vailî, Ebu’eş-Şeyh el-Isbehânî;
fakihlerden de Kâdı Hüseyn, el-Mâverdî, Ebu Bekr el-Hocendî, Ebu Tâhir ed-Debbâs
da zikredilir. İmam Şâfii’den yapılan iki rivayetten birine göre o da karşı
çıkmıştır. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un da rıza göstermediklerini Amîdi nakleder.
Keza Malik’in de bu düşüncede olduğunu el-Kâdı Abdu’l-Vehhâb nakletmiştir. İbnu
Hazm da “Bu bid’attır, caiz olamaz!” demiştir. Bunlara göre birine “Benden
işittiğin şeyleri rivâyet etmene izin verdim” demek, “Benim ağzımdan yalan
söylemeye sana izin verdim” demekten farksızdır. Çünkü şeriat, işitilmeyeni
rivâyeti mübâh addetmez.

Ancak, bazıları da mûcîz ve mücâz kitabı biliyor
iseler caizdir, aksi halde câiz değildir demiştir.

Hatibu’l-Bağdadî, icazetin cevazına bazı
âlimlerin sünnetten delil getirdiklerini kaydeder. Onlara göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)’in Berae sûresini bir sahifeye yazdırıp, hac sırasında halka teklif
etmesi için Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)’e verip arkadan da Hz. Ali’yi
göndermesi hadisesi buna delildir. Çünkü Hz. Ali, Sâhîfe’yi Hz. Ebu Bekr’den
alınca ne Resûlullah’a ne de Hz. Ebu Bekr’e okumadı. Mekke’ye varınca sahîfe’yi
açıp halka okudu. Şu halde surenin tebliğini Hz. Ali icâzetle yapmış olmaktadır.
Tebliğden önce sema veya arz mevzubahis değil.

Râmahurmuzî’nin rivâyetine göre, el-Kerâbîsi,
İmam Şâfiî (radıyallahu anh)’ye müracaatla kitaplarını huzurunda okumak ister.
Şafiî buna rıza göstermez ve: “Git Za’feranî’den kitapları al, istinsah et, ben
sana rivâyet izni verdim!” der.[2]

Cumhura göre, ihtiyaca binâen câiz olduğu kabul
edilen münâveleden âri icâzet için farklı fikirler ileri sürülmüştür:
Zerkeşi’nin Ahmed İbnu Meysere el-Mâlikî’den yaptığı rivâyete göre, normal
şekilde yapılan bir icâzet, şartlarına riayet edilmeyen semadan daha iyidir.

Zerkeşi, icâzeti semaya -mutlak olarak- üstün
görenlerin olduğunu da kaydetmiştir. Yine Zerkeşî’nin zikrettiği üçüncü bir
görüşe göre icâzet ile sema ve arz arasında fark yoktur. Bakî İbnu Mahled böyle
düşünenlerdendir ve şöyle demiştir: “İcâzet, benim nazarımda, babamın nazarında
ve hatta dedemin nazarında da sema gibidir.”

En makulünü Tûfî söylemiş olmalı, meseleyi
açıklayarak neticeye bağlamalıdır: “Selef devrinde sema (gerekli ve) evlâ idi.
Ancak hadîsler kitaplar halinde tedvîn edilip sünen toplanmış olduktan ve
te’lifler şöhret kazandıktan sonra, sema ile icâzet arasında fark kalmamıştır.”


2-

Muayyen olmayan rivâyetleri muayyen kimseye rivâyet izni. Belli bir şahsın,
belli bir öğrenciye belli olmayan malzemeyi rivâyet izni vermesi: Bu çeşit
icâzet şu sigalarla ifade edilir: Bütün işittiklerimi rivayet etmen için sana
izin verdim. Veya: “Bütün merviyyatımı rivâyet etmen için sana izin verdim”.

Bu tarz bir icâzetin câiz olup olmayacağı daha
çok ihtilaflara sebebiyet vermiştir. Ancak cumhur bunu da câiz görmüş, şartına
uygun olarak yapılan rivâyetin sahîhliğini kabul etmiştir.


3-

Umumi İcâzet ‘icazet-i amme): İzni herkese şamil kılan bir icâzet çeşididir. Bir
nevi icâzet-i amme’dir. Bunda şu ifâde kullanılır: “Bütün müslümanlara rivayet
izni verdim” veya “Herkese rivâyet izni verdim”, veya “Zamanıma yetişmiş
olanlara rivâyet izni verdim” veya “halen yaşamakta olanlara rivâyet izni
verdim”, veya “Lâ ilahe illallah diyenlere rivâyet izni verdim.” gibi genel
ifadelerle verilen izin. İbn Salah bu tür icazeti kabul etmez.

Belli bir şehir halkına veya “daha önce
kendisinden okumuş olanlara” gibi genelliği biraz daraltarak (mukayyed) verilen
icazetin geçerli olma şansından bahsedilmektedir.

Bunun câiz olup olmayacağı müteahhirîn ulema
tarafından şiddetle münâkaşa edilmiştir. Nevevî’ye göre “Şu beldenin ilim
tâliblerine…” veya “Daha önce bana okumuş olanlara izin verdim” şeklinde
sınırlayıcı bir ifade kullanmış olsaydı cevaza yakın olurdu. İbnu’s Salâh da
bunun menedilmesine meylederek: “Ne seleften ne de müteahhirînden hiç kimsenin
buna uyduğunu işitmedik, icâzet aslında zayıf bir tahammül yoludur, bu şekilde
hududu genişletilince zayıflığı daha da artar” demiştir.

Ancak başta İbnu Mende olmak üzere, Ebu’t-Tayyib
et-Taberî, Ebu Abdillah İbnu Attâb, Ebu’l-Velîd İbnu Rüşd el-Mâlikî,
Ebu’l-Haccâc el-Mizzî, Ebu Abdillah ez-Zehebî gibi birçokları bunun cevazını
kabul etmiştir.

Zeynü’d-Dîn el-Irâkî, bir kısım hadîs cüzlerini,
Bağdatlı ve Mısırlı bir kısım âlimlerin icâzet-i ammeye dayanarak yaptıkları
rivâyetten kıraet yoluyla ahzettiğini belirtmekle birlikte, bu tarzın sıhhati
hususunda mütereddit olduğunu ve “o tarîklerden rivayet hususunda tevakkufu
ihtiyar ettiğini” söyler. Keza İbnu Hacer el-Askalâni de bu suretle tahammül
edilen hadisi pek zayıf addettiğini şu şekilde ifade etmiştir: “Gerçi icâzet-i
âmme-i mutlaka ile rivayeti büsbütün terketmek daha iyi ise de, hadîsin mu’dal
olarak rivâyeti yerine ona binâen rivâyet evlâdır”.

Görüldüğü üzere ulema çoğunluk itibariyle
icâzet-i âmme suretiyle hadîs tahammülüne kesin bir dille “caîz değildir”
dememiş, sıhhatini -ihtiyatla da olsa- kabul etmiştir.


4-

Meçhul bir kitab için muayyen bir kimseye veya muayyen bir kitab için meçhul bir
şahsa rivâyet izni verilmesi. Meselâ şeyh, rivâyet etmekte olduğu birçok sünen
kitabından, hangisi olduğunu tasrîh etmeksizin: “Sana, Sünen kitabını rivâyet
etmene izin verdim” demesi veya Muhammed İbnu Hâlid ed-Dımeşkî adında pekçok
insan bulunduğu halde hiçbir tasrihe yer vermeden, “Muhammed İbnu Hâlid
ed-Dımeşkî’ye izin verdim…” demesi.

Her iki tarz ifadeyle yapılan icâzet bâtıldır.
Tasrîh edici bir karineye yer verildiği takdirde sahîh olur.

İcâzet’te isimleri belirtilen bir cemaate veya
bir ferde izin verse, bunları şahsen tanımasa, neseblerini, sayılarını bilmese
de icâzet sahîh olur. Nitekim, hadîs tahammülünün en kuvvetli yolu kabûl edilen
sema’da, rivâyetin sahîh olması için, şeyh’in dinleyenleri ismen, neseben
tanıması şart değildir. Şeyh onları şahsen tanımasa da onların bilâhare
yapacakları rivâyet sahîh olur.


5-

el-Irâkî ve el-Kastalânî’nin müstakil bir icâzet çeşidi addettikleri beşinci
nevi bir icâzet şu sigayla ifade edilmiştir: “Falan’ın dilediği kimseye izin
verdim”. Burada izin muayyen veya gayr-ı muayyen bir kimsenin arzusuna bağlı
kılınmaktadır. Görüldüğü gibi, izin verilen şahıs belli değildir. Bu sebeple
bunun da bâtıl olacağına hükmedilmiş, bunun “Halktan birine izin verdim”
demekten farksız olduğu belirtilmiştir. Böyle hükmeden el-Kadı Ebu’t-Tayyib
vekâletin tâlîk edilemeyeceği prensibine dayanmıştır.

Ancak Ebu Ya’lâ İbnu’l-Ferra el-Hanbelî ile
Ebu’l-Fazl Muhammed İbnu Ubeydullah İbni Umrus el-Mâlikî gibi bazıları,
“arzusuna bağlı kılınan zât, arzusunu izhâr edince cehâletin ortadan
kalkacağını” ileri sürerek bu tarzın sahîh olacağını söylemiştir. Bu düşüncede
olanlar kendilerine sünnetten delîl de gösterirler: Hz. Peygamber efendimiz
(aleyhissalâtu vesselâm) Mûta gazvesine Zeyd İbnu Hârise’yi komutan tayin
edince: “Şayet Zeyd öldürülürse Cafer, Cafer de öldürülürse İbnu Ravâha
komutan olacak”
diye tenbihlemiş idi.

Şeyh’in “İcâzeti arzu eden herkese izin verdim”
demesi de batıl bir tarz ise “Benden icâzet isteyen herkese izin verdim”
şeklindeki bir icâzetin câiz olacağı kabul edilmiştir. Zira burada icâzeti
başkasının arzusuna tâlik mânâsı yoktur, çünkü her icâzetin gereği zâten,
rivâyeti, mücâzün leh’in arzusuna bırakmadır.

Keza: “Falan kimse falan şeyi benden rivayeti
arzu ederse kendisine izin verdim” veya “Sen arzu edersen, sana icâzet verdim”
denmesi halinde mücâz (izin verilen rivâyet) belirlenmiş, tâlik işi de belli bir
şahsın arzusuna yapıldığı için böyle bir icâzetin câiz olduğu söylenmiştir.


6-

Ma’dum’a yâni henüz mevcut olmayana icâzet. Bu şöyle ifade edilmiş olabilir:
“Falanın doğacak çocuğuna izin verdim”. Bu tarzın sıhhati hususunda müteahhirîn
ihtilâf etmiştir. Şaz olarak cevaz veren olmuş ise de sahîh olan bâtıl
olduğudur.

Ancak ma’dum mevcûda atfedilir ve: “Falana ve
nesli devam ettikçe evlad ve soyuna izin verdim” şeklinde olursa caiz olacağını
daha çok kabûl edenler çıkmıştır. Bunlar kendilerine, Ebu Dâvud’un kendisinden
icâzet isteyen bir kimseye: “Sana da, doğacak çocuklarına da izin verdim” sözünü
de delîl olarak gösterirler. Ancak bunun mübâlağa maksadıyla söylenmiş olacağına
dikkat çekilmiştir.


7-

Şeyhin, henüz tahammül etmemiş olmakla beraber ilerde tahammül edeceği
merviyyata verdiği rivâyet iznidir. Kadı İyaz: “Ben bunu tenkîd edeni görmedim,
üstelik müteahhirinden buna başvuran da gördüm” der ve Kurtuba kadısı
Ebu’l-Velîd’in bunu yasakladığını anlatır, kendisi de bunun uygun bir icâzet
olmadığını söyler. Nevevî de: “Doğru olan bu icazetin caiz olmamasıdır” der.

Ancak, şeyh: “Nazarında benden olduğu sabit olan
ve alacak olan bütün rivâyetlerim için sana izin verdim” diyecek olsa bu
icâzetin sahîh olduğu, Dârâkutnî ve başkalarının da yaptığı, Tedrîb’te
belirtilir.


8-

İcâzetü’l-Mücâz’dır. Yani icâzetle tahammül olunmuş rivâyete verilen izindir.
“Bana izin verilmiş olan bütün rivayet için sana izin verdim” demesi veya
“Rivayet etmem için bana icâzet verilmiş olsa bütün rivâyet için sana izin
verdim” demesi ile verilen izindir.

Bu çeşit icâzetin caiz olmayacağına dair Hâfız
Ebu’l Berekât el-Enmârî telifde bile bulunmuştur. Ancak, çoğunluk itibariyle
cevazına hükmedilmiştir.[3]


Dikkat:

Bulkînî’nin de açıkladığı üzere icazetin
tahakkuku için, kendisine icâzet verilen kimsenin (mücâzün-leh) icazeti kabul
etmesi şart değildir. Keza icazeti verdikten sonra şeyh’in bundan vazgeçmesi
icâzeti iptal etmez.

Âlimler: “Mücîzin, izin vermediği şeyi bilmesi,
mücâzun leh’in ilim ehlinden olması müstahsendir” demiştir. Başta İmam Mâlik,
bir kısmı ise bunu şart koşmuştur. İbnu Abdilberr: “Sahîh olan şudur ki “İzin
verilen kimse, nisbet edilmesi müşkil olmayan belli bir sanatta mâhir olmalıdır”
der.[4]

Ğayr-i mümeyyiz çocuk, deli, kâfir, fasık ve
bid’atçıya verilen icâzet ise ihtilaflıdır.

İcazet, hocanın bizzat okuttuğu talebesine,
okuttuklarını rivâyete izin vermesi anlamında gerçekten Müslümanlara has bir
usûldür.

[5]

 



 




[1]

Oldukça detay ihtiva eden icazetin bütün çeşitleri hakkında bilgi için A.
Naim, Tecrid Tercemesi 1, 421-423; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Usulü, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları: 57-58



[2]

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/56-58.



[3]

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/58-61.



[4]

İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/61.



[5]

Sabahaddin Yıldırım, Şamil İslam Ansiklopedisi: 6/87.

İlgili Makaleler