Jannah Theme License is not validated, Go to the theme options page to validate the license, You need a single license for each domain name.

Ay: Ocak 2014

  • HZ.İSA (A.S.) HAYATI

    YİRMİALTINCI
    BÖLÜM
    1

    HZ.İSA (A.S.) 1


     

     

    YİRMİALTINCI
    BÖLÜM

     

    HZ.İSA (A.S.)   

     

    A. Hz. Meryem’in Doğumu

     

    Hz. Süleyman (a.s.)
    neslinden olan Hz. Meryem’in babası­nın adı Imrân,[1]
    annesinin adı ise Hanne’dir. Rivayete göre, Hanne kısır bir kadındı, kocası ve
    o ne kadar arzu etseler de bir türlü çocukları olmuyordu. Buna çok üzülen
    Hanne, bir çocuk sahibi olabilmek için devamlı Allah’a yalvarıyor ve kendisine
    bir çocuk ihsan ettiği takdirde, onu Beytülmakdis’e (Mescid-i Aksa) hizmet ve
    orada ibâdet için adayacağına söz veriyordu. Sonunda duası kabul edildi ve
    hâmile kaldı.

    Yıllarca hasretini çektiği
    çocuğunun doğumunu dört gözle bekleyen Hanne, bu günlerde kocası İmran’m
    vefatıyla sarsıldı. Bundan bir süre sonra bir kız çocuğu dünyaya getirdi.
    Çocuğu­nun kız olduğunu gören Hanne, adağını yerine getirmek husu­sunda
    tereddüde düştü. Çünkü, kadınların Mescid-i Aksâ’nm hizmetinde bulunması
    alışılmış bir durum değildi. Ayrıca özel halleri dolayısıyla bu işe uygun
    bulunmazlardı. Bu düşünce içinde kızma, çok ibâdet eden insan ve hizmetkâr
    anlamına gelen Meryem adını vererek onu ve zürriyyetini şeytandan muha­faza
    buyurması için Allah’a dua eden Hanne, sonunda bu tered­düdünü yendi. Biricik
    kızını, büyük ihtimalle sütten kestikten sonra kız kardeşi İsa’nın Hocası da
    olan Beytülmakdis’in imamı Hz. Zekeriyâ peygambere teslim etti.

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz.
    İsa (a.s.)’m mensup olduğu Allah’ın dinine inanan ve ona sarılan İmran
    ailesinin fazileti, Hz. Mer­yem’in doğumu ve annesi tarafından Beytülmakdis’e
    nezredilmesi, şöyle dile getirilmektedir:

    “Allah, Âdem’i,
    Nuh’u, İbrahim ailesini ve İmrân ailesini bir­birinin soyundan olarak âlemlere
    tercih etti (nübüvveti onlara tahsis ederek âlemlerin özü kıldı). Allah
    işitendir, bilendir.

    imran’ın karısı, ‘Ya
    Rab! Karnımdaki çocuğu, sadece sana hizmet etmek üzere adadım, adağımı benden
    kabul buyur, doğru­su işiten ve bilen ancak sensin!’ demişti. Onu doğurduğunda,
    -Allah onun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu- ‘Ya Rab! Kız do­ğurdum. Erkek,
    kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş
    şeytandan sana sığındırırım!’ dedi.”[2]

    İslâmî kaynaklar, Hz.
    Meryem’in Hz. Zekeriyâ (a.s.)’m hi­mayesine verilmesi konusunda, yahudi din
    adamları arasında çekilen bir kur’adan bahsetmektedirler. Bu haberlere göre
    Mescid-i Aksâ’da ibadetle meşgul din adamları, önceki imamları olan İmran’m
    kızı Meryem’in Hz. Zekeriyâ (a.s.)’ın himayesine bırakılmasına karşı
    çıkmışlardı. Hz. Zekeriyâ (a.s.), “Onu bana bırakınız, onu himayeye en
    lâyık olan benim; çünkü onun teyzesi benim zevcemdir.”[3]
    diyerek Meryem’in kendisine emânet edilmesini isteyince; “Eğer o, üzerinde
    en fazla hakkı olan insana teslim edilecek olsaydı, annesine bırakılırdı.”
    dediler ve onun kime bı­rakılacağını aralarında çekecekleri kur’a ile
    belirlemeyi teklif ettiler. Sonunda üzerlerine isimlerini yazdıkları
    kalemlerini veya oklarını bir ırmağa atmayı ve kiminki suyun üstünde kalırsa
    Meryem’i o hahama emânet etmeyi kararlaştırdılar. Irmağa at­tıkları kalemlerden
    sâdece Hz. Zekeriyâ (a.s.)’a ait olanı su üs­tünde kalınca, bebeği onun
    himayesine vermeye razı oldular.[4]
    Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben, bu olaya İşaret edilerek
    şöyle buyurulmuştur:

    “Bu, sana
    vahyettiğimiz ğayb haberlerindendir: Meryem’e hangisi kefil olacak diye
    kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin, tartışırlarken de orada
    bulunmadın.[5]

    Hz. Meryem, böylece
    Mescid-i Aksâ’da teyzesinin kocası Hz. Zekeriyâ peygamberin gözetiminde iyi bir
    şekilde yetişti. Zamanını ibâdet ve dua ile geçiriyordu. Ona büyük değer veren
    ve yetişmesine büyük itina gösteren Hz. Zekeriyâ {a.s.), onun ibadet etmesi
    için ayrı bir oda/mihrap tahsis etti. Onun mihra­bına[6] her
    girişinde, önceden geçtiği gibi, yanında çeşitli yiyecek maddeleri görür,
    bunların nereden geldiğini sorardı. Meryem ise, bunların Allah tarafından
    gönderildiğini söylerdi:

    “Rabbi onu
    (Meryem’i) güzel bir surette kabul buyurdu. Ve onu güzel bir surette
    yetiştirdi. Onu Zekeriyd’mn himayesine bı­raktı. Zekeriyâ mihraba onun yanına
    her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?’
    diye so­rardı. O da: ‘Bu, Allah’ın katındandır.’ cevabını verirdi. Doğrusu Allah
    dilediğini hesapsız rızıklandınr.[7]  

     

    B. Hz. İsa’nın Müjdelenmesi

     

    Beytülmakdis’te Hz.
    Zekeriyâ (a.s.)’m himayesinde iyi bir

    ‘şekilde yetişen ve
    zamanının büyük bölümünü mihrabında ibâ­det ve tâatla geçiren Hz. Meryem,
    yıllar sonra takvası ve iffetiyle meşhur bir azîze olmuştu. Onda, bir peygamber
    olan Hz. Zekeri­yâ (a.s.)’ı dahî gıbta ettirecek takva alâmetleri görülmeye
    başla­mıştı. Onun bu seçkinliği, nihayet vahiyle belgelendi. Hz. Mer­yem’e
    gelen vahiy meleği Cebrail (a.s.), ona, Allah Teâlâ tarafından seçildiğini ve
    bütün kadınlara üstün kılındığını haber ver­miş, ibâdet ve tâata devam etmesini
    emretmişti:

    “Melekler (yani
    Cebrail) şöyle demişti: Ey Meryem! Allah se­ni seçip tertemiz kıldı. Ve seni
    âlemlerin kadınlarından üstün kıl­dı. Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ.
    O’na secde et ve rükû edenlerle birlikte rüküya git!”[8]

    Allah Teâlâ, kulu ve
    rasülü Hz. İsa (a.s.)’m annesi olmak şerefini ona lütfedecekti. Bu ilahî
    seçilmişlik ve hiç bir kadında görülmemiş bir şekilde Hz. İsa (a.s.)’a anne
    olma şerefini bah­şetmekle, onu bütün dünya kadınlarının efendisi yapacaktı. Ar­tık
    bunun zamanı yaklaşmıştı. Bu günlerden birinde, muhteme­len ibâdet ve tefekkür
    için ailesinden ayrılan Hz. Meryem, doğu istikametinde, onlardan biraz
    uzaklaşmıştı. Onların gözlerinden uzak yalnız başına olduğu bir sırada,
    karşısına aniden bir erkek çıkıverdi. Hz. Meryem, büyük korkuya kapıldı ve
    hemen Allah’a sığındı. Ancak ona bir erkek suretinde görünen bu şahıs, kendi­sinin
    vahiy meleği Cebrail (a.s.) olduğunu söyledi ve Cenab-ı Hak tarafından önemli
    bir görevle gönderildiğini açıkladı. Al­lah’ın ona mübarek bir çocuk
    vereceğini, bu çocuğun mucizeler­le 
    desteklenen  bir  peygamber 
    olacağını  müjdeledi.   Hz.  
    Mer­yem’in, bir bakire olduğu halde nasıl çocuk doğuracağına şa­şırması
    üzerine, Allah’ın buna kadir olduğunu, O’nun olmasını istediği işin ol emriyle
    oluverdiğini söyledi. Sakinleşen ve işini Allah’a havale eden, ancak bu işin
    sıkıntılı olacağını, işin hakikatini bilmeyen insanların, meseleyi düşünmeden
    görünüşe ba­kıp kendisine iftira atabileceklerini bilen Hz. Meryem ile melek
    arasında şu konuşma geçti:

    “Ey Muhammedi
    İnsanlara, Kur’ân’daki Meryem kıssasını anlat. Hani bir zaman Meryem,
    ailesinden ayrılıp, onların bulun­duğu yerin doğu tarafına çekilmişti.
    Ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz, kendisine meleğimiz
    Cebrail’i gönderdik de, ona insan şeklinde göründü. Meryem, ‘Ben, senden Rahman
    olan Allah’a sığınırım. Eğer Allah’tan korkuyorsan, bana dokunma!’ dedi.

    Melek, ‘Ben, Rabbinin
    gönderdiği bir elçiden başkası deği­lim, sana nezih ve kabiliyetli bir çocuk
    bağışlamak için gönderil­dim. ‘ dedi.

    Meryem, ‘Ben
    bakireyim, bana hiç bir beşer dokunmadığı ve iffetsiz biri de olmadığım halde
    nasıl çocuğum olabilir?’ dedi.

    Melek şöyle dedi: ‘Bu
    iş, dediğim gibi olacaktır.’ Çünkü Rdb-bin buyurdu ki: Babasız çocuk vermek
    bana pek kolaydır. Hem biz, onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet
    kılacağız. Ezelde böyle takdir etmişizdir.”[9]

    Görüldüğü gibi, bakire
    Meryem’e, doğumla ilgili tabîî ka­nunların dışında olarak, babasız bir çocuk
    dünyaya getireceği, bu çocuğun nezih, kabiliyetli ve insanlar için bir rahmet
    ve mu­cize olacağı müjdesi verilmişti. Allah Teâlâ tarafından, bu muci­zevî   doğum  
    için   seçilen   Hz.  
    Meryem,   çirkin   hallerden  
    ve yahudilerin iftiralarında ortaya attığı kötülüklerden tamamen uzak
    idi. Dünyada başka bir kadına nasip olmamış bir şekilde Hz. İsa (a.s.)’a anne
    olması dolayısıyla dünya kadınlarına tercih edilmişti. Bu seçilmişliğin
    neticesi olarak, âyette belirtildiği gibi zamanını ibadet ile geçirirdi.
    Allah’ın huzurunda namaz kılan secdeye ve rüküya giden mü’minlerle birlikte
    olur, Beytülmak-dis’te onlarla beraber ibadet ederdi,

    Kur’ân-ı Kerim, bir
    başka yerde, Meryem’e gelen bu mele­ğin, doğacak çocuğun ismini ve diğer bâzı
    özelliklerini de açıkla­dığını bildirmektedir. O çocuğun dünyada ve âhirette
    şerefli ve itibarlı biri olacağını, henüz beşikte iken insanlarla konuşacağı­nı,
    kemâl yaşma ulaşarak onlarla konuşmasını kemâl yaşına vardıktan sonra da devam
    ettireceğini haber vermektedir:

    “Melek (Cebrail)
    demişti ki: ‘Ey Meryem! Allah seni, kendi­sinden bir kelime ile müjdeler ki,
    onun adı Meryem oğlu İsa Me-sih’dir. Dünya ve âhirette şerefli ve Allah’a yakın
    kılınanlardan olacaktır. İnsanlarla, beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacak­tır.
    O, salih kimselerden olacaktır.

    Meryem, ‘Ey Rabbim!
    Bana hiç bir insan dokunmamış iken nasıl çocuğum olur?’ demişti. Melek, ‘Bu
    böyledir. Allah, dilediğini dilediği şekilde yaratır. Bir işin olmasını dilerse
    ona ol der ve o-lur.’dedi.”[10]

    Hz. Meryem’in vukuunu
    düşünemeyeceği şey, şüphesiz ki, Allah için hiç de zor değildi. O’nun ol emri,
    dilediği şeyin hemen olmasına yeterliydi. Cenâb-ı Hak, Hz. İsa (a.s.)’i babasız
    dünyaya getirerek, bir erkek ile bir kadından insan yaratmağa kadir olduğu
    gibi, sadece bir kadından yaratmağa da kadir olduğunu göstermek, bunu, gücünün
    bir delili kılmak istemişti. Nitekim, önceden, beşerin atası Hz. Âdem (a.s.)’ı
    annesiz ve babasız, Hz. Havva’yı da ondan halkederek, her türlü yaratmaya kadir
    oldu­ğunu göstermişti.

    Meryem’e gelen
    Cebrail, ondan doğacak çocuğun mübarek bir İnsan olacağını, daha beşikte iken
    insanlara konuşacağım, Allah’ın ona irâdeyi faydalı işlere sevk eden ve doğru
    düşünmeyi sağlayan ilmî kabiliyet vereceğini, yazı yazmayı, Tevrat ve İncil’i
    okumayı öğreteceğini, mucizelerle desteklenen bir peygamber olarak
    İsrailoğulları’na göndereceğini de haber vermişti:

    “Ona küâbı,
    hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek, israiloğul-ları ‘na şöyle diyen bir
    peygamber kılacak.”[11]

    Kur’ân-ı Kerim, iki
    yerde Hz. Meryem’in iffeti ve Hz. İsa’ya hamile kalışı hakkında bilgi
    vermektedir:

    “Allah, îman
    edenlere namusunu koruyan İmran kızı Mer­yem’i de misâl gösterir. Biz, ona
    ruhumuzdan üfledik. O, Rabbi-nin sözlerini ve kitaplarım tasdik etmişti ve
    itaatkâr olanlardan­dı.”[12]

    “Namusunu koruyan
    Meryem’i de hatırla. Biz, ona ruhu-muzdan üfledik. Onu da, oğlunu da âlemlere
    bir mucize kıldık.”[13]

    Görüldüğü gibi,
    Cenâb-ı Hak, Hz. İsa (a.s.)’m şerefini yü­celtmek için ona kendi ruhundan
    üflediğini belirtmiştir. Bu üf­leme, topraktan yaratılmış Hz. Âdem (a.s.)’ı
    canlı hale getiren ve onu meleklerin secdesine lâyık kılan üflemenin
    benzeridir.[14] Bu husus, Sâd suresinin
    70 ve 71. âyetlerinde şöyle dile getirilmiş­tir:

    “Hani bir zaman
    Rabbin meleklere, ‘Ben, balçıktan bir insan yaratacağım. Şeklini tamamlayıp
    ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.’ demişti.”

    Bu rûh,  bütün eşyayı yaratan Allah’ın ruhudur,  bütün canlılar canlılığını ondan alırlar.
    Biz, aklımızla, bu ruhun veya nefhamn (üfürmenin) hakikatini ya da cansız
    varlıkları nasıl canlı hale getirdiğini kavrayamayız. Yine iffet sahibi bakire
    Mer­yem’in, bir erkekle beraber olmaksızın gebe kalmasının sırrını anlayamayız.
    Bu durum Allah’ın kudretine taalluk eden bir hu­sustur, eşyanın oluşumuyla
    ilgili tabiî kanunların dışındadır. Hz. İsa (a.s.)’m babasız dünyaya gelişi,
    Allah’ın kudretini, O’nun istediği her şeyi istediği zaman ve şekilde yaratmaya
    kadir oldu­ğunu ortaya koyar. Allah’ın kudreti, yeryüzünde cereyan eden maddî
    kanunlarla sınırlı değildir.

    Hz, İsa (a.s.)’m,
    babasız olarak, Meryem’e üflenmiş bir ruh-, tan vücut bulması, ayrıca ruhun
    bedenden ayrı bir varlık oldu­ğunu inkar eden yahûdî toplumunda ruh âleminin
    ilânıdır. İn­sandaki ruhu inkar eden bir topluma ruhun varlığını açıkça ortaya
    koyacak bir mucizedir.[15]

     

    C. Hz. İsa (A.S.)’In Doğumu-Beşikte İken
    Konuşması

     

    Doğum zamanı
    yaklaşınca, Hz. Meryem, kavminin kendisi­ne zina iftirası atmasından korkarak,
    toplumdan ayrılıp uzak bir yere gitti. Doğum sancısı gelince, acıya karşı bir
    destek bulmak üzere, bir hurma ağacının altına sığınıp, ağaca tutunmak zo­runda
    kaldı. Bir yandan doğum sancısı ve yalnızlık, bir yandan da kavminden
    görebileceği hakaret ihtimâli onu iyice bunaltmış­tı. Hatta kendi kendine daha
    önce ölmeyi ne kadar istediğini söylüyordu. Ancak bu duygular içinde doğumu yaptığı
    sırada kendisine seslenildiğini ve güzel müjdeler verildiğini duydu. İşit­tiği
    ses, ona üzülmemesini söyledi ve yakınında bir pınar akıtıl­dığını, hurma
    ağacını silkelediği takdirde yiyeceği hurmaların döküleceğini, bildirdi.
    Hurmalardan yiyip sudan içmesini ve gönlünü hoş tutmasını tavsiye etti. Ayrıca,
    kendisiyle konuşmak ve babasız dünyaya getirdiği bebeği hakkında kendisini
    hesaba çekmek isteyenler olursa, onlara o gün konuşmayacağına dâir

    Allah’a söz verdiğini
    ve  susma orucu tuttuğunu bildirmesini
    söyledi:

    “Nihayet Allah’ın
    emri gerçekleşti. Meryem İsa’ya gebe kal­dı. Hâmileyken insanlardan ayrılıp
    uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu hurma dalına yaslanmaya zorladı.
    Hâline üzülerek, ‘Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’ dedi.[16]

    Melek, Meryem’in aşağı
    tarafından şöyle seslendi;16 ‘Sakın üzülme! Rabbin alt tarafında bir ırmak
    akıttı. Hurma dalını ken­dine göre silkele, üzerine taze ve olgun hurmalar
    dökülsün. Ye, iç, gönlünü hoş tut. Eğer birini görürsen, ‘Rahman olan Allah’a
    sus­ma orucu adadım, bugün kimseyle konuşmayacağım.’ de.”[17]

    Hz. Meryem’e susma
    orucunu tavsiye eden Allah, ona yö­neltilecek sorulara cevap verme
    sorumluluğunu kendi üzerine almıştı.

    Cebrail (a.s.)’m
    sözleri ve kendisine lütfedilenler, Hz. Mer­yem’e cesaret vermişti. Artık
    kavminin karşısına çıkabilirdi. Ço­cuğunu alıp şehre döndü. Ne var ki, önceden
    aklından geçenler başına geldi ve tahmin ettiği şekilde kavminin ağır bir
    ithamıyla karşılaştı. Onun kucağında bir çocukla geldiğini görenler, büyük bir
    öfke ve hayret içinde, çok temiz bir aileden olduğu halde bu kötü fiili nasıl
    işlediğine hayret ettiklerini ve ondan böyle bir şeyi asla beklemediklerini
    söylediler. Bu manzara karşısında Hz. Meryem, çocuğa işaret ederek, verilen
    emir gereğince konuşma­dı. Ancak son derece öfkeli kalabalık, beşikteki çocuğun
    cevap vereceğine inanmadıklarından, Hz. Meryem’in kendilerini alaya aldığını
    sanmışlardı. İşte tam bu sırada, Cenab-ı Hakk’m lütfuyla, beşikteki çocuk Hz.
    İsa (a.s.) dile geldi ve düzgün bir şekilde konuşmaya başladı. Onların
    şüphelerini giderecek kesin bir cevap verdi:

    “Meryem İsa’yı
    taşıyarak kavmine getirdi. Onu elindeki ço­cukla görenler, şöyle dediler: ‘Ey
    Meryem! Doğrusu sen, büyük bir iş yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban
    kötü bir adam değildi, annen de iffetsiz bir kadın değildi.’

    Bunun üzerine Meryem,
    onlara çocuğu işaret etti. Onlar ise, ‘Beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?’
    dediler. Beşikteki İsa dile gelerek şöyle dedi: ‘Şüphesiz ben, Allah’ın
    kuluyum. O, bana mut­laka kitap verecek ve beni peygamber yapacaktır. Beni
    bulundu­ğum her yerde insanlara yararlı, mübarek bir kimse kıldı. Haya­tım
    boyunca namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni an­neme hürmetkar kıldı.
    Beni asla zâlim ve isyankâr yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim
    gün Allah bana se­lâm ve emniyet vermiştir.”[18]

    Henüz yeni doğmuş,
    beşikteki bir bebeğin dile gelip bu hikmetli sözleri söylemesi şeklinde cereyan
    eden bu muazzam olay, yahudilerin ikna olmasına yetmemişti. Bu büyük mucizeye
    rağmen, Hz. İsa (a.s.) ve annesi hakkındaki iftiralarına  ve hakîkati inkârlarına devam ettiler:

    “Ve hakikati
    inkâr ettikleri ve Meryem’e korkunç bir iftira at­tıkları için.”[19]

    Beşikteki bebeğin konuşması,
    ileride kendisinin tanrı ol­duğunu iddia edecek hıristiyanları uyanrcasına,
    Allah’ın kulu olduğunu ve zamanı gelince peygamber olarak görevlendirilece­ğini,
    bu sırada kendisine bir kitabın verileceğini, halk için yarar­lı işler
    yapacağını ve hayatı boyunca namaz ve zekâtla emrolu-nacağını, annesine karşı
    iyi davranan bir evlât olacağını, kibir­den uzak mütevazı ve mülayim bir hayat
    süreceğini söylemesi, dinleyenlere İleriye dönük önemli mesajlar veriyordu. Bu,
    ger­çekten büyük bir mucizeydi ve aklını kullananlara yeterli bir delildi.
    Ancak Hz. İsa(a.s.)’ı dinleyenler bundan yeterli dersi alıp gerçeği gördüler
    mi? Bu durumu ilerleyen sahifelerde ele alaca­ğız. [20]

    D. Peygamberliği Ve Daveti

     

    Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    İsa (a.s.)’m hayatının safhaları, pey­gamberliği ve tebliğ faaliyeti hakkında
    çok az bilgi vermektedir. İncillerdeki bilgiler ise, bir kaç asır boyunca
    yapılan ilâvelerle gerçeklerden büyük ölçüde uzaklaşmış bulunmaktadır. Dolayı­sıyla
    bunlara güvenmek mümkün değildir. Ancak mukayeselerle bâzı doğrular tesbit veya
    tahmin edilebilir.

    Rivayet edildiğine
    göre Hz. Meryem, doğumundan kısa süre sonra, kendisine zina isnadında bulunan
    yahudilerden veya hahamların anlattığı kehânetler sebebiyle kendisini ve
    çocuğunu ölümle tehdit eden Suriye kralı Herodos’tan korkarak, çocuğunu Mısır’a
    götürmüş, bu hükümdarın ölümüne kadar 12 yıl orada kaldıktan sonra tekrar
    Filistin’e dönmüştür.[21]

    İbn Abbas’a
    dayandırılan bir habere göre, Hz. İsa (a.s.), ço­cukluğunda, Allah’ın lütfuyla
    hayret verici şeyler görürdü. Onun bu durumu yahudiler arasında duyulunca, ona
    kötülük yapmak istediler. Hz. Meryem, ona bir kötülük yapmalarından çok kor­kuyordu.
    Neticede Allah Teâlâ, ona oğlunu Mısır’a götürmesini bildirdi ve o da
    emredileni yaptı. Onların gittiği yerin Dı-maşk Gûta’sı veya Kudüs olduğu da
    söylenmiştir.[22]

    Kur’ân-ı Kerim,
    anne-oğula yönelik bu ilahî himaye ve göçe kısaca işaret etmektedir:

    “Biz, Meryemoğlu
    İsa’yı ve annesini bir mucize yaptık. O iki­sini oturmaya elverişli, akarsulu
    yüksekçe bir yerde barındır­dık.”[23]

    Hz. İsa (a.s.), iyi
    bir şekilde büyüdü, O, ağırbaşlı ve keskin anlayışlı bir çocuktu. Rivayete
    göre, annesi Filistin’e döndüğün­de, 13 yaşma ulaşmış oğlunu, doğduğu köy olan
    Nâsıra’ya gö­türdü. Hz. îsa (a.s.), 30 yaşına ulaşıncaya kadar bu kasabada
    yaşadı. Ne var ki, hayatının bu 17 yıllık süresi hakkında kay­naklarda bilgi
    bulunmamaktadır. Hz. İsa (a.s.) 30 yaşında iken peygamberlik görevine getirildi
    ve insanları Allah’ın birliğini ka­bule davetle emrolundu. Kendisine hikmet
    verildi, Tevrat öğre­tildi ve İncil vahyedildi.

    “O peygamberlerin
    peşinden, kendinden önceki Tevrat’ı tas­dik eden Meryem oğlu İsa’yı gönderdik.
    Ve ona, içinde hidâyet ve nur olan ve kendinden önceki Tevrat’ı tasdik eden,
    Allah’tan kor­kanlar için bir hidâyet rehberi ve bir nasihat olan İncil’i
    verdik. İncil’e tâbi olanlar, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler.
    Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlere gelince, işte onlar, füsıklann tâ
    kendileridir.[24]

    Yahudilerin Hz. İsa
    (a.s.)’a iman etmeleri aslında çok kolay olmalıydı. Çünkü o, ümmetine kolaylık
    olmak üzere kaldırılan bazı hükümler dışındaki bütün hususlarda onların kitabı
    Tev­rat’a tâbi olan bir peygamberdi. Bu âyette geçtiği gibi, sık sık Tevrat’ı tasdik
    edici olarak gönderildiğini hatırlatıyordu. Davetini yürütürken, insanları
    kendisine tâbi olmaya çağırıyor, yahudileri içine düştükleri sapıklıklardan
    kurtarmaya gayret ediyordu. Haram ve helâl hususunda anlaşmazlığa düştükleri
    meseleleri açıklıyor, sonradan uydurdukları haramların aslında helâl olduğunu
    söylüyordu;

    “İsa, kavmine
    apaçık mucizelerle geldiği zaman demişti ki: Size hikmetle ve ayrılığa
    düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıkla­mak üzere geldim. Allah’a karşı
    gelmekten sakının, bana itaat edin. Doğrusu Allah benim de Rabbimdir, sizin de
    Rabbinizdir, artık O’na kulluk edin, doğru yol budur.[25]

    Hz. İsa (a.s.)’m kavmi
    İsrailoğulları, Hz. Musa (a.s.)’dan sonra kendilerine çok sayıda peygamber
    gönderildiği halde, din­lerinden büyük ölçüde sapmış ve onu tahrif etmiş
    bulunuyor­lardı. İçlerinde Sadûkîler olarak bilinen genellikle zengin ve aris­tokrat
    yahûdilerden oluşan gurup, ruhun ölümsüzlüğünü, Kı­yameti ve Ahiret gününde
    hesaba çekilmeyi inkar ediyorlardı. Onlar, insanların yaptıkları iyi işlerin mükafatını,
    kötü işlerin cezasını dünyada gördüklerine inanıyorlardı. Tapınak görevle­rinde
    hâkim durumda olan bu gurup, dinin ahkâmını değiştir­mişler, dünya zevk ve
    lezzetlerine dalarak, dini bir takım sem­boller ve şekillere indirgemişlerdi.
    Tanrı Yahve ye ancak mabedin hizmetinde bulunan rahiplerle ulaşılabileceğine
    inanıldığı için, onların önemi son derece artmış bulunuyordu. Günlük
    takdimeleri onlar sunuyor, kanunların icrasını onlar takip edi­yordu. Kudüs
    mabedinin hizmetini yürütmekle hem maddî hem de manevî imtiyaza sahip bulunan
    Sadûkîler, materyalist bir zihniyet taşıdıkları için, Hz. İsa (a.s.)’a şiddetle
    karşı çıktılar. Ferisîler denilen orta sınıfa mensup bir gurup yahudi ise, Yahu­di
    şeriatına bağlılıkları ve dindarlıklarıyla biliniyorlardı. Onlar, meleklere,
    ölümden sonra dirilmeye ve ruhun Ölümsüzlüğüne ve kadere inanıyorlardı. Bu
    mezhep mensupları da, sadece Tora’ya ve Yahudi geleneğine bağlı kalmak
    gayretiyle, Hz. İsa (a.s.)’ın dâvetine olumlu bakmamışlardır. Essenîler denilen
    cemâatin mensubu olan yahûdiler ise, zâhidâne bir hayat süren ruhban­lar
    olarak, hayvan boğazlamayı reddeder, kurbanlarını dahi bit­kilerden takdim
    ederlerdi. Bu gurup mensupları, ruhun ölüm­süzlüğüne, yeniden dirilmeye ve
    âhirete inanırlardı. Essenîler’in, Hristiyanlığı kendilerine yakın bulduğu
    söylenmektedir. İşgalci Roma kuvvetlerine düşmanlıklarıyla meşhur
    dindar-milliyetçi yahudilerin teşkii ettiği Zelotesler cemâatinin de, özellikle
    canlı tuttukları mesih inancı dolayısıyla hıristiyanlarla bir yakınlık içinde
    olduğu bilinmektedir.[26]

    Hahamlar ve mâbed
    görevlileri, Tevrat’ı değiştirmekten, Al­lah’ın sözlerinin yerine kendi
    sözlerini koyarak para kazanmak­tan kaçınmazlar, aksine bunu bir meslek haline
    getirirlerdi. Ha­zinelerini doldurmak için, fakir fukarayı mabede kurban ve he­diyeler
    sunmaya teşvik ederlerdi.[27]
    Onların bu tavrı, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:

    “Ey iman edenler!
    Hahamlar ve papazlardan pek çoğu hak­sız yere insanların mallarını yerler.
    Onları, Allah’ın yolundan alı-koyarlar. Ey Muhammedi Altın ve gümüşü biriktirip
    Allah yolunda sar/etmeyenleri can yakıcı bir azap ile inzâr et.[28]

    Bu dönemde, toplumda
    gelir dengesi altüst olmuş, büyük çoğunluk fakirlikle boğuşurken idareciler ve
    din adamlarından meydana gelen varlıklı üst sınıf, lüks ve sefahate dalmıştı,
    Top­lumda ahlâksızlıklar, yolsuzluklar ve hastalıklar yaygın hâle gelmişti. Tıp
    ilminin ilerlemesine rağmen hastalıkların önü alınamıyordu. Yahudiler arasında
    zulüm ve haksızlıkların ya­yılması ve haram-helâl anlayışının bozulması
    hakkında şöyle buyurulmaktadır:

    “Yahudilerin
    zulmetr leleri ve birçok kimseleri Allah’ın yo­lundan alıkoymaları,
    yasaklandıkları halde faiz almaları ve in­sanların mallarını haksız yere
    yemeleri sebebiyle daha önce ken­dilerine helâl kılınan temiz şeyleri haram
    kıldık. Onlardan kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.”[29]

    Aslen bir yahudi olan
    ve yahudi toplumu içinde büyüyen Hz. İsa (a.s.), davetini böylesine bozulmuş
    bir çevrede yürütü­yor, insanlara Allah tarafından görevlendirilen bir
    peygamber olduğunu, yeni bir din icad etmeyip önceki peygamberleri ve Tevrat’ı
    tasdik etmekle vazifelendirildiğini ve Tevrat’ta yapılan değişiklikleri
    düzeltmek üzere gönderildiğini söyleyerek, insanla­rı Allah’ın birliğini
    kabule, O’na kulluğa ve sadece O’nun emirle­rine itaate çağırıyordu. İçinde
    bulundukları kötülüklerden sa­kındırıyor, âhirete iman etmeye ve o gün için
    hazırlık yapmaya davet ediyordu. Gurur ve kibiri, israf ve lüksü terkedip, zühd
    ve tevekküle, mütevâzi bir hayata çağırıyordu. Zulmü bırakmaları­nı ve
    aralarında iyi geçinmelerini istiyordu. [30]

     

    E. Hz. İsa’nın Havarileri

     

    İnciller’de
    anlatıldığına göre, insanları uyaran Hz. İsa (a.s.), arkasına takılan
    kalabalıklarla birlikte dolaşıyordu. Bu sırada akıl hastalarını, felçlileri ve
    diğer hastaları tedavi ediyordu. Has­taların tedavisinde gösterdiği bu
    fevkalâde başarı, bütün Suri­ye’de duyulmuştu. Çeşitli yörelerden akın akın
    hastalar ona geliyor veya getiriliyordu.[31] Bu
    arada ona iman edenlerin sayısı da giderek artıyordu. Onun yalan arkadaşları
    olan havariler, bütün zamanlarını onunla birlikte geçiriyor, davet faaliyetinde
    ona yardımcı oluyorlardı.. Havariler, Hz. İsa (a.s.)’a iman ederek, Allah
    rızası için onu destekleyen ve ona yardımcı olan yakın ar­kadaşlarıdır.[32]
    Onların oniki kişi olduğu rivayet edilir. Dini yay­mak için etrafa gönderilmiş
    olmalarından “İsa’nın elçileri” diye de anılırlar. Kur’ân-ı Kerim,
    onlarla Hz.İsa (a.s.) arasında geçen bâzı konuşmaları nakletmiştir. Bu
    konuşmalarda, onların Al­lah’a ve rasülü Hz. İsa (a.s.)’a iman ederek Müslüman
    oldukları­nı açıkladıkları, Allah’a ve rasülüne itaat edeceklerine söz ver­dikleri,
    Hz. İsa (a.s.)’dan imanlarına şahitlik etmesini istedikleri görülmektedir. Yine
    Allah’tan kendilerini, Allah’ın birliğine şehâdet eden melekler, peygamberler,
    ilim sahipleri ve özellikle ahirette bütün ümmetlere şahitlik edecek son
    Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ümmeti[33] ile
    birlikte yazması için niyazda bulundukları anlaşılmaktadır:

    “İsa insanların
    inkârlarım hissedince, ‘Allah uğrunda yar­dımcılarım kimlerdir?’ dedi.
    Havariler, ‘Biz Allah’ın dininin yar­dımcılarıyız, Allah’a inandık, müslüman
    olduğumuza şahid ol. Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık, Peygambere uyduk;
    bizi şa­hit olanlarla beraber yaz.’ diye cevap verdiler.”[34]

    “Hatırla o ânı
    ki, hani havarilere, ‘Bana ve peygamberime iman edin.’ diye vahy (ilham)
    etmiştim. Onlar da, ‘İman ettik, şa­hit ol ki, biz Müslümanız.’ Demişlerdi.[35]

    Yüce Allah,
    Havâriler’i biz müslümanlara örnek göstermiş, onlar gibi Allah’ın dininin
    yardımcıları olmamızı emrederek şöyle buyurmuştur:

    “Ey iman edenler!
    Allah’ın dininin yardımcıları olun. Nitekim Meryemoğlu İsa da havarilerine,
    ‘Allah’a giden yolda benim yar­dımcılarım kimdir?’ diye sorunca, havariler,
    ‘Allah’ın dininin yar­dımcıları biziz.’ demişlerdi. Bunun üzerine
    İsrailoğullan’ndan bir gurup iman etmiş, bir gurup da inkâr etmişti. Ama biz,
    iman eden­leri düşmanlarına karşı destekledik de muzaffer oldular.[36]

    Hz. İsa (a.s.),
    davetini yürütürken, kendisine karşı zaman zaman işbirliği yapan iki önemli
    muhalefetle karşılaştı. Muhale­fetin şiddetli kanadını, dinleri adına onun
    davetini engellemeye çalışan yahudîler teşkil ediyordu. Diğer muhalif gurup
    ise, o sırada Filistin ve çevresini işgal altında tutan Romalı idareciler idi,
    Yahudi hahamlarının Hz. İsa (a.s.) ve Hıristiyanlığı Roma idaresine karşı bir tehdit
    olarak göstermeye alışmaları, onları etkilemişti. [37]

     

    F. Mucizeleri

     

    Hz, İsa (a.s.)’ın
    davetini reddeden inkarcılar, onu zor du­ruma sokmak için, kendisinden mucize
    göstermesini istemeye başlamışlardı. Bu durum karşısında Allah Teâlâ,
    lütfettiği bü­yük mucizelerle onu destekledi. Ona pek çok mucize lütfetti ki,
    onun meşhur mucizeleri şunlardır:

    1. Çamurdan
    yaptığı kuşların, onun üflemesi üzerine can­lanıp uçması.

    2. Doğuştan
    kör olanların gözlerini sıvazlayarak görmeleri­ni sağlaması.

    3. Alaca
    hastalığına tutulanları eliyle tedavi etmesi.

    4. Seslenmek
    veya dokunmak suretiyle Ölüleri diriltmesi.

    5. İnsanların
    evlerinde yedikleri veya gizledikleri şeyleri bi­lerek onlara açıklaması.

    6. Duası
    üzerine gökyüzünden mükemmel bir sofra indi­rilmesi.

    Hz. İsa (a.s.)’a
    verilen bu mucizelere, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle işaret edilmiştir:

    “Ben size
    Rabbinizden bir âyet (mucize) ile gönderildim. Ben size çamurdan kuş gibi bir
    şey yapıp ona lifleyeceğim, Allah’ın izniyle, hemen canlı bir kuş olacaktır.
    Körleri, alaca hastalığına yakalanmış olanları iyileştiririm. Allah’ın izniyle,
    ölüleri diriltirim; yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber
    veririm. İnanmışsanız bunda size bir delil vardır.

    Benden Önce gelen
    Tevrat’ı tasdik etmekle beraber size ya­sak edilenlerin bir kısmını helal
    kılmak üzere, Rabbinizden size bir delil getirdim. Allah’tan sakının ve bana
    itaat edin; çünkü Al­lah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk
    edin. İşte dosdoğru yol budur.[38]

    Hz. İsa (a.s.), tıp
    ilminin son derece ilerlediği bir zamanda gönderildiği için, bu alandaki
    mucizelerle desteklenmişti. Ona lütfedilen bu mucizeler, her zaman olduğu gibi,
    herhangi bir insanın veya doktorun gerçekleştirmesi mümkün olmayan hari­kulade
    işler cinsindendi ve aklını kullanan herkes, bu mucizele­rin ancak Allah’ın
    yardımıyla meydana gelebileceğini anlayabi­lirdi. Hz. İsa (a.s.), çamurdan bir
    kuş yapar ona üfleyince canla­nıp uçardı. Yine Allah’ın izniyle, doğuştan kör
    olanların gözlerini iyileştirir, alaca hastalığına tutulanları tedavi eder;
    hattâ ölüleri diriltirdi. Yanına gelenlere ne yediklerini ve evlerinde ne
    biriktir­diklerini haber verirdi. Bu mucizeleri kendisinin yapmasının imkansız
    olduğunu ve bunları ancak Allah’ın emri ve izniyle yaptığını söyleyerek,
    insanları Allah’a kul olmaya ve O’na itaat etmeye çağırırdı.

    Hz. İsa (a.s.)’a
    verilen bu mucizeler, ruhu inkârın yaygın olduğu bir ortamda, ruhun varlığını
    açıkça gösteren kesin delil­ler nev’indendi. Çamurdan yaptığı bir kuşa
    üfleyince canlanıp uçuyor, çağırdığı ceset canlanıp konuşuyordu. Bu, ancak ça­murdan
    yapılmış kuşa veya cansız cesede yeniden ruh verilme­siyle olabilirdi. O, bu
    mucizelerle bir taraftan Allah’ın ölüleri diriltmeye kadir olduğunu bir
    taraftan da âhiretin varlığını ispat etmiş oluyordu. Zira o dönemde yahudilerin
    ekserisi, Âhiret gü­nünü inkâr ediyordu. Onlar, yeniden diriltilip hesaba
    çekilecek­lerine inanmıyorlardı.[39]

    Kur’ân-ı Kerim, onun
    mucizelerinden bir başka yerde şöyle bahsetmiştir:

    “Allah şöyle
    demişti: Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi an! Seni Ruhulkudüs
    (Cebrail) ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun.
    Sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Sen iznimle çamurdan kuş
    gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle canlanıp kuş olmuş­tu; anadan doğma
    körü, alaca hastalığına yakalanmış olanı iz­nimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle
    diriltiyordun. îsrailoğullan’na mucizelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler,
    ‘Bu apaçık bir büyüdür.’ dediklerinde, onların sana zarar vermelerini önlemiş­tim.[40]  

     

    Gökten İnen Sofra

     

    Rivayet edildiğine
    göre, havariler, içinde bulundukları maddî imkansızlık ve açlık yüzünden, Hz.
    İsa (a.s.j’a başvurarak kendilerine gökten bir sofra indirilmesi için Allah’a
    duâ etmesini istemişlerdi. Bu sofradaki yemekleri yiyecekler, kazandıkları güç
    ve kuvvet sayesinde Allah’a daha fazla ibâdet edeceklerdi.[41] Hz.
    İsa (a.s.), bunun kendileri için bir imtihan, bir fitne kılınmasın­dan
    korktuğunu belirterek önce bundan kaçındı. Onlara, ger­çekten inanıyorlarsa
    rızık hususunda Allah’a güvenmelerini tav­siye etti. Ancak havariler,
    isteklerinden vazgeçmediler ve gökten gönderilecek rızığa saygı gösterip onunla
    ihtiyaçlarını giderecek­lerini, bu sayede peygamberliğine olan îmanlarının daha
    da kuvvetleneceğini ve bu sofrayı peygamberliğini tasdik eden kesin bir mucize
    kabul edeceklerini söylediler. Onların niyetini hâlis bulan Hz. İsa (a.s.),
    sonunda tekliflerini kabul etti. Allah’a yalva-rarak, havariler ve açlık içinde
    bulunan diğer fakirler için, muci­ze olarak gökten bir sofra göndermesini, bu sofranın
    öncekiler ve sonrakiler için bir bayram kılınmasını istedi. Onun dileğini kabul
    eden Allah Teâlâ, bu sofrayı indireceğini; ancak onu inkâr edecek olanları, hiç
    kimseye vermediği ağır bir ceza ile cezalan­dıracağını açıkladı. Kur’ân-ı
    Kerim’de, havarilerin bu istekleri ve söz konusu sofra hakkında şu bilgi
    verilmiştir;

    “Hani havariler,
    ‘Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin, gökten bize bir sofra indirmeye güç yetirebilir
    mi?’ demişlerdi. O da, ‘Eğer iman ediyorsanız, Allah’tan korkun!’ demişti.
    Bunun üzerine dedi­ler ki: ‘O sofradan yemeyi, kalblerimizin huzura kavuşması,
    senin bize doğru söylediğini bilmek ve ona şahidlik edenlerden olmak maksadıyla
    istiyoruz.’

    Meryem oğlu İsa şöyle
    dedi: ‘Ey Rabbimiz olan Allahım! Gökten bize bir sofra indir ki, bizden öncekilere
    de sonrakilere de, bir bayram ve senin katından bir mucize olsun. Bizi
    rvzıklandır. Sen, nzık verenlerin en hayırlısısın,’ Allah, ‘Ben, o sofrayı size
    indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse, âlem­lerden hiç
    kimseye vermeyeceğim bir azapla azaplandınrım.’ de­di.[42]

    Kur’ân-ı Kerim’de
    havarilerin istemiş olduğu mucize sofra hakkındaki bilgi bundan ibarettir.
    Âyetlerde, bu sofranın gönde­rildiğini bildiren açık bir ifâde yoktur. Bu
    yüzden, müfessirler, sofranın gönderilip gönderilmediği hususunda ihtilâfa
    düşmüş­lerdir. Ancak Taberi ve İbn Kesir başta olmak üzere müfessirle-rin büyük
    ekseriyeti, sofranın gönderildiği ve onu inkar edenle­rin şiddetle
    cezalandırıldığı görüşündedirler.[43]

    Bâzı rivayetlere göre
    ise, böyle bir mucize verildiği takdirde, onu inkâr edeceklerin azaba
    çarptırılacaklarını öğrenen havari­ler isteklerinden vazgeçmişler ve neticede
    sofra gönderilme­miştir.[44]  

     

    G. Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Geleceğini
    Müjdelemesi

     

    Tevrat’ı tasdik
    etmekle mükellef olan Hz. İsa (a.s.)’m insan­lığa tebliğ etmekle yükümlü
    kılındığı önemli vazifelerinden biri de, ümmetine, kendisinden sonra Ahmed yani
    Muhammed is­minde bir peygamberin gönderileceğini müjdelemekti. Cenab-ı Hak, bu
    hususu, onun diliyle hikâye ederek şöyle buyurmuştur:

    “Meryem oğlu İsa,
    ‘Ey İsrailoğullan! Doğrusu ben, Allah’ın, benden önce gelmiş olan Tevrat’ı
    doğrulamak ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
    müjdelemek için size gönderilmiş olan peygamberiyim.’ demişti. Ama o İsa’nın
    müjde­lediği peygamber, kendilerine apaçık delillerle geldiği zaman, ‘Bu,
    apaçık bir sihirdir’ dediler.”[45]

    Bu âyette, Hz. İsa
    (a.s.), aslî görevleri arasında olan iki hu­susa İşaret etmiştir. Birincisi
    kendisinden önce gönderilen Tev­rat’ı tasdik etmek, ikincisi de, kendisinden
    sonra gelecek Ahmed isimli peygamberi müjdelemek. Hz. İsa (a.s.), böyle
    söylemiş ol­duğu halde, yahudiler gibi, hristiyanların çoğu da, Hz. İsa
    (a.s.)’m Rasülullah (s.a.v.) hakkında vermiş olduğu bu müjdeyi gizlemişler veya
    tahrif ve inkâr yoluna gitmişlerdir. Peygamberi­miz (s.a.v.)’in davetiyle
    karşılaştıklarında, onu sihirbazlıkla it­ham etmişler ve, “Bu Ahmed, o
    müjdelenen Rasül değil, bu şahıs açık sihirlerle bizi. aldatmak istiyor”
    diyerek hainlik etmişlerdir. Ancak onlar, İncillerde Rasülullah (s.a.v.)’den bahseden
    ve onu müjdeleyen bilgileri ne kadar tahrif etmeye çalışmış olsalar da, bugün
    ellerinde bulunan muharref İncillerde dahî onun hakkın­da gerçeği açıkça ortaya
    koymaya yetecek miktarda bilgi bulunmaktadır.[46]

    Rasülullah (s.a.v.)
    de, kendisini müjdelemiş olan Hz. İsa fa.s.) hakkında şöyle demiştir:

    “İsa’ya
    insanların en yakını benim. Peygamberler baba bir kardeştirler. Benimle İsa’nın
    arasında peygamber yoktur.”[47]

     

    H. Hz. İsa (A.S.)’A Kurulan Tuzak Ve
    Gökyüzüne Ref’i

     

    İsyanları ve azgınlık
    sebebiyle Allah’ın lanetini hakeden ve peygamberlerinin diliyle lanetlenen
    yahudiler[48] büyük ekseriyet­le,
    gösterdiği açık mucizelere rağmen, Hz. İsa (a.s.)’m davetini reddederek ona
    düşman kesildiler. İçinde bulundukları kötülük­leri işlemeye devam ettiler ve
    onu davetten vazgeçirmek için her türlü kötülüğe başvurdular. Önceki
    peygamberlere yapmış ol­dukları kötülükleri ona ve ona iman eden az sayıdaki
    arkadaşla- rina yapmaya başladılar. Yahudiler, Hz. İsa (a.s.) ve davetini,
    servetleri ve menfaatleri için büyük bir tehlike olarak görüyor­lardı. Onun
    insanları kanaatkarlığa, iffet ve zühde davet ederek onları faiz, rüşvet ve
    zulmü terke çağırması, bundan zarar göre­cek üst tabakayı harekete
    geçirmişti.  Onu Romalı idarecilere
    şikâyet ederek, insanları saptıran, halkı birbirine düşüren, baba ile evladının
    arasını ayıran ve halkı idarecilere karşı isyana çağı­ran birinin ortaya
    çıktığını söylediler. Roma Kayser’inin saltana­tını ortadan kaldırmak için
    çalıştığını yaydılar. Ona çok ağır bir İftira atarak, veled-i zina olduğunu
    söylediler. Jurnalciler neticede,  
    maksatlarına  nail   olmuşlar,  
    Romalı   idarecileri   Hz.  
    İsa (a.s.)’in peşine takmışlar, onun ölüm fermanını çıkartmışlardı.

    Hz. İsa (a.s.)’ı ölüm
    cezasına çarptırmaya karar veren Ro­malı yönetici, bir askeri müfrezeyi onu
    yakalayıp getirmekle gö­revlendirmişti. Askerler onun evini kuşatmış hücuma
    hazırlanı­yorlardı. Ancak Cenab-ı Hak, onların tuzaklarını boşa çıkardı,
    sevgili peygamberi Hz. İsa (a.s.)’ı gökyüzüne kaldırarak onların elinden
    kurtardı. İçeri girenler, Allah tarafından ona benzetilen birini İsa zannederek
    yakalayıp çarmıha gerdiler. Allah Teâlâ, tuzaklarını aleyhlerine çevirip
    nebisini onlardan kurtarmış ve onu öldürdüklerini zanneden bu şaşkınları
    sapıklık içinde bı­rakmıştı:

    “Onlar tuzak
    kurdular, Allah da onlan kurdukları tuzağa düşürerek cezalandırdı. Allah, tuzak
    kuranların cezasını en iyi verendir, Allah demişti ki: ‘Ey İsa! Seni eceline
    kavuşturacak olan benim. Seni kanma yükselteceğim, seni inkâr edenlerden
    tertemiz olarak ayıracağım. Sana uyanları, Kıyamet gününe kadar, inkâr
    edenlerin üstünde tutacağım.^ Sonra dönüşünüz banadır. Ayrılığa düştüğünüz
    hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkâr edenleri de dünya ve dhirette şiddetli
    azaba uğratacağım. Onların hiç yar­dımcıları olmayacaktır.’ İnanıp yararlı iş
    işleyenlere gelince, Allah, onların ecirlerini tastamam verecektir. Allah
    zâlimleri sev­mez. )[49]

    Âyette belirtildiği
    gibi, içeri giren askerler Hz. İsa (a.s.)’ı de­ğil, ona benzetilen birini
    öldürmüşlerdi. Dolayısıyla Hz. İsa (a.s.)’m o sırada Allah tarafından
    öldürülmekten kurtarıldığı kesindir ve bu hususta İslâm alimleri arasında bir
    ihtilâf yoktur. Ancak âyette geçen “Yâ İsa! İnnî müteveffike ve râfi’uke
    üeyye= Ey İsa! Ben, seni vefat ettireceğim ve seni katıma yükselteceğim”
    ibaresi, müfessirler tarafından farklı şekillerde anlaşılmış, bu yüzden Hz. İsâ
    (a.s.)’m Allah’ın katma yükseltilme keyfiyeti ve ne zaman öleceği meselesi
    tartışma konusu olmuştur. Müfessirler, bu ifâdenin tefsiri hususunda çeşitli
    görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden bâzıları şöyledir:

    1. Bu ibare
    ile, Hz. İsa (a.s.)’m o anda Allah nezdine kaldırılacağı, daha sonra vefat
    zamanı yaklaşınca yeryüzüne indirilip vefat ettirileceği kastedilmiştir. Buna
    göre ifâdede takdim ve te’hir vardır: Takdiri, “înnî râfi’uke İleyye ve müteveffike
    ba’de zâlike=Ben seni katıma yükselteceğim ve daha sonra vefat ettire­ceğim”
    şeklindedir.

    Yâni Yüce Allah, Hz.
    İsa (a.s.)’ı kafirlerin öldürmesinden kurtararak nezdine kaldırmıştır, ölüm
    vakti gelince, onun ecelini normal bir ölüm şeklinde Azrail vasıtasıyla
    verecektir. Dolayısıy­la o suikast sırasında ölmemiş, olaydan önce Allah katma
    yük­seltilmiştir. Düşmanları ise ona benzetilen birini Hz. İsa fa.s.)
    zannederek çarmıha germek suretiyle öldürmüşlerdir. İslâm âlimleri arasında
    meşhur olan görüş de budur.[50]

    2.
    “Müteveffike=senin ecelini vereceğim” ifadesiyle, ölüm ve­fatı değil,
    dünyadan semâya kaldırılması kastedilmiştir. Taberi, bu görüştedir.

    3.  Buradaki ölümle uyku kastedilmiştir. Bu
    görüşte olan müfessirler, Kur’ân-ı Kerim’de ölümün uyku mânâsına kullanıl­dığı
    şu âyetleri görüşlerine delil gösterirler:

    “Geceleyin sizi
    öldüren (öldürür gibi uyutan, sizi her türlü tasarruftan alıkoyan), gündüzün ne
    elde ettiğinizi bilen O’dur. Sonra tayin edilen vâdenin tamamlanması için sizi
    gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Nihayet O,
    yaptıklarınızı size haber verecektir. “[51]

    “Allah,
    insanların ruhlarını ölüm anında alır. Henüz ölmemiş dirilerin ruhlarım da
    uyurken alır. Uyurken eceli gelenlerin ruhla­rını bedene göndermeyip tutar,
    eceli gelmeyenlerin ruhlarını ise, belli bir vakte kadar bedene iade eder.
    Şüphesiz ki, bunda, dü­şünen bir kavim için nice büyük deliller ve ibretler
    vardır.[52]

    Görüldüğü gibi, bu iki
    âyette uyuyanlar, ruhları o sırada alındığından, uykuda iken hiç bir şey
    düşünemedikleri ve ya­pamadıkları için ölülere benzetilmişlerdir. Bu âyetleri
    delil kabul eden müfessirler, Hz. İsa (a.s.)’m, kendisine bir korku ulaşma­ması
    için uyutularak gökyüzüne kaldırıldığını ileri sürmüşlerdir.

    Bu görüşü tercih eden
    müfessirlerden İbn Kesir şöyle der: “Sa­hih olduğunda kesinlik olan görüşe
    göre, Allah, İsa’yı uyku ile öldürdükten sonra gökyüzüne kaldırmış, onu,
    kendisine eziyet etmek için zamanın kâfir idarecilerine jurnalleyen yahudilerin
    yapmak istediği kötülüklerden kurtarmıştır,”[53]

    4. “Müteveffîke=senin
    ecelini vereceğim” ifadesiyle, doğru­dan Hz. İsa (a.s.)’m vefatı
    kastedilmiştir. Dolayısıyla o da diğer peygamberler gibi vefat etmiştir. Bu
    ifâdeden sonraki  ‘Allah’ın onu kendi
    katına yükseltmesi” sözüyle  ise,  onun ölümünden sonra, Allah katında yüksek
    derecelere çıkarılması kastedilmiş­tir. Bu bakımdan onun durumu, Hz. İdris
    (a.s.)’ın durumundan farksızdır. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. İdris (a.s.) hakkında
    şöyle buyurmaktadır: “Onu yüksek bir mekâna çıkardık.”[54]

    5. Seni
    vefat ettireceğim” ifadesiyle, ruhunun geçici bir sü­re için alınması
    kastedilmiştir. Bu görüşü benimseyenlere göre, Cenab-ı Allah, Hz.  İsa (a.s.)’ı semâya yükseltinceye kadar üç
    veya yedi saatlik bir süre için vefat ettirmiştir. Ancak bu ihtimâl zayıf
    görülmüştür.[55]

    İslâm alimleri,
    Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda verilen bilgiler açık ve kesin olmadığı için, söz
    konusu ibareden bu farklı so­nuçları çıkarmışlardır. Kesin olan tek durum, Hz.
    İsa (a.s.)’ın aşılmadığı ve ona benzetilen birinin çarmıha gerildiği hususu­dur.
    Konunun diğer yönleri, ihtilâfa açık bulunmaktadır. Bu­nunla birlikte o, az
    önce belirttiğimiz gibi, müfessirlerin ekseri­yetine göre, cismi ve ruhu ile
    Allah’ın katma çıkarılmıştır. Ancak bâzı müfessirler, sâdece ruhunun
    yükseltildiği neticesine ulaş­mışlar ve Yüce Allah’ın, mütecavizlerin elinden
    kurtarmak sure­tiyle onu manevî derecelere yükselterek şanını yücelttiğini
    ileri sürmüşlerdir.[56]

    Hz. İsa (a.s.)’m
    asılmaktan kurtarıldığı gerçeği, Kur’ân-ı Kerim’de şu kesin ifadelerle de
    açıklanmaktadır:

    “Yine (Yahudilerin)
    inkârları ve Meryem’e büyük bir iftirada bulunmaları ve, ‘Biz, Allah’ın
    peygamberi Meryem oğlu îsa Mesih’i öldürdük.’ demeleri yüzündendir. Oysa, onu
    ne öldürdüler, ne de astılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Onda
    anlaşmazlı­ğa düşenler, bundan dolayı şüphe içindedirler. O hususta tahmin
    peşinde gitmekten başka bilgileri yoktur. Kesin olarak onu öldür­mediler.
    Hayır, Allah onu kendi katına kaldırdı. Allah gerçekten kudret ve hikmet
    sahibidir.[57]

    Müfessirlerin görüş
    ayrılığına düştüğü bir konu da, âyette­ki benzetme işi ve Hz. İsa (a.s.)’a
    benzetildiği için öldürülen şah­sın kimliğidir. Elmalılı, benzetme konusundaki
    görüşlerden iki­sini, başlıca iki görüş başlığıyla özetlemiştir. Bu iki görüş
    şöyle­dir:

    1. Kelâm
    alimlerinin birçoğuna göre, yahudüerin öldürmek istediği Hz. İsa fa.s.), o
    esnada Allah tarafından göğe kaldırılmış­tır. Bunun üzerine halkın fitneye
    düşmesinden ve kendilerinin karşısında yer almasından korkan yahudi reisleri,
    bir insan ya­kalayıp onu öldürüp asmışlar, ardından o şahsın Hz. İsa (a.s.)
    olduğunu söyleyerek halkı aldatmışlardır. Halkın çoğunun Hz. İsa (a.s.)’ı
    şahsen tanımaması onların işini kolaylaştırmıştır.

    2. Başka bir
    İnsan, Allah Teâlâ tarafından Hz. İsa (a.s.)’a benzetilmiş ve katillerce Hz.
    İsa (a.s.) zannıyla öldürülüp asıl­mıştır. Asılan bu şahsın kimliği hususunda
    ise dört görüş nak­ledilmiştir:

    a. Yahudi
    reislerden Yahuda, hakkında ölüm kararı verdik­leri Hz. İsa (a.s.)’ı,
    havârîleriyle birlikte bulunduğu evden alıp getirmek üzere adamlarından birini
    göndermiştir. Ancak bu şa­hıs eve geldiği esnada Hz. İsa (a.s.) Allah
    tarafından evin tava­nından çıkarılıp kurtarılmış, onu götürmek üzere eve gelen
    a-dam ise Allah tarafından Hz. İsa{a.s.)’a benzetildiği için kendisini
    gönderenler tarafından öldürülmüştür.

    b. Hz. İsa
    (a.s.)’ı takiple görevlendirilen bir yahudi onun peşinden dağa çıkmıştır. Bu
    esnada Hz. İsa (a.s.) göğe çekilmiş, peşini takip eden bu adam ise ona
    benzetilmiştir, Hz. İsa (a.s.) zannryla yakalandığında, tüm çabalarına ve
    feryatlarına rağmen Hz. İsa (a.s.) olmadığını kimseye kabul ettirememiş ve
    kendi ar­kadaşları tarafından öldürülmüştür.

    c. Hz. İsa
    (a.s.), on arkadaşıyla birlikte bulunduğu bir es­nada  yahudiler  
    tarafından   öldürülmek   üzere  
    yakalanacağını anlamıştır. Arkadaşları arasından bir fedai istemiş
    ve,  “içinizde benim kılığıma
    girerek Cennet’i satın almak isteyen var mı?” diye sormuştur. İçlerinden’
    biri bunu kabul edince Allah, bu fedaiyi Hz. İsa (a.s.)’a benzetmiş, Hz. İsa
    (a.s.) göğe kaldırılırken ona benzetilen havarisi asılmıştır.

    d. Hz. İsa
    (a.s.)’m havarisi olduğunu söyleyen bir münafık, onu yakalatmak için muhbirlik
    yapmıştır. Onun yerini göster­mek için gittiğinde, Allah tarafından Hz. İsa’ya
    benzetilmiş ve birlikte geldiği yahudiler tarafından öldürülüp asılmıştır.

    Hz. İsa (a.s.)’a
    benzetilme hakkındaki bu rivayetleri akta­ran Elmalık, bu konuda Râzî’ye
    katıldığını açıklayıp, onun gibi, bu görüşlerin birbirine zıt ve çelişkili
    olduğunu söylemiş ve âyeti açıklama hususunda delil getirmeye elverişli
    olmadıkları kanâa­tinde olduğunu belirtmiştir.[58]

    İncıllerde Hz. İsa
    (a.s.)’ın yahudiler’in ısrarları sonucu Pilâtus’un emriyle çarmıha gerilerek
    öldürüldüğü, bir gün sonra da canlanıp mezarından çıktığı söylenmektedir.[59]
    Hıristiyanlar, Hz. îsa (a.s.)’m öldürülmesinin mahiyeti hususunda ihtilâfa
    düşmüşlerdir. Melkâiyye mezhebine göre, öldürülme ve çarmıha gerilme hem cisim
    ve hem ruh için geçerlidir; ancak ruha do­kunmakla değil, duygu ve şuur ile
    ulaşılmıştır. Yakubiyye’nin görüşü ise, öldürme ve asma fiilinin, iki cevherden
    doğan cevhe­rine vâki olduğu şeklindedir. Nasturüer’e gelince, onlar, onun
    cisminin öldürüldüğünü, ruhunun ise göğe yükseltildiğini kabul ederler.[60]

    Hristiyanlara göre,
    Hz. İsa (a.s.), çarmıha gerilmekle, bütün insanlığı, ataları Hz. Âdem (a.s.)’m
    işlediği ezelî günahtan kur­tarmıştır. Ancak kendini feda ederek, insanlığı
    kurtarma inancı, bir çok putperest dinde de mevcuttur. Bâzı hiristiyan
    araştırıcı­lar da, bu inancın, Hindular arasında örneklerini tespit
    etmişlerdir. Hindular, Krişna’nm ellerinden ve ayaklarından çivilene­rek
    asıldığına, asılırken başında altın bir taç bulunduğuna ina­nırlar. Bu inanışa
    göre Krişna, insanlığı kurtarmak için kendisi­ni feda etmiştir. Çarmıha
    gerilerek öldürüldüğü söylenen başka dînî liderler de vardır.[61]

    Tantâvî, mühtedî Lord
    Headly’nin “îkâzu’l-öarb li’l-îslâm” ismini taşıyan eserinden naklen,
    înciller’de anlatılan Hz. İsa (a.s.)’m çarmıha gerilme hikâyesinin, bir Bâbil
    efsânesinden a-dapte olduğunu ifâde etmektedir. Headly, bu efsâneyi anlatan
    Asur kitabesi sebebiyle gerçeği görerek müslüman olmuştur. Bu kitabe, 1903-1904
    yıllarında Alman arkeologlar tarafından keş­fedilen bir Bâbil kitâbesidir. Asur
    yazısıyla yazılan bu kitabede tanıtılan Bili isimli şahsın çarmıha gerilmesi
    ile Hz. îsa (a.s.)’m çarmıha gerilmesi hakkındaki anlatılanlar aşağı yukarı
    aynıdır. Headly, bu kitabedeki bilgilerle İndilerde verilen bilgileri muka­yese
    sonucunda şu önemli tespitleri yapmıştır:

    1. Her ikisi
    de esir olarak götürülmüştür.

    2. Bili,
    tepedeki bir evde, Hz. İsa (a.s.) ise, başkahinin e-vinde muhakeme edilir.

    3. Bili gibi
    Hz. İsa {a.s.) da sopa ile dövülmüştür.

    4. Bili
    öldürülmek üzere tepeye, Hz. İsa (a.s.) ise inler bir vaziyette çarmıha
    götürülmüştür.

    5. Bili ile
    birlikte iki haydut daha çarmıha gerilmiş; aynı şekilde Hz. İsa (a.s.) ile de
    iki haydut asılmıştır.

    6. Bili,
    tepeye (çarmıha) çıktığı zaman şehir sarsılır, büyük olaylar olur. Hz. İsa
    (a.s.) çarmıha gerilip

    öldürüldüğü zaman
    Mâbed’in örtüsü parçalanır, yer sarsılır, kayalar yuvarlanır, ka­birler açılır.

    7. Bill’in
    elbisesi alınır. Hz. İsa (a.s.)’m elbisesini de asker­ler aralarında
    paylaşmışlardır.

    8. Bill’in
    kalbine saplanan kılıç çıkarılınca yaradan akan kanı bir kadın silmiştir. Hz.
    İsa (a,s.)’m böğrüne bir mızrak sap­lanır, oradan kan ve su çıkar. Mecdelli
    Meryem ile iki kadın ge­lip cesedi yıkar ve tahnit ederler (mumyalarlar).

    9. Bili
    güneşten ve ışıktan uzak olan tepenin altına iner ve hayatım kaybeder. Hz. İsa
    (a.s.) kayanın altındaki kabre konullur, ölüler kısmına gider, Cehennemi
    ziyaret eder.

    10. Askerler
    tepedeki zindanda tutuklu Bill’i gözetlerler. Hz. İsa (a.s.)’ın kabrinin başına
    da bekçiler konmuştur.

    11. Bili’e
    bakmak için tanrılar otururlar. Mecdelli Meryem ile diğer Meryem, Hz. İsa
    (a.s.)’m kabrinin önünde otururlar.

    12. Bili,
    oturduğu her yerde aranır. Özellikle bir kadın onu

    kabristanda “ah
    kardeşim, ah kardeşim!” diyerek arar. Kadınlar ve özellikle de Mecdelli
    Meryem, Hz. İsa (a.s.)’ı aramak için arka kapıdan kabristana gelir ve kabrinin
    önünde ağlayarak durur.       

    13. Bili,
    ilkbahar güneşi gibi, yeniden hayata döner ve tefeden canlı olarak çıkar. Hz.
    İsa (a.s.) da pazar günü hayâta döner, tepedeki kabirden çıkar.

    14.
    Babilliler’de büyük bayram, mart ayında, ılık ilkbahar hıevsiminde olur.  Çünkü   
    Bili karanlık güçleri bu mevsimde yenmiştir. Hz. İsa (a.s.)’in bayramı
    da ilkbahar günlerinde kut­lanır. Bu bayram, karanlık güçleri yenmenin
    şenliğidir. ;         Headly, mukayesenin
    sonunda şöyle demiştir:

    “O zaman
    kürsülerden yegâne kurtarıcımız olarak ilân edi­len Hıristiyanlığın büyüklüğü
    nerede? Bu kitabeden anlaşılıyor ki, bu hikâye, Mesih’in ortaya çıkışından bin
    sene veya daha fazla bir zaman önce vardı. Demek ki, bu boş hikâye, size ebedî
    hayata girme pasaportu vermez. Bütün bunlar, çocukları avutanlann hi­kâyesidir.
    İslâm şerîati, ruhsal yüceliğin; insanın şu dünyada yapacağı işlere bağlı
    olduğunu, insanın ancak kendi amelleriyle kurtuluşa erebileceğini söylüyor.
    Hepinizin güzel manevî işler yapmanızı istiyorum. Bu, sizin için bir takım
    kâhin düşüncelerine saplanmaktan iyidir.[62]

    Muasır Avrupalı ilim
    adamlarından bazıları da, çarmıh ola­yının uydurma olduğu görüşündedirler.
    Bunlardan Alman Er-nest die Bons, “çarmıha gerilme ve kendini feda etme
    meselesi hakkında söylenenlerin, Mesih’i görmemiş olan Pavlos ve benzer­lerinin
    icadı olduğunu” söylemektedir.[63]

    Rivayete göre, Hz. İsa
    (a.s.)’m peygamberliği sadece 3 yıl devam etmiştir. 30 yaşında peygamber olarak
    görevlendirilmiş, 32 veya 33 yaşında göğe kaldırılmıştır. Annesi Hz. Meryem’in
    ise, onun refinden 5 ya da 6 sene sonra 53 yaşında iken vefat ettiği bildirilmektedir.[64] 

     

    I. Hz. İsa (A.S.)’ın Nüzulü

     

    İslâm âlimlerinin Hz.
    İsa (a.s.) hakkında en fazla tartıştığı konulardan biri de, onun Kıyamete yakın
    bir zamanda yeryüzü­ne inmesi meselesidir. Kur’ân’-ı Kerim’de Hz. İsa (a.s.)’in
    yeryü­züne inişiyle alâkalandırılan iki âyet bulunmaktadır. Ancak bu
    âyetlerdeki ifâdeler, delâletleri bakımından kesin ve açık değil­dir. Böyle
    olmakla birlikte, Önce geçtiği gibi, Hz. İsa (a.s.)’m ruh ve beden olarak
    semâya çıkarıldığı görüşünde olan müfessirle-rin ekseriyeti, işaret edilen bu
    iki âyeti, onun Kıyamet gününe yakın bir zamanda yeryüzüne ineceği şeklinde
    anlamışlardır. Diğer taraftan, güvenilir hadis kaynaklarında bu konuda yetmi­şin
    üzerinde hadis yer almaktadır. Bu hadisler, ifâdeleri bakı­mından açık ve
    kesinlik arzederler. [65]

     

    1. Hz. İsa (a.s.)’ın Nüzûlüyle İlgili
    Görülen Ayetler

     

    Hz. İsa (a.s.)’in
    nüzûlüyle alâkalandırılan iki âyetten biri Zuhruf suresinin 61. âyetidir. Bu
    âyetin manasını daha açık anlatabilmek için, bu âyetten önceki ve sonraki aynı
    konuyla ilgili âyetleri bütün halinde vermemiz gerekmektedir:

    “(Ey Muhammedi)
    Meryem oğlu îsa Örnek verilince, senin kavmin (Kureyş müşrikleri) hemen ondan
    keyiflenerek bağrıştılar. ‘Bizim ilâhlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?’
    dediler. Sana böyle söylemeleri, sadece tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüp­hesiz
    kavgacı bir kavimdir. Meryem oğlu İsa, ancak kendisine nimet verdiğimiz ve
    İsraüoğullan’na örnek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik, size bedel
    yeryüzünde sizin yerinizi tutacak me­lekler var ederdik.

    Şüphesiz ki o,
    Kıyametin yaklaştığını gösteren bir bilgidir. Sakın Kıyametin geleceğinden
    şüphe etmeyin. Bana uyun, doğru yol budur. Sakın şeytan sizi bu yoldan
    alıkoymasın; şüphesiz o size apaçık bir düşmandır.

    İsa, hakikatin bütün
    delilleriyle geldiği zaman, ‘Ben size, hikmet ile ve üzerinde ayrılığa
    düştüğünüz şeylerin bir kısmını açıklığa kavuşturmak üzere geldim. O halde,
    Allah’a karşı sorum­luluğunuzun bilincine varın ve bana tâbi olun. Allah,
    şüphesiz benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; öyleyse yalnızca O’na kulluk
    edin, doğru yol sadece budur.’ dedi.

    Ama onlar, daha sonra
    gruplara bölündüler ve Isa hakkında görüş ayrılığına düştüler. Kıyamet gününün
    can yakıcı azabına uğrayacak zalimlerin vay hâline!”[66]

    Görüldüğü gibi bu
    âyetlerde, Mekke müşriklerine, Hz. İsa (a.s.)’m ilahlığı hakkında
    hıristiyanlardan duyduklarının yanlış­lığı anlatılmakta, onlardan duyduklarının
    aksine onun da diğer kullar gibi bir kul olduğu, Allah’ın onu peygamber olarak
    seçtiği bildirilmektedir. Hz. İsa (a.s.)’m nüzûlüyle alâkalı görülen 61. âyette
    ise “ve innehu le-‘ılmün li’s-sâati= Şüphesiz o, Saat (Kıya­met) için bir
    ilimdir.” buyurulmaktadır.

    Müfessirlerden
    bâzıları bu âyette “innehu”daki “hu-o” za-miriyle Kur’ân-ı
    Kerim’in kasdedildiğini kabul ederler.[67]
    Ancak onların büyük bir kısmı, zamirin Hz. İsa (a.s.)’m yerini tuttuğu­nu ileri
    sürmüşlerdir. Bu ikinci görüşü benimseyenler, önceki âyetlerde Kur’ârı
    kelimesinin geçmediğini delil getirerek, birinci görüşü çok uzak bir ihtimâl
    saymışlardır. Onlara göre doğrusu, bu zamirle önceki âyetlerde adı geçen Hz.
    İsa (a.s.)’m kastedil-mesidir. Buna göre, âyetin mânâsı, “İsa, Kıyâmet’in
    yaklaştığım gösteren bir bilgidir.” şeklinde olmaktadır.

    Bu görüşü benimseyen
    müfessirler, Hz.İsa (a.s.) ile Kıya­met bilgisi arasındaki irtibat hususunda
    ise, Hz. İsa (a.s.)’a verilmiş olan hastaları İyileştirme ve ölüleri diriltme
    mucizelerinin yeniden dirilmeye, onun yeryüzüne tekrar inişinin ise Kıyametin
    yaklaştığına işaret olduğunu ve Kıyametin yaklaştığını bildirdi­ğini
    söylemişlerdir. Dolayısıyla bu alimler, Hz. İsa (a.s.)’m inişi- ni, Kıyamet
    alâmeti olarak kabul etmişlerdir. İlk müfessirlerden İbn Abbas, Ebu Hureyre,
    Mücâhid, Ebul-Âliye, İkrime, Hasen-i 
    Basrî, Katâde, Dahhâk ve diğer bâzı müfessirlerin bu görüşte oldukları
    nakledilmektedir.[68]

    Bu husustaki ikinci
    âyet ise Nisa suresinin 159. âyetidir. Bu âyette şöyle denilmektedir:

    “Kitap ehlinden
    (yahudîler ve hıristiyanlardan) hiçbir kimse yoktur ki, Ölümünden önce, ona
    iman etmiş olmasın. O, Kıyamet gününde onların üzerine şahitlik
    edecektir.”

    Bu âyetin tefsiri
    hususunda da farklı görüşler vardır. Bu görüşlerden biri, âyette ölümlerinden
    önce iman edecekleri bildi­rilen şahısların yerini tutan birinci zamir ile
    bütün yahudî ve hıristiyanİarın, kendisine iman edilecek şahıs için kullanılan
    “o” zamiriyle de, Allah Teâlâ veya son rasülü Hz. Muhammed
    (s.a.v.)’in kastedildiği şeklindedir. Buna göre, her bir yahudi veya
    hıristiyan, ölüm esnasında gözlerinden perde kaldırılınca, Allah’ın tek ve
    ortaksız olduğuna, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in de O’nun kulu ve rasülü olduğuna
    îman edecektir.[69] Ancak onların yeis
    hâlindeki bu îmanları geçerli olmayacaktır. Diğer bir görüş ise, gerek
    ölümünden bahsedilen şahıs, gerekse kendisine iman edilecek şahıs için
    kullanılan iki zamirin de Hz. İsa (a.s.)’m yeri­ni tuttuğu şeklindedir. Buna
    göre, Hz. İsa (a.s.) gökyüzünden indiğinde, o sırada hayatta bulunan yahudiler
    ve hıristiyanlar, ölümünden önce ona îman edeceklerdir. Büyük müfessirlerden
    Taberî ve İbn Kesir, bu görüşü tercih etmişlerdir.[70]
    Diğer bir görüş de, Ehl-i kitap’tan olan insanlardan her birinin, vefatı
    öncesinde, Hz. İsa (a.s.)’ın Allah’ın rasülü olduğu gerçeğini anla­ması ve buna
    îman etmesidir. Ancak yeis halindeki bu iman geçersiz olacaktır.[71] 

     

    2. Hz. İsa (a.s.)’ın Nüzûlüyle İlgili
    Hadisler ve Bu Konudaki Görüşler

     

    Sahih hadis
    kaynaklarında Hz. İsa (a.s.)’m nüzulü hakkın­da rivayet edilen hadislerin
    sayısı yetmişi aşmaktadır. Bu hadis­lerden bâzılarında Peygamber Efendimiz
    (s.a.v.) şöyle buyur­muştur:

    “Nefsim kudret
    elinde olana yemin ederim ki, Meryem, oğlu İsa, âdil bir yönetici olarak
    yakında aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu Öldürecek ve cizyeyi
    kaldıracaktır…”[72]

    “Devlet
    başkanınız (imamınız) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsa gökyüzünden
    yanınıza indiği zaman hâliniz nice olur!”[73]

    “Canımı kudret
    elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Mer­yem oğlu İsa âdil bir hakem olarak
    aranıza inmedikçe Kıyamet kopmayacaktır. O, haçı kıracak (Hıristiyanlığın
    hükümsüz oldu­ğunu ilân edecek), domuzu Öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır (din
    olarak sâdece İslâmiyet kalacaktır). O zaman mal o kadar bollasaçaktır ki,
    kimse mal kabul etmeyecektir.”[74]

    “Ümmetimin
    hayatta bulunduğu bir zamanda Deccâl çıkar ve kırk bu kadar zaman kalır (râvi,
    Hz. Peygamber’in kırk gün mü, kırk ay mı, yoksa kırk yıl mı buyurduğunu
    bilemediğini söylemektedir}. Bunun üzerine Allah Teâlâ, İsa b. Meryem’i yer­yüzüne
    gönderir; o da Deccal’i bularak ortadan kaldırır. Sonra insanlar, aralarında
    hiç bir düşmanlık bulunmadan yedi yıl ya­şarlar.”[75]

    Meşhur muhaddislerden
    Kadı Iyaz, bu hadislerden çıkarı­lan netice ile ilgili olarak şöyle demiştir:

    “Ehl-i Sünnefe
    göre, İsa’nın inmesi ve Deccal’i öldürmesi, haktır, sahihtir. Çünkü bu bahta
    sahih hadisler nakledilmiştir. Aklen ve şer’an, bunu iptal edecek bir delil de
    yoktur. Binaena­leyh kabulü vaciptir.[76]

    Mevdûdî, tefsirinde
    Hz. İsa (a.s.)’m nüzûlüyle ilgili hadis­lerden yirmibir tanesini aktardıktan
    sonra şöyle demektedir:

    “Bu yirmi bir
    hadisin tamamı, Rasülullah’ın ashabından on dört şahsa dayandırılmış ve en
    muteber ve sahih hadis kaynak­larında sahîh isnâdlarla zikredilmiştir. Gerçi,
    konu hakkında bu hadislerden başka birçok hadis daha vardır; ancak biz,
    yalnızca râvi zinciri bakımından sahîh olan ve yaygınlık kazanmış bulu­nan bir
    bölümünü zikretmekle yetindik. Bu hadislere bakıldığın­da, 2000 yıl önce bakire
    Meryem’den doğan Hz. İsa (a.s.)’ın öldü­ğü ya da âlemin herhangi bir yerinde
    hâlâ yaşamaya devam etti­ği hususunu tartışmanın gereği ve faydası yoktur.
    Kaldı ki, Allah, bir kulunu âlemin herhangi bir yerinde binlerce yıl canlı
    tutup, dilediği zamanda dünyaya geri göndermeye de kadirdir.”[77]

    Önceden olduğu gibi
    zamanımızda da Hz. İsa (a.s.)’m nü­zulü konusunda müstakil eserler
    hazırlanmıştır. Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî (öl.1932), et-Tasrih bimâ tevâtere
    fî nüzüli’l-Mesîh adını taşıyan eserinde Hz. İsa (a.s.)’ın yeryüzüne ineceğini
    bildiren hadisleri toplamıştır. Bu eserde, yetmişbeşi Rasülullah’m sözü olmak
    üzere, toplam yüzbir rivayet bulunmaktadır.

    Muhammed b.Ca’fer
    el-Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir mine’l-hadîsi’l-mütevâtir, isimli eserinde, Hz.
    İsa (a.s.)’m nüzulünün Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olduğunu belirttikten
    sonra, bu konudaki hadislerin mütevâtir olduğunu söylemektedir.[78]

    Muhammed Zâhid
    el-Kevserî de, bu konuda yazdığı eserin­de, ilgili âyetlerin tefsirini
    yaptıktan sonra,   “Görüldüğü üzere,
    anlatılanlardan   yalnızca   Kur’ân-ı  
    Kerim   naslannın,   Hz.  
    İsa (a.s.)’ın sağ olarak ref edildiğim ve Ahirzaman’da ineceğini kesin
    olarak   gösterdiği   ortaya  
    çıkmaktadır…Bu   konudaki   hadisler mütevâtirdir. Ümmet, seleften
    halefe günümüze kadar onlara i-nanmıştır. Akâid kitaplarını ona göre tanzim
    etmiştir. Bundan Ötesi sadece sapıklıktır.” demektedir.[79]
    Başka bir yerde ifâdesini daha da sertleştirerek, muhalif grup hakkında şöyle
    demiştir: “isa’nın nüzulü hadisi, manevî mütevâtir bir hadistir.  Şöyle ki: Aralarında bâzı mânâ
    farklilıklarıyla birlikte bu konuda gerçekten çok sayıda sahih ve hasen hadis
    nakledilmiştir. Bu hadisler Hz, İsa (a.s.)’ın nüzulü konusunu açıkça ortaya
    koymaktadır. Böyle bir durumda, Hadis ilminin kokusunu koklayanlardan hiç kimse,
    bunu inkâra güç yetiremez.[80]
    Kevserî’nin başka bir tesbiti de şöyledir: “Mehdî, Deccâl ve Mesih
    hadislerinin tevatürü hususun­da, Ehl-i Hadis nezdinde şüpheye yer yoktur. Bâzı
    kelamcilann, -Kıyamet alâmetlerinin tamamı haktır hususunu kabul etmeleriyle
    birlikte- bu hadislerin bir kısmının mütevâtir oluşu hakkındaki şüphesi,
    hadisteki bilgi ve vukûfiyetlerinin azlığındandır. Onlar, kendilerine bu mesele
    delilleriyle izah edildiğinde inatlarından vazgeçerlerse, bu tutumlarında mazur
    sayılırlar.[81]

    Şevkânî de, bu konuda
    telif ettiği eserinde ilgili hadisleri naklettikten sonra, kanâatini şöyle
    açıklamıştır: “Kesin olarak ortaya çıkmıştır ki, Mehdî el-Muntazar
    hakkındaki hadisler mütevâtirdir,  Deccâl  hakkındaki 
    hadisler mütevâtirdir,   İsa’nın
    nüzulü hakkındaki hadisler mütevâtirdir.[82]

    Müfessİrlerden çoğu
    da, bu hadislerin tevatür derecesine ulaştığını ve dolayısıyla Hz. İsa (a.s.)’m
    şu anda sağ olup zamanı gelince yeryüzüne ineceğinin kesin olduğunu kabul
    ederler. Taberî, Nisa suresi 156. âyetinin tefsirinde, Rasülullah fs.a.v.)’ den
    nakledilen mütevâtir haberlerle, onun ineceğinin kesin ol­duğunu belirtmiştir.[83] İbn
    Kesir de, bu konudaki hadislerin mü­tevâtir olduğunu ve kesinlik arzettiğini
    belirtir.[84] İbn Atıyye ise şöyle
    demektedir: “Ümmet, İsa’nın semâda diri olduğunu bildiren mütevâtir
    hadisin muhtevasını kabul hususunda icmâ etmiştir. Yâni o, Ahirzaman’da
    yeryüzüne inerek, domuzu öldürecek, haçı kıracak, Deccâl ile savaşarak adaleti
    yayacak, onun sayesinde Ümmet-i Muhammed güçlenecektir.[85]

    İslam alimleri,
    peygamberler içinde sadece Hz. İsa (a.s.)’ın refi ve tekrar inecek olmasının
    hikmeti hakkında ise şöyle de­mişlerdir: “Peygamberler içinde sadece Hz.
    İsa (a.s.)’ın nüzulü­nün hikmeti, inişinin onu öldürdüklerini iddia eden
    yahudilere cevap olmasıdır. Allah Teâlâ, onların yalanını ve İsa’nın onlan
    mağlup ve perişan edeceğini açıklamıştır. Ya da. onun nüzulü, eceli yaklaşınca
    toprağa gömülmesi için olacaktır.”[86]

    İlgili hadislerden
    çıkarılan bir netice de, Hz. İsa (a.s.)’ın yeryüzüne özel bir görev ile, yani Deccal’m
    sebep olacağı fitneyi ortadan kaldırmak için inmesidir. Hz. İsa (a.s.), indiği
    zaman İslâm dininin hükümlerine tâbi olacak, müslümanların İmamı­nın arkasında
    namaz kılacaktır. Dolayısıyla müslüman topluma bir fert olarak katılacaktır.
    Onun gelişi, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in son peygamber olduğu gerçeğini ortadan
    kaldırmayacaktır.[87]
    İslâm alimlerinin büyük ekseriyetinin bu ortak görüşünün aksine, muasır
    alimlerden bâzıları, ilgili âyet ve hadislerin, Hz. İsa (a.s.)’ın tekrar
    yeryüzüne ineceğini kesin olarak göstermedi­ği, kanaâtindedirler. Bu alimlerin
    öncüsü durumunda olan Mu-hammed Abduh, onun nüzulünü insanların İslâm şeriatına
    dö­nüşü olarak anlamakta ve şöyle demektedir:

    “Hz. İsa
    (a.s.)’in refi ve Ahirzaman’da ineceği hadisleri, i’tikâdî bir mesele olan ğayb
    işi hakkında nakledilen âhâd ha­berlerdir. Halbuki i’tikâdî meselelerde ancak
    kati delil kabul edilir; çünkü bu durumlarda istenen yakın bilgidir. Hz. İsa
    (a.s.)’m refi ve nüzulü hakkında ise mütevâtir hadis yoktur. Onun iniş ve
    yeryüzünde hüküm sürmesinin teVili, ruhunun ve risâletinin sırrının insanlar
    üzerindeki hâkimiyeti ile olmasıdır. O da, öğretilerinde rahmet, mehabbet,
    barış ve zahirleriyle .ye­tinmeyip şeriatın asıl maksatlarına sarılmanın
    galibiyetidir.”[88]

     

    İ. Hz. İsa (A.S.)’In Tabiatı

     

    Bilinen bütün bu
    gerçeklere rağmen hıristiyanlar, Hz. İsa (a.s.)’dan uzun bir süre sonra, onun
    babasız dünyaya gelişini, Allah’ın oğlu olmasıyla açıklayıp onu
    ilâhlaştırmışlar ve üçlü bir ilâh anlayışı (teslis) benimseyerek şirke
    düşmüşlerdir. Hz. İsa (a.s.) Meryem’den doğduğu halde, onun mucizevî doğumuna
    ve Ruhülkudüs ile te’yid edilmesine bakarak, ekânim-i selâse (üç esas-Baba,
    Oğul, Ruhülkudüs) olarak üçlü bir ilâh kabul etmiş­lerdir. Onlar bu konuda
    aralarında ihtilâfa düşerek, İsa Mesih’in tabiatı hakkında, farklı neticelere
    ulaşmışlardır. Bir kısmı, Hz. İsa (a.s.)’da sadece bir tabîatm, diğer bir kısmı
    ise iki tabiatın bulunduğuna inanır. Bir tabiata sahip olduğunu söyleyenler de
    görüşleri bakımından iki guruba ayrılır. Bir gurup, onun sâdece beşer olduğunu,
    diğer gurup ise ilâh olduğunu kabul eder. Üçüncü gurubun kanâati ise, onda biri
    ilâhî, biri insanî olmak üzere iki tabiatın bulunduğu şeklindedir. Temelde üçe
    indirilen bu görüşler, Hristiyan mezheblerince çok farklı şekillerde izah
    edilmiştir.[89]

    Hz. İsa (a.s.)’ı
    Allah’ın oğlu kabul eden hıristiyanlar, onun, Allah’ın tezahürü,  Allah’ın kelimesi ve kutsal ruhunun cisme
    bürünmüş şekli olduğunu iddia etmişlerdir. Aynı zamanda, bü­tün insanlığın
    işlediği günahın yükünü üzerine alması ve bu yüzden çarmıha gerilerek kendi
    kanı ile tüm insanların günâh­larına kefaret olması için, Allah’ın biricik
    oğlunu yeryüzüne gön­derdiğine inanarak büyük bir şirke düşmüşlerdir. Bu bâtıl
    inan­cın Hz. İsa (a.s,) ile asla alâkası yoktur. Bu sapma, ondan son­raki
    dönemde, din adamlarının hayallerinin ürünü olarak orta­ya çıkmıştır.[90]
    Onların bu inancının kaynağını İnciller teşkil et­mektedir. İnciller’de Hz. îsa
    (a.s.)’m Baba’nın nezdinde tek şefa­atçi  
    olduğu   ve   onun  
    bütün   insanlığın   günahlarına  
    keffaret olarak geldiği bildirilmektedir.[91]
    Hristiyanlık inancına göre, Al­lah’ın oğlu olarak babasının yanında bulunan Hz.
    İsa (a.s.), Al­lah’a eşit iken, O’nun emriyle insanları kurtarmak için gökten
    inerek onlara benzer bir hale gelmiştir.[92]
    Beşeriyetin Hz. Âdem (a.s.)’dan beri sırtında taşımakta olduğu günahı, çarmıha
    gerile­rek canı ile ödemiştir.

    Ancak Kur’ân-ı Kerim’e
    göre, Hz. İsa, kendisine hâmile ka­lan Hz. Meryem’den doğmuştur; beşer olma
    yönünden diğer in­sanlardan farksızdır. Hemcinsleri gibi o da ölümlüdür. Dolayı­sıyla,
    hristiyanların inandığı gibi bir ilâh veya Allah’ın oğlu ol­ması düşünülemez. O
    da Allah’ın bir kuludur. Onun tabiatı ilâhî bir tabiat veya ilâhî-insânî bir
    tabiat değildir. [93]

     

    K. Allah Oğul Ve Ortak Edinmekten
    Münezzehtir

     

    Yüce Allah, Kur’ân-i
    Keriminde pek çok yerde, hristiyanla-rın bu ağır iftirasını reddetmektedir. Bu
    âyetlerden birkaçının meali şöyledir;

    “Allah çocuk
    edinmemiştir. O’nunla birlikte bir başka ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı, her
    ilâh kendi yarattığına hükmedip onu istediği yöne götürürdü. Aynca onların bir
    kısmı diğerine üs­tün gelmeye çalışırdı. Allah, müşriklerin taktıkları
    sıfatlardan münezzehdir. O, ğaybı da bilir, hazin da. Onların koştukları or­taklardan
    münezzehtir.[94]

    “De ki: O Allah,
    birdir. Allah, hiç bir şeye muhtaç değildir, O, doğurmamış ve doğrulmamıştır.
    O’nun hiç bir dengi yoktur.[95]

    “Allah, gökleri
    ve yeri eşsiz bir şekilde yoktan vâr edendir. O’nun eşi yokken nasıl çocuğu
    olabilir? Üstelik, her şeyi yaratan da O’dur. O, her şeyi çok iyi bilir.[96]

    Allah Teâlâ, “Allah
    çocuk edindi” iftirasının, gökleri, yeri ve dağlan paramparça edebilecek
    büyük bir bühtan olduğunu be­lirterek şöyle buyurmuştur:

    “Bazı kimseler,
    ‘Rahman olan Allah çocuk edindi.’ dediler. Yemin olsun ki, siz ortaya çok
    çirkin bir şey getirip iftira attınız. Bu iftiranın korkunçluğundan neredeyse
    gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar parçalanıp dağılacaktı. Çünkü onlar,
    rahman olan Allah’a çocuk isnat ettiler. Oysa rahman olan Allah’ın çocuk
    edinmesi asla şanına yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan hiç bir kimse yoktur
    ki, kıyamet günü rahman olan Allah’ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın.
    Şüphesiz Allah, onları ilmiyle kuşatmış, kendilerini ve yaptıklarını bir bir
    saymıştır. Kıyamet günü onların her biri Allah’ın huzuruna tek başına
    çıkacaktır.[97]

    Hz. İsa (a.s.) da
    diğer peygamberler gibi bir beşerdir ve o Hz. Meryem’in oğludur. Kendisine
    üflenen bir ruhla hâmile kal­mış Meryem’den doğmuştur. Annesinden başkasına
    nisbeti büyük bir iftiradır. Yahudilerin, onun gayrimeşru bir birleşmenin ürünü
    olduğu şeklindeki çirkin iftiraları da, hristiyanların onun Allah’ın oğlu,
    Allah’ın insanda tecessümü şeklindeki inançları da gerçek dışı birer
    düşüncedir:

    “İşte Meryem oğlu
    İsa (hakkındaki doğru bilgi) budur. Ne var ki, yahudüer ve Hıristiyanlar, bunda
    ihtilâf etmişlerdir. Çocuk edinmek, asla Allah’ın şanına yakışmaz. O, bir şeyin
    olmasını dilerse, sâdece ‘ol’ der, o da oluverir. Şüphesiz, benim de Rabbim,
    sizin de Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na ibadet edin. İşte doğru yol budur. Ne
    var ki, gruplar aralarında İsa hakkında ihtilafa düştüler. O dehşetli günü
    görecek kâfirlerin vay haline! Bizim karşımıza çıkacakları gün, gerçeği nasıl
    da apaçık işitecek ve gö­recekler! Ancak o zâlimler, bu gün, apaçık bir
    sapıklık, apaçık bir dalâlet içindedirler.[98]

    Hıristiyanların bâtıl
    inançlarını reddeden Yüce Allah, kendi katında Hz. İsa (a.s.)’m yaratılışının
    Hz. Âdem (a.s.)’m yaratılı­şından farksız olduğunu bildirmiştir:

    “Allah’ın katında
    İsa’nın durumu kendisini topraktan yara­tıp sonra ‘ol’ demesiyle olmuş olan
    Âdem’in durumu gibidir. Ger­çek Rabbindendir, o halde şüphelenenlerden olma.[99]

    Müfessirler, bu
    sonuncu âyetin iniş sebebinin, Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’in Necran’dan gelen 60
    kişilik Hıristiyan heyetiyle yaptığı görüşme olduğu hususunda görüş birliği
    etmişlerdir. Bu âyet, Hıristiyan âlimlerin, “Madem ki, İsa’nın insanlardan
    bir babası olmadığı açıktır, o halde Allah’ın oğlu olması gerekir” iddi­asında
    bulunmaları üzerine, onlara cevap olarak inmiştir. Âyetle onlara, Hz. İsa
    (a.s.)’m da, Hz. Âdem (a.s.) gibi babasız olarak yaratıldığı gerçeği
    hatırlatılmış, ikisinin yaratılışı arasındaki benzerliğe işaret edilmiştir. Hz,
    Âdem (a.s.)’ın Allah veya Allah’ın oğlu olmasını gerektirmeyen bu özelliğin,
    Hz. İsa {a.s.)’m da Al­lah veya oğlu olmasını gerektirmediği bildirilmiştir.[100] Allah’ın
    Hz. sa (a.s.)’m babası değil, ancak yaratıcısı ve Rabbi olduğu gerçe­ği
    vurgulanarak, hıristiyanların düştükleri hata ortaya konul­muştur. Bu kesin ve
    susturucu ilâhî cevap, aynı zamanda yahudilere yönelik bir cevaptır. Babasının
    olmaması dolayısıyla, Hz. İsa (a.s.)’m peygamberliğini reddetmenin, Hz. Musa
    (a.s.) ve Tevrat’ı yalanlamak olduğunu ortaya koymaktadır. Zira Hz, İsa (a.s.),
    aynen Hz. Âdem fa.s.) gibi babasız yaratılan bir peygam­berdir.[101]

    Allah Teâlâ, Ehl-i
    Kitab’ı Hz. İsa (a.s.) hakkında haddi aş­maktan ve üçlü ilâh kabul etmekten
    menetmiştir. Rivayete göre, huzuruna gelen bâzı hıristiy anlar, Hz İsa (a.s.)’a
    Allah’ın kulu ve rasülü dediği için, Peygamberimiz (s.a.v.)’i onu ayıplamakla
    it­ham etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’a kul olmanın
    bir ayıp olmadığını söylemişti. Bu hâdise dolayısıyla şu âyetler indi.

    “Ey Kitap ehli!
    Dininiz hususunda aşın gitmeyin. Allah hak­kında sâdece gerçeği söyleyin.
    Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi
    ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın, Allah üçtür’ demeyin.
    Bundan vazgeçin, vazgeçmeniz sizin hayrınızadır. Allah ancak bir tek ilâhtır,
    çocuk sahibi olmaktan münezzehtir. Göklerde olan­lar da yerde olanlar da
    O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.

    îsa Mesih de, Allah’a
    yaklaştırılmış melekler de Allah’a kul ol­maktan asla çekinmezler. Kim O’na
    kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa, bilsin ki, O, hepsini huzuruna
    toplayacaktır. Allah, ina­nıp yararlı iş işleyenlere ecirlerini ödeyecek,
    onlara olan bol nime­tini daha da artıracaktır. Kulluk etmekten çekinenleri ve
    büyüklük taslayanlan ise elem verici bir azaba uğratacaktır. Onlar kendile­rine
    Allah’tan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar.[102]
    Allah Teâlâ, Baba, oğul ve Ruhülkudüs’ün oğulda cesetlen-diğini düşünerek,
    “Allah, Meryemoğlu İsa’dan ibarettir” diyenle­rin ve üçlü tanrı
    anlayışına sahip olanların küfre düştüklerini ve cehennemlik olduklarını
    bildiren âyetler indirmiştir:

    “Şüphesiz ki,
    ‘Allah, ancak Meryem oğlu îsa Mesih’tir,’ di­yenler kâfir olmuşlardır. Ey
    Muhammedi De ki: ‘Allah, Meryem oğlu İsa Mesih’i, annesini ve bütün
    yeryüzündekileri helak etmek istese, O’na kim engel olabilir?’ Göklerin, yerin
    ve ikisi arasında-kilerin mülkiyeti sadece Allah’a aittir. O, dilediğini yaratır.
    Allah, her şeye kadirdir.[103]

    “Andolsun ki,
    ‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kâfir oldular. Oysa İsa Mesih,
    ‘Ey İsrailoğullan! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a
    ortak koşarsa mu­hakkak Allah ona Cenneti haram eder. Onların varacağı yer Ce­hennemdir.
    Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur.’ dedi.

    And olsun ki, ‘Allah
    üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur. Tek bir Allah’tan başka ilâh yoktur.
    Dediklerinden vazgeçmezler­se, andolsun ki, onlardan inkâr edenler elem verici
    bir azaba uğ­rayacaktır. Hâlâ Allah’a tevbe etmezler, O’ndan mağfiret dilemez­ler
    mi? Oysa Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Meryem oğlu İsa Mesih
    sadece peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi
    dosdoğrudur, her ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza
    bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar!

    Ey Muhammedi Onlara
    şöyle de:’Allah’ı bırakıp da, size za­rar da fayda da veremeyecek şeylere mi
    kulluk ediyorsunuz? Allah her şeyi işiten ve her şeyi çok iyi bilendir. Ey
    Kitap ehli!

    Haksız olarak
    dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan
    ayrılan bir milletin heveslerine uymayın.[104]

    Hz. İsa (a.s.) daha
    beşikte iken söylediği ilk sözlerde, ken­disinin Allah’ın kulu olduğunu
    açıkladığı ve bu gerçeği sık sık dile getirdiği, diğer insanlarla benzer bir
    hayat sürdüğü, o ve annesi diğer insanlar gibi yiyip içtikleri halde, doğrudan
    uzakla­şan hıristiyanlar, insanoğlunun müzmin hastalığına yakalandı­lar.
    Allah’a ortaklar uydurdular. Peygamberleri ve din adamları­nı ilâh edinerek
    onları Allah’a nispet edenler sadece onlar değil­di. Yahudiler de Hz. Üzeyr
    (a.s.)’ın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Allah Teâlâ, bu iki
    toplumun iftirasını aynı âyette dile getirerek şöyle buyurmuştur:

    “Yahudiler,   ‘Üzeyr Allah’ın oğludur’ dediler;
    Hıristiyanlar,

    ‘Mesih Allah’ın
    oğludur’ dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek
    ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin! Nasıl da
    uyduruyorlar! Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan
    başka rabler olarak kabul etti­ler. Oysa tek Allah’tan başkasına kulluk
    etmemekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka ilâh yoktur. Allah, onların koş­tukları
    eşlerden münezzehtir.”[105]

    Halbuki Hz. İsa
    (a.s.), insanları kendisine îman ve itaate çağırırken sadece Allah’a kul
    olmalarını ve yalnızca O’nu ilâh edinmelerini emrediyor, doğru yolun bundan
    ibaret olduğunu açıklıyordu:

    “Benden önce
    gelen Tevrat’ı tasdik etmekle beraber size ya­sak edilenlerin bir kısmım helâl
    kılmak üzere, Rabbinizden size bir âyet getirdim. Allah’tan sakının ve bana
    itaat edin; çünkü Al­lah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na kulluk
    edin. İşte dosdoğru yol budur.”[106]  

     

    L. Hz. İsa (A.S.)’In Kavmi Aleyhine
    Şahitliği

     

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Hesap gününde Allah Teâlâ ile Hz. İsa (a.s.) arasında, hıristiyanlarm onu ve
    annesini tanrı edinmeleri hususunda geçecek bir konuşmaya yer verilmiştir. Bu
    konuş­mada Yüce Allah, Hz. İsa (a.s.)’a, Allah’tan başka kendisini ve annesini
    tanrı edinmeleri hususunda kavmine bir şey söyleyip söylemediğini sormaktadır.
    Hz. İsa (a.s.} ise, Yüce Allah’ı bun­dan tenzih ettiğini ve içlerinde bulunduğu
    sırada O’nun bildiği gibi kavmine sâdece O’na kulluk etmelerini söylediğini ve
    asla ilahlık taslamadığını, ifâde etmektedir:

    “Ve işte o zaman
    Allah, ‘Ey Meryem oğlu îsa! Sen insanlara Allah’ın dışında tanrı olarak beni ve
    annemi iki tann edinin, de­din mi?’ dedi. İsa, şöyle cevap verdi: Haşa, seni
    tenzih ederim, hakkım olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemiş-sem,
    şüphesiz sen onu bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin; ben ise senin
    gizlediklerini bilmem. Şüphesiz ki, görülmeyeni bilen ancak sensin. Ben onlara
    sâdece benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin diye bana
    emrettiğini söyledim. Araların­da bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahit
    idim. Sen beni katına yükselttikten sonra, onlan sen gözlüyordun. Sen her şeye
    şahitsin. Onlara azâb edersen, doğrusu onlar senin kullarındır; onları
    bağışlarsan, güçlü olan, hakim olan şüphesiz ancak sen­sin.”[107]

    Bu şahitlik ve
    yüzleşme, Kıyamet gününde, Hz.İsa (a.s.)’ı ve annesini ilah edinenlerin
    huzurunda olacağı halde, bu işin ke­sinliğini göstermesi bakımından, hitap
    geçmiş zaman kipiyle yapılmıştır. Bu soru ve cevaptan maksat, h iris uyanları
    korkut­mak, Allah’a karşı hiç bir şeyi ortak koşmamaları hususunda onları
    uyarmaktır. Âyetteki ağır azarın muhatabı, Hz. İsa (a.s.) değil, onu ilâh
    edinerek üçlü tanrı inancına sahip olan hırisuyanlardır. Görüldüğü gibi,
    Cenab-ı Hakkı kendisine ortak koşulmaktan tenzih eden Hz. İsa (a.s.), insanlara
    sadece Allah’ın emirlerini ulaştırdığını söylemiş, bu bâtıl inanışın
    kendisinden sonraki dönemde ortaya çıktığını, kendisinin ise buna engel
    o-Iamayacağmı belirtmiş; sonra da kavminin durumunu Allah’a havale ettiğini açıklamıştır. [108]

     

    M. Hristiyanlar İslâm Davetine Karşı
    Yahudiler Ve Müşriklerden Daha Olumlu Davranmışlardır

     

    Hıristiyanlar,
    içlerinden İslama girenler çok fazla olmamak­la birlikte, Rasülullah
    (s.a.v.)’in dâvetine karşı, Ehl-i Kitab’ın diğer kanadı olan yahudilerin aksine
    müsbet bir tavır takınmış, onlardan bir kısmı müslümanlara dostluk ve sevgi
    beslemiştir.

    İbn İshak’tan
    aktarılan bir rivayete göre, peygamber olarak görevlendirildiği haberi
    Habeşistan’da duyulunca, 20 kişilik veya o civarda bir heyet, Mekke’de olan
    Rasülullah (s.a.v.)’e gelmişti. Heyet mensupları, onu Mescid-i Haram’da
    buldular ve onun etrafında oturup onunla konuştular. Bu sırada Kureyş müşrik­lerinden
    bir gurup da toplantı yerlerinde oturuyordu. Rasülullah (s.a.v.),
    heyettekilerin sorularını cevapladıktan sonra onları İs­lâm’a davet etti ve
    onlara Kur’ân’dan bâzı bölümler okudu. Kur’ân’ı dinlediklerinde göz yaşlarını
    tutamayan bu hıristiyanlar, davetini kabul ederek ona iman ettiler. Kitapların­da
    onun vasıfları hakkında verilen bilgileri, onda müşahede et­mişlerdi. O sırada
    kendilerine sataşan Ebu Cehü’in hakaretleri­ne maruz kaldıkları halde, onu
    iyilikle savmaya çalışan ve ona hiçbir çirkin söz söylemeyen bu heyetin
    Necran’dan geldiğinin söylendiğini de ekleyen İbn İshak, Kasas süresinin 52-55.
    âyet­lerinin bu heyet hakkında indiğini belirtir. Bu âyetlerin meali şöyledir:

    “Bundan önce
    kendilerine kitap verdiklerimiz, buna da iman ederler. Kendilerine Kur’ân
    okunduğu zaman, ‘Biz ona iman ettik. Şüphesiz o, Rabbimizden indirilmiş bir
    gerçekti. Doğrusu biz, bu bize ulaşmadan önce de, ona yürekten boyun eğen
    Müslümanlar-dik!’ derler.

    Sabretmeleri, kötülüğü
    iyilikle savmaları ve kendilerine nzık olarak bahşettiğimiz nimetlerden infakta
    bulunmalarından dolayı mükâfatlarını iki kat olarak vereceğimiz kimseler, işte
    onlardır. Onlar ki, boş ve anlamsız sözler işittikleri zaman, ondan hemen yüz
    çevirip, ‘Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Size selâm olsun,
    bizim câhillerle işimiz yok!’ derler.”

    Habeşistan  Necâşİsi ve 
    arkadaşları  hakkında  nazil 
    olan Mâide suresi 82. âyeti de, bu hususu açıkça ortaya koymakta­dır. Bu
    âyette, mü’mirilere aşırı düşmanlık bakımından, yahudiler, putlara tapan
    müşriklerle bir tutulmuştur. Hattâ mü-fessirler, âyette önce yahudilerin
    zikredilmesinden hareketle, onların düşmanlığının müşriklerin düşmanlığından
    daha fazla olduğunu kabul etmişlerdir,[109]
    Âyetin devamında, mü’minlere sevgi besleme bakımından en yakın olanların ise,
    hıristiyanlar olduğu belirtilmiş, bu sempatinin sebebi olarak da içlerindeki
    âlim, keşiş ve rahiplerin bulunması gösterilmiştir:

    “Bütün insanlar
    içinde, mü’minlere en çok düşmanlık besle­yenlerin,  Yahudiler ve Allah’a ortak koşan müşrikler
    olduğunu kesinlikle göreceksin. Ve bütün insanlar içinde inananlara en çok
    dostluk ve sevgi besleyenlerin ise  ‘Biz
    hıristiyanlanz’ diyenler olduğunu göreceksin. Gerçek böyledir; çünkü,
    hıristiyanlar ara­sında, Öyle keşişler ve rahipler vardır ki, onlar kibire
    kapılmamış­lardır. Onlar, bu Rasüle (Hz. Muhammed’e) indirileni dinledikle­rinde,
    ondaki hakikatin bir kısmını tanıdıklarından, gözlerinden yaşlar boşaldığını
    görürsün. Onlar, ‘Ey Rabbimiz, biz inanıyoruz. Öyleyse    bizi,   
    hakikate   şahitlik   yapanlar  
    ile    birlikte    yaz. Rabbimizin bizi sâlihler arasına
    katmasını o kadar arzuladığımız halde, nasıl olur da Allah’a ve bize indirilen
    hakikâte iman etme­yiz. ‘ dediler. Ve bu inançları karşılığı, Allah, onlan,
    mesken edi­necekleri, içinden ırmaklar akan cennet bahçeleriyle
    mükâfatlan-dıracaktır. Bu, iyilik yapanların ödülüdür. Hakikati inkâra ve me­sajlarımızı
    yalanlayanlara gelince, onlar ateşe atılacaklardır.”[110] 

     

    N. İnciller

     

    Hıristiyanların kutsal
    kitabı Ahd-i Cedid, başta dört incil olmak üzere 27 kitaptan meydana
    gelmektedir. Her biri başka bir şahıs tarafından yazılmış olan dört İncil, yazarlarına
    göre isimlendirilmiştir. Bilinen gerçeklere göre Hz, İsa (a.s.), üç yıllık
    davet döneminde kendisine vahyedilen İncil’i ne bizzat yazmış ne de kâtiplere
    yazdırmıştır. Onun kısa süren tebliğ süresinde yaptığı, belde belde dolaşarak
    konuşmalar yapmak ve kendisine bildirilen gerçekleri sözlü olarak açıklamak
    olmuştur. Onun ve­fatından sonra ise havarilerin en Önemli işleri ondan
    dinledikle­rini neşretmek olmuştur. Bu süreç içerisinde havariler veya on­ların
    talebeleri, Hz. İsa (a.s.)’m hayatı, davranışları ve mucizele­rini de
    anlatmışlar, Hz. İsa (a.s.)’dan duyduklarıyla birlikte hafı-zalarındaki bu
    hatıraları da kayda geçirmişlerdir. Diğer bir ifa­deyle, onlardan her biri bir
    İncil yazmış, Hz. İsa (a.s.)’m mesajını kendi anladığı biçimde yorumlamıştır.
    Bunun neticesinde çok sayıda İncil ortaya çıkmıştır. Hz. İsa (a.s.)’ın Arâmice
    konuştuğu kabul edilir; ancak altmıştan fazla İncil arasından seçilerek Ahd-i
    Cedid’e konulan dört İncil dahi Yunanca olarak kaleme alın­mıştır. Anlaşılacağı
    gibi, înciller, İslâmî ilimler içinde, Rasülullah (s.a.v.)’in hayatını konu
    alan, Siyer kaynaklarına benzer. Her biri, müellifinin damgasını taşıyan Hz.
    İsa (a.s.)’m biyografisi durumundadır.[111] Bu
    İnciller arasında aynı konular­da aktarılan bilgiler arasında önemli zıtlıklar
    bulunmaktadır.

    İslama göre,
    hırisuyanların muteber saydığı dört İncil’in veya aralarından herhangi birinin
    Hz. İsa (a.s.)’a nispet edilmesi mümkün değildir. Bu İnciller, Hz. İsa (a.s.)’m
    refinden uzun süre sonra bâzı din adamları tarafından, bir bakıma hatırat
    nev’inden kaleme alınmıştır. Hatta onların havarilere nispeti de doğru
    değildir.[112] Hz. İsa (a.s.)’m
    mesajının bu kitaplarda tahrif edildiğinin kesin delili, Kur’ân-ı Kerim’de
    verilen bilgilerle zıtlık­lar arzetmeleridir. Kur’ân, Hz. İsa (a.s.)’i tevhid
    inancını yerleş­tirmeye çalışan bir peygamber olarak tanıttığı halde, İnciller
    cisme bürünmüş ilâhî kelâm ve tanrı olarak takdim etmektedir.

    Kur’ân-ı Kerim’de
    Hz.İsa (a.s.)’ın çarmıha gerilmediği kesin ola­rak bildirilirken, İnciller’de
    onun ne şekilde çarmıha gerilmiş olduğu tafsilatıyla anlatılmaktadır. Kur’ân’a
    göre Hz. İsa (a.s.), kendisinden sonra gelecek Ahmed ismindeki peygamberi müjde­lediği
    halde, İnciller’in müellifleri kasdî olarak bu müjdeyi çı­karmışlar ve
    Rasülullah (s.a.v.)le ilgili diğer müjdeleri de anla­şılmaz hâle getirmeye
    çalışmışlardır. [113]

     

     

     

     

  • HZ. YAHYA (A.S.) HAYATI

    YİRMİBEŞİNCİ. 1

     

     

    HZ. YAHYA (A.S.) 1

     

     

    Şehâdeti 2

     

     

    YİRMİBEŞİNCİ

    HZ.
    YAHYA (A.S.)

    Babası Hz. Zekeriyâ
    (a.s.) gibi İsrailogulları’na gönderilen son peygamberlerden olan Hz. Yahya
    (a.s.)’m ismi, önce geçtiği gibi doğrudan Allah Teâlâ tarafından verilmiştir.
    Ona bu İsmin verilmesinin sebebi hakkında çeşitli görüşler aktarılmıştır. Çok
    yaşlı bir baba ile hem kısır ve hem de yaşlı bir anneden doğması, kalbinin îman
    ve nübüvvetle İhya edilmesi, hiç bir kötülüğe düş­meyecek derecede
    itâatkarlıkla ihya edilmesi vb. özellikleri bu sebeplerin başında gelmektedir.
    Yine şehit düşecek oluşu, şehit­lerin Allah katında rızıklandırılan diriler
    olmaları da bu sebepler arasında zikredilir.[1]
    înciller ise onu John the Babtist/Vaftizci Yahya olarak isimlendirirler.[2]

    İncillerde de hakkında
    bilgi bulunan Hz. Yahya fa.s.), tey­zezadesi Hz. İsa (a.s.)’dan altı ay
    büyüktür. Kur’ân-i Kerim’de bildirildiği gibi, babası ve annesi çok yaşlı ve
    üstelik annesi kısır bir kadın olduğu halde, Allah Teâlâ’nm emriyle o da Hz.
    İsa (a.s.) gibi mucizevî bir şekilde doğmuştur. Onun bu şekilde dünyaya
    gelişinin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılması, hır is tiy anların Hz. İsa (a.s.)’ı
    Allah’ın oğlu kabul ederek işledikleri büyük hatâyı anla­malarını sağlamak
    hususunda açık bir uyandır.[3] Çünkü
    bu iki peygamberin dünyaya gelişleri, tabîî doğum kanunlarının dışın­dadır ve
    bu yönden aralarında önemli bir fark yoktur.

    Kur’ân-ı Kerim’de
    doğumundan önce peygamber olacağı müjdelenen Hz. Yahya (a.s.)’a daha çocuk
    iken, iffet, hikmet, kalp yumuşaklığı, safiyet ve efendilik verildiği,
    dolayısıyla onun Allah’tan korkan, anasına ve babasına itaatkâr bir oğul olduğu
    belirtilmiştir. Yine Hz. İsa (a.s.)’ın peygamberliğini tasdik edeceği
    bildirilmiş, kendisine, Tevrat’a sahip çıkması ve onun hükümle­rine uyması ve
    halkı ona çağırması emredilmiştir:

    “Zekeriyâ mâbedde
    namaz kılarken melekler ona seslendi­ler: Allah sana kendi emriyle uücud bulan
    isa’yı tasdik eden, seyyid (=efendi), hasûr (=iffetli) ve sâlihlerden bir
    peygamber olan Yahya’yı müjdeler.[4]

    “Ey Yahya!
    Kitab/Tevrat’a kuvvetle sarıl, deyip daha ço­cukken ona hikmet, katımızdan kalp
    yumuşaklığı ve safiyet ver­dik. O, Allah’tan sakınan, anasına ve babasına karşı
    iyi davra­nan bir kimse idi, baş kaldıran bir zorba değildi. Doğduğu günde,
    öleceği günde ve dirileceği günde ona selâm olsun.[5]

    Kur’ân-ı Kerim’de, Hz.
    Yahya (a.s.) ile ilgili başka bilgi veril­mez. Diğer kaynaklar da, Hz. Yahya
    (a.s.)’ı, seyyid, fakih, âlim, Rabbine çok itaatkâr, güzel yaratılışlı, hiç
    öfkelenmeyen, hased duymayan ve şehvetten uzak bir kul olarak tanıtırlar.[6] Bu
    konu­da bâzı hadisler de nakledilmiştir:

    Peygamberimiz (s.a.v.)
    şöyle buyurmuştur: “Âdem evlâdından hiç bir kimse yoktur ki, bir hatâ yapmış
    veya bir hatâ işlemeye niyetlenmiş olmasın. Ancak Yahya bunun dışındadır.[7]

    İncillerde ise, onun
    ruhta kuvvetlenerek büyüdüğü, halka görüneceği güne kadar çöllerde kaldığı,
    gençlik yıllarını Ölüde-niz’in batısındaki bir yerde geçirdiği, M,S. 26 yılında
    Yahudiye çölünde tebliğe başladığı, halkı tevbe ederek vaftiz olmaya çağır­dığı,
    günahlarını itiraf eden Yeruşalim, Yahudiye, Erden halkını ve bu arada Hz. İsa
    (a.s.)’i Erden ırmağında vaftiz ettiği anlatıl­maktadır.[8]
    Ayrıca o, kendisinin Mesih veya İlya/İlyas olmadığını açıklayarak, “Gerçi
    ben sizi su ile vaftiz ediyorum; fakat benden kudretlisi geliyor ki, onun
    çarıklarının tasmasını çözmeğe lâyık değilim; O ise Ruhülkudüs’le ve ateşle
    vaftiz edecektir.[9] diyerek Hz. İsa (a.s.)’ı
    müjdelediği belirtilmektedir. [10]

    Şehâdeti

    Hz.Yahya (a.s.)’m
    peygamberliği çok kısa sürmüş O, Hz. İsa (a.s.)’m göğe kaldırılmasından
    yaklaşık 2,5 yıl önce, M.S. 27 yılı­nın sonunda veya 28 yılının başlarında
    şehit edilmiştir. Onun öldürülmesinin sebebi hakkında farklı bilgiler nakledilmiştir.
    Matta İncilinde, kardeşinin karısıyla evlenmek isteyen Kral Hİro-des’e karşı
    çıkıp bunun haram olduğunu söylemesi yüzünden zindana atıldığı, Hirodes’in daha
    sonra da evlenmek istediği bu kadının kızma tutulduğu ve ona ne isterse
    yapacağına söz verdi­ği, anası tarafından kışkırtılan bu kızın da Hz. Yahya
    (a.s.)’m başını İstediği ve bu arzusunun yerine getirildiği anlatılmakta­dır.[11]
    İslâmî kaynaklarda da buna yakın rivayetler mevcuttur. Bu rivayetlerde, açık
    giyimi yüzünden eleştirdiği kraliçenin kur­duğu tuzak sonucu veya kardeşinin
    kızıyla evlenmek isteyen krala bunun haram olduğunu söyleyerek direnmesi
    yüzünden öldürüldüğü zikredilmektedir. Onun Kudüs’te değil Şam’da öl­dürüldüğü
    de söylenmiştir.[12]  

    [1] Salebi, 374.

    [2] Matta, 3/11,14; Markos,l/6; Luka, 1/3.

    [3] Mevdûdi, Tefhim, I, 255.

    [4] ÂI-i Imrân sûresi, 3/39.

    [5] Meryem sûresi,19/12-14. Daha çocukluğunda kendisine
    hikmet verilmesiyle ilgili

    oiarak şöyle bir haber
    nakledilmiştir: Yaşıtı çocuklar kendisini oyun oynamaya çağırdıklarında, Hz.
    Yahya (a.s.), onlara şöyle demiştir: “Ben oyun için yaratılma­dım. “

    Bazı alimlere göre ise, bu ifâde ile ona küçük yaşta peygamberlik
    verildiği kastedilmiştir (Bkz. Sa’lebi, 377).

    [6] Bkz. Salebi, 375; İbn Kesir, Kasasul-enbiyd, II, 640.

    [7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 254; İbn Kesir,
    Kasasul-enbiyâ, II, 634

    [8] Bkz. Luka, 1/80; 3/2-21; Matta, 3/1-2; 3/4-16;
    Markos,1/4-9; Yuhanna, 1/6-34.

    [9] Luka, 3/16.

    [10] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 572-573.

    [11] Matta, 14/3-12.

    [12] Sa’iebî, 379-380.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 574.

  • HZ. ZEKERİYÂ (A.S.) HAYATI KISSASI

    YİRMİDÖRDÜNCÜ
    BÖLÜM
    1

    HZ. ZEKERİYÂ (A.S.) 1

    Hz. Zekeriyâ (A.S.)’In Şehadeti 3

     

     

     

    YİRMİDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

     

    HZ.
    ZEKERİYÂ (A.S.)

     

    Kur’ân-ı Kerim’de
    tanıtılan Benî İsrail peygamberlerinden olan Hz. Zekeriyâ (a.s.), Hz. İsa
    (a.s.)’ın teyzesinin kocasıdır. Öm­rünü Allah’a davet yolunda ve Mescid-i
    Aksâ’ya hizmet ile geçir­miş, bu arada Hz. Meryem’in bakımını üslenmiştir.

    İbn İshak ve diğer
    tarihçilerin naklettiğine göre, İsrailoğul-lan’nin Bâbil’den Filistin ve
    Suriye’ye dönüşleri ve işlerinin yolu­na girmesinin ardından, Cenab-ı Hak,
    onlara bâzı peygamberler göndermiştir. Ancak İsrailoğulları, bu peygamberlere
    düşman kesilmişler ve onları yalanlamışlar; hattâ içlerinden bâzılarını
    öldürmüşlerdir. Allah Teâlâ’nm İsrailoğulları içinden son pey­gamberler olarak
    Hz. Zekeriyâ (a.s.), Hz. Yahya (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)’ı göndermesine kadar
    böyle devam etmiştir.[1]
    Kur’ân-ı Ke­rim’de de bu hususa işaret edilerek şöyle buyrulmakta-dır:

    “Andolsun ki,
    Musa’ya o kitabı verdik. Ve ondan sonra birbi­ri ardınca peygamberler
    gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık mucizeler verdik. Ve onu Ruhülkudüs ile
    te’yid ettik. Ey Yahudiler! Her peygamber size, nefislerinizin istemediği
    şeyleri getirdiği za­man, büyüklük taslayıp, bir kısmını yalanlıyor, bir
    kısmını da öl­dürüyor musunuz? ‘Kalplerimiz perdelenmiştir’ dediler. Hayır,
    Allah, onlan inkârlarından dolayı lânetlemiştir. Ne de az iman ederler. “[2]

    Hz. Süleyman (a.s.)
    neslinden olan Hz. Zekeriyâ (a.s.)’m babasının adı Berahya’dır. Kaynaklar,
    Filistin’in Roma İmpara-torluğu’nun bir eyâleti olduğu dönemde Kudüs’te yaşayan
    Hz. Zekeriyâ (a.s.)’m doğumu ve gençlik yıllan hakkında bilgi ver­memişlerdir.
    Fâkur kızı İyşâ (Elizabet) adındaki bir kadınla evle­nen ve Rasülullah
    (s.a.v.)’in bildirdiğine göre geçimini marangoz­lukla sağlayan Hz. Zekeriyâ
    (a.s.),[3]
    Cenab-ı Hak tarafından pey-gamber olarak görevlendirilmiştir:

    “Zekeriyâ, Yahya,
    îsa ve îlyas’ı da hidâyete erdirdik. Hepsi de sâlih kullanmızdandı.[4]

    Hz. Zekeriyâ,
    Beytülmakdis/Mescid-i Aksâ’nm imamlığını yürütüyordu.  Bu 
    görevi  sırasında,  baldızı 
    Hanne’nin Mescid-i Aksâ’nm hizmetine adadığı kızı Hz. Meryem’i
    himayesine aldı. Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben, Hz. Mer­yem’in
    din adamlarından hangisine bırakılacağı hususunda çe­kilen kur’aya işaret
    edilerek şöyle denilmektedir:

    “Bu, sana
    vahyettiğimiz gayb haberlerindendir: Meryem’e hangisi kefil olacak diye
    kalemlerim atarlarken sen yanlarında değildin, tartışırlarken de orada
    bulunmadın.[5]

    Hz. Zekeriyâ (a.s.),
    Hz. Meryem’i böylece mâbedde iyi bir şekilde yetiştirdi. Ona büyük değer verip,
    yetişmesine büyük itina gösterdi. Rahat bir şekilde İbâdet edebilmesi için ona
    ayn bir oda, bir mihrap tahsis etmişti. Onun mihrabına[6] her
    girişin­de, yanında çeşitli yiyecek maddeleri görür, ona bunların nere­den
    geldiğini sorardı. Hz. Meryem ise, bunların Allah tarafından gönderildiğini
    söylerdi:

    “Rabbi onu
    (Meryem’i) güzel bir surette kabul buyurdu. Ve onu güzel bir surette
    yetiştirdi. Onu, Zekeriyâ’nın himayesine bı­raktı. Zekeriyâ mihraba onun yanına
    her girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?’
    diye so­rardı, O da: ‘Bu, Allah’ın katındandır.’ cevabını verirdi. Doğrusu
    Allah dilediğini hesapsız nzıklandırır.[7]

    Hz. Meryem’i
    himayesine alan Hz. Zekeriyâ (a.s.). kendisi de bir çocuk sahibi olmayı çok
    istiyor, bunun için sürekli Allah’a yalvarıyordu. Evliliğinin üzerinden uzun
    yıllar geçmesine rağ­men, hanımının kısırlığı yüzünden bir türlü çocuk sahibi
    olama­sa da duadan vazgeçmiyordu. Allah’tan kendisine dâvasını yürü­tecek sâlih
    bir evlât vermesini istemeye devam etti. Her şeye ka­dir olan Allah’tan ümidini
    kesmedi, Kısır olan hanımı gibi kendi­si de çok yaşlandığı halde, bu duasını
    dilinden düşürmüyor, kendisine hayırlı halef olacak bir çocuk istiyordu. Bu
    arada Hz. Meryem’i himayesine alması ondaki bu çocuk özlemini daha da
    artırmıştı. Rivayete göre, Hz. Meryem’e mevsimleri dışında lütfedilen çeşitli
    meyveler, ona Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretini tek­rar hatırlatmış, Allah’ın
    kendilerine her halükârda bir çocuk vermeye muktedir olduğunu düşündürerek
    ondaki çocuk ümi­dini daha da artırmıştı. Hz. Meryem’e çeşitli rızklar gönderen
    Allah’ın, istediği takdirde kendisine de bir çocuk lütfedeceğinden şüphesi
    yoktu. Çok yaşlanmış olduğu halde, ailesini temsil ede­bilecek hayırlı bir
    evlât istiyor, duasını ısrarla devam ettiriyordu. Nihayet Cenab-ı Hak,
    beklediği müjdeyi ona namaz kılmakta olduğu bir sırada ulaştırdı. Gönderdiği
    melek vasıtasıyla, kendi­sine iffet sahibi, efendi ve sâlihlerden bir oğul
    vereceğini ve onu ileride peygamber yapacağını müjdeledi. Beklenen bu müjde,
    ısrarla bir çocuk vermesi için Allah’a yalvarmasına rağmen, Hz. Zekeriyâ
    (a.s.)’ı yine de hayrete düşürmüştü. Çünkü, hanımının kısırlığı yanında, her
    ikisi de rivayetlere göre 90 yaşını aşmış bulunuyorlardı. Bu yüzden tereddüdünü
    gidermek için Cenab-ı Hak’tan kendisine çocuğu olacağını gösteren bir alâmet
    verme­sini istedi. Ona delil olarak, üç gün boyunca insanlarla konuşa­mayacağı,
    bu süre boyunca onlarla ancak işaretle anlaşabileceği bildirildi ve bu süre
    içinde zikir ve teşbihle meşgul olması emre­dildi:

    “Rabbi onu
    (Meryem’i) güzel bir surette kabul buyurdu. Ve onu güzel bir surette yetiştirdi
    Onu Zekeriyâ’nın himayesine bı­raktı. Zekeriyâ mihraba onun yanına her
    girişinde, yanında bir yiyecek bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geldi?’
    diye so­rardı. O da’ Bu, Allah’ın katındandır.’ cevabını verirdi. Doğrusu Allah
    dilediğini hesapsız rızıklandırır. îşte orada Zekeriyâ Rabbine duâ etti: ‘Ya
    Rab! Bana kendi katından temiz bir nesil bahşet; şüphesiz sen duayı işitirsin!

    Zekeriyâ Mâbed’de
    namaz kılarken melekler ona seslendi­ler: ‘Allah sana kendi emriyle vücut bulan
    İsa’yı tasdik eden, efendi, iffetli ve sdlihlerden bir peygamber olan Yahya’yı
    müjde­ler. ‘ Zekeriyâ şöyle dedi: ‘Ya Rab! Ben artık iyice kocamış, kanm da
    kısırken nasıl oğlum olabilir?’ Allah, ‘Bu böyledir, Allah diledi­ğini yapar.’
    dedi.

    Zekeriyâ, ‘Ya Rab!
    Bana bir alâmet ver.’ dedi. Allah, ‘Alâme­tin, üç gün, işaretle anlaşma dışında
    insanlarla konuşmamandır.

    Rabbini çokça an,
    akşam sabah O’nu teşbih et’ dedi.[8]

    Allah Teâlâ, hiç bir
    kimse fazlından ve rahmetinden ümit kesmesin diye, Peygamberimiz (s.a.v)’e,
    ashabına Hz. Zekeriyâ (a.s.)’ın kıssasını anlatmasını emretmişti. Çünkü onun
    başından geçenler, en olumsuz şartlar içinde dahi Allah’tan ümit kesil­memesi
    gerektiğini, Allah’ın yardımı geldiğinde de, en zor şeyle­rin hemen
    oluverdiğini açıkça gösteriyordu. Çünkü Hz. Zekeri-yâ (a.s.) çok yaşlı, hanımı
    da onun gibi yaşlı ve üstelik kısır olduğu halde, Allah onlara nur topu gibi
    bir oğul ihsan etmişti:

    “Ey Muhammedi Bu,
    Rabbinin kulu Zekeriyâ’ya olan rahme­tini anmadır. Hani bir vakit, Zekeriyâ
    Rabbine içinden gizlice yal­varmış, şöyle demişti: ‘Rabbim! Gerçekten
    kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim, ben sana ne duâ etmişsem,
    bedbaht ve mahrum olmadım. Doğrusu ben, benden sonra yerime geçecek ya­kınlarımın
    iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir
    oğul bağışla ki, bana ve Yakub oğulla­rına mirasçı olsun. Rabbim! onu, nzanı
    kazananlardan eyle”

    Allah, ‘Ey Zekeriyâ!
    Sana, Yahya isminde bir oğul müjdeli­yoruz. Bu ismi daha önce kimseye
    vermemiştik.’ buyurdu. Zekeriyâ, ‘Rabbim! Karun kısır, ben de son derece
    kocamışken nasıl oğlum olabilir?’ dedi. Allah, ‘Rabbin böyle buyurdu. Bu, ba­na
    kolaydır, nitekim daha önce sen hiç bir şey değilken seni yaratmıştım.’ dedi.

    Zekeriyâ, ‘Rabbim!
    Öyleyse çocuğumun olacağına dair bana bir alâmet ver!’ dedi. Allah, ‘Senin
    alâmetin, sağlam ve sıhhatli olduğun halde üç gün üç gece insanlarla
    konuşmamandır.’ bu­yurdu. Zekeriyâ bunun üzerine Mâbed’den çıkıp kavmine,
    ‘Sabah akşam Allah’ı teşbih edin!’ diye işarette bulundu.[9]

    Yüce Allah, sevgili
    Rasülü Hz. Zekeriyâ {a.s.)’in duasını ka­bul ettiğini, kendisine ihlâs ile
    itaat eden ve ümidini yitirmeksi­zin yakarışlarını devam ettiren bu sevgili
    kulunun eşini doğum yapacak hale getirerek onlara erkek bir çocuk lütfettiğini
    bir başka yerde şöyle açıklamaktadır:

    “Zekeriyâ’yı da
    hatırla! O, bir vakit Rabbine, ‘Rabbim! Beni evlâtsız tek başıma bırakma. Sen
    vârislerin en hayırlısısın.’ diye nida etmişti. Biz de duasını kabul ederek,
    ona Yahya’yı bahşet­miş, eşini ıslah edip doğum yapacak hâle getirmiştik.
    Doğrusu onlar iyi işlerde yanşıyorlar, korkarak ve umarak bize
    yalvarıyor-lardı. Bize, huşu ile itaat ederlerdi.”[10]  

     

    Hz. Zekeriyâ
    (A.S.)’In Şehadeti

     

    Hz. Zekeriyâ
    (a.s.)’ın, oğlu Yahya’nın doğumundan sonraki yıllarını nasıl geçirdiğine dâir
    pek bilgi yoktur. Kendisi gibi pey­gamber olarak görevlendirilen oğlu Hz. Yahya
    (a.s.)’m bu görev dolayısıyla öldürülmesi, şüphesiz bu ihtiyar babayı çok üzmüş
    olmalıdır. Bu katillerin kendisini de öldüreceğini bilen Hz. Zekeriyâ (a.s.),
    bu üzüntüyle şehirden kaçmış, Mescid-i Aksâ’nm yakınındaki bir bahçeye
    sığınarak, ikiye ayrılmış bir ağacın ko­vuğuna gizlenmişti. Rivayete göre,
    şeytanın ihbarı sonucu onun gizlendiği ağaca gelen düşmanları, ağacı kesmek
    suretiyle onu şehid ettiler.[11] Yine
    sevgilisinin isteğini geri çeviremeyen Kral Hirodes tarafından önce hapse
    atıldığı sonra başının kestirildiği de söylenmektedir.[12] Onun
    şehâdeti, Hz.İsa (a.s.)’m refinden 2,5 yıl önce vuku bulmuştur. [13]

     

     



    [1] Salebi, 370.

    [2] Bakara sûresi, 2/87-88.

    [3] Müslim, Fezâİl, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 296.

    [4] En’am sûresi, 6/85.

    [5] Âl-i Imrân sûresi, 3/44.

    [6] Söylendiğine göre, Hz. Zekeriyâ (a.s.),
    Beytülmakdis’de Hz. Meryem için bir mihrap yani merdivenle çıkılan bir oda
    yapmıştı. O, her gün oraya Meryem için yiyecek ve içecek götürürdü; oraya ondan
    başkası çıkamazdı (Salebi, 373}. Buranın bir mescid olduğu da söylenmiştir.

    [7] Âl-i imrân sûresi, 3/37.  Hz.Meryem’e verilen bu yiyecek maddeleri
    hakkındaki görüşlere, onunla ilgili bölümde işaret edilecektir.

    [8] Âl-i İmrân sûresi, 3/37-41. Luka incilinde, Kur’ân’da
    verilen bu bilgilere çok yakın bir anlatım vardır: Orada bildirildiğine göre,
    Hz. Zekeriyâ (a.s.), kahinlik hizmeti sırası ailesine geçince, âdet üzere
    Mâbed’e girip buhur yakmak ister. Ce­mâatin buhur saatinde dışarıda dua etmekte
    olduğu bir sırada mabede giren bir melek, buhur mezbahınm sağında görünür.
    Kendisinden korkan Hz. Zekeriyâ (a.s.)’a, duasının Rabbi tarafından kabul
    edildiği, karısı Elizabet’in bir oğul doğu­racağı müjdesini verir ve oğluna
    Yahya adını vermesini söyler. Onun doğmasın­dan sonra sevineceğini, halkın bir
    kısmının da bu doğumdan memnun kalacağı­nı, doğacak çocuğun Rabbin gözünde
    büyük olacağını, şarap ve içki içmeyeceğini ve daha anasının karnında
    Ruhülkudüs ile dolu olacağını haber verir. İsrail oğullan’ndan birçoğunu Rabbin
    yoluna çevireceğini söyler. Hz. Zekeriyâ (a.s.)’m kendisinin ve karısının yaşlılığını
    hatırlatarak, bunların olacağına dair bir alâmet istemesi üzerine, Cebrail
    olduğunu açıklayan bu melek, verdiği haberlere inanmadığını ve bu yüzden ceza
    olarak, bu olayların meydana gelmesine kadar dilinin tutulacağını söyler. Bu
    sırada mâbedden çıkan Hz. Zekeriyâ (a.s.), içeride kalışının uzamasından
    hayrete düşen halka bir şey söyleyemez. Bunun üzerine halk, onun içerde bir
    rü’yet gördüğünü anlar (Luka, 1/5-23).

    [9] Meryem sûresi, 19/2-11.

    [10] Enbiyâ sûresi, 21/89-90.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 566-570.

    [11] Salebi, 380 -381.

    [12] Mevdûdî, Tefhim, I, 478.

    [13] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları:  570.

  • HZ. SÜLEYMAN (A.S.) HAYATI KISSASI

    ONDOKUZUNCU
    BÖLÜM
    1

    HZ. SÜLEYMAN
    (A.S.)
    1

    A.
    Hükümdarlık Ve Peygamberlikte Babasına Vâris Olması
    1

    B. Hz.
    Süleyman (A.S.)’a Verilen Mucizeler
    . 2

    1. Rüzgârın
    Onun Enirine Verilmesi
    2

    2. Bakır
    Madeninin Su Gibi Akıtılması
    3

    3. Kuşların
    ve Diğer Canlıların Dilinin Öğretilmesi
    3

    4. Cinlerin
    İtaat Etmesi
    4

    5.
    Şeytanların Boyun Eğmesi
    5

    C. Hz.
    Süleyman (A.S.)’ın Atları
    5

    D.
    Ordusu-Sebe Melikesi İle İlişkiler
    . 6

    E. Hz.
    Süleyman (A.S.)’ın İmtihana Tâbi Tutulması
    9

    F. Hz.
    Süleyman (A.S.)’ın Vefatı
    10

    G. Ehli
    Kitab’ın Hz. Süleyman (A.S.)’ın Peygamberliğini İnkârı
    11

    H. Hz.
    Süleyman (A.S.)’ın Üç Duası
    12

     

     

     

     

     

    ONDOKUZUNCU
    BÖLÜM

     

    HZ. SÜLEYMAN (A.S.)

     

    A. Hükümdarlık Ve Peygamberlikte Babasına Vâris Olması

     

    Hz. Süleyman (a.s.),
    Kur’ân-i Kerim’de 16 âyette ismen zik­redilmekte, onun kıssası, Enbiyâ, Neml,
    Sebe ve Sâd surelerin­de, çeşitli yönleriyle anlatılmaktadır.[1] O,
    babası Hz. Dâvud (a.s.) gibi, İsrailoğulları peygamberlerinin büyüklerinden
    biridir ve ona da peygamberlikle beraber hükümdarlık verilmiştir. Hem de o-nun
    saltanatı, babasının saltanatından daha güçlü olmuştur. Duasının kabul
    edilmesiyle ona verilen hükümranlığın ne önce ne de sonra, hiç bir hükümdara
    verilmediği kabul edilmektedir.

    Aynı zamanda bir kral
    olan Hz. Davud (a.s.), vefatından önce, tahtını küçüklüğünden itibaren ilmi,
    hikmeti ve dâvaları çözme konusundaki kabiliyetiyle temayüz eden küçük oğlu Hz.
    Süleyman (a.s.)’a vasiyet etmişti. Yukarıda geçtiği şekilde o, bu kabiliyeti
    sayesinde, babasına getirilen üç dâvada, ondan daha isabetli kararlar
    verebilmişti. Halbuki, babası Hz, Davut (a.s.) da onun gibi ilim ve hikmet
    sahibi bir peygamber idi:

    “Andolsun ki,
    Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. İkisi, ‘Bizi rnü’min kullarının çoğundan
    üstün kılan Allah’a hamdolsun!’ de­diler.![2]

    Hz. Süleyman (a.s.)’m,
    babasının vârisi oluşu, sadece pey­gamberlik ve hükümdarlık hususunda olup
    servetiyle alâkalı değildir. Çünkü intikal eden servet olsaydı, Hz. Dâvud
    (a.s.)’m başka çocukları da vardı, onların da mirasçı olmaları gerekirdi.[3]
    Dolayısıyla, burada Peygamberimiz (s.a.v.)’in açıkladığı peygam­berlerin
    vârislerine maddi miras bırakmadıkları kaidesine[4] zıt
    bir durum söz konusu değildir. Onun devraldığı miras, “Ey Dâvud! Biz seni
    yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet.
    Hevâ ve hevese uyma!”[5]
    âyetinde işaret edi­len, insanlar arasında hak ve adaletle idarede bulunmak
    için onun yerine geçmek, peygamberlik, hâkimiyet ve siyâsette yerini tutmaktır.
    Bu makam, rivayete göre Hz. Dâvud (a.s.)’m ondokuz oğlu arasından en küçükleri
    olan Hz. Süleyman (a.s.)’a lütfedilmiştir.

    Yüce Allah, Hz.
    Süleyman (a.s.)’m peygamberliği ve ona da vahiy gönderdiği hakkında şöyle
    buyurmaktadır:

    “Şüphesiz ki biz,
    Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik.
    İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyüb’a, Yunus’a,
    Harun’a ve Sü­leyman’a da vahyettik. Davud’a Zebur’u verdik.”[6]

    “Biz, İbrahim’e,
    İshak’ı ve Yakub’u bahşettik. Ve hepsini doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh’u
    ve soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyüb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da
    doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükâ­fatlandırırız.”[7]

    Hz. Süleyman (a.s.),
    Yüce Allah tarafından kendisine lütfe­dilen peygamberlik görevi yanında,
    babasından devraldığı hü­kümdarlık vazifesini de M.Ö.965-926 yılları arasında
    40 yıl de­vam ettirdi. Onun ülkesi, o dönemde İsrailoğulları’na vaat edilen
    topraklar olan Filistin, Ürdün ve Suriye’yi içine alıyor, bir taraf­tan Fırat’a
    diğer taraftan Mısır sınırlarına uzanıyordu.[8]

    Hz. Süleyman (a.s.),
    babasının vasiyetine uyarak, hüküm­darlığının dördüncü yılında, babası
    tarafından başlatılan Beytül-makdis’in yarım kalan inşaatını yeniden başlattı.
    Büyük para harcayarak inşaatı yedi sene sonra tamamladı. [9]

     

    B. Hz. Süleyman (A.S.)’a Verilen Mucizeler

     

    1. Rüzgârın Onun Enirine Verilmesi

     

    Hz. Süleyman, Allah
    Teâlâ’dan, kendisine bir başka insana vermeyeceği bir saltanat hibe etmesini
    istemişti. Onun duasını kabul eden Yüce Allah, ondan başka hiçbir insana
    lütfetmediği bâzı imkânları ve bu imkânların meydana getirdiği eşsiz bir sal­tanatı
    ona verdi, ona bahşedilen beşer üstü imkânlardan, yâni mucizelerden biri,  rüzgârın 
    onun emrine verilmesiydi.  Enirine
    verilen bu rüzgâr onun istediği yönde esiyor, onu ve kalabalık ordusunu
    istediği yere taşıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de, bu rüzgâ­rın, bir günde, kervan
    yolculuğuyla bir aylık bir mesafeye gidip-döndüğü bildirilmiştir ki, bu mesafe
    yaklaşık olarak 1800 km. tutmaktadır.[10]
    Kur’ân’da, sadece rüzgârın hızından bahsedilmiş, ancak rüzgâr vasıtasıyla
    yolculuğun ne şekilde yapıldığı, hava­dan balon veya uçak şeklinde bir vasıta
    ile mi, yoksa denizden rüzgârın sürüklediği yelkenli gemilerle mi olduğu hususu
    açık­lanmamıştır. Bu yolculukla ilgili bir takım tahminler yapılmış, onun ve
    askerinin üzerinde uçtuğu ahşap tahtlardan ve uçan halılardan  bahsedilmiştir.[11]
    Ancak bunlar çeşitli yorumlardan ibarettir, doğrusunu ancak Allah bilir.
    Zamanımız müfessirlerin-den Mevdûdî, bu yolculuğu deniz yolculuğu olarak
    düşünmüş­tür. Ona göre rüzgâr, Hz. Süleyman (a.s.)’m istediği yönde, onun
    gemilerinin gideceği İstikâmette esmiştir. O, bu sayede, güçlü bir deniz
    ticaret filosu kurmuş, rüzgâr sayesinde, bir aylık mesafele­re deniz seferleri
    düzenleyebilmiştir.[12]
    Kur’ân-ı Kerim’ de, rüzgâ­rın Hz. Süleyman (a.s.)’m emrine verilmesi konusuna
    üç yerde işaret edilmiştir:

    “Süleyman,
    ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kim­senin ulaşamayacağı bir
    hükümranlık ver; Sen şüphesiz, dâima bağışta bulunansın!’ dedi. Bunun üzerine
    biz de, rüzgârı onun emrine vermiştik. Rüzgâr, onun emriyle, istediği yere
    kolayca e-ser giderdi.[13]

    “Süleyman için
    de, şiddetli rüzgârı onun emrine boyun eğ­dirdik ki, onun emriyle rüzgâr,
    bereketli kıldığımız beldelere eser­di. Biz, her şeyi biliriz.”[14]

     

    2. Bakır Madeninin Su Gibi Akıtılması

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
    Süleyman (a.s.)’ın emrine verilen rüz-gârdan bahsedilen ve bu rüzgâr sayesinde
    bir günde bir ay­lık mesafeye gidip döndüğü bildirilen üçüncü yerde, onun için
    ayrıca bakır madeninin de su akar gibi akıtıldığına işaret edil­mektedir:

    “Rüzgârı da
    Süleyman’ın emrine verdik. O, rüzgâr estiğinde, sabahleyin bir aylık yola
    gider, akşamleyin bir aylık yoldan geri dönerdi. Süleyman için erimiş bakırı,
    kaynağından su akar gibi akıttık.”[15]

    Bu bakır mâdeni
    sayesinde Hz. Süleyman (a.s.}, bina inşâ­atı ve gemi yapımı hususunda da ileri
    bir seviyede bulunuyordu. Akabe’deki ocaklardan çıkarılan bakır ve demir
    madenlerini e-ritmek ve işlemek için Etsion-Geber’de yaptırdığı fırın, bu ma­denlerin
    kullanıldığı diğer alanlarda olduğu gibi gemi yapımında da önem arz ediyordu.[16] Onun
    ticaret gemileri, bir taraftan Etsion-Geber’den hareket ederek Kızıldeniz
    üzerinden Yemen’e ve oradan doğu ve güney ülkelerine gidip geliyor, diğer
    taraftan da Akdeniz’de Batı ülkelerine seferler düzenliyorlardı.

    Hz. Süleyman (a.s.)’m
    bu maden fırını, yapılan arkeolojik araştırmalar tarafından da tesbit edilmiş
    bulunmaktadır.[17] Bu­nun yanında bâzı
    muasır müfessirler, Hz. Süleyman (a.s.)’a lütfedilen bu madenin, eritilmiş
    bakır değil, petrol kuyuları oldu­ğunu ileri sürmektedirler.[18]

     

    3. Kuşların ve Diğer Canlıların
    Dilinin Öğretilmesi

     

    Allah Teâlâ’mn Hz.
    Süleyman (a.s.)’a bahşettiği mucizeler­den biri de, ona kuşların, hayvanların
    ve böceklerin dilini öğret-mesidir. Hz. Süleyman (a.s.), bu mucize sayesinde,
    kuşların his­lerini sezecek bir kabiliyetle donatılmış, aynı zamanda kendisine
    kuşların tabiatı olan uçma ilmi öğretilmişti.[19]
    Kur’ân-ı Kerim, ona kuş dilinin öğretildiğini bildirmekle kalmamış, onun bâzı
    kuşlar veya karıncalarla konuşmasına dair örnekler de vermiş­tir:

    “Süleyman Davud’a
    vâris oldu, ‘Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca
    verildi. Doğrusu bu apaçık bir lûtuftur.’ dedi. “[20]

    *Hz. Süleyman (a.s.)’m
    kuşlar ve karıncalarla konuştuğu kesin olmakla birlikte, konuşmasının keyfiyeti
    hakkında bilgimiz yoktur. Ayet ve hadislerde bu konuşmanın nasıl olduğuna dair
    bilgi verilmemiştir. Tefsir, kısas-ı enbiyâ ve tarih kitaplarında, bu konularda
    aktarılan rivayetler, bir takım tahminlerden iba­rettir.[21]

    Onun karıncalarla
    konuşmasıyla ilgili olarak Kur’ân-ı Ke-rim’de anlatılan en önemli olay,
    ordusuyla birlikte karıncaların bol olduğu bir vadiye indiği sırada
    gerçekleşmiştir. Şöyle ki, Hz.-Süleyman (a.s.), askeri bir seferi esnasında,
    insanlar, cinler ve kuşlardan meydana gelen ordusuyla karıncaların bol olduğu
    bir vadiye uğramıştı. Vadiye vardıkları sırada karıncalar arasındaki bir
    konuşmaya kulak misafiri oldu. Karıncalardan biri, arkadaş­larına, Hz. Süleyman
    (a.s.)’m ordusuyla birlikte vadiye gelmek üzere olduğunu haber veriyor, onun ve
    askerlerinin farkına var­madan  
    kendilerini  
    çiğneyebileçeklerini  
    hatırlatarak   onlardan yuvalarına
    girmelerini istiyordu. Bu konuşmayı duyan Hz. Sü­leyman (a.s.), çok memnun oldu
    ve kendisine lütfettiği peygam­berlik, hükümdarlık, hayvanların konuşmalarını
    anlama kabili­yeti ve diğer nimetlerinden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükretti. İyi
    işler yapması hususunda kendisine yardım etmesini ve rahme-tiyle sâlih kulları
    arasına katmasını istedi. Kur’ân-ı Kerim, bu olayı şöyle anlatmaktadır:

    “Süleyman’ın
    cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordusu toplandı. Onlar
    bölükler halinde dağıtıldı. Sonunda, karıncaların bulunduğu vadiye
    geldiklerinde bir karınca, ‘Ey ka­rıncalar! Yuvalarınıza girin, aman Süleyman
    ve askerleri farkına varmadan sizi ezmesinler!’ dedi.

    Süleyman, karıncanın
    sözüne hafifçe güldü ve şöyle dedi: Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete
    şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl Rahmetinle, beni iyi
    kul­larının arasına koy!”[22]

    Hz. Süleyman (a.s.)’m,
    Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan Hüdhüd kuşuyla konuşmasını ise, Sebe’ Melikesi’yle
    ilişkilerinden bahse­derken aktaracağız. [23]

     

    4. Cinlerin İtaat Etmesi

     

    Bir grup cin, Allah
    Teâlâ tarafından, emirlerini yerine getir­mek üzere, Hz. Süleyman (a.s.)’m
    hizmetine verilmişti. Mâhiyet­lerini tam olarak anlamak veya açıklamak biz
    insanlar için mümkün olmayan cinlerden bu grup, Cenab-ı Hakk’m gözeti­minde bulunuyor,
    Hz. Süleyman (a.s.)’a hizmette kusur ettikleri takdirde derhal cezaya
    çarptırılıyorlardı. Sanatın sırlarını çok iyi bilen bu cinler, Hz. Süleyman
    (a.s.) için, sağlam kale ve binalar, binaları süsleyen ağaç ve çiçek resimleri,
    kalabalıklar için yemek pişirilen büyük kazan ve tencereler yaparlardı. Hz.
    Süleyman (a.s.)’m cömertliğinin de bir delili olan bu tencerelerde pişirilen
    yemekler binlerce kişiye ikram edilirdi. O da babası Hz. Dâvud (a.s.) gibi, bu
    nimetleri veren Allah’a şükürde kusur etmezdi. Şükrünü hem sözle, hem fiille
    îfa eder, bu nimetleri Allah’ın rızasına uygun şekilde muhtaçlar için sarf
    ederdi. Yüce Allah, böyle oldukları halde, yine de Hz. Dâvud (a.s.), ailesini
    verdiği nimetle­re karşı hakkıyla şükretmeye çağırıyor, buna muvaffak olanların
    azlığını hatırlatıyordu. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Süleyman (a.s.)’m emrine
    verilen cinler hakkında şöyle buyurulmaktadır:

    “Rabbinin izniyle
    cinlerden ‘bir kısmı onun emrinde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden çıktıysa,
    ona, alev alev yanan ateşin azabını tattıracağız.

    Cinler, Süleyman’ın
    istediği gibi saraylar, timsâller, havuz­lar kadar büyük çanaklar ve sabit
    kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Allah’ın nimetlerine şükretmek için
    çalışın ve unutmayın ki, kullarım içinde hakkıyla şükreden pek azdır.”[24]

     

    5. Şeytanların Boyun Eğmesi

     

    Allah, şeytanlardan
    bir kısmını da Hz. Süleyman (a.s.)’m hizmetine vermişti. Onlardan bâzıları,
    onun için evler ve köşkler, kaleler ve surlar inşâ ediyorlardı. Bir kısmı ise,
    denizden kıymet­li taşlar ve İnciler çıkarmak için dalgıçlık yapıyorlardı. Bu
    şey­tanlar Allah’ın gözetimi altında bulunuyor, bozgunculuk yap­maya kalkanlar
    şiddetle cezalandırılıyordu:

    “Dalgıçlık yapan
    ve bundan başka işler de gören şeytanlar­dan da onun buyruğu altına verdik.
    Onların hepsini gözetliyor­duk.[25]

    “Binalar kuran ve
    dalgıçlık yapan şeytanları ve yine demir halkalarla birbirine bağlı diğer
    şeytanları onun buyruğu altına verdik. ‘îşte Bizim bağışımız budur; ister ver,
    ister tut, bu yüzden hesaba çekilmeyeceksin.’ dedik. Doğrusu katımızda onun
    ayrı bir yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır.”[26]

     

    C. Hz. Süleyman (A.S.)’ın Atları

     

    Hz. Süleyman (a.s.),
    atları çok severdi. İyi cins atlar besler, onlarla bizzat ilgilenirdi. Kur’ân-ı
    Kerim’de anlatıldığına göre, bir gün akşam üstü, iyi cins atları onun önüne
    getirilmişti. Üç ayak­larını basıp, bir ayaklarının tırnağını dikerek atın en
    güzel duru­şuyla önünde duran bu atlar, onun çok hoşuna gitti. Bu sırada O,
    Rabbinin rızasını kazanmak ve O’nun adını yüceltmek için yaptığı savaşlardaki
    hizmetleri dolayısıyla bu atları çok sevdiğini söyledi. Koşuşan atlar gözden
    kaybolunca geri getirilmelerini istedi. Getirilen atların boyunlarını ve
    ayaklarını okşamaya baş­ladı. Onların tımarıyla bizzat kendisi meşgul oldu.
    Kur’ân-ı Ke­rim, bu manzara hakkında şöyle demektedir:

    “Davud’a
    Süleyman’ı bahşettik; o ne güzel bir kuldu! Doğru­su o daima Allah’a yönelirdi.
    Ona bir akşam üstü, çalımlı, iyi cins koşu atları sunulmuştu.  Süleyman, 
    ‘Doğrusu ben bu iyi atları, Rabbimi anmayı sağladıkları, için severim.’
    demişti. Koşup, toz perdesi arkasında kayboldukları zaman, ‘Artık yeter, onları
    hana geri getirin.’ dedi. Ayaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladi.”[27]

    Bu âyetlerden
    anlaşıldığı gibi Hz. Süleyman (a.s.), atları çok seviyor, atların
    yetiştirilmesi ve bakımıyla bizzat ilgileniyor­du. Onları Allah’ı anmasını
    sağladıkları için sevdiğini söylediğine göre, bu atlar, cihad için hazırlanan
    atlar olmalıydı. Çünkü o zamanda atlar, savaşların kaderini tayin eden en
    önemli harp vasıtaları durumundaydı. Din ve Allah düşmanı bozgunculara karşı
    üstünlük sağlayabilmek, at yetiştirmeye ve biniciliğe bü­yük ölçüde bağlı idi.
    Tarihin en büyük hükümdarlarının başında gelen Hz. Süleyman fa.s.), askeri
    işlerle yakından ilgileniyor, bu arada atların bakımı ve teftişi işinde de
    komutanlarına örnek oluyordu.[28]

     

    D. Ordusu-Sebe Melikesi İle İlişkiler

     

    Hz. Süleyman (a.s.)’in
    ordusunun, insanlar cinler ve kuş­lardan meydana geliyordu. Hz. Süleyman
    (a.s.), askerinin eğiti­miyle yakından ilgilenir, birliklerini bizzat teftiş
    ederdi. Bir defa­sında, kuşlardan meydana gelen birliklerini teftiş ettiğinde,
    muhtemelen cinsinin bir temsilcisi durumunda olan Hüdhüd/Çavuş kuşunun
    bulunmadığını gördü. Mâkûl bir özrü yoksa onu şiddetle cezalandıracağını veya
    keseceğini söyledi. Az sonra gelen Hüdhüd, fevkalâde bir idrak, üstün bir
    mantık ve iman sahibi bir insan gibi, kendisine Sebe Melîkesi’nin köşkü,
    ülkesinin refahı ve halkının dini durumu hakkında bilgi getirin­ce, özrünü
    mâkul buldu ve bahsettiği kraliçeye ulaştırması için bir mektubu onunla
    gönderdi.

    Hüdhüd kuşu tarafından
    önüne atılan mektubu alan Sebe Melikesi, Hz. Süleyman (a.s.)’m mesajını
    hayretle okumuştu. Çünkü kimin tarafından getirildiği belli olmayan ve alışık
    olma­dıkları “Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle” ibaresiyle başla­yan
    bu mektupta, kendisine mektup sahibine boyun eğmesi ve onun egemenliğini kabul
    ederek derhal huzuruna gelmesi emre­diliyordu. Kraliçe, böylesine önemli
    meseleleri devlet adamlarıyla görüşüp karara bağlardı. Bu defa da öyle yaptı.
    Devlet ricalini toplantıya çağırarak durumu onlarla görüştü ve fikirlerini
    almak istedi. Onlar, güçlü kuvvetli, savaşa hazır bir durumda olduklarını,
    istediği takdirde savaşı dahi göze alacaklarını bildirerek, bu konuda karar
    sahibinin kendisi olduğunu ve vereceği her karara uyacaklarını söylediler.
    Savaşın ne demek olduğunu iyi bildiği ve savaş istemediği anlaşılan kraliçe,
    onlara, yapılacak bir savaşın ülkeyi tahrip edeceğini, başta ülke eşrafı olmak
    üzere bütün halkı hor ve hakir bir duruma düşüreceğini hatırlattıktan sonra, bu
    işi Hz. Süleyman (a.s.)’a kıymetli hediyeler sunarak barış yo­luyla halletmek
    niyetinde olduğunu açıkladı. Hediyeler gönderip, teslim olma çağrısında bulunan
    Sultan Süleyman’dan alacağı yeni haberlere göre hareket edeceğini söyledi.

    Süleyman (a.s.), Sebe
    Melîkesi’nin sulh için gelen elçilerini kabul ettiğinde, onlara, getirdikleri
    mal ve eşyalara hiç ihtiyacı olmadığını, Allah’ın verdiği peygamberlik ve diğer
    nimetlerin da­ha hayırlı olduğunu ve başkasının malına ihtiyaç bırakmadığını
    söyledi. Hediyeleri iade ederek, onlardan istediğinin mal ve ser­vet değil;
    aksine Müslüman olmaları veya idaresine boyun eğme­leri olduğunu açıkladı.
    Müslüman olup gelmedikleri veya iktida­rına boyun eğip devletine cizye vermeyi
    kabul etmedikleri tak­dirde, güç yetire meye çekleri ordularla ülkelerine
    saldıracağını ve halkını oradan sürüp çıkaracağını açıkladı.

    Sebe Kraliçesi, geri
    dönen elçilerinin verdiği bilgilerden, Hz. Süleyman (a.s.)’m sıradan bir
    hükümdar olmadığını anlamış, ay­rıca onun peygamberliğine alâka duymuştu. Onun
    karşısında dayanamayacağını da bildiğinden, meseleyi yine barış yoluyla çözmeyi
    düşündü. Bu maksatla Kudüs’e gidip Hz. Süleyman (a.s.)la bizzat görüşmeye ve
    onun bahsettiği dini hakkında doğ­rudan bilgi almaya karar verdi. Seçtiği
    devlet ricalinin eşliğinde Kudüs’e doğru yola çıktı. Önden gönderdiği bir
    heyetle, ziyareti­ne gelmek için yola çıktığını Hz. Süleyman (a.s.)’a da
    bildirmişti, öbür tarafta onun başkentine yaklaştığını haber alan Hz. Sü­leyman
    (a.s.), peygamber olduğunu açık bir şekilde ispat için, Al­lah’ın peygamberine
    nasıl olağanüstü imkânlar lütfettiğini ona göstermek istedi. Emrindeki cinlerin
    büyüklerine, “Kraliçe gel­meden, onun tahtını huzurumuza hanginiz
    getirebilir?” diye sor­du. İfrit (güçlü kuvvetli ele avuca sığmaz bir cin)
    bu işi kendisi­nin yapabileceğini, kraliçe huzura girmeden tahtını getireceğini
    söyledi ve bu hususta kendisine güvenilmesini istedi. Bu esna­da, huzurda
    bulunanlardan, ilim sahibi biri (bir melek veya bir insan)[29] onu
    göz açıp kapamadan getirebileceğini söyledi ve de­diğini hemen yaptı. O anda
    kraliçenin tahtı Hz. Süleyman (a.s.)’ m önünde göründü. Bu olağanüstü durum
    karşısında Hz. Sü­leyman (a.s.}, bunun Allah’ın bir lûtfu olduğunu, O’nun
    nimetle­rine şükür edip etmeyeceği hususunda kendisini denemek iste­diğini
    söyledi. Şükrün sadece sahibine fayda verdiğini, yoksa Allah’ın kimsenin
    şükrüne muhtaç olmadığını ilâve etti. Hizmet­çilerine hitap ederek kraliçenin
    tahtını biraz değiştirmelerini em­retti; tahtını tanıyıp tanıyamayacağı
    hususunda onu sınamak istediğini söyledi.

    Sebe Kraliçesi Hz.
    Süleyman (a.s.) tarafından kabul edilmiş ve aralarında görüşme başlamıştı. Bu
    sırada kraliçeye, sarayın­daki tahtının görüşmelerin yapıldığı salonda bulunan
    tahta ben­zeyip-benzemediği soruldu. Tahta dikkatli bir şekilde bakan kra­liçe,
    büyük bir hayret içinde, “Tıpkı benim tahtım, onun aynısı!” diye
    cevap verdi. Ardından bunun ancak bir peygamber tarafın­dan gösterilebilecek
    bir mucize olduğuna inandığını gösteren bir tavırla, “Biz, bunu, yani
    senin bir peygamber olduğunu, önceden anlamış ve Müslüman olmuştuk.” dedi.

    Kraliçe’ye köşke
    girmesi söylendiğinde, şeffaf billur zemini görünce orada su var sanmış ve
    hemen eteğini toplamıştı. Hz. Süleyman (a.s.), orada su olmadığını; ancak
    zeminin billurdan yapıldığı için öyle göründüğünü söyleyince gerçeği anladı.
    Hz. Süleyman (a.s.)’a verilen nimetleri düşünerek, o güne kadar Müslüman
    olmamakla nefsine zulmettiğini, artık Hz. Süleyman (a.s.)’a iman ederek mü’min
    olduğunu tekrarladı.[30]
    Kur’ân-ı Kerim, Hüdhüd kuşunun yoklamada bulunmayışından itibaren başlayan
    gelişmeleri ve Hz. Süleyman (a.s.) ile Sebe Melikesi a-rasmda geçen görüşmeleri
    şöyle anlatmaktadır:

    “Süleyman,
    kuşları gözden geçirdi ve, ‘Hüdhüd’ü niçin göre­miyorum? Yoksa kayıplara mı
    karıştı? Bana mazereti için apaçık bir delil getirmelidir; yoksa onu ya
    şiddetli bir azaba uğratırım yahut keserim!’ dedi.

    Çok geçmeden Hüdhüd
    gelip Süleyman’a, ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den gerçek bir
    haber getirdim. Sebe halkına hükmeden, herşeyden kendisine bolca verilmiş,
    büyük bir tahta sahip bir kadın kraliçe buldum. Onun ve milletinin Allah’ı
    bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, yaptıkları amel­leri süsleyip
    kendilerine güzel göstermiş, onları doğru yoldan alı­koymuş, bunun için, doğru
    yolu bulamazlar. Şeytan, bunu, onla­rın, göklerde ve yerde gizli olanları
    ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah’a secde
    etmemeleri için yapmıştır O Allah kİ, yüce Arş’ın sahibidir ve O’ndan başka
    ilâh yoktur.’ dedi.

    Süleyman şöyle dedi:
    ‘Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalan­cılardan mısın, bakacağız. Şu mektubumu
    götürüp onlara at, son­ra bir yana çekil, ne yapacaklarına bak.’

    (Hüdhüd tarafından
    yakınına atılan mektubu alan) Sebe me­likesi şöyle dedi: ‘Ey ileri gelenler!
    Bana, çok önemli bir mektup bı­rakıldı. Süleyman’dan gelen bu mektupta şöyle
    yazıyor: ‘Bismillâ-hirrahmânirrahîm. Sakın ha büyüklük taslayıp bana karşı
    koyma­ya kalkmayın ve bana teslim olarak gelin!’

    Sebe melikesi şöyle
    devam etti: ‘Ey ileri gelenler! Bu işim hakkında bana fikrinizi söyleyin.
    Şimdiye kadar, her hangi bir iş hakkında, sizin görüşlerinizi almadan kesin
    karar vermedim.’

    İleri gelenler, ‘Biz
    güçlü kimseleriz ve zorlu savaş adamları­yız; ancak emir senindir, ne
    emredeceğini sen düşün.’ dediler.

    Melike, ‘Doğrusu,
    hükümdarlar bîr şehre girdikleri zaman orasını bozup tahrip ederler, şerefli
    kimselerini aşağılık yaparlar. Onlar, hep böyle davranırlar. Ben onlara bir
    hediye göndereyim de, elçilerin hangi haber ile döneceklerine bakayım.’ dedi.

    Elçi geldiğinde
    Süleyman ona, ‘Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği
    size verdiğinden daha ha­yırlıdır. Aksine hediyeniz, ancak sizi memnun eder.
    Onlara dön ve şunu söyle Andolsun ki, güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir,
    onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız.’

    Süleyman, ‘Ey cemâat!
    Bana teslim olmak için gelmelerin­den önce, hanginiz o kraliçenin tahtını
    yanıma getirebilir?’dedi.

    Cinlerden bir ifrit,
    ‘Sen makamından kalkmadan önce onu sana getiririm, buna karşı güvenilir bir
    güce sahibim.’ dedi.

    Kitap’tan bir ilme sahip
    olan şahıs söze girerek, ‘Gözünü a-çıp kapamadan ben onu sana getireceğim.’
    dedi. Derken Süley­man, bahsedilen tahtı yanına yerleşivermiş görünce, ‘Bu,
    şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin lûtfundandır.
    Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankör­lük eden bilsin ki Rabbim
    müstağnidir, kerem sahibidir, kimsenin şükrüne muhtaç değildir.’ dedi.

    Süleyman, ‘Tahtını
    onun tanımayacağı bir hâle getirin, ba­kalım tanıyabilecek mi yoksa tanımayacak
    mı?’ dedi.

    Melike geldiğinde, ‘Senin
    tahtın da böyle mi?’ denildi. O, ‘Sanki odur, maamafih bu mucizeden önce bize
    bilgi verilmişti ve Müslüman olmuştuk.’ dedi.

    Melikeyi o zamana
    kadar (müslüman olmaktan) alıkoyan, Allah’tan başka taptığı şeylerdi; çünkü
    kendisi inkarcı bir millet­tendi. Ona, ‘Köşke gir.’ dendi. Köşkün zeminini
    görünce, onu derin bir su zannetti de eteğini dizlerine kadar sıvadı. Süleyman,
    ‘Doğ­rusu bu billurdan yapılıp cilalanmış şeffaf bir salondur.’ deyince,
    Melike, ‘Rabbim! Şüphesiz ben kendime zulmetmişim. Şimdi Sü­leyman’la beraber,
    âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim olup Müs­lüman oldum” dedi.[31]

    Salebi ve bâzı
    müfessirlerin söylediğine göre, Sebe melike-siyle evlenen Hz Süleyman (a.s.),
    onu Yemen hükümdarlığında bırakmıştı. Her ay ziyaretine gider, yanında üç gün kaldıktan
    sonra başkenti Kudüs’e dönerdi. Ancak İbn İshak’tan nakledilen bir rivayete
    göre ise, Hz. Süleyman (a.s.) onunla evlenmemiş; Hemdân melikiyle evlendirdiği
    kraliçeyi Yemen hükümdarlığına iade etmiştir.[32]

     

    E. Hz. Süleyman (A.S.)’ın İmtihana Tâbi Tutulması

     

    Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
    Süleyman (a.s.)’m, tahtının üzerine bir ceset bırakılarak imtihan edildiği,
    onun bu imtihanın ardın­dan tevbe ile önceki haline döndüğü ve Allah’tan
    kendisini bağış­lamasını ve kendisine daha sonra hiç kimseye vermeyeceği bir saltanat
    vermesini istediği bildirilmektedir. Ancak onun tâbi tu­tulduğu bu imtihanın
    mâhiyeti hakkında herhangi bir açıklama yapılmamıştır. Bu imtihan hakkındaki
    âyetlerin meali şöyledir:

    “Andolsun ki,
    Süleyman’ı tahtının üzerine bir ceset koymak suretiyle imtihan etmiştik. Bunun
    üzerine bize yönelip tevbe etmiş ve, ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra
    kimsenin ulaşamıyacağı bir hükümranlık ver; şüphesiz sen büyük, lütuf
    sahibisin.’ demişti, “[33]

    Görüldüğü gibi,
    Kur’ân-ı Kerim’de, bu cesedin kime ait ol­duğu ve oraya hangi maksatla
    konulduğu açıklanmamıştır. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de bir
    açıklaması olmamıştır. Ancak tefsir ve tarih kitaplarında bu konuda pek çok şey
    anlatıl­maktadır. Ne var ki, bu anlatılanlar, bir takım ihtimaller ve te’vil-lerden
    öteye geçmemektedir.[34]
    Dolayısıyla âyette Hz. Sü­leyman (a.s.)’m, tahtına bir cesedin bırakılması
    şeklinde bir im­tihana tâ-bi tutulduğu bildirildiğine göre, böyle bir hâdisenin
    yaşandığı muhakkaktır. Ancak, bu olayın, şu olaydır veya bu olaydır diye kestirilip
    atılmasına imkân yoktur.[35]
    Hatta Mevdûdî, Kur’ân-ı Kerim’de anlaşılması en zor olan konunun bu konu
    olduğunu söylemiştir.[36]

    Sözlerine;
    “Taberî ve İbn Ebî Hatim ve diğer bâzı müfessir-ler, bu konuda pekçok
    haber nakletmişlerdir. Bu haberlerin ek­serisi veya tamamı İsrâiliyyattan
    ibarettir. Pek çoğunda şiddetli garabet vardır.” diyerek başlayan İbn
    Kesir, aktarılan bu bilgile­rin özetini bir cümleyle verir: “Hz. Süleyman
    (a.s.), 40 gün müd­detle tahtından uzak kaldı ve daha sonra tahtına yeniden
    otur­du. Beytülmakdis’in inşâatına devam ederek, çok sağlam bir inşâat
    yaptırdı.”[37]

     

    F. Hz. Süleyman (A.S.)’ın Vefatı

     

    Hz. Süleyman (a.s.),
    ayakta veya otururken asasına da­yanmış bir vaziyette iken Ölmüştü. Ölüm
    gelince bastonuna da­yalı halde kalmış, yanında bulunan cinler, burunlarının
    dibinde cereyan eden bu hâdisenin farkına varamamış, onun öldüğünü ancak ağaç
    kurtlarının uzun süre yediği asası kırılıp vücudu yere düşünce
    anlayabilmişlerdi. Şüphesiz bunda büyük bir hikmet vardı. Onun bu halde ölümü,
    gaybi bildiğini iddia eden cinleri ve bu iddiaya inanan insanları yalanlayan
    kesin bir delil olmuştu. Çünkü cinler, eğer gaybı bilselerdi, onun ölümünü
    asasının kırılmasından önce anlayacaklardı. Halbuki onlar, ve­fat etmiş olan
    Hz. Süleyman (a.s.)’i değneğine dayalı gördükleri sürece öldüğünü anlayamamış
    ve can sıkıcı çalışmalarını devam ettirmişlerdi. Bu âyet, cinlerin gaybı
    bildiğine inanan Arabistan müşriklerine de bir cevap teşkil ediyordu. Kur’ân-ı
    Kerim, onun ölümü hakkında şu bilgiyi vermektedir:

    “Süleyman’ın
    Ölümüne hükmettiğimiz zaman, öldüğünü cinlere ancak asasını yiyen ağaç kurdu
    gösterdi. Süleyman yere düşün­ce, cinlerin durumu anlaşıldı ki, eğer onlar
    gaybı bilmiş olsalardı, öyle küçük düşüren bir azap içinde kalıp
    durmazlardı.”[38]
    Âyetten anlaşıldığı gibi, asasına dayalı bulunduğu bir sıra­da ruhunu teslim
    eden Hz. Süleyman (a.s.)’ın vefatı, uzun bir süre sonra ve ancak ağaç kurtları
    tarafından yenilen asasının kırılması sonucu bedeninin yere düşmesiyle
    öğrenilmiştir.  Bu işin şekli ve nasıl
    cereyan ettiği hususu ise bir sır olarak kalmış­tır. Bu konuda nakledilen
    bilgilerin pek çoğu İsrâiliyyattan iba­rettir.[39] Bu
    durumda bize düşen işin iç yüzünü Allah’a havale etmektir.

    Hz. Süleyman (a.s.)’m 52
    yaşında öldüğü söylenmiştir. [40]

     

    G. Ehli Kitab’ın Hz. Süleyman (A.S.)’ın Peygamberliğini
    İnkârı

     

    Hz. Süleyman (a.s.)’ın
    düşmanlarının etkisinde kalan İsrailoğulları, onun bir peygamber değil bir
    sihirbaz olduğunu kabul etmişlerdir. Onun, cinleri, şeytanları ve rüzgârı,
    sihir yapmak suretiyle emrinde kullandığına ve hükümdarlığını büyü ile elde
    ettiğine inanmışlardır. Nitekim İslâmiyetin zuhuru yılla­rında yahudiler, bu
    şeytanî bilgilere uyarak, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hz. Süleyman
    (a.s.)’ı peygamber kabul etmesine itiraz etmişlerdi. Onlara hakettikleri
    cevabı, doğrudan Allah Teâlâ verdi:

    “Şeytanların
    Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında söyledik­lerine uydular. Oysa Süleyman büyü
    yapıp kâfir olmadı; ama insanlara sihri öğreten şeytanlar kâfir oldular…[41]

    Müfessirlerin
    aktardığı rivayetlere göre, Hz. Süleyman (a.s.)’m vefatından bir müddet sonra,
    insanlara doğruyu öğretecek gerçek âlimler de kalmamıştı. Âlimlik taslayan
    câhiller yü­zünden, Mısır’da yaşadıkları esaret döneminden beri sihir ve
    hokkabazlık hakkında bilgi sahibi olan İsrailoğulları arasında, Hz. Süleyman
    (a.s.)’m elinde tezahür eden mucizelere sihir ve büyü gözüyle bakılmaya
    başlandı. İns ve cin şeytanlarının baş­lattığı bu iftira kampanyası giderek güç
    ve taraftar kazandı. Kampanyayı yürüten liderler, Hz. Süleyman (a.s.)’ın
    dünyayı sihir ilmi sayesinde hâkimiyeti altına aldığını ve onun bir sihir­baz
    olduğunu iddia ediyorlardı. Bu inanç gittikçe yayıldı ve neti­cede daha sonra
    gelen İsrailoğulları, bu âyette belirtildiği gibi, Hz. Süleyman (a.s.)’a bir
    peygamber değil; aksine çok başarılı bir sihirbaz- hükümdar gözüyle baktılar.
    Özellikle devletlerini kay­bettikten sonra, diğer milletler arasında
    sihirbazlığı teşvik ettiler ve sihri yaymaya çalıştılar. Ne zaman ki, Tevrat’ta
    haber verilen son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.), kendilerine karşı Tev­rat’ın
    aslındaki esasları gündeme getirdi, yahudiler, ona ve bu bilgileri getiren
    vahiy meleği Cebrail’e düşman kesildiler. Bu ilâhî hakikatleri hatırlatarak
    kendilerini kurtuluşa çağıran Hz. Pey­gamber (s.a.v.)’i yalanlama yoluna
    gittiler. Ellerinde bozulmuş şekliyle bulunan Tevrat’ı dahi arkalarına atarak,
    “Süleyman, Muhammed’in dediği gibi bir peygamber değildi; o sihirbaz bir
    hükümdardı; fakat yaptığı sihirleri mucize gibi gösterirdi.” diye ona
    İftira ettiler. Gerçekte ise, bu iftiraya muhatap olan Hz. Sü­leyman (a.s.)
    değil, fakat âyette belirtildiği gibi, ona sihirbaz di­yen ve insanlara sihir
    öğreten cin ve ins şeytanları kâfir olmuş­tu.[42]

     

    H. Hz. Süleyman (A.S.)’ın Üç Duası

     

    Peygamber Efendimiz
    (s.a.v.)’in bildirdiğine göre, Hz. Sü­leyman (a.s.), Mescid-i Aksâ’nm inşâatını
    bitirince, yaptığı bir duada Allah’tan üç şey istemiştir:

    1. Allah’ın
    hükmüne uygun hüküm verme kabiliyeti,

    2.  Kendisinden önce veya sonra hiç kimseye nasip
    olmaya­cak mülk ve saltanat,

    3.
    Yaptırdığı mescidine (Mescid-i Aksa) ibâdet niyetiyle gi­recek herkesin,   oradan 
    bütün günâhlarından  arınmış  olarak, anasından doğduğu gündeki gibi
    çıkması.

    Rasülullah (s.a.v.),
    Hz. Süleyman (a.s.)’a ilk iki dileğinin ve­rildiğini hatırlatıp ‘Üçüncü
    dileğinin bize (Muhammed ümmetine) verilmesini umanz.’ buyurmuştur.[43]

    Bu dileklerden ikisine
    Kur’ân-ı Kerim’de de işaret edilmiş­tir. Birincisi, babası Hz. Dâvud (a.s.)’a
    arz edilen, ekin sahibi ile koyun sürüsü sahibi arasındaki dâvanın hükmünün
    Allah tara­fından kendisine öğretilmesi şeklindedir:

    “Bu meselenin
    hükmünü Süleyman’a bildirdik. Biz, onların her birine hüküm ve ilim verdik.
    Dâvud İle beraber teşbih etsinler diye dağlan ve kuşları buyruk altına aldık.
    Bunları biz yapmış­tık.[44]

    İkincisine ise şöyle
    işaret edilmiştir:

    “Süleyman,
    ‘Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kim­senin ulaşamayacağı bir
    hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın!’ dedi. Bunun üzerine
    biz de, rüzgârı onun emrine vermiştik. Rüzgâr, onun emriyle, istediği yere
    kolayca eser giderdi.[45]

    Nakledildiğine göre, Rasülullah
    (s.a.v), namaz kıldığı sırada ibâdetine engel olmak için kendisine musallat
    olan cin taifesin­den bir İfriti zararsız hale getirdikten sonra, onu mescidin
    direk­lerinden birine bağlayıp ibret için ashabına göstermek istemiş; ancak Hz.
    Süleyman’ın (a.s.) bu duasını hatırlayınca bundan vazgeçmiştir.[46] Bu
    âyetler ve hadislerden Hz. Süleyman (a.s.)’a verilen mülk ve saltanatın, daha
    ziyâde manevî varlıklar üzerin­deki mucizevî tasarruflara dayandığı
    anlaşılmaktadır. Neticede o, kuvvetli bir sultan olarak ülkesinin sınırlarını
    oldukça genişlet­mişti. Ancak eşsiz bir saltanata sahip olsa da, Allah Teâlâya hakkıyla
    şükreden “şekür” kullardan biri idi. Şu âyetteki duayı kendisine vird
    edinmişti, bu duayı dilinden düşürmezdi:

    “Rabbim! Bana ve
    ana-babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak
    kil. Rahmetinle, beni de sâlih kullarının arasına koy!”[47]

     

     

     



    [1] Hz. Süleyman (a.s.)’m isminin geçtiği âyetler
    şunlardır: Bakara sûresi, 2/102; Nisa sûresi, 4/167; En’am sûresi, 6/S4; Enbiyâ
    sûresi, 21/78, 79, 81; Neml sûresi, 2715, 16, 17, 18, 20, 36, 44; Sebe’sûresi,
    3412; Sâd sûresi, 38/30, 34.

    [2] Neml sûresi, 27/15.

    [3] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyû, II, 577.

    [4] Buharı, Cihad, 49-52, Meğâzî, 14, 38; Ebu Dâvud,
    İlim,l; Tirmizî, İlim, 19.

    [5] Sâd sûresi, 38/2

    [6] Nisa sûresi, 4/163.

    [7] En’am sûresi, 6/84.

    [8] Krallar, 6/21; II. Tarihler,9/ 26.

    [9] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 518-519.

    [10] Elmahlı, Vi, 355.

    [11] 8u rivayetler için bkz. Salebi, 293.

    [12] Mevdûdî, Tefhim, III, 323.

    [13] Sâd sûresi, 38/35-36.

    [14] Enbiya sûresi, 21/81.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 520-521.

    [15] Sebe süresi, 34/12.

    [16] I. Krallar 9/26’da Hz. Süleyman (a.s.)’m, Kızıldeniz
    kıyısında Elofun yakınında bulunan Etsion-Geber’de gemiler yaptırdığı
    belirtilmektedir.

    [17] Mevdüdi, Tefhim, III, 323.

    [18] Derveze, Tefsir, 111, 191. Derveze, Tefsir, 111, 191.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 521-522.

    [19] Elmalilı, Hak Dini, VI, 133.

    [20] Neml süresi, 27/16.

    [21] Bu rivayetler hakkında bkz. Aydemir, Peygamberler, 189
    -190.

    [22] Neml sûresi,27/17-19.

    [23] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 522-523.

    [24] “Sebe sûresi, 34/Î2-13. Ayette geçen
    “temâsü” kelimesi, Arapçada, insan, hayvan, ağaç, çiçek, nehir veya
    canlı cansız diğer varlıkların heykeli veya resmi manasına gelen
    “timsâl” kelimesinin çoğuludur. Böyfe olunca, buradaki timsallerle
    sadece canlı varlıkların heykel veya resimlerinin kastedildiğini düşünmek
    gerekmez. Bu­radaki timsaller, büyük ihtimalle Hz. Süleyman (a.s.)’m, muhteşem
    binalarını süsleyen manzara resimleri ve çeşitli bitkisel süslemeler olmalıdır.
    Nitekim ünlü müfessir RâzI de, bu timsallerin “nakışlar olduğunu”
    söylemekle yetinmiştir (XXV, 249). Çünkü, yahudilerin elinde bulunan Tevrat’ta
    çok yerde, resim ve heykel kesinlikle yasaklanmış bulunmaktadır. Tevrat’ta
    insan ve hayvan resim ve heykeli yapmayı haram kılan bu pasajlardan üç Örnek
    verelim: “Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve
    dikili taş dikmeyeceksiniz ve Önün1 de secde etmek için memleketinizde resimli
    taş kurmayacaksınız.” (Levilüer, 26/1). “Fesada sapmayasımz, kendiniz
    için erkek yahut kadın suretinde, yerde olan bir hayvan suretinde, göklerde
    uçan kanatlı bir kuş suretinde, yer altındaki suda yaşayan bir balık suretinde,
    herhangi bir şeklin suretinde oyma put yapmayacak­sınız.” (Tesniye, 4/
    16-18).

    “Bir sanatkarın el
    işi, Rabbe mekruh oyma yahut dökme put yapan ve onu gizlice diken adama la’net
    olsun!” (Tesniye, 27/ 15).

    Tevrat, tahrif edilmiş olsa da, bu emirlerden, onda resim ve heykelin
    yasak­landığı açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hz. Musa (a.s.)’dan itibaren
    îsrailoğulları peygamberlerinin tamamının ona tabi olmaları kuralı, Hz.
    Süleyman (a.s.)’m bu kuralın dışına çıkma ihtimalini ortadan kaldırır. Diğer
    taraftan, onun canlı resmi yaptırdığını söylemek için elimizde hiçbir delil
    yoktur. Buradan hareketle îslâmda resim konusunda ortaya atılan bazı iddialar
    ve bu iddialara verilen cevaplar hak­kında geniş bilgi için bkz. Mevdûdî,
    Tefhim, IV, 506-513

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 523-524.

    [25] Enbiyâ süresi, 21/82.

    [26] Sâd süresi, 38/37-40.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 525.

    [27] Sâd sûresi, 38/30-33.

    [28] İfâdelerdeki bu açıklığa rağmen, bu konudaki îsrâilî
    rivayetlerden etkilendikleri anlaşılan bâzı müfessirler, âyette geçen okşamak
    ve taramak anlamındaki “meseha” fiilinin kesmek mânâsına da
    kullanılmasından yola çıkarak, bu âyeti, “Hz. Süleyman (a.s.)’ın at
    sevgisi ve atlarla meşguliyeti sebebiyle namaz vaktini geçirdiği ve bu yüzden
    bahsedilen attan kestirdiği ” şeklînde anlamışlardır. Ancak böyle
    düşünenlere en açık bir cevap, Hz. Ali (r.a.) tarafından verilmiştir. Şöyle ki:
    Abdullah b. Abbas, Kattul-Ahbar’dan, Hz. Süleyman (a.s.)’m atlarını kestiğine
    dair duyduklarını anlatınca, Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir; “Ka’b yalan
    söylemiş; Sü­leyman (a.s.) cihada gideceği zaman atlarım teftiş etti, bu arada
    sırtlarım sıvazla­yıp okşadı. Peygamberler temiz ve masum kişilerdir. Ne
    zulmederler ve ne de zul­mü emrederler.” dedi. (Aydemir, Peygamberler,
    193, Tabresi, Tefsir, IV, 475ten naklen).

    Bu rivayetleri şiddetle reddeden İbn Hazm da şöyle demiştir;
    “Allah’ın bir nebze akıl verdiği kişinin bile yapmasına imkân olmayan bir
    işi nasıl olur da bir peygambere atfedebilirler? Bir peygamber, kendisini
    namazdan alıkoydu diye atla­rı nasıl doğrayabilir? Bu hurafedir, yalan ve
    yakıştırmadır. Saçma sapan sözler­den derlenmiştir. Şüphesiz ki, bunun bir
    zındık uydurması olduğu açıktır. Zira bu haberde günahsız atlan cezalandırma,
    onlara işkence yapma, faydalı ve işe yarar bir malı manasız yere telef etme
    vardır. Bir peygamber, namazının geçmesine se­bep oldu diye, kendi hatasını
    günahsız ve suçsuz atlara çektirmez. Buradaki ma­nasızlığı ve mantıksızlığı
    değil bir peygamber, yedi yaşındaki bir çocuk bile anlar. Sonra âyetin mânâsı
    açıktır, bahsedildiği şekilde at kesmeye ve namaz geçirmeğe dair bir işaret de
    yoktur.” (el-Fasl, IV, 20).

    Bu tür rivayetlerin Hz.
    Süleyman (a.s.)’ı töhmet altında bırakma neticesini doğurduğunu söyleyerek, bu
    rivayetleri bütünüyle reddeden Aydemir, sözlerini şu şekilde tamamlamıştır;
    “Bunlar, Kur’ân’ın lafzı hiçbirine delâlet etmediği halde Hz. Süleyman
    (a.s.j’a nisbet edilen büyük suçlardır. Kısaca söylemek gerekirse, Hz. Süleyman
    (a.s.j’ın şeriatında tıpkı bizim dinimizde olduğu gibi at beslemek mendup idi.
    Muharebe için beslenen bu atları teftiş için koşturdu ve sonra dönüp
    geldiklerinde onları okşadı, memnuniyetini izhâr etti.” ( Age., 193;
    benzeri yorum için bkz. Âlûsî, Tefsir,, XIII, 197).

    Diğer taraftan bâzı
    kaynaklarda, atlarla meşgul olduğu esnada güneşin battı­ğını gören Hz. Süleyman
    (a.s.)’m, kâinaü idare eden meleklerden güneşi geri ge­tirmelerini istediği,
    geri getirilen güneşin ikindi namazını kılmasından sonra tek­rar battığı
    şeklinde rivayetler nakledilmiştir (Âyetlerin siyak ve sibakına uymayan bu
    görüşlerin tenkidi için bkz. Mevdûdî, Tefhim,V, 70-72 , Âlûsî, Tefsir, XIII,
    193-194).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit,
    Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 525-526.

    [29] Kitaptan ilmi olan biri denilerek kimliği
    bildirilmeyen bu şahsın, Cebrail (a.s.), Hızır (a.s.), Hz. Süleyman’ın kendisi
    veya veziri Âsaf b. Berahya olduğu söylen­miştir. (Bu konudaki rivayetler
    hakkında bkz. İbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, II, 586; Elmalılı, VI, 143 , Aydemir,
    Peygamberler, 215).

    [30] Hz. Süleyman (a.s.) ile Sebe Melikesi arasında
    geçenler, Tevrat’ta farklı olarak anlatılmaktadır: Tevrat’a göre, kraliçenin
    geîişi, Hz. Süleyman (a.s.)’ın şöhreti hakkında duyduklarını bizzat görmek ve
    ona bâzı sorular sormak maksadına bağlıdır. Huzuruna çıkmış, ona sormayı
    düşündüğü her soruyu sormuştur. Bu esnada gerek aldığı cevaplar, gerekse
    gördüklerinden çok etkilenmiş, Hz. Süley man (a.s.)’ın engin ferasetine ve
    ülkesinin muhteşem eserlerine, halkının huzur ve refahına hayran kalmıştır.
    Önceden duyduklarının, gördükleri yanında çok eksik kaldığını itiraf etmiştir.
    Bu görüşmeler sırasında, iki taraf arasında, dillere destan hediyeleşmeler
    olmuştur. Daha sonra kraliçe maiyetiyle beraber ülkesine dönmüştür. (II.
    Tarihler, 9/1-12; I. Krallar, 10/1-13).

    Diğer bâzı Yahudi
    rivayetlerinde, Hz. Süleyman (a.s.) ile Sebe Melikesi arasın­da geçenler,
    Kur’ân’da verilen bilgilere yakındır. Ancak, bu bilgilere yapılan ilave­ler, bu
    bilgilerdeki tahrifatın boyutlarını gösterecek Özelliktedir. Çünkü bu sapık­lar,
    Hz. Süleyman (a.s.)’m kraliçe ile zina yaptığını söyleyerek, burada da bîr pey­gambere
    büyük bir iftira atmaktan çekinmemişlerdir (Bu konuda bilgi için bkz. Mevdûdî,
    Tefhim, III, 121, EJ, II, 443’ten naklen).

    Hz. Süleyman (a.s.)’a atılan bu nevi iftiralar, Tevrat’ta da mevcuttur,
    O, Al­lah’tan yüz çevirerek, komşu ülkelerin taptığı ilahlara tapmakla itham
    edilmiştir {I. Krallar,l 1/1-11, 33). Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim, peygamber
    kıssalarına yer vermekle, onlarla ilgili doğrulan anlatarak, onlara atılan
    iftiraları ortaya çıkarmış ve onları, kendilerine atılan bütün iftiralardan
    anndırmiştır.

    [31] Neml sûresi, 27/20-44.

    [32] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyû, II, 587.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 527-532.

    [33] Sâd süresi, 38/34-35

    [34] Seyyid Kutub, Fi Zildi, XI, 388.

    [35] Bir görüşe göre bu olay, Rasülullah (s.a.v.)’in
    bahsetmiş olduğu Hz. Süleyman (a.s.)’ın özürlü çocuğuyla irtibatlandınlır. Bu
    hadisinde Rasülullah (s.a.v), Hz. Süleyman (a.s.)’m, hâmile kalmaları ve Allah
    yolunda cİhad edecek birer erkek çocuk doğurmaları arzusuyla aynı gecede
    sırayla hanımlarını dolaştığım; ancak inşâallah demediği için hanımlarından
    sadece birinin hamile kaldığını ve onun da özüriü bir çocuk doğurduğunu haber
    vermiştir (Buhârî, Enbiyâ, 40; Cİhad, 23, Keffâret, 9). Şunu belirtelim
    ki,  Peygamberimiz (s.a.v.), Hz.  Süleyman (a.s.)in kürsüsüne konulan cesedin
    bu özürlü çocuğun cesedi oİduğundan bahsetmemiş­tir. Ancak müfessirlerden
    bâzıları, onun kürsüsüne konulan cesedin bu çocuğun cesedi olabileceğini
    söylemişlerdir. Âlüsî,  bunu en kuvvetli
    ihtimal olarak gör­müştür (Tefsir,, XIII, 198).

    Bu konuda aktarılan
    rivayetlerden birine göre, Hz. Süleyman (a.s.)’ın bir oğlu dünyaya gelir. Onun
    da babası gibi kendilerine sıkıntı çektireceğini düşünen şey­tanlar, yaptıkları
    toplantıda bu çocuğu öldürmeye karar verirler. Bunu öğrenen Hz. Süleyman
    (a.s.), durumu Allah’a havale etmek ve çocuğunu koruması için O’nun yardımını
    istemek yerine, onu şeytanlardan gizleyerek büyütmek ister. Ancak bir gün, bu
    oğlunun cesedinin tahtına konulmuş olduğunu görür. Bu du­rum karşısında, onun
    korunmasını Cenab-ı Hakk’a havale etmeyip bunu bizzat yapmağa kalkmakla düştüğü
    hatayı anlar ve derhal secdeye kapanarak dua ve istiğfarda bulunur.

    Başka bir rivayete göre
    ise, bu cesetten maksat, yakalandığı hastalık dolayı­sıyla bir cesede dönüşmüş
    olan Hz. Süleyman (a.s.)’m bedenidir. O, bu hastalık­tan kurtulup yeniden
    sıhhat bulmuştur (Râzi’ye göre en mâkul görüş budur, Neccâr, 392).

    Bu arada, bu imtihan
    ile ilgili olarak emrindeki şeytanlardan bâzılarının Hz. Süleyman (a.s.)’a bir
    tuzak kurmak suretiyle saltanatı ele geçirdikleri ve Hz. Sü­leyman (a.s.)’ın
    tahtında bir ceset halinde kaldığı da söylenmiştir. Ebu Hayyan, bu tür asılsız
    rivayetler için “yahudi ve zenâdıka uydurmasıdır’- diyerek şeytanın
    peygamber suretine bürünmesinin imkânsızlığına işaret etmiştir (Bkz. Âiüsî,
    Tefsir, XIII, 199). İbn Hazm da, Hz. Süleyman (a.s.)’ın bu imtihanının
    kendisine verilen  mal  ve 
    mülk  ile   sınanmaktan 
    ibaret  olduğunu  söyleyerek,  
    hakkında Kur’ân ve hadislerde bilgi olmayan bu konuda aktarılan
    rivayetler İçin Ebu Hayyan gibi “yafcıûdî ve zenâdıka uydurmaları”
    demiştir (el-Fasl, IV, 19).

    Aydemir, bu konuda aktarılan rivayetleri toplu olarak aktarmış ve her
    birini delilleriyle reddetmiştir {Bkz. Peygamberler, 208 vdd.; igili rivayetler
    için ayrıca bkz. Konyalı M. Vehbi, Tefsir, XII, 4796-97; Şevkânî, Tefsir, IV,
    342-345).

    [36] Tefhim, V, 74-76.

    [37] Kasasu’l-enbiyâ, II, 590.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 532-534.

    [38] Sebe sûresi, 34/14.

    [39] Onun ölümü 
    hakkındaki rivayetler için bkz. 
    Neccâr,  382-392,  dn. 
    401-403; Şevkânî, Tefsir, IV, 316-318.

    [40] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 534-536.

    [41] Bakara sûresi, 2/102.

    [42] Geniş bilgi için bkz. Elmalılı, I, 364-366.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 536-537.

    [43] İbn Mâce, İkâme, 196; Aiımed b. Hanbel, Müsned, II,
    176.

    [44] Enbiya sûresi, 21/79.

    [45] Sâd sûresi, 38/35-36.

    [46] Buhârî, Salât, 75; Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 39,40.

    [47] Neml sûresi, 27/ 19.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 537-539.

  • HZ. YUNUS (A.S.) HAYATI KISSASI

    YİRMİİKİNCİ
    BÖLÜM
    1

    HZ. YUNUS (A.S.) 1


    A. Kavmi Ve Peygamber Olarak Görevlendirilişi 1

    B. Hz. Yunus (A.S.) Balığın Karnında. 2

    C. Kurtuluş Sebebi: Zikir, Teşbih Ve Duâ. 3

    D. Yunus Kavminin İmanı 4

    E. Hz. Yunus (A.S.)’ın Aceleciliği Bu Konuda Rasülullah
    (S.A.V.)’ın Uyarılması
    4

    F. Asurlular’ın Yıkılışı 4

    G. Yunus Kıssasından Bâzı Mesajlar. 5

    1. Sıkıntı Anında Allah’a Sığınma. 5

    2. Davet Yolunda Sabır. 5

     

     

     

    YİRMİİKİNCİ BÖLÜM

     

    HZ.
    YUNUS (A.S.)

     

    A. Kavmi Ve
    Peygamber Olarak Görevlendirilişi

     

    Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    Yunus fa.s.)’m adını dört yerde zikret­miş; iki yerde de onu kendisini yutan
    balık münâsebetiyle, her ikisi de “balık sahibi” anlamına gelen
    “Zü’n-nûn ve Sahibu’î-hût’ isimleriyle anmıştır.[1]
    Peygamberimiz (s.a.v.), onun babasının adı­nı Mettâ olarak vermiştir.[2]
    Bünyâmin neslinden olduğu da söy­lenen Hz. Yunus (a.s.)’ın adı İncil’de Jonah
    veya Yonah olarak geçer. O, geniş topraklara hükmeden Asurlular’m başkenti
    Nino-va şehrine peygamber olarak gönderilmiş ve yaygın kanâate göre M.ö.
    860-784 yılları arasında II. Yereboam devrinde yaşamıştır. Kalıntıları, Irak’ta
    Musul kentinin tam karşısında Dicle nehrinin doğu yakasında bulunan bu şehir,
    onun zamanında Asur mede­niyetinin ihtişamını temsil ediyordu. Günümüze ulaşan
    ve çok geniş bir alana yayılmış bulunan kalıntıları dahî, bu ihtişamı
    göstermeye yeter bulunmaktadır. Bugün orada Hz. Yunus (a.s.)’a nisbet edilen
    bir tepe mevcuttur.

    Putlara tapan Ninova
    halkı, günah ve isyanlara boğulmuş, aralarında her türlü kötülük yayılmıştı.
    Allah Teâlâ, onlara doğ­ru yolu göstermek için, Yunus peygamberi gönderdi. Hz.
    Yunus (a.s.), 40 yaşında iken peygamber olarak görevlendirildikten son­ra,
    diğer peygamberlerin yaptığı gibi, hemen davete başladı. An­cak kavmi, uzun süre
    (bâzılarına göre 33 yıl) geçmesine rağmen davetini bir türlü kabul etmiyordu.
    Rivayete göre bu müddet içinde kendisine sadece iki kişi iman etmiş, Hz. Yunus
    (a.s.), her türlü kötülüğü işlemeye devam eden ve davetini engellemeye çalışan
    kavminin bu durumundan son derece sıkılmıştı. Kavmi­nin iman etmemesi yüzünden
    duyduğu üzüntü ve öfkenin son haddine vardığı günlerden birinde, alâmetlerine
    bakarak müş­riklere üç gün sonra başlarına büyük bir azabın geleceğini haber
    verdi ve Allah tarafından henüz hicrete izin verilmemiş olduğu halde onlardan
    ayrıldı. Onun kızgınlığı, şüphesiz ki, Allah rızası­na yönelik olup, dînin
    haysiyet ve şerefini korumak arzusundan kaynaklanıyordu. O, bu yaptığını da
    Allah rızasını gözeterek yap­tığına inanıyordu. Bu münâsebetle Allah’ın
    kendisini bu davra­nışı yüzünden bir sıkıntıya uğratabileceğini hiç
    düşünmemişti. [3]

     

    B. Hz. Yunus (A.S.)
    Balığın Karnında

     

    Ancak Hz. Yunus
    (a.s.), kavminden ayrıldıktan kısa süre sonra beklemediği bir durumla
    karşılaştı. O, kavmine kızgın bir halde limana gitmiş, haddinden fazla yolcu
    alan ve hareket et­mek üzere olan bir gemiye binmişti. Gemi denizin ortasında
    aşın yük yüzünden batma tehlikesi geçirince, yükü hafifletmek mak­sadıyla
    denize atılacakları belirlemek için çekilen kur’a sonucu onun adı da çıktı ve
    denize atıldı. Kur’ân-ı Kerim, onun bir kur’a sonucu denize atıldığını haber
    vermiş; ancak denize atılmasını gerektiren bu kur’a çekiminin sebebinden
    bahsetmemiştir. Bu Kur’ânın sebebi, büyük ihtimâlle yükün fazlalığı yüzünden
    bat­ma tehlikesi geçiren bu gemiden bâzı adamların atılmasının ka­çınılmaz  hâle 
    gelmesi  olmuştur.[4]  Çekilen 
    kur’ada  Hz.  Yunus (a.s.)’m adı da denize atılacaklar
    arasında çıkmış ve hemen deni­ze atılmıştı. İşte bu sırada onu büyük bir balık
    yutuverdi. Hz. Yunus (a.s.), balığın karnında zifiri karanlık bir ortamda hâlâ
    hayatta olduğunu farkettiği esnada, bütün bunların işlediği ha­tâlar yüzünden
    başına geldiğini de anladı.[5]
    Kendisini affetmesi için hemen Allah’a sığındı ve kendisini bu karanlıklardan
    kur­tarmasını istedi:

    “Ey Rabbim!
    Senden başka ilâh yoktur. Sen her türlü nok­sanlıklardan uzaksın. Bana gelince
    kendime zulmetmiş bulunuyo­rum. Şimdi ise pişman olup tevbe ettim. Bu sıkıntıyı
    benden gi­der!. “

    Cenab-ı Hak, duasını
    kabul ederek onu balığın karnından sahile çıkardı ve içine düştüğü üzüntüden
    kurtardı. Kur’ân-ı Kerim, onun başından geçen bu durumu şöyle açıklamıştır:

    “Zünnün’u
    (Yunus’u) da hatırla. Hani o, bir zaman öfkelene­rek kavmim bırakıp gitmişti
    de, bu yüzden kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı. Sonunda karanlıklar
    içinde kalıp şöyle dua etti: ‘Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ve teşbih
    ederim.

    Doğrusu ben
    zâlimlerden oldum!’ Biz de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık.
    İşte, mü’minleri böyle kurtarırız.”[6]   

     

    C. Kurtuluş Sebebi:
    Zikir, Teşbih Ve Duâ

     

    Kavminin îman etmemesi
    sebebiyle duyduğu üzüntü ve öf­ke yüzünden, Rabbinin iznini beklemeden
    tebliğine son verip kavminden ayrılması, Hz. Yunus (a.s.)’m başına böyle bir
    sıkıntı getirmişti. O, yaptığı işten büyük pişmanlık duyuyor ve bu yüz­den
    kendisini şiddetle kınıyordu. Hatâsını itiraf ederek Allah’a yalvarmış; duasını
    kabul eden Allah Teâlâ, onu yutan balığa, derhal onu sahile bırakmasını
    emretmişti. Âyetlerde bildirildiği­ne göre, Hz. Yunus (a.s.) çok ibâdet
    edenlerden ve Allah’ı çok zikredenlerden olmasaydı, balığın karnından
    kurtulması asla mümkün olmayacaktı. Ancak o, balığın karnında da Allah’ı ha­tırlayıp
    O’nu teşbih etti ve kendisini affetmesi için yalvardı. Su­çunu itiraf ederek,
    Allah’tan başka sığmak olmadığını söyledi. Duasını kabul eden Allah, balığa
    emrederek onu deniz sahilinde ağaçsız ve gölgesiz bir yere bırakmasını sağladı.
    Ayrıca o sırada hasta olduğundan, onu güneşten koruması ve yiyecek sağlaması
    İçin üzerine kabak cinsinden geniş yapraklı bitkiler bitirdi. Has­talıktan
    kurtulup güç ve kuvvetini yeniden kazanmasından son­ra ise onu tekrar kavmine
    davet için gönderdi. Hz. Yunus (a.s.), kavmine ulaştığında tahmin edemeyeceği
    sevindirici bir durumla karşılaştı. Çünkü küfürdeki inatları” dolayısıyla
    terk etmiş oldu­ğu nüfusları yüz bini aşan Ninovalilar, onun yokluğu sırasında
    yaşanan fevkalâde hadiselerden ibret almışlar, daha o dönme­den önce onun
    peygamberliğine îman edip davetini kabul etmiş­lerdi. Kur’ân-ı Kerim, onun
    başından geçenler ve onu sevindiren bu gelişme hakkında şu açıklamayı
    yapmaktadır:

    “Şüphesiz, Yunus
    da gönderilen peygamberlerdendir. Bir zaman o, kaçıp dolu bir gemiye binmişti.
    Gemidekilerden bir kıs­mının atılması için kur’a çekilmişti de, O da denize
    atılanlardan olmuştu.Denize atılınca balık onu yutmuştu. O pişmanlık içindeydi.
    Eğer o, Allah’ı çok teşbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar
    diriîtileceği Kıyamet gününe kadar balığın karnında kalırdı. Biz, onu balığın
    karnından hasta bir vaziyette çorak bir sahile attık. Özerine geniş yapraklı bir
    bitki bitirdik. Ve onu, nüfusu yüz bin hattâ daha fazla olan bir kavme
    peygamber olarak gönderdik. Onlar, Yunus’un davetini kabul edip iman ettiler.
    Biz de onlan bir vakte kadar nimetlerimizden yararlandırdık.”[7]

    Hz. Yunus (a.s.)’m
    balığın karnında kaldığı süre hakkında kesin bir bilgi yoktur. Kaynaklarda 1
    saat ile 40 gün arası süre­lerden bahsedilmiştir.[8]  

     

    D. Yunus Kavminin
    İmanı

     

    Ninovalılar, Hz. Yunus
    (a.s.)’m kendilerinden ayrılmasın­dan sonra, onun kendilerini tehdit etmiş
    olduğu azabın alâmet­lerini görmeye başlamışlardı. Bu fevkalâde olay karşısında
    Al­lah’ın birliğine ve Yunus’un peygamberliğine iman ederek, gel­mekte olan
    azabı kaldırması için Allah’a yalvarıp yakardılar. Yü­ce Allah, bir istisna
    olarak onların yeis halindeki bu imanını ka­bul etti. İnsanlık tarihinde ilk
    defa, bir kavmin yeis halindeki imânı geçerli sayılmış; Cenab-ı Hak, Yunus
    kavminin duasını kabul ederek onlardan azabı kaldırmıştı. Bu kavmin azap alâ­metlerini
    gördükleri sırada iman etmelerinin kendilerine faydalı olduğu ve imanlarının
    kabul edildiği, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır:

    “Haklarında
    Rabbinin azap hükmü sabit olanlar, îman et­mezler. Onlara her türlü delil gelse
    de, can yakıcı azabı görünceye dek îmân etmezler. Heyhat o vakit îman edip de
    îmanları kendile­rine fayda vermiş bir memleket olsa idi? Ancak Yunus’un kavmi
    bundan müstesna; onlar bu durumda iman edince, kendilerinden dünya hayatındaki
    rüsvayhk azabını kaldırdık ve onlan bir süre daha faydalandırdık.[9]

     

    E. Hz. Yunus
    (A.S.)’ın Aceleciliği Bu Konuda Rasülullah (S.A.V.)’ın Uyarılması

     

    Allah Teâlâ, Peygamber
    Efendimiz (s.a.v.)’e, davet husu­sunda Hz. Yunus (a.s.) gibi aceleci ve
    sabırsız olmaktan sakın­masını ve Mekke müşriklerinin eziyetlerine sabrederek
    tebliğ görevini ısrarla devam ettirmesini emretmiştir. Ona, kendisine iman
    etmediler diye kavmine kızıp aralarından ayrılan Hz. Yu­nus (a.s.)’m balığın
    karnında iken duyduğu pişmanlık ve üzüntüyü ve bu sıkıntıdan kurtulmak için
    yaptığı duayı hatır­latmıştır. İlâhî lütuf olmasaydı onun kınanmış bir durumda
    ka­lacağını; ancak suçunu itiraf edip samîmi bir şekilde tevbe etme­si
    sayesinde kurtulduğunu ve tekrar Allah’ın seçtiği sâlih kişi­lerden olduğunu
    haber vermiştir:

    “Öyleyse Rabbinin
    hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra (tzdırap içinde) haykıran
    balık sahibi (Yunus peygamber) gibi olma. Ona Rabbinden bir nimet yetişmiş
    olmasaydı, kınanmış olarak çorak bir yere atılmış olacaktı. Ancak Rabbi onu
    peygam­ber olarak seçti de onu sâlihlerden eyledi.”[10]

     

    F. Asurlular’ın
    Yıkılışı

     

    Ninova halkı, azap alâmetlerini
    görünce iman etmiş ve bir istisna olarak helâktan kurtulmuştu. Ancak onlar, Hz.
    Yunus (a.s.)’m vefatından bir süre sonra yine doğru yoldan ayrıldılar. Giderek
    yozlaşan bu toplum, kendilerine gönderilen iki peygam­berin mesajına da kulak
    asmadı. Neticede M.Ö. 602 yılında Midyalılar, Babilliler’den de destek alarak
    Asurlular’a karşı şid­detli bir saldırıya geçtiler. Yenilen Asur ordusu başkent
    Ninova’da mahsur kaldı. Kuşatmanın ardından Midyalılar kaleye girip şehri yağma
    ve tahrip ettiler. Asur kralı ise, sarayını yakıp kendisi de içinde yanarak
    intihar etti. Ninova şehrinin kalıntıla­rı, bu yağma ve tahribin bâzı izlerini
    hâlâ taşımaktadır.[11]   

     

    G. Yunus Kıssasından
    Bâzı Mesajlar

     

    1. Sıkıntı Anında
    Allah’a Sığınma

     

    Mü’minlerin, Hz. Yunus
    (a.s.)’m yaptığı gibi, darlık ve sı­kıntı anında Allah’a sığınması, aczini ve
    noksanlığını arz ederek O’ndan sıkıntının giderilmesini istemesi lâzımdır. Hz.
    Yunus (a.s.), balığın karnına düştüğünde, bu şekilde davranmış ve ne­ticede
    Allah tarafından affedilerek kurtarılmıştı. Allah Teâlâ, onu kurtardığını
    bildirdiği âyetin sonunda, “İşte biz, mü’minleri böyle­ce kurtarırız”
    diyerek, bu kurtuluşun aynı durumda kalan mü’ minlerin tamamı için geçerli
    olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla bu âyet, Allah’ın emir ve yasaklarına uymak,
    O’na gerektiği şe­kilde ibâdet etmek ve O’na sığınmak şartıyla, mü’minlerin
    çeşitli gam ve kederlerden kurtarılacağına dair bir ilâhî vaaddir:

    “Senden başka
    ilâh yoktur. Seni tenzih ve teşbih ederim. Doğrusu ben zâlimlerden oldum!’ Biz
    de duasını kabul edip onu sıkıntılardan kurtardık. İşte, mü’minleri böyle
    kurtarırız.”[12]

    Rasülullah (s.a.v.),
    Hz. Yunus (a.s.)’m bu duâsıyla ilgili ola­rak şöyle buyurmuştur:

    “Herhangi bir
    Müslüman, herhangi bir hususta, Yunus’un bu duâsıyla Allah’a yalvarırsa, duası
    mutlaka kabul olunur. “[13]

    Rasülullah (s.a.v.),
    şiddet ve sıkıntı anında yapılacak dua­nın önemi hakkında da amcazadesi İbn
    Abbas’a şöyle demiştir:

    “Allah’ın
    emirlerine uy ve onlara sahip çık ki, O da seni ko­rusun. Allah’ın emirlerini
    uygulamaya devam et ki, şiddet ve sı­kıntı anında O’nun yardımını karşında
    bulasın. Genişlik zamanla­rında Allah’ı tanırsan O da darlık ve zorluk
    zamanlarında seni tanıyıp gözetir. Bir şey isteyecek olursan Allah’tan iste,
    bir yardım talebinde bulunacaksan Allah’ın yardımına başvur.[14]   

     

    2. Davet Yolunda
    Sabır

     

    Yunus kıssasından
    çıkarılan önemli diğer bir mesaj, tebliğ vazifesini yürütürken, çeşitli
    güçlüklere katlanmanın ve bu uğurda sabır zırhına bürünmenin şart oluşudur.
    Nitekim, Hz. Yunus (a.s.)’m, kavminden gördüğü kötülükler karşısında Al­lah’tan
    izinsiz hicrete çıkması, bir peygamber olarak kendisi için kusur sayılmış ve bu
    yüzden başına çeşitli sıkıntılar getirmiştir. Geçtiği gibi, onun bu durumu
    hatırlatılarak, Rasülullah (s.a.v.)’ e onun gibi aceleci olmaması emredilmiştir.
    Ancak Hz. Yunus (a.s.)’m Allah tarafından bağışlanan bu davranışı, onun derece­sini
    düşürmez ve faziletini eksiltmez. Nitekim Sevgili Peygambe­rimiz (s.a.v.),
    böyle bir anlayışın yanlışlığına işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

    “Hiç bir kişi
    için, ‘Ben muhakkak Yunus b. Mettâ’dan hayır­lıyım’ demek uygun değildir.”[15] 

     

     



    [1] Hz. Yunus (a.s.)’m adının geçtiği âyetler şunlardır:
    Nisa süresi, 4/163; En’am süresi, 6/86; Yunus sûresi, 10/98; Sâffât sûresi,
    37/139. O, Enbiya sûresi 21/87’de ‘Zü’n-nûn”, Kalem sûresi, 68/48’de
    “Sahibul-hûi” sıfatıyla zikredilmek­tedir.

    [2] Buhârî, Enbiyâ, 24, 35.

    [3] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 550-551.

    [4] Ibn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, 1, 335. Kur’a sebebi
    hakkında başka rivayetler de nakledilmiştir:

    Bu rivayetlerden birine
    göre, gemi bir fırtınaya yakalanınca, bu fırtınanın, gemide efendisinden kaçmış
    bir kölenin bulunmasından kaynaklandığı, bu köle denize atılmadıkça fırtınanın
    dinmeyeceği söylenmiş, yolculardan hiçbiri köle ol­duğunu kabul etmeyince, onun
    kur’a ile belirlenmesi istenmiştir. Çekilen kur’a Hz. Yunus (a.s.)’a isabet
    etmiştir.

    Başka bir rivayette de,
    geminin limandan hareket edemediği, bunun gemide bir suçlunun bulunmasına
    bağlandığı, suçluyu tespit için çekiien Kur’ânın Hz. Yunus (a.s.)’a isabet
    ettiği zikredilmiştir (bu rivayetler için bkz. Taberî, Tefsir, XXIII, 98;
    Salebi, 409}.

    Kitab-ı Mukaddes’te Yunus kitabında İse özetle şu bilgi verilmiştir:
    Nineve’ye (Ninova) peygamber olarak gönderilen Yunus, daveti bırakıp Tarşiş’e
    kaçmak ni­yetiyle Yafa limanından bir gemiye biner. Korkunç bir fırtına
    çıkınca, bu fırtına­nın içlerinden biri yüzünden çıktığı söylenir ve bu şahıs
    kur’a ile belirlenir. Kur’ada çıkan Yunus, Rabbinin önünden kaçtığını, giderek
    şiddetlenen fırtınanın kendisi yüzünden çıktığını itiraf eder, kendisini denize
    atarlarsa duracağını söyler ve kendi isteğiyle denize atılır. Ardından deniz
    sakinleşir, Yunus ise bir balık ta­rafından yutulur ve üç gün sonra Allah’ın
    emriyle balık tarafından sahile atılır (Yunus Kitabı, 1/1-17).

    [5] Müfessirler, Allah’ın Hz. Yunus (a.s.)’ı sıkıntıya
    sokmasının sebebi olarak, genellikle onun işlediği üç hatâdan bahsetmişlerdir:

    a) Kavmine
    gönderilecek azabın vakti henüz Allah tarafından kesin olarak bildirilmemiş
    olduğu halde, alâmetlerine bakarak azabın vaktini bizzat tayin et­meye
    kalkışması.

    b) Hiç bir
    peygamber, Allah’tan emir gelmeden hicret İçin kavmini terk etme­diği halde,
    azap vakti gelmeden önce sabırsız davranarak kavmini terk edip hicre­te
    çıkması.

    c)
    Kavminden  azabın  kaldınlmasmdan   sonra 
    bile  kavmine  geri  
    dönmek istememesi (Mevdûdî, Tefhim, V, 46 )

    Bu arada, îbn Abbas’tan, onun bu sırada peygamber olmadığı ve bu göreve
    balığın kamından kurtulduktan sonra getirildiğine dair bir rivayet
    nakledilmiştir. Saffât sûresinde kıssanın anlatılmasından sonra, “Ve onu
    biz, yüz bin veya daha fazla kişiye peygamber olarak gönderdik.” (
    Safi”ât, 37/147) buyurulması, bu gö­rüş için delil sayılmıştır (onun
    peygamberliğinin ne zaman başladığı hakkındaki görüşler için bkz. Salebi, 407;
    Taberi, Tefsir, XXIII, 104-105; Kurtubî, Tefsir, XV, 121-122; Şevkânî, Tefsir,
    IV, 410).

    [6] Enbiyâ sûresi, 21/87.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 551-553.

    [7] Saffât sûresi, 37/139-148.

    Kitab-ı Mukaddes’te,
    Hz. Yunus (a.s.)’ın kızgınlığı, azabın yaklaşması üzerine iman eden kavminin
    Allah tarafından affedilmesi dolayısıyla yalancı durumuna düşmesine
    bağlanmaktadır. Orada anlatılanlar özetle şöyledir: Balık tarafından sahüe
    atılan Hz. Yunus (a.s.), tekrar Ninova’ya gönderilir. Yunus halka 40 gün sonra
    Nİnova’nm yıkılacağını söyler. Bundan etkilenen halk iman edince Allah,
    onlardan azabı kaldırır. Azabın kaldırılması Hz. Yunus (a.s.)’m gücüne gider ve
    buna öfkelenir. Yalancı duruma düşmek yüzünden, kendisi için ölümün yaşa­maktan
    daha hayırlı olduğunu söyler ve şehirden ayrılıp şehir dışında bir gölgelik
    altına oturur. Onu üzüntüsünden kurtarmak isteyen Allah, üzerine gölge olsun
    diye bir asma kabağı bitirir. Yunus buna sevinir; ancak ertesi gün kabak
    kuru-yunca güneşte kalan Hz. Yunus (a.s.) sıcaktan baygın düşer ve tekrar ölümü
    is­ter. Bunun üzerine Allah, ona hitap ederek şöyle der: “Sen emeğini
    çekmediğin ve büyütmediğin asma kabağına acıyorsun. O kabak ki, bir gecede
    çıktı ve bir gece­de yok oldu. Ya ben Ninova için, o büyük şehir için
    acımayayım mı? O şehir ki, orada sağını ve solunu seçemeyen yüzyîrmibinden
    ziyâde insan, birçok da hay­van var.” (Yunus Kitabı, 2/1-10; 3/1-10;
    4/1-11).

    Görüldüğü gibi Kitab-ı Mukaddes’teki bu bilgilerden bir kısmı ya
    Kur’ân-i Kerim’de yoktur veya farktı olarak aktarılmıştır. Kur’ân’da olmayan
    bilgiler, ge­nellikle bir peygambere yakışmayacak türdendir ve İnsanlar
    tarafından uydurul­duğu açıktır. Meselâ, bir peygamberin, kavminin
    affedilmesine üzülmesi düşünülemez. Kur’ân’dan farklı anlatımlar da, bu
    eserlerdeki tahrifatı göstermek­tedir. Kur’ân, kabağın Hz. Yunus (a.s.)’ın
    balık tarafından hasta bir şekilde sahile atılması esnasında ona bir lütuf
    olarak bitirildiğini söylerken, Kitab-ı Mukaddes bunu kavminin affedilmesinden
    sonrasına erteler ve Yunus’un işin mâhiyetini kavramasını sağlayacak bir örnek
    vermek maksadıyla bitirildiğini belirtir.

    [8] Taberî, Tefsir, XXIII, 101; Kurtubî, Tefsir, XV, 123;
    îbn Kesir, Kasasul-enbiyü, I, 336.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları:553-554.

    [9] Yunus süresi, 10/98. Yeis hâlindeki imanın geçerliliği
    hususunda bu kavmin bir İstisna teşkil ettiğini açıklayan bu âyetler, azap
    alâmetlerini görünce îman eden tek kavmin Yunus kavmi olduğu şeklinde de
    yorumlanmıştır (Bu konudaki gö­rüşler için bkz. Nehhas, Tefsir, III, 318;
    İbnül-Cevzi, Tefsir, IV, 66; Ateş, Çağdaş Tefsir, IV, 253).

    Mevdûdî, bu kavmin yeis halindeki imanının istisna olarak kabul edilme
    sebebinin, Hz. Yunus (a.s.)’m hicrete izin verilmeden onlardan ayrılması olduğu­nu
    ve onun bu davranışının Allah’ın adaleti gereği onlara verilecek cezayı ortadan
    kaldırdığım söyler. Buna göre, onun erken ayrılması, bu kavmin cezaya çarptı­rılması
    için gereken şartların tamamlanmasını engellemiş olmaktadır {Tefhim, II, 364).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 555.

    [10] Kalem süresi, 68/ 48-50.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 556.

    [11] Mevdûdî, Hz. Peygamber’in Hayatı, I, 480.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 556.

    [12] Enbiyâ sûresi, 21/87-88. Hz. Yunus (a.s.)’m âyetteki
    duası, Arapça olarak şöyle­dir: “La İlahe illâ erite sübhâneke innîküntü
    mine’z-zâlimîn.”

    [13] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 170; Tirmizî, Deavât, 82.

    [14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 557.

    [15] Buhârî, Enbiyâ, 24, 35.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 558.

  • HZ. ELYESA (A.S.) HAYATI KISSASI

    YİRMİBİRİNCİ
    BÖLÜM
    1

    HZ.
    ELYESA (A.S.)
    1

     

     

    YİRMİBİRİNCİ
    BÖLÜM

     

    HZ.
    ELYESA (A.S.)

     

    Kur’ân-ı Kerim’de ismi
    geçen peygamberlerden biridir. O-nun ismi, iki âyette, diğer bâzı
    peygamberlerin isimleriyle birlikte zikredilmiştir:

    “ismail’i de,
    Bîyesa’yı da, Yunus’u da, Lût’u da.hatırla! Her birini âlemlerden üstün
    kıldık.”[1]

    “İsmail’i de,
    Bîyesa’yı da, Zülkifl’i de hatırla! Hepsi de seçil­mişlerdendi.[2]

    Kur’ân-ı Kerim, Elyesa
    peygamber hakkında, peygamber­lerden olduğunu gösteren bu iki âyet dışında
    bilgi vermemiştir. Tarih kaynaklarında, onun, Hz. Yusuf (a.s.)’ın dördüncü
    göbek torunu olduğu bildirilmektedir.[3] Ahd~i
    Atik’de Elişa adıyla zikre­dilen peygamberin Elyesa olduğu tahmin edilir.[4] Onun
    ismi, Grekçe’ye Elisavos, Lâtince’ye Elisaeus şeklinde geçmiştir. M.Ö. VIII.
    yüzyılda, Allah’ın emri üzerine, İlyas peygamber tarafından kendisine halef
    seçilmiştir, önce geçtiği gibi, Hz. İlyas (a.s.) tara­fından iyileştirildikten
    sonra çiftçiliği bırakıp ona hizmet etmiş, ölümüne kadar ondan ayrılmamıştır.[5] Hz.
    İlyas’m ölümünden sonra peygamberlik görevine Eriha’da başlayan Elyesa, Kitab-ı
    Mukaddes’te geniş bir şekilde anlatılan pek çok mucize göster­miştir.[6]
    İsrail kralı Yoaş zamanında vefat etmiştir.[7]    

     

     



    [1] En’am süresi, 6/86.

    [2] Sâd sûresi, 38/48.

    [3] İbn Sa’d, I, 55.

    [4] Ö. Faruk Harman, “Elyesa”, DİA, II, 69.

    [5] H. Krallar, 2/ 1-18.

    [6] II. Krallar’da anlatılan bu mucizeler hakkında bir
    özet için bkz. Harman, “Elyesa”, DÎA I, 70.

    [7] II. Krallar, 13/ 14, 20

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 548.

  • HZ. ÜZEYR (A.S.) HAYATI KISSASI

                                       

    YİRMİ
    ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
    1

    HZ.
    ÜZEYR (A.S.)
    1

     

     

     

     

     

    YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

     

    HZ.
    ÜZEYR (A.S.)

     

    Kur’ân-ı Kerim’de
    sadece bir defa ismi zikredilen Hz. Üzeyir (a.s.)’ın peygamber olduğu kesin
    değildir. Dolayısıyla bâzı âlim­ler, onun velî bir kul olduğu görüşüne
    varmışlardır. İbn Kesir’in ifadesiyle meşhur görüş, onun Benî İsrail
    peygamberlerinden olduğudur. Ancak İbn Abbas, Ata b. Ebî Rebah ve Hasen-i Basrî
    peygamber olmadığı kanâatindedirler.[1]

    Arapça’ya Uzeyr olarak
    geçen isminin İbrânice aslı Ezra’dır ve “yardım, Tanrı’nm yardımı”
    anlamına gelmektedir. Kitab-ı Mukaddes’te, adını taşıyan bir bölüm bulunan Hz.
    Üzeyir (a.s.), kâhin yazıcı, Rabbin emirlerinin ve sözlerinin yazıcısı olarak
    ta­nıtılmaktadır.[2] İsrailoğullari’nm Babil
    esareti sırasında kaybolan Tevrat’ı, esaretten kurtulmalarından sonra, yeniden
    toparlayıp bugünkü şekline yakın bir halde tedvin etmesi ve şeriatlerini ihya
    etmesi bakımından Yahudiler, Hz. Üzeyir (a.s.)’a büyük bir kudsiyet
    atfetmişlerdir. Bu aşırı saygı yüzünden onların bir kıs­mı, âyette geçtiği
    gibi, onu “Allah’ın oğlu” kabul etme sapıklığına düşmüşlerdir.[3] Hz.
    Üzeyir (a.s.), İran kralı Artahşaşta dönemin­de (M.Ö. 465-424) yaşamış, bu kral
    tarafından Yahudi cemâati­nin durumunu incelemek, onlara Allah’ın şeriatına riâyet
    etme­lerini tavsiye etmek ve Mabedin hizmeti için gerekli malzemeyi sağlamak
    üzere Kudüs’e gönderilmiştir. Hz. Üzeyir (a.s.}, bu yol­culuğuna çıkarken,
    Bâbil’e getirilmiş olan Yahudi sürgünlerin­den bir gurubu da beraberinde
    götürme izni alır. Dört ay sonra Kudüs’e ulaşır ve orada putperest kadınlarla
    evlenmiş olan Filis­tin yahudüerinin pek çoğunu bu kadınları boşamaya ikna
    eder. On üç yıl sonra da Hz. Musa (a.s.)’m şeriat kitabını getirerek halka
    okur.[4]

    Yahudiler ve
    hıristiyanlar arasında, onun Tevrat’ı yeniden ortaya koyduğu hakkında yaygın
    bir kanâat vardır. Kitab-ı Mu­kaddesle ilgili ilmî tenkid faaliyetini sürdüren
    bâzı araştırmacı­lar da, bu kanâati desteklemişlerdir. Wellhausen, Tevrat’ın
    temel metninin redaksiyon ve ilânının, Hz. Üzeyir (a.s.) tarafından yapıldığını
    kabul etmiştir.[5] Bu önemli görev,
    tabiatıyla onun mevki­ini yükseltmiştir.

    Kur’ân-ı Kerim, onun
    adını bir defa zikretmiş ve hakkında kısa olmakla birlikte oldukça önemli şu
    bilgiyi vermiştir:

    “Yahudiler,
    ‘Uzeyr Allah’ın oğludur’dediler. Hıristiyanlar da, ‘Mesih Allah’ın oğludur’
    dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledik­leri sözleridir. Sözlerini önceden
    inkâr etmiş müşriklerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onlan kahretsin, nasıl
    da haktan bâtıla çevri­liyorlar?”[6]

    îslâmî kaynaklarda, bu
    âyette işaret edilen Hz. Üzeyir (a.s.)’ in yahudiler tarafından Allah’ın oğlu
    kabul edilmesi inancının ortaya çıkışını açıklayıcı mâhiyette iki rivayet
    aktarılmaktadır. İbn Abbas’a dayanan birinci rivayete göre, önceleri Tevrat’a
    bağlı kalan İsrâiloğulları, zamanla ondan uzaklaşmışlar ve bunun neticesinde
    ilâhî bir ceza olarak Tevrat kendilerine unutturul-muştur. Tevrat’ın muhafaza
    edildiği Ahid sandığı da ellerinden alınmıştır. Buna çok üzülen Hz. Üzeyir
    {a.s.}, kendisine Tevrat’ı yeniden öğretmesi için Allah’a yalvarmış, sonunda bu
    duası ka­bul edilerek Tevrat onun hafızasına yerleştirilmiştir. Tevrat’ı
    kavmine öğretince onların nezdinde büyük itibar kazanmış ve kendisine
    “Allah’ın oğlu” demeye başlamışlardır. İkinci rivayete göre,
    yahudileri ağır bir hezimete uğratan Amâlika kavmi, Tev­rat’ı da onların
    elinden almıştır. Bu esnada bâzı âlimler de, elle­rindeki Tevrat nüshalarını
    dağlara gömerek ülkeyi terk etmişler­dir. O günlerde hayatının baharında bir
    delikanlı olan ve zama­nını dağlarda ibâdetle geçiren Hz. Üzeyir (a.s.),
    mevcudu kalma­yan Tevrat’ı onu en iyi bilen kişi olarak yeniden kaleme alır.
    Geri donen âlimler gömmüş oldukları Tevrat nüshalarını çıkarıp Hz. Üzeyir
    (a.s.)’ın hafızasına dayanarak yazdığı nüsha ile karşılaştı­rınca, aralarında
    hiç bir fark olmadığını görüp hayrete düşmüş­ler ve “Allah, bunu sana
    ancak O’nun oğlu olduğun için verdi” demişlerdir.[7]

    Kur’ân-ı Kerim, âyette
    görüldüğü gibi, İslâmm zuhuru sıra­sındaki yahudilerin Hz. Üzeyir (a.s.)’m
    Allah’ın oğlu olduğuna inandıklarını kesin bir ifâde ile haber vermektedir.
    Ancak bu görüşün, bütün Yahudilerin inancı olmaktan ziyâde, Peygambe­rimiz
    (s.a.v.)le görüşürken bunu ; gündeme getiren Medine yahudilerine âit bir görüş
    olduğu ifâde edilmektedir. Klasik müfessirlerin tamamına yakını, yalnızca
    Arabistan’da yaşamakta olan yahudilerin böyle bir inanca sahip olduklarını
    kabul eder­ler. Taberî, bu âyetin tefsirinde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelen
    Medineli birkaç yahudinin, “Sen. bizim kıblemizi îerketmişken ve yine
    Üzeyir’in Allah’ın oğlu olduğuna inanmazken, biz nasıl sana uyabiliriz?”
    dediğini nakletmiştir.[8] Bu
    arada Yemenli yahudilerin ise Hz. Üzeyir (a.s.)’ın Mesih olduğuna inandıkları
    zikredilmekte­dir.

    Diğer taraftan bazı
    müfessirler, Bakara suresinin 259. âye­tinde yüz yıl uyutulup tekrar hayata
    döndürüldüğü bildirilen meçhul şahsın Hz. Üzeyir (a.s.) olabileceğini
    söylemişlerdir. Bu şahsın Ermiyâ olduğunu kabul edenlere karşı, ilk
    müfessirler-den Katâde, İkrime, Rebî b. Enes, Dahhâk ve Süddî onun Hz. Ü-zeyir
    (a.s.) olduğu görüşünü savunmuşlardır.[9] Bu
    âyetin meali şöyledir:

    “Yahut şu kimse
    gibisini görmedin mi ki, duvarları çatıları üstüne yığılmış ıssız bir kasabaya
    uğramıştı da, ‘Allah bütün bun­ları Öldükten sonra nasıl diriltecek?’ demişti
    Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl süre İle ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata
    döndüre­rek sormuştu: ‘Bu halde ne kadar kaldın?’ O da, ‘Bir gün veya bir
    günden biraz daha az bir süre kaldım’ diye cevap vermişti. Allah, ‘Hayır, bu
    halde yüz yıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak, bo­zulmamış ve eşeğine hak!
    Biz, bütün bunları insanlara bir ibret olman için yaptık. Bir de şu insanların
    ve hayvanların kemiklerine bak, onlan nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü
    düşün. Bu işler ona açıklanınca, ‘Biliyorum, Allah her şeye kadirdir.’ dedi.
    [10]   

     

     



    [1] İbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, 622-625.

    [2] Esra, 7/11.

    [3] İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, II, 625.

    [4] Nehemya, bab, 8.

    [5] Harman, Ö.F.,”Üzeyir”,İsîamda İnanç İbadet
    ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, IV, 410.

    [6] Tevbe sûresi, 9/30.

    [7] Bu rivayetler için bkz. Salebi, 345-347.

    [8] Tefsir, X,   110;
    ayrıca bkz., İbn Hişam, I, 570; İbnül-Cevzî, 
    Tefsir, III, 422-425; Beğavî, Tefsir, I, 108.

    [9] Salebî, 343.

    [10] Îbnül-Kelbî, bu ayetteki şahsın, Ermiyâ (a.s.)
    olduğuna dair bir rivayet aktarmış­tır. Buna göre Allah Teaiâ, Ermiyâ’ya,
    Buhtunnasar tarafından tahrip edilmiş ci­lan Kudüs şehrini İmar edeceğini haber
    verir ve oraya gidip yerleşmesini emreder. Şehre gelen Ermiyâ, karşısında bir
    harabe görünce şaşırır ve kendi kendine şöyle der:

    “Sübhânellah!
    Allah bana bu şehre yerleşmemi emretti ve orayı imar edeceğini haber verdi
    Şehrin ölümünden sonra Allah orayı ne zaman imar edecek, ne zaman ihya
    edecek!”

    Daha sonra, eşeği ve azık sepeti de yanında olduğu halde, bulunduğu
    yerde uyur kalır. Uykusu tam yüz yıl devam eder. Bu uzun süre içinde,
    Buhtunnasar ölmüş, yerine oğlu geçmiştir- Adaletiyle meşhur bu yeni hükümdar,
    Suriye ve Fi­listin bölgesinin ıssız kaldığını ve yırtıcı hayvanlarla dolduğunu
    öğrenince, baba­sının Babil’e getirmiş olduğu îsrâiloğullan’na yurtlarına dönme
    izni verir. Onların başına, Hz. Davud (a.s.] evlâdından birini tayin eder ve
    ona Kudüs’ü ve mescidini imar etmesini emreder. Ermiyâ yüz yıi sonra
    uyandığında, şehre bakınca gözleri­ne inanamaz. Çünkü O, ancak bir gün hatta
    daha kısa bir süre uyuduğunu sanmaktadır. Bu esnada Allah, ona başından geçeni
    anlatır ve kendisinin her şe­ye güç yetireceğini söyler. İbn Kesir, Taberi’nin
    naklettiği bu rivayetin olayların seyrine uygun olduğunu belirtir. Ancak, bu
    şahsın Hz. Üzeyir {a.s.} olduğu riva­yetinin daha meşhur olduğuna işaret eder
    (Kasasu’l-enbiya, II, 620-21]

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 560-563.

  • HZ. DAVUD (A.S.) HAYATI KISSASI

     

     A. Hz.Musa (A.S)’Dan Sonra Benî İsrâil-Yûşâ B.Nûn   

     B. İsrailoğulları’nın Peygamberlerinden Bir Hükümdar İstemeleri    

     C. Talut’un Hükümdarlığının Alâmeti    

     D. Talut Ordusunun İmtihanı Ve Kazanılan Zafer   

     E. Hz. Dâvud (A.S.)’ın Hükümdarlığı    

     F. Peygamberliği Ve Kendisine Zebur’un Verilmesi    

     G. Hz. Davud (A.S.)’ın Baktığı Bâzı Dâvalar   

     1. Başkasının Ekinini Yiyen Koyun Sürüsü   

     2. Koyun Sahibi İki Kardeş   

     3. Çocuk Hangi Kadının?   

     H. Hz. Davud (A.S.)’a Zırh Sanatının Öğretilmesi    

     I. Elinin Emeği İle Geçinmesi    

     Hz. Davud (A.S.)    

     İ. Teşbih Ve Zikri-Namaz Ve Orucu   

     K. Vefatı    

     
    ONSEKİZİNCİ BÖLÜM

     
        HZ. DAVUD (A.S.)

     
        A. Hz.Musa (A.S)’Dan Sonra Benî İsrâil-Yûşâ B.Nûn

    Hz. Musa (a.s.)’ın vefatından sonra İsrailoğulları’nın başına Yûşâ b. Nün geçti. Hz. Yûşâ (a.s.), savaşa gitmek istemeyen ve Tîh’e girildiği esnada 20 ve daha yukarı yaşlarda bulunup sah­rada geçirilen 40 yıl içinde tamamına yakını ölen nesilden kim­senin bulunmadığı, tamamıyla yeni nesilden müteşekkil ordu­sunu Tîh’ten çıkarıp Ürdün’e götürdü ve 6 ay süren şiddetli bir muhasaranın ardından Eriha şehrini ele geçirdi.[1] Hz. Yüşâ (a.s.), daha sonra Beytülmakdis/Kudüs üzerine yürüdü ve şiddetli çatışmalardan sonra orayı da fethetti. Allah İsrailoğullan’na bu mukaddes şehrin kapısından alçak gönüllü bir halde, kibir ve gururdan kaçınarak secde eder bir vaziyette girmelerini ve girer­ken de “hitta” demelerini emretmişti. Ancak onlar, bunu dinle­medikleri gibi, zıddına hareket ettiler, şehre büyük bir kibir ve gurur ile girdiler. Bizi affet, bizi bağışla mânâsına gelen “hitta” demek yerine, buğday mânâsına gelen “hinta” kelimesini söyledi­ler ve af dilemek yerine dünyalık istediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onların bu yakışıksız ve isyankâr tavrı hakkında şöyle buyurmuştur:

    “İsrailoğullan’na, ‘Beytülmakdis’in kapısından eğilerek (te­vazu ile) giriniz ve bizi bağışla (=hittaj deyiniz.’ denildi. Onlar ise, kıçları üzerine emekleyerek girdiler ve (emrolunduklan kelimeyi değiştirip), hinta, habbe fi şa’ara (bize buğday başağında dane ver)’ dediler.”[2]

    Bu defa da Allah’ın nimetlerine nankörlük eden İsrailoğul-ları, Allah tarafından kendilerine emredilen sözü değiştirmişler ve bu yüzden cezaya çarptırılmışlardır.

    “O vakit onlara şöyle demiştik: Şu şehre girin, orada diledi­ğiniz gibi, bol bol yiyin, şehrin kapısından secde ederek geçin ve ‘hitta/bizi affet! Günahlarımızın yükünü üzerimizden kaldır!’ de­yin ki, biz de kusurlarınızı bağışlayalım ve iyilik yapanlara sınır­sız mükâfat verelim.

    Ama o zulmetmeye alışmış olanlar, kendilerine söylenmiş olan sözü başka bir sözle değiştirdiler. Bunun üzerine Biz de, za­limlerin üzerine, yoldan çıkmalarından dolayı gökten bir azap indirdik.[3]

    Hz. Yûşâ (a.s.}, Filistin’i bütünüyle aldıktan sonra, araziyi halk arasında taksim etti ve vefatına kadar onları Tevrat’a göre yönetti. Hz. Musa (a.s.)’dan sonra 27 yıl daha yaşadı ve 127 ya­şında öldü.[4] İsrailoğulları, Hz. Yûşâ (a.s.)’dan sonra başlarına geçen hâkimler tarafından idare edildiler. “Hâkimler İdaresi” adıyla bilinen bu dönemin sonlarında güç ve kuvvetlerini kay­betmişlerdi. Aralarında İhtilaflar çıkmış ahlâkî düşkünlükler iyice yayılmıştı. Tarihçilerin verdiği bilgiye göre, onlar giderek iyice azıtmışlardı. Kendilerini Tevrat’a davet için gönderilen pey­gamberlerini öldürmek dahil her türlü büyük günahları işliyorlardı. Peygamberlerini Öldürmeleri yüzünden Allah Teâlâ, onları zâlim ve cebbar hükümdarlarla cezalandırdı. Başlarına geçen bu hükümdarlar onlara zulmediyor, içlerinden pek çoğu­nu Öldürüyorlardı. Ayrıca Allah, komşu milletleri de onlara mu­sallat kıldı. Amâlika Arapları, Arâmîler ve Filistinliler, onlara sık sık saldırıda bulunuyorlardı. [5]

     
        B. İsrailoğulları’nın Peygamberlerinden Bir Hükümdar İstemeleri

    Mısır ve Filistin arasındaki bölgede yaşayan Amâlika Arap­ları, M.Ö. 1000 yıllarında kralları Câlut komutasında İsrâiloğulla-rı’na karşı saldırıya geçerek onları yurtlarından sürüp-çıkarmış­lar, kadın ve çocuklarının çoğunu esir almışlardı. Gazze ve Aska-lan üzerine düzenledikleri bu taarruz esnasında, onların kutsal saydığı Tâbut’u da (Ahid sandığı) alıp götürmüşlerdi.[6] İçinde kutsal emânetlerin bulunduğu bu sandığa büyük değer veren İsrailoğullan, savaşlara giderken, onu ordularının önünde götü­rürler, onun sayesinde cesaret kazandıklarına inanırlar ve onu vesile kılarak Allah’tan yardım isterlerdi.

    İsrailoğulları ileri gelenleri, zillet ve sıkıntılarla yüz yüze ol­dukları bu dönemde,  Kur’ân’da ismi zikredilmeyen yaşlı pey­gamberleri Samuel’e başvurarak, kendilerini ağır hezimete uğra­tan Kral Câlûtla yapmak istedikleri savaşlarda kendilerine ko­muta edecek bir hükümdar/kum and an tayin etmesini istediler.[7] Onların dönekliklerini çok iyi bilen bu peygamber, bir hükümdar tayin edilmesi ve bu yüzden savaşın kendilerine farz kılınması durumunda, savaştan kaçmalarından korktuğunu belirterek on­lara bu istekten vazgeçmelerini söyledi. Ancak onlar, yurtların­dan çıkarıldıkları, kadınları ve çocukları ellerinden alındığı için savaştan başka yapacak bir şeyleri kalmadığını; dolayısıyla tayin edilecek şahsın komutasında kesinlikle savaşacaklarını beyan ettiler. Onlann ısrarı üzerine, Yüce Allah, Tâlut isimli şahsın me­lik tayin edilmesini emretti ve bununla birlikte Samuel’in tahmin ettiği gibi onlara savaşı farz kıldı. Bir süre sonra Samuel’in kork­tuğu durum ortaya çıktı. Çünkü bu teklifi yapanlar, içlerinden çok azı hariç, verdikleri kesin söze rağmen bahaneler uydurarak savaştan geri durdular. Bu tavırları, apaçık bir haksızlık ve zu­lümdü ve bunun karşılığını alacakları muhakkaktı. Kur’ân-ı Ke­rim, onların bu dönekliğini şöyle haber vermektedir:

    “Musa’dan sonraki dönemde İsrailoğüllan’nın İleri gelenleri­ni görmedin mi? Peygamberlerinden birine, ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım!’ demişlerdi. O peygamber, ‘Ya savaş size farz kılındığında gitmeyecek olursanız?’ demişti. Onlar ise, ‘Yurdumuzdan çıkarıldığımız ve çocuklarımızdan uzak­laştırıldığımız bu durumda da mı Allah yolunda savaşmayalız?’ demişlerdi. Ama savaş onlara farz kılınınca, az bir kısmı müstes­na yüz çevirdiler. Allah zâlimleri bilir.[8]

    Samuel peygamber, kavminin ileri gelenlerine, Allah’ın on­ların isteğini kabul ederek başlarına Tâlût isimli şahsı hüküm­dar tayin ettiğini bildirmişti. Bu şahıslar, Allah’ın kendileri için yapmış olduğu tayini reddederek, soylu bir aileye mensup olma­dığı bahanesiyle Bünyamİn oğullarından olan Tâlût’un hüküm­darlığına/komutanlığına itiraz ettiler. Onlara göre hükümdarlık hakkı, bu şahıs gibi halk tabakasından sıradan bir insana ait olamazdı. Bu makam, ancak içlerinden soylu ve zengin birine yakışırdı. Yükselen itirazlar üzerine Samuel peygamber, hüküm­darlık ve komutanlıkta ehliyetin mal ve mülkle değil, siyâsî, idâri ve askerî bilgiler ve beden gücüyle alâkalı olduğunu söyleyerek, Allah Teâlâ’nın Tâlut’u bilgisi ve beden gücüyle bu makama lâyık gördüğünü açıklamaya çalıştı. Onu saltanata seçen Allah’ın, mülkü istediğine vereceğini söyledi:

    “Peygamberleri onlara, ‘Allah size şüphesiz, Tâlût’u hüküm­dar olarak gönderdi.’ dedi. Bunun üzerine onlar, ‘Biz hükümdarlı­ğa ondan daha lâyık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemiş­ken, nasıl olur da başımıza hükümdar olabilir?’ dediler. Peygam­berleri şöyle cevap verdi: ‘Doğrusu Allah, onu sizin üzerinize begenip seçmiş,   bilgice ve vücutça gücünü arttırmıştır. Allah,  hü­kümdarlığı dilediğine verir. Allah’ın ilmi her şeyi kuşatır, bilir.”[9]

     
        C. Talut’un Hükümdarlığının Alâmeti

    İleri gelenlerin itirazı üzerine Samuel peygamber, Tâlût’un-hükümdarlığının alâmeti olarak, Hz. Musa (a.s.)’in savaşlarda yanında taşımış olduğu, askerler için güç ve moral kaynağı sayı­lan Tâbut/Ahit sandığının, düşmandan alınıp Tâlüt’a getirilece­ğini haber verdi. Câlut tarafından alınmış olan bu tâbutun me­lekler tarafından taşınacağını ve Cenab-ı Hak’tan kendilerine bir sekînet getireceğini müjdeledi ve bunda inananlar için kuvvetli bir delilin mevcut olduğunu söyledi:

    “Peygamberleri onlara, ‘Onun (Tâlût’un) hükümdarlığının alâmeti, size tâbutun/sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden ge­len bir güven duygusu ve Musa ve Harun ailesinin bıraktıkların­dan kalanlar vardır; onu melekler taşır. Eğer İnanmışsanız bunda sizin için delil vardır.’ dedi.[10]

     
        D. Talut Ordusunun İmtihanı Ve Kazanılan Zafer

    Allah’ın emriyle Samuel (a.s.) tarafından İsrailoğulları’nm başına hükümdar/komutan tayin edilen Tâlüt, Allah yolunda cihad için hazırladığı büyük ordusunun başına geçtiğinde, as­kerlerine moral vermek maksadıyla cihadın faziletinden bahset­tiği konuşmalar yaptı. Rivayete göre, tâbut geri geldiği için zafer­den ümitlenmişler ve orduya büyük bir katılım olmuştu. Ardın­dan ordusuna hareket emrini verip uzun bir mesafe katetti. An­cak o,  düşmanla karşılaşmadan önce,  vereceği emirlere itaat hususunda askerlerini bir denemeye tâbi tutmak istedi. Yorgun düşen askerlerinin susuzluk çektikleri bir sırada, onlara az son­ra yollarının üzerindeki bir ırmakla imtihan edileceklerini haber verip, imtihan kurallarını ve neticesini açıkladı. Kur’ân-ı Ke-rim’de Allah tarafından konulduğu bildirilen bu imtihana göre, bahsedilen nehirden[11] su içmelerini yasakladığını; bununla bir­likte, nehrin suyundan bir avuç alıp içmenin mubah kılındığını; ancak bundan fazla su içenlerin, verdiği emre itaatsizlikleri yü­zünden kendisinin askeri olmaktan çıkacaklarını söyledi. Irmağa varıldığında, onun bu kesin talimatına rağmen, askerin ekseriye­ti, oradan kana kana su içtiler. Askerlerin ancak küçük bir kıs­mı Tâlût’un sözünü dinledi; onlardan bâzıları hiç su içmemiş, bâzıları da bir avuç suyla yetinmiş, buna rağmen Allah’ın lütfuyla suya kanmışlardı. Kendisine bağlı kalarak imtihanı ka­zanmış olan bu grupla cepheye doğru giden Tâlut, düşmana yaklaşıldığında, yeni bir itiraz ile karşılaştı. Düşman ordusunun kalabalık olduğu öğrenilince, yanında kalanların bir kısmı da, ordudan ayrılmak için bahane aramaya başlamıştı. İtirazcılar, bu kadar küçük bir orduyla Câlût’un kalabalık ordusuna güç yetiremeyeçeklerini söylediler. Samîmi bir şekilde inanmış olan­lar ise düşmanın çokluğuna aldırmadılar. Allah’ın kendilerine yardım edeceğine inanmanın rahatlığı içinde Tâlut’a bağlı kaldı­lar ve şöyle dediler: “Nice az sayıdaki askerî birlik, Allah’ın izniyle nice çok sayıdaki birliği yenmiştir. Zira Allah, güçlüklere karşı sabredenlerle beraberdir.” Kur’ân-ı Kerim, Tâlût’un askerlerinin bu durumunu şöyle açıklamıştır:

    “Tâlut, ordusuyla birlikte ayrıldıktan sonra, askerlerine şu açıklamayı yaptı: ‘Doğrusu Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecek­tir. O ırmağın suyundan içenler benden değildir. Irmağın suyuna dokunmayanlar ise bendendir, elleriyle sâdece bir avuç içenler de affedilecektir.’ Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Tâlut ve ina­nanlar ırmağı geçince, bâzıları, ‘Bugün Câlut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.’ dediler.[12] Allah’a kavuşacaklarına ina­nanlar ise, ‘Nice sayısı az topluluklar, sayısı çok topluluklara Al­lah’ın izniyle galip gelmişlerdir. Allah sabredenlerle beraberdir dediler.”[13]

    Tabî tutuldukları imtihanı başararak Tâlût’tan ayrılmayan askerlerin oluşturduğu küçük ordu, zafere inanmış bir halde, düşman karşısında cesaret, sabır ve zafer vermesi İçin Allah’tan yardım dileyerek yoluna devam etti. Bu inanmışlar ordusu, ya-; pılan savaşta, Cenab-ı Hakk’m yardımıyla, kendisinden kat kat fazla olan Câlût ordusuna karşı kesin bir zafer kazandı. Bu sa­vaş esnasında Tâlût’un ordusunda bir nefer olarak bulunan Hz. Dâvud (a.s.), düşman ordusunun başkomutanı Kral Câlût’u öldürmüştü. Allah Teâlâ, Tâlût’tan sonra hükümdarlığı ve Samuel’ den sonra da peygamberliği ona verdi. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:

    “Calui ve ordusuna karşı çıktıklarında, ‘Rabbimiz! Bize sa­bır ver, sebatımızı artır, inkâr eden millete karşı bize yardım et!’ dediler. Onları Allah’ın İzniyle bozguna uğrattılar. Davut, Câlüt’u Öldürdü. Allah, Davud’a saltanat ve hikmet verdi ve ona diledi­ğinden öğretti. Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır.”[14]

    Hz. Dâvud (a.s.), Amâlika hükümdarını öldürmesinden sonra meşhur oldu. Bu olaydan bir süre sonra, âyette geçtiği gi­bi, Cenab-ı Hak, kendisine hükümdarlık ve peygamberlik verdi. Beytüllahm’de yaşayan Yuda kabilesine mensup sıradan bir genç iken, bundan sonra, şöhreti kısa sürede yayıldı. İsrailoğul­lan, onun sayesinde yeni başarılar kazanmaya başladılar. [15]

     
        E. Hz. Dâvud (A.S.)’ın Hükümdarlığı

    Hz. Dâvud (a.s.), Yahuda b. Yakub soyundan, Beytüllahim’ de oturan îşâ (Yesse) b. Obad’in oğludur. Rivayete göre, İsrail­oğullan, Tâlût’un ölümünden sonra, hazinelerin anahtarlarını ona vererek onu hükümdar yapmışlardır. Hükümdar olmasının ardından Allah, ona peygamberlik de vermiş ve kendisine Ze­bur’u vahyetmiştir. Ayrıca, demiri onun için yumuşatarak, zırh sanatını ilk defa ona öğretmiştir. Ona benzeri görülmemiş güzel­likte bir ses vermiş, dağlar ve kuşların onunla birlikte teşbihte bulunmasını lütfetmiştir.[16]

    Hz. Dâvud (a.s.)’m ismi, Kur’ân-ı Kerim’de 16 defa geçer. Kur’ân, bu âyetlerde, onun hükümdarlığı, peygamberliği, başın­dan geçen önemli olaylar ve kendisine has bâzı özellikler hak­kında bilgi vermiştir.[17] Cenab-ı Hak, Hz. Dâvud (a.s.)’a, hem hü­kümdarlık hem de peygamberlik verdiğini birkaç yerde bildirmiş­tir. Bu âyetlerde, ona güçlü bir saltanat yanında, iyi bir idareci­nin muhtaç olduğu hakkı bâtıldan ayırma ve âdil davranma ka­biliyetinin verildiği bildirilmiş, ondan insanlar arasında âdil dav­ranması, bu hususta hiç bir şekilde arzularına kapılmaması is­tenmiştir. Arzu ve hevese göre hüküm vermenin idareciyi haktan saptıracağı; bu şekilde davranarak Allah’ı unutup O’nun yolundan ayrılanların âhirette şiddetle cezalandırılacağı vurgulanmış­tır:

    “Davud’un hem hükümranlığını kuvvetlendirmiş, hem de kendisine hikmet ve hakkı bâtıldan ayırdetme kabiliyeti vermiş­tik.”[18]

    “O zaman biz, ona şöyle vahyetmiştik: ‘Ey Davudi Seni şüp­hesiz yeryüzünde halifemiz kıldık, o halde insanlar arasında ada­letle hükmet! Sakın keyfe uyma ki, yoksa seni Allah’ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah’ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”[19]

    Tevrat’ta Hz. Davud (a.s.)’ın, Tâlût’un ölümünden sonra Hebron’da Yahuda boyu tarafından kral seçildiği bildirilmekte­dir. Aynı sırada Yeruşalim’de ise Tâlût’un oğlu îş-boşet krallığa getirilmişti. Bu iki başlılık İş-Boşet’in öldürülmesine kadar de­vam etti. Onun Ölümünden sonra ülkenin tek kralı olan Hz. Dâvud (a.s.), 40 yıl devam eden saltanatının 7 yıl 7 ayını Hebron’ da geri kalanını ise İsrail kralı olarak Yeruşalim/Kudüs’de geçir­di.[20]

    Güçlü bir ordu kuran Hz. Dâvud (a.s.), Kudüs’ü başkent yaptı. Devlet işlerini tanzim etti, göçebe halkını yerleşik medeni­yete geçirdi, onun liderliğinde ilk defa, sınırları Akabe körfezin­den Fırat kıyılarına uzanan Müslüman bir devlet kurulmuş, vâdedilen bölge İsrailoğulları’nm hâkimiyetine geçmiş oldu.[21]

     
        F. Peygamberliği Ve Kendisine Zebur’un Verilmesi

    İsrailoğulları peygamberlerinden kendisine kitap verilen i-kinci peygamber Hz. Dâvud (a.s.)’dir. Onun şahsında peygamberlik ile hükümdarlığı birleştiren Yüce Allah, ona dört ilâhî ki­taptan biri olan Zebur’u vahyetmiştir. Onun peygamberliği ve kendisine Zebur’un verilmesiyle ilgili âyetlerde şöyle denilmekte­dir:

    “Biz, İbrahim’e, îshak’ı ve Yakub’u bahşettik. Ve hepsini doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh’u ve soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyüb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükâ-fatlandırırız.”[22]

    “Gerçekten biz, Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar, ‘Bizi mü’min kullarının birçoğundan üstün kılan- Allah’a hamdolsun!’ dediler.[23]

    “Şüphesiz ki biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberle­re vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyüb’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a Zebur’u verdik.”[24]

    “Rabbin, göklerde ve yerdeki varlıkları çok iyi bilir. Şüphesiz ki biz, peygamberlerin bir kısmım, diğerlerinden üstün kıldık. Davud’a da Zebur’u verdik.”[25]

    Orijinali mevcut olmayan Zebur’un, hikmet vaaz ve dua­lardan ibaret olduğu tahmin edilmektedir. Nitekim Kurtubî, şöy­le demiştir: “Zebur, yüz elli sûredir ve içinde hiç bir hüküm yoktur. İçindekilerin tamamı, hikmetler, vaazlar ve Allah Teâlâ’ya hamd, O’nu teşbih ve medihten ibarettir.”[26]

     
        G. Hz. Davud (A.S.)’ın Baktığı Bâzı Dâvalar

     
        1. Başkasının Ekinini Yiyen Koyun Sürüsü

    Hz. Dâvud (a.s.), bir peygamber ve bir hükümdar olarak dâvalara bizzat kendisi bakardı. Kur’ân-ı Kerim, ona arz edilen dâvalardan ikisi hakkında bilgi vermiştir. Bunlardan biri, çoban-sız- bir koyun sürüsünün geceleyin bir ekini tahrip etmesiyle ilgilidir. Bu koyun sürüsü, bir gece çobansız kalmış, başkasına âit ekili bir tarlaya girerek ekini yemişti. Ekin sahibi, Hz. Dâvud (a.s.)’a gelerek sürü sahibinden davacı oldu. İki tarafı dinleyen Hz. Dâvud (a.s.), koyunların değerinin yenilmiş ekin mahsulü­nün değerine denk olduğunu düşünerek koyun sürüsünün ekin sahibine verilmesine hükmetmişti. Onun huzurundan çıkan dâvâcı ve dâvâlı, Onun verdiği karan, dışarıda bekleyen oğlu Hz. Süleyman (a.s.)’a anlattılar. Onları dinledikten sonra meseleyi değerlendiren Hz. Süleyman (a.s.), daha isabetli bir çözüm bul­duğunu düşünerek hemen babasının yanma girdi. Ona, aynı zamanda verdiği karar sonucu zor duruma düşen dâvâlıyı da memnun edecek ve neticede her ikisinin de yararına olacak bir çözüm bulduğunu söyledi. Babası çözümünü açıklamasını iste­yince, görüşünü şöyle bildirdi:

    “Sürü sahibi tarlayı alır, orayı sürüp eker, sulama işlerini yapar ve dava konusu ekinin yenilmezden önceki seviyesine gel­mesini bekler. Tarla sahibi ise koyun sürüsünü alır, ekinin yetiş­mesine kadar geçecek bu müddet içinde, koyunların sütünden, yününden ve kuzularından istifade eder. Bu sürenin sonunda, koyunlar sahibine, ekili tarla da sahibine geri verilir.”

    Hz. Süleyman (a.s.)’m bu kararını yerinde bulan Hz. Dâvud (a.s.), oğlunu tebrik ederek verdiği kararı geri aldı ve dâvanın bu şekilde çözülmesini emretti. Bu mesele, Kur’ân-ı Kerim’de kısaca anlatılmış, Hz. Süleyman (a.s.)’m iki şahıs hakkında verdiği hükmün, kendisine Allah Teâlâ tarafından bildirildiği ifâde edil­miştir:

    “Ey Muhammedi Dâvud ve Süleyman’ı da hatırla! Hani o i-kisi, kavmin koyunlarının yediği bir ekin hakkında hüküm venyorken, biz onların hükümlerine şahit idik. Bu meselenin hükmü­nü Süleyman’a bildirdik. Biz, onların her birine hüküm ve ilim verdik.[27]

     
        2. Koyun Sahibi İki Kardeş

    Hz. Dâvud (a.s.)’m ümmeti arasında çıkan anlaşmazlıklarla ilgili dâvalara bizzat baktığını gösteren ikinci örnek ise, koyun sahibi iki kardeş arasında çıkan ihtilâf hakkındadır. Hz. Dâvud (a.s.), mescidinin mihrabında ibâdetle meşgul bulunuyorken, söz konusu iki adam, duvarı tırmanarak onun yanma girivermişler­di. Hz. Dâvud (a.s.), kapıyı bırakıp duvardan atlayarak gelmeleri sebebiyle onlardan çekinmişti. Onun korktuğunu fark eden bu iki şahıs, onu teskin etmeye çalışarak, yanma aralarında çıkan bir anlaşmazlığı çözmesini istemek niyetiyle geldiklerini açıkladı­lar ve ondan âdil bir karar beklediklerini söylediler. Daha sonra onlarla Hz. Dâvud (a.s.) arasında geçen konuşma, Yüce Allah tarafından Rasülullah (s.a.v.)’e şöyle bildirilmiştir:

    “Ey Muhammedi Bir de sana davacıların haberi ulaştı mı? Hani duvarına tırmanıp Davud’un yanına, ibâdetgâhı olan mihra­ba girmişlerdi de, O onlardan korkmuştu. Şöyle demişlerdi: ‘Kork­ma biz, birimiz diğerinin hakkına tecavüz etmiş iki davacıyız; a-ramızda adaletle hükmet, haktan ayrılma, bizi doğru yola çıkar.’

    Biri şöyle devam etti: ‘Bu benim kardeşimdir, onun doksan-dokuz koyunu, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, o tek koyunu da bana ver dedi ve yaptığımız tartışmada beni yendi.’

    Dâvud ona şöyle dedi: ‘Andolsun ki, kardeşin, senin bir ko­yununu kendi koyunlarına katmak istemekle, sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu mallarım birbirine katıp karıştıran ortakla­rın çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler, inanıp yararlı iş işleyenler bunun dışındadır ki, onların sayılan da pek azdır!’

    Dâvud, kendisini denediğimizi sanmıştı da, hemen Rabbin-den mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş Al­lah’a yönelmişti. Biz de Davud’u bu acele hükmünden dolayı ba­ğışlamıştık. Katımızda onun yakınlığı ve güzel bir geleceği var­dır.”[28]

    İki kardeş arasında çıkan anlaşmazlık ve onların ihtilafının çözümü hakkındaki doğru bilgiler bunlardan İbarettir. Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadislerde başka bilgi bulunmamaktadır. Ayet­ler, Hz. Dâvud (a.s.)’m usûlüne uygun bir muhakeme yapma ve iki hasım arasında âdil davranma hususunda bir imtihana tâbi tutulduğunu göstermektedir. Ancak ona gelen davacılar, anlaşıl­dığına göre, onu etkilemek maksadıyla, meseleyi arz ederken tahrik edici bir tarzda konuşmuşlardır. Hz. Dâvud (a.s.), onlar­dan birinin ifâdesini dinleyince meselenin açık bir haksızlık ol­duğu neticesine varıp hemen kararını vermiş ve öbürünü dinle­meye gerek duymamıştır. Halbuki, adaletle hüküm verebilmesi için, diğerini de dinlemesi gerekiyordu. Hz. Dâvud (a.s.), bu ha­tasını hemen anlamış, bundan dolayı tevbe ederek Rabbinden mağfiret dilemişti.[29]

     
        3. Çocuk Hangi Kadının?

    Hadis kaynaklarında Hz. Dâvud (a.s.) ile oğlu Hz. Süley­man (a.s.)’m farklı kararlar verdikleri diğer bir olaydan daha bahsedilmektedir:

    Ebu Hureyre’den nakledilen bir hadiste anlatıldığına göre, birer erkek çocuk sahibi olan iki kadın birlikte yola çıkmışlardı. Önlerine çıkan bir kurt, yaşlı kadının çocuğunu kapıp götürdü. .  Çocuğunu kaybeden yaşlı kadın, öbürünün çocuğunu alabilmek için,  kurdun  kaptığı  çocuğun yol  arkadaşının  çocuğu olduğu İddiasıyla Hz. Dâvud (a.s.) nezdinde davacı oldu. Sağ kalan ço­cuğun kendi çocuğu olduğunu söyleyip onun kendisine verilme­sini istedi, iki kadını dinleyen Hz. Dâvud (a.s.), konuşmalarına bakarak yaşlı kadını haklı bulmuş ve onun lehine karar vermiş­ti. Babasının huzurundan çıktıkları esnada bu iki kadınla karşı­laşan Hz. Süleyman (a.s.), onları dinlemek istedi. Meseleyi öğre-. nince de, babasının huzuruna çıkarak, hakikati ortaya çıkara­cak bir çözüm yolu bulduğunu söyledi. Ardından düşündüğünü yapmak için bir bıçak istedi ve iki kadına hitap ederek sağ olan çocuğun vücudunu ikiye ayırıp ikisi arasında paylaştıracağını söyledi. Onun sözleri genç kadını korkutmuştu, hemen ileri atıl­dı ve çocuğun yaşlı kadına ait olduğunu söyleyerek, ondan ço­cuğu kesmekten vazgeçmesini ve çocuğun yaşlı kadına verilme­sini istedi. Hz. Süleyman (a.s.) ise, aradığı delili, çocuğun kesil­mesine razı olmayan genç kadının bu davranışında bulmuştu. Çocuğu kurtarmak isteyen bu kadının çocuğun gerçek annesi olduğunu anlayarak onun lehine karar verdi- Ve çocuk, ona tes­lim edildi.[30]

     
        H. Hz. Davud (A.S.)’a Zırh Sanatının Öğretilmesi

    Allah Teâlâ, peygamberlerine üstün kabiliyetler vermiş ve insanlara lâzım olan şeylerin pek çoğunu önce onlara öğretmiş­tir. Hz. Âdem (a.s.)’a öğretilenler ve Hz. Nuh (a.s.)’a gemi yapımı­nın öğretilmesi bu kabildendir. Yüce Allah, Hz. Dâvud (a.s.)’a ise nübüvvetle birlikte saltanata da sahip olduğundan, düşmanlanna karşı korunabilmeleri için, savunma âleti olarak zırh yapma sanatını öğretmiştir. İlâhî bir lütuf olarak demiri onun için yu­muşatmış ve onu kolay bir şekilde zırh hâline getirme mucizesi vermiştir. Bundan sonra zırh, asırlar boyu en önemli savunma silahı olarak kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de mü’minlerin mu­hafazasına yönelik bu hüner hakkında şöyle denilmektedir:

    “Biz, Davud’a, sizi savaşta korumak için zırh yapma sana­tını Öğrettik, artık şükreder misiniz?”[31]

    “Şüphesiz ki biz, Davud’a nezdimizden bir nimet verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud teşbih ettikçe siz de onun teşbihini tek­rarlayın. ‘ dedik. Onun için demiri yumuşattık. Ona, ‘Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü ve sağlam yap.’ diye vahyettik. Davud’a ve ailesine şöyle dedik: ‘Ey insanlar! Yararlı işler yapın; doğrusu ben yaptıklarınızı görüyorum.'[32]

    Bu bakımdan Hz. Dâvud (a.s.), insanlık tarihinde demirci­lerin ve zırh ustalarının piri durumundadır ve bu sanatını insan öldürmek için değil, muhterem olan insan kanının akıtılmasını önlemek maksadıyla kullanmıştır. Ona öğretilen sanat, bir saldı­rı silahının yapımı değil, zırhın yani savunma silahının imâli­dir.[33]

     
        I. Elinin Emeği İle Geçinmesi

    Hz. Peygamber (s.a.v.), çeşitli vesilelerle alın terinin önemi­ni dile getirmiş, bu münâsebetle peygamberlerin ellerinin emeği ile geçindiklerini de örnek vererek biz ümmetini çalışmaya teşvik etmiştir. Bu arada Hz. Dâvud (a.s.)’ın kendi kazancı ile geçindi­ğini ve başkalarına yük olmadığını belirtirken şöyle buyurmuş­tur:

    “İnsanın yediği şeylerin en güzeli, kendi emeğiyle kazandı­ğıdır. Allah’ın nebisi Dâvud, kendi elinin emeğini yerdi.[34]

     
        Hz. Davud (A.S.)

     
        İ. Teşbih Ve Zikri-Namaz Ve Orucu

    Cenab-ı Hak, nezdinden bir lütuf olarak, dağların ve kuşla­rın Hz. Dâvud (a.s.) ile birlikte teşbihte bulunmasını emretmişti. Bu mucize sayesinde Hz. Dâvud (a.s.}, kendisiyle beraber teşbih ve zikirde bulunan dağların ve kuşların seslerini duyabiliyordu. İbn Kesir’in söylediğine göre, Hz. Dâvud (a.s.) güzel sesiyle Ze­bur’u okurken, onu dinleyen kuşlar, havada onun etrafında top­lanır, ona uyarak onunla birlikte teşbih ederlerdi. Bu esnada, dağlar da bu teşbihi yansıtır, onun nağmeleri gibi nağmeler çı­karırdı.[35] Onun sesi, orta ve kalın gür bir sesti. Nitekim, bu tür seslere, ona nisbetle “Dâvûdî ses” denilmiştir. Ona verilen bu . nimet, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirilmektedir:

    “Şüphesiz ki biz, Davud’a nezdimizden bir üstünlük verdik. ‘Ey dağlar ve kuşlar! Dâvud teşbih ettikçe siz de onun teşbihini tekrarlayın.’ dedik. Onun için demiri yumuşattık. [36]

    Rasülullah (s.a.v.) de, Kur’ân-ı Kerim tilâvetini beğendiği arkadaşlarından Ebu Musa el-Eş’arî’ye hitap ederken şöyle de­miştir:

    “Ey Ebu Musa! Sana, Âl-i Davud’un mezamirinden bir miz-mâr verilmiştir.[37]

    Bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Davud’a kıraat kolaylaştırılmıştır. O, bineğinin hazırlanma­sını emreder ve daha bineği hazırlanmadan Zebur’u okurdu. Ayrı­ca o, sadece kendi el emeğini yerdi “[38]

    Hz. Dâvud (a.s.), bedenen oldukça güçlü olup, son derece sabırlı ve şükrü dilinden düşürmeyen bir peygamberdi. O, çok çalışır, çok ibadet eder ve çok gözyaşı dökerdi. Bir gün oruç tu­tar bir gün iftar ederdi. Gecenin yarısını ibadetle geçirirdi. Dar­lıkta ve bollukta, gizli ve aşikar hallerde hep Allah’a iltica ederdi. Allah’a çok yönelen bu yüce peygamber, diğer nebiler gibi müş­riklerin kötülüklerine mâruz kalmış, bu kötülüklere karşı sabretme hususunda da bayraklaşmıştı. Nitekim Cenab-ı Hak, Mek­ke müşriklerinin kötülükleriyle yüz yüze olan Sevgili Peygambe­rimiz (s.a.v.)’i teselli için onu da örnek göstermiştir:

    “Ey Muhammed! Kâfirlerin söylediklerine sabret; güçlü ku­lumuz Davud’u hatırla. O, işlerinde daima Allah’a yönelirdi. Biz, dağlan onun emrine vermiştik, akşam sabah onunla beraber teşbih ederlerdi. Kuşları da toplu halde onun buyruğu altına ver­miştik. Hepsi de ona uyarak zikir ve teşbihte bulunurlardı.[39]

    Rasülullah (s.a.v.)’e, ashabından Abdullah b. Amr’ın, haf­tanın bütün günlerinde oruç tuttuğu, gecelerini de namazla ge-. çirdiği söylenmişti. Ona bu şekilde ibâdete gücünün yetmeyece­ğini hatırlattı ve bâzı günler oruç tutup bâzı günler tutmamasını, gecenin bir kısmında uyuyup bir kısmında ibâdet etmesini, ayrı­ca ayda üç gün oruç tutmasını tavsiye etti. Abdullah’ın bunu az bulduğunu ve bundan daha fazlasına güç yetirebileceğini söyle­mesi üzerine, bu defa bir gün oruç tutup iki gün tutmamasını tavsiye etti. Abdullah’ın bundan fazlasına da tahammül edebile­ceğini bildirmesi üzerine, ona en hayırlı dediği Hz. Dâvud orucu­nu tavsiye ederek şöyle dedi:

    “öyle ise, bir gün oruç tut, bir gün iftar et! İşte bu, Dâvud o-rucudur. Bundan daha faziletli oruç yoktur.[40]

    Peygamberimiz, bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:

    “Allah Teâlâ’ya en sevimli oruç, Dâvud orucudur. O, bir gün oruç tutar, bir gün iftar ederdi Allah’a en sevimli namaz da, Dâ­vud namazı idi O, her gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılardı. Altıda birinde yine uyurdu. Düşmanla karşılaştığında se­bat eder asla kaçmazdı.[41]

    Bu hadisten anlaşıldığına göre, Hz. Dâvud (a.s.), geceyi al­tıya ayırır, bunun ilk üç parçasında uyurdu. Dördüncü ve beşin­ci parçalara rastlayan ve süre olarak gecenin üçte birine tekabül eden zamanda kalkar, bu müddeti ibâdetle geçirirdi. Gecenin ge­ri kalan son altıda birinde tekrar istirahata çekilir ve fecrin doguşuna kadar yine uyurdu. Gecenin dördüncü ve beşinci parça­larını ibâdete ayırması, bu vaktin icabet saati olmasmdandı. [42]

     
        K. Vefatı

    Rivayete göre, Hz. Dâvud (a.s.)’m vefatına yakın yıllarda, kavmi arasında korkunç bir taun salgını baş göstermişti. Halkı bu hastalıktan kurtarması için Allah’a yalvarmak isteyen Hz. Dâvud (a.s.}, bu maksatla uygun bir makam aradı ve sonunda kavmini, meleklerin gökyüzüne doğru çıkmakta olduğunu gör­düğü mekâna yani Mescid-i Aksâ’nın inşâ edileceği yere götürdü. Orada Allah’a dua ve niyazda bulundu. Duası kabul edilmiş, ta­un hastalığı ortadan kalkmıştı. Hz. Dâvud (a.s.), duâ ettiği bu mekâna bir mescid yapmaya karar verdi. Ancak inşaatı bitireme-den öldü. Saltanatı Rasülullah (s.a.v.)’den nakledildiğine göre, 40 yıl sürmüştü, öldüğünde 100 yaşında bulunuyordu. Ölü-mün-den önce, oğlu Hz. Süleyman (a.s.)’a Mescid’in inşâatını ikmal et-mesini vasiyet etmişti. O ölünce, saltanatına, ilmine ve nübüvvetine, oğlu Hz. Süleyman (a.s.) mirasçı kılındı.[43]

    [1] İbn İshak’tan Eriha ve Kudüs’ün Hz. Musa (a.s.) tarafından fethedildiğine dair bir rivayet nakledüse de, âlimlerin ekseriyyetine göre, Hz. Musa (a.s.) kardeşi Hz. Ha­run (a.s.)’m ardından Tîh’te ölmüştür. Onları Tîh’ten çıkarıp, Eriha ve Beytülmakdis’i fetheden Yûşâ’dır (İbn Kesir, Kasau’l-enbiyâ, II, 510).

    [2] Buhâri, Tefsir, 4; Müslim, Tefsir, 1. Girilmesi emredilen şehrin Kudüs, Eriha veya bölgedeki diğer bdzı şehirler olduğuna dair rivayetler nakledilmiştir.

    [3] Bakara sûresi, 2/58-59.

    [4] İbn Kesir, Kasasul-enbiyâ, II, 517.

    [5] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 498-499.

    [6] Salebi, 262. Rivayete göre, Tâbut’un içinde Hz. Musa (a.s.) ve Hz. Harun (a.s.j ailesinden kalma bâzı kutsal emanetler bulunuyordu. Yine onda, Hz. Musa (a.s.)’a Sînâ dağında verilen Tevrat levhaları vardı. İsrailoğullan, Tâbut’a büyük bîr kudsiyet atfederler, Allah’ın kendilerini düşmanlarından onun sayesinde ko­ruduğuna inanırlardı. Bu tâbut Câlut tarafından ellerinden alınınca, cesaretlerini kaybetmişler ve büyük korkuya düşmüşlerdi.

    [7] Tevrat’a göre, Amâlikalilar, M.Ö. 1000 yıllarında İsrail oğulları’na saldırmışlar ve. Filistin’in bazı şehirlerini istilâ etmişlerdi. Bu sırada Samuel peygamber çok yaş­lanmış, idareyi iki oğluna bırakmıştı. Ancak oğullan onun yolunu terkeden iki günahkârdı. Bu sebeple, ileri gelen şahıslar, ona giderek, başlarına Allah yolunda cihad için kendilerini cepheye sevkedecek bir komutan tayin etmesini istediler. Bu isteğe öfkelenen Sanıueİ, Allah’a dua etti. Allah ise ona, kavminin asıl reddet­tiğinin kendisi olduğunu açıkladı; ancak buna rağmen onlann isteğini yerine ge­tirmesini emretti. Bu arada başlarına geçecek kralın onlara zulmedeceğini haber verdi. İleri gelenler bunları duymalarına rağmen taleplerinde ısrar edince, Allah’ın emriyle Samuel, onlann başına Benjamİnli Kiş oğlu Tâlût’u komutan tayin etti (Samuel, 1/8-9).

    Kur’ân-i Kerim’de, Tâlût’un Allah tarafından hükümdar seçildiği bildirilmekte, ancak onun peygamberliğinden bahsedilmemekîedîr. Hadislerde de bu konuda bir bilgi mevcut değildir. Tevrat ise onu peygamber olarak tanıtır (Samuel, 1/9-13).

    [8] Bakara sûresi, 2/246.

    [9] Bakara süresi, 2/247.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 499-502.

    [10] Bakara sûresi, 2/248. Görüldüğü gibi, bu âyette tâbutun melekler tarafından geriye getirildiği bildirilmektedir. Tevrat’ta ise, düşmanın ondan sıkıldığı ve so­nunda iki sığırın çektiği bir arabaya koyup Beyt-Şemes istikametinde yola çıkar­dığı kaydedilmektedir (Samuel, 1/4,5,6).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 502.

    [11] İbn Abbas ve müfessİrlerin ekseriyetine göre, bu nehir, Şerîa diye de isimlendiri­len Ürdün nehridir (İbn Kesir, Kasasu’l-enbiyâ, II, 556 ).

    [12] Bu sözün, imtihanı kaybederek ırmaktan su içenler tarafından söylendiği de kabul edilir (Bkz. Salebi, 269; Elmalılı, II, 144).

    [13] Bakara sûresi, 2/249. Bu imtihanı kazanarak Tâlût’un komutasında savaşa katılan küçük ordunun mevcudu hakkında bazı rakamlar verilmiştir. Bu rivayet­lerden biri, ashabtan Berâ b. Âzib’in şu sözüdür: “Biz Muhammed (s.a.v.) ashabı, Bedir sauaşma katılan ashabın sayısının, Câlut’a karşı savaş için, Tâlütla birlikte nehri geçerek savaşa katılan askerin sayısı kadar, yani 310 küsur.kişi olduğun­dan bahsederdik. Ki, Tâlut’la birlikte nehri ancak mü’minler geçmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 290).

    [14] Bakara sûresi, 2/250-251. Kur’ân’da, Hz. Dâvud (a.s.)’ın Câlut’u nasıl öldürdü­ğünden bahsedilmemiştir. Kİtab-ı Mukaddes ise, ordunun önüne çıkan Câlut’un İsrailoğullan cengâvederine meydan okuyarak mübareze için er dilediğini, kim­senin onun karşısına çıkmak cesaretini bulamadığı bir anda, orduda bir nefer o-larak bulunan Hz. Dâvud (a.s.)’m cesur bir şekilde onun karşısına çıkarak onu öldürdüğünü anlatır. Ayrıca Tâlût’un kızıyla evlendirilen Hz. Dâvud (a.s.J’ın kayınpederinin vefatından sonra İsrail oğullan ‘nın başına hükümdar olduğunu bil­dirir (Samuel 1/ 17-18).

    [15] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 502-505.

    [16] Îbnül-Esir, I, 223.

    [17] Bu âyetler şöyledir:  Bakara sûresi, 2/251; Nisa sûresi, 4/163; Mâide sûresi, 5/78; En’am sûresi, 6/84; İsrâ sûresi,  17/55; Enbiyâ sûresi, 21/78; 79; Neml sûresi, 27/15, 16; Sebe sûresi, 34/10, 12; Sâd sûresi, 38/20, 22, 24, 26.

    [18] Sâd sûresi, 38/20.

    [19] Sâd sûresi, 38/26.

    [20] II. Samuel, 2/3-4, 11; 5/ 3-4; I. Krallar, 2/10-11.

    Ancak Hz. Dâvud (a.s.)’m, daha Tâîut’un sağlığında ve onun Câlût ordusunu yenmesinden önce, peygamber Samuel’in duasım kabul eden Allah tarafından îsrailoğuüarı’na kral seçildiğini bildiren rivayetler de vardır (I. Samuel, 16/1-13 ).

    [21] II. Samuel, 8/3; I. Tarihler, 18/3.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 505-506.

    [22] En’am sûresi, 6/84.

    [23] Neml sûresi, 27/15.

    [24] Nisa sûresi,  4/163.  Yahudiler ve hıristiyaıilar,  Zebur’a “mezâmir/mezmurlar adım verirler. Mezamir, dînî muhtevalı şiirlerin bulunduğu mecmua demektir. Bu kasidelerin bir kısmı törenlerde okunan ilâhilerdir. Bir kısmı dua, bir kısmı da Allah’ın azabı ve mükafatı konularını anlatır.

    Kitab-ı Mukaddes’te “Mezmurlar” ismi altında Hz. Dâvud (a.s.)’a nisbet edilen ve tamamı şiir ve ilâhi olan bölüm, anonim bir mahiyet arz eder. 150 mezmurdan meydana gelir ve kendi içinde beş kitaba ayrılmıştır (Mezmuriar/1-150).

    [25] Isrâ sûresi, 17/55.

    [26] Tefsir, VI, 17.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 506-507.

    [27] Enbiyâ süresi, 21/78-79. Her ikisi de peygamber olduğu halde, aynı konu hak­kında farklı görüş belirtmeleri, Allah vergisi güç ve yeteneklerine rağmen pey­gamberlerin de, gücü sınırlı birer insan olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ, bu meselede, en doğru çözümü Hz. Süleyman (a.s.)’a haber vermiştir.

    Bu örnek, yetkili bir şahsın herhangi bir konuda içtihadıyla hüküm vermesi durumunda, yanılmasının da normal olduğunu ortaya koyar. Nitekim Peygambe­rimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

    “Eğer bir fakih, doğru hükme varabilmek için elinden gelen çabayı harcarsa, doğru hüküm verdiğinde İki sevap, yanlış hüküm verdiğinde İse bir sevap kazanır.” /Buhâri, î’tisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15).

    Ancak bu yetkili şahıs peygamber olunca onun yaptığı içtihad hatası, derhal Cenab-ı Hak tarafından tashih olunur. Buradaki tashih, Hz. Süleyman (a.s.)’a i-nen vahiy vasıtasıyla gerçekleşmiştir.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 508-509.

    [28] Sâd sûresi, 38/21-25.

    [29] Sâbünî, en-Nübüvve, 280. 24. âyette geçen imtihanla kastedilen husus, pek çok âlime göre, Hz, Dâvud (a.s.)’m iki hasımdan birini dinleyip, daha diğerinin sözle­rini dinlemeden acele hüküm vermesidir. Başka bir görüşe göre ise, idare ve sal­tanatı üslenince, Allah tarafından bir imtihana tâbi tutulduğunu idrak etmesidir. Çünkü birçok hâkim gibi adaletsiz davranarak yanlış hüküm vermekten kork­muştur.

    Bu hususta başka görüşler de nakledilmiştir. Bir görüşe göre, Hz. Dâvud (a.s.), günlerini sırasıyla, bir gününü yalnız başına kalarak ibâdetle, bir gününü İnsanlar arasında hâkimlik yapmakla, bir gününü va’z ve irşad ile geçirirdi. Yal nız basma kaldığı ibadet günlerinde kapısını kilitler, huzuruna girmek isteyenleri kabul etmezdi. İşte bu yüzden, âyette iki kardeş olarak tanıtılan insan suretinde­ki iki meiek, onun yanma duvardan girmek zorunda kalmışlardı. Başka bir görü­şe göre ise, Hz. Dâvud (a.s.)’ın yanma beklenmedik bir anda giren bu iki şahıs, onun düşmanlarıydı ve onu öldürmek niyetiyle gelmişler, ancak onun yalnız ol­madığını görünce bundan vazgeçmişlerdi. Bu esnada, Hz. Dâvud (a.s.), içinden onlardan intikam almayı geçirmiş; ancak bunu yapmamıştır. Sonunda bir an bile olsa İntikam duygusuna kapıldığından dolayı tevbe etmiştir (Bu hususta geniş bilgi için bkz. Ö. Faruk Harman, “Dâvud”, DtA, IX, 21-24).

    Ne var ki, bâzı rivayetlerde âyetteki, “dişi koyunlarla kadınların kastedildiği söylenerek, hayalî bir günahtan bahsedilmiş ve bu yüzden Hz. Dâvud (a.s.)’a bü­yük bir iftira atılmıştır. Ehl-i kitab’a mensup müfteriler tarafından onun aleyhin­de uydurulan bu masal {II. Samuel, 12/1-6) maalesef, bir takım değişikliklerle de olsa, bâzı müfessir ve tarihçilerimiz tarafından da aktarılmıştır (bu rivayetler için bkz. Salebi, 279-284). Bu İftira, özetle Hz. Dâvud (a.s.)’m, Hitti Uriya adındaki bir komutanını, karısıyla evlenebilmek için cephede ön safa sürmesi, böylece o-nun öldürülmesini temin ederek, neticede onun kansı ile evlenmesi şeklindedir. Râzî, peygamberlerin masumiyetiyle asla bağdaşmayan bu masal hakkında, değil inanmak şüphe etmenin dahi büyük bir vebal olacağına işaret ederek şöyle der: ” O masalın hülâsası, bir Müslümanm haksız yere öldürülmesini istemek ve onun hanımına göz koymaktır. Bunların ikisi de büyük günahtır. Hiç bir aktl sahibi, Hz. Dâvud (a.s.) hakkında böyle birzanda bulunamaz.” {Tefsir, XXVI, 190).

    Hz. Ali (r.a.), hikayecilerin Hz. Dâvud (a.s.)’a attıkları bu iftirayı anlatanlara peygamberlere iftira atma cezası vereceğini açıklamış ve onlara 160 değnek vura­cağını ilan etmişti (Salebi, 28İ; Râzî, Tefsir, XXVI, 192; Sâbûnî.,  en-Nübüvve, 279

    Büyük âlîm İbn Kesir, bu konuda anlatılanların büyük kısmının îsrâiliyyat olup pek çoğunun kesin yalan olduğunu söyleyerek bu haberleri vermeden geç­meyi tercih etmiştir [Kasasu’l-enbiyâ, II, 566). Dolayısıyla Hz. Dâvud (a.s.)’a suç isnad eden bu rivayetlere güvenmeyi gerektirecek hiçbir delil yoktur. Aksine bun­lar, peygamberlerin ismetine yakışmayan şeylerdir. Küçük olsun, büyük oisun, Hz. Dâvud (a.s.)’a izafe edilen günahlar, aslı olmayan asılsız haberlere dayanır ve tamamen kıssacıların uydurmalarıdır. Hepsi de, peygamberlere her çeşit günahı isnad etmeye alışmış Ehl-Kitap mensuplarından aktarılmış veya uydurulmuş a-sılsız dedikodulardır (Bu konuda daha geniş bilgi için bkz., İbn Hazm, el-Fasl, IV, 18-19; Kasımı, Tefsir, XIV, 5088, Aydemir, Peygamberler, 162).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 509-510.

    [30] Buhârî, Enbiyâ, 40, Feraiz, 30. Kitab-ı Mukaddes’te ise, bu iki kadından birinin geceleyin çocuğun üstüne yatıp öldürdüğü, aynı evde kalan diğer kadının çocu­ğunu sahiplenmek maksadıyla böyle bir yola başvurduğu zikredilir (I. Krallar, 3/16-28].

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 511-512.

    [31] Enbiyâ sûresi, 21/80.

    [32] Sebe sûresi, 34/10-11.

    [33] Elmahlı, VI, 354.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 512-513.

    [34] Buhârî, Büyü’, 15, Enbiyâ, 37.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 513.

    [35] Muhtasara İbn Kesir, II, 516.

    [36] Sebe süresi, 34/10.

    [37] Buharı, Fezâilül-Kur’ân, 31.

    [38] Buharı, Enbiyâ, 37.

    [39] Sâd sûresi, 38/17-19.

    [40] Buharı, Enbiyâ, 37.

    [41] Buhâri, Savm, 55-57, Teheccüd, 7; Enbiyâ, 38; Müslim, Siyam, 181-193.

    [42] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 514-516.

    [43] İbnül-Esir.I, 227-228 Dâvud (a.s.j’un vefatı hakkında nakledilen diğer rivayetler için bkz. İbn Kesir, Kasasul- enbiyâ, II, 574-6)

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 516.

  • HZ. İLYAS (A.S) HAYATI KISSASI

    YİRMİNCİ
    BOLÜM
    1

    HZ.
    İLYAS (A.S)
    1

     

     

     

     

    YİRMİNCİ BOLÜM

     

    HZ.
    İLYAS (A.S)

     

    Hz. İlyas (a.s.)’m
    Harun evlâdından olduğunda müttefik o-lan İslâmî rivayetler, soy kütüğünü şöyle
    vermektedirler. İlyas b. Yesse (Yasin) b. Finhas İbn Ayzâr b. Hz. Harun (a.s.).

    Kur’ân-ı Kerim, sâdece
    iki yerde Hz. İlyas (a.s.)’dan bah­setmiş ve onun hakkında çok az bilgi
    vermiştir. Onun adının geçtiği ilk âyet şöyledir:

    “Zekeriyâ, Yahya,
    îsa ve îlyas’a da doğru yolu göstermiştik; onların hepsi dürüst ve erdemli
    kişilerdi.”[1]

    Hz. İlyas (a.s.)’dan
    bahseden ikinci âyetin meali de şöyledir: “Şüphesiz îlyas da
    peygamberlerimizden biriydi. Kavmine demişti ki, ‘Allah’ın azabından korunmaz
    mısınız? Ba’al’e yalva­rıp yaratıcıların en güzelini, sizin ve atalarınızın
    Rabbi olan Allah’ı bırakıyor musunuz?’ O’nu yalanladılar, bundan dolayı onlar
    ce­henneme getirileceklerdir. Yalnız Allah’ın hâlis kullan hariç. Biz, sonra
    gelenler arasında ona (İlyas’a) da bir ün bıraktık. îlyas’a selâm olsun!”[2]

    Görüldüğü gibi
    Kur’ân-ı Kerim, güzel ahlâk sahibi Hz. îlyas (a.s.)’m hidâyete ulaştırılıp
    peygamber olarak görevlendirildiğini, Ba’al isimli puta tapan bir kavme
    gönderildiğini, halkı Allah’a ibâdete çağırdığını ve onun da diğer peygamberler
    gibi büyük bir düşmanlıkla karşılaştığını bildirmekle yetinmiştir. Onun zamanı
    ve hangi topluma gönderildiği, özel hayatı, tebliğ süreci ve bu sürede
    kavminden gördüğü kötülükleri açıklamamıştır.

    Kitab-ı Mukaddes’e
    göre ise Hz. İlyas (a.s.) (îlya), Kuzey İs­rail kralı Ahab döneminde (M. Ö.
    dokuzuncu asır) yaşamış ve İs-râiloğulları’ndan Baalbek halkına peygamber
    olarak gönderilmiş­tir. Adı geçen kral Sayda kralı Etbaal’in kızını almış ve
    hanımı­nın tesirinde kalarak onların putu Ba’al’e tapmaya başlamış, neticede
    Allah’ı bütün İsrail krallarından daha fazla öfkelendir­miştir.[3] Bunun
    üzerine Hz. İlyas (a.s.) krala giderek, yaptıkları yüzünden Allah tarafından
    belirli bir süre yağmurların kesilece­ğini haber verir. Kuraklık ve kıtlık
    başlayınca kendisi Allah’ın emriyle Kerit vadisine gider ve orada kargaların
    getirdiği ekmek ve et ile beslenir. Sonunda suyunu içtiği vadinin suyu da kurur
    ve o Allah’ın emriyle Tsarefat şehrine gider. Orada dul bir kadın­dan yardım
    görür ve bu kadının hastalanıp ölen oğlunu duala­rıyla yeniden hayata döndürür.[4] Üç
    yıl süren kıtlıktan sonra kendisini öldürmek için aramadık yer ve ülke
    bırakmayan kral Ahab’a döner, ona ve halkına, Allah ile putları Ba’al arasında
    bir tercih yapmalarını söyler. Kavminin Ba’al’i tercih etmesi üzerine, onları
    bir imtihana davet eder. Buna göre her iki taraf, kurbanlık olarak seçtiği bir
    boğayı odun yığınının üzerinde kesecek ve ar­dından kurbanlarının Allah
    tarafından gönderilecek bir ateşle yakılması suretiyle kabul edilmesi için
    kendi tanrısına yalvara­caktır. Kral ve putperest halk, kurbanlarını kesip odun
    yığınının üzerine koyarlar ve ardından duaya başlarlar. Ne var ki, Ba’al
    putunun nebileri sayılan görevliler sabahtan akşama kadar yal-varsalar da
    odunları yanmaz. Hz. İlyas (a.s.) ise, sıra kendisine geldiğinde önce puta
    tapmanın manasızlığını açıklar, daha sonra kurbanının kabulü için Allah’a
    yalvarır. Bu sırada düşen ateş onun odun yığınını ve kurbanını yakar. Bu
    manzara karşısında gerçeği gören halk, ona îman eder. Bu olayın ardından gökyü­zünde
    bulutlar görülür ve yağmurlar başlar. Halkın sevincinin aksine, bu yaşananlar,
    kraliçeyi öfkeden çılgına çevirir ve Hz. İlyas (a.s.)’ı öldürmeye yemin eder.
    Kendisi için kurulan tuzağı öğrenen Hz. İlyas (a.s.), Horeb dağına kaçarak 40
    gün orada giz­lenir.[5] Daha sonra
    geri dönerek krala tanrının azabını haber veren Hz. İlyas (a.s.), kendi yerine
    peygamber olarak meshetüği Hz. Elyesa (a.s.) ile beraberken onun gözünün önünde
    ateşten bir at üzerinde semâya alınır.[6]

    İsrâiloğulları,
    sağlığında çok kötü davrandıkları Hz. İlyas (a.s.)’a aralarından ayrılmasından
    sonra sahip çıkmışlar ve bu kavme gönderilen peygamberler arasında Hz. Musa
    (a.s.) ve Hz. Üzeyir (a.s.) gibi ona da büyük saygı göstermişlerdir. Onlar,
    ateş­ten at üzerinde göğe çekildiği kabul edilen Hz. İlyas (a.s.)’m dün­yaya
    yeniden döneceğine inanırlar.  Nitekim
    onlar,  Hz. Yahya (a.s.) zamanında üç
    peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Bun­lardan birincisi Hz. İlyâs (a.s.),
    ikincisi Mesih üçüncüsü ise son­radan inkâr etseler de kitaplarında “o
    peygamber” olarak tanıtı­lan son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) idi. Hz.
    Yahya (a.s.)’in peygamberliğinin ilk günlerinde ona gelen Yahûdî hahamları,
    “Sen Mesih misin?” diye sormuşlardı. “Hayır” cevabını
    vermesi üzerine, “Sen îlyas mısın?” dediler. Yine “Hayır”
    deyince, bu de­fa, “Sen o peygamber misin” diye sordular. Hz. Yahya
    (a.s.)’m bu sorularına da “Hayır” karşılığını vermesi üzerine şöyle
    dediler: “Sen Mesih değilsin, îlyas değilsin, o peygamber de değilsin, o
    halde niçin vaftiz yapıyorsun?”[7]
    Hz.Yahya (a.s.)’m öldürülmesin­den sonra Hz. İsa (a.s.)’m şöhretinin yayıldığı
    günlerde, onun hakkında ihtilafa düşenler, onun için, “Vaftizci Yahya
    dirilmiş-tir”, “O îlyas’dır” veya “Peygamberlerden biri
    gibi bir peygamber­dir” gibi farklı görüşler ileri sürüyorlardı.[8] Hz.
    İsa (a.s.), şakirtle­rine, “Gerçi îlyas gelir ve her şeyi yerli yerine
    kor. Fakat ben size derim: îlyas zâten gelmiştir ve onu tanımadılar; fakat ona
    her is­tediklerini yaptılar.” diyerek,[9]
    onların Hz. İlyas’m geleceği hak­kındaki yanlış bilgilerini düzeltmiştir.

    İslamî kaynaklarda,
    Kitab-ı Mukaddes’ten nakledilen bu ri­vayetlere başka rivayetler de
    eklenmiştir. İbn İshak’tan aktarılan bir rivayete göre, İsrâiloğulları,
    Hezekiel peygamberden sonra Tevrat’ı terkederek putlara tapmaya başlarlar.
    Bunun üzerine Hz. İlyas (a.s.) onlara peygamber olarak gönderilir. Benî
    İsrail’i putları Ba’al’i terkedip yalnızca Allah’a tapmaya ve Tevrat’a tâbi
    olmaya çağıran Hz. İlyas (a.s.)’a Baalbek kralı dışında inanan olmaz. Ancak bu
    kral da, putlara tapan diğer hükümdarların sahip oldukları dünya malı
    bakımından kendisinden farklı ol­madıklarını gerekçe göstererek, girdiği dinin
    kendisine bir üs­tünlük sağlamadığını söyler ve eski dinine döndüğünü açıklar.
    Bu durum karşısında çaresiz kalan Hz. İlyas (a.s.) kavminin ilâhî bir azaba
    çarptırılması için bedduada bulunur. Bunun üzerine 3 yıl boyunca ülkede
    şiddetli bir kuraklık ve kıtlık yaşanır. İnsanlar ve diğer canlıların önemli
    bir kısmı telef olur. Hz. İlyas (a.s.) ise Allah Teâlâ’nın verdiği’rızk
    sayesinde bundan etkilenmez. Yiyecek bulmak için peşini bırakmayan müşriklerden
    gizlenmek zorunda kaldığı bu günlerde, ihtiyar bir kadının evine sığınır.
    Duâsıyla onun ağır hasta olan oğlunu iyileştirir. Elyesa b. Ahtup ismini
    taşıyan ve kendisinden sonra peygamberlik görevine geti­rilecek olan bu genç
    ona iman eder ve bundan sonra vefatına kadar ondan ayrılmaz. Bu arada krala
    giden Hz. İlyas (a.s.), her iki tarafın rabbine duâ etmesini, hangi tarafın
    duası kabul edi­lirse o tarafın ilâhına inanılmasını teklif eder. Bu teklif
    kabul edilince kral ve halkı, yağmur yağdırması için Ba’al putuna yal­varır;
    ancak hiç bir değişiklik olmaz. Hz. îlyas (a.s.) Allah’a yal-varmca ise aniden
    bulutlar belirir ve bol yağmur yağar. Ne var ki, yağmurların getirdiği berekete
    rağmen Baalbek halkı küfürde inat eder. Bunun üzerine Hz. İlyas (a.s.)
    kendisini onlardan kur­tarması için Allah’a yalvarır. Elyesa ile birlikte kıra
    çıktıkları sırada ateşten bir at onlara yaklaşır. O ata biner ve peygamberli­ği
    Hz. Elyesa (a.s.)’a vasiyet ederek gökyüzüne çekilir.[10] İbn Ke­sir,
    İsrâiliyâttan olan bu rivayetlerin bütünüyle yalanlanamasa da sıhhatinin çok
    uzak bir ihtimal olduğunu söyler.[11]

    Bu rivayetlerde geçen
    Hz. İlyas (a.s.)’m gökyüzüne çekildi­ğine dâir bilgi, onun da Hz. İsa (a.s.) ve
    Hızır gibi hâlâ sağ oldu­ğu düşüncesine zemin teşkil etmiştir. Nitekim bâzı
    kaynaklarda ölümsüzlüğün sırrına erdiklerine ve Kıyamete kadar yaşayacak­larına
    inanılan Hızır ve İlyas peygamberlerin her yıl bir kaç defa bir araya
    geldikleri, Hızır’ın denizlerde, İlyas’m ise karada yaşa­dığı,[12] İlyas’in
    karada, Hızır’ın ise denizlerde darda kalanların yardımına yetiştiği, her yıl
    hac mevsiminde Mînâ’da bir araya gelip birbirlerini tıraş edip birlikte duâ
    yaptıkları, Peygamberi-miz’in İlyas ile karşılaştığı, birlikte yemek yedikleri
    ve ardından İlyas’m uçup gittiği şeklinde rivayetler aktarılmıştır.[13]

    İbrı Kesir, İlyas ile
    Hızır’ın her yıl Ramazan ayında Beytülmakdis’te veya hac mevsiminde Mekke’de
    Arafat’ta buluş­tuklarını bildiren rivayetleri aktardıktan sonra, “Biz bu
    konuda delil olabilecek sahih bir rivayetin bulunmadığını tespit edip bunu
    delilleriyle açıkladık” diyerek, bu tür rivayetlerin güvenilir olma­dığına
    işaret etmiştir.[14]

    Diğer taraftan Hızırla
    İlyas’in her yıl 6 Mayıs’ta bir araya geldikleri söylentisi dolayısıyla,
    bilindiği gibi bu gün, ikisinin adının halk ağzında aldığı şekliyle
    “Hıdrellez” bayramı olarak kutlanmaktadır. Ancak bu inancın temeli,
    İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına
    dayanmaktadır. Bu eski bayramlar, hiç alakası olmadığı halde, Hızır ve İlyas
    i-simleri etrafında dînî bir muhtevaya büründürülmüştür.[15] 

     

     



    [1] En’am sûresi, 6/85.

    [2] Saffât süresi, 37/123-130.

    [3] I. Krallar, 16/29-33.

    [4] I. Krallar, 17/1-24.

    [5] I. Krallar, 18/10-45; 19/8.

    [6] II. Krallar, 2/1-12. Salebi de benzeri bir rivayet
    aktarır, bkz. s. 259.

    [7] Yuhanna , 1/19-26.

    [8] Markos, 6/14-15.

    [9] Matta, 17/10-13.

    [10] Taberi, Tarih, I, 273; İbnü’1-Esir, 1, 161-162.

    [11] el-Bidâye, 1,338.

    [12] İbn Hacer, el-îsâbe, I, 432.

    [13] İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, IX, 210-211.

    [14] el-Bidâye, I, 337.

    [15] Ahmet Yaşar Ocak, “Hıdrellez”, DÎA, XVII,
    313.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 542-546.

  • HZ. YUSUF AS HAYATI

    ONIKINCI BOLÜM1

    HZ. YUSUF. 1

    A. Yusuf
    (A.S.) Kıssası
    1

    B. Yusuf
    (A.S.)’ın Rüyası
    3

    C. Yusuf
    (A.S.)’ın Kuyuya Atılması Ve Ardından Köle Olarak Satılması
    4

    D. Hz. Yusuf
    (A.S.)’ın Aziz’in Karısı Yüzünden Çektiği Sıkıntı
    7

    E. Olayın
    Mısır Sosyetesi Arasında Duyulması
    10

    F. Zindan
    Hayatı
    12

    G. Kralın
    Rüyası
    14

    H. Zindandan
    Çıkarılması-Mısır’da Vezirlik Veya Maliye Bakanlığına Getirilmesi
    15

    I. Kardeşleri
    Yusuf’un Huzurunda
    . 17

    İ. Hz. Yusuf
    (A.S.)’ın Kardeşleri Babalarının Huzurunda
    . 18

    K. Kardeşleri
    İkinci Defa Yusuf’un Huzurunda
    . 20

    L. Hz. Yusuf
    (A.S.)’ın Kardeşleri Babaları Hz. Yakub (A.S.)’In Huzurunda
    . 22

    M. Kardeşleri
    Üçüncü Defa Hz. Yusuf (A.S.)’ın Huzurunda
    . 23

    N. Hz. Yakub
    (A.S.), Oğlu Hz. Yusuf (A.S.)’ın Sağ Olduğunu Öğreniyor
    . 24

    O. Büyük
    Buluşma Ve Hz. Yusuf (A.S,)’ın Rüyasının Gerçekleşmesi
    24

    Ö. Hz. Yusuf
    (A.S.)’ın Evliliği Ve Çocukları
    26

    P. Yusuf
    (A.S.) Kıssasından Bazı Mesajlar
    . 26

    1. İman Ve Tevekkül 26

    2. İffet Ve
    Sabır
    . 27

    3. Güçlü İken
    Affetme
    . 27

    R. Yusuf
    Sûresinin Sonunda Rasülullah (S.A.V.)’e Mesajlar
    . 27

     

     

     

    ONIKINCI
    BOLÜM

     

    HZ. YUSUF

     

    A. Yusuf (A.S.) Kıssası

     

    Kur’ân-ı Kerim’de
    diğer peygamberlerin kıssaları, muhtelif sûrelerde, özünde bir, ancak bâzı
    farklılıklarla kısa kısa anlatıl­mış ve öğüt alınması için bir kaç yerde tekrar
    edilmiş bulunmak-‘tadır. Buna karşılık, Yusuf (a.s.) kıssası, 111 âyetten
    müteşekkil Yusuf sûresinin baştan 101 âyetinde tek kıssa halinde, baştan-sona
    ve ayrıntılı bir biçimde anlatılmış ve başka bir sûrede tek­rar edilmemiştir.

    Adını bu kıssadan alan
    Yusuf sûresi, İslâm davetinin Mek­ke döneminde, 
    Mekke müşriklerinin Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashabına karşı
    yürüttükleri eziyet ve işkence faaliyetinin had safhaya ulaştığı bir sırada
    nazil olmuştur. Bu sûrenin, Hz. Hati­ce ile Ebu Talib’in vefatlarının ardından
    indiği zikredilir.[1] Bilin­diği gibi bu
    günlerde müşrikler işi iyice azıtarak şiddete başvur­muşlar, hatta bir kaç defa
    Peygamberimiz (s.a.v.)’i öldürme te­şebbüsünde bulunmuşlardı. Bu zor şartların
    yaşandığı günlerde inen sûrede Hz. Yusuf (a.s.)’m karşılaşmış olduğu sıkıntılar
    ve bu sıkıntılara sabretmesi ve sonunda ulaştığı zafer anlatılarak
    Peygamberimiz (s.a.v.) ve arkadaşları teselli edilmiştir. Sûrenin kıssanın
    bitiminden sonraki son yedi âyeti de, peygamberlerin karşılaştığı sıkıntılar ve
    sonunda ulaşılan mutlu son hakkında Önemli bir mesaj Özelliği taşımaktadır.

    Bilindiği gibi, Mekke
    döneminde nazil olan sûre ve âyetler-deki ağırlıklı konulardan biri,
    Peygamberimiz (s.a.v.) ve arkadaş­larını teselli maksadıyla indirilmiş olan
    peygamber kıssalarıydı. Bu kıssalarda, önceki peygamberlerin de büyük
    sıkıntılarla kar­şılaştıkları, müşriklerin büyük kötülüklerine mâruz kaldıkları,
    buna rağmen mücâdeleyi bırakmayıp görevlerini sürdürdükleri ve neticede zafere
    ulaştıkları anlatılıyor, başlangıçta topluma hâ­kim olan küfür ehlinin ise
    sonunda hep mağlup ve perişan düş­tüğü vurgulanıyordu. Dolayısıyla bu kıssalar,
    Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabı için önemli bir moral kaynağı teşkil ediyordu.
    İbn îshak’tan nakledildiğine göre, Yusuf sûresinin iniş sebebi de, Rasülullah
    (s.a.v.)’in teselli edilmesi idi. Allah Teâlâ, Yusuf (a.s.)’ m karşılaştığı
    sıkıntıları ve sonunda ona bahşettiği ikram ve ih­sanını anlatarak, Rasülullah
    (s.a.v.)’i teselli etmek istemişti.[2]

    Hz. Yusuf (a.s.)
    kıssası, az önce belirttiğimiz gibi, araya ko­pukluk girmeden birbirini takip
    eden olaylar halinde anlatılmış­tır. Bu münasebetle gerek muhtevası, gerekse
    üslûbu bakımın­dan ruhları son derece etkileyen bir kıssadır. Kıssada anlatılan
    Hz. Yusuf (a.s.), karşımıza iffet ve imanın en canlı bir sembol ve âbidesi
    olarak çıkmaktadır. Onun hayatı ve başından geçenler, teferruatlı bir şekilde
    bütün insanlığın ibret nazarlarına sunul­muştur. Sûrede tefsir ve açıklamayı
    gerektiren, anlaşılması zor bir kapalılık yok gibidir. Olaylar, açık bir tarzda
    anlatıldığından, ilâve bilgilere neredeyse hiç gerek kalmamıştır. Bu yüzden
    olma­lıdır ki, kıssa hakkında Peygamberimiz (s.a.v.)’den nakledilen rivayetler
    de yok denecek kadar azdır. Ne var ki, bütün bu açık­lığa rağmen, kısas-ı
    enbiyâ, tarih ve tefsir kitaplarında, bu kıs­sayla ilgili olarak, Kur’ân-ı
    Kerim ve hadis-i şeriflerde bulunma­yan pek çok rivayet yer almaktadır. Bu
    rivayetlerin büyük bölü­münün aslı ve esası yoktur. Önemli kısmıyla Allah’ın
    has kulla­rına ve bilhassa peygamberlere İsnad edilmesi mümkün olmayan bu
    rivayetler, Tevrat ve Ehl-i Kitab’m elindeki diğer dînî metin­lerden
    alınmıştır.[3]

    Hz. Yusuf (a.s.)
    kıssası, Tevrat’ın Tekvin kitabının 37-45. babları arasında da geniş bir
    şekilde anlatılmıştır. Tevrat’taki bu bilgiler, büyük ölçüde Kur’ân-ı Kerim’de
    verilen bilgilere mu­tabıktır. Ancak aralarında küçük görünmekle birlikte
    neticeyi değiştirici önemli farklar bulunmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir
    ki, Tevrat kıssayı romantik bir hikâye tarzında anlatır­ken, Kur’ân-ı Kerim,
    “Hoşunuza gitmeyen bir şey, belki de sizin için bir hayır; hoşlandığınız
    şey de sizin için bir serdir. Onu Allah bilir siz bilemezsiniz.[4] âyetinde
    vurgulanan hakikate bir Örnek olarak, üzerinde hiç bir değişiklik yapmadan
    yaşandığı şekliyle takdim etmektedir.[5]Bu
    farklılıklar, Kur’ân-ı Kerim’in korunmuş lugunu, buna karşılık Tevrat’taki
    tahrifatı açıkça ortaya kov maktadır. Yeri geldikçe Kur’ân-ı Kerim ile Tevrat’m
    verdiği bilgi ler arasındaki bu farklılıklara işaret etmeye çalışacağız.

    Yusuf sûresinin ilk üç
    âyeti kıssaya giriş mahiyetindedir Uçuncu ayette kıssa, “en güzel
    kissa/ahsenü’l-kasas” olarak nitelendirilmiştir.[6] Bu üç
    âyetin meali şöyledir:

    “Elif, Ldm, Râ.
    Bunlar apaçık kitabın âyetleridir. Biz, muhakkak bu kitabı okuyup anlamanız
    için Arapça bir Kur’ân olarak indir­dik. Ey peygamber! Biz, bu Kur’ân’ı
    indirmek suretiyle, sana ahsenü’l-kasas’ı/kıssaların en güzelim nakletmiş
    oluyoruz. Hal­buki, daha önce senin bunlardan haberin yoktu.” [7]

     

    B. Yusuf (A.S.)’ın Rüyası

     

    Yusuf sûresinde
    dördüncü âyetten itibaren Hz. Yusuf (a.s.)’ m gördüğü bir rüya ile kıssanın
    anlatımına başlanmaktadır. Bu­rada bildirildiğine göre Hz. Yusuf (a.s.),
    rüyasında onbir yıldız ile güneş ve aym kendisine secde ettiklerini görmüş, bu
    düşünü babası Hz. Yakub (a.s.)’a anlatmıştı. Hz. Yakub (a.s.), bu rüyayı
    Allah’ın; oğlu Hz. Yusuf (a.s.)’ı seçkin bir kul yapacağı, ona rüya tâbiri
    ilmini öğreteceği, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm bulma
    kabiliyetini lütfedip onu yüksek makamlara çıka­racağı ve sonunda peygamber
    olarak görevlendireceği, ayrıca onun soyuna da büyük nimetler vereceği şeklinde
    yorumladı. Bunun farkına varmalarından ve şeytanın tahrik ve kışkırtma­sıyla
    ona bir kötülük yapmalarından korkarak rüyasını kardeş­lerine anlatmamasını
    tembihledi. Sûrede Hz. Yusuf (a.s.)’m rü­yası, babasının bu yorum ve tavsiyesi
    şöyle anlatılmaktadır:

    “Hani bir zaman
    Yusuf, babasına, ‘Babacığım, ben rüyam­da, onbir yıldız, güneş ve ayın, bana
    secde ettiklerini gördüm.’ demişti.

    (Yakub), ‘Yavrum,
    düşünü kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan apaçık
    bir düşmandır! Böylece Rabbin seni seçecek ve sana rüyaların yorumundan bir
    parça öğretecek, sana ve Yakub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Nasıl ki, daha
    önce ataların İbrahim’e ve İshak’a da nimetini tamamla­mıştı. Şüphesiz Rabbin,
    bilendir, hikmet sahibidir.’ dedi.[8]

    Tarih kaynaklarında
    Hz. Yusuf (a.s.)’m bu rüyayı 12 veya 17 yaşında iken gördüğü zikredilir. Daha
    sonra geleceği gibi, rüyasında kendisine secde ederken gördüğü onbir yıldız
    kardeşleri, güneş ve ay ise babasıyla annesi olarak tezahür etmiş ve onlar
    Mısır’a yanına geldiklerinde onun önünde saygılarını sun­mak için şükür
    secdesine kapanmışlardır. Hz. Yakub (a.s.)’m sözleri, kardeşlerinin Hz. Yusuf
    (a.s.)’ı daha önceden de kıskan­dıkları İzlenimini vermektedir. Önce geçtiği
    gibi, Hz. Yakub (a.s.)’ in dört ayrı hanımından 12 oğlu olmuştu. Bunların en
    küçükleri olan Hz. Yusuf (a.s.) ile Bünyâmin aynı anadan, yani Rahel’den
    doğmuşlardı. Bünyâmin, Hz. Yusuf (a.s.)’dan küçüktü ve anne­leri onu doğururken
    ölmüştü. Hz. Yakub (a.s.), diğer on oğlunun karakterlerine pek güvenemiyor,
    küçük kardeşleri Hz. Yusuf (a.s.) ve Bünyamin’i kıskanmaları dolayısıyla
    onlardan o ikisi için endişe duyuyordu. Hz. Yusuf (a.s.) ile Bünyamin’in
    babaları tarafından daha fazla sevildiğine inanan ve bunu bir türlü içle­rine
    sindiremeyen kardeşleri, özellikle çok güzel bir çocuk olan Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    kıskanıyorlardı.

    Tevrat’ta da, Hz.
    Yakub (a.s.)’ın Hz. Yusuf (a.s.}’ı diğer oğul­larından fazla sevmesi, bu yüzden
    kardeşlerinin onu kıskanması ve Hz. Yusuf (a.s.)’m rüyası hakkında bilgi
    verilir. Ancak orada bir değil iki rüyadan, Hz. Yusuf (a.s.)’m rüyalarını
    kardeşlerine de anlattığından ve onların rüyaları aynen babalan gibi yorum­ladığından
    söz edilir. Bunun yanında Hz. Yakub (a.s.)’m tepkisi, Kur’ân-ı Kerim’de
    bildirildiğinden çok farklı gösterilmiştir. O, oğlu Hz. Yusuf (a.s.)’ı tebrik
    etmemiş; aksine annesi, babası ve kardeşlerinin, kendisinin önünde eğilerek diz
    çöktüklerini gör­mesi yüzünden onu şiddetle azarlamıştır.[9]

    Görüldüğü gibi, Hz.
    Yakub (a.s.)’ın, Hz. Yusuf (a.s.)’in rü­yasına gösterdiği tepki hususunda,
    Kur’ân ve Tevrat’ta verilen bilgiler taban tabana zıttır. Kur’ân’da açıklanan
    tepkinin, Hz. Yakub (a.s.J’a, yani yüce bir peygamber ve asil bir babaya
    yakışır bir davranış olduğu açıktır. Ancak Tevrat’ta bahsedilen tepki, değil
    bir peygambere, aklı başında herhangi bir adama dahi ya­kışmayan bir
    davranıştır. Tevrat’ta zikredilen bu tavrın asla doğ­ru olamayacağı ortadadır.
    Bu fark üzerinde hassasiyetle duran Mevdüdî, sözlerini şöyle bitirmektedir:

    “Kaldı ki, Hz.
    Yusuf (a.s.), herhangi bir şahsî hırsa kapıl­mamış, yalnızca rüyasını
    anlatmıştı. Eğer rüya sâdık bir rüya idiyse, şüphesiz ki, Hz. Yakub (a.s.),
    doğruluğuna inanarak onu yorumlayacaktı. Dolayısıyla oğlunu azarlaması İçin
    hiçbir sebep yoktu. Zira besbelli ki rüya, oğlunun bir gün gelip yükseleceği yo­lundaki
    bir tutkusunu değil, doğrudan Allah’ın isteğim dile getiri­yordu.”[10]   [11]

     

    C. Yusuf (A.S.)’ın Kuyuya Atılması Ve Ardından Köle Olarak
    Satılması

     

    Yusuf sûresinde, Hz.
    Yusuf (a.s.)’m meşhur rüyası ve onu babasına anlatmasının ardından, Hz. Yusuf
    (a.s.) ile kardeşleri­nin hikâyesinin ibretlerle dolu olduğuna işaret edilmiş,
    daha sonra, hikâyeye devam edilmiştir. Buna göre, babalarının Hz. Yusuf
    (a.s.)’ı ve onun ana-baba bir kardeşi Bünyamin’i kendile­rinden daha fazla
    sevdiğine inanan ve bu yüzden o ikisini kıska­nan ve babalarına kızgınlık
    besleyen diğer kardeşler, şeytanın iğvasma kapılarak Hz. Yusuf (a.s.)’a bir
    komplo kurmaya karar verdiler. Yaptıkları toplantıda babalarının Hz. Yusuf
    (a.s.)’ı daha fazla sevmekle yanlışlık yaptığını dile getirerek onun sevgisini
    kazanabilmek için Hz.  Yusuf (a.s.)’ı
    devreden çıkarmanın şart olduğunda görüş birliğine vardılar. Kardeşlerinden
    bâzıları onu öldürmeyi teklif etmişlerdi; ancak içlerinden biri, onu
    öldürme-yip bir kuyuya atmalarının daha doğru olacağını ileri sürdü. Bu
    teklifin sahibi kuyuya uğrayan bir kervanın onu alıp gideceğini ve böylece
    kardeş katili olmadan da Hz. Yusuf (a.s.)’dan kurtu­labileceklerini söyledi.
    Onun teklifini uygun bulan kardeşler, Hz. Yusuf (a.s.)Ji bir kuyuya atmayı
    kararlaştırdılar ve onun kaybol­masından sonra babalarının sevgisini kazanacaklarını
    söyleye­rek bu olayın ardından iyi birer insan olmaya çalışacaklarına söz
    verdiler.

    Kardeşler,  hazırladıkları senaryoyu uygulamak için önce
    babalarına gittiler ve ondan Hz. Yusuf (a.s.)’ı kendileriyle birlikte koyun
    otlatmaya göndermesini istediler. Onun Hz. Yusuf (a.s.)’ı kendilerine emânet
    etmekten çekindiğini farkedince, onu ikna edebilmek için Hz. Yusuf (a.s.)’a iyi
    bakacaklarına ve her husus­ta ona yardımcı olacaklarına söz verdiler. Babaları,
    buna rağmen Hz. Yusuf (a.s.)’a bir kötülük gelmesinden ve onu kurtlara kap­tırmalarından
    korktuğunu söyleyince, gidip dönene kadar ona göz-kulak olacaklarına yemin
    ettiler. Neticede Hz. Yakub (a.s.), kardeşlerinin Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    götürmelerine izin verdi.[12]
    Kardeşler, yanlarında koyun otlatmaya götürdükleri Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    plânladıkları şekilde bir kuyuya attılar. Ancak Yüce Allah, o sıkıntılı anda
    onun yardımına yetişti ve kalbine bir kuvvet ve­rerek gönlünü hoş tutup
    üzülmemesini ve bu durumdan rahat bir şekilde kurtulacağını müjdeledi. Ayrıca
    ona daha sonraları kardeşlerine karşı kendisinin derecesini yükselteceğini ve
    bir gün gelip kardeşlerinin yaptığı bu kötülüğü onların yüzüne söy­leme
    imkânını bahşedeceğini haber verdi.[13]

    Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    kuyuya atan kardeşleri, babalarını kandı-rabilmek için akşamleyin ağlaşarak eve
    geldiler ve bir yalan uy­durup aralarında düzenledikleri bir yarış sırasında
    eşyalarının başında bıraktıkları Hz. Yusuf (a.s.)’ı kurtların yediğini söyledi­ler.
    Onu kurtların yediğine inandırmak için gömleğini kestikleri bir hayvanın kanma
    batırmış olarak getirmişlerdi. Hz. Yusuf (a.s.)’m rüyasının bir gün
    gerçekleşeceğinden emin olan ve göm­leğinin yırtılmamış olduğunu da görerek
    oğullarının “onu kurt kaptı” şeklindeki yalanlarına inanmayan Hz.
    Yakub (a.s.), “Ha-yır! Herhalde nefisleriniz sizi aldatıp yanlış bir işe
    sürükledi.” dedi ve kendisine düşenin güzelce sabretmek ve bu acıya da­yanmak
    için Allah’tan yardım dilemek olduğunu söyledi. Kur’ân-ı Kerim, bu yaşananları
    şöyle aktarmıştır :

    “Muhakkak, Yusuf
    ve kardeşlerinin kıssasında bunu soran­lar için birçok ibretler vardır: Bir
    zaman Yusufun kardeşleri, ken­di aralarında şöyle konuştular. ‘Yusuf ve
    ana-baba bir kardeşi, babamızın yanında bizden daha çok sevgilidir. Halbuki
    biz, güçlü bir topluluğuz. Şüphesiz ki babamız, bu davranışıyla açık bir hak­sızlığa
    düşüyor. Yusufu öldürün veya onu uzak bir yere atın da, babanız size kalsın.
    Bundan sonra yine sâlih kimselerden olursu­nuz.’

    içlerinden biri de
    şöyle dedi: ‘Yusuf’u Öldürmeyin. Issız bir kuyunun derinliklerine atın. Oradan
    geçen bir yolcu kafilesi, onu bulsun. Eğer yapacaksanız böyle yapın,’ Yusufu
    uzaklaştırmayı kararlaştırınca, babalarına gelip şöyle dediler: ‘Ey babamız!
    Sana ne oluyor da, Yusuf’u bize emânet etmiyorsun? Halbuki biz, Yu­suf’un
    iyiliğini diler, ona Öğüt veririz. Yarın onu bizimle birlikte kıra gönder de
    yesin, içsin ve oynasın. Mutlaka biz onu koruruz.’

    Yakub, ‘onu alıp
    götürmeniz beni üzer. Korkarım ki, siz gaf­letteyken kurt onu kapar!’ dedi.

    Yusuf’un kardeşleri,
    ‘Yemin ederiz ki, biz kuvvetli bir toplu­luk olduğumuz halde onu kurt kaparsa O
    takdirde biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.’ dediler. Yusuf u alıp
    götürdüklerinde, onu kuyunun dibine atmaya karar verdiler. Biz de, Yusuf a,
    ‘Kardeşle­rin hiç farkında olmadan, sen onlara, sana yaptıklarını haber ve­receksin.
    ‘ diye vahyettik. Akşamleyin ağlayıp sızlanarak babala­rına geldiler.
    Babalarına, ‘Ey babamız! Biz aramızda yanş yapı­yorduk, Yusuf u da beklemesi
    için eşyalarımızın başında bırak­mıştık. Onu kurt yemiş. Ne kadar doğru olsak
    da, sen bize inan­mazsın. ‘ dediler.

    Üzerine başka bir
    canlının kanını bulaştırdıkları Yusuf’un, gömleğini, ona gösterdiler. Yakub,
    ‘Hayır, herhalde nefisleriniz sizi aldatıp yanlış bir işe sürükledi. Artık bana
    düşen güzelce sab­retmektir. Dediğiniz karşısında ancak Allah’tan yardım
    istenir.’ dedi”[14]

    Hz, Yakub (a.s.)’m
    evinde bunlar yaşanırken, diğer tarafta ise, kuyuya atılmış olmakla birlikte
    Allah’tan gelen müjde ile gönlü rahat olan Hz. Yusuf (a.s.), bir veya iki gün
    sonra Med-yen’den Mısır’a gitmekte olan bir kervanın sucusu tarafından ıfark
    edildi. Su çekmek için kuyuya gelen bu şahsın sarkıttığı ikovanm ipine yapışıp
    kuyudan çıktı. Bu arada, Hz. Yusuf (a.s.)’ı jkuyuya attıktan sonra onun başına
    gelecekleri takip etmek iste-jyen kardeşleri, aralarından birini kuyuyu
    gözetlemek için gön­dermişlerdi. Bu gözcü kardeş, Hz. Yusuf (a.s.)’m
    Kervancılar ta­rafından kuyudan çıkarıldığını görünce durumu diğerlerine bil­dirdi.  Bunun üzerine hemen oraya giden kardeşler,
    kuyudan çıkarılan çocuğun kendilerine ait bir köle olduğunu ve bir kaç gün önce
    kaçtığını, bu yüzden de onu satmak istediklerini söyle­diler. Öldürmelerinden
    korktuğu için, kendisinin onların kardeşi lduğunu söyleyemeyen Hz. Yusuf
    (a.s.)’ı ucuz bir fiyata kervan­cılara sattılar.[15] Onu
    Mısır’a götüren kervancılar, köle pazarına çıkararak önemli bir devlet adamına
    sattılar. Sürede Hz. Yusuf (a.s.)’ın kuyudan çıkarılışı ve köle olarak satılışı
    hakkında şöyle denilmektedir:

    “O sırada bir
    kervan geldi ve kervancılar sucularım kuyuya gönderdiler. Sucu kovasını kuyuya
    sarkıttı. O anda Yusuf’u gö-rün-ce, ‘Müjdeler olsun! İşte bir oğlan çocuğu!’
    diye bağırdı. Yu­suf u bir ticaret malı gibi gizlediler. Halbuki Allah onların
    yaptıkla­rını çok iyi bilir. Nihayet onu düşük bir fiyatla bir kaç paraya sat­tılar.
    Onlar Yusuf’u önemsemiyorlardı.”[16]

    Mısır’da Yusufu satın
    alan şahıs, Tevrat’ta    bildirildiğine
    göre, kralın veziri Potifar’dır. Ancak Kur’ân-ı Kerim, ondan sade­ce
    “el-Aziz” diye bahseder. Bu şahıs, kralın veziri, muhafız birlik­lerinin
    komutanı veya kraliyet hazinelerinin başkanı olarak tanı­tılmıştır. Keskin
    ferâsetiyle ünlenen bu Aziz, köle pazarında kar­şılaştığı, o sırada henüz 12
    veya 17 yaşlarında olan Hz. Yusuf (a.s.)’in iyi bir insan olduğunu anlamış ve
    ondaki kabiliyeti fark etmiştir. İlk günlerde kölesi hakkında hanımına söylemiş
    olduğu sözler, bunu açıkça göstermektedir: “Ona iyi davran, ikram et ki,
    bizimle oturmaktan hoşlansın. Belki bize faydası-dokunur, ya da onu evlat
    ediniriz.” Nitekim o, Hz. Yusuf (a.s.)’daki kabiliyeti fark etmesiyle,
    ferasette misal olarak dilden dile dolaşan üç kişiden biri sayılmıştır. Bu
    darbımeselde zikredilen keskin feraset sahibi diğer iki şahıs ise, Hz. Musa
    (a.s.)’ı keşfetmesi bakımından Hz. Şuayb {a.s.J’ın kızı ve Hz. Ömer’deki devlet
    başkanlığı kabiliyetini önceden görmesi bakımından Hz. Ebu Bekir’dir.[17]

    Allah Teâlâ, vezirin
    evinde Hz. Yusuf (a.s.)’a iyi bir mevki vermiş, önemli bir devlet adamının
    eğitiminden geçmesini sağ­lamıştı. Böylece Hz. Yusuf (a.s.), zamanın’en önemli
    ve en mede­nî ülkesinde, hem de vezir veya Maliye vekilinin gözetiminde ola­rak
    devlet işlerinde iyi bir şekilde yetişti, ülke yönetimi hakkında yeterli bilgi
    sahibi oldu. Hatta efendisi, ona mallarında tam ta­sarruf yetkisi dahi
    vermişti. Allah Teâlâ, ileride peygamber ola­rak görevlendireceği Hz. Yusuf
    (a.s.)’a, ülke yönetimi hususun­daki bu kabiliyeti yanında rüya tâbiri ilmini
    de öğretti. Sonunda onu peygamber olarak görevlendirdi. Hz. Yusuf (a.s.)’m
    vezir ta­rafından satın alınıp yetiştirilmesi ve ona Allah tarafından lütfe­dilen
    kabiliyetler ve peygamberlik görevi hakkında sürede şöyle denilmektedir:

    “Mısır’da onu
    satın alan adam, karısına dedi ki: ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki, bize
    faydası olur. Ya da onu evlat ediniriz. İşte böylece olayların yorumunu
    Öğretmemiz için Yusuf’u o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye
    kadirdir. Fakat insanların çoğu bilmezler. 
    Yusuf kemal çağına ulaştığında, ona hüküm ve ilim verdik.[18]
    İşte, güzel davrananları biz böyle mükâ­fatlandırırız.”[19]  

     

    D. Hz. Yusuf (A.S.)’ın Aziz’in Karısı Yüzünden Çektiği
    Sıkıntı

     

    Kuyudan çıkarılmak,
    Aziz Potifar tarafından satın alınması ve onun yanında iyi bir şekilde
    yetiştirilmesiyle büyük lütuflara mazhar olan Hz. Yusuf (a.s.), efendisi olan
    bu şahsın karısı yü­zünden büyük bir imtihan ile karşı-karşıya kaldı. Rivayete
    göre, Allah Teâlâ, ona çarpıcı bir güzellik vermişti. Ahlâk ve karakteri gibi
    bedenen de mükemmeldi.[20] Onun
    bu çarpıcı güzelliği, ken­disi için bir imtihan vesilesi oldu. Azizin hanımı,
    onun güzelliği­ne hayran kalmış, şiddetli bir şekilde ona tutulmuştu. Bu ka-ra
    sevda, genç ve güzel bir kadın olan Züleyha’yı yakıp kül ediyor­du.

    Uzun bir süre
    duygularına hâkim olan bu kadın, köşkte köle Hz. Yusuf (a.s.) ile baş başa
    kaldığı bir gün duygularını ona açtı. Kapıyı üstüne kilitledikten sonra, onu
    tahrik için elinden geleni yaparak onu kendisiyle birlikte olmaya çağırdı.
    Ancak Hz. Yusuf (a.s.), bu şiddetli fitne karşısında, iffetini korudu ve efen­disinin
    hanımını bu çirkin teklifinden dolayı öfkeyle azarladı. Yaptığı işin son derece
    kötü olduğunu ve kendisinin böyle bir günahı işlemekten Allah’a sığındığını
    söyledi. Onu bu işten vaz-geçirebilmek için, güzel bir üslup ile efendisi olan
    kocasının kendisine büyük itinâ gösterdiğini ve önemli ikramlarda bulun­duğunu
    hatırlattı. İyiliğe karşı kötülük yaparak onun haremine göz koymanın ancak
    zâlimlerin işi olduğunu, zalimlerin ise asla felah bulmayacağını söyledi.

    Bütün bu ikazlara
    rağmen kadın üzerine gelmeye devam edince, Hz Yusuf (a.s.), ondan kurtulmak
    niyetiyle kapıya doğru koştu. Peşinden gelen kadın ona yetişip eliyle
    gömleğinden yaka­layınca gömlek arka tarafından yırtıldı. Bu sırada ikisi
    kapının önüne varmışlardı ki, tam o anda kadının kocasıyla karşılaştılar. Bu
    durum karşısında kadın, kocasının kıskançlık ve intikamın­dan kurtulmak için
    yalan ve iftiraya başvurdu. Hz. Yusuf (a.s.)’m kendisine tecavüz etmek
    istediğini, kendisinin ise ona engel ol­maya çalıştığını söyledi. Onun hapse
    atılmasını ve ayrıca ona işkence yapılmasını istedi. Hz. Yusuf (a.s.) ise, onun
    söyledikle­rinin yalan olduğunu belirterek, aksine kadının kendisiyle birlik­te
    olmak için yaptığı teklifi reddettiğini, bunun için ondan kaçtı­ğını ve
    kovalamacamn bundan çıktığını söyledi. 
    Bu yüzleşme esnasında kadının akrabalarından biri de oraya gelmiş,
    konuşu­lanları duymuştu. Kur’ân-ı Kerim’de kadının yakınlarından biri olduğu
    belirtilen bu kimse, kadının kocasına dönerek, Hz. Yusuf (a.s.)’m yırtılan
    gömleğinin suçluyu ele vereceğini söyledi. Ona göre, gömlek ön tarafından
    yırtılmışsa kadının söyledikleri doğru olmalıydı. Çünkü saldırgan   Hz. Yusuf (a.s.) olduğu takdirde, O’ nun
    karşısında olan ve ona karşı koymaya çalışan kadın, onun gömleğini ön
    tarafından yırtacaktı. Bunun aksine gömlek arka taraftan yırtılmış ise, Hz.
    Yusuf (a.s.)’m söyledikleri doğruydu. Çünkü bu durumda, sarkıntılık ederek
    kendisinden kaçan Hz. Yusuf (a.s.)’m peşinden koşup onu yakalayan kadın, onun
    göm­leğini arka tarafından çekip yırtmış olacaktı. Aziz Potifar, bu tek­lifi
    yerinde bulunca gömlek kontrol edildi ve arka taraftan yırtıl­mış olduğu
    görüldü. Bunun üzerine o, hanımının yalan söyledi­ğini anladı ve Hz. Yusuf
    (a.s.)’m suçsuz olduğunu kabul etti. Hanımını azarlayarak, bu işin onun tuzağı
    olduğunu, bu yüzden büyük bir günaha girdiğini söyledi ve ona günahı için
    Allah’tan af dilemesini tavsiye etti. Bu rezaleti örtmek için de, Hz. Yusuf (a.s.)’a
    bu olayı gizli tutmasını ve kimseye anlatmamasını emret­ti. Kur’ân-ı Kerim, Hz.
    Yusuf (a.s.)’m başından geçen bu önemli imtihanı şöyle anlatmaktadır:

    “Evinde bulunduğu
    kadın, onun nefsinden murad almak is­tedi, evin kapılarını iyice kapattı ve,
    ‘Haydi gel, beraber olalım!’ dedi. O ise, ‘Bundan Allah’a sığınırım! Hem
    kocanız olan efendim, banagüzel davrandı.[21]
    Doğrusu, zalimler asla felah bulmaz’ dedi.

    Andoîsun ki, kadın ona
    meyletti? Eğer Rabbinin burhanını görmeseydi, o da kadına meyledecekti. İşte,
    böylece biz, kötülük ve fuhşu Yusuf’tan uzaklaştırmak için delillerimizi
    gösterdik. Şüp­hesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarumzdandı. İkisi de kapıya koştu­lar?
    Kadın onun gömleğini arkadan tutup yırttı. Kapının yanında kadının kocasına
    rastladılar. Kadın dedi ki: ‘Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası,
    zindana atılmaktan ya da acıklı bir işken­ceden başka ne olabilir?’

    Yusuf, ‘Asıl kendisi
    benim nefsimden murad almak istedi.’ dedi Kadının akrabalarından biri, şöyle
    hakemlik etti: ‘Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa kadının sözleri doğrudur, o
    ise yalancı­lardandır. Eğer gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın yalan söylüyor,
    Yusuf ise doğru söylüyor, demektir.’

    Efendisi,   Yusuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış
    olduğunu görünce, karısına, ‘Şüphesiz bu, siz kadınların tuzağından başka bir
    şey değildir. Doğrusu sizin tuzağınız büyük olur. Ey Yusuf. Sen bu işi gizle!
    Ey kadın! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkarlardan oldun!’
    dedi.”[22]

    Yirmi dördüncü âyette,
    kadın teklifte bulununca, H2. Yusuf (a,s.)’m beşer tabiatı icâbı, azim ve kasıt
    olmaksızın kadını ak­lından geçirdiği, eğer Rabbinin kendisine lütfettiği selim
    akıl ve peygamberlik nuru olmasaydı, o kadına yaklaşmaya niyet edece­ği, ancak
    bu ışık sayesinde kendisinde böyle bir niyetin meyda­na gelmediği ve bu teklife
    şiddetle karşı çıktığı bildirilmiştir. Ne var ki, buna rağmen bazı insanlar
    tarafından bir peygambere nisbeti asla düşünülemeyecek yakışıksız hikâyeler
    uydurulmuş ve Hz. Yusuf (a.s.) hakkında hoş olmayan sözler söylenmiştir.
    Ebu’s-Suud, bu tür hikayeleri uyduranlar veya bu hikayelerde anlatılanların
    doğru olabileceği ihtimalini düşünenler hakkında şöyle demiştir:

    “Yusuf’un o
    kadına yaklaşma niyeti, insanın yaratılışı gere­ği ona tabîî bir meyil
    manasınadır. Yoksa Hz. Yusuf, serbest İradesiyle kadınla birlikte olmaya niyet
    etmiş değildir. Onun daha önce geçen, bu işe karşı tam isteksizliğini ve
    nefretini gösteren ve zâlimlerin iflah bulmayacağına dair hükmünü ifade eden
    Allah’a sı-ğınmasına baksanıza! Onun bu ifadesi, böyle bir niyetinin mümkün
    olmadığını gösteren sağlam bir delilden başka bir şey değildir. “[23]

    İbn Kesir ise, Hz.
    Yusuf (a.s.)’in bu hâlinin, Rasülullah (s.a.v)’in müjdelediği, Allah’ın
    gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde bu gölgede
    barındırılacak yedi sınıftan birinin durumuna örnek olduğuna işaretle, bu âyeti
    tefsir eder­ken şu hadisi nakletmiştir:

    “Yedi sınıf
    vardır ki, Allah Tedlâ, kendi gölgesinden başka bir gölge olmayacak günde,
    onlan kendi gölgesinde banndıracak-tır:

    1. Adil
    devlet başkanı,

    2. Allah’a
    ibâdet ederek yetişen delikanlı,

    3. Gönlü
    mescid ve camilere bağlı olan kimse,

    4. Birbirlerini
    Allah nzası için seven ve bunun üzerine topla­nan ve ayrılan iki kimse,

    5. Şeref ve
    makam sahibi bir kadın kendisine birlikte olmak teklifinde bulunduğu halde, ‘Allah’tan
    korkarım’ diyerek bu teklifi reddeden kimse,

    6. Sağ
    elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde gizli sa­daka veren kimse,

    7. Kimsenin
    bulunmadığı yerde Allah’ı hatırlayıp da gözleri yaşla dolup taşan kimse. “[24]

    Zemahşerî de, bu konu
    dolayısıyla, iffetli ve erdemli olma­nın gerçek anlamının, insanın içinde kötü
    arzuların hiç uyanma­ması değil, fakat kişinin uyanan bu arzulara yenik
    düşmemesi olduğunu, ifade etmiştir. Bu durum, kötü bir işe niyetlenip onu terk
    etmekten bahseden Buharı hadisinde anlatılan durumdur:

    “Allah,
    iyiliklerin ve kötülüklerin yazılmasını emretti sonra şunları açıkladı: Bir
    kimse, bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi nezdinde o kimse
    için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa,
    on iyilik se­vabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıka­rır.
    Ve eğer bir kimse bir kötülük yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah,
    onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu
    yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar. “[25]

    Hz. Yusuf (a.s.)’m
    kadına karşı meylinin, “nefsin kişiye ha­tırlattığı şeylerden ibaret
    olduğu”nu müdekkik alimlerden aktar­dığını söyleyen BegavI de, aynı hadisi
    nakletmiştir.[26]

    Âyetin devamında, “İşte
    böylece biz, kötülük ve fuhşu on­dan uzaklaştırmak için (delillerimizi
    gösterdik). Şüphesiz o, ihlûsa erdirilmiş kullanmızdandı.” buyurulmasi da,
    Hz. Yusuf (a.s.)’ın böyle bir günâha niyet etmediğini kesin bir şekilde ortaya
    koy­maktadır. Çünkü şeytanın, Allah’ın elçilik için seçtiği sâlih kul­larını
    aldatması ve onlar üzerinde hükümran olması mümkün değildir. Allah, onları her
    türlü kötülük ve çirkinliklerden koru­muştur. [27]

     

    E. Olayın Mısır Sosyetesi Arasında Duyulması

     

    Aziz Potifar’m işi
    örtbas etmek istemesine rağmen, olay sosyete arasında duyulmuştu. Üst tabaka
    kadınları, onun karı­sının bir köleye tutulmasını dillerine dolamışlardı.
    Arkadaşları­nın diline düşen ve onların dedikodularından bir türlü kurtula­mayan
    kadın, bir gün onlar için bir parti düzenledi. Rahat bir şekilde yaslanıp
    oturacakları koltuklar hazırlattı, masaların üze­rine çeşitli meyveler ve
    meyveleri soymaları için bıçaklar koydur­du. Ziyafete çağırdığı kadınlar
    koltuklara yaslanmış bir halde meyvelerini soymaya başladıklarında, dillerinden
    düşmeyen kö­lesi Hz. Yusuf (a.s.)’ı içeriye çağırdı. Salona giren Hz. Yusuf
    (a.s.)’ ı görür görmez âdeta çarpılan kadınlar, şaşkınlıklarından ellerindeki
    bıçaklarla meyveler yerine ellerini kestiler ve büyük bir hayranlık içinde bir
    ağızdan, “Bu bir insan değil, bir melektir!” dediler. Aziz Potifar’m
    hanımı kendince maksadına ulaşmış, ona aşık olup onunla birlikte olmayı
    istemekte ne kadar haklı oldu­ğunu arkadaşlarına ispat etmişti. Zafer kazanmış
    bir kahraman edasıyla, o yakışıklı köle ile birlikte olmayı tekrar deneyeceğini
    ve isteğini yine reddettiği takdirde onu zindana attıracağını söy­ledi.

    Ancak Hz. Yusuf
    (a.s.), bu konuda kendisine yapılan teklifi yine şiddetle reddederek zindana
    atılmayı, bu kadınların çağırdı­ğı çirkin işe tercih etti. Allah’a sığınarak
    kendisini bu kötülüğe düşmekten korumasını istedi. Yüce Allah, onun duasını
    kabul etti ve onu kadınların tuzağına düşmekten korudu. Bu olayın ardından o,
    suçsuz olduğu kesinlikle bilindiği halde kadının ıs­rarları sonucu zindana
    atıldı. Yusuf sûresi, bu sahneyi şöyle an­latmaktadır:

    “Şehirdeki bâzı
    kadınlar dediler ki: ‘Azizin karısı, kölesinin nefsinden murad almak
    istiyormuş; Yusuf un sevdası onun kalbi­ne işlemişi Biz onu gerçekten açık bir
    sapıklık içinde görüyoruz.’

    Kadın, onların
    dedikodusunu duyunca, onlara dâvetçi gön­derdi, onlar için dayanacak yastıklar
    hazırladı. Her birinin eline bir bıçak verdi. Yusuf’a, ‘Çık karşılarına!’ dedi.
    kadınlar onu gö­rünce, ellerini kestiler ve dediler ki: ‘Hâşâ! Bu bir insan
    değil! Bu ancak değerli bir melektir!’

    Kadın dedi ki: ‘İşte,
    hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben, onun nefsinden murad almak istedim.
    Fakat o, şiddetle sa­kındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa,
    mut­laka zindana atılacak ve elbette zelillerden olacaktır.’

    Yusuf, ‘Ey Rabbim!
    Benim için zindan, bunların benden is­tediklerinden daha iyidir! Eğer sen,
    onların hilelerini benden çe­virmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!’
    dedi. Rabbi onun duasını kabul etti ve onların hilesini uzaklaştırdı. O, çok
    iyi işiten, pek iyi bilendir. Neticede kesin delilleri gördükten sonra onu bir
    zamana kadar mutlaka zindana atmaları kendilerine uy­gun görüldü.[28]

    Zamanın yüksek
    sosyetesini temsil eden bu kadınlar, anla­şıldığına göre, hoşlarına giden
    yabancı bir erkeğe sahip olma ar­zularını saklama ihtiyacını dahi
    duymuyorlardı. Müfessirler, bu ahlâkî düşüklüğün, doğru yoldan çıkmış bütün
    toplumlardaki sosyete sınıfı arasında yaygın bir Özellik olduğunu söylemişler­dir.
    Mevdûdî, bu hususa işaret ederken şöyle demektedir:

    “Kadının şehevî
    ihtirasını açıkça ilan edip, gayr-i ahlâkî ni­yetini rahatça açığa vurması,
    zamanın Mısır yüksek sosyete sını-.  
    finin ahlaken en aşağı dereceye düştüğünü gösterir. Besbelli ki, kadının
    davet ettiği bayanlar da, bu yüksek sosyeteye mensup olmalıdır. Aşkına müptela
    olduğu kimsenin ne kadar genç ve ya­kışıklı olduğunu göstermek amacıyla,
    tutulduğu genci hiç çekin-meden 
    misafirlerinin  huzuruna
    çıkarması,   bu gösteride  iştirak edilmeyen hiçbir şeyin olmadığını
    gösterir. Hoş, davetli bayanlar, kadını tekdir etmemişlerdir; öyle görünüyor
    ki, kadının yerinde kendileri de olsa aynı şeyi yapacaklarmış! Hepsinden öte,
    ev sa­hibesinin açıkça, ‘Kuşkusuz, onu kendime râm etmek istedim a-ma o benden
    kurtulmayı başardı. Fakat ondan vazgeçecek deği­lim. Eğer istediğim şeyi
    yapmazsa, onu zindana attıracağım ve küçük düşenlerden olacak!’ şeklindeki
    sözlerinin hayâsızlık ifâde ettiğini hissetmemişlerdi bile! Aynca hu, Modern
    Batı toplumunun ve onun Batılılaşmış doğulu takipçilerinin, kadına ‘özgürlük’
    ver­mekle övünmelerini de haksız çıkarmaktadır. Çünkü bu ‘ilerleme’ yeni bir
    hadise değildir. Çünkü bu moda, bundan binlerce yıl ön­ce, Mısır’da tüm
    haşmetiyle yürürlükteydi. “[29]

    Seyyid Kutup da,
    kadının kocası Aziz Potifar’ın tutumu hakkında şöyle der:

    “Burada, Cahili
    toplumdaki yüksek tabakanın bir durumu ortaya çıkmaktadır. Bu durum, cinsel
    rezillikler karşısında gev­şeklik göstererek onu toplumdan gizleme eğilimidir.
    Çünkü Aziz, suçsuz Yusuf’a dönerek, ona olayı gizlemesini ve kimseye açma­masını
    emrediyor. Sonra da kendisine ihanet eden eşine, damar-lordaki kam harekete
    geçirecek bu olay karşısında yumuşak bir üslupla hitap ediyor ve/Bu günahın
    için tevbe et, affını dile!’ de­mekle iktifa ediyor. Sanki, zahiri kurtarmak
    için önemli olan bu imiş gibi, böyle hareket ediyor. “[30]

    Bu olay, diğer yönüyle
    de, Hz. Yusuf (a.s.)’m ne büyük bir imtihana tâbi tutulduğunu gösterir. Çünkü
    o, 20 yaşlarında bir delikanlı iken, köle olarak bulunduğu evin güzelliğiyle
    meşhur genç hanımının birlikte olma teklifiyle karşılaşmıştır. Üstelik, gayr-i
    meşru cinsel ilişkilerin çığırından çıktığı, bu tür ilişkilerin neredeyse
    normal ilişkiler haline geldiği bir toplumda yaşamak­tadır. Ayrıca onun
    yakışıklılığı, tüm şehirde duyulmuş, kadınla­rın hayranlığının da boy hedefi
    olmuştur. Kısacası, şartlar, bü­yük bir baskıyla onu günaha teşvik etmektedir.
    Ancak, Yüce Allah tarafından seçilmiş ve güzel ahlâk ile donatılmış bu genç
    adam, onun yardım ve inâyetiyle, durumunda olanlar için en zor imtihan çeşidi
    olan bu imtihanı başarıyla geçmiştir. Asla şeyta­nın tahriklerine boyun
    eğmemiştir. Bu şartlar içinde, insanlık zafiyetini de unutmamış, bu
    tahriklerden etkilenip günah işle­mekten korktuğunu ileri sürerek Cenabı
    Hak’tan, bu tehlikeye karşı kendisinin zindana konulmasını istemiştir. Neticede
    Yüce Allah, kendisine sığınan sevgili kulunu, ona pusu kuranların tuzaklarından
    uzaklaştırmış, sebeplerini halk ederek, ona zin­dan kapılarını açmıştır.
    Böylece, ilk imtihanını kardeşleri tara­fından kuyuya atılmak, ikinci
    imtihanını köle olarak satılmak, üçüncü imtihanını ise kadınların tuzağına
    mâruz kalmakla ya­şayan Hz. Yusuf (a.s.), bilinen son imtihanını zindanda
    geçirmiş­tir. [31]

     

    F. Zindan Hayatı

     

    Hz. Yusuf (a.s.)’ın
    geçirdiği büyük imtihanların dördüncü­sü ve sonuncusu zindan hayatı oldu.
    Suçsuz olduğu kesin delil­lerle ortaya çıktığı halde, Züleyha’nm kocası Aziz
    Potifar tarafın­dan süresiz olarak hapse atılmıştı, onun zindana atıldığı
    günler­de, Mısır sarayındaki aşçıbaşı ve sâkî kralı zehirlemek için komplo
    hazırladıkları ithâmıyla tevkif edilmişlerdi. Kısa sürede idareciler dahil
    herkesin sevip takdir ettiği bir mahkûm hâline gelen Hz. Yusuf (a.s.)’m zindan
    arkadaşı olan bu iki şahıs, aynı gecede birer rüya görmüşlerdi. Saki, rüyasında
    üzüm sıkıp şarap yaparak onu krala sunmuştu. Aşçıbaşı ise, rüyasında başının
    üstünde ekmek taşımış, bu esnada kuşlar bu ekmekten yemişti. Hz. Yusuf (a.s.)’m
    rüyaları iyi tâbir ettiğini ve tâbirlerinin doğru çıktığını öğrenmiş olan bu
    iki adam, ondan rüyalarını yorumlamasını istediler. Onların bu tutumundan da
    anlaşıldığına göre, Hz. Yusuf (a.s.), bir mahkûm olmasına rağmen zindanda da
    yüksek bir saygınlık kazanmış bulunuyordu. Aktarılan bâzı haberlere göre,
    sadece mahkûmlar değil, zindandaki müdür ve gardiyanlar da, ona büyük değer
    veriyorlardı. Hatta, Tevrat’ta, zindan müdürünün, bütün mahkûmları ona teslim
    ettiğinden bahsedilmektedir.[32]

    Hz. Yusuf (a.s.),
    rüyalarının tâbirine başlamadan önce, bu iki şahsı Allah’ın birliğini kabule
    çağırmak ve onları hidâyete ulaştırmak istedi. Buna zemin hazırlamak
    maksadıyla, Allah’ın kendisine bahşettiği bâzı mucizeleri onlara anlattı.
    Konuyu daha müşahhas hâle getirebilmek için örnekler göstermek maksadıyla
    onlara, az sonra kendilerine getirilecek olan yemeği ve bu yeme­ğin özelliğini,
    getirilmeden önce bilebileceğini söyledi. Onları ha­taya düşmekten kurtarmak için
    bu şekilde gayb hakkında bilgi vermesinin, ancak Allah’ın kendisini
    bilgilendirmesiyle olduğu­nu, dolayısıyla yaptıklarının kehânet veya
    müneccimlikle alâka­sının bulunmadığını belirtti.  Rabbinin kendisine bu lütfü, Al­lah’a ve
    ahiret gününe inanmayan müşrik bir kavmin dinini bı­rakarak ataları Hz. İbrahim
    (a.s.), Hz. İshak ve Hz. Yakub pey­gamberlerin dinine tâbi olması dolayısıyla
    verdiğini açıkladı. O . sırada peygamberlikle 
    görevlendirilmiş  olduğunu  gösteren 
    bu sözlerinden sonra, peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler
    cemaatına, herhangi bir şeyi Allah’a ortak koşmanın yakışmaya­cağını
    söyledi.   Peygamberler göndererek
    insanlan  doğru yola çağırmanın Allah’ın
    büyük bir nimeti olduğunu; ancak insanla­rın çoğunun peygamberlere inanmayıp bu
    nimete şükürden ka­çındıklarını belirtti. Daha sonra onları, hiç bir menfaat
    veya za­rar veremeyen ve kendilerine dua edenlerin duasını yerine getirmekten
    aciz olan putlarıyla, azamet ve yücelikte eşsiz Yüce Allah arasında mukayese
    yapmaya ve ibadet edilmeye lâyık olanı bulmak için düşünmeye çağırdı.
    Akıllarını erdirmek için Allah dışında taptıklarının bir takım kuru isimlerden
    ibaret olduğunu, o isimleri atalarının ve kendilerinin taktığını, Allah’ın bu
    sahte ilâhlara hiç bir güç vermediğini, hükmün ancak Allah’a ait oldu­ğunu ve
    onun kendisinden başkasına tapılmamasını emrettiğini söyledi.

    Hz. Yusuf, davet için
    yaptığı bu girizgâhın ardından, iki zindan arkadaşının rüyalarını tâbire geçti.
    Rüyasında üzüm sı­kıp şarap yaptığını gören sakinin, zindandan çıkacağını ve
    tekrar efendisine şarap sunacağını, diğerinin ise idam edileceğini ve kuşların
    onun başının etinden yiyeceğini söyledi. Ayrıca kralın hizmetine dönecek olan
    sakiden, efendisinin yanında kendisin­den bahsetmesini ve durumunu ona
    anlatmasını rica etti. Hz. Yusuf (a.s.)’m yorumu aynen çıktı. Bundan kısa bir
    süre sonra hapisten çıkarılıp saraya götürülen bu iki şahıstan aşçıbaşı
    a-sılmış, saki ise saraydaki görevine yeniden başlamıştı. Ancak şeytan, ona,
    Hz. Yusuf (a.s.) hakkında krala bilgi vermeyi unut­turdu. Neticede Hz. Yusuf
    (a.s.), kendisine sahip çıkacak bir ya­kını olmadığından birkaç yıl daha
    zindanda kaldı. Rivayete göre, onun zindan hayatı, 7 yıl sürmüştü. Zindandaki
    iki şahsın rüya­ları, Hz. Yusuf (a.s.)’ın önce onları dinine çağırıp daha sonra
    rü­yalarını yorması ve yorumunun doğru çıkması Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır:

    “Onunla birlikte
    zindana iki delikanlı daha atılmıştı. Onlar­dan biri, ‘Ben rüyada, şarap
    sıktığımı gördüm.’ diğeri ise, ‘Ben de rüyamda başımın üstünde bir ekmek
    götürüyorum, ondan kuşlar yiyor. Bize bunun tâbirini yap. Çünkü biz seni, güzel
    tabir yapan­lardan görüyoruz.’ dediler.

    Yusuf dedi ki: ‘Size
    yedirilecek yemeğin hangi çeşit bir ye­mek olduğunu size gelmezden önce bilir
    size haber veririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Çünkü ben, Allah’a
    inanma­yan ve ahirete inanmayan kavmimin dinini terk ettim. Atalarım İbrahim,
    İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize
    yaraşmaz.  Bu,  bize ve insanlara Allah’ın lütfundandır.
    Fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zin­dan arkadaşlarım! Çeşitli ilahlar mı
    daha iyi yoksa her şeye kd-dir olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’ı bırakıp da
    taptıklarınız, si­zin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir
    şey de­ğildir. Allah, onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hü­küm
    sadece Allah’a aittir. O, size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi
    emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanla­rın ço-ğu bilmezler. Ey
    zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine tekrar şarap sunacak; diğeriniz ise
    asılacak ve kuşlar onun başı­nın etinden yiyecekler. Tâbiri hakkında sorduğunuz
    iş kesinleş­miştir. ‘

    Onlardan kurtulacağına
    inandığı kimseye dedi ki: ‘Beni e-fendinin yanında an!’ Fakat şeytan ona,
    efendisinin yanında Yu­suf’tan bahsetmesini unutturdu. Dolayısıyla Yusuf, birkaç
    sene daha zindanda kaldı.”[33] 

    G. Kralın Rüyası

     

    Hz. Yusuf (a.s.)’m
    zindandaki iki şahsın gördüğü rüyalarla ilgili yorumu doğru çıkmış, onlardan
    biri kral tarafından idam cezasına çarptırılmış, diğeri ise yeniden eski görevine
    getirilmişti. Ne var ki, eski görevine getirilen sâkî, krala kendisinden bah­setmesine
    dâir Hz. Yusuf (a.s.)’a verdiği sözü unuttu. Kendisiyle ilgilenen başka biri
    olmayınca Hz. Yusuf (a.s.)’m hapis hayatı, kralın gördüğü bir rüya dolayısıyla
    bu şahsın, onu hatırlamasına kadar, yedi yıl daha devam etti. Kralın gördüğü
    rüya, onun zin­dandan çıkarılmasına bir vesile teşkil etti. Kral, bu rüyasında
    yedi zayıf ineğin yedi besili ineği yediğine şahit olmuş ve ayrıca yedi yeşil
    yedi de kuru başak görmüştü. Kendisini telaşlandırıp korkutan bu rüyayı tâbir
    ettirmek için, en meşhur rüya yorum­cularının huzuruna getirilmesini emretti.
    Ancak toplanan yo­rumcular, bu rüyanın karışık bir rüya olduğunu söylemekten
    başka bir şey yapamadılar.

    İşte rüya tâbircilerin
    kralın bu rüyasını yorumlamaktan a-ciz kalışı, kralın sakisinin eski
    hâtıralarını canlandırdı ve kendi­sine zindan arkadaşı Hz. Yusuf (a.s.)’m rüya
    tâbiri hususundaki kabiliyetini hatırlattı. Kralın huzuruna çıkarak, bu rüyayı
    doğru bir şekilde tâbir edebilecek birini tanıdığını, zindanda bulunan bu
    kişiyle görüşmesine izin verildiği takdirde, rüyanın tâbirini öğrenip
    geleceğini söyledi. Onun teklifinden ümitlenen kral, sa­kisini derhal zindana
    gönderdi. Zindana giderek Hz. Yusuf (a.s.)la görüşen bu şahıs, eski arkadaşına
    kralın rüyasını anla­tarak onu yorumlamasını istedi. Hz. Yusuf (a.s.), yakında
    baş-gösterecek sıkıntı ve felâketlerin habercisi olduğunu anladığı bu rüyayı
    yorumlamakla kalmayıp, bu sıkıntılara karşı alınması ge­reken tedbirleri de
    açıklamıştı. Rüyayı, Mısır’da yedi sene bolluk olacağı, bu bolluk yıllarından
    sonra ortaya çıkacak kıtlığın da yedi sene süreceği şeklinde yorumlamıştı. Kral
    ve halkına, bolluk yıllarında topraklarına imkân ölçüsünde ekin ekmelerini ve
    ye­tiştirdikleri mahsulün her yıl ancak geçinebilecekleri kadarını tüketerek
    geri kalanını başaklarında olduğu halde muhafaza etmelerini tavsiye etti. Yedi
    yıl sürecek kıtlık yıllarında başakla­rında beklettikleri ürünleri yemelerini
    ve geriye sadece tohumluk bırakmalarını söyledi. Bu kuraklık döneminin ardından
    tekrar bolluk günlerinin geleceğini, bol yağmur yağacağını ve bol ürün elde
    edileceğini müjdeledi. Kralın rüyası ve Hz. Yusuf (a.s.)’m o-nu tâbiri,
    Kur’ân-ı Kerim’de şöyle anlatılmıştır:

    “Kral dedi ki:
    ‘Ben rüyamda yedi besili inek gördüm, onları yedi zayıf inek yedi. Ayrıca, yedi
    yeşil yedi de kuru başak gör­düm. Ey ileri gelenleri Eğer rüya tâbirini
    biliyorsanız, bu rüyamı tâbir ediniz.’

    Rüya tâbirinden
    anlayanlar dediler ki: ‘Bunlar karışık rüya­lardır, biz böyle rüyaların tâbirini
    bilmeyiz.’

    Yusufun zindandaki iki
    arkadaşından kurtulmuş olanı, a-radan uzun bir zaman geçtikten sonra Yusufu
    hatırlayarak hü­kümdara şöyle dedi: ‘Rüyanızın tâbirini ben yaptırayım.
    Zindanda rüya tâbir eden biri var, beni hemen ona gönderin!’

    (Hz. Yusuf’a gelen bu
    adam şöyle dedi:) ‘Ey Yusuf! Ey doğru sözlü arkadaşım! Rüyada görülen yedi
    semiz ineği yedi zayıf ine­ğin yemesi, yedi yeşil başak ve bir o kadar da kuru
    başak ne de­mek, bunu bize tâbir et. Umanm ki, yaptığın tâbiri insanlara götü­rünce,
    ne demek olduğunu anlarlar.’

    Yusuf, şöyle cevap
    verdi: Yedi sene, âdetiniz üzere zirâat yapın, sonra da yiyeceğiniz az bir
    miktar hariç, biçtiğiniz ekinleri başaklarında bırakın. Sonra bu yedi yılın
    ardından yedi yıl kıtlık olacak, tohumluk için saklayacağınız az bir miktar
    hariç olmak üzere, önceden biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek. Sonra bunun ar­dından
    da, bir yıl gelecek ki, o yılda insanlar, bol yağmura kavu­şacaklar ve o yılda
    (üzüm-zeytin gibi mahsulleri) sıkıp faydalana­caklardır. “[34] 

     

    H. Zindandan Çıkarılması-Mısır’da Vezirlik Veya Maliye
    Bakanlığına Getirilmesi

     

    Hz. Yusuf (a.s.)’m
    rüya tâbirini beğenen kral, onun derhal huzuruna getirilmesini emretmişti.
    Ancak Hz. Yusuf (a.s.), ken­disini zindandan çıkarmak için gelen görevlilere
    şaşırtıcı bir ce­vap verdi. Onlara zindandan çıkmak için, oraya konulmasına
    sebep olan Aziz Potifar’m karısıyla ilgili konuda, suçsuzluğunun şahitlerin
    dinlenilme siyle açık bir şekilde ortaya konulmasını şart koştu.[35]
    Kendisine iftira etmiş kadınların sorguya çekilip gerçeğin ortaya
    çıkarılmasını, böylece zindana, herhangi bir suç dolayısıyla değil, bîr iftira
    yüzünden konulduğunun herkes tara­fından öğrenilmesini istedi, onun bu isteğini
    haklı bulan kral, huzurunda kurulan mahkemede o kadınların ifadelerini aldı.
    Sorguya çekilen bu kadınlar, kral ve adamlarının Önünde, Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    masumluğunu itiraf ederek ona iftira ettiklerini açıkladılar. Aziz Potifar’ın
    hanımı da, suçluluğunu kabul etti. Hz. Yusuf (a.s.)la birlikte olmak
    istediğini, ancak onun bunu şiddet­le reddettiğini, dolayısıyla Hz.Yusuf
    (a.s.)’ın suçsuz ve sözlerinde sadık olduğunu söyledi. Nefsine uyarak işlediği
    bu günah için Allah’tan bağışlanma diledi. Bu duruşmanın ardından Hz. Yusuf
    (a.s.), zindandan çıkmayı kabul etti ve getirildiği sarayda kral tarafından
    ülkenin maliye işlerini tedvirle görevlendirildi. Yusuf sûresinde zindandan
    çıkarılma olayı hakkında şu bilgi verilir:

    “Hükümdar,
    ‘Yusuf’u buraya getirin!’ dedi. Hükümdarın elçi­si gelince Yusuf ona, ‘Efendine
    dön! Ona, ellerini bıçakla kesen hanımların maksatları ne imiş diye sor.
    Şüphesiz ki rabbim, o ka­dınların tuzağını gayet iyi bilir.’ dedi.

    Hükümdar kadınlara
    sordu: ‘Yusufun nefsinden murad al­mak istediğiniz zaman, ne müşahede ettiniz?’
    Kadınlar, ‘Hâşâ! Biz ondan bir kötülük görmedik.’ dediler. O zaman Aziz’in
    kansı, ‘Şimdi gerçek ortaya çıktı. Onun nefsinden ben murad almak is­temiştim.
    Yusuf ise, hiç şüphesiz doğru söyleyenlerdendir.’ dedi.

    Hz. Yusuf, (tekrar
    kendisine gelen hükümdar elçisine) şöyle dedi: ‘Bunu, gıyabında kendisine
    ihanette bulunmadığımı eski efendim Aziz’in bilmesi için yaptım. Zâten Allah,
    hâinlerin tuzağını boşa çıkarır. Bununla beraber nefsimi temize çıkaramam.
    Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis kötülüğü şiddetle emredici­dir.
    Şüphesiz Rabbim, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.[36]

    Hz. Yusuf (a.s.)’m
    engin ilmine, rüya tâbirindeki başarısı­na, iffetine, suçsuzluğuna ve yüksek
    şahsiyetine hayran kalan kral, onu kendisine danışman yapmaya karar vermişti.
    Kralın emri üzerine adamları Hz. Yusuf (a.s.)’ı onun huzuruna getirdi­ler.
    Kral, âyette işaret edildiği gibi, onunla konuştuktan sonra, onu yakından
    tanıdı; keskin zekâsı ve engin ilmi karşısında, ona duyduğu güven ve hayranlığı
    daha da arttı. Hz. Yusuf (a.s.)’a kendisine güvendiğini ve en yüksek seviyede
    bir memur olarak görevlendirdiğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s.),
    ondan kendisini hazinenin başına getirmesini istedi. Hazineyi iyi idare
    edeceğini, devlet malını iyi koruyacağını ve bu hususları iyi bil­diğini
    söyledi. Neticede teklifi kabul edildi ve eski vezir veya ha­zine bakanı Aziz
    Potifar’ın yerine bu göreve atandı. Kur’ân-ı Ke­rim, Hz. Yusuf (a.s.)’m bu
    teklifinin kral tarafından nasıl karşı­landığından bahsetmez. Ancak onun önceki
    sözlerinden ve mü­teakip âyetlerden, bu teklifi memnuniyetle kabul ettiği
    anlaşıl­maktadır.[37]
    Nitekim sonraki âyetlerde, Allah Teâlâ, 
    Hz. Yusuf (a.s.)’a o ülkede iktidar ve mevki verdiğini, onun bu sayede
    ülke­de dilediği yerde konakladığını ve dilediği gibi tasarrufta bulun­duğunu
    bildirmekte, ardından iyileri ve takva sahiplerini hem dünyada hem de âhirette
    mükafatlandırdığını hatırlatmaktadır. Buna göre, onu hazinenin başına atayan
    kral olmakla birlikte, sebeplerini hazırlayarak kralın ona meyletmesini ve bu
    göreve getirmesini sağlayan Yüce Allah’tır. Yüce Allah, onu örnek gös­tererek,
    kendisine iman edip güzel bir hayat yaşayan ve her tür­lü kötülüklerden uzak
    duranları, Hz. Yusuf (a.s.) gibi, dünyada güç ve iktidar mevkiine getireceğini,
    onlar için daha büyük mü­kâfatın ise âhirette olacağını haber vermiştir.
    Kralın, Hz. Yusuf (a.s.)’i görevlendirmesi ve bunun gerçekte Cenab-i Hakk’m bir
    lütfü olduğu sürede şöyle ifade edilmektedir:

    “Kral, ‘Yusuf u
    bana getirin, onu kendime danışman edine­yim.’ dedi. Onunla konuşunca da şöyle
    dedi: ‘Bugün sen yanı­mızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin.’

    Yusuf, ‘Beni bu
    ülkenin hazineleri üzerine memur tâyin et! Çünkü ben, onları çok iyi korur ve
    idaresini çok iyi bilirim.’ dedi. Ve böylece Yusuf a o ülkede iktidar verdik.
    Orada dilediği yerde konaklardı. Biz, dilediğimiz kimseye rahmetimizi
    ulaştırırız, güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. îman edip de
    kötülükler­den korunanlar için elbette âhiret mükâfatı daha hayırlıdır. “[38] 

     

    I. Kardeşleri Yusuf’un Huzurunda

     

    Hz. Yusuf (a.s.)’m
    Mısır’da vezirliğe veya tam yetkili olarak hazinenin başına getirilmesinden
    sonra, bolluk yıllarında, kıtlık yıllarına hazırlık olmak üzere başlattığı
    tasarruf tedbirleri ve bu maksatla başaklarında bırakılmak suretiyle yapılan
    ürün stoku dışında neler yaptığı hakkında bilgimiz yoktur. Kur’ân-ı Kerim, bolluk
    yıllarının ne şekilde geçirildiği ve kıtlık yıllarına nasıl gi­rildiğini de
    anlatmamıştır. Verilen bilgiler kıtlığın başlamasından sonraya aittir. Bu
    bilgilere göre, kıtlığın başlamasıyla, sâdece Mısır’da değil komşu ülkelerde de
    açlık başgöstermiştir. Hz. Yakub (a.s.) ve diğer oğullarının yaşamakta olduğu
    Filistin ve civarı da açlıkla yüzyüze gelmiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’m aldığı ted­birler
    sayesinde sadece Mısır, bu kıtlık yıllarını büyük bir açlıkla karşılaşmadan
    atlatmayı başarmıştır. Hatta Mısır, yapılan zahire stoklarıyla komşu ülkelerin
    ihtiyacını da karşılayabilecek bir durumdadır.

    İşte kıtlığın gittikçe
    arttığı bu yıllarda şiddetli bir geçim sı­kıntısına düşen Hz. Yakub (a.s.},
    Mısır’da zahire bulunduğunu öğrenince, Bünyamin hariç diğer on oğlunu Mısır’a
    buğday ve arpa almaya gönderdi. Yanlarındaki ticaret mallarıyla Mısır’a gelen
    kardeşleri, erzak dağıtımını organize eden Hz.Yusuf (a.s.)’ın huzuruna
    çıktılar. Onu kuyuya atmalarının üzerinden en az 20 yıl geçtiği için ve üstelik
    onun o makama çıkabileceğini hiç düşünmediklerinden Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    tanıyamadılar. Hz. Yusuf {a.s.) ise onları ilk anda tanımıştı; ancak bunu
    onlara a-çıklamadı. Bununla beraber, onlara yakınlık gösterdi ve çeşitli
    sorular sorarak babası ve ailenin diğer fertleri hakkında bilgi aldı. Ardından
    onlara istedikleri zahireyi verdikten sonra, gele­cek sefer, bahsettikleri
    “baba bir kardeşlerini” de yanlarında ge­tirmelerini emretti; aksi
    takdirde kendilerine bir ölçek dahi zahi­re verilmeyeceğini söyledi. Onlar, bu
    hususta babalarını ikna etmeye çalışacaklarını ve muhtemelen buna muvaffak
    olacakla­rını söyleyerek tanıyamadıkları kardeşlerinin huzurundan mem­nun bir
    halde ayrıldılar. Onları tekrar huzurunda görmek iste­yen Hz. Yusuf (a.s.),
    görevlilere, getirmiş oldukları para ve diğer ticaret eşyalarını da onlardan
    habersiz buğday yüklerinin içine koymalarını emretmişti. Ailelerine dönünce bu
    ürün bedellerinin geri verildiğini görmelerinin tekrar gelmelerine bir vesile
    olacağı­nı düşündü. Sûrede, kardeşlerin bu ilk buluşması ve aralarında geçenler
    hakkında şu bilgi verilmektedir;

    “Yusuf’un
    kardeşleri, yiyecek temini için Mısır’a varıp Yusuf un huzuruna çıkınca, Yusuf
    kardeşlerim tanıdı; ama onlar Yusuf’u tanımadılar. Yusuf yüklerini
    hazırlatınca, onlara şöyle dedi: ‘Bir daha gelişinizde, “baba bir
    kardeşinizi” de bana getirin. Görmü­yor musunuz, ben ölçüyü bol tutuyorum,
    misafirlere ikram edenle­rin hayırlısıyım. Eğer onu bana getirmezseniz, artık
    benden size bir ölçek bile tahıl yok! O zaman bana yakın olmayın.’ dedi

    Kardeşleri, Yusuf’a,
    ‘Onu babasından istemeye ve babasını ikna etmeye çalışacağız. Bu hususta
    elimizden geleni yapacağız.’ dediler. Kardeşleri ülkelerine dönme hazırlığına
    başlayınca, Yu­suf, adamlarına, ‘Satın aldıkları malların bedellerini yüklerine
    ko­yun; belki, ailelerine döndüklerinde bunu anlarlar da tekrar gelir­ler.
    ‘dedi.”[39]

     

    İ. Hz. Yusuf (A.S.)’ın Kardeşleri Babalarının Huzurunda

     

    Mısır’dan dönen
    kardeşler, yurtlarına ulaşıp babaları Hz. Yakub (a.s.)’m huzuruna
    çıktıklarında, hal-hatır sormanın ar­dından, ona Mısır hazine vekili ile
    aralarında geçenleri anlatma­ya başladılar. Ondan gördükleri ikram ve ilgiyi
    açıkladılar; ancak bu ikramın devamının kardeşleri Bünyamin’i de onun huzuruna
    götürmeye bağlı olduğunu söylediler. Vekilin, ikinci defa Mısır’a geldiklerinde,
    ilk seferlerinde babalarının yanında bıraktıkları Bünyamin’i de getirmezlerse,
    kendilerine hiç zahire vermeyeceği ihtarında bulunduğunu bildirdiler.
    Babalarından Mısır’a ikinci gidişlerinde Bünyamin’i de beraberlerinde
    göndermesini istediler ve onu koruyacaklarına söz verdiler.

    Oğullarının kardeşleri
    Bünyamin’i götürme isteği, yıllardır Hz. Yusuf (a.s.)’ın hasretiyle yanıp
    tutuşan Hz. Yakub (a.s.)’m acısını yenilemişti. Onlara Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    götürürlerken de, onu koruyacaklarına teminat verdiklerini, ancak buna rağmen
    sözlerine sahip çıkmadıklarını hatırlattı. Ardından Bünyamin’e de bir kötülük
    yapmalarından korktuğunu; onun hakkında sa­dece Allah’ın korumasına güvendiğini
    söyledi. Bu konuşmalar esnasında Mısır’dan getirilen zahire çuvalları henüz
    açılmamıştı. Çuvallar açılınca, buğday almak için ödedikleri para ve malların
    da çuvallara konulmuş olduğunu gördüler ve buna çok sevindi­ler. Çünkü,
    götürdükleri para ve malların kendilerinin haberi bile olmadan geri verilmesi
    gibi büyük bir iyiliği, babalarını Bün­yamin’i göndermeye razı etmekte
    kullanabilirlerdi. Ailenin erzak ihtiyacını temin zorunda olduklarını belirtip,
    Bünyamin’i de teh­likelerden koruruz diyerek babalarından tekrar izin
    istediler. Her şahsa bir deve yükü tahıl verildiğini de hatırlatarak, onu götür­dükleri
    takdirde bir deve yükü fazla tahıl getireceklerini söyledi­ler. Hz. Yakub
    (a.s.), sonunda, kurtaramayacak bir duruma düşmeleri hariç Bünyamin’i koruyup
    geri getireceklerine dair oğullarından Allah adına yemin etmelerini istedi. Söz
    vermeleri üzerine onu götürmelerine izin verdi ve onlara, Mısır’a vardıkla­rında
    başkente ayrı kapılardan girmelerini tavsiye etti. Müfessir-ler, ayrı
    kapılardan girmelerini istemesiyle ilgili bu tedbiri, oğul­ları boylu-boslu ve
    gösterişli oldukları için, Hz. Yakub (a.s.)’m toplu halde görülmeleri durumunda
    onlara nazar değmesinden, ya da onların çete veya casus sanılıp saldırıya mâruz
    kalmala­rından duyduğu endişeye bağlarlar.[40]
    Neticede, Bünyamin de dahil onun onbir oğlu göçlerini bağlayıp yola çıktılar.
    Mısır’a vardıklarında, babalarının emrine uyup şehre ayrı kapılardan girdiler
    ve ikinci defa tanıyamadıkları kardeşleri Hz. Yusuf (a.s.)’ m huzuruna
    çıktılar. Sûrede Bünyamin için alınan izin ve Mısır’ a ikinci yolculuk şöyle
    anlatılmaktadır:

    “Bahalarına
    döndüklerinde dediler ki: ‘Ey babamız! Bize er­zak verilmesi yasaklandı.
    Kardeşimizi de bizimle beraber gönder ki, erzak alabilelim. Biz onu mutlaka
    koruyacağız.’

    Yakub, onlara şöyle
    cevap verdi: ‘Ben bu oğlumu, size daha önce kardeşi (Yusuf’u) emanet ettiğim
    gibi mi, emanet edeyim? Allah en iyi koruyucudur. O, merhametlilerin en
    merhametlisidir.’

    Yusuf’un kardeşleri,
    (Mısır’dan getirdikleri) yüklerim açtıkla­rında, zahirelere karşılık olarak
    verdikleri para ve eşyaların da çuvallara konulup geri verildiğini gördüler.
    Bunun üzerine şöyle dediler: ‘Ey babamız! Daha ne isteriz! îşte sermayemiz de
    bize geri verilmiş. Yine ailemize erzak getiririz, kardeşimizi de muhafa­za
    ederiz, hem bir deve yükü fazla alınz. Bu kral için az bir mik­tardır. ‘

    Yakub, oğullarına
    şöyle dedi: ‘Tamamen kuşatılmanız ve ça­resiz kalmanız durumu hariç, onu bana
    mutlaka geri getireceğini­ze dair Allah adına bana kesin bir söz vermediğiniz
    takdirde, onu sizinle birlikte göndermemi’ Onlar yemin edince,
    ‘Söylediklerimize Allah şahittir.’ dedi.

    Sonra şöyle dedi: ‘Ey
    oğullarım! Mısır’a hepiniz bir kapıdan girmeyin de ayrı ayn kapılardan girin.
    Bununla beraber ben, Al­lah’tan gelecek hiç bir şeyi sizlerden savamam. Hüküm
    ancak Allah’ındır. Ben, yalnız O’na tevekkül ettim. Tevekkül edecekler de hep
    O’na tevekkül etmelidirler.’

    Onlar, şehre
    babalarının emrettiği şekilde ayn kapılardan girdiler. Fakat bu şekilde
    girmeleri, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıramazdı. Ancak bu
    tedbir, Yakub’un nefsindeki bir dileği yerine getirmiş oldu. Şüphesiz o, ilim
    sahibiydi, çünkü ona biz Öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bunu
    bilmezler.”[41] [42]

     

    K. Kardeşleri İkinci Defa Yusuf’un Huzurunda

     

    Bünyamin’i de
    beraberlerinde götüren kardeşler, babaları­nın tavsiyesine uyarak başkente ayrı
    kapılardan girdiler ve şehir içinde buluşarak Hz. Yusuf (a.s.)’m huzuruna
    çıktılar. Bünya-min’i tek başına kabul eden Hz. Yusuf (a.s.}, başbaşa kaldıkla­rında,
    ona sırrını açıp kendisinin kuyuya atılmış olan kardeşleri Yusuf olduğunu
    söyledi ve ona sarılıp hasret giderdi. Ondan bu durumu diğer kardeşlerinden
    gizlemesini istedi. Onların geçmiş­te kendisine yaptıkları dolayısıyla da
    üzülmemesini söyledi. Ay­rıca ona, onu yanında alıkoymak istediğini ve bunun
    için bir çare düşündüğünü bildirdi. Bu tedbir, Bünyamin’in yükünün içine bir su
    kabı koydurmak, sonra da yükünü aratıp içinde bu­lunacak bu kabı çaldığını
    tespit ettirerek, Hz. Yakub (a.s.)’m şe­riatına göre ceza olarak onu yanında
    alıkoymaktı. Hırsızlara ve­rilen bu ceza Mısır hukukunda olmayan bir ceza idi.[43] Hz.
    Yusuf (a.s.J, kardeşlerinin yükleri hazırlanırken, Bünyamin’e söylediği gibi,
    onun yükünün İçine bir tas koydurdu. Tam ayrılacakları sırada, Hz. Yusuf
    (a.s.)’ın emriyle bir münâdi onları hırsızlıkla itham etti. Onlara karşı
    başkalarından farklı davranarak onları saraya aldıklarını, dolayısıyla tası
    onlardan başkasının çalması­nın mümkün olmadığını söyledi. Kardeşler, bunu
    şiddetle red­dettiler. Görevlilerin ısrarı sonunda kaybedilen su kabı içlerin­den
    birinin .yükünde bulunacak olursa, şeriatları gereği ceza olarak onu Hz. Yusuf
    (a.s.)’ın yanında bırakacaklarını söylediler. Yapılan aran?.ada çalındığı
    söylenen su kabı Bünyamin’in yü­künde bulunmuştu. Bu durum karşısında onu su
    kabının sahi­bi Maliye vezirine köle olarak bırakmaya mecbur kaldılar. Bu
    hırsızlıktan dolayı başlarını önlerine eğdiler ve Bünyamin’i şid­detle
    kınadılar. Hatta daha da ileri gittiler ve henüz vezir olarak bildikleri Hz.
    Yusuf (a.s.)’ı kastederek, onun “baba bir kardeşi­nin” de böyle bir
    hırsızlık yaptığını söylediler. Ancak o, kendini tanıtıp yalanlarını yüzlerine
    vurmadı ve anlattıklarının mahiyetini Allah’ın bildiğini söylemekle yetindi.[44]
    Babalarına verdikleri sözü gündeme getiren kardeşler, Hz. Yusuf (a.s.)’a
    yalvararak Bünyamin’in yerine içlerinden başka birini alıkoymasını istedi­ler.
    Ancak Hz. Yusuf (a.s.), birinin suçu yüzünden bir başkasını cezalandırmanın
    ancak cahillerin işi olduğunu söyleyerek bu tekliflerini reddetti. Bunun
    üzerine, meseleyi aralarında görüş­mek isteyen kardeşlerin en büyüğü,
    diğerlerine daha önce Hz. Yusuf (a.s.)’a yaptıklarını hatırlatarak, babası
    kendisinden razı olduğunu açıklayıp geriye dönmesine izin vermedikçe veya
    Bünyamin kurtulmadıkça Mısır’dan ayrılmayacağına yemin etti. Kardeşlerinden
    durumu babalarına anlatmalarını istedi.

    Yusuf ile kardeşleri
    arasında gerçekleşen ikinci buluşma esnasında yaşananlar, sürede  şöyle anlatılmıştır:

    “Yusufun yanına
    girdiklerinde, “anne-baba bir” kardeşini (Bünyamin’i) yanına aldı.
    ‘Şüphesiz ben, senin kardeşinim, onla­rın yaptıklarına üzülme!’ dedi.

    Yusuf, onların yükünü
    hazırladığı zaman, bir su kabını bu kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra onun
    görevlendirdiği bir tellâl, arkalarından onlara şöyle bağırdı: ‘Ey kafile, siz
    gerçekten hırsızlarsınız!’

    Yusufun kardeşleri,
    görevlilere dönerek, ‘Ne kaybettiniz?’ diye sordular.

    Bunun üzerine Yusuf’un
    adamları, ‘Kralın su kabını yitirdik, onu getirene bir deve yükü erzak var!’
    dediler. Başkanları da, ‘Ben bu mükâfatın verileceğine kefilim.’ dedi.

    Kardeşleri şöyle
    dediler: ‘Allah’a andolsun ki, bizim bu ül­keye fesat çıkarmak için
    gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Biz, hırsız da değiliz.’

    Yusufun adamları,
    ‘Peki siz yalancıysanız, sizde hırsızın cezası nedir?’ dediler.

    Kardeşler, ‘onun
    cezası, kayıp eşya yükünün içinde bulu­nan kimsenin kendisidir. Çaldığı eşya
    karşılığında alıkonulması onun cezasıdır. Biz zâlimleri böyle cezalandırırız!’
    dediler.

    Bunun üzerine Yusuf,
    önce diğerlerinin yüklerini aradı. So­nunda aradığı su kabım “anne-baba
    bir” kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz, Yusuf’a böyle bir tedbir
    öğrettik. Yoksa Allah di­lemedikçe, kralın kanununa göre kardeşini yanında
    alıkoyama-yacaktı.[45] Biz,
    kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz. Zîrâ her ilim sahibinin üstünde
    daha iyi bilen biri vardır.

    Kardeşleri, ‘Eğer o
    çaldıysa, ki daha önce onun bir kardeşi de hırsızlık etmişti.’ dediler. Yusuf
    onların bu sözünü sineye çek­ti, bildiği gerçeği onlara açmadı ve şöyle dedi:
    ‘Siz daha kötü du­rumdasınız! Allah, sizin anlatmakta olduğunuzun mahiyetini
    çok iyi biliyor.’

    Kardeşleri şöyle
    dediler: ‘Ey Aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizden
    birimizi alıkoy. Şüphesiz biz, seni iyilik edenlerden görüyoruz.’

    Yusuf ‘Eşyamızı
    yükünde bulduğumuz kimseden başkasını yakalamaktan Allah’a sığınırız; çünkü o
    takdirde biz gerçekten zalimler oluruz.’ dedi.

    Ondan ümitlerini
    kesince, kardeşler, aralarında gizli görüş­mek üzere ayrılıp çekildiler.
    Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de
    Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Ben, babam bana izin
    verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmaya­cağım!
    Allah, hükmedenlerin en hayırlısıdır. Siz babanıza dönün ve deyin ki: Ey
    babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti. Biz, bildi­ğimizden başkasına şahitlik
    etmedik. Biz gaybın bekçileri değiliz,

    İçinde bulunduğumuz
    şehire ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz, gerçekten doğru
    söylüyoruz.”[46]

     

    L. Hz. Yusuf (A.S.)’ın Kardeşleri Babaları Hz. Yakub
    (A.S.)’In Huzurunda

     

    Bünyamin’in Mısır’da
    alıkonulmasından sonra, diğer kar­deşler, babaları Hz. Yakub fa.s.)’a döndüler
    ve başlarına geleni ona anlattılar. Hz. Yusuf (a.s.)’m bir kurt tarafından
    yenildiğini söylediklerinde olduğu gibi, bu defa da onlara inanmayan ve yine
    nefislerine uyup bir hata işlediklerini söyleyen Hz. Yakub (a.s.}, artık
    kendisine güzelce sabretmek ve oğullan Hz. Yusuf (a.s.) ile Bünyamin’i
    kendisine döndürmesi hususunda Allah’tan ümitvar olmaktan başka yapılacak bir
    şey kalmadığını ifade etti. Hz. Yakub (a.s.), Bünyamin dolayısıyla da çok
    üzülmüş, bu üzüntüsü eski derdini de depreştirmiş, Hz. Yusuf (a.s.) için duy­duğu
    acıları daha da şiddetlendirmişti. 
    Kederinin şiddetinden gözlerine ak düştü ve bir süre sonra göremez oldu.
    Derin üzün­tüsünü oğullarından gizlese de, onlar bunu fark ederek kendisi­ne
    gelip Hz, Yusuf (a.s.J’a üzülmekten vazgeçmesini yoksa bu yüzden hayatını
    kaybedeceğini söylüyorlardı. Hz. Yakub (a.s.), onlara, hüznünü ancak Allah’a
    arzettiğini ve Allah’ın kendisine onların bilmediği bâzı şeyleri bildirdiğini
    ve bu bilgiler sayesinde O’nun rahmetinden ve kendisini teselli edip rahata
    kavuşturma­sından ümitvar olduğunu 
    söyledi.   O,  kendisine lütfedilen bu bilgiler sayesinde,
    anlaşıldığı gibi, hâlâ   Hz. Yusuf
    (a.s.)’dan ü-midini kesmemişti. Onun gördüğü rüyanın zamanı gelince ger­çekleşeceğine
    ve Allah’ın onu yükseltip Özel bir görev için seçece­ğine kesin olarak
    inanıyordu. Kendisini teselliye çalışan oğulla­rına,   Hz.  
    Yusuf  (a.s.)   ile  
    Mısır’da   bıraktıklarını   söyledikleri Bünyamin hakkında araştırma
    yapmalarını emretti. Onlara da Allah’ın rahmetinden ümit kesmemelerini tavsiye
    etti ve Allah’ın rahmetinden sadece kâfirlerin ümit kestiğini hatırlattı:

    “Babalan dedi ki:
    ‘Hayır, nefisleriniz sizi bir işe sürükledi. Artık bana güzelce sabretmek
    gerek. Belki de Allah, onların hep­sini bana getirir. Çünkü O, çok iyi bilendir,
    hikmet sahibidir. Ve yüzünü onlardan öteye çevirdi de, ‘Ey Yusuf üzerindeki
    tasam!’ dedi ve tasasından gözleri ağardı; acısını yutkunuyordu.

    Oğulları, ‘Vallahi
    sen, Yusuf’u düşüne, düşüne hasta ola­caksın, yahut öleceksin!’ dediler.

    Yakub, ‘Ben üzüntü ve
    tasamı yalnızca Allah’a arz ederim ve sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah
    tarafından bilirim. Ey oğul­larım! Gidin de Yusuf’u ve kardeşini iyice
    araştırın. Allah’ın rah­metinden ümit kesmeyin; zîrâ kâfirler güruhundan
    başkası Al­lah’ın rahmetinden ümit kesmez!’ dedi.”[47] 

     

    M. Kardeşleri Üçüncü Defa Hz. Yusuf (A.S.)’ın Huzurunda

     

    Hz. Yakub (a.s.)’in
    oğulları, onun Hz. Yusuf (a.s.) İle Bün­yamin’i aramaları hususundaki isteğini
    kabul ettiler. Hem ikisi hakkında bilgi edinmek, hem de muhtaç oldukları zahireyi
    ala­bilmek için, tekrar Bünyamin’in alıkonulduğu Mısır’a gittiler. Henüz
    tanımadıkları Mısır hazine vekili Hz. Yusuf (a.s.)’in huzu­runa çıkarak, ondan
    kardeşleri Bünyamin’i serbest bırakmasını istirham ettiler. Onun kalbini
    yumuşatabilmek için, ailelerinin içine düştüğü darlık ve sıkıntıdan
    bahsettiler. Az bir sermaye ile gelebildiklerini belirterek, kendilerine tam
    ölçek ve hatta daha fazla verilmesi ümidinde olduklarını ve bu hususta onun cö­mertliğine
    güvendiklerini söylediler. Kardeşlerinin bu perişan durumundan etkilendiği
    anlaşılan Hz. Yusuf (a.s.), artık kendi­sini tanıtma zamanının geldiğine karar
    verdi. Bir anda onlara, Yusuf ve Bünyamin’e cahillikleri yüzünden hangi
    kötülüğü yap­tıklarını soruvermişti. Hiç beklemedikleri bu soru, onların kafalannı
    allak-bullak etti. Şaşkınlık içinde “Yoksa sen Yusuf mu­sun?”
    dediler. Bunun üzerine o, “Evet ben Yusuf’um, bu da kar­deşim
    Bünyamin!” dedi. Ardından Allah’ın kendisini ve Bünyamin’i helakten
    kurtardığını ve ikisine de büyük lütufta bulunduğunu, Allah’ın kendisinden
    korkan, sabreden ve güzel işler yapanları mükâfatlandırdığını söyledi.

    Karşılarındaki Maliye
    bakanının kardeşleri Hz. Yusuf (a.s.) olduğunu öğrenen ve onu kuyuya atmakla
    işledikleri büyük su­çun pişmanlığı altında ezilen kardeşleri, utançlarından
    başlarını önlerine eğdiler. Beyan edecekleri hiç bir mazeretlerinin de bu­lunmadığı
    bu noktada, suçlarını itiraf ederek, Allah’ın onu, tak­va, sabır, ilim ve
    yumuşak huyluluk ile kendilerinden üstün kıl­dığını söylediler. Muhtemelen
    çarptırılacakları cezanın ne olaca­ğını düşündükleri bir anda, akıllarından
    geçenlerin aksine, kar­deşleri Hz. Yusuf (a.s.)’m kendilerine olan üstünlüğünün
    derece­sini gösterecek yüce bir davranışıyla karşılaştılar. Söze başlayan Hz.
    Yusuf (a.s.), onları cezalandırmaktan falan bahsetmi-yor; aksine onları
    affettiğini, yaptıkları dolayısıyla onlara karşı gön­lünde bir ayıplama ve
    kınamanın dahi olmadığını, üstelik onlar için merhamet sahiplerinin en
    merhametlisi olan Allah’tan af ve mağfiret dilediğini söylüyordu.

    Hz. Yusuf (a.s.), daha
    sonra babasının durumunu sorup, kendisi ve Bünyamin için duyduğu üzüntüden
    dolayı ağlaya, ağlaya gözlerini kaybettiğini öğrendi. Bunun üzerine gömleğini
    onlara verdi ve gömleği babalarının yüzüne koydukları takdirde, onun gözlerinin
    açılacağını söyledi. Ayrıca onlardan babaları başlarında olmak üzere aile
    fertlerinin tamamını alarak hemen Mısır’a gelmelerini istedi. Hz. Yusuf (a.s.)
    ve kardeşleri arasında geçenler Yusuf sûresinde şöyle anlatılmıştır:   

    “Yusuf’un yanına
    girdiklerinde şöyle dediler: ‘Ey Azizi Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz
    sana değersiz bir sermaye ile de gel­dik. Ama sen bize ölçeği tam ver, aynca
    tasadduk eyle; çünkü Allah tasadduk edenleri mükâfatlandırır.

    Yusuf, ‘Sizler
    cahilliğiniz yüzünden Yusuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?’
    diye soruverdi

    Onlar, ‘Yoksa sen
    gerçekten Yusuf musun?’ dediler.

    Yusuf ‘Ben Yusuf’um,
    bu da kardeşimdir. Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah’tan korkar ve
    sabrederse, şüphesiz Allah, güzel davrananların mükâfatlarını zayi etmez.’
    dedi.

    Kardeşleri, ‘Allah’a
    andolsun, hakikaten Allah seni bize üs-, tün kılmış. Doğrusu biz, gerçekten
    hatalıyız, suç işleyen kimsele­riz. ‘ dediler.

    Yusuf, ‘Bugün sizi
    kınama yok, Allah sizi affetsin! Şüphesiz ki Allah, merhamet sahiplerinin en merhametlisidir.
    Şu gömleğimi götürün, onu babamın yüzüne koyun da gözleri açılsın. Ve bütün
    aile fertlerinizle birlikte bana gelin.”[48]

     

    N. Hz. Yakub (A.S.), Oğlu Hz. Yusuf (A.S.)’ın Sağ Olduğunu
    Öğreniyor

     

    Hz. Yakub (a.s.)’ın
    oğulları, atmış oldukları kuyudan ve daha sonra da konulduğu zindandan
    kurtularak, Allah’ın lütfuyla Mısır hazinelerinin başına getirilmiş kardeşleri
    Hz. Yusuf (a.s.) tarafından affedilmenin sevinciyle, ülkeleri Filistin’e hare­ket
    ettiler. Hz. Yakub (a.s.) ise, oğullarının Mısır’dan ayrılmasın­dan hemen
    sonra, kendisine bunak diyebileceklerini de göze alarak, yanında bulunanlara
    oğlu Hz. Yusuf (a.s.)’ın kokusunu hissettiğini açıklamıştı. Endişesinde haksız
    da değildi, nitekim yanında bulunan ve Hz. Yusuf (a.s.)’ın öldüğüne inananlar,
    o-nun hâlâ eski şaşkınlığı içinde bulunduğunu söylediler. Ancak bir süre sonra
    asıl şaşkın olanlar belli oldu. Kervan gelmiş, müj­deci Hz. Yusuf {a.s.)’m
    gömleğini babası Hz. Yakub (a.s.)’ın yü­züne koymuştu. Bu esnada Allah’ın izni
    ile onun uzun bir süre­dir görmeyen gözleri açıldı. Alman mutlu haber
    dolayısıyla ailede büyük bir sevinç yaşandı. Bütün ailenin Mısır’a Hz. Yusuf
    (a.s.)’ın ülkesine gideceği haberi de Hz. Yakub (a.s.) başta olmak üzere aile
    fertlerini ayrıca mutlu etmişti.

    Hz. Yakub (a.s.), bu
    manzara karşısında, oğullarına ve ya-nında bulunan diğer kimselere, Allah
    katından kendisine, baş­kalarının bilemeyeceği bir takım bilgilerin
    vahyedildiğini öncedende söylediğini hatırlattı. Oğullan ise suçlarını itiraf
    ederek, on­dan, affedilmeleri için Allah’a duâ etmesini istediler. Hz. Yakub
    (a.s.), onlar için mağfiret dileyeceğini söyledi. Kur’ân-ı Kerim, bu mutluluk
    tablosunu şöyle anlatmaktadır:

    “Kafile
    ayrılınca, babalan, ‘Eğer bana bunak demezseniz, inanın ben Yusuf’un kokusunu
    alıyorum!’ dedi.

    Yanındakiler,
    ‘Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığının içindesin!’ dediler.

    Müjdeci gelip de,
    Yusuf’un gömleğini Yakub’un yüzüne ko­yunca, derhal gözleri görür oldu, o zaman
    şöyle dedi: ‘Ben size, Allah’ın bügilendirmesiyle sizin bilemeyeceğiniz şeyleri
    bilirim, demedim mi?’

    Oğulları, ‘Ey babamız!
    Allah’tan bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günah işledik!’
    dediler.

    Yakub, ‘Sizin için
    Rabbimden af dileyeceğim, şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir.’ dedi.”[49]

     

    O. Büyük Buluşma Ve Hz. Yusuf (A.S,)’ın Rüyasının
    Gerçekleşmesi

     

    Hz. Yusuf (a.s.)’m sağ
    olduğunu öğrenen ve bu haberin se­vinciyle gözleri açılan Hz. Yakub (a.s.), ona
    bir an önce kavuş­mak için, oğullarına hemen yol hazırlıklarına başlamalarını
    em­retti. Bunun üzerine başta oğullan olmak üzere bütün aile men­supları, bu
    uzun ve mutlu yolculuk için gereken hazırlıklarını tamamladılar ve ardından
    Mısır’a doğru yola çıktılar.

    Hz. Yusuf (a.s.),
    babası ve yakınlarının yolda olduklarını öğrenince, kralın kendisine eşlik
    etmelerini istediği devlet ricali ve Mısır’ın ileri gelenleriyle birlikte
    onları karşılamaya çıktı. Mısır hudutlarında karşılaştıklarında şüphesiz
    gözleri yaşartan man­zaralar yaşanmış olmalıdır. Çünkü baba-oğul buluşması,
    evlât hasretiyle dökülen hesapsız gözyaşlarının, baba hasretiyle geçen uzun
    yılların ardından gerçekleşen bir buluşma idi. Hz. Yusuf (a.s.), babasını ve
    annesinin ölümünden sonra babasıyla evlen­miş olan teyzesini bağrına bastı,
    onlara büyük saygı ve hürmet gösterdi. Ülkesinde emniyet içinde
    kalabileceklerini söyledi ve onlardan bundan sonra aile olarak Mısır’da
    oturmalarını istedi.

    Hz. Yusuf (a.s.},
    babası, kardeşleri ve diğer yakınlarını, be­raberinde başkente götürdü. Hükümet
    konağına girildiğinde, babasına ve üvey annesine en güzel ikramını, o ikisini
    tahtının üstüne oturtmak suretiyle yaptı. İşte bu esnada babası, annesi ve
    kardeşleri, ona hürmet için önünde eğilip secdeye kapandı­lar.[50] Bu
    manzara, Hz. Yusuf (a.s.)’a, küçükken görmüş olduğu meşhur rüyayı
    hatırlatmıştı; babasına hitap ederek, önünde eği­lip secdeye kapanmalarının,
    rüyasının tâbiri olduğunu, Allah’ın babasını yorumunda haklı çıkardığını ve
    kendisine büyük lütuf-ta bulunduğunu söyledi. Bu iyilikler içinde, zindandan
    çıkarıl­masını, şeytanın kardeşleriyle kendisinin arasını bozmasından sonra,
    onların uzak çölden huzuruna getirilmelerini hatırlattı ve Allah’ın dilediği
    kimselere lütfettiğini ifâde etti. Kendisine verdiği saltanat, rüya tâbiri ilmi
    ve devamlı destek için Allah’a şükretti ve kendisini bir Müslüman olarak
    öldürmesi ve salihler zümre­sine katması için duâ etti. Kur’ân-ı Kerim, bu
    önemli buluşma hakkında şöyle demektedir:

    “Yusuf un yanına
    girdikleri zaman, Yusuf, anne ve babasını kucakladı ve onlara, ‘Allah’ın
    dileğiyle güven içinde Mısır’a girin!’ dedi. Anne ve babasını tahtının üstüne
    çıkartıp oturttu ve bu sıra­da hepsi onun önünde, saygılarını sunmak için yere
    kadar eğilip onun için secdeye kapandılar. Yusuf dedi ki: ‘Ey babacığım! îşte
    bu, daha önce gördüğüm rüyanın tâbiridir. Rabbim onu gerçekleş­tirdi ve bana
    iyilik etti. Şöyle ki, beni zindandan çıkardı; şeytan, benimle kardeşlerim
    arasına fitne soktuktan sonra, sizi çölden getirerek benimle buluşturdu.
    Gerçekten rabbim, dilediğine lütfe-dicidir. O, bilendir, hikmet sahibidir. Ey
    Rabbim! Sen bana bir parça mülk verdin ve bana düşlerin yorumunu öğrettin. Ey
    gökle­rin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, âhirette de benim yârim sen­sin!
    Beni Müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!”[51]

    Müfessirler, Hz. Yakub
    (a.s.)’m Mısır’da 24 yıl daha yaşadı­ğını ve orada 147 yaşında iken vefat
    ettiğini, vasiyeti gereğince oğlu Hz. Yusuf (a.s.) tarafından babası Hz. İshak
    (a.s.) ve dedesi Hz. İbrahim (a.s.)’ın yanına defnedilmek üzere Filistin’e
    Halilurrahman (Hebron) kentine götürülüp oraya defnedildiğini bildirirler.[52]
    Verilen bilgilere göre, tekrar Mısır’a dönen Hz. Yusuf (a.s.), babasının
    ölümünden sonra 23 yıl daha yaşamıştır. 107 yaşlan civarında Mısır’da vefat
    etmiş ve oraya defnedilmiştir. Bazı rivayetlere göre Hz. Musa (a.s.) Mısır’dan
    çıkışı sırasında onun sanduka içindeki cesedini Kudüs’e defnetmek niyetiyle
    yanında götürmüştür.[53]

    Yusuf sûresinde, bir
    bütün olarak anlatılan kıssa, baba-oğul buluşmasıyla sona ermektedir. Kur’ân-ı
    Kerim’de, Hz. Yu­suf (a.s.)’m hayatının bu buluşmadan sonraki safhası hakkında
    herhangi bir bilgi yoktur.

    Hz. Yakub (a.s.)’ın
    ailesinden onunla birlikte Mısır’a göç ederek oraya yerleşen İsrailoğullan’nm
    toplam sayısı, Yakub ailesine mensup olmayan kadınlar hariç 70 olarak
    bildirilir. Tev­rat’ta yaklaşık 5 asır sonra, Mısır’ı terkeden
    İsrailoğulları’nm Sînâ çölünde yapılan nüfus sayımında 2 milyon çıktıkları
    zikre­dilmiştir. Belirtilen sürede bu kadar çoğalmalarının mümkün olmadığına
    dikkat çeken tarihçiler, Mısır’ın yerlilerinden onların dinini kabul eden
    unsurların da, ırkdaşları Kıbtîler tarafından İsrailoğulları’ndan sayılıp
    dışlandıkları, İsrailoğulları’nın göçü esnasında bu unsurların da onlara
    katıldığı görüşündedirler.[54]
    Tevrat’taki bâzı kayıtlar da bu görüşü destekler. Nitekim, çocuklar ve kadınlar
    dışında 600 bin civarında olan İsrailoğulları’nm Ramses’ten ayrılmaları.sırasında,
    kendilerine karışmış bir toplu­luğun da onlarla birlikte gittiği,[55] bu
    unsurların zamanla İsrailoğulları içinde “yabancılar” olarak
    isimlendirildiği bildiril­mektedir.[56]

     

    Ö. Hz. Yusuf (A.S.)’ın Evliliği Ve Çocukları

     

    Tevrat’ta Hz. Yusuf
    (a.s.)’ı zindandan çıkararak yönetimi ona teslim eden kralın, ayrıca onu On
    şehrinin kâhini Poti-fera’nm kızı Asenatla evlendirdiği ve Hz. Yusuf (a.s.)’m
    bu hanı­mından, kıtlık başlamadan önce iki oğul sahibi olduğu bildiri­lir.[57] Daha
    Önce geçtiği gibi, Züleyha’nm kocası Aziz’in adı Potifar idi. Muhtemeldir ki,
    Asenat’m babası Poti-fera ile Züleyha’nm kocası Potifar isim benzerliği
    yüzünden karıştırılmış ve Hz. Yu­suf (a.s.)’m görevini devraldığı Potifar’m
    hanımı, yani başına bili­nen sıkıntıları açan Züleyha ile evlendiği
    söylenmiştir.[58]

     

    P. Yusuf (A.S.) Kıssasından Bazı Mesajlar

     

    1. İman Ve Tevekkül

     

    Çok sevdiği oğlu
    Yusufu kaybetmesine rağmen, Hz. Yakub (a.s.}, infial ve ümitsizliğe kapılmamış;
    aksine kendisine düşenin güzel bir sabır ve Allah’ın yardımına sığınmak olduğunu
    söyle­miştir. En sıkıntılı günlerinde dahi, Allah’a tevekkül ve Allah’ın emrine
    karşı ruhî bir huzur ve tatmin içinde olmuştur. Ancak onun Allah’a tevekkülü,
    hiçbir zaman tedbirlere başvurmasına engel teşkil etmemiştir. Her işte,
    kendisine düşen tedbirleri al­mış, sonunda işi Allah’a havale ederek neticeyi
    O’ndan beklemiş­tir. Alınması gereken tedbirin, takdiri değiştirmeyeceği
    gerçeğini, oğullarının Mısır’a ayrı kapılardan girmesini emrederken, “Al­lah’ın
    takdirine karşı size herhangi bir fayda sağlayamam” sözle­riyle ifade
    etmiştir. Hz. Yakub (a.s.), bu tavrıyla bizlere, Allah’a tevekkülle birlikte,
    sebeplere sarılmanın, ihtiyat ve tedbiri elden bırakmamanın lüzumuna dair büyük
    bir ders vermiştir.[59]

     

    2. İffet Ve Sabır

     

    Hz. Yusuf (a.s.),
    Aziz’in karısının isteklerini reddederek nefsini kırmak, bu yüzden
    çarptırılabileceği her türlü cezayı göze almak ve sonunda kadınların
    fitnesinden kurtulmak için zindan hayatını tercih etmekle bütün insanlığa büyük
    bir iffet dersi vermiştir. Hz. Yusuf (a.s.)’m hayatı, peşpeşe gelen büyük
    sıkıntı­lara gösterilen üstün sabrın da çarpıcı bir misalidir. Hz. Yusuf
    (a.s.), ilk büyük sıkıntısını kardeşleri tarafından kuyuya atılmak, ikincisini
    köle olarak satılmak, üçüncüsünü kadınların hedefi olmak, dördüncüsünü de
    zindana atılmakla yaşamıştı. O, bütün bu zorluklar karşısında sabretti, hiç bir
    zaman Allah’ın yardı­mından ümidini kesmedi ve neticede, Allah’tan korkan ve
    sabre­denler için vâdedİlen mükâfata ulaştı. Benzeri bir sabrı da yıllar­ca
    onun hasretiyle kavrulan ve hiçbir zaman ümidini yitirmeyen babası Hz. Yakub
    (a.s.) sergiledi.[60]

     

    3. Güçlü İken Affetme

     

    Yusuf kissasındaki
    önemli mesajlardan biri de, kötülük yapanları af ve müsamaha ile karşılamak
    büyüklüğüdür. Hz. Yusuf (a.s.), kendisini kuyuya atan kardeşlerine her türlü
    cezayı verebilecek bir mevkide iken, yüce karakteri sayesinde, onları affetmiş,
    üstelik onlara elinden gelen her iyiliği yapmıştır. Sevgili Peygamberimiz, Hz.
    Muhammed (s.a.v.), Mekke fethi sırasında, kendisinden kararını açıklamasını
    bekleyen Mekke müşriklerine Hz. Yusuf (a.s.)’m kardeşlerini affederken
    söylediği sözlerini ha­tırlatmış ve o gün onlara ayıplama ve cezanın olmadığını
    ilân etmiştir.  Şüphesiz her ikisi de,
    güçlü iken affetmeyi bilmenin olumlu neticelerini elde etmiş, geçmişin azılı
    düşmanlarının bu iyilik sayesinde samimi dostlar haline geldiğini görmüştür. [61]

     

    R. Yusuf Sûresinin Sonunda Rasülullah (S.A.V.)’e Mesajlar

     

    Allah Teâlâ, Yusuf
    kıssasının anlatıldığı Yusuf sûresinin son âyetlerinde, Sevgili Peygamberimiz
    (s.a.v.)’e hitap ederek, bu kıssanın ona vahyedilen gayb haberlerinden olduğunu
    bildirmiş ve bu olayların yaşandığı dönemde hayatta olmadığına göre, bu kıssa
    ile ilgili bilgileri edinmenin vahiyden başka bir kaynağı olmadığını
    vurgulamıştır. Cenab-ı Hak, ayrıca sûrenin son âyet­lerinde, Rasüllah
    (s.a.v.)’i teselli edecek hakikatleri dile getirmiş­tir. İnsanların imana
    gelmesi için ne kadar büyük arzu duysa ve elçilik görevi karşılığında onlardan
    herhangi bir ücret istemese de, insanların çoğunun inanmayacağını hatırlatarak,
    bu müna­sebetle davetinin reddedilmesi ve işkencelere mâruz kalması sebebiyle
    üzülmenıesini tavsiye etmektedir. Yine Kur’ân-ı Ke-rirn’in âlemler için bir
    öğüt ve nasihat olduğunu, akıllarını kul­lananların ona tâbi olacağını
    bildirmektedir. Akıllarını kullana­mayanların ise, göklerde ve yerde Allah’ın
    birliğini gösteren nice delillerden yüz çevirdiğini ve insanların çoğunun,
    Mekke müşrik­leri gibi, Allah’a ortaklar koşarak şirke düştüklerini vurgulamak­tadır.
    Ardından, bu inkarcıların, Allah’ın azabından, yahut ken­dilerini ansızın
    yakalayacak Kıyametten emin olup-olmadıkları sorulmakta ve sonunda Rasülullah
    (s.a.v.)’in dilinden, peygam­berlerin ortak mesajı seslendirilmektedir:

    “Ey Muhammed!
    İşte bu kıssa gayb haberlerindendir. Bun­ları sana biz vahyediyonız. Onlar
    kararlarını verip tuzaklarını kurarlarken sen onların yanında değildin. Sen çok
    arzulu olsan da, insanların çoğu iman edecek değildir. Halbuki sen, buna karşı
    onlardan bir ücret istemiyorsun, Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.
    Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar, bu delil­lerden yüzlerini
    çevirip geçerler. Onların çoğu, Allah’a ancak ortak koşarak iman ederler. Allah
    tarafından herkesi kapsayacak bir musibetin gelmeyeceğinden veya farkında
    olmadan Kıyametin ansızın kopmayacağından emin mi oldular? De ki: İşte bu,
    benim yolumdur. Ben, Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar, aydın­lık bir
    yol üzerindeyiz. Allah’ı tenzih ederim! Ve ben Allah’a ortak-lar koşan
    müşriklerden değilim.”[62]

    Yusuf sûresinin son üç
    âyetinde ise, Peygamberimiz (s.a.v.)’ ‘. e hitaben, daha önce de peygamberler
    gönderildiği hatırlatılarak onları inkâr edenlerin akıbetlerinden ibret
    alınması istenmekte­dir. Ardından, bütün peygamberlerin davet yolunda
    müşriklerin engelleme  teşebbüsleri
    ve  çeşitli  kötülükleriyie  karşılaştıkları, onlara ve mü’minlerine
    yapılan kötülüklerin giderek şiddetlendi­ği ve üstün sabır sahibi
    peygamberlerin tahammülünü zorladığı açıklanmaktadır. Hatta bu zorluklar
    yüzünden peygamberlerin neredeyse  
    bütün   ümitlerini   kaybetme,  
    kendilerine   va’dedilen zaferden
    ümit kesme ve bütünüyle yalanlanma endişesine kapı­lacak derecede
    zorlandıkları; işte bu son noktada ilâhî yardımın onlara ulaştığı
    bildirilmektedir.[63] Buna
    göre Allah Teâlâ, yardı­mını, zorluk ve sıkıntıların son derece arttığı, yardım
    ihtiyacının en fazla hissedildiği bir zamanda göndermiştir. Zafer va’di, ina­nanların
    sabır zırhına bürünerek inançlarındaki samimiyetlerini ispat etmelerinin
    ardından tahakkuk etmiştir. Sûrenin son âye­tinde de peygamber kıssalarının
    akıl sahipleri için birer İbret sahnesi   
    olduğu    vurgulanmakta,    Cenab-ı   
    Hak    tarafından vahyedüen
    Kur’ân-ı Kerim’in, iman edenler için bir hidâyet reh­beri ve rahmet kaynağı
    olduğu belirtilmektedir:

    “Ey Muhammedi
    Biz, senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkekleri
    peygamber olarak gönderdik. Onlar yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş
    kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakmazlar mı? Allah’tan korkanlar için
    âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç düşünmez misiniz?

    Önceki elçilerimizin
    hepsi uzun süre zulüm ve baskıya uğ­ramışlardır. Nihayet bu peygamberler
    neredeyse bütün ümitlerini kaybettikleri ve büsbütün yalancılıkla
    damgalandıklarını gördük­leri bir sırada bizim yardımımız kendilerine
    ulaşmıştır ve böylece dilediğimizi kurtarmışızdır. Suçlular güruhundan ise
    azabımız asla geri çevrilmez.

    Gerçek şu ki, onların
    (peygamberlerin) kıssalarında akıl sa­hipleri için büyük ibret vardır. Bu
    Kur’ân uydurulmuş bir söz de­ğildir. Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, her
    şeyin açıklanma­sı, iman eden bir toplum için rahmet ve bir hidâyettir.”[64]

    Kur’ân-ı Kerim’de,
    Yusuf sûresi haricinde Hz. Yusuf (a.s.)’ dan bahseden ve ona peygamberlik
    görevinin verildiğini bildiren iki âyet daha vardır ve mealleri şöyledir:

    “Biz, İbrahim’e
    İshak’ı ve Yakub’u bahşettik. Ve hepsini doğru yola sevk ettik. Daha önce Nuh’u
    ve soyundan olan Davud’u, Süleyman’ı, Eyyüb’u, Yusufu, Musa’yı ve Harun’u da
    doğru yola sevk etmiştik. İşte biz, iyilik yapanları böyle mükâfat­landırırız.”[65]

    “Şüphesiz ki,
    daha önce Yusuf da, size apaçık delillerle gel­mişti, onun getirdiklerinden de
    devamlı şüphe etmiştiniz. Yusuf ölünce de, ‘Allah bundan sonra hiç bir
    peygamber göndermeye­cek!’ demiştiniz. İşte Allah, haddi aşan şüphecileri böyle
    saptırır.[66]

     

     



    [1] Yusuf sûresinin ilk üç veya dört âyetinin Medine’de
    nazil olduğunu bildiren riva­yetler güvenilir bulunmamıştır (Bkz. Âîûsî,
    Tefsir, VI, 170).

    [2] Elmalıh, V, 28.

    [3] Hz.  Yusuf
    {a.s.) hakkındaki  bu  rivayetler ve 
    değerlendirilmeleri hakkında bkz. Aydemir, Peygamberler, 75-96.

    [4] Âl-i imran sûresi, 2/216.

    [5] Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, 453.

    [6] Ancak âyetteki “ahsenül-kasas” tabiriyle,
    Kur’ân-ı Kerim’in kastedildiği görüşü de yaygındır (Bu husustaki görüşler için
    bkz. Şevkânî, Tefsir, III, 6″ Derveze  
    Tefsir, II, 500).

    [7] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 306-309.

    [8] Yusuf sûresi, 12/4-6.

    [9] Tevrat’ta şöyle denilmektedir:

    “Yusuf 17 yaşında
    olarak kardeşleriyle beraber sürüyü gütmekte idi. Ve İsrail (Yakub) Yusufu
    bütün oğullarından ziyâde severdi; çünkü o, ihtiyarlığının oğlu idi; ve ona
    alaca entari yaptırdı. Ve babalarının bütün kardeşlerinden ziyâde onu sevdiğini
    kardeşleri gördüler; ve ondan nefret ettiler, ve ona tatlı söz söyleyemez­lerdi.

    Ve Yusuf rüya görüp kardeşlerine bildirdi., bunun üzerine ondan daha
    ziyâde nefret ettiler. Ve onlara dedi: Rica ederini, gördüğüm bu rüyayı
    dinleyin; İşte, tar­lanın ortasında biz demetler bağlıyorduk, ve işte, benim
    demetim kalktı ve dikil­di, ve işte, sizin demetleriniz etrafını kuşatıp benim
    demetim İçin eğildiler. Ve kardeşleri ona dediler: Gerçek üzerimize kral mı
    olacaksın. Yahut gerçek üzeri­mizde hüküm mü süreceksin? Ve rüyalarından ve
    sözlerinden dolayı ondan daha ziyâde nefret ettiler. Ve yine Yusuf başka bir
    rüya gördü ve onu kardeşlerine an­latıp dedi: işte, bir rüya daha gördüm; ve
    işte güneş ve ay ve onbir yıldız bana e-ğildiler. Ve babasına ve kardeşlerine
    anlattı ve babası onu azarlayıp kendisine dedi: Bu gördüğün rüya nedir?
    Gerçekten ben, anan ve kardeşlerin yere kadar sana eğilmek için mi geleceğiz?
    Ve kardeşleri onu kıskandılar; fakat babası bu sözü yüreğinde tuttu.”
    (Tekvin, 37/2-11).

    [10] Tefhim, II, 443.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 309-311.

    [11] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları:

    [12] Tevrat’ta, kardeşlerinin YusuFu beraberlerinde
    götürmek için babalarını ikna etmelerinden söz edilmez. Aksine, Yusufu,
    kardeşlerinden ve sürüden haber ge­tirmesi için doğrudan Hz. Yakub (a.s.)’m
    gönderdiği ve onların onun hakkındaki komployu Yusuf kendilerine yaklaştığı
    sırada düşündükleri bildirilir. Buna göre, kardeşlerinin Şekem’de olduğunu
    bilen Yusuf, önce oraya gitmiş onları bulama­yınca karşılaştığı bir adamdan
    Dotan’da bulunduklarını öğrenerek oraya geçmiş­tir. Onun geldiğini gören
    kardeşleri, İşte bu sırada, ondan kurtulmak için başvu­racakları komployu
    hazırlamışlardır:

    ” Ve onu uzaktan gördüler ve kendilerine yaklaşmazdan önce, onu
    öldürmek için düzen kurdular. Ve birbirlerine dediler: İşte bu rüyalar sahibi
    geliyor. Ve şimdi gelin onu öldürelim ve onu kuyulardan birisinin içine atalım
    ve: Kötü bir canavar onu yedi deriz ve onun rüyaları ne olacak görürüz. Ve
    Ruben, işitip onla­rın elinden onu kurtardı ve dedi: Canına kıymayalım. Ve onu
    babasına geri gö­türmek üzere onların elinden kurtarsın dîye Ruben onlara dedi:
    Kan dökmeyin; onu çölde olan bu kuyuya atın, fakat ona el uzatmayın. Ve Yusuf
    kardeşlerinin yanına geldiği zaman, vaki oldu ki, Yusufun entarisini, üzerinde
    olan alaca enta riyî çekip çıkardılar; ve kendisini alıp kuyuya attılar. Kuyu
    boştu, onda su yok­tu.” (Tekvin, 37/18-24]

    [13] Taberî, Tarih, I, 171; İbn Kesir, Tefsir, IV, 13.

    [14] Yusuf sûresi, 12/7-18. Hz. Yusufun atadığı bu kuyunun,
    Kudüs veya Ürdün’de Taberiyye civarında olduğu söylenir (Şevkânî, Tefsir, III,
    S vd.l.

    [15] Bazı rivayetlerde, Hz. Yusuf (a.s.j’ı ucuz fiyata
    satanların, onu kuyudan çıkaran kervancılar olduğu bildirilir. Buna göre Yusuf
    bir defa olmak üzere Mısır kralının veziri veya maliye bakanı Aziz Potifar’a
    ucuz fiyata satılmıştır. Katâde’nin görüşü budur. Ancak îbn Abbas, Mücâhid ve
    Dahhâk, onun birincisi kardeşleri tarafın­dan kervancılara, ikincisi ise
    kervancılar tarafından Potifar’a olmak üzere iki defa satıldığı ve birincisinde
    onu ucuza satanların kardeşleri olduğu görüşündedirler. Âyette, onu
    önemsemedikleri için ucuz sattıkları ifadesinden hareket eden îbn Kesir de, bu
    görüşü tercih etmiştir. Çünkü, onu önemsemeyenlerin kervancılar olması
    durumunda, onu satın almalarının izahı zor olacaktır (Bkz. İbn Kesir, Tef­sir,
    IV, 16).

    Taberî de aynı görüşü
    tercih etmiştir (Tefsir, XII, 174). Âlüsî, müfessirlerin ekseriyetinin bu
    görüşte olduğunu söyler [Tefsir, VI, 205; ayrıca bkz. Aydemir, Peygamberler,
    79).

    Tevrat, Yusufu kuyuya
    attıktan sonra yemeğe oturan kardeşlerin, İsmaii oğullarına ait Mısır’a
    gitmekte olan bir kervanın geldiğini gördüklerinde, içlerin­den Yahuda’nm
    teklifiyle, Yusuf’u öldürmek vebalinden kurtulmak maksadıyla onu kuyudan
    çıkarıp kervancılara yirmi dirheme sattıklarını kaydeder. Onlar Yu­sufun alaca
    entarisini, kestikleri erkeç kanma buîayıp babalarına getirmişler, Yusufun
    kanlı entarisini gören Hz. Yakub, onlara inanmış, oğlunu kötü bir ca­navarın
    parçaladığını söylemiştir. Üstünü başını parçalayan ve günlerce yas tu­tan Hz.
    Yakub, kendisini teselli etmek isteyen oğul ve kızlarına, oğluna yaslı ola­rak
    kavuşmak istediğini belirtmiştir (Tekvin, 37/25-35).

    Görüldüğü gibi, insanlar tarafından tahrif edilmiş olan Tevrat’ta
    verilen bu bilgilerle Kur’an-ı Kerim’de anlatılanlar arasında bu konuda da
    önemli fark var­dır. Kur’ân-i Kerim’de Yusufu kuyudan çıkaranın kervan sucusu
    olduğu bildiri­lirken, Tevrat’ta onu kardeşlerinin çıkardığı söylenmiştir.
    Kur’ân’a göre Hz. Yakub çocuklarının yalanına İnanmazken, Tevrat’a göre onlara
    inanmış ve onlar­dan şüpheîenmemiştir.

    [16] Yusuf sûresi, 12/19-20.

    [17] Taberî, Tefsir, XII, 175; Salebi, US; İbn Kesir, Tefsir,
    IV, 17.

    [18] Taberî, bu âyette zikredilen hikmet ve ilmi, nübüvvet
    öncesi durum olarak değer­lendirir ve o anda kaç yaşında bulunduğu hakkında
    görüş belirtmekten kaçınır {Tefsir, XII, 178; Tarih, I, 174). İbn Kesir ise,
    hikmet ve İlim verilmesini nübüvve­tin verilmesi olarak açıklamıştır.
    Peygamberliğin verilmesi esnasında onun yaşı, İbn Abbas, Mücahid ve Katâdeye
    göre 33’tür (İbn Kesir, Tefsir, IV, 18).

    [19] Yusuf sûresi, 12/ 21-22.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 311-317.

    [20] Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), Miraç gecesinde üçüncü
    gök semâsında karşılaştı­ğı Hz. Yusufun güzelliğini tasvir ederken
    “güzelliğin, yansının Yusuf ve annesine verildiğini” ifade etmiştir.
    (İbn Kesir, Tefsir, IV, 24).

    [21] Müfessirler arasındaki yaygın görüş, Hz. Yusuf
    (a.s.)’m, “Doğrusu o benim efen­dim (rabbi), o bana güzel baktı.”
    derken, “rabbî/efendim” sözcüğünü Aziz Potifar için kullandığı
    şeklindedir. Ancak bazı müfessirlere göre, H2. Yusuf (a.s.), efen­dim manasına
    gelen “rabbî” kelimesiyle, Allah Teâlâ’yı kastetmiştir. Bu durumda o,
    “Rabbİm lûtfuyla beni iyi bir ahlâk ile yetiştirmiştir, onun haram kıldığı
    şeyi iş­lemem!” demek istemiştir (Zeccâc ve Ebu Hayyân bu görüşü tercih
    etmişlerdir, bkz- Şevkanî, Tefsir, III, 17; Alüsİ, Tefsir, VI, 213). Aynı
    görüşte olan Mevdûdî, Arapçada “rabb” kelimesi “efendi”
    anlamında kullanılsa da, burada Hz. Yusuf (a.s.)’m Allah’ı kastettiğini
    söylemiş ve diğer görüş mensuplarını şiddetle eleştir­miştir. O, görüşünü ispat
    sadedinde iki hususa işaret ederek şöyle demiştir:

    “Birinci olarak, Allah’tan başkasını dikkate alarak günahtan
    çekinmesi, bir peygamberin izzetine yakışmaz. İkinci olarak, bir peygamberin
    Allah’tan başka biri için “Rabbim” hitabını kullanması hakkında
    Kur’ân-ı Kerim’de tek bir örnek yoktur. Hz. Yusuf (a.s.)’m, aynı sûrede 41, 42
    ve 50. âyetlerde Rabbinin Allah olduğunu söyleyerek mesajını saflaştırdığını ve
    kendi İtikadıyla Mısırlıların itikadım birbirinden ayırdığını görüyoruz. Diğer
    insanlar onlann Rabİeri olabiliyor iken, Hz. Yusuf (a.s.)’ın rabbi yalnızca
    Allah idi. Dolayısıyla âyete başka bir zaviyeden bakmak gerekir.
    “Rabbî” kelimesi, aynı zamanda “Rabbim” demek olduğuna
    göre, Hz. Yusuf (a.s.), Allah’ı kastetmiş olmalıdır. Hem sonra neden itikadına
    ters bir anlamı ihtiva edecek şekilde “efendim” demek istemiş
    olsun?” [Tefhim, 11,451).

    [22] Yusuf sûresi, 12/23-29. Tevrat, Hz.Yusuf (a.s.)’m,
    Firavun’un muhafız alayı kumandanı Potifar tarafından satın alındığını, onun
    Rab tarafından muvaffak kı­lındığını fark eden bu şahsın ona büyük değer
    verdiğini ve evinin her işini ona teslim ettiğini, bundan itibaren evinin
    bereketîendiğini bildirir. Daha sonra efen­disinin karısının Yusufa birlikte
    olma teklifinde bulunmasına geçer. Teklifi red­deden Hz. Yusuf (a.s.),
    efendisinin kendisine gösterdiği ilgiyi ve lütuflan hatırla­tır, asla ona
    ihanet etmeyeceğini, ayrıca bu kötülüğü yapmak suretiyle Allah’a is­yan
    edemeyeceğini söyler. Bu böyle devam ederken bir gün ikisi evde yalnız ka­lınca
    kadın teklifini tekrarlar. Hz. Yusuf (a.s.) kaçınca peşinden koşup gömleğini çekip
    yırtar ve gömleği eline alır. Halbuki Kur’ân’da gömleğin Hz. Yusuf (a.s.)’ın
    sırtından çıkması gibi bir durum yoktur.

    Gömleği elinde kalan
    Hz. Yusuf (a.s.)’ın hâlâ kaçmaya devam ettiğini gören kadın, hizmetçilerini
    çağırıp, onun kendisine saldırdığını, yüksek sesle bağırınca da kaçtığını
    söyler. Gömleği kocası gelinceye kadar yanında tutar. Bu işe son de­rece kızan
    kocası, ona inanarak Hz. Yusuf (a.s.)’ı zindana attırır (Tekvin, 39/1-21).

    Talmud’da ise, suçlamaları dinleyen Potifar’m, Hz. Yusuf (a.s.)’ı
    kamçılattığı, daha sonra yırtık elbise üzerinde yapılan tahkikat üzerine onu
    suçsuz bulduğu zikredilir (Mevdüdî, Tefhim, II, 455, H. Plano, The Talmud
    Selections, s.81 vd.’den naklen). Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanların zıddına olan
    bu bilgiler, söz konusu ki­taplar üzerindeki tahrifatın kesin debileridir.

    [23] Tefsir, IV, 266. Bu konuda uydurulduğu açık olan bâzı
    rivayetler ve tenkidi için bkz. Aydemir, Peygamberler, 83-90.

    [24] Buhâri, Ezan, 36, Zekât, 16; Müslim, Zekat, 91;
    Tirmizî, Zühd, 53.

    [25] Buharı,   Rikak,
    31; Müslim, İman, 203.

    [26] Meâlimü’t-tema (Tefsir), (nşr. Halid el-Ak-Mervan
    Suvar), Beyrut 1407/1987, II.

    [27] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 317-322.

    [28] Yusuf sûresi, 12/30-35.

    [29] Tefhim, II, 456.

    [30] FiZılûl, XII, 216.

    [31] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 322-325.

    [32] Tekvin, 39/22-23.

    [33] Yusuf sûresi, 
    12/36-42. Bazı müfessirler, 42. âyette geçen “Fakat şeytan, ona,
    Yusuf’un söylediklerim efendisine hatırlatmayı unutturdu” ifâdesindeki
    zamirlerle sakinin değil Hz. Yusufun kastedildiğini ileri sürerek,
    “Şeytan, Yusuf’a rabbini anmayı ve kurtuluşu O’ndan İstemeyi
    unutturdu.” şeklinde anlamışlardır. Buna göre Hz. Yusuf, zindandan
    kurtulmak için Allah’a yalvarmak yerine, sakisi vası­tasıyla kralın yardımını
    istemiş olmaktadır. Bu yüzden Allah, onu bir müddet daha zindanda tutmakla
    cezalandırmış, onun hapis hayatını uzatmıştır. Bu gö­rüşte olan müfessirler,
    İddialarını deliüendirmek için bir hadis naklederler. Hadis olarak aktarılan bu
    sözde Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Eğer Yusuf pey­gamber bu
    sözlerini söylememiş olsaydı, yıllarca zindanda kalmazdı.” (Taberî,
    re/sır, XII, 223, Tarih, I, 177). Meşhur müfessirlerden İbn Kesir ise, rivayet
    zinci­rindeki ravİlerden ikisinin güvenilir olmaması sebebiyle bu sözün hadis
    olarak kabulünün mümkün olmadığını söylemektedir (Tefsir, IV, 29.) îbn Kesİr’in
    sözle­rini az bulduğu anlaşılan Mevdûdî de, şu ilaveyi yapmaktadır:
    “Bırakalım rivaye­tin hadis tenkidi açısından zayıflığını, bu söz
    sağduyuya da aykırıdır. Haksızlığa uğramış böyle bir kimse, kurtulmak için
    birtakım yollara başvuruyorsa, bu, onun Allah’ı unutması, O’na dayanmaktan
    vazgeçmesi demek değildir.” [Tefhim, II, 465 ) Süleyman Ateş de, cümledeki
    iki zamirin zindandan çıkan gence ait olduğu gö­rüşünün daha uygun olduğunu,
    Tevrat’taki bilginin de bunu desteklediğini ve yi­ne zulümden kurtulmak için
    Allah’tan başkasından yardım dilemenin günah ol­madığını belirttikten sonra,
    45. âyetteki “bir süre sonra hatırladı” cümlesinin de, unutan şahsın
    Yusuf değil zindan arkadaşı olduğunu gösterdiğini söyler {Çağdaş Tefsir, IV,
    399).

    Tevrat, zindan
    arkadaşlarının gördüğü rüyaları ve Hz. Yusufun bu rüyaları tabirini ve bu
    tabirin üç gün sonra aynen ortaya çıktığını, Kur’ân’a göre daha ge­niş bir
    şekilde anlatır (Tekvin, 40/ 1-23). Ancak, Hz. Yusufun rüya tabirine geç­meden
    önce, bu iki şahsı dinine davet maksadıyla yapmış olduğu önemli konuş­maya yer
    vermez ve hemen kralın gördüğü rüyaya geçer. Bu konuşma Talmud’da da yoktur. Bu
    yüzdendir ki, Ehl-i Kitap, kitaplarında Hz. Yusufun peygamberliğini açıkça
    ortaya koyan bu ifadeler bulunmadığı için, Hz. Yusufu bir peygamber olarak
    değil, bir hekim, bir muttaki kişi olarak kabul ederler. Hatta Papaz Rodwel,
    Hz. Yusufun konuşmasını aktaran bu âyetleri, Tevrat’ta bulun­madığı gerekçesiyle
    inkâra yeltenmiş, bunların kendi düşünce ve kanâatlerini Hz. Yusufun ağzından
    ifade etmek isteyen Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından uydu­rulduğu iftirasını
    ortaya atmıştır.

    Bu hususa işaret eden
    Mevdûdî, Hz. Yusufun yapmış olduğu bu konuşmanın telkin ettiği hususları tek
    tek ele almıştır. îslâmî tebliğ metodunda önemine binâ­en, onun açıklamalarını,
    özet olarak, aktarıyoruz:

    1. Bu konuşma,
    Hz. Yusufu hakkı tebliğe başlamış gösteren ilk vesikadır. Bundan Önce Kur’ân-ı
    Kerim, hayatının çeşitli dönemlerinden bahsederken, onu, manevî derecesi yüksek
    biri olarak takdim etmiş, fakat ilâhî mesaja muhatap ol­duğunu ve bunu tebliğ
    ettiğini gösteren hiçbir imada bulunmamıştı. Bundan açık olarak çıkan sonuca
    göre, bu dönemler birer hazırlama dönemiydi ve nübüvvet kendisine zindanda
    verilmişti; dolayısıyla söz konusu konuşma, bir peygamber sıfatıyla yaptığını
    bildiğimiz ilk konuşmadır.

    2. İkinci
    olarak, bu konuşma, Hz. Yusufun kimliğini başkalarına açıkladığı ilk
    konuşmadır. Bundan önce de şüphesiz üstün ahlâk, iffet ve sabır sahibi biri­dir;
    ancak ataları olan İbrahim, îshak ve Yakub peygamberlerle olan münasebe­tini
    açıklamamıştır.

    Muhtemelen o, bu
    dönemde de, Allah tarafından seçilip görev Öncesi eğitildi­ğinin farkındaydı.
    İnsanları, isimleri geçen ve aynı zamanda ataları olan peygam­berlerin dinîne
    çağırmaya ve onların bir devamı olduğunu söylemeye ise, pey­gamberlik görevine
    getirildikten sonra başladı.

    3. Hz. Yusufun
    bu konuşması, tebliğ metodu açısından da önemlidir: Rüyala­rını yorumlatmak
    isteyenİerin taleplerini   bir vesile
    olarak kullanmış, önce rüya yorumu kabiliyetinin kaynağını açıklamış, daha
    sonra, inandığı hakikati tebliğ etmekte güçlü bir istek duyduğunu gösteren bir
    şekilde, konuşmasının seyrini, nakletmek istediği mesajın yönüne çevirmiştir.
    Mesajını aktarırken de onları u-sandıncı bir tavır takınmamış,  sâdece dikkatlerini canlı tutacak gerçekleri
    ak­tarmıştır. Tebliğde gözetilmesi gereken sırayı gözetmek suretiyle önce
    tevhid ile şirkin farkına işaret etmiş, mesajını aklî bir tarzda sunarak
    verdiği örneklerle muhataplarım 
    etkilemiştir.

    5. Bu
    konuşmanın işaret ettiği diğer bir gerçek de, Yusufun (a.s.}, bu hâdise­den  sonra 
    zindanda  geçirdiği yılları  tebliğ yolunda  değerlendirmiş  olmasıdır.

    Çünkü, peygamberlik
    görevi verildikten sonra, vaktini tebliğsîz geçirmesi   müm­kün değildir {Tefhim, II, 461-463).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit,
    Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 325-328.

    [34] Yusuf sûresi, 12/43-49.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 330-331.

    [35] Rasülullah (s.a.v.), Hz. Yusufun, hükümdar tarafından
    çağırıldığında, mahkeme yoluyla suçsuzluğu ve haksız yere tevkif edildiği
    tespit edilmeden yedi yıldır kal­makta olduğu zindandan çıkmayacağını
    seslemesini takdirle karşılamış, onun sarsılmayan irâde ve metanetini şöyie
    övmüştür:

    “Eğer ben, Yusuf’un uzun zaman kaldığı kadar zindanda kalsaydım,
    saraydan davet edilince muhakeme istemeden hemen icabet, ederdim.”
    (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 130).

    [36] Yusuf sûresi, 12/50-53. Bazı müfessirler, 52 ve 53.
    ayetlerdeki, ‘Bunu, gıyabında kendisine ihanette bulunmadığımı eski efendim
    Aziz’in bilmesi için yaptım. Zâten Allah, hâinlerin tuzağım boşa çıkarır.
    Bununla beraber nefsimi temize çıkaramam. Çünkü rabbimin acıyıp koruduğu hariç,
    nefis kötülüğü şiddetle emredicidir. Şüphe­siz rabbim, çok bağışlayan, çok
    merhamet edendir.” bu sözlerin, Hz. Yusuf a değil, suçunu itiraf eden Aziz
    Potifar’ın karışma ait olup suçunu itirafının devamı oldu­ğunu kabul
    etmişlerdir. Bu görüşte olan İbn Kesir, bu kanaatin hem daha meş­hur hem de kıssanın
    gelişimine ve sözün siyakına daha uygun olduğunu belirtir {Tefsir, IV, 33 ).
    Buna göre, 52. âyette gıyabında kendisine hainlik edilmemesin­den bahsedilen
    şahıs Aziz değil Hz. Yusuftur. Aziz’in. karısı, “Bu itirafım, Yu­suf’un,
    gıyabında, kendisine ihanet etmediğimi bilmesi içindir…” diye başladığı
    sözlerini 53. âyetteki tevbe ve istiğfar ifâdeleriyîe tamamlamıştır.
    Müfessirlerden bâzıları, bu sözlere bakarak, kadının o sırada Hz. Yusufa iman
    ettiğini de söyle­mişlerdir (Bkz. Elmalılı, V, 55;   Seyyid Kutup, FıZilal, VIII, 414).

    Muhakeme ve
    konuşmaların seyrinden hareket eden Süleyman Ateş de, bu sözlerin kralın
    huzurunda söylendiğine, Hz. Yusuf (a.s.)’ın İse o sırada zindanda olduğuna
    işaretle, söz sahibinin kadın oiduğu görüşünü benimser. Âyetlerde bu sözlerin
    daha sonra söylendiğini gösteren bir işaretin bulunmayışını delil gösterir.
    {Çağdaş Tefsir, IV, 400).

    Bu iki âyetteki sözlerin o ikisinden hangisine ait olduğu meselesi,
    müfessirler arasında çözülemeyen bir husus olarak kalmıştır. Her iki görüşü
    savunanlar çe­şitli deliller getirmîşierdir. Bu sözlerin Hz. Yusuf (a.s.)’a ait
    olduğunu kabul eden­lerden Mcvdüdî, dü kuraİlan ve konunun akışından ziyâde
    sözlerin muhtevasını dikkate alarak, bu sözlerin ancak iman etmiş birine ait
    olabileceğini söyler ve ka­dının o sırada iman etmiş olduğunu gösteren bir
    delilin bulunmadığına dikkat çeker. Ona göre konuşma, Hz. Yusuf (a.s.)’a aittir
    ve henüz zindanda bulunduğu sırada soruşturma sonucunu duyduğu anda söylemiştir
    {Tefhim, II, 470). Klasik müfessirlerden Taberî, Beğâvî ve Zemahşeri de bu
    görüştedir. Modern müfessir­lerden M. Esed de bu görüşü tercih etmiş, Hz. Yusuf
    (a.s.)’m insan nefsinin insa­nı kötülüğe sürükleyebileceğine dair, insanın
    fıtratındaki bu zayıflığı dile getiren sözlerini, “bizzat bu zayıflığı
    yenmesini bilmiş birinin tevazuunu yansıtan yüce gö­nüllüce sözler” olarak
    değerlendirmiştir {Kur’ân Mesajı, 467). Şevkânî ise, müfes-sirlerin ekserisinin
    bu görüşte olduğunu söyler {Tefsir, III, 34).

    [37] Yusufun güçlü zekası, engin ilmi ve üstün ahlâkından
    etkilenmiş olduğu anlaşı­lan bu kral, bâzı rivayetlere göre Müslüman olmuştur
    (Taberî, Tarih, I, 173; Salebi, 117; İbn Kesir, Tefsir, IV, 34).

    Suriye ve Filistin
    tarafından Mısır’a giren Sâmî asıllı bir kabile olan Hiksoslar, XV ve XVI.
    Hanedan zamanında Mısır’da hüküm sürmüş yabancı bir hanedandır. Delta’nın
    doğusunda kalan Avaris şehrini başkent edinmişler, zamanla Orta Mı­sır’ı da
    hâkimiyetleri altına almışlardır. Asya kökenli Sâmî ırka mensubiyetleri ve
    Barbar bir toplum oldukları bilinen Hiksoslar tarihçilerin ekseriyetine göre
    Araptır. Çoban krallar olarak da isimlendirilen bu hanedanın Fenikeli oldukları
    da söylenir. Bu arada onların Türk asıllı olduğunu ileri süren tarihçiler de
    vardır. Yusuf Ziya Özer’e göre Mısır’da bir asırdan fazla hüküm süren ve XVII.
    Hane-dan’m başlangıcında Mısır’dan çıkarılan Hiksoslar, Türk asıllı olup Sas
    kabilesi­ne mensuptur (Mısır Tarihi,178-179).

    Tarihçiler, Hz. Yusuf
    (a.s.)’m Mısır’a bu hanedan zamanında geldiğinde müt­tefiktirler. Ancak hangi
    firavun zamanında geldiği hususu ihtilaflıdır. Mısırlı ar­keolog Ahmed Yusuf
    Ahmed, onun XVI. Haneden firavunlarından İ-Apopi/Apopis zamanında (M.Ö.
    1585-1542] geldiğinin kesinleştiğini, o dönemden kalma bir mezar taşında, Fûtî
    Fâri’ismini gördüğünü, bu İsmin Hz. Yusuf (a-S.)ı satın alan Aziz Potifar
    olduğunu belirtir. Yine XVII. Hanedan’dan bahseden bâzı kitabelerde, bu
    dönemden önce Mısır’da çıkan bir kıtlıktan bahsedildiğini hatırla­tarak, bu
    kıtlığın Kur’an ve Tevrat’ta bahsedilen kıtlık olduğunu söyler (bkz. Neccâr,
    239).

    Hz. Yusuf (a.s.)’ın
    görev talebinde bulunması ve getirildiği görevin mahiyeti üzerinde çeşitli
    görüşler ileri sürülmüştür.

    Elmalıh, bu konuda
    şöyle der: “Bunda adalet ve hakkı hâkim kılma ile şer! hükümleri
    uygulayabileceğini bilen bir kimse için, emirlik ve idareciliği talep et­me ve
    idareciliğe kabiliyetini açıklamanın caiz olduğuna ve hattâ hakkı hâkim kılmaya
    ve halkı idareye başka suretle yol olmadığı takdirde kâfirden bile görev ve
    salâhiyet almanın caiz olacağına delil vardır, denilmiştir. Fakat âyette, bu me­likin
    küfrüne dair delil yoktur; bilakis, büyük müfessir Mücahid’den Müslüman olduğu
    rivayet edilmiştir.

    Bir de, ‘Beni ülke
    hazinelerinin üzerine memur tâyin et’ diyen Hz. Yusuf (a.s.), kraldan tam yetki
    istemiştir. Bu surette ise bâzı müfessirlerin dedikleri gibi, kral, Hz. Yusuf
    (a.s.)’ın görüş ve hükmüne tâbi olmuş demektir. Binaenaleyh bu suret­le, görevi
    kabul sorumluluğu, doğrudan ahkâmı yürütme sorumluluğuna râci o-lur. Talep
    meselesine gelince, fıkhı şudur: Ehil olmayanlara, görev haramdır, gö­rev
    vermek de haram, istemek de, kabul etmek de haramdır. Ehil olanlara ise, kabul
    caiz, talep mekruhtur. Ancak o işe ondan başka ehil kimse bulunmadığı belli
    olmuşsa o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf
    (a.s.|, Allah tarafından görevlendirilmiş olduğu şer7! ahkâmı uygulamak, hak ve
    adaletin icrasına bir vesile bulmak İçin, bu talep ile, o vecibenin ifasına
    koşmuş­tur.” (Hak Dini, V, 58-59).

    Konuyu geniş bir
    şekilde ele alan Mevdûdî, ilgili âyette gündeme gelen önemli sorulara cevap
    aramıştır: Onun tespitine göre ilk soru, Hz. Yusuf (a.s.)’ın krala yaptığı
    teklifin mâhiyeti hakkındadır. Ona göre, bu talep ve kabul, öncesi olma­yan bir
    iş değil aksine, tevazuda, doğrulukta, önsezide, iffette, güvenilirlikte, zekâ
    ve anlayışta kendisini ispat etmiş ve üike kaynaklarının tasarruf ve korunma­sında
    eşsizliğini ortaya koymuş bir şahsın talebi; ve onun bütün bu kabiliyetleri­ni
    devlet erkanıyla birlikte yakından müşahede etmiş bir hükümdarın kabulü­dür.

    İkinci soru, Hz. Yusuf
    (a.s.)’m üslendiği görevin ne olduğudur. Mevdüdî, ona verilen görevin, bîr
    Maliye bakanlığı, Hazine müsteşarlığı veya Kıtlık dönemi da­nışmanlığı türünden
    bir memuriyet değil, tüm yönetimin ellerine teslim edildiği mutlak bir otorite
    olduğuna inanır. Ona göre, Yusuf süresinde onun tahta otur­ması ve kendisine
    meliklik verdiği için Allah’a şükretmesi (âyet.lOl), yine kendi­sine melik
    denmesi (âyet, 72), ülkede tam tasarruf sahibi olduğunun ifade edil­mesi (âyet,
    56 }, bunu açıkça gösterir. Tevrat ve Talmud’taki bâzı bilgiler de bunu
    destekler.

    Üçüncü bir soru, Hz.
    Yusuf (a.s.)’m hedefi hakkındadır. Hizmetlerinden mak­sadı, küfür ehline ait
    bir devletin kanunlarına tabi olmak ve onları güçlendirmek midir, yoksa yürütme
    gücünü kullanarak dinini hayatın tüm safhalarına hâkim kılmak mıdır? Bu soruya
    en güzel cevabın ünlü müfessir Zemahşeri tarafından verildiğini söyler ve onun
    şu sözlerini aktarır: “Hz. Yusuf (a.s.) ülkenin kaynakla­rını benim
    tasarrufuma verin şeklindeki teklifini yaptığı zaman onun niyeti, Allah’ın
    hükümlerini yürürlükte kılmak, hak ve adaleti tesis etmek ve tüm peygamberler
    gi­bi görevini icra etmek üzere iktidar fırsati kollamaktı. Yoksa, tahta
    geçmeyi, salta

    nat
    sürmek sevdası için yahut dünyevî arzularım ve hırslarım tatmin için isteme­mişti.
    Böylece bir talepte bulundu; çünkü bu işi icra edebilecek bir başkasının bu­lunmadığım
    gayet iyi biliyordu.” {Geniş bilgi İçin bkz. Tefhim, II, 471-473; ayrıca
    bkz. Şevkânî, Tefsir, III, 35).

    [38] Yusuf sûresi, 12/54-57.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 331-336.

    [39] Yusuf sûresi, 12/58-62. Tevrat, Kur’â-ı-ı Kerim’den
    farklı olarak, Hz. Yusuf (a.s.)’ın huzuruna giren kardeşlerinin, onun önünde
    yere kapandıklarını, Hz. Yu­suf (a.s.)’m ise onları azarlayıp onları
    memleketinin çıplaklığını görmek üzere ge­len casuslar olmakla suçladığını, bu
    suçu reddetmelerine rağmen onları suçla­maya devam ettiğini bildirir. Ayrıca
    Firavun adına yemin ederek, küçük kardeşle­rini getirmedikleri takdirde
    Mısır’dan ayrılmalarına izin vermeyeceğini söylediğini ve İçlerinden birini
    rehin olarak yanında alıkoyduğunu zikreder (Tekvin, 42/1-25).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 336-338.

    [40] Bu konudaki görüşler için bkz. Taberi, Tarih, 1, 180;
    Kurtubî, Tefsir, IX, 226-229; İbn Kesir, Tefsir, IV, 38; Kasasu’l-enbiyû, I,
    295; Salebİ,131; Mevdûdî, Tefhim, II, 479 ; Ateş, Tefsir, III, 1344.

    [41] Yusuf sûresi, 12/63-68. Buradaki son âyette
    “insanların çoğunun bilmediği şeklinde ifade edilen husus, Hz. Yakub
    (a.s.)’m “tedbir ile Allah’a tevekkül” asa­sında kurduğu dengedir. O,
    Allah’ın kendisine verdiği gerçek bilgi sayesinde akl-ı selimin gerektirdiği
    bütün tedbirlere başvurmuş; önceden Hz. Yusuf (a.s.)’a yap­tıklarını
    hatırlatarak, onları Bünyamin hakkında aynı şeyi yapmaktan sakındır­mış ve onu
    koruyacaklarına dair kesin bir söz almıştır. Aynı şekilde tehlikeye mâ­ruz
    kalmamaları için Mısır’a ayn kapılardan girmelerini emretmiştir. Sonra da Al­lah’a
    tevekkül etmiş, bir taraftan kula düşenin tedbir almak olduğunu hatırlat­mış,
    diğer yandan da hiçbir beşerî gücün Allah’ın takdirini değiştiremeyeceğini,
    gerçek himayenin ancak Allah’ın himayesi olduğunu ve O’na sığınmak gerektiğini
    açıklamıştır.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 338-340.

    [42] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları:

    [43] Taberî, Tarih, I, 182.

    [44] Kardeşlerinin, Hz. Yusuf (a.s.J’ın da önceden
    hırsızlık yaptığını söylemesini, ona yapılmış bir iftira olmayıp, çocukluğunda
    yaptığı küçük bir hırsızlığa işaret ola­rak düşünenler olmuştur. Bu konuda
    aktarılan rivayetlerde, onun çocukluğunda anne tarafından dedesine ait bir putu
    çalıp kırdığından veya ondan ayrılmak is­temeyen halasının onu kendisine köle
    edinmek maksadıyla, Hz. İshak (a.s.)’dan kalma kuşağı Hz. Yusuf (a.s.)’m beline
    bağlayıp, daha sonra da onu kuşağı çal­makla itham ettiğinden ve şeriatları
    gereğince onu köle edindiğinden bahsedil­miştir (Bu rivayetler için bkz.
    Taberî, Tarih, I, 170, 182; Kurtubî, Tefsir, IX, 239; İbn Kesir, Tefsir, IV,
    40-41 ).

    [45] Elmalıh, burada Allah tarafından Hz. Yusuf (a.s.)’a
    öğretilen tedbir hakkında şöyle der: “Yani Yusuf için bu acîb tedbiri
    Allah takdir ve tertip etti, ona, onu Al­lah vahiy ve talim eyledi de kardeşini
    alıkoymak için fetvasını kardeşlerine ver­dirdi ve bu suretle babasının
    şeriatını Mısır’da tatbik yolunu açtı. Allah bir şeyi murad edince, sebeplerini
    hazırlar. Onun için bir taraftan Yusufa O şekli talim edip kardeşlerinin
    hakemliğine müracaat ettirdiği gibi diğer taraftan kardeşlerine de İşi
    sezdirmeyerek ol veçhile cevap ve hüküm verdiriverdi.”  (Hak Dini, V, 78).

    [46] Yusuf suresi, 12/69-82. Tevrat’ta, bu ikinci gemlen
    masında kardeşinin Bunyanuni aJmadan gûmeme hususundaki ararları üzerine,
    kimliğini açıklayan ve onlara kırgm ohnadığmı söyleyen Hz. Yusuf (a.s.)’m,
    kralın da bilgisi dahilinde, babasın, ve ailesini M.sır’a getirmeleri için
    arabalar gönderdiği söylenir (Tekvin, 45-47.)

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 341-344.

    [47] Yusuf sûresi, 12/83-87.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 344-345.

    [48] Yusuf sûresi, 12/87-93.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 345-347.

    [49] Yusuf sûresi, 12/94-98. Tevrat’a göre, oğuiianmn
    kendisine Hz. Yusuf (a.s.)’m yaşadığını ve Mısır ülkesinin hâkimi olduğunu
    söylemeleri üzerine, Hz. Yakub (a.s.), onlara inanmamış, aksine gönlünü
    bayıltıcı bir keder kaplamıştır. Ancak Hz. Yusuf (a.s.)’ı getiren kervanı
    görünce sevinmiştir (Tekvin, 45/26-27).

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 347-348.

    [50] Onların şeriatinde insan İçin secdeye kapanmanın caiz
    olduğunu bildiren riva­yetler de nakledilmiştir (bkz. İbn Kesir, Tefsir, İV,
    50). Yine, İbn Abbas’tan, önün­de secdeye kapanılan şahıs için kullanılan
    “O” zamiriyle Allah’ın kastedildiği; çünkü bir peygamberin, anne ve
    babasının kendi önünde secde etmelerine izin vermesinin peygamberlere yakışan
    bir Ö2ellik olmadığı şeklinde görüş nakledil­miştir (Râzi’nin İbn Abbas’tan
    naklettiği bu rivayet için bkz. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, 479

    [51] Yusuf sûresi, 12/99-101.

    [52] Kurtubî, Tefsir, IX, 268.

    [53] Göst. yer.

    [54] Mevdûdî, Tefhim, II, 493.

    [55] Çıkış, 12/37-38.

    [56] Sayılar, 15/15-16.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 348-351.

    [57] Tekvin, 41/45-50.

    [58] Bkz. Taberi, Tarih, I, 178; İbn Kesir, Tefsir, IV, 34;
    Salebi, 128. Kurtubî, onun çocukları hakkında bilgi verirken, iki oğlu ve bir
    kızının İsimlerini vermiş; ancak onların annelerinden bahsetmemiştir (Tefsir,
    9, 270). Bunun sebebi, Hz. Yusuf ;î  
    (a.s.)’m hanımı hakkındaki rivayetlere güvensizlik olmalıdır.

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 351.

    [59] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 351-352.

    [60] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 352.

    [61] Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan
    Yayınları: 352-353.

    [62] Yusuf süresi, 12/102-107.

    [63] İbn Kesir, Tefsir, IV, 61.

    [64] Yusuf sûresi, 12/110-111.

    [65] En’am sûresi, 6/84

    [66] Mü’min sûresi, 40/34

    Prof. Dr. İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, Kayıhan Yayınları: 353-355.