Ay: Aralık 2013

  • Kastamonu ve Hitit İlahiyat Ortak lisansüstü program açacak

    Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüleri Temel İslam
    Bilimleri Anabilim Dalları Ortak Lisansüstü (Yükseklisans ve Doktora) programı açılması
    ve yürütülmesine ilişkin protokol imzalandı.
    Protokolü; Hitit Üniversitesi adına Rektör Prof. Dr. Reha Metin Alkan ile Kastamonu Üniversitesi adına
    Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Atalan imzaladı.
    İmza töreninde Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Mehmet Evkuran ve
    Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz Çuhadar da hazır
    bulundu.
    Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülecek Lisansüstü programları
    kapsamında, iki üniversite arasındaki akademik işbirliğini ve etkileşimi sağlamak, güçlü taraflarını
    biraraya getirerek zenginleştirmek ve ortak programa katılan öğrencilerin en üstün akademik
    standartlarda eğitim-öğretim almalarını sağlamak ve araştırma imkanı vermek amacıyla imzalanan
    protokol, ortak Lisansüstü programlarına öğrenci kabulü, müfredat, sınav, değerlendirme, devam, izin,
    verilecek diploma gibi programın başından sonuçlandırılıncaya kadar ortak lisansüstü programlarında
    yapılacak uygulamaları kapsadığı belirtildi.
    Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi arasında gerçekleştirilen işbirliğinin her iki üniversiteyi daha
    da güçlü kılacağını belirten Rektör Alkan, Hitit Üniversitesi’nin attığı bu somut adımlarla daha da
    büyüyeceğini ve bulunduğu coğrafyaya daha büyük fayda sağlayacağını ifade ederek anlaşmanın her
    iki üniversite için hayırlı uğurlu olmasını diledi. (Volkan SINAYUÇ)

  • Diyanetten camilerde merkezi vaaza son

    diğer camilerde ise hoparlörlerden yayımlanan vaaz uygulaması sona erecek. 40 bine yakın camide uygulama hayatageçerken, önümüzdeki yıllarda bunun yurt genelineyayılması planlanıyor. Diyanet işleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Y ılmaz, proje kapsamındaki çalışmalarındevam ettiğini bildirdi. Diyanet İşleri Başkanlığınca önceki senelerde faıklıuygulamaların hayata geçirildiğini hatırlatan Yılmaz, “Bu dönemlerde imamlarımızın cami kürsülerinde, hutbede ne söylediklerini kontrol edememek gibi kaygılarla, bir takım sosyal ve idari baskılarla ‘hutbeyi merkezden vereceğiz’ denilmiş. Vaazlar için de ‘her şehrinmerkezinde bir camide vaaz edilecek, oradan yapılan vaaz camilerde verilecek’ denilmiş” diye konuştu. Söz konusu uygulamayla birçok cami imamının vaaz vermeyi bıraktığını, okudukları hutbelerin merkezden gönderildiğini ve sadece namaz kıldırdığını ifade eden Yılmaz, şunları söyledi: “Böylece tehlikesiz. problemsiz bir ortam doğacak şeklinde tedbir alınmış. Bu muhtemelen siyasi sebeplerle yapılan bir uygulama olmuş. Çok ters ve yanlış tezahürleri de oldu bunun. Din görevlilerimizin kendi gelişimlerinin önünde bir engel olarak karşımıza çıktı. İmam hatiplerimiz kendi kürsüsünde vaaz edemedikten, bununla ilgili bir hazırlık yapamadıktansonra körelmeye başlıyor. Kitap karıştırmak, yeni mesajlar hazırlamak derdi olmayınca bu durum körelmeye neden oluyor. Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve başlamasının ardından işaretleri üzerine yeni bir proje başlattık. Yurt genelinde 80 bine yakın imam hatip, 90 bine yakın camimiz var. Bu camilerdeki imamlarımız kürsülerde vaaz edemeyecekse bu bizim için büyük bir kayıptır diye düşündük. ‘Biz görevlilerimize güveniyoruz’ anlayışından hareket ederek bu projeyi hayata geçirdik.” “Hem öz güvenleri arttı, hem de aidiyet duyguları pekişti” Projeyle her imamın görevli olduğu camide vaaz vermesini hedeflediklerini dile getiren Yılmaz, bunun için gerekli eğitimlere başladıklarını hatırlattı. 38 bine yakın imam hatibe eğitimverildiğini belirten Yılmaz. “Bütün imamlarımızın böyle bir eğitimden geçmesini amaçlıyoruz. Bunun sonucunda eğitim alan imamlarımızın büyük çoğunluğu görevli oldukları camilerde kendi vaazlarını hazırlamaya başladı” diye konuştu. Projenin cemaatle din görevlileri arasında namazdan önce veya sonra diyalog kurulmasınıda sağladığını belirten Yılmaz. “Bu sadece bilgi aktarımı değil, aynı zamanda duygu, sevgiaktarımıdır. Daha önce imamlarımız adeta birer namaz kıldırma memuru gibi görülüyor, öyle anlaşılıyordu. İmamlarımız da bundan rahatsızdı. Şimdi artık namaz vakitlerinden önce veya sonra cemaatle yaptıkları sohbetlerle, okudukları dualarla daha fazla paylaşıma girmeye başladılar. Böylece imamlarımızın hem öz güvenleri arttı hem de aidiyet duyguları pekişti. Bunun artması toplumsal barışa daha da katkı sağlayacak” dedi. “Projemizin önümüzdeki yıllarda bütün camilerimizde hayata geçmesini umuyoruz” ifadelerini kullanan Yılmaz, eğitimlerin sürdüğünü söyledi. İmamlara proje kapsamında ilk olarak vaazın nasıl hazırlanacağına yönelik eğitim verildiğini belirten Yılmaz, diksiyon veiletişim derslerinin de eğitimlerin arasında yer aldığını kaydetti.

    Kaynak: AA

  • İmam Malik Hayatı ve Eserleri Muvatta İmam Malik

    1. İmam Malik. 1

     

    a) Hayatı ve Şahsiyeti: 1

     

    b) Usûlü ve İctihad Felsefesi: 2

     

    c) Öğrencileri: 4

     

    d) Eserleri: 5

     

     

    2. Muvatta: 6

     

    a) Özellikleri: 6

     

    b) Rivayetleri ve Şerhleri: 7

     

     

    3. İmam Malik Ve Muvatta İncelemeleri: 9

     

    4.  Muvatta’da Geçen Bazı Hadis Terimleri: 10

     

     

     

    İmam Malik


    a) Hayatı ve Şahsiyeti:

     

    Malik b. Enes b. Amir (93-179/712-795), Medine’de doğdu ve öldü. Dedeleri Yemen’den gelip Medine’ye yerleşmişti.

    îmanı Malik, hadis ve rivayet, fıkıh ve re’y ilimlerini tahsil etmiştir. Pekçok hocadan ders almıştır. Nafı, Abdurrahman b. Hürmüz, Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zührî, Yahya b..Said, Rebiatu’r-Re’y bunlardandır. Abdullah b. Ömer’in azatlısı Na-fi’den îbn Ömer’in rivayetlerini, sahabîlerin amellerini ve Hz. Ömer’in tatbikatını öğrenmiştir.

    imam Malik tahsilini bitirip Medine hukukunu kavradıktan, liyakati konusunda’ içlerinde fikıh ilmini öğrendiği yetmiş kadar büyük fukahanın şahitliğinden sonra fetva vermeye ve öğretime başlamıştır. îlk zamanlar Mescid-i Nebî’de ders okutuyor, fetva veriyordu. Daha sonra idrarını tutamama rahatsızlığından dolayı evine taşındı, orada ders okutmaya ve fetva vermeye devam etti. Gerek camide, gerekse evindeki derslerinde, Ebu Hanife’nin me­todunun aksine, talebesiyle tartışma ve fikir alışverişinde bulun­maksızın sadece bilgi verme ve anlatma metodunu uyguladı. Bu sebepten sağlığında kendisiyle talebesi arasında mevcut bir ihti­laf kaydedilmez. Ama vefatından sonra bazılarının onun fikirleri­ne muhalif görüşleri nakledilmiştir.

    imam Malik, uzun ömründe yedi Emevî, beş Abbasî halifesi, otuz Medine valisi görmüştür.

    îmam Malik, Hz. Ali evladını hilafet davasında haklı görürdü. 144/761’de halife Mansur onu Mekke’deki Hasenîlere (Hz. Hasan taraftarlarına) göndermiş ve hilâfet iddiasıyla itham edilen Muhammed en-Nefsu’z-Zekiyye ve kardeşi İbrahim b. Abdillah kardeşleri istetmişti. Bu, kendisinin umumî bir hürmet kazanmış olduğunu ve hiç olmazsa siyaset bakımından, hükümdara düş­man olmayan bir vaziyet almış bulunduğunu gösterir. Muham­med en-Nefsu’z-Zekiyye, 145/762’de isyan etti ve Medine’yi zaptet­ti. Medine’liler iki arada tereddüt içinde kaldılar. Durumu imam Malik’e sordular. O da Mansur’a yapılan bey’atın ikrahla, zor al­tında yapıldığını, ikrahın muteber olmadığını, mükrehin talâkı­nın bile sayılmadığını söyledi ve fetva verdi. Bunun üzerine ihti­yatı elden bırakmayan şehir halkının çoğu en-Nefsu’z-Zekiyye’ye bey’at ettiler. Mansur’un ordusu en-Nefsu’z-Zekiyye’yi şehid etti. îmam Malik, ayaklanmaya faal olarak katılmayıp evinde kaldı. Buna rağmen 147/764’te, ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine, Medine valisi Ca’fer b. Süleyman tarafından kırbaçla dö­vülmek suretiyle cezalandırıldı. Bunun sonucunda omuzu yerin­den çıktı ve omuzunda bir sakatlık kaldı ki bu şöhretini daha da arttırmıştır. îmam Malik, daha sonra Abbasî halifeleri tarafından hürmet görmüştür. 160’ta Mehdî, Mekke’de Harem1 de yapılacak inşaat vesilesiyle onunla münakaşa etmiş, ölüm yılı olan 179’da Harun Reşid hac münasebetiyle gelip onunla görüşmüştür.

    îmam Malik, ayrıca Harun Keşid’e bir mektup yazarak, ona öğüt vermiş, Yüce Allah’ın öfkesinden sakındırmış, Allah’a itaat olan şeyi emretmesini, Allah’tan korkanlara danışmasını, kötüle­ri dost edinmekten kaçınmasını, mazluma yardım etmesini ve in­sanlara âdil davranıp adaletsizlikten kaçınmasını istemiştir, îmanı Malik, çağındaki siyasî hayat konusunda nemelazımcı ve çekimser değildi, muhalefet konusunda gerektiğinde yerine getir­diği açık bir rolü vardı.

    Bütün bunlar, bazı şiî yazarların, kendisine muhalefet etme ve imamları Cafer Sadık’m şahsında Ehl-i Beyt’in fikhıyla reka­bet etmek için işbaşmdaki Abbasî iktidarınca yönlendirilmiş ol­duğunu ileri sürmesinin, tarihî bir temelden yoksun bulunduğu­nu gösterir.[1]

     

    b) Usûlü ve İctihad Felsefesi:

     

    îmam Malik, ehl-i hadis ve Hicaz’ın reisi olarak tanınmıştır, îlim ve âlimlere büyük değer verir, Allah’ın kendisine lütfettiği ilmi, fark gözetmeksizin herkese verebilmek için büyük gayret göstermiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid’in hacca geldiği sırada, oğulları Emin ile Me’mun’a ders verdirmek için kendisini huzuru­na çağırtması üzerine verdiği cevap meşhurdur: “îlim gelmez, ilme gidilir.” Elli yıl kadar süren hocalık hayatında, hadis dersleri ve vuku bulmuş olaylarla ilgili görüş beyanı (fetva) olmak üzere iki çeşit ilmî faaliyeti sürdürmüştür.

    îmam Malik her ne kadar ictihad ve istinbat konusunda bazı kaidelei açıklasa ve diğer bazılarına işaret etse de, ictihad ve hü­küm çıkarmaya dair kaide ve metodlarım, mezhebinin usulünü bizzat yazmamıştır. Ancak Muvatta’daki bazı sözleriyle, bu kita­bın yamsıra el-Müdevvene adlı kitapta nakledilen içtihatları, mensuplarına onun usulünü belirleme imkânını vermiştir.

    Buna göre îmam Malik’in usulü şöyledir:

    1) Kıır’ân’a başvurmak.

    2)  Sünnete başvurmak: Sünnetin sahih oluşuyla ilgili sıkı şartları vardır. Kıyası ve Medine’lilerin uygulamasını tercih eder. Çünkü Medine’lilerin uygulaması, babalarından ve dedelerinden gelmiş, mütevatir sünnet derecesindedir.

    3) İcma, İmam Malik, “el-Emfu’1-Muctemau aleyh” (ittifak edilen durum) terimiyle, sık sık icma’dan söz ederek, bunu bir de­lil olarak kabul etmiştir.

    4) Re’y, îmam Malik, bazılarına göre hadisçilerden sayılması­na rağmen, hüküm çıkarma yönteminde (istinbatta) re’ye de geniş yer vermektedir.

    îmam Malik’e nisbet edilen delillerden sahabe kavli sünnet içinde; kıyas mesalih-i mürsele; seddu’z-zerai, istihsan; ıstıshab ise re’y içinde düşünülmüştür.

    5) Medine halkının ameli.

    îmam Malik vahyi müşahede eden, Rasulullah’m (s.a.v.) tatbikatım görüp yaşayarak amelî bir şekilde nesillere aktaran Medine halkının ameline, belli şartlar içinde önem veriyor, hü­kümlerine kaynak ediniyor ve ona muhalif hareket edenleri kını­yordu. Nitekim Leys b. Sa’d’e yazdığı risalesinde bu yüzden onu ikaz etmişti.

    Leys b. Sa’d ona verdiği cevapta, sahabe ve Medine halkı hak­kında söylediği iyi sözleri aynen kabul etmekte, fakat diğer îslâm memleketlerine de büyük sahabîlerin gittiğini, oralarda bulunan halkın da bunların söz ve amellerini aynen benimseyip naklettik­lerini ifade ederek bu noktada ondan ayrılmaktadır.

    îmam Malik, Muvatta’daki hükümleri kastederek şöyle de­miştir. “Bu kitapta bulunanların çoğu re’ydir. Yemin ederim ki bunlar bana ait re’y değildir; ilim, fazilet ve takva Sahibi üstadla-rımdan duydukları m dır. Bu üstadların sayısı çok olduğu için, kendime izafe ederek re’y dedim. Onların re’yleri de tıpkı benimki gibi olup, sahabeden intikal etmiştir. Burada el-emru’1-muctema aleyh (bizdeki ittifak edilen hüküm) dediklerim, ilim ve fıkıh sahi­bi âlimlerin ittifakla kabul edip, ihtilaf etmedikleri meselelerdir. El-emru indena (bizdeki durum/hüküm) veya el-emru bi-belediha (bölgemizdeki durum/hüküm) dediklerim, bizde halkın uyguladı­ğı, hükümlerin buna göre verilegeldiği, avam, havas herkesin bil­diği hükümlerdir. Ba’du ehli’1-ilm (bazı âlimler) dediklerim, âlim­lerin görüşleri içinde benim beğenip tercih ettiklerimdir. Onlar­dan duymadıklarım gelince içtihad ettim, erişebildiklerimin gö­rüşleriyle kendi re’yimi karşılaştırdım ki haktan ve Medine halkı­nın mezhebinden uzaklaşmış olmayayım.”

    Dinin muteber veya reddedilmiş kabul ettiği maslahatların dışında kalmakla beraber, muteber maslahatlara yakın bulunan mesalih-i mürsele’yi bir delil olarak kabuleden îmam Malik, mu­teber olduğuna şer’î delâlet bulunan maslahatları öncelikle kabul ve tatbik etmiştir. Bu, ibadet değil, muamelât sahasında olmuş­tur.

    îmam Malik ictihad usulü konusunda şunları söyler: “Rasû-lullah (s.a.v.) müstesna herkesin sözü kabul ve reddedilebilir.”

    “Kendi imamını taklid yüzünden sahabe kavlini terkeden kimseye teube teklif edilir.”

    “Ben bir beşerim; hata da, isabet de ederim. Re’y ve içtihadımı inceleyin; Kur’an ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uyma­yan bütün sözlerimi de terkedin.”

    îmanı Malik, hac dışında Medine’den hiç ayrılmamıştır. Hat­ta Harun Reşid, kendisiyle birlikte Bağdat’a gelmesini istediğin­de, Hz. Peygamber’in kabri civarında kalmayı, Bağdat ve başka yerlere gitmeye tercih ederek, teklifi kabul etmemiştir. Medine’de kalışı, uzun ömürlü oluşu, kendisine gelen birçok kişi üzerinde büyük etki yapmıştır. îslam topraklarının muhtelif yerlerinden, Mısır, Şam, Irak, Kuzey Afrika ve Endülüs’ten ilim öğrenmek iste­yenler îmam Malik’e gelmişler, onunla beraber bulunup ilim öğ­renmişlerdir. Büyükden küçümsenmeyecek sayıda öğrencisi var­dı. Mezhebini işte bu talebeleri Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs’te yaymışlardır. Öğrencileri arasında büyük hukukçular da yardı. [2][3]

     

    c) Öğrencileri:

     

    Mısır’h talebeleri arasında Malik’in müctehid talebelerinden biri olan, birçok âlim yamnda, îmam Maîik’den de ders alan Ab-durrahman b. Kasım; hocası tarafından Mısır fakihi ve müftüsü olarak adlandırılan Abdullah b. Vehb b. Müslim; İbnu’l-Kasim’dan sonra Mısır fikıh reisi olan Eşheb b. Abdilaziz el-Kaysî; Eşheb’ten sonra üstadlığa geçen, îmam Malikin Muvatta’sını sema (bizzat duyma) yoluyla rivayet eden ve îmam Şafiî’nin de kendisinden çok faydalandığı Abdulah b. Abdilhakem el-Mısrî vardır.

    Tunuslu Ali b. Ziyad, îmam Malik ve Leys b. Sa’d’den ders okumuştur. Ailesi aslen Nişabur’lu olup Tunus’ta doğan Esed b. el-Fırat, Muvatta’yı îmam Malik’ten sema (bizzat duyma) yoluyla öğrendi; Irak’a gitti, Irak fıkhını öğrendi, Ebu Yusuf a Muvatta’yı rivayet etti.

    îmanı Malik ile Ebu Hanife, hac mevsiminde bir araya gelmiş, ilmî ve nezîh münazaralar yapmışlar, her ikisi de birbirini takdir etmişlerdir. Ebu Hanife’nin vefatından sonra oğlu Hammad, îmam Malik’e gidip “birçok meseleleri sorarak ondan yararlanmış, îmam Malik de yine birçok fıkhî meselede ondan Ebu Hanife’nin hüküm ve delillerim sorup öğrenmiştir. Ebu Hanife’nin talebele­rinden îmam Muhammed, önce îmam Sevrî’den, sonra da üç yıl ayrılmaksızın İmam Malikden hadis tahsil etmiş, bu arada tmam Malik de ondan Ebu Hanife’nin fıkıh esaslarını öğrenmiştir. Bütün bunlar, Hicaz (hadis) ve Irak (re’y) ekollerini birbirine yaklaştırmış, hatta kaynaştırmış, ilimde taassubun yersizliğini göstermiştir.

    Talebelerine rivayette bulunduğu hadisler,eserler, kendisine sorulan konularda verdiği fetvalar, onlar tarafından yazılmıştır, imam Malik onları bu işten ne alıkoymuş, ne de yazmalarını emretmiştir. Ancak bazan verdiği fetvaların hepsini yazmalarım istememiştir. îmam Malik fiilen meydana gelen konularda cevap vermek ister, farazi (teorik) meselelerden hoşlanmazdı. Hatta bazı talebeleri henüz meydana gelmemiş konularda soru sormak istediklerinde, sanki meydana gelmiş bir olaymış gibi, herhangi biri vasıtasıyla hocalarına sordururlardı. [4]

     

    d) Eserleri:

     

    imam Malik’in eserleri iki gruptur:

    – Fıkha dair eserleri:

    1) Muvatta: Fıkha dair eserlerinin en meşhurudur.

    2) Kitabu’sSuneTi (Sunne): Abdullah b. Abdilhakem tarafin-an nakledilmiştir.

    3) Kitabu’l-Menâsik.

    4) Kitabu’l-Mucâlesât: Abdullah b. Vehb tarafından nakledil-aştır.

    5) Kitabu’l-Akdıye: Abdullah b. Abdilceiil tarafından rivayet İtilmiştir.

    6) Risale fi’l-Fetva: Nadid b. Nazzâr ile Muhamed b. Mutarrif rafından rivayet edilmiştir.

    Bütün bu eserlerin mevsukiyeti (îmam Malik’e aitliği) şüphelidir. Bunlar îmam Malik’in ilk talebeleri zamanına kadar çıksa bile, îmam Malik’e isnad edilmesi uygun olan kısmın tesbiti müphem kalmaktadır. Bazan bu eserler, bu talebelerin eserleri olarak da gösterilmiştir.

    7) Risale: Ebu Yusuf un Kitabu’l-Harac’ma, Maliki mezhebi­ne göre, bir ilave teşkil eder görünen, halife Harun Reşid’e karşı itirazlar ihtiva eden bu eserin mevsukiyeti hakkında ciddî zanlar vardır. Bulak’ta 1311’de yayımlanmıştır.

    8) el-Mudevuenetu’l-Kubrâ: Tunus’lu Sehnun b. Abdisselam (Ö. 240/854), Esed b. Furat’tan okuduğu el-Esediyye’yi Mısır’da Îbnu’l-Kasım’a arzetmiştir. îbnu’I-Kasım’la yaptıkları tashih ve ilaveleri Esed kabul etmemiş, bu ikinci eser el-Esediyye’nin yerini alarak “el-Mudevvene” adıyla anılmıştır. Fıkıh konularına göre tertiplenmiş olup kırk bin mesele, dört bin hadis, otuzaltıbin eseri (sahabe ve tabiûn kavli) içermektedir. İlk kez Mısır’da 1323’te yayımlanmış olan Sehnun’a ait bu eser, çoğu kez îmam Malik’e nisbet edilir.

    -Muhtelifkonulardaki eserleri:

    1) Tefsir,

    2) Risale fi’l-Kader ve’r-Red ale’l-Kaderiyye,

    3) Kitabu’n-Nucûm,

    4) Kitabu’s-Sirr,

    Elde bulunmayan bu kitapların îmam Maîik’e aidiyetleri de kesin değildir. [5]

     

    II- Muvatta:

     

    a) Özellikleri:

     

    Muvatta, îmam Malik’in en meşhur eseridir. Fıkıh konularıy­la ilgili bir kısım hadisi, Medine halkının uygulamalarım, sahabe ve tabiûn fetvaları ile îmam Malik’in kendi içtihadlarmı içine alır. Bu eserde, rivayette bulunduğu âsâra kıyasla, bazı meselelerde görüşlerini, rivayetlerine dair tefsir ve eğilimlerini, görüşlerden bazılarının diğerlerine tercih ediliş sebeplerini de anlatmıştır. Bu eseri için çok uğraşmış, fıkhın konularına göre düzenlemiştir. Kalabalık bir grup, İmam Malik’in sağlığında bu eseri kendisin-en okumuştur.

    Abbasî halifeleri Mansur ile Harun Reşid, Muvatta’ı bütün lkede uygulanacak bir kanunname olarak kabul etmek istemiş-rse de, îmam Malik içtihad hürriyetini zedeleyeceği gerekçesiy-bu tekliflerini kabul etmemiştir.

    Muvatta’da 600’ü müsned, 222’si mürsel, 613’ü mevkuf, 285’i naktu 1720 kadar hadis vardır. Önce Hz. Peygamber’den gelen adisleri, sonra Ashab’dan, daha sonra da tabiûndan gelen haber-3ri (âsâr) zikretmektedir. En sonunda da kendi re’yini belirtmek-edir. Bir rivayete göre, Mansur’un ve Mehdî’nin isteği üzerine azdığı bu eserini, vefaüna kadar seçerek küçültmüştür. Hadis ri­ayetleri ile fıkhı fetvalarında, Hz. Ömer’in anlayışı hakimdir. iz. Ömer ile oğlu îbn Ömer’den 250’yi aşkın hadis, eser ve fetvayı ivayet eder.

    Muvatta adında îmam Malik’in kendi çağında yazılmış başka seı-ler de vardır: Muhammed b. Ebî Yahya’nın (ö. 184/800), bnu’l-Mâcişûn’un (ö. 164/780), Abdullah b. Vehb’in (ö. 197) Mu-‘atta’ları gibi. Ama bunlar, başka hadis eserleri gibi zaman içinde kaybolmuşlardır. îmam Maîik’in Muvatta’sı, belki bunların da bir asmını içermektedir.

    Muvatta’da sağlam ve seçkin rivayetler, kolay ve uygulanabi-ir fıkıh, açık seçik selef akidesi ve ferdî-sosyal ahlâk konuları itabın her yanına serpiştirilmiş olarak yer almaktadır. [6]

     

    b) Rivayetleri ve Şerhleri:

     

    Muvatta’nın pekçok rivayeti vardır. Bunların iki tanesi meş-tur olmuş ve yayılmıştır:

    a- Yahya b, Yahya el-Leysî, (ö. 234) Rivayeti:

    Muvatta’yı Önce Maliki mezhebini Endülüs’te ilk yayan Ziyad >. Abdurrahman b. Ziyad’dan (ö. 204) okumuştur. Daha sonra Medine’ye gitmiş ve bazı bölümleri dışında Muvatta’yı doğrudan mam Malik’ten sema (bizzat duyma) yoluyla almıştır. îmam Ma-ik’le görıismesi 179’da olmuştur.

    Muvatta denildiğinde öncelikle Yahya b. Yahya nüshası anla­şılır. Bu nüshanın çeşitli basımları vardır. Elinizdeki tercümeye de esas alman nefis ve ilmî yayımı, Muhammed Fuad Abdulbaki tarafından yapılmıştır. Yayımcı bu nüsha dışında onüç nüshayı da tanıtmıştır. Bu nüshaların bir kısmı hâlâ yazma halindedir, bir kısmı ise kaybolmuştur.

    Hadis edebiyatının en eski ürünlerinden olan Muvatta üze­rinde, hadis, fıkıh ve dil açısından bağımsız veya karma pekçok çalışma ve şerh yapılmıştır.

    Muvatta’nın daha iyi anlaşılmasını sağlayan en meşhur şerh­leri şunlardır:

    1) el-îstizkâr fi Şerhi Mezâhibi Ulemail-Emsar mirnma Rase-mehu’l-îmam Malik fi’l-Muvatta mine’s-Re’y ve’l-Âsâr:

    îbn Abdilberr’in (368-463/978-1071) bu kitabı, yine kendisi ta­rafından et-Takassî fi’1-Hadisin Nebevî (Tecridu’t-Temhid) adıyla kısaltılmıştır. et-Takassî, Kahire’de et-Tecrîd adıyla 1350/1931 yılında basılmıştır. M. F. Abdulbakî yayımında bu kitaptan çok yararlanmıştır.

    2) el-Munteka fl şerhi’l-Muv atta:

    Endülüslü Ebul-velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî (ö. 494/1100) tarafindan, daha önce genişçe yazdığı el-îstifâ adlı eserinin istek üzerine kısaltmasıyla meydana gelmiştir. Fıkhı meselelerin Muvatta’daki delillerini göstermiştir. Böyle bir seçme yapıldığı için eserine el-Muntekâ adını vermiştir.

    el-Muntekâ’da senedleri, hadisle ilgili bütün meseleleri ve muhalif görüşleri ve delillerini zikretme yoluna gitmemiş, aksine hadis ve onunla ilgili temel meselelere yer vermiş ve bazan da bu meseleye uygun ayrıntılara işarette bulunmuştur.

    Karma şerhlerden olan el-Muntekâ’da mesele, fasl kelimele­riyle ve hadis metinlerinin başına sad, sonuna şîn harfleri konula­rak ve “kavluhu” diyerek açıklamalarda bulunulmuştur. Ayrıca sayfa kenarında Muvatta metni de vardır. Maliki mezhebine göre kaleme alınmış, fikhî ahkâm yönü ağırlıklı bir şerh olan el-Munte­ka, ilk kez Kahire’de 1331’de yedi cilt halinde yayımlanmıştır.

    3) el-Mesalik alâ İmam Malik:

    Ebu Bekir Muhammed b. el-Arabî (Ö. 546/1151) tarafından yapılmış bir şerhtir.

    4) Tenvîru’l’Havâlik Şerhu Muvattai Malik:

    Öelaluddiri Suyûtî (Ö. 911/1505) tarafından yapılan karma bir şerhtir. Daha çok önceki Maliki ulemanın görüşlerini zikretmek suretiyle hadisleri açıklamaktadır. Sayfa başlarında Muvatta metni, sayfa altlarında ise şerh bulunmaktadır. Sonunda ise Muvatta ricaliyle ilgili Suyutî’nin başka bir eseri vardır. Mısır’da 1951 ‘de yayımlanmıştır.

    Suyutî’nin ayrıca Is’âfu’l-Mubatta bi-Ricali’1-Muvatta adlı 3seri Haydarabad’da 1320/1902’de basılmıştır.

    5) Şerhu’l-Muvatta:

    Muhammed b. Abdulbaki ez-Zurkanî (ö. 1122/1710) tarafindan yapılmış bu şerh, Ebhecu’l-Mesâlik bi-Şerhi Muvattai îmam Malik adıyla da bilinir. Muvatta’yi tanıtan bir girişten sonra, hadislerin tahrîcini kitap ve musannif ismi olarak yapmakta, rivayet farklarım göstermekte, daha çok Maliki anlayışa göre tercihlerde bulunmaktadır, yer yer diğer mezheplerin görüşlerine de işaret etmektedir. Hadis ilmi usulü açısından kaleme alınmış fıkhî neticelere işaret eden bir şerh görünümündeki eser, ilk kez Mısır’da 1961’de beş cilt halinde basılmıştır.

    6) el-Mesvâ (el-Musevvâ) Serhu’l-Muvatta:

    Şah Veliyyullah Dihlevî (1114-1176/1702-1762) tarafından .pılmış bu şerh, önce hadis metnini hemen her bir hadis için bâb arak verir, “kultu” (bana göre) diyerek açıklar. Bazan da fıkhı etlez-i verip, İmam Malik’in ve diğer mezheplerin görüşleriyle ‘likte kendi tercihini ve açıklamasını da sunar. Beyrut’ta 33’te iki cilt halinde yayımlanmıştır.

    7) Evcezu’l-Mesâlik Şerhu Muvattai îmam Malik:

    Muhammed Zekeriya b. Muhammed el-Kândehlevî tarafın-ı yapılmış bu şerh, Hindistan’da 1348/1929’da altı büyükçe cilt inde yayımlanmıştır.

    8) Keşfu’l-Mugattâ mine’l-Maânî ve’l-elfazi’l-Vâkıa fi’l Muvatta:

    Muhammed et-Tahir b. Âşûr tarafından yazılan bu eser Cezair’de 1976’da basılmıştır.

    b) Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî 132-189/749-805) Riva­yeti:

    Ebu Hanife’nin en yakın öğrendi erinden olan İmam Muham­med, aynı zamanda İmam Malik’ten de ders okumuştur. Kitabın­da önce îmam Malik’in rivayetlerini verir, daha sonra ona muva­fık veya muhalif görüşleri ve kendi tercihini belirtir. Bu nüshada Ebu Yusuf un görüşlerine yer vermez.

    Abdülvehhab Abdüllatif tarafından Kahire’de 1987’de üçün­cü basımı yapılmıştır. Elinizde eserde bu yayımdan yararlanarak, iki nüshayı karşılaştırmak için, İmam Muhammed rivayetindeki numaraları ilgili hadislerin tahrîrinde kısaltılmış bir ifadeyle Şeybanî diye göstermiş bulunuyoruz.

    Bu rivayetin de çeşitli şerhleri ve üzerinde yapılan çalışmalar vardır.

    1) Feihu’l-Mugatta Şerhu’l-Muvatta:

    Ali b. Muhammed b. Sultan el-Kari (ö. 1014/1605) tarafından yapılan bu şerhin bir yazması Daru’l-Kutubi’l-Mısrıyye’de (no: 323-Hadis) bulunmaktadm

    2) Şerhu’l-Muvatta:

    Mekke müftüsü İbrahim b. Huseyn Pfrîzâde (ö. 1092/1681) ta­rafından yazılan bu şerh, Aynî’den çok yararlanmakta olup, bir yazması Medine’deki el-Mektebetu’1-Mahmudiyye’dedir.

    3) el-Muheyya fi Keşfi Esrarî’l-Muvatta:

    Osman b. Ya’kub et-Turkmânî el-İslambulî tarafından 1166/1753’de bitirilmiştir. Çeşitli Muvatta rivayetleri üstüne bir şerhtir. Daru’l-Kutubi’l-Mısrıyye’de (no: 586-Hadis) yazma bir nüshası vardır.

    4) el-Ta’lîku’l-Mumecced alâ Muvattai Muhammed:

    Abdulhay b. Abdilhalîm el-Leknevî (1264-1304/1848-1886) ırafmdan yazılan bu şerh, Hindistan’da ve 1879’da yayımlan-ııştır.

    Muvatta’nın diğer rivayetlerinden beş kadarı Endülüs’te püncü ve dördüncü asırda tedris ediliyordu. [7]

     

    III- İmam Malik Ve Muvatta İncelemeleri:

     

    îmanı Malik’in hayatı ve hadis ilmindeki yeri konusunda yapılan şu çalışmalar belirtilebilir:

    Emin el-Hûlî/ Malik b. Enes-Terceme Muharrara, Kahire, ârû İhyâi’l-Kutubi’r-Arabiyye,

    Abdulhalim el-Cundî/ Malik b.Enes îmâmû Dâri’l-Hicret, Ka-Lre 1969, Dâru’l-Maârif,

    Ebu Bekr Îbnu’l-Arabî / Kitabu’l-Kabes fi Şerhi Muvattai Ma­lı b. Enes, yay. Muhammed Abdullah Veled Kerîm, Beyrut ty., c.

    Muhammed Ebu ZehroJMalik, Hayâtuhu ve Asruhu, Kahire, 346 (İmam Malik, Hayatı-Görüşleri-Fıkıhta Yeri, Çev. Osman eskioğlu, Ankara 1984, Hilal Yayınları).

    Mahmud Nâdî Ubeydât/ Malik b. Enes ve Eseruhu Ei’l-Hadîs, ahire, 1969 (Ezher Üniversitesinde yapılmış doktora tezi çalış-Lası).

    Nezîr Kamdân/el-Muvattaât li’l-hnam Malik Radıyallahu nh, Dımaşk-Daru’1-Kalem/Beyrut-ed-Dâru’ş-Şamiyye 1992 mam Malik’in hadis yönü ve Muvatta’ların özellikleri konusun-a yapılmış çok değerli bir çalışmadır). [8]

     

    IV. Muvatta’da Geçen Bazı Hadis Terimleri:

     

    Son olarak özellikle dipnotlarda geçen bazı hadis terimlerini açklayalım.

    Sahih: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl (kesintisiz) senedle rivayetle ettikleri şaz (sika ravinin kendisi gibilere aykırı rivayeti) ve muallel (gizli kusurlu) olmayan hadistir.

    Merfu: Söz, fiil, takrir, fıtrî veya ahlâkî vasıf olarak; senedi muttasıl (kesintisiz) veya munkatı (kesintili) olsun -açıkça veya dolaylı olarak (hükmen)- Hz. Peygamber’e izafe edilen hadistir.

    Mevkuf: Sahabîlerin söz, fiil ve takrirlerine dair -muttasıl ve­ya munkatı- haberlerdir, sened sahabîde kalır, Hz. Peygamber’e ulaşmaz.

    Maktu: Herhangi bir tabiîye izafe olunan söz, fiil ve takrirdir. Bu terim yerleşmeden önce bazan munkatı terimi kullanılmıştır.

    Hasen: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadistir.

    Zayıf: Sahih ve Hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir.

    Mürsel: Tabiînin senedde sahabîyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir.

    Munkatı: Senedi muttasıl (kesintisiz) olmayan hadistir. Munkatı hadis, mürsel hadisten daha zayıftır.

    Mu’dal: Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadistir.

    Yüce Allah’tan bu çalışmanın ilim erbabına yararlı kılmasını diliyoruz.

    Doç.Dr. Vecdi AKYÜZ İstanbul 1993[9]

     



    [1] İmam Malik, Muvatta’, Beyan Yayınları: 1/37-38.

    [2] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/39-41.

    [3] İmam Malik, Muvatta’, Beyan Yayınları: 1/37-38.

    [4] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/41-42.

    [5] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/42-43.

    [6] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/43-44.

    [7] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/44-48.

    [8] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/48.

    [9] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/48-49.

  • AKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT



    Yirmi Dördüncü Bölüm: HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT



    24.1. HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT



    24.1.1. Davetin Başlaması



    24.1.2. Hakk’a Davet Hususunda Hikmet ve Nasihat’e Verilen Önem



    24.1.3. Hakk’a Davet İçin Ciddi ve Yumuşak Üslûp



    24.1.4. Davet Edenin Makamı ve Mes’ûliyeti



    24.1.5.Tebliğ ve Nasihatin Kolay Yolu



    24.1.6. İslâmî Tebliğ Açısından Önem Taşıyan Kişiler



    24.1.7. Hz. İbni Umm-i Mektûm Vak’ası



    24.1.8. Tebliğin Hikmeti



    24.1.9. Hakka Davet’in En Uygun Yolu



    24.1.10. Muhalif Bir Bölgede Allah’a Davet



    24.1.11. Kötülüğe İyilikle Karşılık Vermek



    24.1.12. Hakk’a Davet Sırasında Sabrın Önemi



    24.1.13. Şeytan’ın Kışkırtmalarından Kurtulmak



    24.1.14. Hakka Davet Eden Kişi Herhangi Bir Karşılık Beklemeden Mücadele
    Etmelidir



    24.1.15. Davet’in Başlangıcında Ahiret Meselesine Ağırlık Vermek

     

    Yirmi Dördüncü Bölüm: HAKK’A DAVET İÇİN
    HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT

    24.1. HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER
    (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT

    Üç yıllık gizli tebliğden geçen bölümde bahsettik. Açık ve
    alenen tebliğin 10 yıllık Mekke tarihine göz atmadan önce, daha sonra sık sık
    kar­şılaşacağımız iki önemli noktaya burada işaret etmemiz sanırız yerinde
    olacaktır.

    Birincisi, Hazreti Peygamber (a.s.)’e risâlet vazifesini ifâ
    edebilmesi için ne gibi talimatlar verilmiştir? Bunların mahiyeti ne idi? Bunlar
    kalp­leri ve ruhları nasıl fethetti, beyinleri nasıl etkiledi ve cehâlet ve
    dalâlet içinde olan bir milleti tümüyle nasıl değiştirdi? Bu talimatın etkinliği
    ve çekiciliği nerden geliyordu.

    İkincisi, Hakk’a ve İslam’a davetin hakiki mahiyeti ne idi? Bu
    davet neden büyük gürültü ve patırtılara yol açtı? Neden bu kadar şiddetli
    muha­lefet ve düşmanlık gösterildi. Bu muhalefet kasırgası neden her
    zamankin­den daha büyüktü? Bu davette, bütün şiddetine rağmen Cahiliyyenin
    mu­halefetini ezecek ve ortadan kaldıracak güç nerden doğmuştu?

    Biz bu bölümde birinci noktaya temas edeceğiz. İkinci noktayı
    daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak ele alacağız.

    24.1.1. Davetin
    Başlaması

    Cenâb-ı Allah, Arabistan’ın merkezi Mekke’de bir kulunu, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’i peygamberlik vazifesi için seçti ve Hakk’a davetine kendi
    şehrinden ve kabilesinden (Kureyş) başlamasını emretti. Bu işin başlama­sı için
    ilk önce en çok gerekli olan talimat verildi; bu talimat üç konuyu kapsıyordu.

    İlk önce seçilen peygamberin kendisine verilen muazzam görevi
    nasıl yerine getirmesi gerektiği bunun için kendisini nasıl hazırlaması ve ne
    gi­bi çalışmalar yapması icab ettiği belirtildi.

    İkinci olarak, nihaî hakikat ve eşyaların tabiatı hakkında
    İnsanlar ara­sında yaygın olan batıl inanç ve kavramlara darbe indirilmesi
    istendi. Zi­ra, bu esas meselelerle ilgili yanlış düşünce, diğer bütün inanç ve
    kavram­ları olumsuz yönde etkiliyordu.

    Üçüncü olarak, seçilen peygambere ve taraftarlarına doğru ve
    makul bir yol izlemeleri emri verildi. Onların, Allah’ın buyruklarına uygun
    ola­rak ahlâk kurallarına uymaları da talep edildi, çünkü ancak bu şekilde maddi
    ve manevî saadet ve refaha kavuşabilirlerdi.

    Hazreti Peygamber (a.s.)’e vahiy yoluyla gelen bu ilk ilâhî
    emirler, kısa, ama az olurdu. Bunların dili çok temiz ve duru, üslûbu tatlı ve
    etkile­yici idi. Bu ilâhi kelâm, muhatap milletin dil bilgisi, şiir ve edebiyata
    olan merakına uygun olarak biraz renkli ve süslüydü. Kelimeler ok gibi
    dinle­yenin kalbine inerdi. Kulaklar ister istemez onlardaki ahenge verilmiş
    olurdu. Uyum ve âhenkleri sebebiyle de derhal dillere yerleşiverirdi. Ayrıca,
    bunlarda bölgenin özellikleri de vardı. Bu sözlerle evrensel ve ölüm­süz
    gerçekler dile getiriliyordu, ama verilen delil ve misaller hep yerliydi ve
    herkesin alışık olduğu havayı taşıyordu. Bütün telkin ve nasihat, Arap
    milletinin ve Mekkelilerin tarihlerine, örf ve âdetlerine, her gün yaptıkları
    müşahedelere ve elde ettikleri intihalara, itikat, iman, ahlâk, toplum ve
    kültürlerine dayanarak ve onların kötü tarafları ortaya konulmak ve
    eleşti­rilmek suretiyle yapılıyordu. Maksat, Arap’ların ve Mekkelilerin yapılan
    davet ve telkini kolayca anlayıp kabul etmelerini sağlamaktı.

    Hakka davetin bu ilk safhası takriben 4-5 sene devam etti, ki
    bunun ilk üç senesi gizli tebliğe mahsustu. Bu safhada Hz. Nebi-yi Kerim
    (a.s.)’in tebliğ ve telkininin neticeleri üç şekilde ortaya çıktı.

    1) Sayıları aslında çok az olan sâlih kimseler bu daveti kabul
    edip Müslüman ümmeti oluşturmaya başladılar.

    2) Buna mukabil büyük bir çoğunluk ya bilgisizlik, ya
    menfaatçilik, ya da atalarının din ve batıl inançlarına bağlı kalmak
    düşüncesiyle bu da­vete muhalefet etmeye başladı.

    3) Hak dinin daveti Mekke ve Kureyş’in sınırlarını aşarak
    nispeten daha geniş yerlere ve daha elverişli ortamlara kadar yayıldı.

    İşte bu noktada dâvetin ikinci safhası başlıyordu. Bu safhada
    İslâmî Hareket ile Cahiliyye arasında kıyasıya bir mücadele başladı ve yaklaşık
    8-9 yıl devam etti. Sadece Mekkeliler ve Kureyşliler değil, bütün Arabistan ve
    diğer pek çok millet Cahiliyye’nin gelenek ve göreneklerini aynen korumak ve
    sürdürmek amacıyla bu hareketi zorla ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Onu
    bastırmak ve yok etmek için her türlü silahı kullandılar, her yola başvurdular.
    Yalan-yanlış propagandalar yaptılar, iftira ve itham­larda bulundular; şüphe,
    itiraz ve tereddütlerini ortaya koydular. Halk ara­sında yeni hareket ve bunun
    tarafları hakkında türlü türlü şüphe ve vesve­se uyandırdılar. Bilgisiz ve
    güçsüz kimselere gözdağı vererek, onları Rasûlullah (a.s.)’ın tebliğ ve
    telkinlerini dinlemekten alıkoymaya çalıştılar. İslâmiyet’i kabul etmiş olanlara
    insanlık dışı zulüm ve eziyetler yaptılar. Onlara karşı ekonomik ve sosyal
    boykot uyguladılar ve onları o kadar ra­hatsız ettiler ki, iki defa yurtlarım
    terk ederek Habeşistan’a hicret etmeye mecbur bıraktılar. Nihayet üçüncü defa,
    müslümanların çoğu Medine’ye hicret etmeye mecbur kaldılar. Ne var ki, bu,
    günden güne şiddetlenen ve artan muhalefet ve düşmanlığa rağmen İslâmî Hareket
    güçlenmeye ve dal budak salmaya devam etti. Baskı ve zulüm arttıkça İslâm da
    yayılmaya başladı. Öyle ki, Mekke’de içlerinden biri veya birkaçının İslâm’ı
    kabul et­mediği tek bir aile veya ev kalmadı. İslâm düşmanlarının kin ve
    nefretleri­nin artmasının bir sebebi de, kendi kardeşlerinin, yeğen, oğul, kız,
    enişte ve anne-babalarının İslam’ı kabul edip kendilerine karşı cephe
    almalarıy­dı. Onlar, kendi evlâtlarının ve yakın akrabalarının yeni dine girip,
    dini inançları yüzünden her şeyi terk etmelerini ve halta kendi ana ve
    babalarıy­la olan ilişkilerini koparmalarını çok yadırgıyorlardı. Onlar ciğer
    pareleri­nin kendilerine karşı savaş açmalarını bir türlü hazmedemiyorlardı.
    Üste­lik, Cahiliyye’den koparak yeni harekete katılanların önemli bir bölümü,
    toplumun üst tabakasına ait en temiz ve en dürüst kişiler olarak biliniyor­lardı
    ve bu harekete katıldıktan sonra şahsiyet ve karakterleri daha bir par­lamış ve
    cilalanmış oluyordu. Artık güzel huy ve ahlâk bakımından onları kimse geçemezdi.
    Bu bakımdan, İslâm’ın, insanların kişilik ve karakterleri üzerinde meydana
    getirdiği bu büyük ve olumlu değişikliği dünyanın fark etmemesi imkânsızdı.

    Bu eziyet ve meşakkat dolu uzun devrede Cenâb-ı Allah, durum ve
    şartların bir gereği olarak sevgili peygamberine derya gibi geniş anlamlı, dere
    gibi akıcı, sel gibi kuvvetli ve hızlı, ateş gibi yakıcı ve etkileyici coş­kun
    bir kelâm indirdi. Bu kelâm tesir, manâ ve hitabetin en güzel örnekle­rini
    ihtiva ediyordu. Bu ilâhi sözlerde iman sahiplerine ilk görev ve so­rumlulukları
    hatırlatıldı, aralarında cemiyet şuuru yaratıldı, onlara takvâ, ahlâk ve fazilet
    dersleri verildi. Bu hitabelerle ilk müslümanlara tebliğ ve telkinin önemli
    noktalan anlatıldı, onların muvaffak olacağı belirtilerek kendilerine cennet
    vaad edildi. Onlar sabretmeye, kararlı hareket etmeye ve azimle Allah yolunda
    mücadele ve cihâd etmeye çağırıldılar. Kalple­rinde öylesine eşsiz fedâkârlık ve
    feragat hisleri uyandırıldı ki, onlar, ne kadar büyük olursa olsun her
    muhalefete karşı koymaya ve kendilerini fedâ etme pahasına Allah’ın bayrağını
    yükseklerde tutmaya hazır oldular. Buna mukabil, muhaliflerin ve düşmanların,
    çok iyi bildikleri ve tanıdık­ları milletlerin uğradıkları kötü sondan ibret
    almaları istendi. Doğru yol­dan saparak cehalete ve delâlete gömülen kavimlerin
    tarihteki kötü akıbe­tine dikkatleri çevrilerek doğru yola dönmeleri istendi.
    Gaflet uykusunda bulunanların uyanmaları ve geçmişin destanını hatırlatan harabe
    ve tarihi kalıntıları görerek kötülüklerinden vazgeçmeleri talep edildi. Tevhid
    ve Ahiret ile ilgili deliller, kâfir ve müşriklerin her gün yerde ve gökte
    gör­dükleri ve yaşantılarında her an hissettikleri ve anladıkları açık seçik
    alâmet ve işaretler vasıtasıyla kendilerine gösterildi. Şirk ve putperestlik ile
    âhiretin inkârı ve ecdadın örf ve âdetlerini körü körüne taklit etmenin ziyan ve
    zararları beyinleri etkileyen ve kalplere inen ifadelerle anlatıldı. Ayrıca,
    müşriklerin bütün şüphe ve itirazları tek tek çürütüldü, tereddüt ve kuşkulan
    defedildi. Bizzat kendilerinin esir olduğu ve başkalarını mah­kûm etmeye
    çalıştıkları karmaşık fikirlere ve bulanık düşüncelere son ve­rildi. Bilgisizlik
    ve cehâlet öylesine köşeye sıkıştırıldı ki, ilim ve mantığın hâkim olduğu
    ortamda nefes alabilmesi bile zorlaştı. Buna ilâveten müşrik ve dinsizler
    Allah’ın gazabı, Kıyamet’in dehşeti ve Cehennem’in azabıyla korkutuldular. Bozuk
    ahlâkları, sapık düşünce ve hayat tarzları, cahilane anane ve törelere, Hakk’a
    ve mü’minlere karşı takındıkları kin, nefret ve düşmanlıkları yüzünden
    lanetlendiler ve her devirde Allah’ın va’zettiği sâlih medeniyet ve kültürlerin
    gelişip büyümesine sebep olan ahlâk ve medeniyetin altın ilkeleri kendilerine
    öğretildi.

    Bu safha kendi içinde muhtelif basamak ve dönemeçlerden
    müteşek­kildi. Her basamak ve her dönemeçte ilâhi davet giderek genişledi ve
    bu­na karşı muhalefet ve mukavemet de arttı. Çeşitli aşamalarda çeşitli grup ve
    toplumlarla karşılaşıldı. Bu münasebetle, Cenâb-ı Hak’tan gelen mesaj ve
    talimatta genişleme ve çeşitlenme oldu.

    İslâmî davet gibi büyük bir vazifenin yerine getirilmesi
    konusunda Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’e verilen etraflıca talimat ve telkini
    cid­di olarak inceleyen bir kişi, Mekke dönemi gibi zor ve çetin bir dönem­de,
    hangi büyük ahlâkî gücün İslâm tebliğinin yolunu kolaylaştırdığını ve hangi
    etkileyici öğretinin bu tebliğden etkilenerek müslüman olanla­rı, her kuvvete
    karşı koymaya ve her eziyete dayanmaya hazır hale getirdiğini kolayca
    anlayabilir. Biz bu talimat ve telkini tek tek aşağıda ince­leyeceğiz.

    24.1.2. Hakk’a
    Davet Hususunda Hikmet ve Nasihat’e Verilen Önem

    Burada Hakk’a davet konusunda iki şeye dikkat edilmesi
    istenmiştir. Birincisi hikmet, ikincisi ise nasihat.

    Hikmet; tebliğ ve telkin sırasında budalaca ve şuursuzca
    davranma­mak, aksine muhatabın zihniyetine, meyline, kabiliyetine, istidadına ve
    içinde bulunduğu şartlara göre akıllıca ve ölçülü konuşmak, vaaz ve nasi­hatte
    bulunmak demektir. Herkes aynı muameleye tabi tutulmamalıdır. Her bölge, her
    grup ve her kişinin mizacına ve tabiatına uygun olarak ha­reket edilmelidir. Söz
    konusu olan milletin ve halkın başlıca hastalığının ne olduğu araştırılmalı ve
    ona göre ilaç ve tedaviye başvurulmalıdır. Has­talığı kökünden giderici çareler
    aranmalıdır.

    “İyi nasihat” iki mana taşımaktadır. Birincisi, dinleyici
    yalnızca delil­lerle tatmin edilmeye çalışılmamalı, ayrıca duygularına da cevap
    vermeye dikkat edilmelidir. Kötülükler ile saplantılar sadece akıl ve mantık
    yoluyla reddedilmemeli, insan tabiatında bu gibi duygu ve davranışlara karşı
    bulu­nan nefret ve tiksinti de iyice kamçılanmalı ve bunların kötü sonuçları
    hakkında ikazda bulunulmalıdır. Hidâyet ve sâlih amelin iyi tarafları sade­ce
    akıl ve mantık açısından anlatılmamalı, bunlara ilgi ve rağbet de
    uyandırılmalıdır. “İyi nasihatin ikinci manası; samimiyet, iyilik ve
    hayırsever­liktir. Nasihat ciddi ve samimi bir şekilde yapılmalıdır. Nasihat
    edilen şa­hıs, kendisine hakaret edildiği ve kendisinin küçük görüldüğü hissine
    ka­pılmamalıdır. Nasihat eden yüksekten ve büyüklük kompleksiyle telkinde
    bulunmamalıdır. Onu dinleyen kişiler, onun kendilerini ıslâh etmeyi can­dan
    istediğini bilmeli ve gerçekten kendi iyiliklerini düşündüğü izlenimini
    almalıdırlar.

    Konuşma, münakaşa ve fikir alış verişi münazara ve kavga
    şeklinde olmamalıdır. Hele bu konuşmalar akıl cambazlığı ve zihin güreşi
    şeklinde hiç olmamalıdır. Saçma sapan itirazlara, gereksiz ve yersiz iftira ve
    itham­lara, istihfaf, alay, hiciv, demagoji ve taşlamalara yer verilmemelidir.
    Amaç, karşı tarafı bağırıp çağırarak susturmak ve gürültü patırtı yapmak
    olmamalıdır. Nasihat eden, aksine tatlı dilli ve iyi huylu olmalıdır. Son derece
    sabırlı, kibar ve nâzik olmalıdır, ileri sürdüğü deliller makul ve ak­la,
    mantığa uygun olmalıdır; ayrıca kalbe de işlemelidir. Nasihat ederken muhatabın
    inatlaşmasına izin verilmemelidir. Bahis mevzuu olan konu ona sade ve temiz bir
    şekilde anlatılmalıdır ve her türlü nasihat, telkin ve ikazlara rağmen fikrinden
    ve inancından vazgeçmiyorsa öyle bırakılmalı­dır.

    24.1.3. Hakk’a
    Davet İçin Ciddi ve Yumuşak Üslûp

    “Mümin kullanma de ki: ‘Müşriklere iyilikle ve yumuşak söz
    söyle­sinler’. Çünkü şeytan aralarına fesad sokar. Zira, Şeytan insana apaçık
    bir düşmandır. Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size rahmet eder ve
    di­lerse de sizi azaplandırır. Biz seni onların üstüne vekil göndermedik.” (İsra;
    53-54)

    Yani, iman ve inanç sahipleri, kâfirler, müşrikler ve din
    düşmanlarıy­la konuşur veya tartışırlarken sert dil kullanmasınlar ve mübalağalı
    şekil­de sözler söylemesinler. Muhalifler ne kadar nahoş ve sevimsiz söz
    söy­lerlerse söylesinler, müslümanlar tavırlarını sertleştirmesinler, hak ve
    ha­kikatten başka bir şey söylemesinler. Ayrıca kızgınlık içinde ileri geri
    ko­nuşmasınlar; yani kötülüğe kötülükle cevap vermesinler. Serinkanlılığı ve
    sağduyuyu ellerinden bırakmasınlar. Her zaman doğru ve ölçülü konuş­sunlar ve
    ağızlarından çıkan her söz seviyeli ve vakarlı olsun. Yüce davet­lerine
    yakışmayan bir söz söylemesinler.

    Müslümanlar, muhaliflerinin ve düşmanlarının kışkırtıcı ve
    kızdırıcı sözlerine cevap verirlerken, kendilerinin öfkelendiklerini ve
    karşılarında­kileri dövme hırsına kapıldıklarını hissettikleri an, bu işi
    Şeytan’ın yaptığı­nı ve Din’e davet işine halel getirmek istediğini
    anlamalıdırlar. Şeytan’ın maksadı, müslümanların da, muhaliflerinin yaptığı gibi
    doğru yoldan sa­pıp fesada girmelerini temin etmektir.

    İman sahipleri hiçbir zaman gururlanmamak ve kendilerini büyük
    görmemelidirler. Hiçbir zaman sadece kendilerinin Cennet’e gidecekleri­ne,
    diğerlerinin ise Cehennem’e gideceklerine hüküm vermemelidirler ve bunu bir
    emrivaki olarak kabul etmemelidirler. Çünkü bu hususta tek ka­rar mercii Cenâb-ı
    Allah’tır. Bir peygamberin işi sadece insanları hakka ve doğruya davet etmektir.
    Ona insanların kaderleri hakkında ahkâm kesme hakkı ve yetkisi verilmemiştir.
    Kimsenin kaderi ve akıbeti onun elinde de­ğildir. Netice itibariyle, bir
    peygamber birine rahmet birine de azap dile­yemez.

    24.1.4. Davet
    Edenin Makamı ve Mes’ûliyeti

    “Size Rabbiniz tarafından delil ve hüccetler geldi. Onları görüp
    iman eden kendi lehinedir. Kör olup görmeyen de kendi aleyhinedir. Ben sizin
    üzerinize bekçi değilim.” (En’am; 104)

    Dikkat ederseniz, burada Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    ağ­zıyla “ben sizin üzerinize bekçi değilim” diyor. Yani, bir peygamberin
    va­zifesi ancak Allah’ın nurunu ulaştırmaktır. Bundan sonra vazife ve mes’ûliyet
    kullara aittir. Onlar ilahî daveti ister kabul ederler isterlerse de
    reddederler. Gözlerini açıp, gerçeği görebilecekleri gibi açmayarak, ger­çeğe
    ulaşamayabilirler de. Bir peygamberin görevi, gözlerini açmamakta ısrar
    edenlerin gözlerini zorla açmak veya görmek istemediklerini zorla göstermek
    değildir.

    “Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbin’den sana vahiy
    olu­nana tabi ol. Müşriklerden yüz çevir. Eğer Allah dilemiş olsaydı, onlar
    Allah’a şirk koşmazlardı. Ve biz seni onlar üzerine bir gözcü yapmadık. Sen
    onların üzerlerine vekil de değilsin.” (En’am; 106-107)

    Yani, bir peygamber dünyaya, “Hakk’a davet eden ve insanlara
    dini yayan bir kişi” olarak gönderiliyor; bir bekçi veya denetçi olarak değil.
    Bir peygamber insanların peşine düşerek onları adım adım izlemelidir. Onun işi,
    yalnızca insanlara ilahî ışığı ulaştırmak ve Hak din hakkında söylemediğini ve
    yapmadığım bırakmamaktır. Fakat bundan sonra bir kişi bu hak sözleri
    dinlemiyorsa, varsın dinlemesin. Bir peygamber, bütün in­sanları illâ “Hakk’a
    tapan” yapmakla görevli değildir. İslâm’a ve Hakk’a davet ettiği kişilerden
    bazılarının câhil ve dinsiz kalmaları onun kabahati değildir ve bu sebepten
    dolayı âhirette kendisine herhangi bir soru sorul­mayacak ve hesap vermek
    durumunda olmayacaktır. O halde, bir pey­gamber, kör olanları nasıl göz sahibi
    yapacağını düşünerek kendi hayatını zehir etmemelidir. Eğer Cenab-ı Allah’ın
    maksadı ve gayesi dünyada tek bir kâfir ve müşrik bırakmamak olsaydı, bunun için
    bir peygamberin hizmetine muhtaç olmayacaktı. Çünkü, O’nun en ufak bir işareti
    bütün in­sanları “Hakk’a tapanlar” yapmaya yeter de artardı bile. Ne var ki,
    Al­lah’ın temel hedefi bu değildi. Allah bu hususta insanlara belli bir
    özgür­lük ve seçim hakkı tanımak istiyordu ve öyle de yaptı. Amacı, insanların
    kendi akıl, zekâ ve sezilerini kullanmak suretiyle Hak ile Batıl arasında seçim
    yapmalarını sağlamaktı. İyi ile kötü arasında bir tercih yapmalarını mümkün
    kılmaktı. Onun için, bir peygamberin yapması gereken şey, ken­disine gösterilen
    aydınlık yolda yürümesi ve başkalarının da yürümeleri için çaba harcamasıdır. Bu
    konuda harcadığı çaba ve yaptığı davet mey­vesini veriyorsa ne âlâ O, bu davete
    evet diyenleri bağrına basmalı ve on­lar dünyanın gözünde ne kadar hakir olursa
    olsunlar, kendilerini yalnız bı­rakmamalıdır. Fakat bu daveti kabul etmeyenler
    için fazla üzülmeye ve ta­salanmaya da gerek yoktur. Doğru yoldan sapmış olan ve
    işledikleri günâhlar konusunda inatçılık yapan bu kişiler kendi hallerine
    bırakılmalı­dırlar.

    24.1.5.Tebliğ ve
    Nasihatin Kolay Yolu

    “Biz sana onda kolaylığı müyesser ederiz. O halde, faydası olsa
    da olmasa da öğüt ve nasihat ver.” (A’lâ; 8-9)

    Yani, “ey Nebî, dini yaymak konusunda Biz seni zora koşmak
    istemi­yoruz. Sen sağırların duymalarını veya körlerin görmelerini
    sağlayamaz­sın. Biz bu konuda senin işini kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Senin
    başlıca vazifen nasihat ve telkinde bulunmaktır. Sen ancak nasihatini dinleyecek
    kişilere hitap et. Bu nasihatten kimin faydalanıp faydalanmayacağı konu­suna
    gelince, bunu ancak açık tebliğ ve nasihatini yaptıktan sonra anlaya­bilirsin.
    Bu itibarla açık tebliğe devam etmelisin. Bu tebliğ sayesinde bazı kimseler
    doğru yolu bulabilirler. İşte bu kişiler senin tebliğ, nasihat ve tel­kinine
    muhtaçtırlar ve sen onların talim ve terbiyesine bilhassa ehemmi­yet vermelisin.
    Fakat, tecrübe ile senin nasihatinden yararlanmayacakları belli olan sapık
    kimselerle uğraşarak zamanını kaybetme.”

    24.1.6. İslâmî
    Tebliğ Açısından Önem Taşıyan Kişiler

    “Allah’ın rızasını murad ederek akşam ve sabah Rabblerine ibadet
    ve dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana ve senin he­sabından
    onlara bir şey yoktur. Onları kovarsan zâlimlerden olursun.” (En’am; 52)

    Rasûlullah (a.s.)’a tebliğ ve hidâyetin ilk yıllarında iman
    edenlerden bazıları fakir ve emekçiydiler. Kureyş kabilesinin önde gelen
    reislerinin, zengin ve soylu kişilerinin Hz. Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri
    sözlü sal­dırıların bir sebebi de, O’nun etrafında çok sayıda fakir, mazlum,
    köle ve hizmetçilerin toplanmış olmasıydı. Bu sözde soylu kişiler, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in, kendisine Hz. Bilâl, Ammâr, Suheyb ve Habbâb (ra) gibi alt tabakaya
    mensup insanlardan “taraftar” ve “arkadaş” bulmasını alaya alıyorlar ve iğneli
    sözler söylüyorlardı. Rasûlullah (a.s.)’ın ancak bu zaval­lı ve perişan kişileri
    “kurtarabildiğini” söyleyerek onların fakirliklerini alaya alıyorlardı. Bu
    küstah kabile reisleri ve varlıklı kişiler, fakir ve maz­lum kişilerin sadece
    maddi durumlarını eleştirmekle kalmıyorlar, geçmiş­te işledikleri bir hata veya
    günahı da zevkle insanlara anlatmaya ve duyur­maya çalışıyorlardı. “Düne kadar
    marifetleri falan falan olan bir şahıs na­sıl kurtulmuş olabilir?” diye
    Rasûlullah (a.s.)’ı soru yağmuruna tutuyorlar­dı. Nitekim, En’am sûresinin 53.
    âyetinde bu kötü niyetli insanların şu sözleri naklolunmuştur: “Allah aramızdan
    bunlara, bunların üzerine mi lütfunu reva gördü?” Yukarıdaki âyette işte bu nevi
    itirazlara cevap veril­miştir. Burada denilmek isteniyor ki; “ey Peygamber,
    Hakk’ı aramak üze­re sana gelenleri, sakın Kureyş’in zengin, soylu ve büyük
    kişileri sevmiyor diye kendinden uzaklaştırma. Onlar sana ciddiyetle,
    samimiyetle ve Allah sevgisiyle yanarak gelmişlerdir. Bu zavallı ve mazlum
    insanlardan yüzü­nü çevirme, aksine onları koru. Eğer geçmişte onlar bir hata
    işlemişse de onları affetmelisin ve hatalarını görmezlikten gelmelisin. Zira,
    bunun ka­bahati sana ait değildir. Rahmân ve Rahîm olan ancak Allah’tır.”

    24.1.7. Hz. İbni
    Umm-i Mektûm Vak’ası

    Bir defasında, Rasûlullah (a.s.)’ın yanında Mekke’nin bazı
    mümtaz kabile reisleri oturmuş, O’nun İslâm’la ilgili tebliğ ve nasihatlerini
    dinliyorlardı.[1]Tam
    o sırada, İbni Umm-i Mektûm isimli gözleri görmeyen bir kişi Rasûlullah (a.s.)’ın
    huzuruna geldi ve İslâm ile ilgili malûmat al­mak istedi. Rasûlullah (a.s.) bu
    zâtın böyle bir anda gelmesini ve sözünü kesmesini beğenmedi ve kendisine biraz
    soğuk davrandı. Bunun üzerine Abese sûresi indi.

    “Yüzünü buruşturup çevirdi. Kendisine o âmâ geldi diye.” (Ayet;
    1-2)

    Sûrenin girişine bakılırsa, Rasûlullah (a.s.)’ın, Kureyş ve
    Mekke’nin ileri gelen kabile reisleriyle ilgilenmesi ve gözleri görmeyen kişiye
    iyi davranmaması üzerine Cenâb-ı Allah kendisini azarlamış gibi gözüküyor. Ama
    biraz dikkat edildiğinde Allah’ın gazabının, kibir, inat ve delaletleri yüzünden
    Rasûlullah (a.s.)’ın davetini reddeden ve hem kendisini hem de yanındaki fakir
    ve mazlum iman sahibi insanları alaya alan kabile reisleri­ne yönelik olduğu
    anlaşılacaktır. Ayrıca Rasûlullah (a.s.)’ın tebliğ hakkın­da izlediği
    politikanın da düzeltilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’in Kureyş’li
    kabile reisleriyle ziyadesiyle ilgilenmesi ve bir âmâya fazla yüz vermemesi,
    kendisinin büyük ve zengin kişilere değer verip zavallı bir âmâyı hakîr
    görmesinden ileri gelmiyordu. Bu hususta Rasûlullah (a.s.)’ın hâşâ kötü
    davrandığı ve Cenâb-ı Allah’ın bu yüzden kendisini tenbih ettiği de söylenemez.
    Meselenin asıl mahiyeti şuydu. Her kim bir dava ile orta­ya çıkarsa, işini
    kolaylaştırmak amacıyla bir milletin veya toplumun önde gelen kişilerini kendi
    tarafına çekmek ister. Böyle bir kişi, çok sayıda fa­kir, zayıf, mazlum, çaresiz
    ve yetkisiz insanları etrafında toplarsa da pek başarılı olduğunu söyleyemez.
    Zira, zilletin nüfuzlu, kuvvetli ve kudretli kişilerinin o davayı
    benimsememeleri halinde gelişmesine ve yayılmasına fazla imkân bulunmaz. Bundan
    dolayıdır ki, Hz. Peygamber (a.s.)’de teb­liğ ve telkinin ilk safhasında bu eski
    ve denenmiş metoda başvurdu. Amaç, Hak dini güçlü ve yetkili kişilere kabul
    ettirip kitlelere yayılmasına zemin hazırlamaktı; yoksa soylu, büyük ve zengin
    kişilere yaranmak de­ğil. Fakat bu noktada Cenâb-ı Allah kendisine yol gösterdi
    ve tebliğin me­todunun bu olmaması gerektiğini belirtti. Cenâb-ı Allah İslâmî
    davet açı­sından herkesin aynı önem ve değeri taşıdığını bildirdi. Hakk’ı arayan
    bir kişi ne kadar zayıf, yetkisiz, çaresiz ve fakir olursa olsun İslâm’ın
    gözünde çok büyük ve değerlidir. Hak’tan kaçan bir şahıs, cemiyette ne kadar
    bü­yük mevki ve nüfuza sahip olursa olsun, önemsiz ve değersizdir. Bu se­beple,
    Hazreti Peygamber (a.s.)’e denildi ki, “İslam’ın yüce ilkelerini her­kese
    duyurabilirsiniz, ama davetinizi evvelâ Hakk’ı kabul etmeye hazır olan ve Hakk’ı
    bilmek ve öğrenmek isteyenlere vermelisiniz. Halen bulun­duğunuz yüce mevkiden,
    kendilerini beğenmiş ve kendilerinin size değil sizin kendilerine muhtaç
    bulunduğunuzu sanan kibirli insanlara davetinizi ulaştırmanız yakışık alan bir
    şey değildir. Bu mağrur ve sapık kişileri ken­di hallerine bırakınız.”

    “Ne bilirsin? Belki o temizlenecekti. Yahut, öğüt alacaktı da, o
    öğüt kendisine fayda verecekti. Ama imandan istiğna eden kimseye gelince, Sen,
    onun iman etmesi arzusu ile tavsiyede bulunuyorsun. Onun iman etmemesinden sana
    ne? Fakat, sana koşarak gelen, Allah’tan korkmuş iken, Sen kendisini bırakıp
    oyalanırsın. (Habibim) hayır böyle yapma. Çünkü Kur’an bir öğüttür. Dileyen
    ondan öğüt alır.” (Abese; 3-13)

    İşte Rasûlullah (a.s.)’ın, tebliği sırasında unuttuğu nokta
    buydu. Cenâb-ı Allah önce İbni Umm-i Mektûm vak’asında Rasûlullah (a.s.)’ın
    tutumunun yanlışlığına dikkati çekti ve bir dava ile ortaya çıkanın gözün­de
    asıl önemli olan şeyin ne olduğunu anlattı. Bir yanda, ayağına kadar gelen
    zavallı ve perişan bir insan vardı, -ki dış görünüşü bile Hakk’ı ara­yan bir
    kişi olduğunu gösteriyordu- ve bu kişi Batıl’ın etkisi altında kalıp Hak’tan
    uzaklaşabileceğinden ve böylece Allah’ın azabına müstahak ola­cağından korkuyor,
    bu korku sebebiyle de uzun yollar katederek doğruyu ve gerçeği bulmak için Hz.
    Peygamber (a.s.)’e geliyordu. Bunun tam aksi­ne, öbür yanda bir başka kişi vardı
    ki, Hak ile hiçbir ilgisi yoktu. O ne Hak’kı arıyor, ne de Batıl’dan uzaklaşmak
    istiyordu. Ona doğruluk ve ger­çeklikten söz edilince de omzunu silkip bir yana
    gidiyordu. Hak dinini yayarken, bu iki kişiden hangisinin daha faydalı olacağı
    düşünülmemeli­dir, önemli olan şey bunlardan hangisinin ıslâh olabileceği veya
    ıslâh ol­ma arzusunda olduğu ve hangisinin ıslâh olmak istemediğidir. Bu hususta
    ölçü, bir kişinin Hak daveti kabul etmeye hevesli ve istekli olup olmama­sıdır.
    Hak davasına yanaşmak isteyen bir kişi ister kör, ister topal, sakat, felçli
    veya fakir olsun ve isterse de görünüşte dinin yayılması konusunda herhangi bir
    katkıda bulunması mümkün görülmesin, İslâm davası açısın­dan asıl ehemmiyete
    layık kişi odur. Bir peygamber ve dini yaymak iste­yen bir kişi işte bu ve buna
    benzer kimselere dikkat etmelidir. Zira, bu da­vetin asıl maksadı Allah’ın
    kullarını ıslâh etmektir. İkinci tip insana gelin­ce; kendisi toplumda ne kadar
    büyük bir mevkiye, nüfuza sahip olursa ol­sun, peşinden fazla koşmaya gerek
    yoktur, çünkü onun dış görünüşü ve tavrı, ıslâh olmak istemediğini alenen ortaya
    koymaktadır. Bu tip insan­larla uğraşmak zaman kaybetmekten başka bir şey
    değildir. Şurası unutul­mamalıdır ki, bu tip İnsanlar kendilerine çeki düzen
    vermek istemiyorlar­sa vermesinler, bunlar kendi kendilerine zarar veriyorlar.
    Hakk’a davet eden kişi onların sorumluluğunu taşımaz.

    Yukarıdaki kıssada sözü edilen âmâ kişi, ünlü sahabe, Hz. İbn
    Umm-i Mektûm (r.a.) dur. Hâfız İbn Abdil-Berr’in, “El-İstiâb”da ve Hâfız İbni
    Hâcer’in, “El-İsâbe”de yazdıklarına göre, Hz. İbni Umm-i Mektûm, Ümm-ul Mü’minin
    Hz. Hatice (r.a.)’nin teyze oğluydu. Annesi Ümm-ü Mektûm ve Hz. Hatice (r.a.)’nin
    babası Huveylid birbirinin kardeşiydiler. Rasûlullah (a.s.)’ın İbni Umm-i Mektûm
    ile olan akrabalığının ortaya çı­masından sonra, kendisinin ona, fakir ve
    zavallı bir insan olduğu gerekçe­siyle yüz vermediği ve hep büyük ve soylu
    insanlarla meşgul olduğu tah­mininin yanlış olduğu anlaşılıyor. Görüldüğü gibi,
    esasında Hz. İbni Umm-i Mektûm (r.a.) Hz. Muhammed (a.s.)’in yakın akrabasıydı,
    iyi bir soydan geliyordu ve fakir de değildi. Hz. Peygamber (a.s.)’in kendisiyle
    fazla ilgilenmediği intibaı, Hz. İbni Umm-i Mektum’un âmâ olmasından alınmış
    olabilir. Bunun izahatı, yukarıda naklettiğimiz âyette de vardır. Yani, Hz.
    Peygamber (a.s.), etrafında bulunan mümtaz ve soylu kişilerden birisinin bile
    İslam dinini kabul etmesi halinde davasının bir hayli güçle­neceğini umuyordu.
    Buna karşılık Hz. İbni Umm-i Mektûm (r.a.)’un, kör bir kişi olduğu için
    İslâmiyet’e veya müslümanlara fazla yararı olmayaca­ğını sanmıştı. Hz. Muhammed
    (a.s.) işte bu düşünce ile, O’nun toplantıya gelip konuşmasını yarıda
    kesmesinden hoşlanmamıştı. Yukarıdaki âyet­lerde Hz. Peygamber (a.s.)’in böyle
    düşünmesine mahal ve ihtiyaç olmadı­ğı vurgulanmıştır.

    24.1.8. Tebliğin
    Hikmeti

    “Ehl-i kitap ile yalnız en güzel bir şekilde mücadele edin.”
    (Ankebût; 46)

    Yukarıdaki âyette “mücadele” kelimesi “münazara”ya eşittir.
    Yani, kitap sahipleri ile münazara ve münakaşa belli medeni kurallar içinde
    yapılmalıdır. Tutarlı ve inandırıcı deliller sunulmalıdır. Yumuşak ve nâ­zik bir
    dil ve üslûp kullanılmalıdır. Bu konu tartışılırken anlayışlı ve ölçü­lü
    davranılmalıdır. Böylece, tartıştığınız kişi ıslâh edilebilir, doğru yola
    getirilebilir. Dini yayan kişi, muhatabının kalbine girme yollarını arama­lıdır.
    Muhatabının kalbine Hak ve Hakikati sokmaya ve onu ıslâh etme­ye çalışmalıdır.
    Bu mübelliğ (tebliğ eden) kendini güreşçi olarak düşün­memelidir. Amacı
    karşısındakini derhal alt etmek olmamalıdır. Aksine sözleri ve davranışı bir
    doktor ve hekiminki gibi olmalıdır. Öyle bir dok­tor ki, hastanın hastalığını
    tedavi ederken, hastayı, fazla eziyet vermeden iyileştirebilsin. Dikkat
    edilirse, bu tutumun, özellikle Ehl-i Kitap ile karşı­laşılırken izlenmesi
    istenmiştir. Ama bunun sadece ehl-i kitaba mahsus ol­duğu sanılmamalıdır. Bu,
    tebliğ ve telkin sırasında, münakaşa ve münaza­ralarda her zaman unutulmaması
    gereken genel bir kuraldır. Şu âyetlere bakın.

    “(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel sözle dâvet et.
    Onlarla mücadeleni en güzel metod hangisi ‘ise onunla yap.” (Nahl; 125)

    “iyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel haslet ile
    önle. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, senin bir dostun gibi
    olur.” (Fussilet; 34)

    “Fenalığı en güzel (hasled)le defet. Onların neler vasf etmekte
    olduk­larını çok iyi biliyoruz.” (Mü’minun; 96)

    24.1.9. Hakka
    Davet’in En Uygun Yolu

    “Onlara karşı affı (kolaylığı) tut. Ve ma’ruf ile emret.
    Cahillerden yüz çevir. Eğer Şeytan tarafından sana bir vesvese olursa, Allah’a
    sığın. Çünkü O, hakkiyle işitici ve bilicidir, ittika edenlere Şeytan tarafından
    bir arıza iliştiği zaman Allah’ı düşünürler. Çünkü onlar, basiret sahiple­ridir.
    Kâfirleri, kardeşleri olan şeytanlar küfr ve sapıklığa çekerler. Son­ra da
    yakalarını bırakmazlar.” (A’raf; 199-202)

    Bu âyetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e davet ve tebliğin, hidâyet
    ve ıslâhın hikmetlerinin belli başlı kuralları anlatılmıştır. Dikkat edildiği
    tak­dirde, bu kurallar sadece Hz. Peygamber (a.s.)’e değil, aksine Hak davası
    için mücadele eden herkese anlatılmıştır. Cenâb-ı Allah, bu âyetlerle Hz.
    Peygamber (a.s.) vasıtasıyla, Rasûlullah (a.s.)’ın kurduğu ve yaydığı dini daha
    geniş kitlelere yaymak ve dünyaya doğru yolu göstermek isteyen bü­tün insanlara
    dava ve davetin hikmetini anlatmıştır. Bunları tek tek sırala­yabiliriz.

    1) Hakk’a davet eden kişinin en büyük vasfı, yumuşak kalpli,
    tatlı dil­li, sağduyulu ve sabırlı olmasıdır. Kendi taraftarlarına ve
    arkadaşlarına karşı şefkatli, halk için bağışlayıcı ve muhaliflerine karşı halim
    (ılımlı) ol­malıdır. Kendi arkadaşlarının zaaflarına ve hatalarına tahammül
    etmesinin yanı sıra muhaliflerinin baskı ve saldırılarına karşı da sabırlı
    olmalıdır. En şiddetli kışkırtmalara karşı soğukkanlı davranmalı, en hoşnutsuz
    söz ve davranışları görmezlikten gelmelidir. Muhalifleri ve hasımları her ne
    ka­dar kötü kelimeler söylerlerse iftira ve ithamda bulunurlarsa, zulüm ve baskı
    uygular, eziyet ve işkence verir ve şeytanca mukavemette bulunur­larsa
    bulunsunlar, hepsine tahammül etmeyi bilmelidir. Bu, yüce vasıf yerine
    getirilirken sertliğe başvurmak, sert sözler söylemek veya sert bir ha­rekette
    bulunmak, öfkelenmek ve öç alma hissine kapılmak en tehlikeli ve zararlı yoldur,
    bunlarla işler düzelmez, daha da bozulur. Bu hususa Hz. Peygamber (a.s.) şöyle
    değinmiştir: “Rabbim benim gazapta da rızada da adaletli konuşmamı, benden
    kopanlarla birleşmemi ve bana zulüm edenle­ri affetmemi emir buyurmuştur”.
    Hazreti Peygamber (a.s.) İslam dinini yaymak üzere vazifelendirdiği kişilere de
    benzeri öğütlerde bulunurdu: “Gittiğiniz her yerde halk sizin gelişinizi
    nefretle değil, sevinçle karşıla­malıdır. Siz, insanların sıkıntı ve ıstırap
    duymalarına değil, huzur ve refa­ha kavuşmalarına sebep olmalısınız.” Aynı
    konuya Cenâb-ı Allah da Hz. Peygamber (a.s.)’e hitap ederek şöyle temas
    etmiştir:

    “Allah tarafından bir rahmettir ki, onlara yumuşak davrandın.
    Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılırlardı. Onları affet. Onlar
    için bağışlama dile. Ve işlerde onlarla müşaverede bulun.” (Al-i İmran; 159)

    2) Hakk’a davetin başarıya ulaşmasının sırrı sadelik ve
    açıklıktır. Da­vet eden kişi, felsefî ve karmaşık meseleler yerine, bilinen
    iyilik ve ger­çeklerden söz etmelidir. İnsanların kolay anlayabileceği veya daha
    önce­den bildiği ebedî gerçekler anlatılmalıdır. Aklıselimin kabul ettiği bir
    şey, okumuş, aydın veya okuma yazma bilmeyen herkesi aynı şekilde
    etkileye­bilir. Bilinen ve tanınan bir gerçekle ilgili olarak söylenen her şey
    insanla­rın kulağından geçerek yüreklerine işleyecektir. Böylesine ma’lûm,
    ma’ruf ve ma’kûl davete karşı çıkanlar bizzat kendi başarısızlıklarını ilân
    etmiş olurlar. Çünkü alelâde İnsanlar, her ne kadar cahil ve fanatik olurlarsa
    ol­sunlar, bir yanda dürüst, temiz ve güzel ahlâklı bir insanın sade ve bilinen
    gerçeklere davet ettiğini ve diğer yanda da muhaliflerinin her türlü
    ahlâk­sızlık ve alçaklığa başvurarak onu susturmaya çalıştıklarını görünce ister
    istemez muhaliflerle olan bağlarını koparıp Hakk’a davet eden kişiye yö­nelmiş
    olurlar. Ta ki, Hak karşısında Batıl yalnız başına kalır. Bu batıl zümrede ancak
    şahsî menfaatlerini korumak kaygısını taşıyan ya da atala­rını körü körüne
    taklit etme düşüncesiyle hareket eden kişiler bulunur. İşte Hz. Peygamber
    (a.s.)’in Arabistan’da Hak dini yayma konusunda kazan­dığı başarının sırrı
    buydu. Hz. Peygamber (a.s.) Hak dini sade ve basit şe­kilde insanlara anlattı ve
    “hikmet”in bu önemli kuralına uymaya dikkat et­ti. Hz. Muhammed (a.s.)’den kısa
    bir müddet sonra da İslâmiyet bir sel gi­bi civarındaki bütün memleketlere
    öylesine yayıldı ki bazı yerlerde nüfu­sun yüzde 100’ü, bazı yerlerde 90’ı ve
    bazı yerlerde de yüzde 80’i müslü­man oluverdi.

    3) Davet çalışmaları sırasında hak ve hayırı arayanlara basit ve
    sade gerçeklerin anlatılması ne kadar gerekliyse, cahil ve inatçı kişilerle,
    bütün çabalarına karşı mümkün olduğu kadar az tartışmak ve kavgaya girme­mek de
    o kadar önemlidir. Davet eden kişi bu hususta çok dikkatli ve ihti­yatlı
    davranmalıdır. Bu tür insanlarla münakaşa ve kavga etmemeye özen göstermelidir.
    Muhatapları ma’kûl söz ve öğütleri dinlemeye yanaşmıyor­larsa üzerlerine
    gitmemelidir. Muhataplarının maksadı doğru yolu bulmak ve hakikati öğrenmek
    değil de sadece kavga, münakaşa, lüzumsuz söz dü­ellosu, alay, eleştiri ve
    demagoji ise, vaaz ve telkinde bulunan kişi bunlara alet olmamalıdır ve derhal
    oradan uzaklaşmalıdır. Zira bu tür münakaşa ve kavgaların hiçbir faydası yoktur,
    aksine zararı vardır. Şöyle ki, Hakk’a davet eden kişinin zamanı ve enerjisi boş
    yere harcanmış olur.

    4) Yukarıdaki kurala bağlı olarak bir başka kural daha
    getirilmiştir. Buna göre Hakk’a davet eden kişi, muhalif ve hasımlarının zulüm
    ve şeytanlıklarıyla cahilane soru, itiraz ve iftiraları üzerine sinirlendiği ve
    hid­detlendiği zaman, bunun bir şeytan işi olduğunu hemen anlamalıdır. Hakk’a
    davet eden kişi bu gibi anlarda derhal Allah’a yalvarmalı ve sığın­malıdır.
    Öfkeye ve hiddete kapılarak, davasına zarar verecek ve menfi yönde tesir edecek
    herhangi bir harekette bulunmaması için Allah’tan yar­dım istemelidir. Hakka
    davet ancak soğukkanlılıkla yürütülebilir ve ger­çekleştirilebilir. Ancak
    hislere ve öfkeye kapılmadan atılan adım doğru ve yerinde olabilir. Şeytan
    elbette ki Hak davanın gelişmesini ve kök salma­sını istemez. Şeytan pusuda
    yatıp her zaman ve her an yandaşlarının, Hak yolunda olanlara ve Hakk’a davet
    edenlere sözle ve hareketle saldırmaları­nı ve böylece hak yolunda olanları
    kışkırtıp öfkelendirerek davalarına za­rar verici harekette bulunmalarını
    sağlamaya çalışır. Şeytan ekseriya Hak yolunda olanların nefislerine de saldırır
    ve zayıf bulduğu yerlerden darbe­yi vurur. Bu saldırı ve darbeler genellikle
    gizli ve dini teviller ile ıstılahla­rın kılıfları içinde bulunur. Bu sebeple,
    yukarıda naklettiğimiz âyetlerden son ikisinde Hak yolunda olanların basiret
    sahipleri olduğu, Allah’tan korktukları ve kötülüklerden kaçınmak istedikleri
    için Şeytan’ın her türlü oyununu boşa çıkarmaya çalıştıkları kaydedilmiştir. Bu
    kişiler kendilerine ters gelen her şeye karşı derhal uyanırlar ve tetikte
    olurlar. Hak dininin çı­karının nerede olduğunu derhal fark eder ve ona göre
    hareket ederler. Ama nefislerine esir düşenler ya da Şeytan’la akrabalık
    derecesine yakın olan­lar, Şeytan’ın hamlelerine dayanamayarak mağlup olurlar ve
    kötü yola sa­parlar. Bundan sonra Şeytan nereye giderse, hangi bataklığa
    girerse, bun­lar da oraya girerler. Şeytan’a mağlup olanlar bir daha paçalarını
    kurtaramazlar. Muhaliflerin her küfrüne küfürle ve her oyununa oyunla karşılık
    verirler.

    Bu buyruğun bir genel anlamı daha vardır. Takva sahiplerinin
    tutumu ve davranışı müttakî olmayanlardan değişik oluyor. Allah’tan gerçekten
    korkanların ve kötülüklerden kaçınmak isteyenlerin kalplerine en ufak bir kötü
    duygu geldiği zaman sanki gözlerine bir şey kaçmış ya da parmakla­rına iğne
    batmış gibi rahatsızlık duyarlar. Kötü fikir, kötü istek ve kötü ni­yetle alışık
    olmadıkları için bunlar onlara gözlerindeki bir zerrecik, par­maklarındaki bir
    iğne ya da tertemiz elbiselerindeki kötü bir leke gibi ge­lir ve bunlardan
    tiksinip irkilirler. Bu tiksinti ve irkilme bir uyancı niteli­ğinde olup
    gözlerinin açılmasına sebep olur. Bu İnsanlar vicdanlarının se­sini duyarlar ve
    derhal kötü fikir ve düşünceleri kafalarından atarlar. Buna karşı, Allah’tan
    korkmayanların, kötülükten kurtulmak istemeyenlerin ve aksine Şeytan ile ittifak
    halinde olanların kafalarında kötü fikir ve plânlar oluşmaya ve büyümeye devam
    eder. Onlar bu kötülüklerden herhangi bir tiksinti ya da iğrenme de duymazlar.
    Tıpkı, domuz etini yiyenlerin tence­rede domuz eti pişerken herhangi bir
    tiksinti duymadıkları gibi.

    24.1.10. Muhalif
    Bir Bölgede Allah’a Davet

    “Allah’a (ibadete) davet eden ve sâlih amel işleyip, ‘ben
    Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet; 33)

    Hatırlanacağı üzere, daha önceki âyetlerde iman ve inanç
    sahipleri te­selli edilmiş ve cesaretlerini kırmamaları istenmişti. Daha sonra,
    bu âyette müslümanlara asıl vazifeleri hatırlatılmıştır, İslamiyet’i ne amaçla
    kabul ettikleri ve hangi hedefe varmaları gerekliği açıklanmıştır. Daha önceki
    âyetlerde Allah’a itaat etmeleri ve bu hususta kararlı ve azimli davranma­ları
    istenmişti. Ayrıca din düşmanlarının bütün baskı ve zulümlerine rağ­men doğru
    yoldan ayrılmamaları zaten en büyük fazilet olarak gösteril­mişti.
    Müslümanların, bu davranışlarıyla meleklerle dost ve Cennet’e lâyık oldukları
    vurgulanmıştı. Şimdi ise iman sahiplerinin en yüksek mev­kiye varma yolu
    gösteriliyor. Burada deniliyor ki, ameli sâlih olan, Al­lah’a ibadet eden ve
    başkalarını da Allah’a ibadete ve itaate çağıran ve İs­lâm sözcüğünü bile ağzına
    almanın bin bir musibeti ve felaketi davet ettiği muhalif bir muhitte göğüs gere
    gere “ben müslümanım” diyebilen bir kişi büyük fazilet sahibidir. Bu buyruğun
    gerçek anlam ve önemini anlayabil­memiz için bu sözlerin söylendiği ortamı
    gözümüzün önüne getirmeye çalışmalıyız. O devirde durum öylesine kötü ve
    ümitsizdi ki, müslüman ol­duğunu açıklayan bir kişi kendisini sanki birden bire
    vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda bulurdu ve bütün hayvanların kendisini
    parçalamaya kalktıklarını görürdü. İslâm’ı tebliğ etmeye kalkışan bir kişi bir
    bakıma bu vahşi hayvanlara “gelin beni parçalayın” derdi. İşte bu ortama dikkat
    çeki­lerek, bir kişinin Allah’ı kendi Rabbi olarak kabul etmesinin ve bulduğu
    doğru yoldan ayrılmasının büyük bir iyilik olduğu, ancak bundan daha büyük
    iyiliğin, bir insanın kalkıp “ben müslümanım” demesi, akıbetini hiç düşünmeden
    insanları Allah’a itaate davet etmesi, ve bu işi yaparken, ken­di amelini ve
    ahlâkını temiz tutması olduğu önemle belirtilmiştir.

    24.1.11. Kötülüğe
    İyilikle Karşılık Vermek

    “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel haslet ile
    önle. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, senin bir dostun gibi
    olur.” (Fussilet; 34)

    Bu buyruğun taşıdığı manayı anlayabilmemiz için, Hz. Peygamber
    (a.s.)’e ve taraftarlarına bu emrin geldiği ortamı göz önüne getirmeliyiz.
    Bilindiği gibi, Hakk’a davet en amansız, acı ve şiddetli bir muhalefetle
    karşılaşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.) ve taraftarlarının susturulması ve
    tut­tukları doğru yoldan döndürülmeleri için insafa, adalete sığmayan yollara
    başvuruluyordu. Hem Hz. Peygamber (a.s.), hem de ona tabi olanlar en acımasızca
    iftira ve ithamlara maruz kalıyorlardı. Her türlü tertip ve komplolar
    hazırlanıyordu. Müslümanların karşısındakiler sayıca çok fazla ve çok
    güçlüydüler. Düşmanların lamamı müslümanlar aleyhinde propa­ganda yapıyor ve
    halk arasında şüphe ve tereddüt havası estirmeye çalışı­yorlar, fitne ve
    fesatları gün geçtikçe anıyordu. Müslümanlara olmadık eziyetler yapılıyordu. Bu
    zulüm ve iftira kampanyası yüzünden müslü­manların önemli bir bölümü yurtlarını
    terk etmeye mecbur olmuştu. Hz. Peygamber (a.s.)’in tebliğine mani olmak üzere
    kabadayı ve serserilerden bir grup da oluşturulmuştu. Hz. Peygamber (a.s.)
    nereye gider ve nerede vaazda bulunursa bu grup da kendisini gölge gibi izler ve
    konuşması sıra­sında o kadar gürültü yapardı ki kimse ne dediğini anlayamazdı.
    Bu gru­bun görevi, Hz. Peygamber (a.s.)’in bütün toplantılarını bozmak ve
    dağıt­maktı. Bunlar hakikaten cesaret kırıcı şartlardı ve görünüşte
    müslümanla­rın hiçbir başarı şansı görülmüyordu. İşte bu şartlarda Hz. Peygamber
    (a.s.)’e ve taraftarlarına davetin bazı diğer püf noktaları anlatıldı.

    İlk olarak iyilikle kötülüğün aynı olmadığı vurgulandı. Yani,
    müslü­manların muhaliflerinin kopardığı yaygara ve muhalefet kasırgası her ne
    kadar büyük ve şiddetli gözüküyorsa da kötülüğün bazı temel zaafları var­dı ve
    bunlar muhalefet tufanının eninde sonunda dinmesine sebep olacak­tı. İnsan,
    tabiatı itibariyle kötülüğe karşıdır ve kötülükten nefret eder. Kö­tülüğe âlet
    olanlar bir yana, kötülüğü sürdüren ve öncülüğünü yapanlar bi­le söylediklerinin
    ve yaptıklarının yalan olduğunu, başkalarına haksızlık ettiklerini ve sırf kendi
    çıkarları için inatçılık ettiklerini çok iyi biliyorlar. Bu suçluluk duygusu,
    onların başkalarının gözlerinde yükselmelerine im­kân vermek şöyle dursun,
    bizzat kendi gözlerinde bile küçük düşmelerine sebep oluyor. Bu duygu,
    muhalefete doğru attıkları her adımda ve söyle­dikleri her yalanda kendilerine
    ağır darbeler vuruyor ve onları içten içe kemiriyor. Kötülük karşısında ilk
    başta çaresiz gözüken iyilik, faaliyetini sürdürmesi halinde eninde sonunda ona
    galip geliyor. Çünkü, bir kerre iyilik, zaten kalpleri fetheden büyük bir güçtür
    ve insan her ne kadar kötü­lüğe bulaşmış olursa olsun, iyiliği takdir etmek ve
    beğenmekten geri kal­maz. Ayrıca, iyilik ve kötülük açıkça birbirine karşı
    gelince, iyi ve kötü yanları daha iyi bir şekilde ortaya çıkar. Hayır ile şer
    arasındaki bu müca­dele uzun müddet devam ettikten sonra kötülükten nefret
    etmeyen ve iyi­liğe yanaşmayan çok az kişi meydanda kalır.

    Burada anlatılan bir başka kural; kötülüğe sadece iyilikle değil
    iyili­ğin en iyisiyle ve hasletin en güzeliyle karşılık vermektir. Yani bir kişi
    si­ze kötülük yapar ve siz onu affederseniz, bu bir iyiliktir. Ama iyiliğin
    iyi­si, o kişiye kötülük yapma fırsatı elinize geçmişken ona ihsan ve ikramda
    bulunmanızdır.

    Güzel hasletin meyvesi de güzeldir. İyiliğiniz ve efendiliğiniz
    saye­sinde en kötü düşmanınız bile bir gün en iyi dostunuz olacaktır. Zira,
    in­san tabiatı bunu gerektirmektedir. Size küfür edildiği zaman hiç ses
    çıkar­mazsanız, bu bir haslettir. Ama, bu davranışınız, küfredenin ağzının
    kapa­tılmasına yetmeyecektir. Fakat, küfreden hakkında hayır duası yaparsanız,
    en ezeli ve en hayasız muhalif ve düşmanınız bile utancından ölecektir. Bundan
    sonra, ağzına kötü laf alamayacaktır. Eğer bir kişi size zarar ver­mek için
    hiçbir fırsatı kaçırmıyorsa ve siz de her türlü haksızlığına taham­mül
    ediyorsanız, onun bu kötü huyundan vazgeçmemesi, hatta daha da şı­marması pek
    mümkündür. Fakat, fitne ve fesadı devam ederken onu, tesa­düfen düştüğü zor bir
    durumdan kurtarırsanız, o mutlaka köleniz olacak­tır. Zira bu iyiliğinizden
    sonra kötülüğe devam etmesine imkân yoktur. Fakat şunu da unutmamalıyız ki, en
    güzel haslet bile bir düşmanı her zaman dost yapmaz. Dünyada öylesine alçak ve
    şeytan huylu İnsanlar bulu­nuyor ki, onlara ne kadar iyilik yaparsanız yapınız,
    onlar kötü huylarından ve şeytanlıklarından vazgeçmezler. Fakat, nasıl ki
    melekler gibi “müces­sem hayır” olan İnsanlar azsa, şeytan gibi “mücessem şer”
    olanlar da az­dır.

    24.1.12. Hakk’a
    Davet Sırasında Sabrın Önemi

    Bundan sonra şöyle buyuruldu:

    “Bu haslete, ancak sabredenler, hayra ve ruh olgunluğuna sahib
    olanlar erişirler.” (Fussilet; 35)

    Yani, bu reçete çok etkileyici ve şifa vericidir, ama bunu
    kullanmak kolay değildir. Bunu kullanırken geniş bir yüreğe gerek vardır. Bu
    yolda azim, cesaret, çelik gibi irade gücü ve nefsi sıkı bir kontrole ihtiyaç
    var­dır. Belki de geçici olarak bir insan, kötülüğe iyilikle cevap verebilir. Bu
    da küçümsenecek bir haslet değildir. Ne var ki, ahlâk, adalet ve insafın bütün
    sınırlarım aşmaktan çekinmeyen, kuvvet ve iktidar sarhoşluğuyla gözleri dönmüş
    olanlar arasında yıllarca Batıl’a karşı Hak için mücadele etmek ve her zaman
    kötülüğe iyilikle cevap vermek ve bir an bile sabrını yitirmemek kolay bir iş
    değildir. Bu işi, ancak aklıselimle ve serinkanlı­lıkla Hakk’ın yüceltilmesi
    için çalışacağına and içmiş, bütün nefsini akıl ve şuurunun emrine yermiş,
    muhaliflerin ve düşmanın bütün kötü niyetle­ri ve şeytanlıklarına rağmen
    yolundan zerre kadar ayrılmayacak şekilde iyilik ve hasletin simgesi haline
    gelmiş olan bir kişi yapabilir.

    Yukarıdaki âyetin son bölümünde, ancak “hayra ve ruh olgunluğuna
    sahib olanlar erişirler” denilmiştir, ki bu bir tabiat kanununun dile
    getiril­mesinden başka bir şey değildir. Bu haslete ancak büyük vasıfları haiz
    olan bir kişi erişebilir. Bu sıfatlan taşıyan bir kişinin dünyada başarılı
    ol­masına hiçbir kuvvet mani olamaz. Hele seviyesiz, âdi, rezil ve küstah
    in­sanların, alçaklıklarıyla böyle bir yüce insanı mağlup etmesi ve
    başarısız­lığa uğratması düşünülemez.

    24.1.13.
    Şeytan’ın Kışkırtmalarından Kurtulmak

    Bundan sonraki âyette şöyle denilmektedir.

    “Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse hemen Allah’a sığın.”
    (Fussilet; 36)

    Hak ile Batıl arasındaki savaşta, kötülük ve alçaklığa, iyilik
    ve hoş­görü ile karşılık verilince Şeytan öfkeden kudurur. O ister ki, hiç
    olmazsa bir defa, Hak için savaşan ve çırpınanlar, -özellikle liderleri ve
    önderleri- hataya düşsünler. Böylece, Şeytan’ın eline cahil insanları aldatmak
    için iyi bir koz geçmiş olur. Böyle bir durumda Şeytan halka, “bakın, Hak
    yolun­da olduklarını iddia edenler de öyle sandığınız gibi temiz ve efendi
    İnsanlar değildir. Bunların muhaliflerinin alçak ve küstah olduğu söyleniyor.
    Ancak kendileri de böyle gaf ve hatalar yapabiliyorlar,” diyebilir. Alelâde
    İnsanlar durumu genellikle iyi değerlendirecek imkânlara sahip olmadık­ları için
    Şeytanın bu oyunlarına âlet olabilirler. Halk, Batıl’dan yana olan­ların bütün
    alçaklıklarına karşı Hak’tan yana olanların sessiz kaldıklarını, aşırı tepki
    göstermediklerini gördüğü zaman ikinci tip insanlara sempati duyar. Fakat,
    Şeytan’ın kışkırtması neticesinde Hak’tan yana olanlar da bazı kötü sözler
    söyler veya, kötü hareketlerde bulunurlarsa, halkın gö­zünde ikisi de aynı
    seviyeye inmiş olur, ve aralarında herhangi bir fark gözetilmez. Üstelik,
    muhalifler kendilerine söylenen kötü bir sözü veya yapılan kötü bir muameleyi
    bahane ederek onlara bin bir kötülükle cevap verirler. İşte bu sebepten
    dolayıdır ki yukarıdaki âyette Hak’tan yana olan­lar Şeytan’ın fitne ve fesadına
    karşı uyarılmışlardır. Şeytan bir dost ve ha­yırsever kılığına girip falanca
    haksızlığa karşı sessiz kalınmamasını iste­yebilir. Şeytan falanca kötü muamele
    karşısında susmanın korkaklık ola­cağını ve sertliğe aynı sertlikle cevap
    verilmesini öğütlemiş olabilir. Bu gibi durumlarda Hak yolunda olanlar Şeytan’ın
    oyununu bozmaya çalış­malıdırlar. Muhalifler ile düşmanların kötülükleri üzerine
    öfke ve hiddet duyulduğu zaman, bundan Şeytan’ın parmağı olduğu anlaşılmalıdır.
    Böyle bir durumda, Hak’tan yana olanlar kendi kendilerine Şeytan’ın ağına
    düş­memek konusunda söz vermelidirler. Bu işi başardıktan sonra, “irade gü­cüm
    sayesinde hata işlemedim” diye düşünmek te Şeytan’ın başka bir oyununa gelmek
    demektir. Bunun aksine, Allah’a sığınılmalıdır ve ancak O’ndan yardım talep
    edilmelidir. Çünkü, ancak Allah’ın inayetiyle bir in­san Şeytan’ın şerrinden
    paçasını kurtarabilir.

    Bu durumun en iyi izahını, İmam Ahmed’in “Müsnedinde Hz. Ebû
    Hureyre tarafından nakledilen hadiste bulmak mümkündür. Hadis şöyle­dir. “Bir
    defasında bir şahıs Rasûlullah (a.s.)’ın yanına Hz. Ebû Bekr’e ağ­za alınmayacak
    küfürler savurmaya başladı. Hz. Ebû Bekr bu küfürleri sessizce dinliyordu ve Hz.
    Peygamber (a.s.)’de kendisine bakarak tebes­süm ediyordu. Nihayet, Hz. Ebû
    Bekr’in sabrı taştı ve o da sert bir söz söyleyiverdi. Hz. Ebû Bekr’in bu sözü
    Rasûlullah (a.s.)’ı biraz kızdırdı ve yüzünde kızgınlık ifadesi belirdi; sonra
    da dışarıya çıktı. Hz. Ebu Bekr de oradan kalktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın
    peşinden yürümeye başladı. Yolda da­yanamayarak Rasûlullah (a.s.)’a sordu. ‘Yâ
    Rasûlallah, ne oldu? O adam bana küfürler savururken siz sessizce
    gülümsüyordunuz. Fakat, ben tek bir kelime söyleyince bana kızdınız?’ Rasûlullah
    (a.s.) buyurdular: ‘Ey Ebu Bekr, sen sessizce oturduğun müddetçe bir melek senin
    yanında bu­lunuyor ve senin adına o adama cevap veriyordu. Fakat sen ağzını
    açınca o melek kayboldu ve yerini Şeytan aldı. Tabii ki, benim Şeytanla kalma­mı
    beklemezdin.”

    24.1.14. Hakka
    Davet Eden Kişi Herhangi Bir Karşılık Beklemeden Mücadele Etmelidir

    Hakka davet eden kişinin bir meziyeti de herhangi bir karşılık
    bekle­meden çalışmasıdır. Zaten bu husus onun samimi, dürüst ve fedakâr
    olma­sının en büyük delilidir. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca Hz. Peygamber (a.s.)’in
    bütün çabalarının Allah için ve halkın iyiliği için olduğu da kaydedilmiş­tir.
    Nitekim, En’âm sûresinde şöyle denilmiştir:

    “De ki: Tebliğ için sizden ücret istemiyorum. Bu Kur’ân, âlemler
    için öğütten başka bir şey değildir.” (En’âm; 90)

    Yusuf sûresinde de şöyle buyurulmuştur:

    “Sen onlardan risâletin için bir ücret de istemiyorsun. O
    Kur’ân, bü­tün âlemlere nasihatten başka bir şey değildir.” (Yusuf; 104)

    Bu âyetlerde muhatap her ne kadar Hz. Peygamber (a.s.)
    gözüküyor­sa da asıl nasihat ve telkin, kâfir ve müşriklere yapılmaktadır.
    Burada de­nilmek isteniyor ki, “bakın ey müşrikler, küfür ve dalâletteki
    ısrarınız ne kadar yersiz ve asılsızdır. Eğer peygamber (a.s.) kendi şahsi
    menfaati için tebliğ ve telkinine başlamış olsaydı, o zaman belki de haklı
    olarak, ‘biz bu menfaatçi adamın sözlerini ne diye dinleyelim?’ diyebilirdiniz.
    Fakat gö­rüyorsunuz ki, bu insan fedakâr ve dürüsttür. Herhangi bir karşılık ve
    menfaat beklemeden sırf Hak ve Allah için çaba harcıyor. O, sadece sizin
    iyiliğinizi düşünüyor, sizin dünyevî ve uhrevî refahınızı göz önünde tutu­yor. O
    halde, niye inatçılık gösteriyor ve vaazlarını dinlemiyorsunuz? Herkesin
    iyiliğini ve menfaatini düşünen bir kişinin sözlerini niye reddediyorsunuz? Siz
    O’nu açık bir zihin ve kalple dinleyiniz ve söylediklerini beğeniyorsanız kabul
    ediniz, ya da reddediniz.”

    Mü’minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Yoksa, onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha
    ha­yırlıdır. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Ayet; 72)

    Yani, hiçbir kimse kalkıp da, Rasûlullah (a.s.)’ın bütün gayret
    ve mü­cadelesinin kendisine bir takım menfaatler sağlamak için olduğunu
    söyle­yemezdi. Bu işi yaparken hiçbir şahsî düşüncesi ve çıkarı yoktu. Bilindiği
    gibi, kendisi daha önce ticaretle meşgul oluyor ve iyi para kazanıyordu.
    Mekke’liler arasında itibar ve şeref sahibiydi, herkes tarafından seviliyor ve
    sayılıyordu. Ama birden bire bütün bunları terk edip her türlü eziyete ve
    sıkıntıya katlanmaya başladı. Adamlar kendisine lâf atıyor, yollarına engel
    koyuyor ve geçtiği yerlerde O’nu taşlıyordu. O kadar ki, canını kur­tarması bile
    zorlaşmıştı. Daha önce karısı ve çocuklarıyla beraber rahat ve sakin bir hayat
    geçiriyordu. Şimdi dışarıya çıkması bile tehlikeliydi. Sade­ce çevredekiler
    değil, bütün dünya karşısında cephe almıştı. Yakınları ve kardeşleri bile kanma
    susamışlardı. Böyle bir işi, çıkarcı ve bencil bir kişi yapabilir miydi? Bir
    çıkarcı ve bencil kişi herkesi düşman edebilir mi? Kendisine bir takım maddi
    imkânlar ve menfaatler sağlamaya çalışan bir kişinin azami gayreti herkesin
    kalbini kazanmak ve herkesi yanına almak olmaz mı? Öncelikle kendi akrabalarının
    ve kabile üyelerinin yardımıyla mevki ve makam sahibi olmaya çalışmaz mı? Bunun
    tam aksine, Hz. Pey­gamber (a.s.) bütün akraba ve kabile bağlarını koparıyor ve
    müşrik Arap’lar üzerinde Kureyş’in öteden beri süregelen hâkimiyetine darbe
    in­diriyordu. Sadece bu değil, bağlı bulunduğu Arap milletinin desteğini
    ka­zanmak için de olağanüstü herhangi bir çaba harcamıyor, üstelik Arap
    milliyetçiliğine karşı İslâm kardeşliğini yüceltmeye çalışıyordu. Sebe’
    sûresinde şöyle denilmiştir. “De ki, ‘Ben sizden bir ücret istemem. Ücretiniz
    sizin olsun. Benim mükâfatım Allah’a aittir. O, her şeye şâhiddir.” (Ayet; 47)

    Yukarıdaki âyetin ilk cümlesinin bir anlamı şudur. “Sizin
    ücretiniz si­zin olsun. Ben ücret filan istemem.” İkinci anlamı şu olabilir:
    “Eğer siz­den bir ücret istedimse de, bu sizin iyiliğiniz içindir.” Ayetin
    ikinci cüm­lesinin anlamı da şudur: “Düşmanlar ve hasımlar ne kadar iftirada
    bulunuyorlarsa bulunsunlar, Allah her şeyi görüyor ve biliyor. Allah’ı kimse
    al­datamaz veya yanıltamaz. Allah, benim karşılık beklemeden ve herhangi bir
    çıkar gütmeden çalıştığımı çok iyi biliyor.” Sa’d sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “(Habibim) de ki: ‘Ben sizden tebliğ ve imârım için bir ücret
    istemi­yorum. Ve ben, size külfet yükleyenlerden de değilim.” (Ayet; 86)

    Yani, “ben, kendime mevki ve makam temin etmek üzere yalan ve
    asılsız bir iddia ile karşınıza çıkmadım ve sizi bir hiç uğruna yoracak ve
    uğraştıracak değilim.” Bu sözler, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla
    kâfirlere sadece bilgi olsun diye söylenen sözler değildir. Çünkü kâfirler, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in yaşantısını ve karakterini çok iyi biliyorlardı. Hz.
    Peygamber (a.s.) 40 yıl onların arasında yaşamış, onlarla haşır neşir ol­muştu.
    Bu âyette asıl üzerinde durulan şey, Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ yalancı veya
    sahte biri olmadığıdır. Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ bir do­landırıcı ve
    şarlatan olmadığı herkesçe biliniyordu ve bu itibarla O’nun kendisine mevki ve
    makam aramak için peygamberlik iddiasında bulun­duğu düşünülemezdi. Tûr ve Kalem
    sûrelerinde şöyle denilmiştir:

    “Yahut, onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, bu borcu ödemek
    kendi­lerine ağır geliyor?” (Tûr; 40, Kalem; 46)

    Burada da asıl muhatap, Hz. Peygamber (a.s.) değil, kâfirlerdir.
    Bura­da denilmek isteniyor ki, Rasûlullah (a.s.) kendisine herhangi bir maddi
    kazanç sağlamayı tasarlamış olsaydı, o zaman bu kadar didinmesinin ve çaba
    harcamasının ücretini kâfirlerden alması en doğal hakkı olacaktı. Fa­kat
    Mekke’li kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu davetinin karşılıksız ve sadece
    Allah rızası için olduğunu çok iyi biliyorlardı. O’nun tek düşüncesi
    Mekke’lilerin ve diğer insanların ebedi kurtuluşuydu. Onun için bu âyette
    Mekke’li kâfirlere, “bu durumda siz neden kayıtsız kalıyor ve menfi
    dav­ranıyorsunuz?” diye soru soruluyor. Bu âyette çok ince bir İstihzâ da
    var­dır. Bilindiği üzere, bütün dünyada olduğu gibi Arabistan’da da müşrikle­rin
    bazı din adamı ve rahipleri vardır. Bu rahip ve kâhinler alenen din ti­careti
    yapıyorlardı. Bütün mevki, itibar ve kazançları bağlı bulundukları dinî inanç ve
    kurallar sayesinde idi. Bu âyette bu din adamlarının durumu hatırlatılıyor ve
    deniliyor ki bir tarafla dinî hizmetleri için kâfirlerden her türlü ücret, adak
    ve hediye kabul eden bu kâhin ve rahipler, diğer tarafta da kendi işini, gücünü,
    ticaretini ve diğer dünya zevklerini terk ederek, ca­hil ve dinsiz kimseleri
    Allah’a çağıran, karşılık beklemeyen, fedakâr bir insan vardır. Böyle bir
    fedakâr ve dürüst insandan bucak bucak kaçmak akılsızlık değilse nedir?

    Bu konuda bir âyet daha vardır ki, meseleye bazı yeni boyutlar
    getiri­yor:

    “De ki, Ben, risâle timin tebliği için sizden ‘qurbâ’da sevgiden
    başka hiçbir ücret istemiyorum!” (Şûra; 23)

    Bu âyette kullanılan Arapça “qurbâ” (akrabalık) kelimesinin manâ
    ve mefhumu konusunda müfessirler arasında önemli bir ihtilaf ortaya çıkmıştır.
    Müfessirlerin bir grubu bu kelimeyi akrabalık anlamında alarak bu âyeti şöyle
    açıklamaya çalışmışlardır: “Ben sizden bu iş için herhangi bir ücret talep
    etmiyorum, ancak sizden (ey Ehl-i Kureyş) hiç olmazsa benim sizinle olan
    akrabalığımı unutmamanızı istiyorum. Sizin, aslında benim vaaz ve telkinlerimi
    dinlemeniz gerekiyordu. Ama sözlerimi din­lemiyorsanız dinlemeyin. Fakat benim
    en çok gücüme giden şey bütün Arabistan’da seçe seçe beni düşman olarak
    seçmenizdir.” Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)’nin tefsiri işte budur ve bunu
    çeşitli kaynaklar göstermek suretiyle İmam Ahmed, Buhârî, Müslim Tirmizî, İbn
    Cerir, Taberânî, Beyhaki ve İbn Sâ’d v.s. kendi eserlerinde kaydetmişlerdir. Bu
    tefsir ile Mücâhid, İkrime, Katâde, Süddî, Ebû Mâlik, Abdurrahman bin Zeyd bin
    Eslem, Dahhâk, Atâ’ bin Dinâr ve diğer mümtaz müfessirler ittifak etmiş­lerdir.

    Müfessirlerin ikinci grubu “qurbâ” kelimesinin “yakınlık”
    anlamında olduğunu kabul etmişlerdir. Bu grup böylece âyetin tefsirini şöyle
    yapı­yor: “Ben sizden bu iş için herhangi bir ücret istemiyorum, fakat şu
    istisna ile ki, kalbinizde Allah’a yakınlık (sevgi ve bağlılık) uyanabilsin.”
    Yani, “benim ücretim, sizin doğru yola gelmenizden başka bir şey değildir.” Bu
    tefsir Hz. Hasan Basrî’den naklolunmuştur. Katade de bu hususta bir rivâyeti
    nakletmiştir. Hatta, Taberânî’de Hz. Abdullah bin Abbas’ın da bu âyeti aynı
    şekilde tefsir ettiğini belirtilmiştir. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de başka bir yerde
    aynı konuya temas edilmiştir.

    “De ki: ‘Ben, sizden tebliğime karşı bir ücret istemiyorum.
    Ancak Rabbine doğru yol tutmak isteyen kimseyi istiyorum.” (Furkan; 57)

    Müfessirlerin üçüncü grubu, “qurbâ” kelimesinin “akrabalar”
    anlamı­na geldiğini savunmuştur ve âyetin anlamını şöyle vermiştir: “Ben sizden,
    bu iş için, akrabalarımı sevmenizin dışında bir ücret istemiyorum.” Aynı gruptan
    bazı kimseler “akrabalar” deyiminin, Benî Abdulmuttalib’in tama­mını ve bazıları
    ise sadece Hz. Ali, Hz. Fatma ve evlâtlarını kapsadığını belirtmişlerdir. Bu
    tefsir ve yorum Said bin Cübeyr ve Amr bin Şuayb’dan naklolunmuştur. Fakat bazı
    hadislerde aynı tefsirin Hz. Abdullah bin Ab­bas ile Hz. Ali bin Hüseyin’e
    (Zeynül Abidin) ait olduğu ifade edilmiştir. Ne var ki, çeşitli sebeplerden
    dolayı bu tefsir kabul edilemez. Evvelâ, Mekke’de Şûra sûresinin nâzil olduğu
    sırada Hz. Ali ile Hz. Fatma henüz evlenmemişlerdi, bu sebeple de evlâtları söz
    konusu olamaz. Diğer taraf­tan, Beni Abdulmuttalib’in hepsi, Hz. Muhammed
    Mustafa (a.s.)’dan yana değildi, hatta bazıları kendisine açıkça düşmanlık
    ediyorlardı. Nitekim Ebû Leheb’in husumeti herkes tarafından bilmiyordu. Buna
    ilâveten, Hz. Peygamber (a.s.)’in akrabaları sadece Abdulmuttalib sülâlesi
    değildi. Hz. Peygamber (a.s.), anası, babası ve zevcesi kanalıyla Kureyş
    kabilesinin hemen hemen bütün aileleriyle akraba oluyordu. Bu ailelerde Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’in en sadık taraftarı da, en kötü düşmanı da vardı. Bütün bu
    akraba, dost ve ahbap dururken Rasûlullah (a.s.)’ın yalnızca Benî
    Abdulmuttalib’i kendi akrabası olarak ilân etmesi düşünülemez. Bir üçüncü en
    mühim nokta, bir nebînin işgal ettiği yüce peygamberlik makamından Al­lah rızası
    için ücreti olarak insanların sadece kendi akrabalarını sevmeleri­ni istemesi
    kendisine yakıştırılmayacak kadar küçük bir şeydir. Böylesine hafif bir şeyi,
    Cenâb-ı Allah’ın kendi peygamberine öğrettiğini ve Hz. Peygamber (a.s.)’in de
    tepelere çıkarak Mekke’lilere böyle dediğini aklıse­lim sahibi bir kimse
    düşünemez. Kur’ân-ı Kerîm’de bir değil, iki değil, üç değil, birçok nebinin ard
    arda gelerek kavimlerine “ben sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Ücretim
    Allah’ın rızasıdır” dediğini görebiliriz: (Yunus; 72, Hûd; 29-51, Şuarâ;
    109-127, 145, 164-180). Yâsin sûresinde hakiki bir nebî için ölçeğin,
    karşılıksız tebliğ ve telkinde bulunmak olduğu belir­tilmiştir. (Ayet; 21).
    Bizzat Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli
    vesilelerle, “ben sizden herhangi bir ücret istemi­yorum” denmiştir, ki bunları
    yukarıda aktardık. Hal böyle iken, “ben siz­den bir ücret olarak akrabalarımı
    sevmenizi isliyorum” diye söylemenin bir anlamı var mıdır? Bu tefsir ve yorumun
    yanlışlığı, âyette muhatapların iman sahipleri değil kâfirler olmasından daha
    iyi anlaşılıyor. Çünkü, daha önce muhatap hep kâfirler olmuş ve söz konusu
    âyette de muhatap yine onlardır. Sözün gelişine bakılırsa, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in kâfirlerden herhangi bir ücret talep ettiğine imkân ve ihtimal
    veremeyiz. Ücret veya kar­şılık, bir kişinin, kendisine minnettar olan bir
    kişiden, yaptığı bir iyilik ve­ya işten dolayı aldığı maddî menfaattir.
    Kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in işlerini ve çabalarını takdir ediyorlar mıydı?
    Tabii ki, hayır. Eğer takdir etmiş olsalardı, bunun imkânı vardı ve Rasûlullah
    (a.s.) belki de bir ücret­ten söz edebilirdi. Ama burada durum bambaşka idi.
    Kâfirler, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in büyük bir suç işlediğine ve zararlı bir iş
    yapmakta oldu­ğuna inanıyorlardı ve bu yüzden O’nun canına bile kıymaya
    hazırdılar.

    24.1.15. Davet’in
    Başlangıcında Ahiret Meselesine Ağırlık Vermek

    Mekke’de Rasûlullah (a.s.), insanları Hakk’a davet etmeye
    başladığı ilk yıllarda üç konuya büyük ağırlık veriyordu. Birincisi Tevhîd, yani
    Al­lah’a ortak koşmamak. İkincisi Risâlet, yani Hz. Muhammed (a.s.)’in Al­lah’ı
    Rasûlü olması ve üçüncüsü Ahiret, yani bu dünyanın bir gün yok olacağı ve yerine
    bambaşka bir dünyanın kurulacağı. Ahiret akidesi, insanla­rın ve diğer
    canlıların ölüp tekrar dirileceği, kıyametin meydana geleceği ve mahşerde her
    canlının hesap verip kendi ameline göre Cennet’e veya Cehennem’e gideceği gibi
    çeşitli kuralları da kapsıyordu.

    Bu üç akideden birincisi yani Tevhid’den Mekke’liler
    hoşlanmıyordu. Fakat Allah’ın varlığını tamamıyla inkar ettikleri de
    söylenemezdi. Mek­ke’liler en büyük bir Rab, Yaradan ve Râzık’ın bulunduğunu
    kabul ediyor­lardı ve mabud veya ilâh ve ilâhe olarak tanıdıkları diğer tanrı ve
    tanrıça­ların da Allah’ın mahlûkları olduğuna inanıyorlardı. Asıl anlaşmazlık
    ko­nusu, Allah’ın sıfat, kuvvet ve kudretine bu tanrı ve tanrıçaların ortak olup
    olmamalarıydı.

    Mekke’liler Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini de kabul
    etme­ye razı değillerdi. Fakat, Rasûlullah (a.s.)’ın aralarında geçirdiği 40 yıl
    gi­bi uzun bir müddet içinde temiz karakterine ve ahlâkına gölge düşürecek en
    küçük bir kötülükte veya kötü davranışta bulunmadığını kabul ediyor­lardı.
    Herkes, Rasûlullah (a.s.)’ın akıl ve mantığına, doğruluk, dürüstlük ve güzel
    ahlâkına hayrandı. Bu sebeple, kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)’in her konuda doğru
    ve dürüst iken sadece peygamberlik konusunda hâşâ ya­lan söyleyebileceğini kabul
    etmede ve bunu başkalarına kabul ettirmede güçlük çekiyorlardı.

    Demek ki,
    Mekke’lilerin ilk iki akide konusunda, Hz. Muhammed (a.s.) ile o kadar büyük
    ihtilâfları yoktu. Fakat, onları en çok düşündüren ve çileden çıkaran şey Ahiret
    akîdesiydi. En çok alay konusu yaptıkları akîde buydu. En çok hayret ve
    şaşkınlık uyandıran mesele buydu. Mek­ke’liler bu akidenin akıl ve mantıktan
    uzak olduğunu söylediler ve en çok bu akîdeye karşı çıktılar. Ne var ki, kâfir
    ve müşrikleri İslamiyet’e çekmek için Ahiret akîdesini kafalarına ve yüreklerine
    iyice yerleştirmek gereki­yordu. Zira bu akideyi kabul etmeden kimse Hak ile
    Batıl arasındaki mü­cadelenin ciddi ve çetin olduğunu anlayamazdı. Ahiret,
    insanların hayır ve şer ile, ölüm, kalım ve insanî değerlerle ilgili
    düşüncelerini, kısacası hayata bakış açılarını temelden değiştirecek nitelikte
    bir akîde idi. Madde ve ruh arasındaki fark işte burada belli oluyordu, bu
    dünyayı terk edip ahirete hazırlanmak ve İslâm’ın gösterdiği yolu takip etmek
    işte bu akide sayesinde mümkün oluyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Mekke’de
    davetin ilk yıllarında inen âyetlerde Ahiret inancına büyük önem verilmiştir.
    Ta­bii, Ahiret ile ilgili deliller verilirken arada sırada Tevhid kavramı da
    iyice anlatılmış, ayrıca Rasûlullah (a.s.) ile Kur’ân-ı Kerîm’in doğru olduğu
    ifa­de edilmiştir.



     




    [1]
    Rasûlullah
    (a.s.)’ın yanında o sırada bulunan kabile reislerinin isimleri çeşitli
    hadislerde kaydedilmiştir. Bunlar arasında Utbe, Şeybe, Ebu Cehl, Ümeyye bin
    Halef ve Übeyy bin Halef gi­bi İslâm düşmanlarının isimlerine rastlanıyor.
    Demek ki, bu olay, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kabi­le reisleriyle
    münasebetlerini henüz kesmediği sırada cereyan etmişti. Daha sonra bu
    reislerin olumsuz ve düşmanca tavırları nedeniyle müslümanlar ve Hz.
    Muhammed (a.s.) ile bütün ilişkileri kesilmişti.

  • HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



    Yirmi Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL
    SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



    23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI



    23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİ



    23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE ÇEKİLMESİNİN SEBEBİ



    23.4. DOĞRU RÜYALAR



    23.5. VAHYİN İLK GELİŞİ



    23.5.1. Bu Olay bize Ne Anlatıyor?



    23.5.2. Olayın Tahlili



    23.5.3. Hz. Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?



    23.6. İLK VAHYİN KONUSU



    23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN AÇIKLANMASI



    23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ



    23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLER



    23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZ



    23.11. İLK DÖRT MÜSLÜMAN



    23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ. İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ
    GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?



    23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ



    23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7 AYETİNİN İNÎŞÎ



    23.14.1. Müddessir Sûresinde Verilen Talimat



    23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ



    23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK DÖNEMİ



    23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASI



    23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?

     

    Yirmi Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED
    (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI

    23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE
    TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI

    Kur’ân-ı Kerim’in bize anlattığına göre, nübüvvet payesine
    yükseltil­meden önce peygamberlerin, akıl, zekâ ve bilgileri diğer insanlardan
    fazla ve üstün değildi. Fakat durum bi’set (peygamberlik)ten sonra birden bire
    değişiyor ve kendileri vahy sayesinde fevkalâde bir bilgi kaynağına sahip
    oluyorlardı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e
    şöyle hitap edilmiştir:

    “Halbuki (daha önce) sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”
    (Şûrâ; 52)

    “Seni dalâlette bulup hidâyet etmedi mi?” (Duhâ; 7)

    Kur’ân-ı Kerim ayrıca, peygamberlerin bi’set’ten önce diğer
    insanların sahip bulundukları ilim ve marifet yollarıyla “iman bil gayb”
    safhasından geçtiklerini, vahyin ise sadece daha evvel gördükleri ve kabul
    ettikleri ha­kikatleri tasdik etmelerini sağlamak olduğunu açıklamaktadır. Vahy
    yo­luyla peygamberlere bazı ebedi hakikatler gösterilmiş oluyordu, ki böyle­ce
    dünyaya bunlar hakkında samimiyet ve itimadla bilgi ve talimat vere­bilsinler.
    Bu husus, Hûd sûresinde defalarca anlatılmıştır. Meselâ, bir ye­rinde Nebi-yi
    Kerim (a.s.) hakkında şunlar söylenmiştir:

    “Rabbinden açık bir delil iterinde olup O’na Allah tarafından
    şâhidi (vahiy) de bulunan, rehber ve rahmet olan, kendinden evvel gelen Musa’nın
    Kitabında kendisini tasdik etmekte bulan kimse dünya hayatını is­teyen kimse
    gibi midir?” (Ayet; 17)

    “Ey kavmim, Benim Rabbim tarafından beyyine üzere olduğumu ve
    bana kendi tarafından rahmet (vahiy) verdiğini görmüyor musunuz? Size onu
    görecek göz verilmemişse istemediğiniz halde onu zorla mı kabul et­tireceğiz?”
    (Ayet; 28)

    Benzeri sözler aynı sûrenin 63. âyetinde Hz. Sâlih (a.s.)
    tarafından, 88. âyetinde de Hz. Şuayb (a.s.) tarafından tekrarlanmıştır. Bu
    ayetler gösteriyor ki, peygamberler vahy yoluyla Hakikat hakkında doğrudan
    bil­gi edinmeden evvel kendilerine ihsan edilmiş olan tabii müşahede, mura­kabe
    ve tefekkür kabiliyetlerini (ki yukarıdaki ayetlerde buna beyyine de­nilmiştir)
    uygun bir şekilde kullanarak ebedi hakikate veya başka bir de­yişle “tevhid”e ve
    “ma’âd”a varıyorlardı. Peygamberlerin bu buluşu vehbî değil kesbî oluyordu.
    Cenab-ı Allah bundan sonra kendilerine vahy ilmi verirdi ki, bu kesbî değil
    vehbî olurdu.

    Bu tefekkür, aklıselim ve doğayı inceleme işlemi, filozofların
    kıyas ve tahminlerinden tamamıyla değişiktir. Aksine, Kur’an-ı Kerim insanları
    bunlara teşvik ediyor ve gözlerini açıp Allah’ın kudretini görmeyi ve bun­lardan
    doğru ve isabetli neticeler çıkarmayı tavsiye ediyor. Bu suretle, ilâhi ayetleri
    duyan ve okuyan tarafsız ve fanatik olmayan bir kişi gerçek bir Hak arayıcısı
    haline geliyor ve en son muradına da eriyor.

    Geçen bölümde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve yaşantısı
    hakkında dile getirdiğimiz hususlardan, Hazreti Peygamber (a.s.)’in sürekli
    şirkten kaçındığı ve Tevhid’e inandığı anlaşılıyor. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber
    : (a.s.), aklı ermeye başladığından beri kendi milletinin cehâlet ve dalâleti i
    ile batıl inançlarını kabul etmemiş, müşriklerin ibadetlerine katılmamış,
    putlardan ve putperestlikten nefret etmiş ve putlara adanan kurbanlardan
    çekinmiştir. Nübüvvetten önceki yıllarda Hz. Peygamber (a.s.)’in dini ,
    inançları, kitabımızın ikinci cildinin ikinci bölümünde zikrettiğimiz
    Hünefâ’nınkine benziyordu. Cahiliyye devrinde Cürhüm ve Hüzâ’a kabile­lerinin
    İbrahim (a.s.)’in dininde yaptıkları tahriflerden hiçbirini Hz. Pey­gamber
    (a.s.) nübüvvetinden önce kabul etmemişti. Ayrıca, Kureyşlilerin kendi
    tahakkümleri sırasında yaptıkları tahrifleri de Hz. Muhammed (a.s.) hiçbir zaman
    kabul etmemişti. Meselâ, Kureyşliler diğer Araplara karşı kendi üstünlük ve
    faziletlerini belli etmek amacıyla kendilerine bir takım imtiyazlar
    sağlamışlardı. İbn Sa’d ile İbn Hişâm’ın ifadelerine göre Ku­reyşliler hac
    mevsiminde Arafat’a gidip bazı dini vecibeleri yerine getir­memeyi adet
    edinmişlerdi. Onlar sadece Müzdelife’ye gidip dönerlerdi. Kendilerinin Ehl-i
    Haram olduklarını ve diğer hacılar gibi Arafat’a gidip ibadet etmeleri
    gerekmediğini iddia ederlerdi. Kureyşliler, bunları yapma­ları halinde kendileri
    ve diğer hacılar arasında herhangi bir fark kalmaya­cağını, dolayısıyla
    haysiyetlerinin düşeceğini ileri sürerlerdi. Halbuki, Arafat’a gitmek, orada
    kalmak ve oradan Müzdelife ile Mina’ya dönmek gibi fiillerin Hacc’ın ve İbrahim
    şeriatının ayrılmaz parçalan olduğunu iyi biliyorlardı. Zamanla, bu tür
    imtiyazlar, Kureyşlilerle yakın dostluk ve iş­birliği içinde olan diğer
    kabileler, meselâ Beni Kinâne, Huzâ’a ve Beni Amir bin Sâ’saa’ya tahsis edildi.
    Ne var ki Rasûlullah (a.s.) peygamberlik payesine yükselmeden evvel dahi bu tür
    adetleri birer bid’at addederek reddetmişti. İbn İshâk’ın Cübeyr bin Mut’im
    tarafından naklettiği bir hadi­se göre, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’in diğer
    bütün Araplar gibi hac mev­siminde Arafat’ta kaldığını görmüştü.

    Kureyşlilerin kabul ettikleri bid’atlerden biri de Harem’in
    dışından gelen hacılara uyguladıkları farklı muamele idi. Böyle bir kişi hac
    veya umre için geldiği zaman dışardan ne yiyecekler getirebilir, ne de kendi
    el­biseleriyle Ka’be’yi tavaf edebilirdi. Dışardan gelen hacıların Harem’de
    pi­şirilen yemekleri yemeleri ve Harem’de hazırlanan elbiseleri ücret karşılı­ğı
    alıp tavaf etmeleri şarttı. Elbise bulamayan hacıların çıplak tavaf etme­leri
    istenirdi. Dışardan getirdiği bir elbise ile bir hacı hac yapmışsa bunu çıkarıp
    atması gerekiyordu. Bu elbiseyi bundan sonra ne kendisi ne başka­ları
    giyebilirdi. Arapların çoğu bu bid’at ve ayrıcalığı da ses çıkarmadan kabul
    etmişlerdi ve dinin bir parçası olarak görüyorlardı. Neticede Arapla­rın
    Kâ’be’yi çıplak tavaf etmeleri bir alışkanlık haline geldi. Hz. Peygam­ber
    (a.s.) nübüvvetinden önce bu tür safsata, batıl inanç ve alışkanlıkları da
    reddederdi.

    23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN
    DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİ

    Muhaddisler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in düşünce, ilham ve
    muraka­be devresine etraflıca eğilmişlerdir. Hz. Peygamber (a.s.)’e vahiylerin
    baş­lamasıyla ilgili kayıtlar güvenilir kaynaklar tarafından nakledilerek hadis
    kitaplarına geçirilmiştir. Bu kayıtlar, Hz. Ayşe (r.a.)’den naklen Hz. Urve bin
    Zübeyr’e geçmiş ve ondan da İmam Zührî’ye dayandırılmıştır. Hz. Ayşe’nin hadisi
    şöyledir.”Rasûlullah (a.s.)’a vahiyler ilk önce doğru (bazı ri­vayetlere göre,
    iyi) rüyalar şeklinde gelmeye başladı. Rasûlullah (a.s.) her rüyayı, sanki gün
    ışığında görüyormuş gibi görüyordu.[1]
    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yalnızlığı sever bir kişi haline geldi[2]
    ve bazen birkaç geceyi sürekli olarak Hira mağarasında ibadetle geçirirdi. (Hz.
    Ayşe bura­da “ibadet” yerine “tehannüs” kelimesini kullanmıştır. İmam Zührî bunu
    “taabbüd” (ibadet) olarak açıklamıştır. Bu, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi bildi­ği
    bir ibadet şekliydi, zira o zamana kadar ibadetin nasıl yapılması gerek­tiği
    kendisine anlatılmamıştı). Hz. Peygamber (a.s.) yiyecek ve içecekleri­ni yanında
    götürür ve birkaç gün mağarada kaldıktan sonra eve Hz. Hati­ce’nin yanına
    dönerdi. Hz. Hatice (r.a.) bundan sonra kendisine tekrar yi­yecek, içecek
    verirdi.”

    23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE
    ÇEKİLMESİNİN SEBEBİ

    Bu devrede Hz. Muhammed (a.s.)’in neden Mekke şehrinin
    uzaklaşarak Hira mağarasına gidip tenha bir köşede ibadet ve murakabe yaptığı
    “İnşirah” suresinde anlatılmıştır. Meselâ şu âyetlere bakın:

    “Senden yükünü indirip attık. Öyle yük ki, sırtına ağır
    gelmişti” (Ayet; 2-3)

    Yukarıdaki ayette kullanılan Arapça “vizr” kelimesi ağır yük
    anlamın­dadır. Ağır yükten de üzüntü, hüzün, ıstırap ve dert kastedilmiştir.
    Bilin­diği gibi, Hz. Muhammed (a.s.) gibi hassas bir insan, halkının cehalet ve
    dalâletinden son derece rahatsızdı ve üzüntüden kıvranıyordu. Gözünün önünde
    putlara tapılıyor, sapık, batıl örf ve âdetlere uyuluyordu. Toplu­mun ahlâkı
    sıfıra inmiş, her tarafa ahlâksızlık, safahat ve hayasızlık yayıl­mış, baskı,
    zulüm ve fesat herkesi sarmıştı. Güçlüler güçsüzleri eziyor, fidan gibi gencecik
    kız çocukları diri diri gömülüyor, kabileler kabilelere saldırıyor ve kan davası
    bazen yüzyıllar süren kavga ve kanlı çatışmalara sebep oluyordu. Kimsenin canı,
    malı ve namusu emniyet içinde değildi. Herkes kudret ve kuvvetin dilini
    anlıyordu. Araplar ekonomik ve sosyal açıdan da perişan bir manzara arz
    ediyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) bu durumu görüyor ve yüreği parçalanıyordu.
    Durumu düzeltecek herhangi bir çare aklına gelmediği için üzüntüsü daha da
    artıyordu. Hz. Muham­med (a.s.)’in sırtına binen yük ve belini büken ağırlık
    işte bu idi. Cenab-ı Hak işte bu yükü kendisine hidayet yolunu göstermek
    suretiyle ortadan kaldırmış oldu. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvet mevkiine
    yükselince de in­san hayatının bütün mesele, dert ve bozukluğunu ortadan
    kaldıracak yegâne şeyin Tevhid’e, âhirete ve risâlete (peygamberliğe) iman
    olduğunu anladı. Bu anahtar her kapalı kapıyı açacak mahiyette idi. Cenab-ı
    Allah’ın kendisine doğru yolu göstermesiyle zihnini meşgul eden büyük bir
    meseleden kurtulmuş oldu. Bu hidayete eriştikten sonra, Peygamber (a.s.)
    aradığını buluverdi. Arapları ve dünyanın diğer milletlerini içine düştük­leri
    acı durumdan kurtaracak yolu bulmuş oldu.

    23.4. DOĞRU RÜYALAR

    Yukarıdaki hadiste Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifade ettiği gibi,
    Rasûlullah (a.s.)’a vahiylerin ilk gelişi doğru ve gerçek rüyalar şeklinde oldu.
    (Buhârî ve Müslim). Bu durum, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik payesine
    yükselmesinden sonra da aynı şekilde devam etti. Nitekim, hadislerde bu tür
    rüyalarda kendisine bazı talimat veya bilgilerin verildiği belirtilmiştir.
    Kur’an-ı Kerim’de de bu nevi rüyadan açıkça bahsedilmiştir (Fetih; 27). Ayrıca,
    pek çok hadislerde Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) şöyle dedikleri
    belirtilmiştir: “Allahu Teâlâ bunu benim içime doğdurmuştur”, “bunu kalbimde
    hissettim”, “bana anlatılmıştır”, “bana emir verilmiştir”, veya “benim bunu
    yapmam yasaklanmıştır” vs.

    23.5. VAHYİN İLK GELİŞİ

    Hz. Muhammed (a.s.) 40,5 yaşında iken[3] 
    Ramazan ayında bir gün Hira mağarasında ibadet ettiği sırada kendisine birden
    bire ilk açık ve bariz vahiy geldi ve bir melek kendisiyle yüz yüze gelip, “oku”
    dedi[4].
    Vahyin ilk gelişiyle ilgili hadis Buhârî’de Hz. Ayşe tarafından naklolun­muştur.
    Hz. Ayşe bu hususta bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerini nakletmiştir:,”Ben
    okumayı bilmem’ dedim. Bunun üzerine melek beni kucakla­yıp kuvvetlice sıktı,
    öyle ki nerdeyse dayanma gücümü kaybedecektim. Sonra beni bıraktı ve tekrar
    ‘oku’ dedi. Ben tekrar, ‘okumayı bilmem’ de­dim. O beni tekrar kucaklayıp sıktı
    ve ben dayanma gücümü kaybetmeye başladım. Sonra beni bıraktı ve dedi, ‘oku’.
    Ben tekrar, ‘okuma yazmam yoktur’ dedim. Melek beni üçüncü defa kollan arasına
    alıp kuvvetle sıktı. Ben tekrar dayanma gücümü yitirmeye başladım. Sonra beni
    bıraktı ve dedi ki, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku….; ta ki “mâ lem-ya’lem”e
    kadar vardı”.

    Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) titreyerek
    ve sar­sılmış bir şekilde eve geldi ve Hz. Hatice (r.a.)’nin yanına gidip, “beni
    ört, beni ört” dedi. Korku ve dehşeti geçip Hz. Peygamber (a.s.) biraz
    sakinleşince, “ya Hatice bana ne oldu?” diye sordu. Daha sonra başından geçen
    hadiseyi kendisine anlattı ve “Ben canımdan korkuyorum”[5]
    dedi. Hz. Hatice, “ne diyorsunuz? Hiç öyle bir şey olur mu? Kendinize gelin ve
    gü­lümseyin. Allah sizi mahcup etmeyecektir.[6]
    Siz akrabalarınıza iyi mua­mele yaparsınız. Doğruyu söylersiniz. (Bir Hadiste de
    ‘Siz başkalarının emanetlerini aynen iade edersiniz’ cümlesi yer almıştır).
    Kimsesizlerin yü­künü taşırsınız, fakir ve muhtaçlara yardım edersiniz.
    Misafirperversiniz ve her iyi ve hayırlı işe katılırsınız” dedi. Hz. Hatice daha
    sonra Hz. Pey­gamber (a.s.)’i yanına alıp Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka,
    Hz. Hati­ce’nin kuzeniydi. Cahiliyye döneminde putperestliği terk edip
    Hıristiyan olmuştu ve Arapça ile İbranice İncilleri yazardı. Çok yaşlıydı ve
    gözleri gör­müyordu. Hz. Hatice, “ağabey, bakın yeğeniniz size ne anlatacak”
    dedi.[7]
    (Ebu Nu’aym’ın rivâyetine göre Hz. Hatice bizzat Varaka’ya bütün olayı anlattı).
    Varaka, Hz. Peygamber (a.s.)’e, “evlâdım, sen ne gördün?” dedi. Rasûlullah
    (a.s.) başından geçenleri kendisine anlattı. Varaka, “Val­lahi, bu Tanrı’nın Hz.
    Musa’ya gönderdiği namus’un aynısıdır (yani, öbür dünyadan vahiy getiren melek).

    [8]
    Keşke,
    seni, senin milletinin sürgüne göndereceği zamana kadar yaşasaydım”. Rasûlullah
    (a.s.) kendisine sordu, “bunlar beni sürgüne mi gönderecekler?” Varaka da,
    “evet, senin ge­tirdiğin şeyi getirmiş olan bir kişiye düşmanlık yapılmadığı
    hiçbir zaman görülmemiştir. Eğer senin zamanında yaşarsam (peygamberlik
    döneminde yaşarsam) sana olanca gücümle yardım ederim” diye cevap verdi. Fakat
    aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.

    23.5.1. Bu Olay
    bize Ne Anlatıyor?

    Bu olup bitenler gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) meleğin
    geldiği ana kadar kendisinin peygamberliğe getirileceğini tahmin etmiyordu. Hz.
    Pey­gamber (a.s.), nübüvvete talip veya hevesli olmadığı gibi, böyle bir şeyin
    başına geleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Meleğin vahiyle gel­mesi
    kendisi için hiç beklemediği âni bir hadise idi. Böyle bir şeyden ha­bersiz olan
    bir kişinin gayet tabii olarak göstereceği tepkiyi Hz. Peygam­ber (a.s.) de
    gösterdi. Bundan dolayıdır ki, O İslam davasını halka duyur­maya başlayınca
    Mekkelilerden kimse ortaya çıkıp da, “ben zaten tahmin etmiştim, bu kişinin
    peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belli idi” demeye cesaret
    edemedi.

    Bu olay ayrıca, nübüvvetten evvel Hz. Muhammed (a.s.)’in
    yaşantısı ve karakterinin ne kadar temiz olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi, Hz.
    Hatice (r.a.) küçük ve tecrübesiz bir kadın değildi. O sırada yaşı 55’di ve 15
    seneden beri Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi ve hayat arkadaşıydı. Bir kadın,
    kocasının bütün iyi ve kötü taraflarını bilir. O’nun ayıp ve hünerle­rine iyice
    vakıf olur. Bu olgun ve tecrübeli hatun, Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğine ve
    karakterine o kadar güveniyordu ki, kendisi Hira mağarasından dehşet ve heyecan
    içinde eve dönüp başından geçen olayı anlatır an­latmaz Allah’ın meleğinin O’na
    geldiğine hemen inanıverdi.Aynı şekilde Varaka bin Nevfel de yaşlı, bilgili ve
    tecrübeli bir Mekkeli idi. Varaka ço­cukluğundan beri Rasûlullah (a.s.)’ın ne
    yaptığını, ne ettiğini biliyordu. O da, Hz. Peygamber (a.s.)’in anlattığı olaya
    ters bir tepki göstermedi, hiçbir tereddüt ve şüphe de belirtmedi ve aksine,
    söylediklerini tasdik etti ve aynı halet-i ruhiyeden Hz. Musa (a.s.)’nın da
    geçtiğini anımsadı. Demek ki, Varaka bin Nevfel’in gözünde de kişilik ve
    karakteri bakımından Hz. Pey­gamber (a. s.) öylesine yüksek bir yerde idi ki,
    O’nun peygamber olmasına hiç şaşmadı.

    23.5.2. Olayın
    Tahlili

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e ilk açık ve kesin vahyin
    gelişiy­le ilgili olayı iyice anlayabilmemiz için kendisinin ilk defa ve âni
    olarak böyle bir durumla karşı karşıya geldiğini göz önünde bulundurmalıyız.
    Bundan evvel hiçbir zaman, hiçbir şekilde kendisinin peygamber olacağı­nı tahmin
    dahi etmemişti, içinde herhangi bir peygamberlik hevesi de yok­tu. Bunun için ne
    bir hazırlık yapmış, ne de böyle bir şey olacağını düşün­müştü. Bir meleğin
    kendisine geleceğini de beklememişti. Bir köşeye çeki­lip ve özellikle Hira
    mağarasına gidip yalnızlık içinde ibadet ve İ’tikâf edi­yordu. Fakat bir nebi
    veya peygamber olacağını aklının ucundan bile ge­çirmemişti. Durum böyle iken
    Hira mağarasında yalnız bulunduğu bir sıra­da kendisine melek gelince bu ilk
    büyük ve olağanüstü deneyim yüzünden gayet doğal olarak büyük bir heyecan duydu.
    Aslında böyle bir durumda, ne kadar soğukkanlı olursa olsun, bir kimsenin
    heyecan ve şaşkınlığı bir tek yerden kaynaklanmıyordu, aksine çeşitli sebepleri
    vardı. Hz. Peygam­ber (a.s.)’in kafası karmakarışıktı, aklına bin bir soru
    geliyordu ve kendisi­ne ne olduğunu kestiremiyordu. Ben gerçekten peygamberlik
    makamına mı getirildim? Çetin bir sınavdan mı geçiriliyorum? Ben bu ağır yükü
    na­sıl kaldıracağım?[9]
    Ben insanlara nasıl, size peygamber olarak tayin edil­dim, diyebilirim. İnsanlar
    benim sözlerime inanacaklar mı? Bu beklenme­dik olaydan sonra kendi çevremdeki
    insanlara ve milletime peygamber ol­duğumu söylediğim zaman beni alaya
    almayacaklar mı? Bana gülmeye­cekler mi? Bana deli demeyecekler mi? Tek başıma
    bu cahillerle nasıl başa çıkacağım? Onları cehalet ve dalâletlerinden nasıl
    kurtaracağım? îşte Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi kendine sorduğu sorular
    bunlardı.

    Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.) Hira
    mağarasın­dan eve döndüğünde, dehşet içinde idi ve titriyordu. Eve varır varmaz
    da, “beni örtün, beni örtün” diye evdekileri uyardı. Bir süre sonra biraz
    heyeca­nı yatışınca Seyyide Hz. Hatice (r.a.)’ye başından geçenleri anlattı ve
    şöy­le dedi, “canımdan korkuyorum”.

    Bunun üzerine Hz. Hatice de şu cevabı verdi: “Asla, vallahi,
    Allah si­zi üzmeyecektir. Siz akrabalara yardım edersiniz. Doğruyu söylersiniz.
    Çaresiz ve kimsesizlere yardım elinizi uzatırsınız. Fakir, fukaraya destek
    olursunuz. Misafirleri ağırlarsınız. Ve bütün iyi ve hayırlı işleri
    yaparsı­nız.”

    Hz. Hatice (r.a.) daha sonra Rasûlullah (a.s.)’ı Varaka bin
    Nevfel’e götürdü, çünkü kendisi bir kitap ehliydi ve geçmiş peygamberlerin
    duru­munu az çok biliyordu. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in ba­şından
    geçenleri dinledikten sonra hiç çekinmeden, “evet, bu Hz. Musa (a.s.)’ya gelen
    namus (meleği)un aynısıdır” deyiverdi. Deyiverdi, zira ken­disi Hz. Muhammed
    (a.s.)’i çocukluğundan gençliğine ve daha sonra 40 yaşına kadar görmüşle
    karakterini bilme ve tanıma imkânı bulmuştu. Nevfel, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    öteden beri peygamberlik hevesinde ve hazırlığında olmadığını çok iyi biliyordu.
    Bu iki hususu bilen Nevfel, me­leğe benzeyen bir kişinin Hz. Muhammed (a.s.)’e
    gelip peygamberlere benzer bilgi ve talimatı kendisine ilettiğini duyunca O’nun
    peygamberlik makamına getirildiğine şüphe etme ihtiyacını duymadı.

    23.5.3. Hz.
    Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?

    Şayet Hz. Muhammed (a.s.) öteden beri peygamber olacağını
    tasarla­mış olsaydı, kendisi gibi bir insanın nebi olması gerektiğine inansaydı
    ve bana bir melek gelsin diye bir mağarada yalnız başına ibadet ve murakebede
    bulunmuş olsaydı, gayet tabii ki, Hira mağarasındaki olay cereyan ettiği zaman
    büyük bir sevinçle içinde yerinden fırlar, nara atar ve mağa­radan kurşun gibi
    çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra kendisinin pey­gamber olduğunu ilân
    ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum bam­başka idi ve kendisi hayli
    heyecanlı ve sarsılmış bir durumda idi. Titreye­rek eve geldi ve yorgana sarılıp
    sessizce yattı. Biraz sonra kendisine gelir gibi olunca hayat arkadaşına sırrını
    açıkladı. Kendisine bir şeyler olduğu­nu, hayatının tehlikede olduğunu belirtti.
    Peygamberliği öteden beri bek­leyen bir kişinin tepkisi böyle mi olmalıydı?
    Tabii ki hayır.

    Bir kadın kendi kocasına en yakın kişidir. Kocasının hayatı,
    yaşantısı, huyları, zevkleri, karakteri ve duygularını en iyi bilen odur. Eğer,
    Hz. Ha­tice (r.a.), kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve her zaman
    kendisi­nin bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz. Peygamber (a.s.)’e
    verdiği cevap herhalde çok farklı olacaktı. O, gayet doğal olarak diyebilirdi
    ki, “kocacığım, neden korkuyorsun? Korkulacak ne var? istediğin bu değil miydi?
    Sen peygamber olmak istemiyor muydun? işte muradına erdin. Sen bir yandan
    peygamberlik tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye ve paralan toplayayım
    ve böylece ikimiz de zengin oluruz”. Fakat biz ne görüyoruz? Hz. Hatice (r.a.)
    on beş yıllık evlilik hayatında Hz. Muham­med (a.s.)’in ne gibi bir insan
    olduğunu çok iyi anlamıştı. Aralarındaki sa­mimiyet ve sevgi Hz. Muhammed
    (a.s.)’in doğru ve dürüst bir insan oldu­ğunu ortaya koymuştu. Kendisinin yalan
    söylemeyeceği ve herhangi bir sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz. Hatice
    (r.a.) O’na bir şeytanın gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Cenab-ı Allah’ın O’nu
    bir azaba sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini, gördüklerinin doğru
    olduğunu pek iyi biliyordu. Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerli idi.
    Varaka ya­bancı bir kişi değildi. Aksine Rasûlullah (a.s.)’ın sülâlesinden bir
    kişi olup, dayısıydı. Ayrıca ilim ve irfan sahibi bir Hıristiyan olarak
    peygam­berliğin, kitabın ve vahyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hususta
    ya­pılan asılsız ve çürük bir iddiayı reddedecek durumda idi. Yaşı hayli ileri
    olduğu için tecrübe sahibi biriydi ve Hz. Muhammed (a.s.)’in bütün ömrü gözünün
    önünden geçmişti. Varaka bin Nevfel de Hira Vakasını duyduk­tan sonra kendisine
    gelenin, Hz. Musa (a.s.)’ya gelen melekten başkası ol­madığını tereddüt etmeden
    söyledi. Zira, burada da durum Hz. Musa’nınki gibi idi. Hz. Muhammed (a.s.),
    tıpkı, Hz. Musa (a.s.) gibi saf, temiz ve her şeyden habersiz iken peygamberlik
    makamına getirilmişti. Peygamber­liğe hevesli olmak şöyle dursun, böyle bir
    şeyin vuku bulacağını aklının bir köşesine bile getirmemişti. Bu apaçık durum,
    Varaka bin Nevfel’in de, Hz. Muhammed (a.s.)’in, şeytanın bir oyununa
    gelmediğine, doğru ve te­miz karakterinden dolayı herhangi bir ard niyeti ve
    ihtirası olmadan Nihai Hakikat’ı bulduğuna inanmasına sebep olmuştu.

    Gerçekçi ve doğruyu kabul eden bir kişi için, Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in bu durumu hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Zaten bu yüzden bu du­rum
    Kur’an-ı Kerim’de defalarca örnek olarak gösterilmiştir.[10]

    “Halbuki (daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin”.
    (Şura; 52)

    23.6. İLK VAHYİN KONUSU

    Rasûlullah (a.s.)’a gelen ilk vahy Alâk suresinin ilk beş
    âyetinden müteşekkil olup şöyle idi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir
    kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rabbin ki, ka­lem
    ile (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”

    Vahy’in inişiyle ilgili, bu ilk tecrübe idi ve Hz. Peygamber
    (a.s.) bun­dan ilk kez geçiyordu. Bu ilâhi mesajda kendisinin ne kadar büyük bir
    mevkiye getirildiği belirtilmemişti. İlerde kendisini ne gibi bir görev
    bek­lediği açıklanmamıştı. Aksine, bu ilk ve belki de eksik bir tanışma idi.
    Maksat Hz. Peygamber (a.s.)’i fazla heyecanlandırmamak, yıpratmamaktı. Bu ilk ve
    ani şok geçtikten sonra kendisi zihnen vahyi kabul etmeye ve peygamberlik
    görevini yürütmeye hazır olunca ayrıntılara girilecekti. Ni­tekim, böyle
    yapıldı.

    [11]

    23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN
    AÇIKLANMASI

    Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’e gelen ilk vahyin her kelimesi son derece
    önemli ve dikkate değerdir. Meselâ ilk ayeti ele alalım: “Yaratan Rabbi­nin adı
    ile oku.”

    Bilindiği gibi, Rasûlullah (a.s.)’a melek, “oku” deyince kendisi
    “be­nim okuma yazmam yoktur” diye cevap vermişti. Bu konuşma gösteriyor ki, ilk
    vahiy yazılı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’e gösterilmiş ve kendisi­nin bunları
    okuması istenmişti. Zira, eğer melek, “oku” emriyle, söyledik­lerini Hz.
    Muhammed (a.s.)’in aynen tekrar etmesini kastetmiş olsaydı, kendisinin, “benim
    okuma yazmam yoktur” demesi gerekmeyecekti.

    Ayette, “Yaratan Rabbinin adı ile oku” denilmiştir. Yani,
    “Rabbinin adıyla” başka bir deyimle de, “bismillah ile” (Allah’ın adıyla)
    okunması istenmiştir. Bu demek oluyor ki, Rasûlullah (a.s.) vahyden önce de
    sadece Allahu Teâlâ’yı kendi Rabbi olarak tanıyordu. Bu sebeple, Rabbinin kim
    olduğunun açıklanmasına gerek duyulmadı. Aksine, sadece kendi Rabbi­nin adıyla,
    yani, O’nun tanıdığı ve bildiği Rabbinin adıyla okuması isten­di. “Yaratan”
    kelimesi de dikkate şayandır. Çünkü, burada Allah’ın kimi yarattığı
    belirtilmemiştir. Bu ayeti okuyan, zaten ayetten kâinatı ve için­deki her şeyi
    yaratan Halik’in adıyla okunması istendiğini kolayca anlaya­bilir.

    İkinci ayette, “O insanı bir kan pıhtısından yarattı”
    denilmiştir. Görül­düğü gibi, ilk önce, kâinatı yaratandan bahsedilmiş, daha
    sonra Yüce Al­lah’ın, bir kan pıhtısı halinden insanı koskoca bir mahluk olarak
    yarattığı açıklanmıştır. Yaradılışın başlangıcı işte böyle olmuştur. “Alak”
    donmuş kan veya kan pıhtısı anlamına gelen “alaka”nın çoğuludur. Bu gebeliğin
    başındaki durumdur ki, bir insan o sıralarda bir kan pıhtısından başka bir şey
    olmuyor. Bundan sonra cenin giderek kan ve et topluyor ve bir bebek şeklini
    alıyor, ta ki doğarken her şeyiyle mükemmel ama küçük bir insan oluyor.

    [12]

    Üçüncü ve dördüncü ayetlerde, “Oku, Rabbin sonsuz kerem
    sahibi­dir. O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti” denilmiştir. Yani, Cenab-ı
    Allah’ın, insanı küçücük, değersiz ve önemsiz bir durumdan çıkarıp, ilim ve
    irfan sahibi yapmış olması büyük bir kerem ve ihsanıdır. İlim ve irfan,
    mahlukların en büyük sıfatıdır. Cenab-ı Allah insana sadece okumayı öğ­retmemiş,
    onun elinin kalem tutmasını temin etmiş, ona yazmayı da öğret­miştir. Yazı ve
    yazı sanatı, ilmin gelişmesi ve yayılmasına yardımcı ol­muş, insanların bilim ve
    teknoloji alanında yeni ufuklara yol almasına katkıda bulunmuştur. Yazı ve yazma
    sanatı, ayrıca zamanla baskı tekniği­ne dönüşerek ilim hazinelerinin nesilden
    nesile geçmesine ve muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Cenab-ı Allah, insana
    ilham yoluyla kalemi ve yazma sanatını öğretmemiş olsaydı, insanın bütün ilmi
    çalışmaları ve faaliyetleri bir yerde donup kalacaktı ve bundan nesiller
    istifade edemeye­cekti.

    Beşinci ayet şöyledir: “İnsana bilmediğini öğretti”. Yani, insan
    aslın­da yaratılış itibariyle habersiz ve bilgisizdi. İnsan ne kadar bilgi ve
    ilim elde edebilmişse Allah’ın inayeti ve merhametiyle elde etmiştir. Fakat,
    Al­lah çeşitli aşamalarda insanlara ilmin kapılarını açmış ve dünya, tabiat ve
    kainat’ın bütün sırlarını bir bir onlara açıklamıştır. Aynı şey Bakara sûresinin
    Ayet’ul Kürsi’sinde anlatılmıştır:

    “İnsanlar, O’nun ilminden, O’nun istediğinden başkasını
    kavraya­mazlar” (Ayet; 255)

    İnsanların sadece kendi bilgi, ilim ve zekalarıyla elde
    ettiklerini san­dıkları ilmi keşifler, aslında Allah’ın ihsanıdır. İnsanlar
    bunları önceden bilmiyorlardı. Allah kendilerine bilgi ve kavrama yeteneği
    vermediği tak­dirde, hiçbir şeyi bilemeyecek, öğrenemeyeceklerdi. Fakat Allah,
    insana bu bilgi ve ilmi hakikatleri, hissedilmeyecek ve belli olmayacak şekilde
    vermiştir.

    Rasûlullah (a.s.)’a inen, bu ilk ayetlerdi. Hazreti Ayşe’nin
    ifadesine göre bu öylesine çetin ve ağır bir tecrübe idi ki, Hz. Peygamber
    (a.s.) bun­lardan fazlasına tahammül edemeyecekti. Bu sebeple, Cenab-ı Allah ilk
    etapta ancak bu ayetleri kendisine indirdi. O sırada Hz. Peygamber (a.s.)’e
    sadece, daha önceden bildiği ve tanıdığı Rabbinin kendisiyle doğrudan konuştuğu
    ve vahiylerin gelmeye başladığı açıklandı. Bundan sonra “Müddessir” sûresinin
    ilk ayetleri indi. Bunlarda Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet payesine yükseldiği
    ve insanları Allah’a davet etme zamanının geldiği anlatıldı.

    23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ

    ‘Alak sûresinin ilk beş ayetinden müteşekkil ilk vahyin iniş
    tarihi ne­dir? Bu hususta muhaddis ve tarihçiler değişik ifadelerde
    bulunmuşlardır. İbn Abdi’l-Berr ve Mes’udi’nin ifadelerine göre, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in bi’seti (peygamberliği) 41. Am’ul Fil’in 8 Rebiülevvel tarihine
    rastlamıştır. İbn-ul Kayyım, “Zâd ul Me’âd” isimli eserinde pek çok sahabe ve
    muhad­disin bu tarih üzerinde ittifak ettiklerini kaydetmiştir. Fakat bu tarihi
    ka­bul edenler, Hz. Muhammed (a.s.)’e ilk vahyin inişinden 6 ay kadar önce doğru
    rüyaların gösterilmeye başlandığı günden itibaren “bi’set”e eriştiği­ni sanarak
    hesaplamışlardır. Vahy’in inişi hakkında ise en isabetli ifade Kur’an-ı
    Kerim’dir, ki şöyledir: “Kur’ân’ın nazil olduğu (indirildiği) rama­zan ayı”
    (Bakara; 185). Kur’ân-ı Kerim’in bu açık ifadesi diğer bütün tahminleri geçersiz
    kılmaktadır. Yani ilk vahiy Hazreti Peygamber (a.s.)’e Rebiülevvel veya başka
    aylarda değil, Ramazan’da inmiştir ve dolayısıyla kendisi 41. Am-ul Fil’de
    peygamber olmuştur.

    Kur’ân-ı Kerim’in Ramazan ayında indiği sabit olduktan sonra
    sıra kesin tarihinin tesbitine gelmiştir. Bu konuda da çeşitli ve farklı
    ifadeler . bulunmaktadır. Bazıları 7 Ramazan tarihini vermektedir. İbn Sa’d bir
    yer­de 12 ve başka bir yerde İmam Muhammed el-Bâkır’a atfen 17 Ramazan tarihini
    yazmıştır. Belazuri de, İmam Muhammed el-Bâkır’ı kaynak gös­termiştir. Ayrıca,
    Hz. Ayşe (r.a.) de bu tarihi nakletmiştir. Taberî ve İbni Esir; Ebu Kılâbet’ul
    Cermi’ye dayanarak 18 Ramazan ve bazıları 19 Ra­mazan tarihlerini vermişlerdir.
    Vâsıla bin el-Eska’, Câbir bin Abdullah ve Ebu-el Cüld’ün rivâyetine göre bu
    tarih 27 Ramazan’da Fakat Kur’an-ı Kerim’de “Biz Kur’an-ı Kadir gecesinde
    indirdik” denilmiştir. Müslüman ulemanın çoğu, Ramazan’ın son 10 gecesinin
    bölünmez gecelerinden her­hangi birinin kadir gecesi olduğunda, bazıları ise
    bunun 27 Ramazan ol­duğunda karar kılmışlardır.

    23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ
    TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLER

    Bu konuda nakledilen çeşitli muteber ve güvenilir hadisler
    aşağıya alınmıştır.

    Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
    Kadir ge­cesi hakkında şunları buyurmuşlardır: “Bu gece 27 veya 29 Ramazan
    tari­hine rastlar”. (Ebu Davûd Tayalisî). Hz. Ebu Hureyre’nin başka bir
    hadisi­ne göre, Kadir gecesi, Ramazan’ın son gecesidir (Müsned-i Ahmed).

    Hz. Ebû Zer (r.a.)’e bu hususla soru yöneltilince dedi ki, Hz.
    Ömer, Hz. Huzeyfe (r.a.) ve Rasûlullah (a.s.)’ın diğer sahabeleri, “Kadir
    gecesi­nin 27 Ramazan tarihinde olduğuna” şüphe etmezlerdi (İbn Ebi Şeybe).

    Hz. Ubâde bin Sâmit (r.a.)’in ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
    “Kadir gecesinin, Ramazan’ın son l0 gecelerinden şu bölünmez rakamlı geceler­den
    biri olduğunu buyurmuşlardır: 21, 23, 25, 27 ve 29, veya son gece” (Müsned-i
    Ahmed).

    Hz. Abdullah bin Abbas’ın naklettiğine göre Rasûlullah (a.s.)
    şöyle buyurmuşlardır: “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinde arayın. Ya­ni,
    ayın sona ermesine 9 gün kala, 7 gün kala, 5 gün kala” (Buhârî). Ekseri ulema,
    bunun, Ramazan ayının bölünmez rakamlı son geceleri olduğunu anlamışlardır.

    Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in rivâyetine göre, Kadir gecesi şu
    tarihlerde aran­malıdır: Ramazan ayının sona ermesine 9 gün, 7 gün, 5 gün, üç
    gün kala veya son günü (Tirmizî, Nesaî).

    Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir ifadesi şöyledir: “Rasûlullah (a.s.)
    buyurdular ki, “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinin bölünmez rakamlı
    gece­lerinde aramalısınız” (Buhârî, müslim, Ahmed ve Tirmizî). Hz. Ayşe ile Hz.
    Abdullah bin Ömer’in bir başka hadisine göre Rasûlullah (a.s.) ömrü­nün sonuna
    kadar Ramazan’ın son on gecesinde İ’tikâf ederdi.

    Bu hususta Muaviye, İbn Ömer, İbn Abbas (r.a.) ve diğerlerinin
    bazı hadisleri de dikkate değerdirler. İşte bütün bu hadislere dayanarak ulema
    ve fakihlerin çoğu 27 Ramazan’ı Kadir gecesi olarak kabul etmişlerdir.

    23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK
    FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZ

    Taberî’nin ifadesine göre Tevhid’in kabulü ve putların reddinden
    son­ra İslam şeriatına farz olarak giren ilk şey namazdı. İbn Hişâm, Muham­med
    bin İshâk’a atıf yaparak Hz. Ayşe’nin bir hadisini nakletmiştir. Buna göre Hz.
    Peygamber (a.s.)’e ilk farz olunan şey namazdı. Bu, ilk başta iki­şer rek’at
    şeklinde idi.’ İmam Ahmed, İbni Lehi’a’ya dayanarak Hz. Zeyd bin Harise’nin bir
    hadisini kaydetmiştir. Buna göre, Rasûlullah (a.s.)’a İL: vahiy indikten sonra
    Cebrail (a.s.) kendisine gelerek abdest almasını öğ­retti. İbn Mâce ile Taberânî
    (el-Evsât)’de de, aynı hadis az bir değişiklikle naklolunmuştur. Durum, İbn
    İshâk’ın şu açıklamasıyla vuzuha kavuşuyor: “Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin
    yukarısında idi. Cebrail en güzel yüzü ve en güzel kokusuyla Rasûlullah (a.s.)’ın
    önüne çıktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed (a.s.) Allah size selâm söylemiştir ve
    cinler ile İnsanlar için sizi rasûl tayin ettiğini size iletmemi emretmiştir.
    Onun için, siz onları Lâ ilâhe illallah sözüne davet edeceksiniz.” Daha sonra
    ayağını yere vurdu. Oradan su fışkırmaya başladı. Cebrail o sudan abdest aldı,
    ki Hz. Peygam­ber (a.s.) namaz kılabilmek için abdestin nasıl alındığını
    öğrenebilsin. Sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in de kendisi gibi abdest almasını
    söyledi. Daha sonra Cebrail, Rasûlullah (a.s.) ile beraber dört secdeli iki
    rek’at na­maz kıldı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) oraya Hz. Hatice (r.a.)’yi
    getir­di, O’na abdest aldırdı ve onunla birlikte iki rek’at namaz kıldı.” İbn
    Hişâm, İbn Cerir ve İbn Kesir de bu hadiseyi aynen nakletmişlerdir.

    İmam Ahmed, İbn Mâce, Taberânî (el-Evsat) ve diğerlerinin
    ifadesi­ne göre, Hz. Usâme bin Zeyd (r.a.) babası Hz. Zeyd bin Harise’ye
    dayanarak naklettiği hadiste Rasûlullah (a.s.)a vahyin gelmesinden sonra ilk
    ola­yın, Cebrail (a.s.)’in kendisine abdest almayı öğretmesi olduğunu
    açıkla­mıştır. Cebrail daha sonra namaza kalktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın da
    kendi­siyle namaz kılmasını istedi. Rasûlullah (a.s.) daha sonra eve geldi ve
    Hz. Hatice’ye hadiseyi anlattı. Hz. Hatice sevince boğuldu. Daha sonra Hz.
    Peygamber (a.s.) kendisinin abdest almasını istedi ve onu yanına alıp Cebrail’in
    öğrettiği gibi namaz kıldı. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetlerinin Hz. Peygamber
    (a.s.)’e inişinden sonra yerine getirilen bu ilk farzdı. Galip ih­timal, bu
    olayın, Hira mağarasında ilk vahy’in indiği günün gecesi meyda­na geldiği
    yolundadır. Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice (r.a.) bir süre
    gizli olarak namaz kılmaya devam ettiler.

    23.11. İLK DÖRT MÜSLÜMAN

    İlk müslümanın Hz. Hatice (r.a.) olduğu konusunda ittifak
    edilmiştir. Bundan sonra ikinci müslümanın kim olduğu konusunda bazı ihtilaflar
    vardır. Bu hususta Hz. Ali, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Zeyd bin Harise’nin adla­rı
    geçmektedir. Fakat, Hz. Hatice’den sonra bu zevatın da İslam dinini ka­bul eden
    ilk üç kişi olduğu kesindir.[13]

    Hz. Ali’nin İslâmı kabul etmesiyle ilgili vak’a Hafız İbn Kesir
    ve İbn İshâk’ın eserlerinde ayrıntılı biçimde yer almıştır. Bunu şöyle
    özetleyebili­riz. Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’nin gizlice namaz kılmaya
    başla­malarının ertesi günü Hz. Ali (r.a.) onları namaz kılarken gördü. Ne
    yap­tıklarını sordu. Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Bu Allah’ın dinidir. Bunu
    Allah kendisi için benimsemiş ve bununla beraber peygamberlerini göndermiştir. O
    halde, seni Allah’ı tek olarak tanımaya ve Lât ile Uzza’yı red­detmeye davet
    ediyorum”. O sıralarda yaşı sadece 10 olan Hz. Ali, “ben böyle bir şeyi ilk defa
    duyuyorum. Benim bu hususla herhangi bir adım atmamdan önce babamın onayı
    gerekmektedir.Önce onun fikrini alayım.” Rasûlullah (a.s.) o sırada sırrının
    ortaya çıkmasını istemiyordu. Bu yüzden, “eğer bu dini kendi başına kabul
    etmiyorsan bunu başkalarından gizli tut” diye öğütte bulundu. Hz. Ali o gece
    beklemeyi uygun buldu. Ama Allah O’nun kalbinde İslam sevgisini doğurdu. Bu
    suretle sabah Rasûlullah (a.s.)’a giderek, “dün beni neye davet etmiştiniz?”
    diye sordu. Rasûlullah (a.s.) “senin Allah’ı tek ve ortaksız olarak kabul etmeni
    ondan başka bir ilah olmadığını kabul etmeni, Lât ile Uzza’yı reddetmeni ve
    Allah’a ortak koşulan diğer bütün varlıklardan bağını koparmanı istemiştim”
    dedi. Hz. Ali bu nasihatı derhal kabul etti, ama babası Ebu Tâlib’ten korktuğu
    için müslümanlığını bir müddet gizli tuttu. Bu süre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
    ile birlikte namaz kılmaya devam etti.

    İmam Ahmed, İbn Cerir Taberî ve İbn Abdi’l-Berr, Afif Kindi
    (r.a.)’nin (Eş’as bin Kays’ın amca oğlu) bir rivâyetini nakletmiştir ki,
    şöy­ledir: Abbas bin Abdulmuttalib benim eski dostumdu ve ekseriya Ye­men’e
    gelip ıtır satın alır ve Hac mevsiminde satardı. Bir defasında Hac mevsiminde
    O’nunla Mina’da buluştum. Aradan fazla bir zaman geçme­den çok yakışıklı ve
    cazip bir erkek gelip abdest aldı ve namaza kalktı. Daha sonra bir kadın geldi
    ve o da abdest alıp namaz kılmaya başladı. Da­ha sonra, henüz bülûğa ermemiş bir
    erkek çocuk geldi ve abdest alarak ilk erkeğin yanında durarak namaz kılmaya
    başladı. Ben sordum: “Ey Abbas bunlar ne yapıyorlar? Bunlar hangi dine
    bağlıdırlar? Vallahi, ben böyle bir şey daha önce görmedim.” Abbas dedi ki: “Bu,
    benim kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib’tir. Allah’ın
    kendisini rasûl olarak tayin ettiğini iddia etmektedir. (Başka bir rivayete
    göre, o İran ile Bizans’ın hazinelerini talan edeceğini iddia etmektedir). Küçük
    çocuk ise benim yeğenim, Ali bin Ebi Tâlib’tir. Bu çocuk da onların dinini kabul
    edip onlarla beraber hareket etmektedir. Kadın ise Muhammed (a.s.)’in
    zevcesidir. O da kocasının dinini kabul etmiş ve ona itaat etmeye başla­mıştır.”
    Daha sonra Afif Kindi, müslümanlığı kabul ettikten sonra devam­lı şöyle diyerek
    hayıflanırdı: “Keşke dördüncü müslüman ben olsaydım.”

    İbn Hişâm ile İbn Cerir’in ifadelerine göre, daha sonra bir
    defasında Ebu Tâlib de oğlu Ali’nin namaz kıldığını gördü. “Oğlum, bu nedir?”
    diye sorunca, Hz. Ali (r.a.) kendisine şu cevabı verdi: “Babacığım, ben Allah’a
    ve O’nun Rasulüne (Hz. Muhammed (a.s.)’e iman etmiş bulunuyorum. Ben onların
    doğru olduğunu kabul ettim ve şimdi de onlarla beraber na­maz kılıyorum. Ebu
    Tâlib de, “O senin iyiliğinden başka bir şey istemez yavrum. Sen O’na bağlı kal”
    diye nasihatte bulundu. İbn Kesir ise Ebu Tâlib’in şöyle dediğini nakletmiştir:
    “Amcazadenin yanında kal ve O’na yar­dımcı ol.”

    Hz. Ebû Bekr’in İslamiyet’i kabul etmesi hadisesini Zürkâni
    “Şerh-i Mevâhib’te şöyle anlatmıştır. Hz. Ebu Bekr, Hz. Hatice’nin yeğeni Hakim
    bin Hizam ile beraber otururken yanına Hâkim’in hizmetçisi gelerek şun­ları
    anlattı: “Teyzeniz bugün diyordu ki, kocası Hz. Musa gibi Allah tara­fından
    gönderilen bir nebi’dir”. Bu sözleri dinler dinlemez, Hz. Ebu Bekr doğru
    Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve hizmetçinin dediğinin doğru ol­duğunu
    öğrenir öğrenmez hiç tereddüt etmeden müslüman oldu. İbn İshâk’ın, Abdullah bin
    Husayn el-Temimi’ye dayanarak anlattığı rivâyete göre, Rasûlullah (a.s.) şöyle
    buyurdular: “Ben her kime İslam diniyle ilgili daveti verdimse biraz tereddüt
    etti ve düşünceye daldı. Fakat Ebû Bekr te­reddüt etmeden müslüman oldu.
    Kendisine İslam davetini verir vermez, hiç düşünmeden ve tasalanmadan
    İslamiyet’i kabul ediverdi.”

    Hz. Zeyd bin Harise’nin müslüman oluşuyla ilgili tafsilât tarih
    veya siyerlerde mevcut değildir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, kendisi 15
    seneden beri Rasûlullah’ın hizmetinde idi ve ailenin bir ferdi haline gel­mişti.
    Her gün ve her zaman evde olduğu için Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’yi
    namaz kılarken görmüş bulunması ve daha sonra da müslü­manlığı kabul etmiş
    olması kuvvetle muhtemeldir.

    Bu olaylar gösteriyor ki, Hazreti Peygamber (a.s.)’den ilk
    etapta İslamiyet’le ilgili çalışmalarını gizli tutması Cenab-ı Allah tarafından
    istenmiş olmasına rağmen kendisi ve Hz. Hatice’nin yakın akrabaları kendilerinin
    ne yaptıklarını ve ecdadlarının dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmış
    olduklarım öğrenmişlerdi. Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik iddiasında
    bulunduğu, peygamberliğini ve yaymaya başladığı yeni dini sadece aile efradı
    değil, bazı yakın akraba ve arkadaşlarının da kabul ederek O’nun gibi ibadet
    etmeye başladıklarını görüyorlardı. Fakat, bu çalışmalarla ilgili bilgi ilk önce
    düşmanlarına değil dostlarına ve onun hakkında iyi düşü­nenlere, onu seven ve
    sayanlara intikal ettiği için onlar da meselenin fazla dal budak salmasını
    islemediler ve Hakk’a davetin bir müddet sır olarak kalmasını sağladılar. Çünkü
    böyle olsaydı, İslâmiyet’e muhalefet ve düş­manlık zamanından önce başlamış
    olacaktı.

    23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ.
    İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?

    İbn Cerir, tarih kitabında, İbn Sa’d “Tabakatta, Kastallanî
    “Mevâhib’ul Ledünniye”de ve Zürkanî, “Şerh-i Mevâhib”de İmam Şabi’nin şu
    sözlerini nakletmişlerdir. Peygamberliğinin ilk üç yılında Hz. Muhammed
    (a.s.)’in eğitilmesi için Hz. İsrafil (a.s.) görevlendirilmişti.

    Hz. İsrafil vahiy getirmiyordu. Zira vahiy getirme vazifesi Hz.
    Cebrail’e aitti. İsrafil, Hz. Peygamber (a.s.)’i başka türlü eğitiyor ve doğru
    yolu gös­teriyordu.[14]
    İmam Ahmed bin Hanbel, Yakûb bin Süfyân el-Hâfız ve Beyhaki de İmam Şa’bi’nin bu
    rivâyetini nakletmişlerdir ve onun devrine kadar gösterdikleri kaynak ve isnat
    da doğrudur. Ne var ki, İmam Şa’bi’ye bu rivâyetin nasıl ulaştığı iyi
    bilinmiyor. Zira kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’e kadar olan kaynaklar zincirini
    göstermemiştir ve bu hususta güve­nilir ve inanılır senet de ortaya koymamıştır.
    İbn Sa’d ile İbn Cerir ise, Vakıdi”nin bu rivâyeti kabul etmediğini ve Hz.
    Peygamber (a.s.)’in yanın­da Cebrail’den başka bir meleğin bulunduğunu
    kesinlikle reddettiğini be­lirtmişlerdir.

    Doğrusunu söylemek gerekirse, bu öyle bir meseledir ki, bu
    hususta farklı ifadeleri olduğu gibi kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Olay
    ne tamamıyla kabul ne tamamıyla reddedilebilir. Olay reddedilemez, çünkü İmam
    Şa’bi tanınmış ve güvenilir bir muhaddistir ve naklettiği rivayet de bir çırpıda
    reddedilecek mahiyette değildir, Fakat aynı zamanda olay inkâr edilmez bir
    gerçek gibi de kabul edilemez. Zira, anlatılan hadisin kaynakları hayli kuvvetli
    cinsten değildir ve bu bakımdan bunun kabulü şart değildir. Bu olay ihtimal
    dahilindedir de. Zira, peygamberlik makamı­na getirildikten hemen sonra Hz.
    Muhammed (a.s.)’in söz ve hareketlerin­deki önemli değişikliğin, bilgi
    hazinesindeki büyük ve ani artışın, hadis ve siyerleri dolduran hikmetli
    sözlerinin ve insan hayatının hemen hemen her alanını ilgilendiren dahiyane
    nasihatlerinin ilâhi ve insanüstü bir kaynağı olması kuvvetle muhtemeldir. Bu
    akıl, zekâ ve hikmetin İncileri mutlaka gaipten gelmişti ve bunların Hz.
    Muhammed (a.s.)’e ulaştırılması için Ce­nab-ı Allah’ın İsrafil’i görevlendirmiş
    olması imkânsız değildi.

    23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ

    İlk vahy’in gelişinden sonra uzun bir müddet Hz. Cebrail ikinci
    bir vahiy getirmedi. Bu ara uzadıkça Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
    üzüntü ve ıstırabı anmaya başladı. Bu devre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
    kendisinden öyle geçiyordu ki, bazen Sebir (Mekke yakınlarındaki bir te­pe)
    dağına ve bazen Hira tepesine giderek oradan kendisini atmak istiyor­du.
    Günlerden bir gün yine kendisinden geçmiş bir durumda bir dağın te­pesine
    tırmanmayı düşünürken gökten bir ses geldiğini fark etti ve olduğu yerde durdu.
    Başını yukarıya kaldırıp bakınca Cebrail’in gök ile yer arasında bir makama
    oturduğunu gördü. Cebrail o sırada kendisine şöyle de­di: “Ya Muhammed, sen
    muhakkak Allah’ın rasûlüsün ve ben de Cebra­il’im”. İbn Sa’d bu olayı Hz.
    Abdullah bin Abbas’a dayanarak kendi tefsi­rinde ve Abdurrezzak, İmam Zühri’ye
    dayanarak “el-Müsannif’ adlı ese­rinde nakletmişlerdir. Buhârî ile Müslim ve
    Müsned-i Ahmed’de de. bunun ayrıntıları vardır.

    İmam Zührî’nin rivâyeti şöyledir: “Oldukça uzun bir müddet Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’e herhangi bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde Rasûlullah
    (a.s.) öylesine üzüntülü ve ıstıraplıydı ki, bazen dağların tepesine çıkarak
    kendisini aşağıya atıp intihar etmeyi aklına getirirdi. Fakat Hz. Peygam­ber (a.
    s.) ne zaman bir dağın tepesine çıksa, hemen Cebrail (a.s.) görünür, kendisinin
    Allah’ın rasûlü olduğunu hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi bir nebze de
    olsa dinmiş olurdu” (İbn Cerir).

    İmam Zührî bundan sonra Hz. Câbir bin Abdullah’ın şu hadisini
    nak­letmiştir: “Rasûlullah, vahiylerin arasının kesildiği devreden bahsederken
    şunları buyurmuşlardı: “Bir gün yoldan geçiyordum. Birden bire gökten bir ses
    geldiğini duydum. Başımı kaldırıp yukarıya baktım. Hira mağara­sında bana gelen
    meleğin gök ile yer arasındaki boşlukta bir makama oturduğunu gördüm. Bu
    vaziyeti görünce dehşet ve korkuya kapıldım ve eve gidip ‘beni örtün, beni
    örtün’ dedim. Evdekiler dediğimi yaptılar ve beni bir örtüye sardılar. O sırada,
    Cenab-ı Allah bana “Yâ Eyyühel müddessir” sözleriyle başlayan ayetleri nazil
    etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı gelmeye başladı.” (Buhârî, Müslim,
    Müsned-i Ahmed, İbn Cerir).

    23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7
    AYETİNİN İNÎŞÎ

    Velhâsıl, ilk vahiyden sonraki ara sona erdi ve vahiyler tekrar
    gelme­ye başladı. Gelen ikinci vahiy Müddessir sûresinin ilk 7 ayetinden
    müte­şekkildi. Bu ayetlerde Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik makamına
    getirildiği açıklanarak bu makam ve mevkiin gereği olarak kendisinin ya­pacağı
    vazifelerden bazıları anlatılmıştı. Burada şu noktaya işaret etmekte fayda
    vardır ki, Alak sûresinin ilk beş ayeti sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Allah
    tarafından vahiylerin gelmeye başladığını ve kendisinin Al­lah’ın Rasûlü olarak
    seçildiğini ortaya koyuyorlardı. Müddessir sûresiyle ise Hz. Muhammed (a.s.)’in
    bir peygamber olarak ne gibi işler yapması gerektiği belirtilmişti. Bu sûrede
    Hz. Peygamber (a.s.)’in insanlara Allah’ın mesajını iletmesi ve onları İslâm’a
    davet etmesi de istenmişti. Bazı hadislerde Müddessir’in ayetlerinin, Kur’an-ı
    Kerim’in ilk ayetleri olduğu bile söylenmiştir. Nitekim, Buhârî, Müslim, Tirmizî
    ve Müsned-i Ah­med’de bu hususta Hz. Cabir bin Abdullah Ensarî’nin naklettiği
    sarih ve bariz hadis vardır. Fakat müslüman ümmet, hemen hemen ittifakla, Alâk
    sûresinin ilk beş ayetini Hz. Muhammed’e inen ilk vahiy olarak kabul et­miş
    durumdadır. Bundan sonra İbn Esir, Müddessir sûresinin inişine ka­dar vahiylerin
    arasının kesildiğini beyan etmiştir. Daha sonra vahylerin muntazaman gelmeye
    devam ettiğini kaydetmiştir. Bizzat Hz. Câbir bin Abdullah Ensari’nin İmam Zührî
    tarafından nakledilen hadisine göre, Müddessir’in ilk 7 ayetinin inişinden önce
    Rasûlullah (a.s.), Hira’da kendisine gelen meleği yerle gök arasında bir makamda
    otururken görmüştü. Bu hadisi biz yukarıda nakletmiş bulunuyoruz.

    23.14.1.
    Müddessir Sûresinde Verilen Talimat

    Şimdi Müddessir sûresinin söz konusu ayetlerini tek tek
    inceleyelim ve bu ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e ne gibi talimatın verildiğini
    göre­lim: “Ey bürünüp sarınan (Habibim)” (ayet; 1)

    Burada, Hz. Peygamber (a.s.)’e neden “Ya Rasûl” veya “Ya Nebi”
    de­ğil de “Yâ Müddessir” (elbisesine sarınan) olarak hitap edilmiştir? Bu
    hi­tabet şeklini anlamamız için Hz. Peygamber (a.s.)’in o zamanki durumunu
    gözümüzde canlandırmalıyız. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.) üzüntü içinde
    yolunu katederken birden bire bir ses duymuş, başını sesin geldiği istikamete
    doğru çevirince Cebrail’in dehşet verici görüntüsüyle karşılaş­mıştı. Hz.
    Peygamber (a.s) bu görüntü ve olaydan sonra hayli sarsılmış bir vaziyette eve
    gitmiş ve kendisinin örtülmesini istemiştir. Bunun üzerine bir örtüye
    sarılmıştı. İşte bu sebeplen dolayıdır ki, Cenab-ı Allah kendisi­ne “ey bürünüp
    sarınan” olarak hitap etmiştir. Bu, aslında hitap etmenin gayet nazik ve sevgi
    dolu şeklidir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, “ey sev­gili kulum ve rasûlüm, sen
    neden korkuyor ve kendini örtüye sarıyorsun? Şimdi, sarınma ve örtünme zamanı
    değildir. Sana büyük ve onurlu bir gö­rev verilmiştir ve bunu yerine getirmek
    için bütün gücünle ortaya çıkmalı ve sesini duyurmalısın.”

    “Kalk ,kâfirleri inzâr et”   (Ayet;
    2)                                                                                      
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

    Bu, Hz. Nûh (a.s.)’un da peygamberlik payesine yükseldikten
    sonra kendisine verilen emrin hemen hemen aynısıdır. Hz. Nuh’a şöyle
    denil­mişti: “Gerçekten biz Nuh’u, kavmini kendilerine elem verici azab
    gel­mezden evvel, korkut diye kavmine gönderdik.” Yukarıdaki ayette de Cenab-ı
    Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’e diyor ki, “ey örtünen habibim, kalk ve etrafındaki
    cehâlet ve dalâlet manzarasına bir bak. Bu İnsanlar büyük bir gaflet
    içindedirler, onları uyandırmak ve uyarmak senin görevindir. Eğer onlar
    gafletlerinde ısrar ederlerse kendilerini korkunç bir azab bekle­mektedir.
    Onları böyle bir akıbete uğramaları konusunda uyar ve ikaz et. Onlar sahipsiz
    bir dünyada yaşamıyorlar ve bu sebeple keyfî ve başı boş hareket edemezler.
    Yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.”

    “Rabbini yücelt.”  (Ayet;
    3)                                                                                                                                                                                                                                                    
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

    Bu, bir nebinin dünyada yapması gereken ilk ve en büyük
    vazifesidir. Bir peygamber ilk önce, insanlara “tevhid”i öğretmelidir. Cahil
    insanların Allah’a ortak koştukları her türlü tanrı, tanrıça ve putları
    reddetmeli ve bu­nu olanca gücüyle dünyaya duyurmalıdır. Bu dünyada ve kâinatta
    en bü­yük ve en yüce olan varlık sadece ve sadece Allah’tır. Bu sebepten
    dolayı­dır ki, İslâm’da “Allah-u Ekber” (Allah Büyüktür) deyimine büyük
    ehem­miyet verilmiştir. Bilindiği gibi ezan’ın ilk sözleri budur. Namazda da
    müslümanlar ilk önce Allah’ın yüceliğinden söz ederler sonra diğer duala­rını
    yaparlar. “Allah büyüktür” deyimi namazda defalarca tekrarlanır. Bir müslüman
    bir hayvanı keserken de ilk önce, “Bismillah, Allahu Ekber” der. Tekbir
    getirmek, yani “Allah-u Ekber” demek bugün dünyada müslü­manların en büyük şiârı
    olup hemen hemen “en önemli sloganları” haline gelmiştir. Zaten müslüman ümmetin
    kurucusu Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) o büyük işe “Allah-u Ekber” diyerek
    başlamıştı.

    Burada çok ince bir noktaya daha işaret etmek isteriz. Bu
    ayetlerin inişi gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.)’ın ilk kez risâlet
    (peygamberlik) gibi büyük ve azametli bir vazifeyi yerine getirmesi istenmişti.
    Şurası da unu­tulmamalıdır ki, ikamet ettiği şehir ve içinde bulunduğu toplum
    şirkin merkeziydi. Mekkeliler ve Kureyşliler sadece diğer Arap’lar gibi kâfir ve
    müşrik değillerdi, onların başka bir özelliği de vardı. Onlar Arapların dini
    lideri durumunda idiler. Mekke ve Ka’be müşrik Arapların kutsal bir uğ­rak
    yeriydi ve bunların koruyucusu Kureyşlilerdi. İşte böyle bir karanlık ortamda ve
    dinsizlikle putperestliğin tam merkezinde Hz. Muhammed (a.s.)’in Hak dininin
    bayrağını açması istenmişti. O’na müşrikler arasında tevhid ve risâlet’in
    mesajını yayması emrolunmuştu. Bu sebeplen dolayı­dır ki önce “müşrikleri inzâr
    et” denildi ve hemen ardından “Rabbini yü­celt” diye emrolundu. Bu sözler, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in, Hak yolunda karşılaşabileceği her türlü engelleri ezip
    geçmesi için kendisine cesaret verme amacını ve anlamını da taşıyordu. Cenab-ı
    Allah Hz. Peygamber (a.s.)’e demek istiyordu ki, “karşılaştığın güçlük ne kadar
    büyük olursa ol­sun telaşlanma ve tasalanma. Çünkü en büyük Allahu Teâlâ’dır ve
    O her zorluğu kolaylaştırabilir.” Aslına bakılırsa, Cenab-ı Allah’ın Hz.
    Peygam­ber (a.s.)’e verdiği en büyük teminattı bu. Her kim olursa olsun,
    Allah’ın kudreti ve kuvvetine gönülden inandığı takdirde her türlü muhalefete ve
    engele karşı koymaktan çekinmez.

    “Elbiseni  temizle”. (Ayet;
    4)                                                                                                                                   
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

    Bunlar çok özlü ve anlamlı sözlerdir. Anlamları çok geniştir.
    Bunla­rın bir anlamı “üstünü başını temiz tut. Zira elbise ile vücut etle tırnak
    gi­bidirler ve her ikisinin temiz olması gerekir. Temiz ruh temiz vücudu da
    gerektirmektedir. Temiz bir ruh pis bir vücut ve kıyafette rahat edemez.”
    Rasûlullah (a.s.)’ın İslam davetini tebliğe başladığı toplumun sadece akide ve
    ahlâkı bozuk değildi, temizlik anlayışı da yok denecek kadar azdı. Araplar
    pislik içinde yaşıyor, temizliğin ne olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Peygamber
    (a.s.)’in onlara temizlik ve tahâret dersi vermesi gerekiyordu. Bu temizlik hem
    maddi hem manevî açıdan olacaktı. Bu itibarla, günlük hayatında da Hz. Muhammed
    (a.s.)’in temizliğin en iyi örneklerini verme­si istendi. Gerçek şu ki, Hz.
    Peygamber (a.s.), vücut ve elbise temizliği konusunda öylesine ayrıntılı öğreti
    ve öğütlerde bulunmuş ve kendi dav­ranışlarıyla öyle güzel örnekler vermiştir
    ki, sadece cahiliyye dönemi Arapları bunlardan ders almakla kalmadı, çağımızın
    insanları da bu hu­susta pek çok şey öğrendiler. Temizlik, İslâmiyet’le öylesine
    özdeşleşmiş­tir ki, müslüman uluslarda var olan “tahâret” (temizlik) gibi,
    temizliğin her türlüsünü ihtiva eden geniş anlamlı bir kelime bugün dünyanın
    başka bir dilinde yoktur. Buna mukabil, İslâm’ın temelini oluşturan hadis ve
    fı­kıh kitaplarında yer alan ilk emir ve öğretiler temizlikle ilgili olup,
    “Kitab’ut-Tahâret” ismi alımda toplanmışlardır. Bu bölümlerde pislik ve
    te­mizlik arasındaki farkların yanı sıra, temiz olma ve temiz kalmanın çeşitli
    yolları da ayrıntılı biçimde dile getirilmişlerdir.

    Yukarıdaki ayetin bir anlamı da, “elbiseni temiz tut” olabilir.
    Ruh­banlık ile ilgili kavramlar dindarlık ve Allah’a yakınlık hakkındaki
    inanç­ları saptırmıştı. Rahipler ve ruhban sınıfı, bir insanın kılık kıyafetine
    boş verme fikrini yaygınlaştırmışlardı. Onlara göre kimin elbisesi ne kadar pis
    ise o şahıs o kadar dindar ve Allah’a yakın bir kuldu. Eğer bir kişinin
    elbi­sesine dikkat ettiği veya temiz bir kıyafette bulunduğu görülüyorsa, derhal
    onun dünya sevgisine kapıldığına hüküm veriliyordu, halbuki, insan tabia­tı
    pislik ve kirliliğe karşıdır. Medeniyet ve sosyal kaynaşmaya inanan bir kişi
    ancak temiz bir insana yaklaşabilir. Pasaklı ve pis İnsanlar, medeni ve kültürlü
    kişileri tiksindirir. Bu sebeple, insanları Allah’a davet eden bir ki­şinin de
    kılık kıyafeti bakımından tertemiz olması istendi, ki böylece mil­let ona
    saygıyla baksın ve ona yaklaşırken herhangi bir şekilde tiksinti duymasın.

    Bu ayetin üçüncü anlamı şudur: “Elbiseni ahlâki ayıplardan temiz
    tut”. Yani Hz. Peygamber (a.s.)’in elbisesi, temiz olmakla beraber göste­rişli
    ve nefret uyandırıcı olmamalıydı. Toplumun inanç ve geleneklerine ters
    düşmemeliydi. Zenginlik ve bolluğun simgesi olmamalıydı. Aksine sade ve ahlâk
    kurallarına uygun ve hayaları örtücü olmalıydı. Aslına bakı­lırsa elbise ve
    kıyafet bir kişinin şahsiyetinin aynasıdır. Biz bir kişiyle ilk önce tanışırken
    onun kılık kıyafetine dikkat ederiz. Üstü başı temiz ve kı­yafeti düzgün ise
    onun görgülü ve kültürlü bir insan olduğuna karar veri­riz. Bazı kimseler ilk
    bakışta bir kişinin elbisesine göre şahsiyetini tesbit etmiş olurlar. Nitekim
    ağa ve paşaların kıyafeti başka, ruhbanların kıyafe­ti başka, gösterişli ve
    kibirli kişilerin elbisesi başka, fakir ve berduşların elbisesi başka, yine
    kabadayı ve avare insanların elbisesi başka olur. Ga­yet tabii ki bir peygamber
    ve Allah’a davet eden kişinin elbisesi de değişik olmalıdır. Bu kişinin tabiatı
    ve ruh temizliği kıyafetine de yansımalıdır.

    Bu ayetin bir diğer anlamı da şudur: “Elini eteğini kötü
    şeylerden uzak tut.” Yani, kötülüklerden uzak dur, eteğine leke sürülmesin.
    Arapça­da eteğin temiz tutulması, kötülüklerden ve ahlâkî bozukluklardan uzak
    kalmak anlamına gelir. Bir kişinin eteğinin temiz olduğu söylendiği za­man, onun
    güzel ahlâklı olduğu anlaşılır. Nitekim, İbn Abbas, İbrahim Neha’î, İmam Şa’bî,
    Atâ, Mücahid, Katade, Sa’id bin Cübeyr, Hasan Basrî ve diğer tanınmış muhaddis
    ve müfessirler söz konusu ayetteki sözleri bu anlamda almışlardır. Bu zevata
    göre, Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’den ahlâkını temiz tutmasını ve her
    türlü kötülüklerden kaçınmasını istediğini belirtmişlerdir.

    “Günah’tan  sakın.” (Ayet;
    5)                                                                                           
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

    Bu ayette “günah” olarak tercüme ettiğimiz kelimenin sözlük
    anlamı “pislik”tir. Bu pislik hem vücutça hem kafaca olabilir. Ama ağırlık
    manevî pisliğe verilmiştir. Yani, akide, inanç, düşünce, ahlâk, davranış ve
    fel­sefedeki kötülük ve saplantılar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki, “Ey
    Mu­hammed, (a.s.) etrafında toplumun işlediği ne kadar kötülük ve günahlar varsa
    onlardan sakın. Bu pisliklerden eteğini temiz tut. Böylece, kimse, senin de
    başkaları gibi bataklığa düştüğünü iddia etmesin.”

    “iyiliği, çoğu isteyerek yapma.” (Ayet;
    6)                                                                                                                                                                          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

    Bu kelimeler o kadar geniş anlamlıdır ki, bunları bir cümleye
    sığdır­mak mümkün değildir. Bunların bir anlamı şudur. “Kime iyilik yapıyor­san,
    tasasız ve düşüncesiz yap. Bir ard niyetle hareket etme veya bir çıkar düşünme.
    Senin ihsan, bağış, cömertlik ve iyiliğin, sadece ve sadece Allah için
    olmalıdır. Bir kişiye ihsanda bulunuyorsan, bunun karşılığını bekleme ve
    herhangi bir dünyevi çıkar elde etmeyi düşünme, iyiliğin ve ihsanın karşılıksız
    olmalıdır. Başka bir deyimle iyiliği Allah rızası için yap.” Bu sözlerin başka
    bir manası şöyle izah edilebilir: “Nübüvvet sayesinde sana verilen görev ve
    sorumluluk şüphesiz çok büyüktür. Fakat bunu insanlara fazla büyüterek gösterme.
    Bunlardan nefsine menfaat temin etmeye çalış­ma.” Bir üçüncü manası da şudur.
    “Gerçi sen çok büyük bir görev yapı­yorsun. Fakat bunu gözünde fazla büyütme. Bu
    görev yüzünden gururlan­ma ve boyundan büyük işler yapmaya kalkışma, gereksiz ve
    yersiz talep­lerde bulunma. Ayrıca, yerine getirmekte olduğun peygamberlik
    vazifesi­ni, Rabbine bir iyilik yapıyorum diye kabul etme. Yaptığın iş büyüktür
    ama buna dayanarak Allah’a olur olmaz şeyler için talepte bulunma.”

    “Rabbinin (rızası) için (eza ve cefaya) sabret.” (Ayet;
    7)                                                                           
                                                                                                                                                            

    Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’e deniliyor ki, “sana verilen görev
    çok bü­yük ve ağırdır, ayrıca çok da tehlikelidir. Bu vazifeyi ifa ederken bin
    bir zorluk ve muhalefetle karşı karşıya gelebilirsin. Senin kavmin sana düş­man
    olacaktır. Halta bütün Arabistan sana karşı birleşecektir. Fakat, sakın
    muhalefet rüzgârları senin azmini ve cesaretini kırmasın. Vazifeni kararlı ve
    azimli bir şekilde ifâ etmelisin. Seni yolundan caydırmak için her türlü
    silahlar denenecektir. Seni korkutacaklar, kandırmak isteyecekler, para, pul ve
    mevki vaadedecekler ve sana eziyet edecekler. Hak, yolu da kâh dostluk ve sevgi,
    kâh kin, nefret ve tertiple karşılaşacaksın. Ama ne olursa olsun, sabredeceksin
    ve tutumunda zerre kadar değişiklik yapmayacak­sın.”

    İşte, Cenabı Allah’ın, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya, “haydi
    İslam’ı tebliğ etmeye başla” dediği zaman O’na verdiği diğer mühim talimat
    bunlardan ibaretti. Bu küçük ama anlamlı cümleleri gözden geçiren bir ki­şi, bir
    peygamberin tebliğine başladığı sırada bundan daha güzel ve hik­metli sözlerin
    söylenemeyeceğini anlamış olacaktır. Bu ufacık cümlelerde Hz. Muhammed (a.s.)’in
    ne iş yapacağı, bu işin mahiyetinin ne olduğu, ne amaçlar taşıdığı ve hangi
    düşünce ve felsefe ile yapılacağı ve ayrıca, bu iş yapılırken ne gibi zorluk ve
    güçlüklerle karşılaşacağı tek tek anlatılmıştır. Allah’ın dinine ve Kur’an’ına
    iman etmemiş olan kişilerin, vahyin Allah tarafından gelmediğini ve vahy olarak
    belirtilen kelimelerin aslında Hz. Peygamber (a.s.)’in haşa sara nöbetine
    tutulduğu sırada ağzından çıkan sözler olduğunu iddia ettiklerini çok iyi
    biliyoruz. Ama biz bu, ard niyetli kişileri, gözlerini açıp yukarıda zikrolunan
    ayetleri incelemeye davet edi­yoruz. Bu kişiler kendileri karar versinler.
    Bunlar sara nöbetine tutulan bir kişinin sözleri midir, yoksa Hakim ve Habir
    olan Yüce Allah’ın sevgili peygamberine nübüvvet makamına getirdiği sırada
    verdiği hikmetli kelâmı mıdır?

    23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ

    Daha önce Hz. Cabir bin Abdullah’a dayanarak, vahyin arasının
    ke­sildiği ve Müddessir sûresinin Hz. Peygamber (a.s.)’e inmesinden sonra
    vahiylerin mütemadiyen gelmeye başladığına işaret ettik. Fakat ilk za­manlarda
    Hz. Peygamber (a.s.) vahiyleri kabul etmekte bazı güçlükler çe­kerdi. Bazen
    vahiy gelirken, bunu unutmamak endişesiyle ezberlemeye çalışır, bazen da vahiy
    devam ederken bazı kelime ve cümlelerin anlamını sormaya başlardı. Vahiylerin ve
    peygamberliğin bu ilk devresinde, Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri nasıl kabul
    etmesi ve kullanması gerektiği konusunda eğitilmesi gerekiyordu.

    Nitekim, Tâhâ sûresinde şöyle buyurulmuştur: “Hak Melik olan
    Al­lah yücedir. Sana vahyi tamamlanmazdan evvel Kur’an’ı okumada acele cime,
    ‘Rabbim, ilmimi artır’ de”. (Ayet; 114) Burada kullanılan kelime ve ifadeye
    dikkat edildiği takdirde, “Hak melik olan Allah yücedir” cümle­siyle konuşmanın
    bittiği ve bundan sonra meleğin Hz. Muhammed (a.s.)’in yanından ayrılırken
    kendisini ikaz ettiği anlaşılıyor. Öyle anlaşılı­yor ki, vahiy sırasında melek,
    gördüğü bir şey ile ilgili olarak Hz. Muhammed (a.s.)’i gizlice ikaz etmeye
    çalışmış. Allah’ın kelâmı sona erdik­ten sonra da Hz. Peygamber (a.s.)’i açıkça
    uyarmıştır. Bu ikaz ve uyarı na­sıldı ve ne ile ilgiliydi? Bunu ayetle
    kullanılan kelimelerden anlayabiliyo­ruz. Galip ihtimal şu ki, vahiy geldikten
    sonra Hz. Peygamber (a.s.) bunu ezberlemeye ve tekrarlamaya çalışmış ve bunu
    yaparken de dikkati dağıl­mıştı. Bunun sonucu olarak vahyin aktarılması biraz
    aksamış, Hz. Pey­gamber (a.s.) vahyin bazı bölümlerine ve kelimelerine dikkat
    edememiş, bu durumu gören melek Allah’a haber vermiş ve Allah da kendisine bu
    hususta gereken eğitimin sağlanmasını istemiştir.

    Kıyâme sûresinin inişi sırasında aynı durumla karşılaşılmıştı.
    Bu se­bepten dolayıdır ki, sûrede, bahsedilen konudan ayrılarak Hz. Muham­med
    (a.s.)’in ikaz edilmesine lüzum görüldü. Meselâ şu satırlara bakın: “Onu acele
    (kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreş­tirme). Onun
    toplanması ve onu okutmak bize aittir” (Ayet; 16-17).[15]
    A’lâ sûresinde de Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri ezberlemek için
    telaş­lanmasına gerek olmadığı ve icabında bunların kendisine tekrarlanacağı
    belirtildi.[16]

    , Vahiylere alıştıktan ve bu konuda bir hayli tecrübe sahibi
    olduktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in eski heyecanı ve endişesi geçti ve daha
    sonraki vahiyler sırasında kendisine herhangi bir ikazda bulunulmadı.

    23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK
    DÖNEMİ

    Cenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamberlik makamına
    getir­dikten ve Hak dinini yaymaya başlamasına emir verdikten sonra Hz.
    Pey­gamber (a.s.) tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Aksine bu
    hususta temkinli, ihtiyatlı ve akıllı davrandı. Hak dinine davetini ilk önce
    mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı ve bu gizli çalışmalar üç sene devam
    etti. Hz. Muhammed (a.s.), peygamberliğinin ilk üç yılında İslâm dinini ruhları
    temiz,, kalpleri temiz, doğru, dürüst ve tevhide yatkın kişiler arasında yaymaya
    çalıştı. Bu temiz ve salih kişiler delil, burhan, telkin ve karşılıklı fikir
    alış verişi sayesinde kısa süre içinde İslâm camiasına girdi­ler. İslâmiyet’i
    kabul edenlerden de dinlerini ve ibadetlerini bir süre gizli tutmaları
    isteniyordu. Zaten Allahu Teâlâ da o zamana kadar dinin alenen açıklanmasını ve
    tebliğinin yapılmasını istemiş değildi.

    Gizli tebliğ sırasında Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve nüfuzu çok
    yararlı oldu.[17]
    Taberî ve İbn Hişâm’a göre, Hz. Ebu Bekr son derece nazik, mütevazı, kibar, hoş
    sohbet, uysal ve temiz bir kişi olduğu için pek çok kişinin müslüman olmasını
    temin etmişti. Arabistan’da Hz. Ebu Bekr ka­dar iyi şecere uzmanı başka kimse
    yoktu. Herkesin hangi soydan, hangi kabileden geldiğini biliyordu. Özellikle
    Kureyşlilerden hemen hemen hepsinin geçmişini ve karakterini çok iyi biliyordu.
    Zengin bir aileye mensup olduğu için iş ve ticarette herkes O’nun sözünü
    dinlerdi. Mesleği olan ticaret ve dürüst alışverişi sayesinde sayısız dostlar
    kazanmıştı. Tica­retle ve işleriyle ilgili olarak pek çok kişi O’nun yanına
    gelirdi. Hz. Ebu Bekr bunlardan en çok güvendiği kimselere İslam’ı tanıtırdı.
    Neticede çok sayıda tüccar ve iş adamı müslüman oldu. Müslüman olan diğer
    Araplar da kendi yakın çevrelerinde İslâmiyeti yaymaya çalışırlardı.
    Müslümanla­rın sayısı gittikçe artıyordu, ama Allah’tan açık tebliğ emri henüz
    gelme­mişti. Bu sebeple, müslümanların hepsi Mekke’nin tenha köşelerinde,
    dağlarda ve vadilerde namaz kılar ve dinin diğer vecibelerini yerine
    geti­rirlerdi.

    23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE
    TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASI

    Aradan 2.5 yıl geçmemişti ki, müslümanlar ile Mekkeli müşrikler
    arasında büyük ve tehlikeli bir çatışma çıkma ihtimali belirdi. İbn İshâk’ın
    rivâyetine göre müslümanlar bir gün Mekke’nin bir tepesinde namaz kılı­yorlardı,
    o sırada müşrikler bu durumu çok yadırgadılar ve müslümanları azarlamaya,
    onlarla alay etmeye başladılar. Münakaşa kavgaya dönüştü ve az kalsın silahlı
    çatışma meydana gelecekti. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Mekkelilerden birine bir
    deve kemiğini attı ve başını yardı. İbn Cerir ile İbn Hişâm bu olayı daha kısa
    olarak nakletmişlerdir. Ancak Hafız Ümevi, “Meğazi” isimli eserinde bundan
    etraflıca bahsetmiştir. Anlattıklarına gö­re, başı deve kemiğiyle yarılan kişi
    Beni Teym’e mensup olan Abdullah bin Hatal’dı. Bu olay fazla büyümeden
    yatıştırıldı. Bundan hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.) müslümanların toplanıp
    ibadet etmeleri için Safa yakınlarında bulunan Hz. Erkam bin Ebi Erkam’ın evini
    merkez olarak seçti. Müslümanlar burada hem namaz kılabiliyordu, hem
    müslümanlığı kabul edenler gizli gizli buraya gelip bir süre kalıyorlardı. İslâm
    tarihinde bu ev “Dar-ı Erkam” olarak meşhur olmuştur. Üç yıllık gizli tebliğ
    devri sona erdikten sonra da bu mübarek ev uzun bir müddet müslümanların
    toplanma yeri olarak kaldı. Hz. Muhammed (a.s.) burada ikamet ederdi.
    Müslümanlar gelip kendisiyle çeşitli mevzularda fikir alış verişinde
    bulu­nurlardı. Şi’b-i Ebi Tâlib de müslümanların mahsur kalmalarına kadar (ki bu
    olaydan sonra bahsedeceğiz) Dâr-ı Erkam dini faaliyet ve tebliğin mer­kezi
    olarak kaldı.

    23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ
    SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?

    İslam dininin alenen tebliği bölümüne geçmeden önce üç yıllık
    gizli tebliğ sırasında ne gibi çalışmaların yapıldığını görmek sanırız daha iyi
    olacaktır. Bu dönemde müslümanların topyekün sayısı ne kadardı? Ku­reyş’in hangi
    şahsiyetleri ve kabileleri müslüman olmuşlardı? Ayrıca Ku­reyşlilerin dışında
    kaç kişi Hz. Peygamber (a.s.)’in davetine evet demişti? Bunlar arasında kaç
    yabancı, köle, hizmetçi ve cariye vardı? Biz aşağıda İslâmiyet’in ilk üç yıllık
    döneminde müslüman olanların tam listesini veri­yoruz. Bu liste çok zor ve titiz
    bir çalışmanın sonunda hazırlanmıştır, çün­kü böyle bir liste herhangi bir
    eserde bir arada bulunmuyor:

    Beni Hakim’den :

    1. Cafer bin Ebi Tâlib

    2. Hz. Cafer’in karısı, Esma binti Umeys Has’amiyye.

    3. Safiyye binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi
    ve Hz. Zübeyr’in annesi).

    4. Ervâ binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi).

    Beni el-Muttalib’den:

    5. Ubeyde bin el-Hâris bin Muttalib.

    Beni Abdi Şems bin Abdi Menaf’tan:

    6. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî’a

    7. Ebu Huzeyfe’nin karısı, Süheyle binti Süheyl bin Amr

    Beni Ümeyye’den:

    8. Osman bin Affân

    9. Hz. Osman’ın annesi, Ervâ binti Kureyz 10. Hâlid bin Sa’id
    bin el-As bin Ümeyye

    11. Hz. Halid’in karısı, Ümeyye binti Halef el-Hüza’iyye (Bazı
    kaynaklar, adını Umeyne olarak vermişlerdir.).

    12. Ümm-ü Habibe bint Ebi Süfyan (Daha önce Ubeydullah bin Cahş
    ile nikâhlı iken daha sonra Ümm-ul Müminin oldu).

    Beni Ümeyye’nin Haleflerinden:

    13. Abdullah bin Cahş bin Riab.

    14. Ebu Ahmet bin Cahş

    15. Ubeydullah bin Cahş.[18]

    Beni Teym’den:

    16. Esma binti Ebi Bekr

    17. Ümm-ü Ruman (Hz. Ebu Bekr’in zevcesi ve Hz. Ayşe ile
    Abdurrahman’ın annesi)

    18. Talha bin Ubeydullah

    19. Hz. Talha’nın annesi, Sa’be bint el-Hadremi.

    20. Haris bin Halid

    Beni Teym’in Haleflerinden, Beni Esed bin Abdul-Uzza’dan:

    21. Suheyb bin Sinan er-Rumi.

    22. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice’nin yeğeni ve Hz. Peygamber
    (a.s.)’in teyze oğlu).

    23. Halid bin Hizam (Hakim bin Hizam’ın kardeşi ve Hz.
    Hatice’nin yeğeni)

    24. Esved bin Nevfel

    25. Amr bin Ümeyye

    Beni Abdul-Uzza bin Kusayy ‘dan :

    26.Yezid bin Zeme’a bin el-Esved.

    Beni Zühre’den:

    27 Abdurrahman bin Avf.

    28. Hz. Abdurrahman’ın annesi, Şifâ binti Avf.

    29. Sa’d bin Ebi Vakkas (Ebi Vakkas’ın asıl adı Melik bin Ubeyd
    idi)

    30. Umeyr bin Ebi Vakkas (kardeşi)

    31. Amir bin Ebi Vakkas (kardeşi)

    32. Muttalib bin Ezher (Abdurrahman bin Avfın amca oğlu)

    33. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın karısı, Remle binti Ebi Avf
    Sehmiyye

    34. Tüleyb bin Ezher

    35. Abdullah bin Şihâb

    Beni Zühre’nin Haleflerinden:

    36. Abdullah bin Mes’ud (Hüzeyl kabilesine mensub olup Mekke’de
    Beni Zühre’nin müttefiki olarak kalırdı).

    37. Utbe bin Mes’ud (Abdullah bin Mes’ud’un kardeşi)

    38. Mikdad bin Amr el-Kindi (Esved bin Abd-i Yeğûs Zührî’nin
    evlâtlığı ve müttefiki).

    39. Habbâb bin el-Erett

    40. Şurahbil bin Hasene el-Kindi.

    41. Câbir bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)

    42. Cünade bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)

    Beni Adiyy’den:

    43. Said bin Zeyd bin Amr bin Nufeyl (Hz. Ömer’in eniştesi ve
    amcazadesi)

    44. Hz. Said’in karısı, Fatma binti el-Hattab (Hz. Ömer’in kız
    kardeşi)

    45. Zeyd bin el-Hattab (Hz. Ömer’in ağabeyi)

    46. Amir bin Rebia el-Anzi (Beni Adiyy’in müttefiki ve Hattab’ın
    evlatlığı)

    47. Hz. Amir’in karısı, Leyla binti Ebi Hasme.

    48. Ma’mer bin Abdullah bin Nadle

    49. Nuaym bin Abdullah el-Lahhâm

    50. Adiyy bin Nadle

    51. Urve bin Ebi Üsase (Amr bin El-As’ın üvey kardeşi)

    52. Mes’ud bin Süveyd bin Harise bin Nadle.

    Beni Adiyy’in Haleflerinden:

    53. Vakıd bin Abdullah (bu da Hattab’ın evlatlığı idi)

    54. Halid bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî

    55. İyâs bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî

    56. Amir bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî

    57. Akil bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî.

    Beni Abdüddâr’dan:

    58. Mus’ab bin Umeyr

    59. Ebu’r-Rûm bin Umeyr (Mus’ab’ın kardeşi)

    60. Firaş bin en-Nadr

    61. Cehm bin Kays

    Beni Cumha’dan:

    62. Osman bin Mazun

    63. Kudâme bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)

    64. Abdullah bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)

    65. Saib bin Osman bin Mazun

    66. Ma’mer bin el-Hâris bin Ma’mer

    67. Hâtıb bin el-Hâris.

    68. Hz. Hatib’in zevcesi, Fatma binti Mücellil el-Amiriyye

    69. Ma’mer’in kardeşi Hattâb bin el-Hâris.

    70. Ma’mer bin el-Hâris’in zevcesi, Fukeyle binti Yesâr

    71. Süfyân bin Ma’mer.

    72. Nübeyhe bin Osman

    Beni Sehm’den:

    73. Abdullah bin Huzâfe

    74. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer’in damadı, Ümmül Mü’mi­nin, Hz.
    Hafsa’nın ilk kocası).

    75. Hişâm bin El-As bin Vail

    76. Haris bin Kays.

    77. Hz. Haris’in oğlu Beşir bin Haris

    78. Hz. Haris’in ikinci oğlu, ma’mer bin Haris

    79. Kays bin Huzâfe (Abdullah bin Huzâfe’nin kardeşi)

    80. Ebu Kays bin el-Haris

    81. Abdullah bin el-Hâris

    82. Saib bin el-Haris

    83. Haccâc bin el-Haris

    84. Beşir bin el-Haris

    85. Sa’id bin el-Haris

    Beni Sehm’in müttefiklerinden:

    86. Umeyr bin Riâb

    87. Mahmiyye bin el-Cez’ (Hz. Abbas’ın eşi Ümmü’l-Fadl’ın üvey
    kardeşiydi)

    Beni Mahzûm’dan:

    88. Ebu Seleme Abdullah bin Abdul Esed (Hz. Peygamber (a.s.)’in
    teyze oğlu ve süt kardeşi)

    89. Hz. Ebu Seleme’nin zevcesi, Ümm-ü seleme (bu hatun ve
    kocası, Ebu Cehl’in yakın akrabasıydılar)

    90. Erkam bin Ebi el-Erkam (sahibi olduğu Dar-ı Erkam’dan daha
    evvel bahsettik)

    91. Ayyaş bin Ebi Rebia (Ebu Cehl’in üvey kardeşi, Hz. Halid bin
    Velid’in amca oğlu)

    92. Hz. Ayyâş’ın zevcesi, Esma binti Selâme Temimiyye

    93. Velid bin Velid bin Muğire

    94. Hişâm bin Ebi Huzeyfe

    95. Seleme bin Hişâm

    96. Hâşim bin Ebi Huzeyfe

    97. Habbar bin Süfyan

    98. Habbar’ın kardeşi, Abdullah bin Süfyan

    Beni Mahzûm’un müttefiklerinden :

    99. Yasir (Ammar bin Yasir’in babası)

    100. Ammâr bin Yasir

    101. Ammar’ın kardeşi, Abdullah bin Yasir

    Beni Amir bin Luveyy’den :

    102. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi,
    Beze binti Abdulmuttalib’in oğlu).

    103. Ebu Sebre’nin karısı, Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr
    (Ebu Cende’in kız kardeşi)

    104. Abdullah bin Süheyl bin Amr

    105. Hatıb bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

    106. Selit bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

    107. Sekran bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi, Ümmül Müminin
    Hz. Sevde binti Zema’anın ilk kocası)

    108. Sekran’ın karısı, Sevde binti Zema’a (Sekran’ın ölümünden
    sonra Ümmü-l Mü’minin, yani Hz. Peygamber(a.s.)’in zevcesi oldu).

    109. Selit bin Amr’ın karısı, Yakaze binti Alkame (“Isâbe”de
    Ümm-ü Yakaze olarak kaydedilmiştir).

    110. Mâlik bin Zema’a (Hz. Sevde’nin kardeşi)

    111. İbn Umm-i Mektûm

    Beni Fihr bin Mâlik’den:

    112. Ebu Ubeyde bin el-Cerrâh

    113. Süheyl bin Beyda

    114. Said bin Kays

    115. Amr bin el-Hâris bin Züheyr

    116. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr (Hz. Abdurrahman bin Avfın
    teyze oğlu)

    117. Hâris bin Said

    Beni Abd Kusayy’dan:

    118. Tuleyb bin Umeyr (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi, Ervâ
    binti Abdulmuttalib’in oğlu)

    Bunlar, Kureyş kabilesinin büyük ailelerinin meşhur ve soylu
    kişile­riydi. Bunların dışında bazı yabancı, köle ve hizmetçiler vardı ki İslam
    di­nini üç yıllık gizli tebliğ sırasında kabul etmişlerdi. Bunların isimleri
    şöy­le sıralanabilir.

    119. Ümm-ü Eymen Bereke binti Sa’lebe, ki çocukluğundan beri Hz.
    Muhammed (a.s.)’e bakma şerefine nail olmuştu.

    120. Zinnire Rûmiye (Amr bin el-Müemmil’in serbest bıraktığı
    hizmetçisi)

    121. Bilâl bin Rebah (Ümeyye bin Halefin kölesi)

    122. Bilâl’in annesi Hamâme

    123. Ebu Fukeyhe Yesâr ul-Cehmi (Safvân bin Umeyye’nin serbest
    bıraktığı köle)

    124. Lebibe (Müemmil bin Habib’in hizmetçisi)

    125. Ümm-ü Ubeyş (Beni Teym bin Mürre veya Beni Zühre’nin
    hizmetçisi)

    126. Amir bin Füheyre (Tufeyl bin Abdullah’ın kölesi)

    127. Sümeyye (Hz. Ammâr bin Yâsir’in annesi ve Ebû Huzeyfe bin
    Muğire Mahzûmî’nin hizmetçisi).

    Bunun dışında, İslamiyet’in ilk devresinde Mekke’de müslüman
    olan­lar şunlardı:

    128. Mihcen bin el-Edra’ el-Eslemi

    129. Mes’ûd bin Rebi’a bin Amr (Beni el-Hûn bin Huzeyne’nin
    kabilesi olan Kare’ye mensuptu).

    Böylece, ilk
    dört müslüman ve bu 129 zât ile birlikte müslümanların toplam sayısı 133’e
    yükselmişti. İslâmiyet’in açık ve alenen tebliği başla­madan önce iman sahibi
    olan işte bu mübârek zâtlardı.
    [19]
    Bunlar doğru, dürüst sağduyu sahibi insanlardı ve sadece kendi akıl, fikir ve
    düşünceleri ile, delil ve burhanları görerek, tevhidi kabul etmiş, Hz. Muhammed
    (a.s.)’i Allah’ın resulü olarak tanımış, Kur’ân-ı Kerim’i Allah’ın kitabı ve
    hidâyetin kaynağı olarak görmüş ve Ahireti hayatın hakikati olarak kabul
    etmişlerdi. Bu samimi fedakâr ve çıkar ummayan kimseler İslam camiası­na
    girdikten sonra Cenab-ı Allah, İslâm’ın alenen tebliğ edilmesine emir verdi.



     




    [1]
    Beyhakî’nin
    rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu haleti ruhiyesi, asıl vahy’in
    geli­şinden 6 ay evvel başladı.



    [2]
    Bu demektir
    ki, yukarıdaki durumdan sonra Rasûlullah (a.s.) gittikçe yalnızlığı sever
    bir kişi haline gelmişti. Zira Rasûlullah (a.s.)’ın daha önce de yalnızlığı
    sevdiği biliniyor. Nitekim İbn Hişâm ile Taberî’nin rivâyetlerine göre, İbni
    İshak ile Abdullah bin Zübeyr’in Ubeyd bin Umeyr el-Leysî’ye dayanarak
    anlattıkları hadiste Hz. Peygamber (a.s.)’in senenin bir ayını Hira
    mağarasında geçirdiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) yanına birkaç
    günlük yiyecek ve içecek alırdı ve ora­daki murakabesi bittikten sonra
    Kâ’be’yi tavaf ederdi (7 defa) ve evden tekrar yiyecek içecek alıp mağaraya
    giderdi. Bu İ’tikâf ve ibadet devresinde Hz. Peygamber (a.s.) fakir fukaraya
    fazlasıyla sa­daka dağıtırdı. Ancak bu rivayetlerde, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    bu ibadetlere ne zaman başladığı kesin olarak belirtilmiyor. Ancak bu işin
    birkaç sene devam ettiği tahmin ediliyor.



    [3]
    Hz.
    Muhammed’in genellikle 40 yaşında peygamber olduğu söyleniyor. Fakat, dikkat
    edilirse kendisi Rebiülevvel, 1 nci Âm-ul Filde doğmuştu. Kendisine
    peygamberlik Ramazan, 40. Am-ul Filde verildiğine göre, yaşı o sırada tam
    40.5 tu.



    [4]
    Abdullah bin
    Zübeyr ile İbn İshâk’ın Ubeyd bin Umeyr-ul Leysî’ye dayanarak verdiği
    bilgiye göre Rasûlullah (a.s.) Cebrail’in kendisine ipek kumaşında yazılı
    bazı şeyler gösterdiğini, bunlar arasında Alâk suresinin ilk âyetlerinin
    bulunduğunu belirtmişti. Yine aynı rivâyete göre Cebrail, Hz. Muhammed
    (a.s.)’e “oku” dedi. O okuma bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’i öyle sıktı ki canının çıkacağım sandı. Sonra kendisini
    bıraktı ve “oku” dedi ve “İk­ramdan” “mâ’lem-ya’lem”e kadar okuttu. Hz.
    peygamber daha sonra rüyasından kalkınca bu yazı­nın kalbine işlendiğini
    sandı. (Taberî, İbn Hişâm ve Süheylî). İbn Kesir bu rivâyetten bahsederken
    bunun, uykudan uyandıktan sonra gözü açıkken kendisinin geçirdiği tecrübenin
    bir başlangıcı ol­duğunu belirtmiştir, ki bu hususu Hz. Ayşe kendi hadisinde
    beyan etmiştir.



    [5]
    Bu korku ve
    dehşetin çeşitli sebepleri olduğu ulemâ tarafından belirtilmiştir. Bunların
    sa­yısı 12’ye kadar varıyor. Ama bizce doğru olan sebep, sadece Rasûlullah
    (a.s.)’ın peygamberlik gi­bi yüce bir makam ve icaplarını düşünerek bu hâle
    gelmiş olmasıdır. Rasûlullah (a.s.)’ı sürekli kay­gılandıran şey bu ağır
    yükü nasıl kaldırabileceğiydi. Bu düşünce ve kaygı gösteriyor ki, Hz.
    Pey­gamber (a.s.) çok önceden peygamberliği tasarlamıyordu, ya da Arap’lar
    ve diğer insanlara yeni bir din vermeyi ve onlara dinî yönden önderlik
    yapmayı düşünmüyordu.



    [6]
    Bir hadise
    göre “Allah sizi üzmeyecektir.”



    [7]
    Hz.
    Peygamber, Varaka bin Nevfel’in yeğeni olarak gösterilmiştir, zira Varakanın
    üçün­cü göbeğinde Abdul Uzza ve Hz. Peygamber (a.s.)’in dördüncü göbeğinde
    Abd Menaf birbirinin kardeşiydiler.



    [8]
    Hz. İsa
    yerine Hz. Musa (a.s.)’dan söz etmenin sebebi belki de Hz. İsa’nın peygamber
    ola­cağına dair henüz bebekken verilen müjde olabilir. Hz. Musa’ya
    peygamberlik ise Hz. Muhammed (a.s.) gibi beklenmedik bir şekilde ihsan
    olunmuştu.



    [9]
    Eşsiz bir
    şahsiyete sahip olmasına rağmen, Hz. Peygamber (a.s.)’de zerre kadar kendini
    beğenmişlik yoktu. Bu sebeple de, Cenâb-ı Allah’ın dünyadaki milyonlarca
    insan arasından kendi­sini peygamberlik gibi yüce makama seçtiğine bir türlü
    inanamıyordu.



    [10]
    Meselâ şu
    âyetler: “De ki, Eğer Allah istemiş olsaydı size Kur’ân’ı tilâvet ve tebliğ
    et­mezdim…” (Yunus; 16).



    [11]
    Bu aradan
    sonra Müddessir sûresinin ilk 7 ayeti vahiy olarak geldi. Bu ayetlerde ilk
    defa Hz. Peygamber (a.s.)in nebi olduğu ve dinî yayması gerekliği
    belirtildi.



    [12]
    Burada şunu
    belirtmekte fayda vardır ki, Rasûlullah (a.s.) hayatında Hz. Cebrail
    (a.s.)’i sadece iki defa mücessem veya gerçek şeklinde görmüştür. Yoksa,
    Cebrail her zaman kendisine bir insan kılığında ve görünümünde gelmiştir.
    (Bk: Buhârî’de Hz. Ayşe’nin hadisine, Et-Tevhid kitabı). Müslim’de de
    Kitab’ul İman’da Hz. Peygamber (a.s.)’in sözleri nakledilmiştir. Bu hâdise
    göre, Ceb­rail ilk defa göğün doğu ucundan kendisine geldi. (Buna en-Necm
    sûresinde “ufuk-u a’lâ” ve Tek­vir suresinde “ufuk-u mübîn” denilmiştir).
    Cebrail önce gökte belirdi ve yavaş yavaş Hz. Muham­med (a.s.)’e yaklaştı.
    Öyle ki, havada muallak olarak durdu. Daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)’e
    eğildi ve kendisine iki yay mesafesi kadar yaklaştı. Hz. Ayşe’nin ifadesine
    göre Cebrail kendi asıl şeklinde idi ve varlığıyla bütün ufku doldurmuştu.
    (Buhârî). Bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesine göre kendisi Cebrail’i asıl
    şekli ve sureliyle o zaman gördü. Cebrailin azametli varlığıyla gök ile yer
    arasındaki boşluk dolmuştu. (Müslim). Hz. Peygamber, Cebrail’i ikinci defa
    Sidret-ul Münteha da gördü. Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Abdullah bin
    Mesud’un hadisine göre Rasûlullah şöyle buyurdular: “Ben Cebrail’i Sidret-ul
    Münteha’nın yakınlarında gördüm. Onun 600 kolu vardı.” (Tefhim-ul Kur’ân, C.
    V, Necm suresinin açıklaması).



    [13]
    Tarih ve
    siyerlerde ilk müslüman olarak bu dört kişinin adı geçmektedir. Fakat o
    sıralarda bulunan Hz. Peygamber’in bazı kızlarının anne ve babalarıyla
    birlikte İslâm dinini kabul etmedikle­rini düşünmek biraz zordur. Hz.
    Zeyneb, Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet makamına eriştiği zaman 10 yaşında
    idi. Hz. Ümm-ü Külsum ve Hz. Rukayye de o kadar yetişmişlerdi ki,
    İslamiyet’e davetin, açıkça başlamasından önce Ebû Leheb’in oğullarıyla
    evlendirilmişlerdi. Fakat Hz. Fatma bi’set’ten bir sene sonra doğmuş ve
    gözünü İslâm devrinde açmıştı. Bu sebeple, bizce Rasûlullah’ın ilk üç kızı
    da ilk müslümanlar arasında sayılmalıdırlar. Hz. Fatma ise doğuştan müslüman
    sayılabilir.



    [14]
    Pek
    mümkündür ki bu olay rüyada ve ilham şeklinde cereyan etmiştir.



    [15]
    Burada ele
    aldığımız Kıyâme sûresinin sözü geçen âyetlerini bir tahmin şeklinde
    okuyu­culara sunmadık. Aksine bu hususta muteber ve güvenilir hadisler
    vardır. Müsned-i Ahmed, Buhâri, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Taberânî
    ve Beyhâkî v.d. gibi tanınmış eserlerde Hz. Abdullah bin Abbas tarafından
    rivâyet olunan hadise göre vahiyler Hz. Peygamber (a.s.)’e geldi­ğinde
    kendisi herhangi bir kelime veya cümleyi unutmamak için Cebrail ile beraber
    onları tekrar ederdi. Aynı şeyi İmam Şa’bî, İbn Zeyd, Dahhâk, Hasan Basrî,
    Katâde ve Mücâhid gibi müfessirler de anlatmışlardır.



    [16]
    Hâkim’in
    Hz. Sâ’d bin Ebi Vakkas’a ve İbn Merdûye’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a
    daya­narak rivayet ettikleri hadise göre, Rasûlullah (a.s.) bazı kelimeleri
    unutmak korkusuyla Kur’ân-ı yüksek sesle tekrarlardı. Mücâhid ve Kelbî’ye
    göre, Cebrail vahiy getirdikten sonra henüz ayrılma­dan Hz. Peygamber (a.s.)
    vahy’in ilk bölümlerini tekrarlamaya başlardı. Bu sebeple, Hz. Peygam­ber
    (a.s.)’in vahiy sırasında sakin olması ve Kur’ân’ı dikkatle dinlemesi
    islendi. Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu konuda hiç
    endişelenmemesini istedi ve unuttuğu bir şey olursa onu kendi­sine
    hatırlatacağını söyledi.



    [17]
    Asıl adı
    Abdullah bin Osman’dır. Hz. Ebû Bekr, künyesiyle meşhur oldu, Zamehşeri’ye
    göre kendisi her iyi işle önde olduğu için kendisine Ebû Bekr adı
    verilmişti.



    [18]
    Bu şahıs
    karısı Umm-u Habibe ile Habeşistan’a hicret ettikten sonra Hıristiyanlığı
    kabul etti ve orada öldü.



    [19]

    “El-İstiab”da İbn Abdil-Berr ve “Usd-ul Ğâbe”de İbni Esîr şöyle demişlerdir.
    “Rivâyet olunur ki, Hz. Abbas’ın zevcesi Ümm-ul Fadl, Hz. Hatice’nin
    ardından müslüman olan ikinci ka­dındı.” Bu rivayet doğruysa, ilk devre
    müslümanlarının sayısı 134’e çıkıyor. Bu hatunun asıl ismi Lübabe bint
    el-Hâris’ti. Kendisi Ümm-ul Müminin Hz. Meymûne’nin kız kardeşi, Hz. Hâlid
    bin Velid’in halası ve Hz. Câfer bin Ebî Tâlib’in karısı Esma binti Umeys’in
    üvey kardeşiydi. Biz bu hatunu listemize almadık, zira “rivâyet olunur”
    deyimi durumu şüpheli kılıyor.

  • MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ



    Otuz Dördüncü  Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ



    34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ



    34.1.1. Hz. Peygamber (a.s.)’in Şeceresi ve Soyluluğu



    34.2.2. Rasûlullah (a.s.)’in Şahsiyeti



    34.1.3. Rasûlullah (a.s.)’ın Peygamberlikten Önceki Hayatı



    34.1.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberlikten Sonraki Temiz Hayatı



    34.1.5. Rasûlullah (a.s.)’in Maddi Fedakârlıkları



    34.1.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Büyük Azim ve Kararlılığı



    34.1.7. Rasûlullah (a.s.)’ın Eşsiz Cesareti



    34.1.8. Rasûlullah (a.s.)’ın Yüksek Ahlâkı ve Fazileti



    34.1.9. Rasûlullah (a.s.)’ın Söz ve Fiillerindeki Âhenk



    34.1.10. Rasûlullah (a.s.)’ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak Olması



    34.1.11. Kur’ân-ı Kerîm’in İnanılmaz Etkisi



    34.1.12. Hz. Peygamber (a.s.)’e İman Edenlerin Meziyetleri



    34.1.13. Medine Ensârının Vasıfları

     

    Otuz Dördüncü  Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE
    GENEL BİR BAKIŞ

    34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ

    Biz şimdi geriye dönerek Mekke döneminin başlangıcından hicretin
    başlamasına kadar uzanan sürenin bir değerlendirmesini yapacağız. Böy­lece,
    İslâmi Hareket’in hangi temeller üzerine bina edildiğini, hangi temel düşünce ve
    felsefe ile ortaya çıktığını, 13 yıllık süre içinde bu sermayenin nasıl
    arttığını ve bu Hareket’in Medine dönemine girerken hangi sermaye­ye sahip
    olduğunu ve bu sermayeye dayanarak Mekke’deki şartların tam aksine bir yol çizip
    varacağı hedefini nasıl tayin ettiğini öğrenmiş olacağız.

    Bu Hareket’in ilk ve daha doğrusu, temel sermayesi sadece
    Muham­med bin Abdullah (a.s.)’ın mevcudiyeti, şahsiyeti ve peygamberlikten
    ön­ceki 40 yıllık temiz yaşantısıydı.

    34.1.1. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Şeceresi ve Soyluluğu

    Hz. Muhammed (a.s.) kişisel olarak Arabistan’ın en temiz, en
    tanın­mış ve en soylu ailesine mensuptu. Araplar ve özellikle Mekkeliler, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in şeceresini, geçmişini ve ailesini çok iyi biliyordu. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in ailesi o kadar makbul ve mümtazdı ki, Arabistan’ın birçok
    kabilesi anne veya babaları tarafından bu aileye veya sülâleye mensup olmalarını
    bir iftihar vesilesi sayarlardı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.) adı sanı
    bilinmeyen, soyu meçhul, kökü derin olmayan ve halk tara­fından tanınmayan bir
    şahsiyet değildi ki, birden bire büyük bir dava ile insanların karşısına çıktığı
    zaman herkes böyle bir davanın kendisine ya­kışmadığını söyleyebilsin. Bilâkis,
    bütün Arabistan’da kimse onaya çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ın soyuna her şey
    yapabilsin, burunlarından kıl aldırmayan ve isimlerine toz kondurmayan ne kadar
    eşraf, asil ve namuslu aile var idiyse hepsiyle Hz. Peygamber (a.s.)’in şu veya
    bu şekilde akrabalığı ve yakınlığı vardı. Onlardan hiçbiri kalkıp cemiyetteki
    yer, sosyal statü ve şe­ref bakımından Hz. Muhammed (a.s.)’in veya ailesinin
    kendilerinden daha düşük seviyeli olduğunu söylemeye cesaret edemezdi. Hz.
    Muhammed (a.s.)’in üyesi olduğu Kureyş kabilesi dini, siyasi, sosyal ve ekonomik
    açı­dan Hicaz’ın lideri durumundaydı. Kureyş’in İsmail oğullarından geldiğine
    kimsenin şüphesi yoktu. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında Kureyşin ticari
    nüfuzu hatırı sayılır derecede büyüktü. Kâbe’nin mütevelliliğini ve Hac ile
    ilgili bütün işleri fiilen idare ettiği için Arabistan çapında Kureyş’i
    tanımayan ve bununla iyi geçinmeye çalışmayan kabile veya grup yoktu. Kureyş her
    bakımdan Arabistan’ın en güzide ve yüksek mevkiye sahip bir kabilesi idi. İşte
    Arabistan’da merkezi yer tutan bir kabilede Rasûlullah (a.s.) gibi büyük bir
    şahsiyetin doğması son derece önemli bir olguydu. Arabistan gibi bir memlekette
    yeni bir Hareket’in liderinin doğması için böylece en güzel ve en uygun şartlar
    sağlanmış oldu.

    Hz. İsmail (a.s.)’in evlâtlarının azameti, asaleti ve
    meziyetleri bütün Arabistan’da dillere destandı. Bu güzide ailenin
    özelliklerinden biri, geçen 2500 yılda bir tek peygamber ortaya çıkarmamış
    olmasıydı. Bu tarihi ger­çek, Beni Amir bin Sa’sa’a’nın gün görmüş, yaşlı ve
    kültürlü bir zâtı tara­fından dile getirilmişti. Rivayetlere göre Beni Amir
    kabilesinden bir heyet hac farizasını eda edip memlekete döndüğünde bu ihtiyar
    kişiye Mekke’de Rasûlullah (a.s.) ile görüştüğünü, kendisinin (Rasûlullah
    -a.s.-‘ın) onların himayesini istediğini ve köylerine gelmek dileğinde olduğunu
    anlatınca bu akıllı kişi başının saçını yolmuş ve demişti ki, “vah vah, siz
    aklınızı mı ka­çırmıştınız? Siz onun (Rasûlullah -a.s.-‘ın) isteğini niye kabul
    etmediniz? Vallahi, hiçbir İsmailli şimdiye kadar böyle bir yalan
    uydurmamıştır.” İşte Rasûlullah (a.s.)’ın Beni İsmail veya İsmail oğullarına
    mensup olması ken­disine bir avantaj daha sağlıyordu. Tarih Hz. Peygamber
    (a.s.)’in nübüvvet ile ilgili iddiasının doğru olduğunu ispatlıyordu, zira uzun
    bir müddetten beri İsmail oğullarında herhangi bir peygamber doğmamış ve İsmail
    oğul­ları bu hususta herhangi bir yalan söylememekle ün yapmışlardı.

    34.2.2.
    Rasûlullah (a.s.)’in Şahsiyeti

    Hz. Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti de büyük ve namlı bir
    peygambere yakışır şekilde idi. Rasûlullah (a.s.)’ın vücudu, eşkali, yüz
    hatları, genel görüntüsü, oturuşu, kalkışı, hareketi, konuşması ve
    alışkanlıkları çocuklu­ğundan beri parlak geleceğini haber veriyorlardı. Anatomi
    uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri gördükten sonra Abdulmuttalib’in
    ailesinde olağanüstü bir kişinin doğduğuna inanmaya başlamışlardı. Bu hususta Hz.
    Muhammed (a.s.)’in annesi, büyük babası, amcası, süt kardeşi, dadısı ve
    arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir. Bunların hepsi, Hz,
    Muhammed(a.s.)’in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının çeşitli
    örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Bazen da Hz. Peygamber (a.s.)’i hiç
    tanımayan kişiler ilk bakışta, “vallahi, bu asla yalancı veya sahte bir kişinin
    yüzü değildir” diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz. Pey­gamber (a.s.)
    buluğ çağına erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin da­ha da etkisinde
    kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayri ihtiyari olarak
    sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı, çünkü kendisini toplumun en iyi
    ferdi olarak görürlerdi. Rasûlullah (a.s.)’ın yakı­şıklılığı, nezâketi, vakarı,
    ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek ahlâkı, temizliği ve alçak gönüllülüğü
    kendisini halkın sevgilisi yapmıştı. Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyetinin bu
    heybeti ve etkisi İslâmi davetini vermeye başlaması ve Kureyşliler kendisinin
    can düşmanı olmasından sonra da de­vam etti. Kureyşliler öfke ve nefrete
    kapılarak ekseriye çok alçakça ve ha­ince tezgâhlar kuruyor ve oyunlar
    oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile mensupları, oğul, kardeş ve
    yeğenlerine reva gördükleri insan­lık dışı ve dehşet verici eziyet ve
    işkenceleri Hz. Muhammed (a.s.)’e hiç­bir zaman uygulamadılar. Kendi akraba ve
    yakınlarına karşı bu kadar gad­darca ve serbestçe hareket edebilen bu İnsanlar
    Rasûlullah (a.s.) ile karşı­laşınca sanki süt dökmüş kedi gibi oluveriyorlardı.
    Gerçek şu ki, Kureyş­liler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygamber (a.s.)’e
    kötü bir söz söy­lemek veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli
    bir mesafe­yi koymayı unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi,
    Rasûlullah’ın korkunç ikna edici ve nüfuz edici şahsiyeti idi. Nitekim, en ağır
    şartlarda bile Hz. Peygamber (a.s.) İslâmi daveti büyük bir ciddiyet ve
    metanetle yaymaya devam etti. Şi’b-i Ebi Tâlib’deki boykot sırasında bile
    Rasûlullah (a.s.) hiç korkmadan davetini vermeye devam etti. En çetin ve çileli
    ola­rak tarif edilebilecek Mekke döneminin son üç yılında bile Rasûlullah (a.s.)
    sadece Mekke’de değil, Ukâz, Mecenne, Zül-Mechaz ve Mina’daki panayır ve
    toplantılarda tebliğ ve vaazlarına devam etti. Arabistan’ın her köşesinden gelen
    kabileler ve heyetlerle görüşüp tebliğ çalışmalarına yar­dımcı olmalarını
    istedi. Bütün bu noktaları göz önünde bulundurduğu­muz takdirde Rasûlullah
    (a.s.)’ın nübüvvet farizasının durdurulmasına im­kân olmayan bazı şahsi
    meziyetlere ve nüfuza sahip olduğunu kabul et­meliyiz. Geçen sayfalarda
    belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)’ın en ezeli rakip ve düşmanları, meselâ
    Ebu Leheb ve Ebu Cehl bile kendisinden çok korkarlardı.

    34.1.3.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Peygamberlikten Önceki Hayatı

    Şimdi de Peygamberlikten önceki 40 yılda Rasûlullah (a.s.)’ın
    hayatı­nın nasıl olduğu ve bunun ne gibi etkiler bıraktığına bir göz atalım.
    Haki­katte bu hayat sadece lekesiz değil, temiz ve güzel ahlâkın canlı bir
    örne­ğiydi. Rasûlullah (a.s.), çocukluğundan orta yaşına kadar içinde yaşadığı
    toplum ve akrabalık, yakınlık, dostluk, komşuluk, ticaret ve günlük işleri
    yüzünden haşır-neşir olduğu insanların hepsi Hz. Peygamber (a.s.)’in doğ­ruluğu,
    dürüstlüğü, emanetleri muhafaza etmesindeki titizliği, yüksek ah­lâk ve
    fazileti, merhameti ve kibarlığına hayrandı. Rasûlullah (a.s.) bir iyi­lik
    meleğiydi. Kendisi başlı başına hayır ve bereketti. Şerr ve kötülük yap­ması
    şöyle dursun, bunların yanına bile yaklaşmamıştı. Mekke halkı ken­disine o kadar
    güveniyordu ki, kendisine “emin” lakabını vermişti. Bu gü­ven ve itimat, İslâmi
    davet yüzünden herkes kendisine düşman kesilmesin­den sonra da devam etti. Dost
    düşman herkes kıymetli eşyasını Hz. Mu­hammed (a.s.)’e teslim ederdi. Herkes
    kendisinin emanetine zarar verme­yeceğinden emindi. Nitekim, Kureyşliler
    kendisini öldürmek için bütün hazırlıkları yapmışken bile Rasûlullah (a.s.)
    kendisine emanet edilen eşya ve paranın sahiplerine iade edilmesi için fevkalade
    tedbirler aldı. Doğrulu­ğu o kadar bilinen bir şeydi ki, İslâmi davetine
    başlayınca Kureyş bütün muhalefetine rağmen kendisinin yalancı olduğunu
    söylemeye cesaret ede­medi. Kureyş’in yalanlamak istediği şey Hz. Peygamber
    (a.s.)’in en yakın akraba ve arkadaşları en fedakâr savunucularıydı. Rasûlullah
    (a.s.)’in, hâşâ bir ayıbı olsa veya davası çürük ve asılsız olsaydı gayet tabii
    ki, yakın çev­reden fedailer bulamazdı.

    Hz. Hatice (r.a.) evlilik için, kendisine gelen Kureyş’in en
    namlı kabi­le reislerinin isteklerini reddetti. Ama, Rasûlullah (a.s.)’ın
    ahlâkına hayran olduğu için kendisine bizzat evlilik teklifinde bulundu. 15
    yıllık bir evlilik bir kadının kocasının günah ve sevaplarını öğrenebilmesi için
    yeterli bir müddettir. Hele bu kadın hem yaşça büyük hem akıllı ve hem de kocası
    onun mallan ve sermayesiyle ticaret yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat,
    Hz. Hatice bu uzun müddet sırasında Rasûlullah (a.s.)’ı yakından görüp takip
    ettikten sonra büyüklüğüne o kadar inandı ki, kendisinin sade­ce büyük bir insan
    olduğunu teslim etmedi, ayrıca kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu da kabul etti
    ve kendisine iman etti. Halbuki, sahtekâr bir insanın menfaatçi ve maddeci
    karısı kurduğu tezgâhında her ne kadar ortak olsa dahi kendisine kalben
    bağlanmaz ve samimiyetle iman etmezdi.

    Hz. Zeyd bin Hârise ile Rasûlullah (a.s.) arasındaki münasebet
    çok eskilere dayanıyordu. O sıralarda Hz. Zeyd henüz bir köle idi. Efendi ile
    köle arasında böylesine yakın ve samimi ilişkilerin bulunduğu az görül­müştür.
    Zira, köle genellikle çaresizdir ve efendisinin emir kuludur, efen­disinin
    emrini beğenmezse de yerine getirmekle mükelleftir. Bununla be­raber, bir köle
    de efendisini en yakından izleyen bir kişidir. O efendisini hem iyi hem kötü
    yanlarım çok iyi görebiliyor. Özellikle, köle çaresiz ol­duğu için her bakımdan
    muktedir olan efendisinin bütün huy ve kaprisle­rini de iyice öğrenmiş oluyor.
    Fakat Rasûlullah (a.s.) öyle bir efendi idi ki, kölesi kendisine gittikçe
    bağlandı. O kadar ki, bu köle azad edildikten sonra babası ve amcasının bütün
    ısrarlarına rağmen eski efendisinin hiz­metinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15
    yıl Rasûlullah (a.s.)’a hizmet etti ve efendisi tarafından azad edilerek
    evlatlık haline getirilince yüksek ahlâkından o kadar etkilendi ki, kendisi
    peygamberlik makamına yükse­lince Hz. Hatice gibi kendisine iman etmekte zerre
    kadar tereddüt etmedi. Hz. Zeyd bin Hârise aklı ermeyen bir çocuk değil, 30
    yaşında yetişkin bir gençti. Ve öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki, Hicri 8.
    yılda komutasına verilen orduda, Hz. Ca’fer İbn Ebi Tâlib ve Hz. Hâlid bin Velid
    gibi namlı ve şöhretli komutanlar vardı. Bu bakımdan, Hz. Zeyd bin Harise’nin
    İslâ­miyet’i kabulü, efendisine son derece bağlı ve borçlu olan akılsız bir
    hiz­metçinin iman etmesi olarak değerlendirilmemelidir. Hakikatte, Hz. Zeyd bin
    Harise (r.a.) 15 yıllık yakın temastan sonra Rasûlullah (a.s.)’ın pey­gamber
    olmasına şüphe edilmeyecek kadar büyük bir insan olduğuna kâni olmuştu.

    Aynı durum Hz. Ebu Bekr (r.a.) için de geçerliydi. Hz. Ebu Bekr
    tak­riben 20 yıldan beri Rasûlullah (a.s.)’ın dostu, refiki, habibi ve
    sırdaşıydı. Hz. Ali (r.a.)’nin durumu da aynıydı. Kendisi Hz. Peygamber
    (a.s.)’in evinde yetişip büyümüştü. Varaka bin Nevfel de bu yakın akraba ve
    arka­daşlar arasında yer almalıdır. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    çocukluğunu ve gençliğini yakından gören muhterem bir zâttı. Ayrıca, Hz.
    Hatice’nin yakın akrabası olması bakımından da kendisini daha iyi görme ve
    anlama imkânına sahipti. Hz. Osman bin Affan, Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesinin
    torunuydu. Hz. Zübeyr de teyze oğlu ve Hz. Hatice’nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme,
    Hz. Muhammed (a.s.)’in hem süt kardeşi hem de teyze oğluydu. Hz. Ca’fer bin Ebu
    Tâlib Rasûlullah (a.s.)’ın öz amca oğluydu. Hz. Abdurrahman bin Avf ile Hz. Sa’d
    bin Ebi Vakkas, Hz. Mu­hammed (a.s.)’in annesinin akrabalarıydılar. Bunlardan
    hiçbirinin Rasûlullah (a.s.)’ı yakından tanımadığı ve karakterini bilmediği
    iddia edilemez. Fakat bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in nü­büvvetini ve davasını ilk tanıyan ve kabul edenlerdi.

    34.1.4. Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Peygamberlikten Sonraki Temiz Hayatı

    Bir hareketin böylesine azametli, asaletli ve muhterem bir
    şahsiyet ta­rafından başlatılması başlı başına büyük bir kazanç, sermaye, servet
    ve kı­vanç vesilesidir. Üstelik, bu hareketin başlamasından sonraki 13 yılda bu
    temel sermaye ve servete daha o kadar kıymetli ilâveler yapıldı ki, bunun eşine
    insanlık tarihinde rastlamak mümkün değildir. Şimdi biz bu bahset­tiğimiz
    sermayeye dönelim ve ilk önce Rasûlullah (a.s.)’ın bu devrede iyice ortaya çıkan
    evsaf ve meziyetlerine bir göz atalım. Zaten bu vasıflar ve meziyetler İslâmî
    Hareket’in gelişmesi ve büyümesinde en büyük etken oldu.

    34.1.5.
    Rasûlullah (a.s.)’in Maddi Fedakârlıkları

    Rasûlullah (a.s.)’ın bin bir vasıflarından biri maddiyata, mal
    ve mülke düşkün olmamasıydı. Rasûlullah (a.s.), bilhassa davası uğruna büyük
    fedakârlıklar yaptı ve varını yoğunu bu yolda harcadı. Bilindiği gibi
    peygamberliğinden önce Rasûlullah (a.s.) çok başarılı ve varlıklı bir tüccardı.
    Rasûlullah (a.s.) bir yandan Hz. Hatice (r.a.) gibi zengin bir iş kadınının
    mallarının sahibiydi. Bu mallar, Kureyşin bütün zengin kabile reislerinin
    mallarının toplamı kadar büyüktü. Diğer yandan. Rasûlullah (a.s.) kendi zekâsı
    mali ve ticari konulardaki mahareti, doğruluğu, dürüstlüğü ve idareciliğiyle
    cemiyette kendisine mühim bir mevki edinmişti. Bir işte ser­maye, zekâ ve
    idarecilik gibi faktörlerin birleşmesinden sonra o işin ne kadar büyüyeceği ve
    gelişeceği kolayca tahmin edilebilir. Fakat, Rasûlullah (a.s.) ile zevcesi bu
    büyük sermayeyi peygamberlikten önce sadece kendi rahat ve lüks yaşantısı için
    kullanmıyorlardı ve aksine fakir fukara ve muhtaçlara cömertçe dağıtıyor ve
    misafirler için harcıyorlardı. Bu dev­rede de Hz. Peygamber (a.s.) ve hayat
    arkadaşı bütün hayır işlere seve se­ve katıldılar. Bu bakımdan peygamberliğin
    başında Rasûlullah (a.s.) bü­yük bir tasarrufa sahip değildi. Cenab-ı Allah Hz.
    Muhammed (a.s.)’e pey­gamberlik vazifesi verdikten sonra kıyıda köşede saklı
    bulunan bir küçük tasarruf da kısa bir zamanda Allah yolunda harcandı. Tebliğ
    çalışmaları, Rasûlullah (a.s.)’ın ticaret yapmasına da imkân bırakmıyorlardı. Bu
    sebeple, Rasûlullah (a.s.) ve ailesinin mali durumu o kadar sarsıldı ki, kendisi
    Taife gittiğinde bir binek hayvanı bile yoktu. Rasûlullah (a.s.)’ın hicret
    sırasındaki bütün masraflarını Hz. Ebu Bekr (r.a.) karşıladı. Hatta Hz.
    Mu­hammed (a.s.), ailesini Mekke’den Medine’ye getirmek için de Hz. Ebu Bekr
    (r.a.)’den 500 dirhem almak zorunda kaldı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.)’da ne
    dirhem vardı ne dinar; beş paraya muhtaç kalmıştı. Bir dava­nın savunucusu bu
    dava için bizzat kendisinin sahip bulunduğu her şeyini feda ediyorsa demektir
    ki, davası için samimi ve fedakârca hareket edi­yordur. Bu tür fedakârlığı
    görenler ister dost, ister düşman olsunlar, böyle bir davada adı geçen kişinin
    herhangi bir şahsi menfaati olmadığına kana­at getirirler. Buna karşılık onun
    davetini kabul ederek onunla beraber ha­reket edenler için yaptığı bu
    fedakârlıklar iyi bir misal teşkil eder ve onlar da Hakk’ı sadece Hak olduğu
    için kabul eder ve müdafaa ederler.

    34.1.6.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Büyük Azim ve Kararlılığı

    Rasûlullah (a.s)’ın karakterinin diğer mühim vasfı da büyük
    irade, azim ve kararlılığıydı. Rasûlullah (a.s.) muhalefet, zorluk ve
    tehlikelerin  en büyüğü ile karşılaşınca bile azminden zerre kadarını
    kaybetmedi. Hiç­bir endişe ve korku onu yolundan caydırmadı, hiçbir tamah veya
    heves onu Hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor şartlar bile üzüntüye ve
    ümit­sizliğe kapılmasına sebep olmadı. Rasûlullah (a.s.)’ın kaya gibi iradesi ve
    azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça oldular. Hiçbir güç
    gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira ve ilham, davasına
    zarar veremedi. Rasûlullah (a.s.)’ın yıllarca bu azim ve kararlılıkla davası­nı
    savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye varacak­tır:
    Rasûlullah (a.s.) kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve her
    türlü şahsi menfaat ve ikbâle süngü çekmediği sürece böylesine azimli, kararlı,
    dirayetli sebatlı davranamazdı. Aynı tutum ve davranış Rasûlullah (a.s.)’ın
    arkadaşları ve taraftarlarının da imanlarının güçlenmesine yol açtı ve onları
    Hak yolunda her tehlikeyi göze almaya ve her şeye karşı direnmeye itti. Aynı
    husus, bütün tarafsız ve garazsız kişilerin de Rasûlullah (a.s.)’ın vermekte
    olduğu Davet’in Hak ve Haklı olduğuna inanmaları­na da sebep oldu.

    34.1.7.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Eşsiz Cesareti

    Rasûlullah (a.s.)’ın kişisel özelliklerinden biri de
    korkusuzluğu, cesa­reti ve yiğitliğiydi. Rasûlullah (a.s.) her ne kadar büyük
    olursa olsun hiçbir kuvvet karşısında yılmadı ve cesaretini kaybetmedi. Endişe
    ve korku denen bir şey onun lügatinde yer almıyordu. Kureyşli kâfirlerin öfkeli
    bir kalabalığı Rasûlullah (a.s.)’ı yalnız başına Ka’be’de yakalıyor ve “sen
    şun­ları şunları söylüyorsun” diye rest çekiyor. Rasûlullah (a.s.) da hiç
    korkmadan ve herhangi bir zaaf belirtmeden “evet ben bunları söylüyorum” diye
    cevap veriyor. Canına kıymak isteyenlerin yüzüne bunları söylerken yüzünde en
    ufak bir korku işareti bulunmuyor. Düşmanlar Sevr mağarasının tam ağzına kadar
    geliyorlar, kendisini görürlerse parçalayacaklar. Ama Rasûlullah (a.s.) huşû ve
    huzu ile namazına devam ediyor. Hz. Ebû Bekr diyor ki, “bu zâlimler aşağıya
    bakarlarsa bizi mutlaka görecekler.” Fakat Hz. Peygamber (a.s.) son derece
    metanetle diyor ki, “Ebu Bekr, üçüncüsü Allah olan iki kişiye ne diyorsun.
    Üzülme, Allah bizimle bera­berdir.” Düşmanlar Rasûlullah (a.s.)’in başına ödül
    koymuşlardır. Pek çok maceracı kişi ve iz sürücüsü Rasûlullah (a.s.)’ı didik
    didik aramaktadır. Ama, Rasûlullah (a.s.) büyük bir soğukkanlılıkla Kur’ân-ı
    Kerîm okuya­rak yoluna devam ediyor. Peşinde kimsenin olup olmadığına bile
    bakmı­yor. Böylesine cesur ve yiğit bir liderin bayrağı altında muhakkak ki
    yiğit ve cesur kişiler toplanacaktır. Onun yoldaşları ve arkadaşları ondan
    cesa­ret alıp yollarına devam edeceklerdir. Güçlerine güç bu şekilde katılıyor.
    Gözü dönmüş bir düşman bile her ne kadar gaddar ve vicdansız olursa ol­sun,
    böyle bir şahsiyetin bu eşsiz vasfını övmekten geri kalmaz. Düşman, korku diye
    bir şey bilmeyen rakibinin bu tutumu üzerine er geç cesaretini kaybeder. Bir
    hareket, bilhassa İslâmî Hareket’in lideri ve komutanının korkusuz, yiğit ve
    cesur olması kaçınılmazdır. Zira önder veya komutanın cesaretsizliği bütün
    Hareket’in çökmesine sebep olur.

    34.1.8.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Yüksek Ahlâkı ve Fazileti

    Rasûlullah (a.s.) en güzel insanî vasıflarla donatılmıştı.
    Doğruluk, dü­rüstlük, sabır, açık kalplilik, alçak gönüllülük v.s. gibi
    özelliklerde kimse onu geçemezdi. Rasûlullah (a.s.) muhaliflerinin en âdî ve en
    iğrenç hareket ve sözleri üzerine öfkeye kapılmadı. Küfre küfürle cevap vermedi.
    Kötü söz ve seviyesiz iftira ve ithamlara karşı mübarek ağzından kötü herhangi
    bir söz çıkmadı. Düşmanlar ekseriya son derece kırıcı, hakaret edici ve
    kışkırtıcı sözler söylediler. Ama Rasûlullah (a.s.), tevâzu, nezâket ve
    kibarlığıyla bütün bunlara tahammül etti. Kötülüğe daima iyilikle kar­şılık
    verdi. Mekke’de uzun süren tehlikeli ve çileli dönemde Rasûlullah (a.s.)’ın bir
    defa bile medeniyet ve nezâket kurallarının dışına çıktığı söy­lenemez. Bu tutum
    ve davranış ister istemez Rasûlullah (a.s.)’ın muhaliflerinin gaddarlığı
    acımasızlığı ve barbarlığı iyice sergilendiği için mevki ve itibarları da düştü.
    Hz. Peygamber (a.s.), tebliğ ve vaazları sırasında Taifteki kadar zor anlar
    hiçbir zaman yaşamadı. Fakat o zaman da ağzın­dan sadece dua ve hayır sözler
    çıktı ve Taiflilerin zulmü üzerine kendileri­ne Allah’ın azabının inmesine gönlü
    razı olmadı. Gerçek şu ki, Rasûlullah (a.s.)’ın muhalifleri savaş alanından çok
    önce ahlâk alanında kendisi karşısında büyük bir hezimete uğramışlardı.
    Muhaliflerin bu yenilgisine son damga da Hazreti Peygamber (a.s.)’in suikast
    gecesi Mekke’den çıkarken katillerin emânetlerinin iadesi için gereken
    tedbirleri almasıyla vurulmuş oldu. Böylesine büyük bir ahlâk ve fazilet
    örneğini gördükten sonra bile cehaletinde ısrar eden ve Rasûlullah (a.s.)’a
    zarar vermeye çalışan ancak vicdansız ve imansız bir kişi olabilir. Yoksa, gözü
    açık olan herkes bütün Arap milleti değil, insanlığın bu en temiz ve efendi
    kişisiyle savaşmanın abes olacağına karar vermeliydi. İslâmi Hareket’in
    Önderi’nin bu emsalsiz ahlâk ve fazileti, taraftarları için binlerce vaaz ve
    telkinden daha kuvvetli ve tesirliydi. Zâten bundan dolayı Rasûlullah (a.s.)’ın
    davetine evet diyen herkes ahlâk ve karakter bakımından öylesine yükseldi ki,
    her tarafsız göz­lemci putperest ile iman sahibi arasındaki farkı hemen
    anlayabiliyordu.

    34.1.9.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Söz ve Fiillerindeki Âhenk

    Rasûlullah (a.s.)’ın beşinci ve muhtemelen en büyük vasfı, söz
    ve fiil­lerindeki ahenkli. Rasûlullah (a.s.)’ın söz ve hareketlerinde en ufak
    bir tezâd yoktu. Rasûlullah (a.s.) daima söylediklerini yapardı, ve
    yapamaya­cağı şeyi söylemezdi. Rasûlullah (a.s.) yasakladığı kötülüklerden hem
    kendisi, hem arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler Rasûlullah (a.s.)’ın
    sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi bili­yorlardı.
    Zira, bunların birçoğu annesi, babası veya zevcesinin akrabala­rıydılar. Fakat
    bunlardan kimse, Rasûlullah (a.s.)’ın başkalarına yasakladı­ğı şeyleri
    kendisinin yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.) hangi iyi ve
    hayırlı işlere halkı davet ederse onları ilk önce kendisi yapardı. Rasûlullah
    (a.s.)’ın hayatı, kendi davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun hayır ve iyi
    işte en ufak bir hata veya eksiklik gösterdiğini söyleyemezdi. Bir hareket,
    özellikle İslâmi Hareket’in başarıya ulaşması­nın en iyi teminâtı o hareketin
    lideri ve rehberinin söz ve fiillerinin uyum­lu olmasıdır. Böyle bir önder
    sadece nazarî ve teorik talimat ve telkinde bulunmamalıdır, aksine uygulamasını
    ve pratiğini de göstermelidir. Böyle­ce bu lidere tabi olanlar da kendisinden
    etkilenir ve esinlenirler.

    34.1.10.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak Olması

    Rasûlullah (a.s.)’ın altıncı en büyük vasfı her türlü peşin
    hüküm art niyet ve taassuptan uzak olmasıydı. Rasûlullah (a.s.) kabile, millet,
    vatan, renk, ırk ve dil farklarını hiç önemsemeyen bir liderdi. İnsan hak ve
    hürri­yeti ile eşitliğine tam inanan bir önderdi. Rasûlullah (a.s.) zengin ile
    fakir, büyük ile küçük, soylu ile soysuz, siyah ile beyaz gibi kavramları
    tanı­mazdı. Herkese insan gözüyle bakar ve saygı gösterirdi. İster Kureyşli,
    is­ter Arap, ister Habeşli, ister Acem, ister Rum (Batılı) ister beyaz, ister
    si­yah olsun, Hak davetini kabul eden herkes Rasûlullah (a.s.)’ın camiasına
    girerdi. İşte bu husus, ta başından beri İslâmî Hareket’in uluslararası ve
    evrensel bir hareket olduğunu gösterdi. İslâm ümmeti, uluslararası bir top­luluk
    haline geldi. İslâm’a göre, Hak dinini kabul edenler arasındaki her türlü ayırım
    ortadan kalktı. İnsanlar arasında İslâm ve Küfr’den başka bir ayırım ölçüsü
    kalmadı. Rasûlullah (a.s.)’ın cemaatinde köleler, azâd edil­miş uşaklar,
    cariyeler, fakir, zengin ve reis, Arap ve Arap olmayan hepsi aynı seviyede ve
    aynı çizgide idiler. Arabistan’da büyüklük kompleksine kapılmış olan bir grup
    kabile reisi ve eşrafın dışında diğer kimseler için bu cazibesi büyük olan bir
    olguydu.

    İşte Hz. Peygamber (a.s.)’in bu eşsiz Allah vergisi vasıfları,
    13 yıllık Mekke döneminde alabildiğine ortaya çıktı ve dost düşman herkesin
    kal­bini fethetti. Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve meziyetlerinin manevî ve
    ah­lakî tesiri altında İslâmî Hareket ağır ama sağlam bir şekilde ilerleme
    kay­detti. Rasûlullah (a.s.)’ın büyük kişiliğinin bazı diğer özellikleri ise
    henüz ortaya çıkmamıştı. Bunlar ortaya çıkmak için Medine gibi yerde yeni şart
    ve muhitin doğmasını bekliyorlardı.

    34.1.11. Kur’ân-ı
    Kerîm’in İnanılmaz Etkisi

    İslâmi Hareket’in ikinci büyük sermayesi Kur’ân-ı Kerîm’in
    üslûbuydu ki üçte ikisinden fazlası Mekke döneminde idi. Araplar dil bil­gisi,
    üslûp ve ifadeye aşık olan bir milletti. Dil ve edebiyata bu düşkün­lükleri
    kendilerini Ukâz gibi panayırlara götürürdü. Buralarda hatipler halkı büyüleyici
    konuşmalar yapar ve şairler arasında şiir müsabakası ya­pılırdı. Kur’ân-ı Kerîm
    ise akan suları durduran bir kelâm olarak ortaya çıktı. Bütün dil bilginleri
    Kur’ân’ın mûcizesi karşısında acz içinde kaldılar. Şair, edip ve hatiplerin dili
    tutuldu. Kur’ân-ı Kerîm’in edebi değeri de tar­tışılmazdı. En güzel edebi
    parçalar ve şaheserler bunun yanında birer hiç olarak kaldı. Üslûbu ve anlatım
    tarzı öylesine vecd vericiydi ki, bunu din­leyenler mest oluyordu. Muhalifler
    buna “sihir” derlerdi. Tarafsız kişiler ise bunun bir insanın kelâmı
    olamayacağını ilân ederlerdi. Etkisi o kadar kuvvetliydi ki, Hz. Ömer gibi katı
    ve seri bir İslâm düşmanının yüreğini sızlattı ve Rasûlullah (a.s.)’ın
    ayaklarına getirdi. Kureyş’in önde gelen ka­bile reislerinden Cubeyr bin Mut’im,
    Bedir savaşından sonra esirlerin ser­best bırakılması konusunu görüşmek üzere
    Medine’ye gitti. Rasûlullah (a.s.) o sırada müslüman cemaate akşam namazı
    kıldırıyordu ve Tûr sûresini tilâvet ediyordu. Buhârî ve Müslim’de yer alan
    Cubeyr bin Mut’im’in rivâyetinde kendisinin şöyle dediği kaydedilmiştir: “Rasûlullah
    (a.s.) sûrenin 35. ilâ 39. âyetlerini okurken yüreğim sanki göğsümden
    fır­layacaktı.” Hz. Cubeyr bu yüzden daha sonra müslüman oldu. İşte Kur’ân-ı
    Kerîm’in bu Mu’cizevi tesirinden dolayıdır ki, düşmanlar bunun halk tara­fından
    dinlenmesine mani olmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, bu İslâm düş­manları
    kendileri Kur’ân-ı Kerîm’in sihrine kapılırlardı ve gizli gizli oku­nuşunu
    dinlerlerdi. Kuran-ı Kerîm’in sadece üslûbu etkileyici değildi, bu­nun ileri
    sürdüğü deliller ve gündeme getirdiği bahisler de öylesine doyu­rucu ve tatmin
    ediciydi ki, bunu dinleyen herkes İslâm ve Cahiliyye ara­sındaki farkı iyice
    anladı ve Cahiliyye’nin bütün tutarsız ve mantıksız ta­raflarını öğrendi. Aynı
    kelâm, İslâm’ın vaaz ve telkinleri ile temel felsefe ve ilkelerinin anlatılması
    için de gayet akıcı ve etkileyici şekilde kullanıl­dı. Bununla İslâm’ın akide,
    inanç, kültür ve medeniyeti ile ahlâk kuralları da anlatıldı. Hem de öylesine
    kuvvetli bir şekilde ki, bunları tekzip edecek veya reddedecek cesaret kimsede
    yoktu. Bundan sonra kâfirler İslâmi­yet’in inkişâfını önleyebilmek için çirkin
    oyunlara baş vurdular. Baskı, zu­lüm, küfür, yalan, iftira ve ithâm gibi
    silahlar kullandılar. Fakat, kullan­dıkları bu metod kendilerinin daha da
    yıpranmasına ve rezil olmasına se­bep oldu. Bu, delil, mantık, akıl, ahlâk ve
    dürüstlük alanlarında kendileri­nin iflâsının ilânıydı. İslâm ile küfr
    arasındaki bu mücadeleyi gören her aklı başında olan kişi Hakkın ne, Batıl’ın ne
    olduğunu anlayabiliyordu. Tutarsız bir gözlemci, münkir ve muhalifler de Kur’ân-ı
    Kerîm’in delil ve öğretilerine verecek cevabın çirkin ve insanlık dışı
    hareketlerinden başka bir şey olmadığına kanaat gelirdi. Bu kıran kırana
    mücadele sadece Mek­ke’de değil, bütün Arabistan’da cereyan ediyordu. Rasûlullah
    (a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’i tam 10 yıl süre ile her yıl Ukâz’dan Mina’ya kadar
    çeşitli panayır ve toplantı yerlerine giderek Arabistan’ın dört bir yanından
    gelen­lere duyurmaya devam etti. Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi İnsanlar buna ce­vap
    olarak ancak taş ve toprak atabiliyorlardı. Bunun tabii bir neticesi olarak
    bütün muhalefetlere rağmen Mekke’de de Kur’ân-ı Kerîm ve dolayı­sıyla İslâm’ın
    talimatı yayılmaya devam etti. Böylece Arabistan’da bir ve­ya birkaç ferdinin
    müslüman olmadığı tek bir kabile kalmadı. Gerçi Mek­ke’de İslâmiyet’i alenen
    kabul edenlerin sayısı nispeten azdı, ama Kur’ân-ı Kerîm’in öğretileri,
    Rasûlullah (a.s.)’ın azameti ve büyüleyici şahsiyeti ve arkadaşlarının örnek
    yaşantıları yüzlerce ve binlerce Mekkeliyi İslâmi­yet’e hayran bırakmıştı.
    Mekkelilerin birçoğu Kureyş’in baskı, zulüm ve eziyetlerinden nefret etmeye
    başlamış ve müslümanları gizlice de olsa, takdir etmeye başlamışlardı. Kısacası,
    Mekke nüfûsunun büyük bir bölü­mü zihnen İslâm’a yaklaşmış durumdaydı.

    34.1.12. Hz.
    Peygamber (a.s.)’e İman Edenlerin Meziyetleri

    İslâmî Hareket’in üçüncü büyük sermayesi veya mal varlığı 13
    yıllık dönemde Hz. Peygamber (a.s.)’e iman eden güzide ve seçkin kişilerdi.
    Bunlar zihni ve aklı açık ve Hakk’a yatkın şahsiyetlerdi. Bunlar şirk ve
    Cahiliyye’nin en karanlık döneminde yetişip büyümelerine ve yaşamaları­na rağmen
    akıl ve iradelerini kullanarak doğru yolu bulan zevattı. Bunları hiçbir taassup,
    ard niyet veya düşünce yahut menfaat atalarının dinini de­ğiştirmekten ve
    İslâm’ı kabul etmekten alıkoyamadı. Onlar, kendi aile, ka­bile ve şehirlerinin
    ahâlisinin görüşüne aykırı olarak Hz. Muhammed (a.s.)’e tabi olma ve İslâmiyet’i
    kabul etmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. İman ve inanç sahiplerine
    ne gibi zulüm ve işkence yapıldığı­nı da kendi gözleriyle görüyorlardı. Fakat,
    onlar kellelerini koltuklarına almıştı ve hiçbir kuvvet onları kararlarından
    caydıramazdı. Onlar Bâtıl’a boyun eğmektense Hak için her türlü eziyet çekmeyi
    kabul ettiler. Onlar sövüldüler, dövüldüler, baş aşağı asıldılar, aç ve susuz
    bırakıldılar, zindana atıldılar, mangallar üzerinde yürütüldüler ve göğüslerine
    kocaman taş yer­leştirildiği halde kızgın güneşin altında kumlar üzerine
    saatlerce yatırıldı­lar. Onlardan tüccar veya esnaf olanların ekmeklerine mani
    olundu ve şe­ref ve haysiyet sahipleri herkesin önünde alaya alındılar. Fakat,
    bu fedai­ler Allah için ve Rasûlü için her cefâyı çektiler. Kureyş’in baskı ve
    zulmü bir tek mü’min erkek veya kadını dinden döndüremedi. Onlar kendi
    iman­larını korumak için iki defa Habeşistan’a ve nihayet Medine’ye hicret
    etti­ler. Ev, bark, mal ve mülk, aile, akraba, dost, ahbab, vatan ve millet her
    şeyi bırakıp Allah için yola koyuldular. Bunların çoğu varlıklı ve hatırı
    sayı­lır kişi olmalarına rağmen giydikleri elbiseden başka bir şeyi yanlarına
    al­madılar. Bu insanların bu davranışları gösteriyordu ki İslâmi Hareket
    ta­rihte ender rastlanan samimi ve fedakâr elemanlarım bulmuştu. Bunlar sayıca
    çok azdı ama her biri bir kaya parçası, bir pırlanta ve bir arslandı. Bu
    İnsanlar bu meziyetlerinin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in vaaz ve telkinleri ile
    Hz. Peygamber (a.s.)’in terbiyesi sayesinde doğru söz söyleme, doğru ha­reket
    etme, dürüst davranma, temizlik, Allah’tan korkma, iffet ve namus­larını koruma,
    sabır ve herkesin hakkına riayet etme konusunda örnek ki­şiler olup çıktılar.
    Bunlar dünyanın en temiz, en iyi insanlarıydılar. Nasıl ki, Rasûlullah (a.s.)
    karanlık dolu Arap toplumunda bir fener ve bir meşa­le idi, ona tabi olanların
    hayatı ve karakteri de İslâm’ın getirdiği ahlâk devriminin birer canlı
    örneğiydiler. Tarafsız bir göz kâfir ve müşrikler ile müslümanların ahlâkî
    durumu arasındaki bu büyük farkı derhal görebilir­di. Muhalifler taassup, kin ve
    nefret yüzünden gerçeği söylemekten kaçı­nabilirlerdi, ama kalpleri can
    çekişmekte olan eski Cahiliyye döneminde ne gibi İnsanlar yetiştiğini ve İslâm
    dininin kıvamından ne kadar yüksek ahlâk ve karaktere sahip İnsanlar doğmakta
    olduğunu çok iyi biliyordu.

    34.1.13. Medine
    Ensârının Vasıfları

    İslâmî Hareket’in Mekke döneminin son üç yılında kavuştuğu en
    bü­yük ve paha biçilmez sermayesi Medine Ensârının büyük ve katıksız imânıydı.
    Medineliler ne Rasûlullah (a.s.)’ı yakından tanıyorlardı ne onun terbiyesinde
    büyümüşlerdi. Onlar ne sahabelerin tertemiz hayatlarını gör­me fırsatını bulmuş
    ne de Mekkeli müslümanlar kadar Kur’ân-ı Kerîm’in vaaz ve telkinlerini
    kavrayabilmişlerdi. Fakat, bunlar aklıselime sahip açık fikirli ve açık zihinli
    insanlardı ve Hakk’ın sadece bir ucunu görüp buna fedâ oldular. İslâm’ın
    “sırat-ı müstakim” ini (doğru yolunu) görür görmez, yüzyıllardan beri kalplerine
    yerleşmiş olan batıl fikir ve inançları söküp attılar. Medineliler olgun meyve
    gibi İslâm’ın torbasına düşmeye başladılar. Öyle ki, bunların sayısı üç yılda
    Mekke’de 13 yılda İslâmiyet’i kabul edenleri geçti. Medineliler bununla
    yetinmediler ve o kadar coşku ve samimiyetle müslüman oldular ki, Hz. Peygamber
    (a.s.) ve Mekkeli ar­kadaşlarını kendilerine gelip yerleşmeleri için iknâ
    ettiler ve bunun için gereken her şeyi yaptılar. Onlar Hz. Peygamber (a.s.) ve
    arkadaşlarını memleketlerine çağırmakla ne büyük bir tehlikeyi göze aldıklarını
    da çok iyi biliyorlardı. Onlar bütün Arabistan’ı karşılarına alacaklarından
    haber­dârdılar. Nitekim, son Akabe bi’atı sırasında Medineli eşrafın yaptıkları
    konuşmalar bunu göstermektedir. Ayrıca, Medineliler sadece Rasûlullah (a.s.) ve
    sahabelerini kabul etmekle kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)’ı kendi hükümdarları da
    seçtiler ve ona itaat etmeyi borç bildiler. Medine ensarı, Mekke’den gelen diğer
    müslümanlara da tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde
    barındırdılar, kendilerine eşit haklar tanıdılar ve evleri ile mallarında ortak
    yaptılar.

    Medine ensârının bu jesti tarihin akışını değiştirdi. Bununla,
    İslâm bir davet ve hareket olmaktan çıktı ve bir toplum ve devlet halini aldı.
    Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)’in şânı arttı ve kendisi bağımsız ve egemen
    bir Dâr ul-İslâm’da İslâm’ın nasıl bir nizam olduğunu gösterme fırsatını buldu.
    Rasûlullah (a.s.) bundan sonra Medine’de kurduğu İslam devletinin hangi esaslara
    dayandığını gösterdi. Rasûlullah (a.s.) bu devletle, Yüce Allah’ın gönderdiği
    dinin ne gibi fertler yetiştirdiğini, nasıl bir toplum meydana getirdiğini,
    nasıl bir kültür ve medeniyet yarattığını, toplumda nasıl bir ahlâk ve fazilet
    anlayışı doğurduğunu, ekonomi, eğitim, siyaset, hukuk, adalet ve ticarette,
    hangi ilkelere önem verdiğini, savaş ve barış kurallarının ne olduğunu
    memleketleri fethettikten ve milletlere galip gel­dikten sonra kendilerine nasıl
    davrandığını, varılan anlaşmalara nasıl bağ­lı kaldığını ve milletlerarası
    ilişkilerde hangi çizgilerde bulunduğunu bü­tün dünyaya ve kıyamete kadar
    gelecek nesillere göstermiş oldu.  Murat BOZDOĞAN  
    Melek BOZDOĞAN

     

     

     

  • MEDİNE’YE HİCRET



    Otuz Üçüncü Bölüm: MEDİNE’YE HİCRET



    33.1. MEDİNEYE HİCRET



    33.1.1. İlk Muhacir



    33.1.2. Hz. Ümm-ü Seleme’nin Başına Gelenler



    33.1.3. Hicret İçin Genel İzin



    33.1.4. Kureyş’in Müslümanları Hicretten Alıkoymak İçin Aldığı Tedbirler



    33.1.4.1. Ayyaş bin Ebi Rebia’nın Başından Geçenler



    33.1.4.2.Hz. Abdullah bin Süheyl’in Hikâyesi



    33.1.4.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Son Ana Kadar Mekke’de Kalması



    33.1.5. Kureyş’in Telaşı



    33.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)’i Öldürme Plânı



    33.1.7. Rasûlullah (a.s.)’a Hicret İzni Verilmesi ve Hicret Hazırlığı



    33.1.8. Suikast Gecesi Ne Oldu?



    33.1.8.1. Hz. Ali’nin Yakalanması ve Serbest Bırakılması



    33.1.8.2. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in Evine Baskın



    33.1.9. Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den Ayrıldıktan Sonra Sevr Mağarasında
    Konaklamaları



    33.1.10. Sevr Mağarasında Olup Bitenler



    33.1.11. Sevr Mağarasında Nâzik Bir An



    33.1.12. Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in Yakalanıp Öldürülmesi İçin
    Ödül



    33.1.13. Mağaradan Çıkış



    33.1.14. Hicret Yolculuğu



    33.1.14.1. Sürâka’nın Hikâyesi



    33.1.14.2. Ümm-ü Mâ’bed’in Hikâyesi



    33.1.14.3. Ümm-ü Mâ ‘bed, Rasûlullah (a.s.) ‘ın Yüz Hatlarını (Eşkâlini) Tarif
    Ediyor



    33.1.15. Medine’de Bekleyiş



    33.1.16. Rasûlullah (a.s.)’ın Kuba’ya Varışı



    33.1.16.1. Küba’ya Varış Tarihi



    33.1.16.2. Küba’da Kalış



    33.1.16.3. Kuba’dan Ayrılış ve İlk Cum’a Namazı



    33.1.17. Medine’ye Giriş



    33.1.18. Hz. Ebû Eyyûb Ensarî’nin Evinde Kalış



    33.1.19. Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de Karşılanması



    33.1.20. Kureyş’in Öfke İle Kudurması



    33.1.21. Mescid-i Nebevi’nin İnşası



    33.1.22. Mescid-i Nebevi’de Hz. Peygamber (a.s)’in Hücresi (Odası)’nin İnşası



    33.1.23. Rasûlullah (a.s.)’ın Çoluk-Çocuklarını Medine’ye Getirtmesi

    Otuz Üçüncü Bölüm: MEDİNE’YE HİCRET

    33.1. MEDİNEYE HİCRET

    33.1.1. İlk
    Muhacir

    İbni Cerir ve İbni Hişâm’ın rivâyetine göre müslümanların
    Mek­ke’den Medine’ye hicretleri için genel direktif henüz verilmemişken ve
    Bi’set sonrası 12. yılda Zilhicce ayında İkinci Akabe bi’atı yapılmışken
    Rasûlullah (a.s.)’ın süt kardeşi ve teyzesi Berre binti Abdulmuttalib’in oğ­lu
    Ebu Seleme (r.a.) Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Ebu Seleme’nin hicrete
    karar vermesinin sebebi, kendisinin Habeşistan’dan Mekke’ye dön­mesinden sonra
    gerek Mekkeli kâfirlerin, gerekse kabilesi olan Beni Mahzûm’un O’nu sürekli
    olarak rahatsız etmeleri ve eziyete tabi tutmalarıydı. Ne var ki, Ebu Seleme
    (r.a.)’nin hicreti de çok tehlikeli ve çileli oldu.

    33.1.2. Hz. Ümm-ü
    Seleme’nin Başına Gelenler

    İbni Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak bizzat Ümm-ü
    Sele­me’nin bu rivâyetini nakletmiştir: “Kocam Ebu Seleme Medine’ye hareket
    etmek üzere evden ayrılınca, ben de arkasından oğlum Seleme’yi kucağı­ma alıp
    evden çıktım. Kocam beni ve oğlumuzu deveye oturttu ve yularını tutarak yürümeye
    başladı. Ailemiz (Beni Muğire) kocamın deve ile yürü­düğünü görünce bazı
    kimseler bize geldiler ve kocama şöyle seslendiler: “Sen nasıl olsa, elimizden
    çıktın. Nereye istersen git. Fakat, biz kızımızın avare gibi dolaşmasına izin
    vermeyeceğiz.” Bunu dedikten sonra devenin yularını Ebu Seleme’nin elinden
    aldılar ve beni eve geri getirmeye başla­dılar. Bu arada Ebu Seleme’nin
    kabilesinin adamları da toplanarak kendi­sine ateş püskürmeye başladılar. Ayrıca
    benim kocamdan koparılmamı da yadırgadılar ve aileme dediler ki: “Siz
    adamımızdan kızınızı çektiniz. Biz de evlâdı Seleme’yi size niye bırakalım?” Ve
    oğlumu çekmeye başladılar. Bu kavgada oğlumun kolu çıktı. Oğlumu onlar aldılar,
    Beni Muğire beni bir yerde hapsetti ve zavallı Ebu Seleme tek başına Medine’ye
    gitti. Bir seneye yakın bir müddet her gün evden çıkıp Ebtah’a gider, kocamın
    yolu­nu bekler ve ağlardım. Bir gün benim akrabalarımdan olan Beni Muği­re’nin
    bir şahsı beni bu vaziyette gördü ve bana çok acıdı. O gidip Beni Muğire’ye
    şöyle dedi: “Şu zavallı kadını niye bırakmıyorsunuz? Önce onu kocasından
    ayırdınız sonra da oğlundan uzaklaştırdınız.” Nihayet Beni Muğire bana dedi ki:
    “istersen kocana gidebilirsin.” Kocamın ailesi (Beni Abd el-Esed) de oğlumu geri
    verdi. Ben oğlumla tek başıma deveye binip Medine’ye hareket ettim. Ten’im’e
    vardığımda Beni Abduddâr’a mensup Osman bin Talha bin Ebi Talha’yı gördüm.
    Osman, “Ebu Ümeyye’nin kı­zı, nereye gidiyorsun?” diye sordu. Ben, “kocamın
    yanına Medine’ye gidi­yorum” dedim. “Senin yanında kimse yok mu?” diye sordu.
    Ben de “Alla­h’ım ve bu çocuğumdan başka kimse yoktur” dedim. Dedi ki, “vallahi,
    ben seni böyle bırakmayacağım.” Ve devemin yularını tutarak yürümeye baş­ladı.
    Vallahi, ben ondan daha iyi bir insan görmedim. Bir menzile varınca devemi
    oturtur ve bir kenara çekilirdi. Ben çocuğumu alıp inince o deveyi bir ağaca
    bağlardı. Daha sonra biz istirahat ederdik. Tekrar yola çıkma za­manı gelince
    deveyi yanıma getirir ve kendisi uzaklaşırdı. Ben deveye bindikten sonra devenin
    yularını tutar ve yürürdü. Medine’ye kadar olan yolu böyle katettik. Sonra,
    Küba’da Beni Avfın köyü görülünce Osman bana şöyle dedi: “Bak kızım, kocan
    oradadır. Artık onun yanına gidebilir­sin. Allah sana bereket versin.” Osman
    geldiği yoldan yürüyerek Mek­ke’ye döndü.” (Bu olayı Belazuri de Ensab-ul
    Eşrefte kaydetmiştir).

    Bu olaydan anlaşılacağı gibi, Kureyşli kâfirler müslümanlara
    haddin­den fazla zulüm ve eziyet vermeye devam edince yine onlardan bazıları bu
    hareketlerden tiksinmeye ve müslümanlara karşı sempati duymaya başladılar. Bu
    cahiliyye toplumunda birazcık medeniyet, kültür ve insan­lık nasibini almış
    olanlar İslâm’a düşman olmalarına rağmen eziyetlere boyun eğmeyen ve bütün çile
    ve zorluklara rağmen Hak yolunda yürüme­ye devam edenler saygı görmeye
    başladılar.

    33.1.3. Hicret
    İçin Genel İzin

    Nihayet, Bi’set sonrası 13. yıl Zilhicce ayında yapılan Son
    Akabe bia­tından sonra Rasûlullah (a.s.) Mekke’de bulunan bütün müslümanların
    Medine’ye hicretleri için genel izin çıkardı. Rasûlullah (a.s.) müslümanla­ra
    şöyle dedi: “Yüce Allah artık sizin için yeni kardeşler ortaya çıkarmıştır ve
    sizin huzur ve sükûnet içinde yaşayabileceğiniz bir şehir temin et­miştir.” (Bk.
    İbni Hişâm İbni İshâk’ın rivâyeti). Bu izin çıkar çıkmaz ilk önce Hz. Amir bin
    Rebi’atü’1-Anzi, zevcesi Leylâ binti Ebi Hasme ile yola koyuldu. Daha sonra Hz.
    Ammar bin Yasir, Hz. Bilâl ve Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas Medine’ye hicret ettiler.
    Bundan sonra Hz. Osman bin Affân, ka­rısı Rukayye binti Rasûlullah (a.s.) ile
    hareket etti. Bundan sonra genel bir göç başladı ve müslümanlar akın akın
    Medine’ye gitmeye başladılar. Bazen bütün aileler, her şeylerini bırakıp yeni
    diyara hareket ettiler. İbni Hişâm İbni İshâk’a dayanarak özellikle üç ailenin
    bütün fertlerinin Mek­ke’den Medine’ye hicret ettiklerini ve evlerini boş
    bıraktıklarını ifade et­miştir. Bu aileler şunlardı: 1) Beni Ma’zun, 2) Beni el-Bukeyr
    3) Beni Cahş bin Ri’âb. İbni Abd-il Berr Beni Cahş ile beraber Beni Esed bin
    Hu­zeyme’nin erkek, kadın ve çocuklarının da Medine’ye gittiğini bildirmiştir.
    Bu iki aileden toplam 30 kişi hicret etti, ki bunlar arasında Rasûlullah (a.s.)’ın
    teyzeoğlu Abdullah bin Cahş ve Ebû Ahmed bin Cahş (ismi Abd idi) bunların iki
    kız kardeşi Hz. Zeyneb binti Cahş, (ki daha sonra Üm-mül-Mü’minin oldu), Hamne
    binti Cahş (Hz. Mus’ab bin Umeyr’in zevce­si) ve Habib bint Cahş (Hz. Abdullah
    bin Avfın karısı) vardı. Bunların gitmesinden sonra Utbe bin Rebi’a ve Abbas bin
    Abdulmuttalib ve Ebû Cehl onların evlerinin önünden geçtiler. Utbe bin Rebi’a
    derin bir ah çekti ve “Beni Cahş’ın evi bugün bomboştur” dedi. Bunun üzerine Ebu
    Cehl, “ne ağlıyorsun? Bunların hepsi bu kardeşimizin (yani Hz. Abbas’ın)
    yeğe­ninin yaptıklarıdır. O cemaatimizi böldü, aramızdaki münasebetleri kesti ve
    bizi parçaladı.” Bundan sonra sıra Ebu Süfyan’a geldi. Ebu Süfyan, Be­ni Cahş’ın
    evini işgal edip başkalarına sattı. Ebu Süfyân bunun için şu ba­haneyi uydurdu:
    Kızı Fer’a (ya da Fâri’a) Ebû Ahmed bin Cahş’ın karısıy­dı. Güya, damadının
    bütün veraseti, henüz kendisi sağ iken kayınpederine geçmişti. Hz. Abdullah bin
    Cahş, Ebû Sufyân’ın bu haksızlığı hakkında Rasûlullah (a.s)’a şikâyette
    bulununca, kendisi şöyle dedi: “Siz bu evinizin bedelini Cennet’te bulmaktan
    mennun olmayacak mısınız?” Mekke’nin fethinden sonra Ebu Ahmed bin Cahş kendi
    evini kayınpederinden geri al­mak isteyince Rasûlullah (a.s.) herhangi bir ses
    çıkarmadı. Daha sonra sa­habeler, Ebû Ahmed’e dediler ki: “Rasûlullah,
    muhacirlerin Allah yolunda harcanmış mallarının geri alınmasından yana
    değildir.” Nitekim, bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’deki evi o zamana kadar
    müslüman olmamış olan Akil bin Ebi Tâlib tarafından, hicretten sonra işgal
    edilmişti. Rasûlullah (a.s.), Mekke’nin fethinden sonra bu evi geri almadı. (Ebû
    Dâvud, Kitab’ul-Hac).

    33.1.4. Kureyş’in
    Müslümanları Hicretten Alıkoymak İçin Aldığı Tedbirler

    Hz. Suheyb Medine’ye hicret için evden çıkınca, Kureyşliler
    kendisi­ne şöyle diyerek mani olmak istediler: “Sen buraya parasız, pulsuz
    gel­miştin. Burada zenginleştin. Şimdi de canınla beraber mallarını da alıp
    götürmek istiyorsun. Vallahi, buna müsaade etmeyeceğiz.” Hz. Suheyb (r.a.) dedi
    ki: “Peki, ben bütün mal ve mülkümü size bırakırsam bana git­me izni verir
    misiniz?” Onlar “evet” dediler. Hz. Suheyb bunun üzerine bütün mal-mülk ve
    sermayesini Kureyşlilere bıraktı ve eli boş Mekke’den çıktı, Rasûlullah (a.s.)
    bu “alışveriş”in haberini alınca dedi ki: “Suheyb iyi bir iş yapmıştır”. (Bk.
    İshâk bin Râhveyh, İbni Merdûye, İbni Hişâm ve Belazuri; Ebû Osman en-Nehdî’nin
    rivâyeti).

    İbni Abd il-Berr, “ed-Dürer fi İhtishar el-Meğâzi ve’s-Siyer”
    adlı ese­rinde diyor ki, Hz. Suheyb Mekke’den hareket edince Kureyşliler
    kendisi­ni takip ettiler. Amaçları, onu öldürüp mallarını gasp etmekti. Hz.
    Su­heyb, Kureyşlilerin kendisinin peşinde olduğunu görünce dedi ki:
    “Bili­yorsunuz ki, ben hepinizden daha iyi bir okçuyum. Vallahi billahi, sizden
    hiçbiri bu konuda bana yetişemez. Bana yaklaşanı öldürürüm.” Takip edenler dedi
    ki: “Mallarını bırak ve git.” Hz. Suheyb şöyle dedi: “Mal ve mülkümü zaten
    Mekke’de bıraktım. Falanca yere gidin ve onları oradan çıkarın.” Dolayısıyla,
    onlar Hz. Suheyb’i takip etmekten vazgeçtiler ve gi­dip mallarını aldılar. Buna
    benzer bir rivayet Belazuri tarafından, Hz. Sa’id bin Müseyyeb’e dayanılarak
    naklolunmuşur.

    Beyhâki ve Taberânî yine Hz. Sa’id bin Müseyyeb’e dayanarak
    bizzat Hz. Suheyb’in şu ifadesini nakletmişlerdir: “Ben hicret niyetiyle
    Mek­ke’den çıkarken, Kureyş’in bazı gençleri yolumu kestiler. Gece onlar uyu­ya
    kalınca kaçmayı başardım. Fakat yolda gene arkadaşları beni yakaladı­lar. Ben
    onlara dedim ki, “ben Mekke’ye sizinle beraber gidip size birkaç okka altın
    versem, beni bırakacak mısınız?” Onlar “evet” dediler. Ben tek­rar Mekke’ye
    gelip onlara dedim ki, falanca yeri kazın altınları alın ve fa­lanca kadının
    evine gidip iki elbiselik kumaş alın.” Böylece, ben onlardan kurtulup,
    Rasûlullah (a.s.)’ın yanına Küba’ya varınca, kendisi bana şöyle dedi: “Bu değiş
    tokuşta sen çok kârlı çıktın.” Ben dedim ki, “bu olayı kimse bilmiyordu. Bunun
    haberini size herhalde Cebrail (a.s.) vermiştir.”

    33.1.4.1. Ayyaş bin
    Ebi Rebia’nın Başından Geçenler

    Diğer muhacirler gizli saklı Mekke’den çıkarken, Hz. Ömer (r.a.)
    20 süvari ile alenen kenti terk etti. Refakatinde kardeşi Zeyd bin el-Hattâb,
    eniştesi Sa’id bin Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, damadı Huneys bin Huzâfe (Hz.
    Hafsa’nın eski kocası) ve diğer bazı mümtaz kişiler vardı. Bezzâr ve İbn İshâk
    çok muteber senetlerle Hz. Ömer’in şu ifadesini nakletmiştir: “Ben, Ayyaş bin
    Rebî’a ve Hişâm bin As bin Vâil ile sözleşmiştim. Onlar benimle, Mekke’ye 10 km.
    uzaklıktaki Tenâdıb mevkiinde buluşacaklardı. Aramızda varılan anlaşmaya göre,
    kararlaştırılan saatte gelmeyen olursa onun düşmanların eline düştüğü kabul
    edilerek diğer arkadaşlar kendisini beklemeden yola koyulacaklardı. Hişâm,
    Mekke’de yakayı ele verdi. Ayyaş ise bizimle beraber Medine’ye vardı.
    Peşlerinden Ebû Cehl bin Hişâm ve Hâris bin Hişâm (Ayyâş’ın hem amca oğlu hem
    üvey kardeşi) de Medine’ye vardı. Onlar Ayyâş’ın peşine düştüler ve dil dökerek
    Mek­ke’ye dönmesi için çaba harcadılar. Kendisine dediler ki: “Annen senin
    ayrılmana çok üzülmüş ve sen eve dönünceye kadar saçlarını taramayaca­ğına ve
    güneşten gölgeye gitmeyeceğine and içmiştir.” Ben ona durumu izah etmek istedim.
    Dedim ki, bunlar sana yalan söylüyorlar, maksatları seni geri götürmektir. Onun
    için de, türlü türlü bahaneler uyduruyorlar. Ben dedim ki, annen bitlenince
    ister istemez saçlarını tarayacak ve güneş­te kavrulduktan sonra mutlaka gölgeye
    geçecektir. Fakat Ayyâş’a anne sevgisi galip geldi. Ayyaş dedi ki, ben anneme
    verdiğim sözü tutacağım ve mallarımı alıp geri geleceğim. Ben ona dedim ki:
    “Sana mallarımın ya­rısını vereyim, sen bu adamlarla Mekke’ye dönme”. Fakat o
    çocuk beni dinlemedi. En son dedim ki: “Peki, gitmek istiyorsan git, ama benim
    dişi devemi al. Bu çok iyi bir hayvandır. Bundan hiç ayrılma. Baktın ki, bu
    adamların niyeti kötü, o zaman bu dişi deve ile hemen bu tarafa koş.” Ayyaş bu
    nasihatimi dinledi ve deveyi aldı. Yolda Ebu Cehl, Ayyâş’a şöy­le dedi: “Kardeş,
    benim devem aksıyor. Sen beni kendi dişi devene alır mısın?” Ayyaş, “neden
    olmasın?” dedi ve onu devesine aldı. İkisi deveden indi, ki Ebu Cehl, Ayyâş’ın
    devesine binebilsin. Hâris de devesini durdur­du ve aşağıya indi. İkisi Ayyâş’ın
    ellerini ve ayaklarını bağladılar. İbni İshâk’ın ifadesine göre Ebu Cehl ve
    Hâris, Ayyâş’ı elleri ve ayakları bağlı olarak Mekke’ye getirdiler. İkisi de
    halka sesleniyorlardı: “Ey Mekkeliler, yaramaz ve haşarı çocuklarınızı bizim
    gibi terbiye edin.”

    İbni Hişâm güvenilir kişilere dayanarak şu rivâyeti aktarmıştır:
    Rasûlullah (a.s.) Hişâm bin as ile Ayyaş bin Rebi’a için endişeliydi. Rasûlullah
    (a.s.) “bu ikisini bana kim getirecek?” dedi. Velid bin Muğire (Hâlid bin
    Velid’in kardeşi) arz etti: “Ya Rasûlullah, ben bu işi yapmaya hazırım.” Bunu
    dedi ve Mekke’ye hareket etti. Şehre girdikten sonra bu iki mahkûm ile ilgili
    gizlice bilgi toplamaya başladı. İkisinin, çatısı olmayan bir binanın içinde
    olduğunu öğrendikten sonra gece duvarları atlayarak içeriye girdi, ikisinin
    zincirlerini kopardı ve devesine bindirip Medine’ye getirdi.

    33.1.4.2.Hz. Abdullah
    bin Süheyl’in Hikâyesi

    Hicretten alıkonan müslümanlar arasında Hz. Abdullah bin Süheyl
    bin Amr da vardı. Belazuri diyor ki, Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr, Medine’ye
    hicretin başladığı haberini aldıktan sonra Habeşistan’dan Mek­ke’ye gelmişti.
    Amacı, Rasûlullah (a.s.) ile beraber yeni “Dar-ul Hicret”e gitmekti. Fakat Hz.
    Abdullah’ı babası Süheyl bin Amr durdurdu ve hap­setti. Abdullah, babasına hile
    yaparak hapisten kurtulmak istedi ve bu ga­ye ile atalarının dinine döndüğünü
    söyledi. Babası söylediklerine inandı ve onu yanına alarak Bedir savaşma
    katıldı. Fakat iki tarafın kuvvetleri karşı karşıya gelince, Hz. Abdullah bin
    Süheyl bin Amr müslümanlara ka­tıldı. Bundan birkaç sene sonra Mekke fethi
    sırasında Süheyl bin Amr da müslüman olunca şöyle dedi: “Allahu Teâlâ, oğlum
    Abdullah’ın imanını oldukça sağlam kılmıştı.”

    33.1.4.3. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Son Ana Kadar Mekke’de Kalması

    İbni İshâk’ın rivâyetine göre genel olarak Medine’ye hicret
    etmek üzere Habeşistan’dan Mekke’ye dönenlerden yedisi hapsedilmiş ve bunlar
    hicrete katılamamıştı. Buna ilâveten, hicret sırasında yakalanan ya da hic­ret
    etme imkânına sahip olmayan pek çok kişi vardı. Bunların kalbi iman doluydu, ama
    kendi zaaf veya imkânsızlıkları sebebiyle hicrete katılama­mışlardı. Bunların
    dışında elleri, ayakları hareket eden ve maddi imkânlara sahip olan herkes
    Medine’ye hicret etmişti. Mekke’de hatırı sa­yılır kişiler arasında sadece Hz.
    Peygamber (a.s.), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ali kalmışlardı.

    Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre Hz. Ebu Bekr
    (r.a.) Medine’ye hicret etme niyetini belirtince, Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi:
    “Biraz sabret. Çünkü, öyle tahmin ediyorum ki, bana da hicret izni
    verile­cektir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) arz etti: “Annem ve babam size fedâ olsun;
    siz böyle bir şey bekliyor musunuz?” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “Evet”.
    Dola­yısıyla, Hz. Ebu Bekr (r.a.) Rasûlullah (a.s.) ile beraber Medine’ye hicret
    etmek maksadıyla beklemeyi tercih etti. Bu arada iki dişi deve de satın alıp
    bunları beslemeye başladı. İbni Hişâm ile İbni Cerir’in naklettikleri İbni
    İshâk’ın rivâyetine göre, Hz. Ebu Bekr, hicret için her izin isteyişinde

    Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle derdi: “Acele etme. Bakarsın,
    Allah sana bir yoldaş veriverir.” Bu sözler üzerine, Hz. Ebu Bekr, bu “yoldaş”ın
    biz­zat Rasûlullah (a.s.) olacağı konusunda ümitlendi. Hakim’in, Hz. Ali
    (r.a.)’ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.) Cebrail’e
    sor­du: “Hicret’te bana kim refakat edecektir?” Hz. Cebrail, “Ebu Bekr” dedi.
    İbni Cerir ise, Urve bin Zübeyr’e dayanarak diyor ki, Hz. Ebu Bekr (r.a.) hicret
    eden diğer sahabeler ile beraber Medine’ye gitmek umuduyla iki di­şi deve satın
    almıştı. Hz. Ebu Bekr (r.a.) kendisine Rasûlullah (a.s.)’ın re­fakat edeceği
    konusunda emin olunca bu dişi develeri iyice besleyip güçlü ve kuvvetli yaptı.

    İbni Hişâm ile İbni Cerir, İbni İshâk’a dayanarak diyorlar ki:
    Rasûlullah (a.s.) halkın kendisine bıraktığı emanetlerin dağıtılması işini
    yürütmek için Mekke’de kalmıştı. İbni İshâk diyor ki, Mekke’de tek bir kişi
    yoktu ki, çalınacak korkusuyla kıymetli eşyasını Rasûlullah (a.s.)’a emanet
    olarak bırakmış olmasın. Zira, Rasûlullah (a.s.)’ın doğruluğuna, dürüstlüğüne ve
    emanetleri canı gibi koruduğuna dost, düşman herkes inanıyordu.

    Böylece Rasûlullah (a.s.) Bi’set’in 13. yılının 12
    Zilhicce’sinde yapı­lan son Akabe Biatından başlayarak, Bi’set’in 14. yılının 14
    Safer’ine ka­dar, yani yaklaşık 2.5 ay Mekke’de beklemeyi tercih etti. Halbuki,
    bu ara­da Medine’ye akın akın hicret ediliyordu. Son günlerde ise uzaktan
    yakın­dan bütün arkadaşları Mekke’yi terketmişti. Rasûlullah (a.s.) gemisini en
    son terk eden bir kaptan edasıyla Allah’ın izni gelmeden sadece iki arkada­şı ve
    can yoldaşıyla birlikte Mekke’de kâfirler ve düşmanlar arasında bek­lemeyi uygun
    gördü. Bu olaya biraz dikkatle baktığımızda Rasûlullah (a.s.)’ın ne kadar
    vazifesine sadık, fedakâr ve cesur olduğunu anlarız.

    33.1.5. Kureyş’in
    Telaşı

    Bütün müslümanlar, Mekke’yi bir bir terk edince Kureyşli
    kâfirler, Rasûlullah (a.s.)’ın da her an Medine’ye hicret edeceğine inandılar.
    Onlar, bunun neticelerini de çok iyi biliyorlardı. Onlar, Rasûlullah (a.s.)’ın
    büyük şahsiyeti, nüfuzu, fevkalâde kabiliyetleri ve Kur’an-ı Kerim’in inanılmaz
    büyüleyici tesirinden habersiz değillerdi. Onlar, Rasûlullah (a.s.)’ın artık bir
    sığınak olduğunu, iki yiğit ve namlı kabilenin kendisini himaye etme­ye razı
    olduğunu ve bizzat Kureyş’in en kabiliyetli, cesur ve savaşçı genç­lerinin 13
    yıl çileli bir hayat yaşadıktan sonra ve azim ve kararlılıkların­dan zerre kadar
    bir şey kaybetmeden Medine’ye hicret ettiklerini biliyor­lardı. Onlar bir avuç
    müslümanın defalarca İslâm ve Allah uğruna evlerini, ailelerini, mallarını ve
    mülklerini, kısacası, her şeylerini terk edip hicret ettiklerini ve hiç
    yılmadıklarını da biliyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) gibi eşsiz bir önder ve
    komutanın emrinde böylesine fedakâr ve fedai kişilerin teşkilatlanmaları ve
    hatta bir şehrin idaresini ele almaları Kureyşliler, di­ğer kâfirler ve eski
    düzenleri için ölümün habercisiydi. Özellikle, Medi­ne’nin jeopolitik durumu
    öylesine hayati ehemmiyet taşıyordu ki, burada müslümanların bu şekilde birleşip
    toplanmaları ve güç birliği yapmaları Kureyşliler açısından çok tehlikeliydi.
    Nitekim, müslümanların Medine’ye hakim olmasıyla Kızıldeniz kıyısı boyunca
    Yemen’den Suriye’ye uzanan ve Kureyş ile diğer kabilelerin en büyük geçim
    kaynağı olan ticaret yolu da onların denetimi altına girecekti. Müslümanlar
    Arabistan ekonomisinin bu şahdamarına el koyarak Cahiliye nizamına en büyük
    darbeyi vurmuş olacaklardı. Bu ticaret yolundan yılda en az 250 bin altın gelir
    elde edili­yordu. Tâif ile diğer önemli merkezlerin ticareti bunun dışında idi.
    Bu se­bepten dolayıdır ki, Akabe bi’atıyla ilgili haberi alır almaz Kureyş büyük
    bir telaşa kapıldı ve Medinelileri Hz. Peygamber (a.s.)’den uzaklaştırmak ve
    koparmak için bütün güçlerini kullandılar. Fakat nafile, Kureyşliler Akabe
    bi’atını önlemekte başarısız kalınca müslümanların Medine’ye hic­retlerini
    engellemeye çalıştılar, ama bunu da başaramadılar. Onlar ancak birkaç kişinin
    yolunu kesebildiler, çoğunluk çoktan Medine’ye varmıştı. Kureyşliler için artık
    tek bir yol kalıyordu, o da Hz. Peygamber (a.s.)’in vücudunu ortadan
    kaldırmaktı.

    33.1.6. Hz.
    Peygamber (a.s.)’i Öldürme Plânı

    İbni Hişâm, İbni Sa’d, İbni Cerir ve Belâzuri’nin ifadelerine
    göre Ku­reyşliler son kararlarını almak üzere Dâr ün-Nedve’de gizli bir toplantı
    yaptılar. Bu toplantıya Kureyş’in bütün ağır topları ve kodamanları katıl­dılar.
    Herkes karşı karşıya bulunulan tehlikeyi ortadan kaldırma çaresini aramaya
    başladı. Bir grup, Rasûlullah (a.s.)’ın hayatı boyunca zincire vu­rulması ve hiç
    serbest bırakılmamasından yana idi. Bu teklif kabul edil­medi. Zira, itiraz
    edenler dediler ki, Rasûlullah (a.s.) zindana atılsa da ar­kadaşları serbestçe
    faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Onlara göre Rasûlullah (a.s.)’ın fedaileri
    kuvvetlenip kendisini er geç kurtaracaklardı. Başka bir grup Hz. Peygamber
    (a.s.)’in sürgüne gönderilmesinden yanaydı. Bu grup, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    varlığını zararlı buluyordu ve Mekke’den çıkarıl­masını istiyordu. Bu gruba
    göre, Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’den ihraç edildikten sonra ne yaparsa yapsın
    onları ilgilendirmeyecekti. Fakat bu öneri de reddedildi. Zira muhalifler
    dediler ki, Muhammed (a.s.) büyüleyici ve cezbedici bir şahsiyete sahipti,
    insanları büyüleyebiliyordu (!) ve Mekke’nin dışına çıktıktan sonra bütün
    Arabistan O’nun faaliyet alanı ha­line gelecek ve herkese fikrini aşılayacaktı.
    Nihayet, en iyi yolun Hz. Pey­gamber (a.s.)’in öldürülmesi olduğunda karar
    kılındı. Ebu Cehl dedi ki: “Bütün kabileler eli çabuk, attığını vuran, yiğit,
    soylu ve güçlü birer genç seçsinler.” Bunlar bir anda Muhammed (a.s.)”e hücum
    edip derhal öldüre­ceklerdi. Böylece, Muhammed (a.s.)’in kanı bütün kabilelere
    dağılmış ola­caktı. Bu durumda, Beni Abd-i Menaf, bütün bu kabileleri karşısına
    alma­ya veya bunlardan intikam almaya cesaret edemeyecekti. Sonunda, Abd-i
    Menâflılar diyete razı edileceklerdi. Ebu Cehl’in bu fikri herkesin hoşuna gitti
    ve her kabile suikast için kendi adamını seçti. Suikast tarihi ve saati de
    tesbit edildi. Bütün bu konuşmalar kimsenin kulağına ulaşmasın diye son derece
    gizli tutuldu. Enfâl sûresinde bu hakikate işaret edilmiştir:

    “Hani bir zaman kâfirler seni hapsetmek, öldürmek veyahut
    Mek­ke’den çıkarmak için tuzak kurdular. Allah da onlara mukabele buyurdu. Allah
    tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.” (Ayet; 30)

    33.1.7.
    Rasûlullah (a.s.)’a Hicret İzni Verilmesi ve Hicret Hazırlığı

    Tirmizî ve Hâkim’in naklettikleri İbni Abbas’ın bir rivâyeti
    şöyledir: Kureyşliler işi bu safhaya getirince Cenab-ı Allah, Rasûlullah
    (a.s.)’a Mekke’den Medine’ye hicret iznini verdi ve bu hususta şöyle dedi:

    “De ki: ‘Rabbim Beni sıdk girdirişi ile girdir. Ve sıdk çıkarışı
    ile çı­kar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım ihsan
    bu­yur.” (İsrâ; 80)

    [1]

    Hicret’e izin verilen geceden bir sonraki gece Kureyş tarafından
    Rasûlullah (a.s.)’ın öldürüleceği gece olarak seçilmişti.[2]
    İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye ve İbni Cerir ile İbni Hişâm’in İbni İshâk’a dayanarak
    naklettikleri rivayete göre aynı gün Cebrâil (a.s.) gelip, Rasûlullah (a.s.)’a
    Ku­reyş’in sinsi plânını bildirdi ve o gece yatağına yatmamasını istedi. Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.) kendisini çarşafa sararak ve yüzünü gizleyerek Hz. Ebu
    Bekr’in evine gitti. Buhârî’de İmam Zührî’ye dayanılarak Hz. Ur­ve bin Zübeyr’in
    bir rivâyeti naklolunmuştur. Bu rivayette Hz. Ayşe’nin şöyle dediği
    kaydedilmiştir: “Biz öğlen evimizde iken biri gelip, Hz. Ebu Bekr’e,
    Rasûlullah’ın yüzünü gizleyerek evimize beklenmedik bir şekilde geldiğini haber
    verdi.” Taberânî’de yer alan Hz. Esma binti Ebi Bekr’in rivâyetine göre
    “Rasûlullah (a.s.) her gün sabah ve akşam evimize gelirdi.” Aynı rivayet Buhârî,
    Babü’l-Hicret’te Hz. Ayşe’den naklolunmuştur, İbni Hişâm’da yer alan Hz.
    Ayşe’nin başka bir rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) her gün sabah ve akşam bize
    gelirdi, fakat o gün adetinin dışında öğle na­mazı saatinde geldi.” Hz. Ebu Bekr
    biraz endişeli bir tavırla kendi kendi­sine sordu: “Annem-babam ona feda olsun.
    Herhalde çok önemli bir şey­dir. Yoksa, bu saatte gelmezdi.” Bundan sonra
    Rasûlullah (a.s.) içeriye gelme izni istedi. İzin aldıktan sonra içeriye geldi
    ve herkesin uzaklaşma­sını istedi. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, bunlar zaten
    sizin ailenizden kişi­lerdir. (Musa bin Ukbe, Hz. Ayşe’nin şu ifadesini
    nakletmiştir: “O sırada Hz. Ebu Bekr’in yanında benim ve kardeşim Esmâ’nın
    dışında kimsecik yoktu.” İbni Hişâm’da yer alan İbn İshâk’ın rivâyeti de aynı
    doğrultudadır. Fakat İbni Ukbe’nin rivâyetinde şu ek cümlelere rastlanıyor: Hz.
    Ebu Bekr dedi ki, “burada sadece kızlarım vardır, herhangi bir casus filan
    yoktur.”) Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “bana çıkış izni
    verilmiştir.” Hz. Ebu Bekr arz etti: “Annem-babam size feda olsun. Acaba ben
    size refakat etme şerefine nail olacak mıyım?” Rasûlullah (a.s.) “evet” dedi.
    Hz. Ebu Bekr dedi ki, “benim iki dişi devemden bir tanesini siz alın.”
    Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “evet, ama fiyatını ödeyeceğim.” İbni İshâk’ın
    rivâyetine gö­re Rasûlullah (a.s.) kendisine dedi ki: “Ben bunu senin ödediğin
    fiyatla alacağım.” Hz. Ebu Bekr dişi devenin fiyatını söyledi ve Rasûlullah
    (a.s.) “bunu ben sana ödeyeceğim” dedi. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) ile Hz.
    Ebu Bekr (r.a.), Beni ed-Dil’in, yolları çok iyi bilen ve kılavuzlukta usta olan
    Abdullah bin Üreykıt[3]
    adlı bir adamım kılavuzluk için ücretle tut­tular. İkisi, iki dişi deveyi de
    kendisine teslim ettiler ve dediler ki: “Bunla­rı istediğimiz yere, istediğimiz
    saatte getireceksin.”

    33.1.8. Suikast
    Gecesi Ne Oldu?

    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) evine gitti ve düşmanlar kendi
    plânlarından O’nun haberdar olduğu konusunda en küçük bir şüpheye düş­mesinler
    diye karanlık basıncaya kadar orada kaldı. Gece karanlığıyla bir­likte
    Rasûlullah (a.s.)’ı öldürmek amacıyla seçilen suikastçılar kararlaştırı­lan
    yerde toplandılar. İbni Sa’d’ın rivâyetine göre suikastçıların sayısı 12 idi.
    Bunların adlan şöyledir: Ebu Cehl, Hakem bin Ebi el-As, Ukbe bin Ebi Muayt, Nadr
    bin el-Haris, Ümeyye bin Halef, Haris bin Kays İbn el-Gaytala, Zemea bin
    el-Esved, Tu’ayme bin Adiyy, Ebu Leheb, Übeyy bin Halef, Nübeyh bin Haccac ve
    Münebbih bin Haccac. Ancak, bu suikastçı­lar gelmeden önce Rasûlullah (a.s.)
    kendi yatağına yeşil renkli Hadramut çarşafını örtüp Hz. Ali’yi yatırmıştı. Bu
    sebeple, dışardan gözlemcilik ya­pan ve Rasûlullah (a.s.)’ı yakından izlemeye
    çalışan Kureyşliler, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi yatağında rahat uyumakta
    olduğunu sandılar. Süheyl ba­zı Siyer ulemâsına dayanarak Kureyşlilerin, duvarı
    atlayarak evin avlusu­na girmeye çalıştıklarını, fakat tam bu sırada bir kadının
    bağırışını duy­duktan sonra oldukları yerde sinmek zorunda kaldıklarını ifade
    etmiştir. Onlar aralarında şöyle dediler: “Vallahi, bizim duvarı atlayarak kendi
    ak­rabamızın evine girdiğimiz ve kadınların namusunu hiçe saydığımız du­yulursa
    bütün Arabistan’da rezil olacağız.” Bu sebeple, bu katiller sabaha kadar Hz.
    Peygamber (a.s.)’in evinin önünde bekleyip durdular. Artık on­lar programlarında
    biraz değişiklik yapmışlardı ve sabaha doğru Hz. Pey­gamber (a.s.) evinden
    çıktığı an kendisine çullanmak niyetinde idiler.

    33.1.8.1. Hz. Ali’nin
    Yakalanması ve Serbest Bırakılması

    Düşmanlar gece, Hz. Peygamber (a.s.)’in evinin etrafını sarmış
    du­rumda iken Rasûlullah çok rahat bir şekilde evinden çıktı ve onların
    baş­larına toprak atıp yavaşça aralarından sıyrılıp dışarıya çıktı. Rasûlullah
    (a.s.) o sırada Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyordu.

    Sabah olunca Kureyşliler kendilerine geldiler. Biraz sonra Hz.
    Ali’nin, Hz. Peygamber (a.s.)’in yatağından kalktığını gördüler. İşte o ân,
    Kureyşliler iş işten geçtiğini ve Rasûlullah (a.s.)’ın çoktan Medine’ye doğ­ru
    yol almakta olduğunu anladılar. (Bak. İbni Sa’d, İbni Hişâm, Belazuri, İbni
    Cerir ve Zadul-Mead). İbni Cerir ve İbni Esir’in anlattıklarına göre onlar Hz.
    Ali’ye sordular: “Efendin nerede?” Hz. Ali dedi ki: “Ben ne bile­yim nereye
    gitti? Ben O’nun bekçisi miyim? Siz onu kovdunuz, o da git­ti.” Bunun üzerine o
    alçak adamlar hayli öfkelendiler. O’na ağır sözler söylediler, bağırıp
    çağırdılar, hatta sövüp dövdüler ve Mescid-i Haram’a götürüp hapsettiler. Fakat,
    bütün bağırıp çağırmalarına rağmen Hz. Ali’nin ağzından herhangi bir lâf
    alamayınca onu serbest bıraktılar. Belki de Hz. Ali’yi bırakmalarının sebebi,
    bütün emanetlerin iadesi için onu kefil ola­rak geride bırakmasıydı. Mekkeliler
    kendi mallarını geri almak sevdasıy­la, Hz. Ali’yi bırakmış olabilirler. Ayrıca,
    Rasûlullah (a.s.)’ın üstün mezi­yet ve ahlâkının bir örneğini gördükten sonra
    utanmış olabilirler de. Zira onlar onu öldürmeyi planlamışken o gider ayak
    onların emanetlerinin iade edilmesi için gereken tedbiri almış durumdaydı.

    33.1.8.2. Hz. Ebu
    Bekr (r.a.)’in Evine Baskın

    Bu alçak ve gaddar adamlar, Hz. Ali’yi bıraktıktan sonra Hz. Ebu
    Bekr’in evine yöneldiler. İbni İshâk’ın Hz. Esma binti Ebi Bekr’e dayana­rak
    naklettiğine göre ertesi gün, aralarında Ebu Cehl’in de bulunduğu bir grup
    Kureyşli, Hz. Ebu Bekr’in evine geldi ve kapıda duran Hz. Esma’ya , seslenerek:
    “Baban nerede?” diye sordular. Hz. Esma, babasının nerede olduğunu hiç
    bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Ebu Cehl, kendisine öy­le sert bir tokat attı
    ki, bir kulağındaki küpesi uzağa düştü. Bundan sonra bu serseriler geldikleri
    yere döndüler. (İbni Hişâm ve İbni Cerir).

    33.1.9.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den Ayrıldıktan Sonra Sevr Mağarasında Konaklamaları

    Rasûlullah (a.s.) gece vakti evinden çıkıp doğru Hz. Ebu Bekr’in
    evi­ne gitti ve iki arkadaş derhal yola koyuldular. Nihayet, Mekke’ye üç mil
    uzaklıktaki Sevr adlı tepeye gelip mağaraya girdiler ve saklandılar. Müs­ned-i
    Ahmed ve Tirmizî’nin rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Mekke çıta­sında ilk önce
    Hazvere mevkiinde durup Beytullah’a hasretle baktı ve şun­ları söyledi:

    “Ey Mekke, Allah’a yemin ederim, sen Allah’ın dünyasında benim
    en sevdiğim yersin. Yüce Allah da kendi dünyasında en çok seni seviyor. Eğer
    senin ahalin beni kovmasaydı ben buradan çıkmayacaktım.”

    Rasûlullah (a.s.) daha sonra Sevr mağarasına gidip konakladı.

    Bu noktada, Rasûlullah (a.s.) ve yoldaşı Hz. Ebû Bekr’in Sevr
    mağa­rasına sığınmalarının anlam ve öneminin ne olduğuna dikkat etmemiz,
    zannederiz daha doğru olacaktır. Sevr dağı Mekke’nin güneyinde Yemen yolu
    üzerinde bulunuyor. Halbuki, Medine tam aksi istikamette, yani Mekke’nin
    kuzeyinde Suriye yolunda bulunuyor. Mekkeli kâfirler dâha önceden Rasûlullah
    (a.s.)’ın Medine’ye hicret edeceğini biliyorlardı. Nitekim, kendisini evinde
    bulamayınca yürüttükleri ilk tahmin bu yönde idi. Bu bakımdan Rasûlullah
    (a.s.)’ı aramak için ilk önce yöneldikleri yön Medine yolu olacaktı. Mekke’nin
    dışında kuzey yolunda dağlık bir bölge var­dı. Bu güçlüklere rağmen arama
    taramaları bu istikamette olacaktı ve an­cak büyük uğraşı sonunda Rasûlullah
    (a.s.)’ı bu istikamette bulamayınca diğer istikametlere, yani batıya, doğuya ve
    güneye bakabilirlerdi. Böylece Sevr mağarasına sığman Hz. Peygamber (a.s.) ile
    Hz. Ebu Bekr (r.a.) epeyce zaman kazanmış olacaklardı.

    Hz. Ebu Bekr Sevr mağarasına sığınmalarından çok önce gereken
    ha­zırlıkları yapmış ve bu hususta fevkalâde tedbirler almıştır.[4]
    Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre kendileri büyük çapta yol
    hazırlığı yaptılar. Bütün erzak bir torbaya kondu. Bu arada Hz. Ebu Bekr, oğlu
    Ab­dullah’ı Kureyşlilerin nabızlarını yoklamakla görevlendirdi. Abdullah bin Ebu
    Bekr, çok akıllı ve zeki bir gençti. O, bütün gününü Mekkeliler ara­sında
    geçirdi ve plânlarını öğrenmeye çalıştı. Gece de topladığı bilgileri babasına
    aktardı. Hz. Ebu Bekr, serbest bıraktığı Amir bin Fuheyre’nin de hiç çaktırmadan
    çobanlık işine devam etmesini istedi. Onun da Mekkelile­rin yaptıklarını not
    edip kendisine bildirmesini istedi. Amir bin Füheyre, gece keçilerin sütünü
    getirirken düşmanlardan haber de veriyordu. Bu ri­vayetlere göre, Hz. Abdullah
    ile Amir, Rasûlullah (a.s.) ve Ebu Bekr’in Sevr mağarasına sığınmalarından sonra
    da gündüzleri Mekke’deki işlerini muntazaman yapar, gece ise Sevr’e gelip olup
    bitenleri Hz. Peygamber (a.s.)’e ve Hz. Ebu Bekr’e anlatırlardı. İbni İshâk’ın
    ifadesine göre Hz. Es­ma da her gece evden taze pişmiş yemekleri Sevr mağarasına
    getirirdi.[5]
    (İbni Hişâm).

    33.1.10. Sevr
    Mağarasında Olup Bitenler

    Beyhakî’nin Hz. Muhammed bin Sirin’e dayanarak naklettiği
    rivayete göre bir mecliste bazı kimseler, Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer (r.a.)
    arasında mukayese yaptılar ve bazıları Hz. Ömer’in Hz. Ebu Bekr’den üstün
    oldu­ğunu ima etmeye çalıştılar. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: “Vallahi Hz.
    Ebu Bekr’in bir gecesi ve günü Ömer oğullarının bütün gece ve gündüzle­rinden
    daha üstündür.” Hz. Ömer daha sonra dedi ki, Hz. Peygamber (a.s.), hicret gecesi
    Sevr mağarasına giderken Hz. Ebu Bekr’in vaziyeti görülmeye değerdi. İki arkadaş
    deve sırtında yol alırken Hz. Ebu Bekr bazen Hz. Peygamber(a.s.)’in önüne
    çıkıyor, bazen da arkasına geliyordu.

    Rasûlullah (a.s.) bunun sebebini sordu. Hz. Ebu Bekr dedi ki:
    “Ya Rasûlullah (a.s .) sizi takip edenlerin arkanızdan geleceklerini düşündüğüm
    za­man koşarak arkaya gidiyorum, ama önünüzde bir tehlike çıkacağını dü­şündüğüm
    zaman dayanamayarak önünüze geliyorum.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “sen demek
    istiyorsun ki, tehlike veya afet geliyorsa sana gelsin.” Hz. Ebu Bekr Rasûlullah
    (a.s.)ın biraz beklemesini istedi. Sonra içeriye gidip mağarayı iyice kontrol
    etti ve temizledi. Dışarı çıkarken mağarada bir deliğin açık kaldığını
    hatırladı. Tekrar içeriye daldı ve o deliği de ka­pattı. Bütün bu tertibatları
    aldıktan sonra Rasûlullah (a.s.)’ın mağaraya gi­rebileceğini söyledi. Bazı
    rivayetlerde bunun diğer ayrıntıları da vardır. Bunlara göre Hz. Ebu Bekr
    karanlıkta mağaradaki bütün delikleri eliyle yokluyor ve çarşafını yırtarak
    bunların ağızlarını kapatıyordu. Buna ben­zer bir rivayet Hâfız Ebul-Kasım
    Beğavi tarafından İbn Ebi Müleyke’ye dayanılarak naklolunmuştur. Bunun sonunda
    Nâfi’ bin Ömer el-Cumahi’nin şu ifadesi yer alıyor: Mağarada sadece bir delik
    kalmıştı. Hz. Ebu Bekr (r.a.), yılan gibi bir hayvan çıkıp da Hz. Peygamber
    (a.s.)’i sokmasın diye bir ayak topuğunu bu deliğe dayadı. Aynı ifadeyi Bezzâr
    ve Taberânî Hz. Cabir bin Abdullah ve Hz. Esma’ya dayanılarak naklolunan
    rivayette kullanmışlardır.

    33.1.11. Sevr
    Mağarasında Nâzik Bir An

    Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’i bulamayınca, deliye
    dönmüşler­di. Onlar kendisini ve Ebu Bekr (r.a.)’i bulmak için aramadık yer
    bırakmadılar. Her tarafı aradılar, taradılar, her tarafa adamlarını yolladılar
    ki, Rasûlullah (a.s.)’ın izini bulabilsinler. Ama heyhat. Belâzuri’nin
    rivâyeti­ne göre, en son iki iz sürücüyü çağırdılar ve ayak izlerini takip
    ederek Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’i bulmalarını istediler. Bu iz
    sürücüle­ri, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i ararken Sevr
    mağarası­na kadar vardılar. Fakat mağaranın ağzında bir örümcek ağının
    bulun­duğunu gördüler. İz sürücülerinden biri olan Kurz bin Alkame Huzâ’i,
    bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’in izine rastlanma­dığını
    söyledi. İz sürücülerinin yanında bulunan Kureyşlilerden biri, “ge­lin mağaranın
    içine bakalım” dedi. Fakat Ümeyye bin Halef, “burada ne bulacaksın? Boş ver.
    Buradaki örümcek ağı, Muhammed’in doğu­mundan önce bile vardı.” Bunun üzerine
    hepsi geri döndüler. İşte bu sı­rada Hz. Ebu Bekr (r.a.), müşrikleri mağaranın
    ağzında gördü ve Hz. Pey­gamber (a.s.)’e dedi ki: “Ya Rasûlullah (a.s.),
    onlardan herhangi biri aşa­ğıya bakarsa bizi görecektir.” Rasûlullah (a.s.) da
    cevap verdi: “Ey Ebu Bekr, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne diyorsun?”
    (Buhârî, Kitab ul-Fezâil, Eshab ün-Nebi ve Kitâb üt-Tefsir ve Bâb ul-Hicret,
    Müslim; Fil Fezâil, Tirmizî; Fit-Tefsir, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Ebu
    Bekr) Hafız Ebû Bekr Ahmed bin el-Umevi,”Müsned-i Ebu Bekr Sıddîk” de bazı
    rivayetler nakletmiştir. Bunlardan birinde anlatılan rivayete göre Kureyşliler
    mağaranın ağzında bulunurken Hz. Peygamber (a.s.) namaz kılıyordu ve Hz. Ebu
    Bekr düşmanların hareketlerini takip ediyordu. Hz. Peygamber (a.s.) namazı
    bitirdikten sonra, Ebu Bekr ken­disine dedi ki; “annem-babam sana feda olsun.
    Halkınız sizi ararken buraya kadar gelmiştir. Allah’a yemin ederim, ben kendim
    için ağlamıyo­rum, ben sizin için ağlıyorum. Gözümün önünde size bir zarar
    gelmesin diye endişeleniyorum.” Rasûlullah (a.s.) “üzülme, Allah bizimle
    beraber­dir” dedi. Aynı şey, Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah tarafından
    söylen­miştir:

    “Eğer Rasûl’e yardım etmezseniz; onu kâfirler memleketten
    (Mekke) çıkardıkları zaman ona Allah yardım etmişti. Mağarada oldukları zaman
    ikinin biri arkadaşına mahzun olma. Allah bizimle beraberdir” dedi za­man, Allah
    sekînesini (kuvve-i maneviyesini) onun üzerine indirdi. Ve onu göremediğiniz
    askerlerle teyid etti.” (Tevbe; 40)

    33.1.12. Hz.
    Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in Yakalanıp Öldürülmesi İçin Ödül

    Düşmanların, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i
    bulabile­ceklerini ümit ettikleri son yer burasıydı. Burada da ikisini
    bulamayınca onların kaçtığına iyice inandılar. Bundan sonra Kureyşliler Hz.
    Peygam­ber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in başlarına ödül koydular ve ikisini ölü ya
    da diri getirecek bir kişiye büyük ödül vereceklerini ilân ettiler. Ödül adam
    başına 100 deve idi. Belazuri’nin rivâyeti budur ve bunu İbnu’l-Kayyim da
    “Zad’ul-Me’âd”da nakletmiştir. İbni Hişâm ile İbni Cerir ise sadece Hz.
    Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i yakalayana 100’er deve ödül
    ve­rileceğinin ilân edildiğini bildirmiştir. Fakat Belazuri bunun zayıf bir
    riva­yet olduğuna işaret etmiştir.

    33.1.13.
    Mağaradan Çıkış

    Buhârî’de Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir rivâyeti yer almıştır. Buna
    göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.) Sevr mağarasında üç gece ve
    iki gün geçirdiler. Taberânî’de Hz. Esma’nın rivâyeti de aynıdır. İbni Abd
    il-Berr, İbni Sa’d ve İbni İshâk’ın ifadeleri de aynıdır. Bu bakımdan, Sevr
    mağarasında Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in 10 günden fazla kaldıkları
    yolunda Müsned-i Ahmed’de ve Hakim’de yer alan Talhat ul-Basri’nin rivâyeti
    doğru değildir. Hakikatte, Kureyş’in bütün arama-taramaları üç günde iflas etti.
    Ortalık yatışınca daha önce kararlaştırıldığı gi­bi, Abdullah bin Ureykıt
    kendisine verilen iki dişi deveyi alıp üçüncü ge­cenin son yarısına doğru Sevr
    mağarasına geldi. Aynı saatte Hz. Esma da bir torba dolusu erzak ile geldi.
    Fakat torbasının ağzını kapatmak için ya­nında bir ip veya benzeri bir şey
    getirmeyi unuttu. Bunun üzerine, kendisi o zaman kadınların bellerinin etrafını
    sardıkları nitâk’ı (kuşağı) ikiye ayı­rarak biriyle torbanın ağzını kapattı,
    birini de kemerine sardı. (İbni Hişâm, İbni Cerir ve İbni İshâk’ın rivâyeti). Bu
    Esmâ’nın şu rivâyeti yer almıştır: “Erzak torbasının bağlanması meselesi ortaya
    çıkınca, Hz. Ebu Bekr be­nim nitâkımı yırtmamı istedi. Bundan sonra Rasûlullah
    (a.s.) bir deveye bindi, Hz. Ebu Bekr (r.a.) de başka bir deveye, Hz. Ebu Bekr
    kendisine hizmet etmek üzere Amir bin Fuheyre’yi de arkasına oturttu. Önlerinde
    Abdullah bin Ureykıt yürüyerek yol gösteriyordu. İşte bu şekilde dünya tarihini
    değiştirecek büyük hicret başlamış oldu. İbni Sa’d ile Belazuri’nin tesbitlerine
    göre bu mübarek kafile Sevr mağarasından 4 Rebiülevvel Pa­zartesi günü hareket
    etti. İmam Ahmed’in Hz. Abbas’a dayanarak naklettiğine göre Rasûlullah (a.s.)
    Rebiülevvel ayının Pazartesi günü mağaradan çıktı. Fakat İbn Abbas kesin tarihi
    bilemediğini belirtmiştir. İbni İshâk, Rasûlullah (a.s.)’ın 1 Rebiülevvel
    tarihinde Mekke’den çıktığını açıklamış­sa da mağaradan çıkış tarihini
    belirtmemiştir. Kastallânî, “Mevâhibud Dünyâ”da Rasûlullah (a.s.)’ın Cuma,
    Cumartesi ve Pazar gecelerini mağa­rada geçirip Pazartesi gecesi oradan
    ayrıldığına işaret etmiştir. İbni Cerir ise, Rasûlullah (a.s.)’ın Rebiülevvel,
    Amül-Fil’de Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini kaydetmiştir.

    33.1.14. Hicret
    Yolculuğu

    “Siret-i İbni Hişâm”da yer alan İbni İshâk’ın rivâyetine göre,
    Abdul­lah bin Ureykıt, kafileyi Kureyşli düşmanların elinden kurtarmak
    maksa­dıyla Medine’ye alışılagelmiş yolu bırakıp başka bir yoldan götürmeye
    ça­lıştı. İbni Sa’d’ın ifadesine göre Hz. Ebu Bekr, ticari yolculukları
    yüzün­den her tarafa gidip geldiği için tanıştığı pek çok kişiler vardı ve
    bunlardan bazısı yol boyunca kendisini görüp tanıyor ve yanında kimin olduğunu
    so­ruyorlardı. Hz. Ebu Bekr de, “bu bana yol gösteren bir kişidir” derdi.
    Taberânî’de Hz. Esmâ’nın Müsned-i Ahmed’de Hz. Enes bin Mâlik’in ve Buhârî
    “Bâb-ul Hicret’le Hz. Enes’in benzeri rivayetleri vardır.[6]

    Buhârî ve Müslim’de Hz. Ebu Bekr’in rivâyeti yer almıştır: “Biz
    ertesi gün öğlene kadar yürüdük. Güneşin şiddeti artınca gölgeli bir yer aradık.
    Baktım bir kaya parçasının altında gölge var. Oraya gidip yere bir hasır serdim
    ve Rasûlullah (a.s.)’tan oraya oturmasını rica ettim. Sonra etrafa bakındım.
    Peşimizde birinin olup olmadığını kontrol ettim. Bir süre sonra bir çoban çocuk
    koyun ve keçileriyle oraya geldi. Ondan bir keçiden süt içmek istedik. Çocuk
    razı oldu. Çocuğun elini yıkadım ve bir tencereye süt sağmasını söyledim. Daha
    sonra başka bir tasa sütü döküp buna biraz su ilâve edip Rasûlullah (a.s.)’a
    götürdüm ve kendisine içirdim.” Bundan sonra, Hz. Ebu Bekr (r.a.) Surâka bin
    Mâlik bin Cu’şüm’ün hikâyesini an­latmıştır, ki bunu İmam Buhârî “Menakıb
    ul-Muhacirin” ve “Babı Hic­ret’le ve İmam müslim, “Kitab üz-Zühd”, “Bab-ul
    Hicret’le nakletmişler­dir. Fakat bunun ayrıntıları Buhârî, “Bab-ul Hicret’le
    bir rivâyetinde biz­zat Süraka’nın ağzıyla ve yeğeni Abdurrahman bin Malik
    vasıtasıyla İmam Zührî tarafından anlatılmıştır. Bunun diğer ayrıntıları Siret-i
    İbni Hişâm ve “Tabakat-i İbni Sa”d”de bulunuyor.

    33.1.14.1. Sürâka’nın
    Hikâyesi

    Surâka, Beni Müdlic’in bir reisiydi. Oturduğu yer, Kudeyd’e
    yakındı. Rivâyeti şöyledir: “Kureyş’ten bize adamlar geldiler ve dediler ki, Hz.
    Muhammed (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’i ölü veya diri yakalayana 100’er deve mükâfat
    verilecektir. Bu haberi aldığımızdan bir süre sonra bir gün arka­daşlarımla
    beraber oturuyordum ki, bir adam geldi ve bana şöyle dedi: “Az önce sahilde
    birkaç kişiyi gördüm. Bence onlar Muhammed (a.s.) ve arkadaşlarıdır”. Ben de
    kendilerinin Hz. Muhammed (a.s.) ve arkadaşları olduğunu anladım. Fakat ben o
    adama dedim ki, “sen mutlaka yanılmış­sın. Bunlar az önce buradan ayrılan
    arkadaşlarımız olabilir.” Ben biraz da­ha toplantıda kaldım, sonra eve geldim ve
    atıma yavaşça binip kimseye gözükmeden sahile doğru hareket ettim. (İbni Ebi
    Şeybe’nin rivâyetine göre, “ödülün başka ortaklan çıkmasın diye kimsenin haberi
    olmadan ora­dan ayrıldım”). Ben Hz. Muhammed (a.s.) ve arkadaşlarının yanına
    varın­ca atım düştü. Fala bakmak için okları çıkardım. Fala göre benim
    yaptık­larım yanlıştı. Ama buna aldırış etmeden öndekilerin izini sürmeye devam
    ellim. Ben onlara, Rasûlullah (a.s.)’ın okuduğu Kur’an’ı dinleyebilecek mesafeye
    kadar yaklaştım. Rasûlullah (a.s.) hiç sağa-sola bakmıyordu. Ama Ebu Bekr hep
    etrafı gözlüyordu. Derken atımın ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü ve
    üzerinden düştüm.” (Hz. Berâ’ bin Azib bizzat Hz. Ebu Bekr’e dayanarak
    belirtmiştir ki, geçtikleri arazi sert ve taşlıydı. Ben (Hz. Ebu Bekr) dedim ki,
    “biz takip eden bize çok yaklaşmıştır”. Rasûlullah (a.s.) dua etli ve onun atı
    yere dizlerine kadar çakıldı. Hz. Enes’in rivâyetinde ise şu cümle yer alıyor:
    “Rasûlullah (a.s.) dua etti, ‘Allah bunu düşürsün”.) Süraka diyor ki, ben gene
    fala baktım ve bu sefer de menfi bir fal çıktı. Bunun üzerine yaygarayı bastım
    ve kendilerine yalvardım. Önündekiler durdular. Ben atıma tekrar binip yanlarına
    gittim. Başıma gelenlerden, Rasûlullah (a.s.)’ın hedefine zararsız varacağını
    anlamıştım. (İbni Hişâm’da İbni İshâk’ın, İmam Zührî vasıtasıyla kaydedilen
    rivâyeti şöyledir: Surâka seslendi: “Ben Surâka bin Cu’şüm’um. Sizinle
    konuşma­ma izin verir misiniz? Allah’a yemin ederim, ben size herhangi bir zarar
    vermek istemiyorum ne de hoşunuza gitmeyen bir iş yapmak istiyorum.” Surâka
    ayrıca, Rasûlullah (a.s.)’a başına ödül konduğunu ve pek çok kişi­nin bu ödülü
    almak için kendilerini köşe bucak aradıklarını bildirdi. Ken­disi daha sonra
    şunları söylüyor: “Ben daha sonra Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’e erzak ve
    bazı diğer şeyler vermek istedim. Ama Rasûlullah (a.s.) hiçbir şey kabul etmedi
    ve sadece kendileri hakkında başkalarına herhangi bir şey söylemememi istedi.
    Ben Rasûlullah (a.s.)’tan kendime bir eman belgesi vermesini istedim. Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.) Amir bin Füheyre’ye işaret etti ve o bir deri parçası
    üzerine istediğim yazıyı ya­zarak bana uzattı.” Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyeti
    şöyledir: Süraka dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü, bana istediğiniz emri
    verebilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “sadece yerinde kal ve kimseyi
    yanımıza yaklaştırma.” Böylece, az önce Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşlarının can
    düşmanı olan kişi en sadık bekçileri oluverdi. İbni Sa’d’ın dediği gibi, bundan
    sonra Rasûlullah (a.s.)’ı takip ederek o tarafa gelen herkesin yolunu Süraka
    kesiyor ve onların geri dönmeleri için şu sözleri söylüyordu: “Siz geri
    dönebilirsiniz. Ben burala­ra iyice baktım. Kimsenin izine rastlamadım. Siz
    biliyorsunuz ki ben iz sürmekte ustayım ve cin gözlüyüm.”

    İbni İshâk ile Musa İbn Ukbe, Süraka’nın şu sözlerini
    nakletmişlerdir: “Ben o zaman Rasûlullah (a.s.)’dan aldığımız yazıyı kendime
    sakladım ve birkaç yıl sonra Rasûlullah (a.s.) Huneyn’e ve Taife yaptığı
    akınların so­nunda Ci’râne (veya Ci’irâne) de konakladığı sırada huzuruna vardım
    ve cebimden o yazıyı çıkarıp kendisine uzattım ve şöyle dedim: “Efendim, ben
    Surâka bin Cu’şüm’um ve bu da sizin yazınızdır.” Rasûlullah (a.s.) bu­yurdu:
    “Bugün af günü ve hakların ödendiği gündür. Biraz daha yaklaş.” Ben Rasûlullah
    (a.s.)’ın yanına sokuldum ve İslâmiyeti kabul ettim.” Taberânî, Süraka’nın bu
    hikâyesini Hz. Esma binti Ebu Bekr’e dayanarak özetlemiştir.

    İstiâb’da İbn Abd il-Berr ve “İsâbe”de İbni Hacer, Hz. Hasan
    Bas­ri’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre, Rasûlullah (a.s.) Hz.
    Süra­ka bin Mâlik’e hitap ederek şöyle dedi: “Ah, bir de Kisrâ (İran
    hükümdarı)nın bileziklerini giyeceğin günün manzarasını düşün.” Bu buyruktan
    birkaç yıl sonrâ İran fethedilip, İran şahının bilezik, tokalı kemer ve tacı
    ganimet malı olarak Halife Hz. Ömer’in huzuruna getirildiği zaman, hali­fe, Hz.
    Süraka’yı yanına çağırdı ve bunları kedisine verdi, bilezikleri elle­rine
    giydirdi ve ellerini kaldırıp şunları söylemesini istedi: “Hamd olsun,
    insanların Rabbi olduğunu iddia eden Kisra bin Hürmüz’den bu eşyaları alıp Beni
    Müdlic’in bir bedevisi olan Süraka bin Mâlik Cû’şüm’e giydiren Allah’a.”
    Süheyli, “Ravd-ul Ünuf “ta bu olayı daha ayrıntılı bir biçimde an­latmıştır. Ama
    biz meseleyi gereksiz olarak uzatmamak için bunlara gir­mek istemiyoruz.

    33.1.14.2. Ümm-ü
    Mâ’bed’in Hikâyesi

    Bu mübarek ve kudsi kafile Kudeyd bölgesinden geçerken Ben-i
    Hüzâ’a’ya mensup olan Ümm-ü Mâ’bed’in evine uğradı. Bu olayı bazı kaynaklar
    Sürâka’nm hikâyesinden önce kaydetmişken, bazıları da daha sonra
    açıklamışlardır. Biz Sürâka’nın hikâyesini önce naklettik. Zira, Hz. Ebu Bekr
    (r.a.), Sevr mağarasından ayrıldıktan sonra başlarından geçen olaylar arasında
    buna öncelik tanımıştır. Herhalde, bu sebeplerden dolayı olsa gerek, Hâfız
    İbnü’l-Kayyim da, “Zâd ul-Me’âd”da bu hikâyeyi ilk ön­ce ele almıştır.

    İbni Huzeyme, Hâkim, Beyhakî, Beğavi, İbn Abd il-Berr, Bezzâr,
    Taberânî ve İbni Sa’d çeşitli senetlere dayanarak Ümm-ü Ma’bed hikâye­sini
    nakletmişlerdir. İmam Buhârî de kendi tarih kitabında bizzat Ümm-ü Mâ’bed’e
    dayanarak şu rivâyeti nakletmiştir: Hz. Peygamber (a.s.) ve ya­nındakiler
    Kudeyd’den geçerken yolda Ümm-ü Ma’bed (Atike binti Hâlid)’in çadırına vardılar.
    Ümm-ü Ma’bed, Ben-i Huzaa’nın Ben-i Ka’b kolu­na bağlıydı. Bu olgun yaştaki
    kadın çok namuslu ve etkileyici bir şahsiye­te sahipti. Genellikle yoldan
    geçerken kendisine uğrayanları ağırlardı. Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları oraya
    gelince kendisinin çadırın önünde otur­duğunu gördüler. Bölgede açlık ve kıtlık
    vardı. Rasûlullah (a.s.) ve arka­daşları o kadından süt, et, hurma veya benzeri
    herhangi bir yiyeceği para ile almak istediler. Kadın dedi ki, “vallahi, bizde
    herhangi bir şey olsaydı, sizi ağırlamaktan çekinmeyecektik.” Bu arada
    Rasûlullah (a.s.) çadırın bir köşesinde oturmakta olan bir keçiyi gördü.
    Rasûlullah (a.s.) “Ma’bed’in annesi, bu keçiye ne diyorsun?” diye sordu. Ümm-ü
    Ma’bed “vallahi, bu zavallı keçi zayıf ve çelimsiz olduğu için başka keçilerle
    beraber otlamaya gidemedi.” Hz. Peygamber (a.s.) sordu, “acaba bu süt verebilir
    mi?” Ümm-ü Ma’bed, “vallahi, bu keçi süt vermeyecek kadar zayıf ve halsiz­dir”;
    dedi. Rasûlullah (a.s.) “benim bunun sütünü sağmama izin verir mi­sin?” diye
    sordu. Kadın dedi ki: “Annem-babam size feda olsun. Eğer on­da birazcık süt bile
    varsa memnuniyetle sağabilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) keçiyi yanına çağırttı,
    arka ayaklarını bağladı, memelerine (bir rivayete göre sırtına) mübarek elini
    sürdü. Kadının keçisine bolca süt ihsan etmesi için Allah’a dua etti ve Allah’ın
    adıyla süt sağmaya başladı. Allah’ın lütfu­na bakın ki, keçi ayaklarını açtı,
    saman yemeğe başladı ve bir yandan da memelerinden pınar gibi süt fışkırmaya
    başladı. Rasûlullah (a.s.) bir kova getirtti. Bu kova bir kaç kişiyi doyurmak
    için süt alacak kadar büyüklükte idi. Rasûlullah (a.s.), süt sağmaya devam etti,
    ta ki kova doldu ve üstünde köpükler belirdi. Rasûlullah (a.s.) bu sütten önce
    Ümm-ü Mâ’bed’e içirdi ve o doydu. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) sütü
    arkadaşlarına verdi ve onlar da doydu. En son Rasûlullah (a.s.) içti ve şöyle
    dedi: “Halka içiren, en son içer.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) kovayı tekrar
    sütle doldurdu ve Mâ’bed’in annesine şöyle dedi: “Bu sütü, Ma’bed’in babası
    gelince ona verirsin.” Ve oradan ayrıldı.

    33.1.14.3. Ümm-ü Mâ
    ‘bed, Rasûlullah (a.s.) ‘ın Yüz Hatlarını (Eşkâlini) Tarif Ediyor

    Biraz sonra Ümm-ü Mâ’bed’in kocası sıska ve çelimsiz keçileriyle
    birlikte çadıra döndü. Çadırda sütle dolu bir kova görünce şaşırdı kaldı ve
    karısına sordu: “Mâ’bed’in annesi bu süt nerden geldi?” Ümm-ü Ma’bed dedi ki:
    “Vallahi olayı dinlersen hayret edersin. Bir mübârek zat buradan geçti, bu
    Mu’cizeyi o yaptı.” Bundan sonra bütün olayı anlattı. Kocası, bu zâtın eşkâlinin
    ne olduğunu sordu. Kadın dedi ki: “Bu muhterem zât erkek güzelliğinin en iyi
    örneğiydi. Yüzü parlaktı, karakteri temizdi. Vücudu ne şişmandı ne de zayıf. Çok
    güzel yüzlü ve çekiciydi. Gözlerinde siyah de­rinlikler vardı. Kirpikleri
    uzundu. Sesi yüksekti ama sert değildi. Gözbebekleri simsiyah ve etrafı
    bembeyazdı. Sürmeli gözlüydü. Kaşları ne bir­birinden çok uzak ne de birbirine
    çok yakındılar. Aralarında hafif kıllar vardı. Kaşlarının ucu ince ve zarifti.
    Saçları gür ve siyahtı. Boynu uzun ve sakalı gürdü. Sessizken vakar ve metanetin
    bir simgesiydi. Konuşurken de etrafa hakim olurdu. Ağzından bal akıyor, inci
    gibi tane tane konuşuyor­du. Sözleri tatlı ve açıktı. Ne konuşkandı ne de sakin.
    Uzaktan dinlendi­ğinde sesi herkese hâkim ve kulağa hoş gelirdi. Yakından
    dinlendiğinde çok şirin ve yumuşaktı .Orta boyluydu. Aşırı uzun boylu
    görülmeyecek kadar boyluydu. Boyu kısa da değildi ki, yanında insanın dikkati
    başkası­na çekilsin. Arkadaşlarının en yakışıklı ve hoş sohbeti isiydi; aynı
    zaman­da herkesten daha muhterem ve hürmete lâyıktı. Arkadaşları etrafında
    pervane gibiydiler. Sözlerine kulak kabartıyor ve söylediklerini derhal ye­rine
    getiriyorlardı. O manzumdu, maluftu, asık suratlı değildi ve sözleri kaba veya
    sert değildi.”

    Bu tarifi dinledikten sonra Ebu Ma’bed şöyle dedi: “Vallahi
    senin ta­rif ettiğin zât Kureyşlilerin bahsettikleri kişiydi. Ben onu görseydim,
    ona her türlü yardımı yapmayı teklif ederdim. Ve bundan sonra da kendisini
    görürsem aynı şeyi yaparım.” (Beyhakî ve İbn Sa’d, Abdulmelik bin Vehb-il
    Mezhici’nin şu sözlerini nakletmişlerdir: “Ebû Ma’bed’in müslü­man olduğunu ve
    hicret edip Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna çıktığını duy­dum.” Hâfız Ebû
    Nu’aym’ın Abdulmelik’e dayanarak naklettiği rivayette şu ek bilgiler de vardır:
    Ümm-ü Ma’bed müslüman oldu ve hicret edip Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti.)

    33.1.15.
    Medine’de Bekleyiş

    Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den ayrılışının haberi Medine’ye
    varmıştı. Buhârî, “Bâb-ul Hicrette; Zührî ve Urve bin Zübeyr vasıtasıyla bu
    hususta bir rivayet naklolunmuştur. Bu rivâyeti İbni İshâk da nakletmiştir.
    Hâkim ile Mûsâ bin Ukbe de bu rivâyeti naklederken bunu bizzat Hz. Urve’nin
    babası Hz. Zübeyr bin el-Avvam’dan dinlediğini kaydetmişlerdir. Bu riva­yete
    göre müslümanlar her sabah Mekke yoluna gelip güneşin şiddeti da­yanılmaz hale
    gelinceye kadar Rasûlullah (a.s.)’ın yolunu beklerlerdi. İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye
    dayanarak naklettiğine göre Mekkeli muhacirler Rasûlullah (a.s.)’ın gelişinin
    uzaması üzerine endişeliydiler. Muhacirler ve En­sar her gün Harret-ul ‘Asabe’ye[7]
    gidip oturur ve güneşin tam tepeye gel­mesine kadar beklerlerdi. İbni Cerir ile
    İbni Hişâm İbni İshâk ve dolayı­sıyla Abdurrahman bin Üveym bin Sâ’d’e dayanarak
    şu rivâyeti nakletmiş­lerdir: “Halkımın (Abdurrahman bin Veym’in halkının)
    çeşitli sahabeleri bana dediler ki; Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den ayrıldığına
    dair haberi al­dıktan sonra kendileri Medine’nin dışına çıkıp O’nun yolunu
    beklerlerdi. Her gün kendileri Harre’ye gidip güneş dayanılmaz hale gelinceye ve
    hiç­bir yerde gölge kalmayıncaya kadar bekleşirlerdi. Tam yaz günleriydi. Bu
    sebeple, bekleyenler öğleye doğru evlerine dönmek zorunda kalıyorlardı.” Bezzâr
    da Hz. Ömer’e dayanarak aynı rivâyeti nakletmiştir.

    Bu olay gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) sevdiği memleketten
    kaçak gibi bir sığmağa gitmiyor, aksine Allah’ın emriyle ayaklarına yüz sürmek
    arzusuyla yanan fedakâr insanların diyarına hicret ediyordu.

    33.1.16.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Kuba’ya Varışı

    Tesadüfe bakın ki, bu heyecanlı bekleyişe rağmen Rasûlullah
    (a.s.) öyle bir saatte Kuba’ya vardı ki, etrafta kimsecik yoktu. Öğle vaktiydi
    ve herkes o gün Rasûlullah (a.s.)’ın yolunu bekledikten sonra evine dönmüş­tü.
    Kubâ Medine’nin çevre köylerinden biriydi.

    Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya varışı ile ilgili iki ayrı rivâyet
    vardı ki, bunlar görünüşte biraz farklı görünüyor. Bir rivâyete göre Rasûlullah
    (a.s.), Harre-yi Küba’ya vardıktan sonra onun bir tarafına indi ve gelişiyle
    ilgili haberi vermek üzere Ensâr’a bir adam yolladı. Haber alır almaz Ensâr ve
    Muhacir oraya geldiler ve Rasûlullah (a.s.)’ı adeta omuzlan üstünde taşıdılar.
    Onlar evvelâ Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebû Bekr (r.a.)’e selâm verdiler ve
    kendilerini maiyetlerinde şehre götürmek istediler. Ayrıca, Rasûlullah (a.s.)’ın
    emirlerini sabırsızlıkla beklediklerini belirttiler. Buhârî’de yer alan Hz.
    Enes’in rivâyeti budur. İbni Sa’d da bu rivâyeti Hz. Enes’i kaynak göstererek
    nakletmiştir. Müsned-i Ahmed ile Beyhâki’de yer alan Hz. Enes’in rivâyetinde şu
    ilave cümle vardır: “Rasûlullah (a.s.)’ın gelişi­nin haberi alınınca 500 kişi
    kendisini karşılamaya koştu.”

    ikinci rivâyete göre Rasûlullah (a.s.) Küba’ya vardığı zaman
    evinin çatısına bir iş için çıkmış olan bir Yahudi kendisini gördü ve şöyle
    seslen­di: “Ey Beni Kayle,[8]
    reisiniz geldi.” Bunu duyunca Küba’da oturmakta olan Beni Amr bin Avf tekbir
    getirdi ve bütün kabile üyeleri silahlarını kuşanıp Rasûlullah (a.s.)’ı
    karşılamaya geldiler. Rasûlullah (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.) bu arada
    develerinden inip bir hurma ağacının gölgesinde oturmuşlardı. Ensâr büyük neşe
    ve coşku içinde oraya vardı. Kalabalık sa­bırsızlıkla hücum ediyordu. Fakat
    yabancı oldukları için iki kişiden hangi­sinin Hz. Peygamber (a.s.) olduğunu
    bilmiyorlardı. Bu sebeple, onlar ilk önce Hz. Ebu Bekr’e selâm veriyor ve saygı
    gösteriyorlardı. Bu arada gü­neş Rasûlullah (s.a.)’ın bulunduğu yere kadar
    yelişince Hz. Ebu Bekr ken­di çarşafıyla onu korumak istedi. Kalabalık işte o an
    gerçeği öğrenmiş ol­du. Ve ondan sonra bütün dikkatler Rasûlullah (a.s.)’a
    çevrildi. Bu rivâyeti, İmam Buhârî, Urve bin Zübeyr’e, Muhammed bin İshâk,
    Abdurrahman bin Uveym bin Sâ’ide’ye ve İbni Sa’d Vâkıdi’ye atfen
    nakletmişlerdir. Hâkim, Musa bin Ukbe, İbni Cerir Taberî ve Belazuri de aynı
    rivâyeti ak­tarmışlardır.

    Aslına bakılırsa bu iki rivayette görülen ufak bir ihtilaf hiç
    önemli değildir. Öyle tahmin ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr
    (r.a.) Küba’ya vardıktan sonra bir yandan Amir bin Füheyre veya Abdullah bin
    Ureykıt’ı haberci olarak şehre göndermek suretiyle ve bir yandan da evi­nin
    çatısına çıkmış olan Yahudinin halka seslenmesiyle gelişlerinin haberi
    verilmişti.

    33.1.16.1. Küba’ya
    Varış Tarihi

    Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya varış tarihinde hayli ihtilâf
    vardır. İbni Sa’d, O’nun Pazartesi günü 2 Rebiülevvel tarihinde Kubâ’ya
    vardığına işaret etmiş ve 12 Rebiülevvel tarihinin doğru olmadığını ifade
    etmiştir. Fa­kat, aynı yazar başka bir yerde Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşlarının
    Sevr mağarasından 4 Rebiülevvel’de çıkıp 12 Rebiülevvel’de kesinlikle Medi­ne’ye
    vardığını kaydetmiştir. Buhârî’de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr’in rivâyetinde
    tarih kaydedilmemiş ve muhterem misafirlerin Rebiülevvel ayında bir Pazartesi
    günü Küba’ya vardığı açıklanmıştır. Musa bin Ukbe, İmam Zührî’ye atfen Küba’ya
    varış tarihinin 1 Rebilüevvel olduğunu ileri sürmüştür. Halbuki ravilerin büyük
    çoğunluğu 1 Rebiülevvel’in Mek­ke’den çıkış tarihi olduğuna işaret etmişlerdir.
    İbn İshâk’ın Cerir bin Hâzım’a istinâden naklettiği rivayette ise, Küba’ya varış
    tarihi yine 2 Re­biülevvel olarak kaydedilmiştir. Fakat Taberânî’nin Asım bin
    Adiyy ve İbni Hişâm ile İbni Cerir ve İbrahim bin Sa’d’ın İbni İshâk’a istinaden
    naklet­tikleri rivayette tarih 12 Rebiülevvel olarak belirlenmiştir. Belazuri ve
    İbni Kuteybe de bu tarihin doğru olduğunu söylemişlerdir. İbn-ul Kayyım, “Zad-ul
    Me’âd”da ve İbn Abd il-Berr, “ed-Dürr”de aynı tarihi kaydetmiş­lerdir. Bazı
    rivayetlerde 8, 13 ve 15 Rebiülevvel tarihlerine de rastlanıyor. Fakat doğru ve
    geçerli tesbitler şunlardır: Rasûlullah (a.s.) 1 Rebiülevvel H.S. 1 yılında gece
    vakti Mekke’den ayrılıp Sevr mağarasına girdi üç gece üç gün orada kaldıktan
    sonra 4 Rebiülevvel gece yarısından sonra Medi­ne’ye hareket etti ve 12
    Rebiülevvel öğlede Küba’ya vardı.[9]
    Şemsi tak­vimine göre Hz. Peygamber (a.s.)’in Medine’ye varış tarihi böylece 24
    Ey­lül 622 oluyor.

    33.1.16.2. Küba’da
    Kalış

    Küba’da Hz. Peygamber’in, Evs’in bir kolu olan Beni Amr bin
    Avfın mahallesinde kaldığı konusunda bütün yazar ve tarihçiler ittifak
    etmişler­dir. Bu mahallede Rasûlullah (a.s.)’ı ağırlama şerefinin Hz. Külsum bin
    Hidm’e[10]
    ait olduğu da tarihi kayıtlarla sabittir. Gerçi bazı rivayetlerde Rasûlullah
    (a.s.)’ın Hz. Sa’d bin Hayseme’nin evinde kaldığı ifade edilmiş­tir. Fakat, İbni
    Sa’d ile Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak ve İbni Cerir ile İbni Hişâm Muhammed bin
    İshâk’a dayanarak Rasûlullah (a.s.)’ın aslında Hz. Külsûm’un yanında kaldığını,
    ancak halk ile sohbeti, Hz. Sa’d’ın evinde yaptığını kaydetmişlerdir. Hz.
    Sa’d’ın evi bu gibi sohbet ve toplantılar için müsaiddi. Zira, Hz. Sa’d evli
    değildi ve evi genişti. Bu sebepten dolayı ba­zı yazarlar, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in Hz. Sa’d’ın evinde kalmış olabileceği­ne işaret etmişlerdir. Belazuri
    de “Fütüh-ul Buldan “da bu konuya açıklık getirmiştir.

    Rasûlullah (a.s.) Küba’da kaldığı müddet içinde Kubâ Camii’nin
    inşa­sını bizzat yönetti. Bu hususta İmam Buhârî’nin, Hz. Urve bin Zübeyr ve
    İbni Hişâm ile İbni Cerir’in Muhammed bin İshâk’a dayanarak naklettikle­ri
    rivayetlerde etraflıca bilgiler vardır. İbni Cerir bu hususla İbni İshâk’ın
    bütün senetlerini sıralamıştır. Buna göre rivâyetin aslında Hz. Ali’ye ait
    olduğu ortaya çıkıyor. Hâfız İbni Hacer diyor ki, Kubâ camii, İslâm’ın ilk
    camiiydi ve aynı camiide Rasûlullah (a.s.) kendi sahabeleriyle ilk defa
    serbestçe cemaat şeklinde namaz kıldı.[11]

    Bu sıralarda Hz. Ali (r.a.) de Mekke’den gelerek Rasûlullah
    (a.s.)’a katıldı ve Rasûlullah (a.s.) ile birlikte Hz. Külsum bin Hidm’in evinde
    ika­met etti. İbni Hişâm ile İbni Cerir’in Muhammed bin İshâk’a atfen
    naklet­tikleri rivayete göre, hicretten sonra Hz. Ali Mekke’de üç gün kalarak,
    Rasûlullah (a.s.)’a emanet olarak bırakılan kıymetli eşya ve diğer malları,
    Mekkelilere iade etti ve daha sonra Medine’ye hareket etti.

    Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’da kalış süresi hakkında da bazı
    çelişkili ifa­deler vardır. Buhârî ve Müslim ile İbni Sa’d’da yer alan Hz. Enes
    bin Mâlik’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Kubada 14 gün kaldı. Vakıdi de
    kalış süresini 14 gün olarak vermiştir. Hz. Ayşe ile Hz. Urve bin Zü­beyr’in
    rivayetlerine göre bu müddet 10 günden fazlaydı. Beni Amr bin Avfın bazı
    fertlerinin ifadesine göre Mücemmi’ bin Yezid bin Haris’e isti­naden Rasûlullah
    (a.s.)’ın Küba’da 22 gün kaldığını bildirmiştir. Zübeyr bin Bekkâr’ın Beni Amr
    bin Avflılara dayanarak naklettiği rivayet de aynıdır. Belazuri bir rivayette 23
    gün yazmıştır. Fakat İbni Sa’d, İbni İshâk, İbni Hişâm, İbni Cerir, Belazuri ve
    İbni Hibbân’ın ifadesi ise çok kesindir. İfadelerine göre Rasûlullah (a.s.)
    Küba’da pazartesi, salı, çarşamba ve per­şembe günleri kaldı ve cuma günü oradan
    Medine’nin merkezine hareket etti. Siyer ve tarih âlimlerinin çoğu bu ifadeyi
    kabul etmektedir. Ama bu hususta bazı istisnalar da vardır. Meselâ, İbni Hibbân,
    Küba’da kalış süre­si olarak üç gün belirtmiştir ve Musa bin Ukbe de bunu teyid
    etmiştir. Fakat öyle anlaşılıyor ki, bu alimler Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya
    varış ve oradan ayrılış günlerini hesaba katmamışlardır. Bu bakımdan bu
    âlimlerin ifadesi de ekseriyetin ifadesine uygundur.

    33.1.16.3. Kuba’dan
    Ayrılış ve İlk Cum’a Namazı

    İbni Hişâm ile İbni Cerir, İbni İshâk’ın rivâyetini
    nakletmişlerdir. İbni Sa’d da Belâzuri’ye dayanarak benzeri bir rivayet
    nakletmiştir. Buna göre Rasûlullah (a.s.) Cuma günü sabah Küba’dan hareket etti
    ve Beni Sâlim bin Avfın mahallesine gelinceye kadar cuma namazı saati geldi.
    Rasûlullah (a.s.) orada devesinden indi ve mahallenin camiine giderek Cum’a
    na­mazını kıldı. Cemaatte 100 kişi vardı ve Rasûlullah (a.s.)’ın imametinde
    kılınan bu ilk Cum’a namazıydı. Beni Salim’in bu camii Rânûna’da idi.[12]
    Buna daha önce Ğubeyb camii denilirdi. Rasûlullah (a.s.)’ın bu cami’de namaz
    kıldırmasından sonra da bunun adı “Cum’a camii” oldu ve bugün dahi aynı adla
    tanınıyor. Bu cami Medine’den Küba’ya giderken yolun sol tarafına düşüyor.

    Cum’a namazında Rasûlullah (a.s.)’ın okuduğu hutbe, Sa’id bin
    Ab­durrahman el-Cumahi vasıtasıyla İbni Cerir Taberî’nin tarihinde kelimesi
    kelimesiyle naklolunmuştur. Fakat hutbede bazı öyle ayetler vardır ki, bunlar
    hicretten sonra nazil olmuşlardı. Bu bakımdan Rasûlullah (a.s.)’a ait olduğu
    söylenen bu hutbenin doğru olup olmadığı şüphelidir.

    33.1.17.
    Medine’ye Giriş

    Cum’a namazından sonra Rasûlullah (a.s.) Medine’ye gitmeye
    hazır­lanırken, Beni Salimliler Hz. İtbân bin Mâlik ve Hz. Abbas bin Ubâde bin
    Nadle’nin başkanlığında kendisine gelip dişi devesinin yularını tutarak şöyle
    dediler: “Ya Rasûlullah (a.s.) sizden bizde kalmanızı rica edeceğiz. Biz sayıca
    çokuz. Askeri malzeme ve araç gerecimiz çok olduğu gibi sa­vunma gücümüz de
    çoktur.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “dişi devemin yolu­nu kesmeyin, zira bu
    vazifelidir”. Yani Rasûlullah (a.s.) demek istiyordu ki, dişi devesi Allah’ın
    emriyle yol alıyordu ve ancak Allah’ın istediği yere gidip durabilecekti.
    Rasûlullah (a.s.) biraz daha ilerleyince Beni Sa’ide, Beni el-Hâris ve Beni
    Adiyy bin Neccâr’ın mahallelerinden geçti. Her yerde mahallenin ileri gelenleri,
    Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelip kendile­rinde kalması için ricada
    bulundular, ama her yerde Rasûlullah (a.s.) daha önce verdiği cevabı tekrarladı.
    Rasûlullah (a.s.) dişi devesinin yularını gevşetmişti ve kendisine sağa veya
    sola gitmesi için en ufak bir işaret bile yapmıyordu. Nihayet, dişi deve Beni
    Mâlik bin Neccar[13]
    mahallesine va­rınca bugün Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu ve bazı rivayetlere
    göre Minber-i Rasûl’ün bulunduğu yere gidip çömeldi. Fakat Rasûlullah (a.s.)
    hâlâ devenin sırtında bulunuyordu. Dişi deve oradan tekrar kalktı ve biraz
    yü­rüdükten sonra tekrar oraya gelip durdu. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.)
    deveden indi.

    [14]
    İbni İshâk’ın rivâyeti budur. İbni Hişâm bunu
    geniş şe­kilde ve İbni Cerir bunu özetleyerek nakletmişlerdir. İbni Sa’d ile
    Belazuri de bu rivâyeti özetlemişlerdir.

    33.1.18. Hz. Ebû
    Eyyûb Ensarî’nin Evinde Kalış

    Bundan sonraki olaylarla ilgili rivâyetler muhteliftir. İbni
    İshâk’a göre Rasûlullah (a.s.) dişi deveden indikten sonra karşısına Hz. Ebu
    Eyyûb Ensarî’nin evini gördü. Ebu Eyyûb Ensarî’nin asıl adı Hâlid bin Zeyd idi.
    Kendisi hemen evinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ı karşıladı, deveden eşyasını
    indirdi ve eve götürdü. Böylece, Hz. Ebu Eyyûb Ensarî Son Peygamber ve Alemlerin
    Rahmeti’ni misafir etme şerefine nail oldu.

    Buhârî ve Müsned-i Ahmed’de Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyetinde şu
    kayıtlara rastlanıyor: “Rasûlullah (a.s.) deveden indikten sonra “bizimki­lerden
    kimin evi en yakındır.” diye sordu. Hz. Ebû Eyyûb Ensarî arz etti: “Benim evim,
    ya Rasûlallah, benim evim işle karşınızdadır. Kapısı da işte budur.” Rasûlullah
    (a.s.) buyurdu: “O halde, git, ve bizim dinlenmemizi temin et.” İbni Sa’d da Hz.
    Enes bin Mâlik’e dayanarak benzeri bir rivâyet nakletmiştir. İbni Sa’d ile
    Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak bu rivayete bazı ilâveler yapmışlardır. Bunlara
    göre Rasûlullah (a.s.)’ın dişi devesini Hz. Es’ad bin Zürâre kendi evine götürüp
    bağladı ve bakımı için tedbirler aldı.

    Bazı rivayetlerde şu kayıtlara rastlıyoruz: Rasûlullah (a.s.)
    dişi deve­den indikten sonra şöyle buyurdu: “Allah nasip ederse burası ikamet
    yeri­miz olacaktır.” Hz. Ebû Eyyûb Ensarî kendisine gelip dedi ki: “Benim evim
    buraya en yakın evdir. Müsaade buyurursanız, eşyalarınızı evime götüreyim.”
    Rasûlullah (a.s.) eşyasını evine götürmesine izin verdi. Taberânî de, Hz.
    Abdullah bin Zübeyr’e istinâden aynı rivâyeti nakletmiş­tir.

    Buhârî ve Müslim ile Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Berâ’ bin
    Azib (r.a.)’in bir rivâyeti şöyledir: Medineliler, Rasûlullah (a.s.)’ı misafir
    etmek için birbirleriyle adeta kavga ettiler. Nihayet Rasûlullah (a.s.) dedi ki:
    “Ben bugün, Abdulmuttalib’in hanımının köyü olan Beni Neccâr’da ka­lacağım.”

    Hafız İbni Hacer, “İsâbe”de Müsned-i Ahmed’e dayanarak bizzat
    Hz. Ebû Eyyûb’un şu sözlerini nakletmiştir: “Ensâr içinde Rasûlullah (a.s.)’ın
    kalış yeri hakkında kavga büyüyünce kur’a çekildi ve burada benim ismim çıktı.”

    Bu muhtelif rivayetleri gözden geçirdiğimizde şu kanaate
    varırız: Rasûlullah (a.s.) ilk önce muhtemelen Hz. Ebû Eyyûb’un evinde kaldı,
    daha sonra diğer Ensâr kabilesi gelip bu şerefin kendilerine de ait olması
    dile­ğinde bulundular. Bunun üzerine kura çekildi ve Rasûlullah (a.s.)
    kendile­rine dedi ki: “Benim bu aile ile yakın bir akrabalığım vardır.”
    Rasûlullah (a.s.)’ın bu açıklaması diğer kabileleri tatmin etti. Zira
    Arabistan’da akra­balığa büyük önem veriliyor ve saygı gösteriliyordu .[15]

    İmam Ebu Yusuf “Kitab-üz-Zikr ved-Dua”da Hz. Ebu Eyyub
    Ensarî’nin şu sözlerine yer vermiştir: “Rasûlullah (a.s.) evimizi
    şereflendirdik­ten sonra evin alt kısmında kaldı. Ben ve Ebû Eyyûb’un annesi üst
    katta kaldık. Gece, Ebu Eyyûb’un annesine dedim ki, Rasûlullah (a.s.)’ın yukarı
    katta kalması daha münasib olacaktır. Zira kendilerine melekler geliyor ve vahiy
    iniyor.” Bunu düşünürken gece ne ben doğru dürüst uyuyabildim ne de Ümm-ü Eyyûb.
    Sabah kalktığımızda biz meseleyi Rasûlullah (a.s.)’a açtık. Bunun üzerine
    Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki: “Alt kat benim için da­ha rahattır.” Ben dedim ki,
    “Sizi Hak ile beraber göndermiş olan Zât’a ye­min ederim ki, altında sizin
    bulunduğunuz bir evin üst katında ben rahat edemem.” Kısacası, ben o kadar ısrar
    ettim ki, Rasûlullah (a.s.) daha sonra üst katta kalmayı kabul etti.”

    İbni Hişâm’ın Muhammed bin İshâk ve Hz. Ebû Eyyub’a dayanarak
    naklettiği rivâyet bundan biraz farklıdır. Bu rivâyete göre Rasûlullah (a.s.),
    evin alt katını beğenmesinin sebebi olarak ziyaretçileri için daha el­verişli
    oluşunu gösterdi. Bu sebeple, Ebu Eyyûb Ensarî istemeye istemeye yukarı katta
    kalmayı kabul etti. Fakat, bir gün yukarı katta bir su testisi kı­rıldı ve Hz.
    Ebû Eyyûb Ensarî, suyun aşağıya damlayıp Rasûlullah (a.s.)’ı rahatsız
    edebileceği endişesine kapıldı. Bunun için karı-koca sahip olduk­ları tek
    yorganlarını derhal suyun döküldüğü yere serip suyu kuruttular. Beyhâki ile İbn
    Ebi Şeybe de Hz. Ebû Eyyûb’a dayanarak aynı rivâyeti nakletmişlerdir.

    İbni Sa’d’ın Hz. Zeyd bin Sabit’e dayanarak naklettiği rivâyete
    göre Rasûlullah (a.s.) Ebû Eyyûb Ensarî’nin evinde kaldığı müddetçe her gün en
    az üç-dört evden adamlar gelip Rasûlullah (a.s.)’ı yemeğe davet eder­lerdi.
    Ayrıca, her gün çeşitli evlerden yemek ve yiyecekler gelirdi.

    33.1.19.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de Karşılanması

    Yukarıda anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi Medine ahâlisi
    Rasûlullah (a.s.)’ı büyük bir coşku ve sevinçle karşıladılar ve kendisini
    misafir et­mekten kıvanç duydular. Ama Rasûlullah (a.s.)’ın Medine şehrinin
    merke­zine girişi başlı başına bir olaydı ve kendisi öylesine muhteşem bir
    şekilde karşılandı ki, bunun bir örneği Arabistan’ın tarihinde ne önce
    görülmüştü ne de sonra görülmüştür. Buhârî, Müslim ve Müsned-i Ahmed’de Hz.
    Be­ra’ bin Azib vasıtasıyla Hz. Ebu Bekr’in şu rivâyeti yer almıştır: “Biz
    Me­dine’ye vardığımızda halk bizi karşılamak maksadıyla sokaklara dökül­müştü.
    Çoluk-çocuk evlerinin damlarına çıkmış tezahürat yapıyordu. Hiz­metçiler ile
    çocuklar sokaklarda koşuşup duruyor ve tezahürat yapıyorlar­dı. Medineliler
    “Allahu Ekber”, “Rasûlullah teşrif buyurdular” ve “Mu­hammed Sallallahü aleyhi
    ve sellem hoş geldiniz diye nara atıyorlardı”. Buhârî’de Hz. Enes bin Mâlik’in
    bir rivâyeti yer almıştır: “Biz Medine’ye vardığımızda halk bizi karşılamak
    maksadıyla sokaklara dökülmüştü. Ço­luk çocuk evlerinin damlarına çıkmış
    tezahürat yapıyordu. Hizmetçiler ile çocuklar sokaklarda koşuşup duruyor ve
    bağırıyorlardı. Medineliler “Allahu Ekber”, “Rasûlullah teşrif buyurdular” ve
    “Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellem hoş geldiniz diye nara atıyorlardı.”
    Buhârî’de Hz. Enes bin Mâlik bir rivâyeti yer almıştır. Bunun bazı bölümleri
    şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’i silah kuşanmış yiğitler
    sarmışlardı. Kalaba­lık o kadar büyüklü ki, adamlar Rasûlullah (a.s.)’ı görmek
    için birbiriyle itişiyor ve omuzlarına çıkıyorlardı. Bütün şehir “Nebiyullah
    geldi”,

    “Rasûlulah geldi” sesleriyle çalkalanıyordu. “Tabakat”da İbni
    Sa’d, Hz. Enes’e istinaden şu rivâyeti nakletmiştir: “Ben (Enes) böylesine
    görkemli bir gün görmedim.” Müsned-i Ahmed’de yine Enes bin Mâlik’in şu sözleri
    kaydedilmiştir: “Medine ahalisi Rasûlullah (a.s.)’ı karşılamak için birbirini
    adeta eziyorlardı. Her tarafta büyük bir izdiham vardı. Her tarafta bir bay­ram
    havası vardı. Kadınlar evlerinin damlarına çıkmış ve çevredekilerden Rasûlullah
    (a.s.)’ın kim olduğunu soruyorlardı. Doğrusu, böylesine muh­teşem bir manzara
    hiç görmedik.” Hz. Enes’in benzeri rivayetleri Darimi, Tirmizî, İbn Mâce, Ebu
    Davud ve Beyhakî’de de yer almışlardır. Buhârî’de Hz. Berâ bin Azib’in şu
    ifadesi yer almıştır: “Ben Medinelileri, hiç Rasûlullah (a.s.)’ın geldiği günkü
    kadar mutlu ve sevinçli görmedim.”

    Beyhâki, “Delâil”de ve Ebu Bekr el-Mukri “Kitab üs-Şemâil”de şu
    rivâyeti nakletmişlerdir: Kadınlar evlerinin damlarına çıkıp şu şarkıyı
    söylü­yorlardı:

    “Talâ’albedrü “aleyna min seniyyâti l-vedâ’

    Vecebe ş-Şükrü aleyna mâ de’â lillâhi da” “Bizim için dolunay
    doğmuştur. Vedâ’in dağlarının ardından

    Bizim şükr etmemiz vâciptir, Allah’a çağıran tek bir kişi
    hayatta kalıncaya kadar.”

    Rezin bu şarkıya şu beyti de ilâve etmiştir:

    “Ey bize meb’us olan, sen itaate lâyık bir mevki ile gelmişsin.”

    İbnül-Kayyım, “Zad-ul Me’ad”da bu rivâyeti reddetmiştir. Bunun
    se­bebi olarak da “Veda dağlarının Suriye istikametinde, yani Mekke’nin aksi
    istikametinde bulunduğunu göstermiştir. İbnül-Kayyım’a göre Medi­ne’li kadınlar
    bu şarkıyı Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den gelişi sırasında de­ğil, Tebûk
    savaşından dönüşü sırasında söylemişlerdi. Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî’de de bu
    ifadeye rastlıyoruz. Fakat bizce Medine’den Mekke is­tikametine gidenler için
    yani, Medine-Mekke yolunda da “vedâ dağla­rının bulunması uzak bir ihtimal
    değildir. Medineli kadınlar Mekke’den gelen misafirler için aynı münasebetle
    “Vedâ dağları” tabirini kullanmış olabilirler.

    Rasûlullah (a.s.) Beni en-Neccâr mahallesine varınca genç kızlar
    def çalarak yollara dizildiler ve ilk sözleri aşağıda belirtilen beyit olan bir
    tür­kü söylediler:

    “Biz Beni Neccâr’ın kızlarıyız. Muhammed ne kadar da iyi bir
    komşudur.”

    Bu türküyle ilgili rivayet Hz. Enes tarafından naklolunmuş ve
    Hâkim ile Beyhakî’de yer almıştır. Rasûlullah (a.s.) kızlara sordu: “Siz beni
    sevi­yor musunuz?” Kızlar arz etti: “Evet ya Rasûlullah (a.s.).” Hz. Peygamber
    (a.s.) de üç defa şöyle dedi: “Vallahi ben de sizi (ensarı) severim”. Taberânî,
    “el-Mu’cem-üs-Sağir”de Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerini nakletmiştir:
    “Yüreğimin size karşı sevgiyle ne kadar dolu olduğunu Allah biliyor”. Beyhâki
    ile İbni Mâce aynı cümleyi Hz. Enes’e istinaden nakletmişlerdir. Buhârî’de yer
    alan Hz. Enes’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) genç kız­lar ile kadınların
    kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce yerinden kalkarak üç defa şöyle dedi:
    “Vallahi sizin kadar başka kimseyi sevmem.”

    33.1.20.
    Kureyş’in Öfke İle Kudurması

    Rasûlullah (a.s.)’ın salimen ve afiyet içinde Medine’ye varması
    bile Kureyş’i çileden çıkaracak cinsten bir hadise idi. Sanki bu yetmiyormuş
    gibi, Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Medine’de eşi görülmemiş bir şekilde
    karşılanmış ve elden ele dolaştırılmışlardı. Bu da onları tam manasıyla de­li
    etli. Kureyş öfke, üzüntü ve şaşkınlık içinde çırpınıp duruyorlardı. Ni­hayet,
    Medine’nin en önde gelen kabile reisi ve zengini Abdullah bin Übeyy’i kral
    yapmaya karar vermişlerdi, ama Evs ile Hazrec’in büyük bir çoğunluğunun müslüman
    olması ve Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye gelme­siyle onun kral olma hevesleri
    kursaklarında kalmıştı. Kureyşliler Abdul­lah bin Übeyy’e gönderdikleri mektupta
    şöyle diyorlardı:

    “Duyduğumuza göre siz adamımıza sığınma hakkı vermişsinizdir.
    Tanrıya yemin ederek söylüyoruz ki, onunla ya kendin savaş veya onu Medine’den
    ihraç et; yoksa, biz hepimiz birleşip size saldıracağız. Sizin erkeklerinizi
    öldüreceğiz ve kadınlarınızı da cariye yapacağız.”

    Abdullah bin Übeyy bu mektubu alınca şeytanlık damarı kabardı ve
    fitne çıkarmaya çalıştı. Fakat, Rasûlullah (a.s.) hikmetli söz ve
    hareketle­riyle bu fitneyi derhal önledi.

    Bundan sonra Hz. Sa’d bin Mu’az, ki Medine reislerinden biriydi,
    um­re için Mekke’ye gidince Kureyşlilerin sözlü saldırısına hedef oldu. Tam
    Harem’in kapısında Ebû Cehl kendisine şunları söyledi: “Siz ne sanıyorsu­nuz
    yahu. Siz dinimizden dönenleri barındıracaksınız. Onları himaye ede­cek,
    destekleyeceksiniz ve biz de size Mekke’de rahat rahat tavaf etme iz­ni
    vereceğiz? Öyle mi? Yemin ederim, eğer sen Ebu Safvân (Ümeyye bin Halef) ile
    beraber olmasaydın, buradan Medine’ye sağ dönemezdin”. Hz. Sa’d ise buna cevap
    olarak şunları söyledi: “Vallahi, eğer sen bizi böyle bir şeyden alıkoyarsan biz
    de sizi bundan daha büyük şeyden alıkoyarız, yani Medine’ye geçişinizi
    yasaklarız”.[16]
    Bu münakaşa demekti ki, Mek­keliler Medineli müslümanlara Kâ’be’nin kapısını
    kapatıyorlardı, Medine­liler de buna tepki olarak Mekkeliler için Suriye ticaret
    yolunun tehlike­lerle dolu olduğunu ilân ediyorlardı. Bu küçük münakaşa aslında
    gelecek­te tarihi gelişmelerin çizgisini çiziyordu.

    33.1.21. Mescid-i
    Nebevi’nin İnşası

    Rasûlullah (a.s.)’ın Hz. Ebû Eyyûb Ensarî’nin evine indikten
    sonra düşündüğü ilk konu bir caminin inşasıydı. Rasûlullah (a.s.) bu camiyi dişi
    devesinin ilk kez çöktüğü yerde yapmak istiyordu. İbni Sa’d’ın rivâyetine göre
    müslümanlar oraya daha önceden namaz için toplanırlardı. O yerde Hz. Es’ad bin
    Zürâre, cemaate namaz kıldırırdı. Burada cum’a namazı da kılınırdı. Aslında
    burası iki yetim Sehl ve Süheyl’in toprağıydı. Bu yetim kardeşler Hz. Es’ad bin
    Zürâre’nin velayetinde idiler. Buhârî’de Urve bin Zübeyr ve “Siret-i İbni
    Hişâm”da Muhammed bin İshâk’ın rivâyeti budur. Belazuri de “Fütûh ul-Buldân”da
    bunu meşhur bir rivâyet olarak naklet­miştir. (İbni İshâk’ın rivâyetinde iki
    kardeşin velisinin Hz. Mu’az bin Afra’ olduğu kaydedilmiştir. Bazı diğer
    rivayetlerde hem Hz. Es’âd hem Hz. Mu az bu iki yetimin velisi olduğu
    kaydedilmiştir.) Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr’in rivâyeti ve
    “Siret-i İbni Hişâm”da yer alan İbn İshâk’ın rivâyeti de aynıdır. Buna göre bu
    toprakta hurmalar kurutuluyordu. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve İbni Cerir’in
    rivâyetine göre burada bazı hurma ağaçlan da vardı. Bu toprağın bir bölümü
    işleniyor ve bir bölümü de kullanılmaz durumda idi. Ayrıca burada bazı
    müşriklerin kabirleri de vardı. Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre
    Rasûlullah (a.s.) bu çocuklarla toprağın fiyatı konusunda görüştü. Onlar da
    de­di ki: “Biz bunu hibe ediyoruz”. Ama Rasûlullah (a.s.) kabul etmedi ve ra­yiç
    fiyatını verdi. Musa bin Ukbe’nin İmam Zührî’ye dayanarak naklettiği rivayete
    göre Rasûlullah (a.s.) bu araziyi 10 dinara satın aldı. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye
    dayanarak naklettiği rivayette de aynı fiyat yer almıştır. Bu ri­vayette ayrıca
    fiyatı Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in ödediği kaydedilmiştir. Belâzurî de “Fütûh-ul
    Buldân”da aynı ifadeyi kullanmıştır.

    İbni İshâk’ın rivâyetine göre Hz. Mu’az bin Afra Rasûlullah
    (a.s.)’a şöyle dedi: “Efendimiz, siz buraya cami yaptırın, ben çocukları razı
    ede­rim.” (Bu ifadeden, fiyatı kimin ödediği belli olmuyor. Yani, fiyatı Hz.
    Mu’az bin Afra’ mı ödedi, yoksa Rasûlullah (a.s.) mı?)

    Buhârî ve Ebû Dâvud’da yer alan Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyetine
    göre, Rasûlullah (a.s.) Beni Neccar’a “benden bu bağın fiyatını alın”[17]di­ye
    haber gönderdi. Beni Neccar dedi ki: “Biz bunun fiyatını Allah’tan baş­ka
    kimseden istemiyoruz.” Bu rivayet de toprağın satın mı alındığı yoksa hibe mi
    edildiğine açıklık getirmiyor. Fakat diğer bütün rivayetler, bu ara­zinin bedava
    alınmadığını göstermektedir.

    Arsa alındıktan sonra her tarafı iyice temizlendi. Harabelerin
    bulun­duğu kısım düzeltildi, kabirlerin yeri dolduruldu ve ayıklandı, hurma
    ağaçları kesilip inşa edilecek caminin sütunları olarak kullanıldı. Hurma
    ağaçlarının yapraklarıyla çatı çatıldı, tuğla ve balçıkla duvarlar yapıldı ve
    namazgah olarak boş zemin kullanıldı. Fakat yağmurlar sebebiyle her ta­rafı
    çamur olmaya başlayınca küçük taş ve mucurla bir tabaka oluşturul­du. Hurma
    ağaçlarının yaprakları namaz kılanları güneş ve yağmurdan korumaya yetmeyince
    üstüne sıva ile bir kaplama yapıldı. Buhârî’de Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr, Ebu
    Davud’da Hz. Enes bin Mâlik ve Siret-i İbni Hişâm’da Muhammed bin İshâk’ın
    rivayetlerine göre Mescid-i Nebe­vi’nin inşasında Rasûlullah (a.s.) da diğer
    mü’minlerle beraber çalıştı ve tuğlalarla sıva taşıdı.

    33.1.22. Mescid-i
    Nebevi’de Hz. Peygamber (a.s)’in Hücresi (Odası)’nin İnşası

    Mescid-i Nebevi’ye bitişik Rasûlullah (a.s.) için iki hücre
    (oda)den oluşan bir ev yapıldı. Bunlardan biri Hz. Ayşe’ye diğeri de Hz.
    Sevde’ye aitti. İbn Sa’d’ın ifadesine göre bu evin odaları da pişmemiş tuğla,
    hurma samanları ve sıvadan yapılmıştı. İki hücre birbirinden ayrıydı. Çatı hurma
    ağacı yapraklarıyla örtülmüştü. Kapılara örtü asılmıştı. Hz. Hasan Bas­ri’nin
    ifadesine göre “ben çocukluğumda henüz büluğ çağına erişmemiş­ken Rasûlullah’ın
    evlerine girdim ve etrafı gördüm. Bu evlerin tavanları o kadar alçaktı ki,
    bunlara ellerimi kaldırarak dokunabilirdim.” İmam Buhârî kendi “tarih”inde ve
    Hafız Ebû Ya’lâ kendi “müsned”inde şu ifadede bulunmuşlardır: “Rasûlullah’ın
    evlerinin kapılarında tokmak veya kapı ko­luna benzer bir şey bulunmadığı için
    ziyaretçiler kapıyı hafifçe tıklatırdı.”

    33.1.23.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Çoluk-Çocuklarını Medine’ye Getirtmesi

    Vâkıdî’nin Hz. Zeyd bin Sabit’e dayanarak naklettiği rivayete
    göre Rasûlullah (a.s.), Ebû Eyyûb Ensarî’nin evinde 7 ay kaldı. İbn Sa’d ile
    Belazuri de aynı rivâyeti nakletmişlerdir. Hâfız İbn Hacer de bu rivâyeti tasdik
    etmiştir.

    Bu arada Rasûlullah (a.s.) yapılan yeni hücrelere taşınmadan
    önce Hz. Zeyd bin Hâris ve serbest bırakmış olduğu özel hizmetçisi Ebû Rafi’e
    500 dirhem ve iki genç deve vererek kendi ailesini getirtmek üzere Mek­ke’ye
    gönderdi.[18]
    Hz. Ebû Bekr (r.a.) de bu zevatla beraber Abdullah bin Ureykıt eliyle oğlu
    Abdullah’a bir mektup gönderdi ki, o da annesi ve kız kardeşlerini Medine’ye
    getirsin. Hz. Zeyd bin Haris (r.a.) Ümm ul-Mü’minin Hz. Sevde’yi Rasûlullah
    (a.s.)’ın iki kızı Hz. Fatma ve Ümm-ü Gülsüm’ü, kendi zevcesi, Ümm-ü Eymen’i ve
    oğlu Üsâme bin Zeyd’i Medi­ne’ye gelirdi; fakat Hz. Zeyneb (r.a.)’i alamadı;
    zira onu kocası Ebu’l-As bin Rebi’ alıkoymuştu. Hz. Abdullah bin Ebu Bekr
    bunlarla beraber anne­si Ümm-ü Ruman ve kız kardeşleri Hz. Esma (r.a.) ile Hz.
    Ayşe (r.a.)’yi getirdi. (Bk. Taberânî, İbni Sa’d, Belazuri ve İbn Abd-il Berr).

    İşte burada
    İslâmi Hareket’in Mekke dönemi sona eriyor. Biz bundan sonraki sayfalarda Mekke
    döneminin genel bir değerlendirmesini yapaca­ğız



     




    [1]
    Bu ayetin
    İsrâ sûresiyle birlikte Hicret’ten çok önce indiğine dair itirazda
    bulunulmaması gerekir. Aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ayetleri daha önce
    inmiş olmalarına rağmen bazı belli du­rum ve şartlarda bunlar Cenâb-ı Allah
    tarafından Rasûlullah (a.s.)’a hatırlatılırdı. Böylece, bu ayet­lerin o özel
    şanlar için indiği açıklanmış oluyordu.



    [2]
    İşte bu
    hikmet yüzünden Cenâb-ı Allah Rasûlullah (a.s.)’ı o zamana kadar Mekke’de
    bı­raktı. Gaye, Kureyş’in Hakka düşmanlıkta son haddine varması üzerine
    Rasûlullah (a.s.)’ın son ânda kurtulmasını göstermekti.



    [3]
    Bu adamın
    ismini bazı yazarlar Erkad ve bazıları Erkat yazmışlardır. Fakat doğru
    kelime Üreykıt’tır. Mûsâ bin Ukbe ile Belâzurî ve İbn Sa’d bunu böyle
    yazmışlardır. Üreykıt, daha önce bahsettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    Taif dönüşü Mekke’ye eman istemek üzere ulak olarak bazı Kureyşin kabile
    reislerine gönderdiği kişidir. Kendisi müşrikti, ama hicret gibi en nazik
    anda bile güvenilir bir kılavuz vazifesi yapmaktan kaçınmadı.



    [4]
    Müsned-i
    Ahmed, Taberânî ve Sîret-i İbni Hişam’da İbni İshâk’a Hz. Esma binti Ebî
    Bekr’in bir rivâyeti naklolunmuştur. Bu rivâyetle Hz. Esma şöyle diyor:
    “Babamız evden çıkarken evde ne varsa götürdü.” Bir tahmine göre yanında 5-6
    bin dirhem vardı. (Belâzuri’nin rivâyetine göre, Hz. Ebû Bekr’in İslâmiyeti
    kabul ettiği sırada kendisinde nakit 40 bin dirhem bulunuyordu). Daha sonra
    dedemiz Ebû Kuhâfe -ki o zamana kadar müslüman olmamıştı- dedi ki, Ebû Bekr
    ca­nıyla malını da götürmüştür. Biz dedik ki; “hayır, babamız bizim için bol
    para ve mal bırakmıştır.” Biz bunu dedemizi avutmak için söyledik. Zira
    bizim evimiz bomboştu.



    [5]
    Burada bir
    noktanın izah edilmesi gerekiyor. O da, Hz. Ali Hz. Esmâ’nın ifadeleridir.
    Da­ha önce belirttiğimiz gibi gerek Hz. Ali gerekse Hz. Esma, Kureyşli
    kâfirlerin soruşturmaları sıra­sında Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebû
    Bekr’in nereye veya ne yöne gittiklerini söylemediler. Ama yukarıdaki
    ifadelerden anlaşılıyor ki, Hz. Esma ve diğer kimseler, Hz. Peygamber (a.s.)
    ve Hz. Ebû Bekr Sevr mağarasında bulunduktan müddetçe kendileriyle
    mütemadiyen temasta idiler. Bu durumda acaba Hz. Ali ile Hz. Esma (r.a.)
    kasten yalan mı söylemişlerdi? Bizce her ikisi, kendile­rine Kureyşlilerin
    Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebû Bekr hakkında soru yönelttikleri sırada
    gerçek­ten kendilerinin nerede olduğunu bilmedikleri ihtimali daha
    kuvvetlidir. Bir başka ihtimal de şu olabilir. Belki ikisi de gerçeği
    biliyorlardı; ancak zalimlere yardımcı olmamak için yalan söylemek zorunda
    kaldılar. Aslında bu tutum şeriat, ahlâk ve akıl açısından doğrudur. Ancak
    aptal bir kişi gözü dönmüş bu katillere Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebû Bekr’in
    bulunduğu yerin bildirilmesine ısrar edebilirdi. Daha sonra Hz. Esmanın
    dedesine karşı davranışına gelince, bu “tevriye”nin bir örneği­dir.
    “Tevriye” düpedüz yalan söylemeden bazı iyi sebepler için hakikati gizlemek
    manasını taşır.



    [6]
    Bu da
    Tevriyenin bir başka örneğidir. Yani, Hz. Ebû Bekr (r.a.) yoldaşının
    Muhammed Mustafa (a.s.) olduğunu açıklamak yerine ve kendisinin sadece
    rehberi veya yol göstericisi olduğu­nu belirtti. Duyanlar zannettiler ki Hz.
    Peygamber (a.s.) bir kılavuzdur.



    [7]
    Harre,
    lâvdan yanmış siyah kayalara denilir. Medine’nin etrafında bu tür pek çok
    kayaya rastlanır. “Harret-ul ‘Asabe” Küba’nın dışında Mekke yolunda bulunan
    harreye denilir. Buna “Harre-yi Kubbâ” da denilir.



    [8]
    Evs ile
    Hazrec, Kayle adlı annenin evlâtları olduğu için bu kabile mensuplarına Benî
    Kayle de denilirdi. Bir yahudi’nin “reisiniz geldi” diye seslenmesi
    gösteriyor ki, Medine’de oturan­lar ister mü’min, müşrik veya yahudi
    olsunlar, hepsi, Rasûlullah (a.s.)’ın bir mülteci değil bir hü­kümdar, lider
    ve komutan olarak gelmekte olduğunu önceden biliyorlardı.



    [9]
    Kameri
    takvimine göre gece gündüzden önce geliyor ve gün batışından sonra yeni bir
    ta­rih başlıyor. Bu itibarla 1 Rebiülevvel tarihinden, bir önceki gece
    kastedilmiş olabilir. Ayrıca, Hz. Ömer’in halifelik devrinde Hicrî takvimine
    başlandığı zaman, bunun hesabı Hicret’in yapıldığı asıl tarihten itibaren
    değil 1 Muharrem (16 Temmuz 622) den yapılmaya başladı. Araplar eski
    çağlar­dan beri Muharrem’i yılın ilk ayı olarak kabul ediyorlardı. Böylece
    Hicret takvimi, Hicret’ten üç ay sonra başladı.



    [10]
    Kendisi
    yaşlı bir zattı. Rasûlullah (a.s.)’ın gelişinden kısa bir süre sonra vefat
    etti. İbni Cerir’in ifadesine göre Hicret’ten sonra vefat eden ilk sahabe
    idi.



    [11]
    Kubâ camii
    bugün de Medine’nin güney batısında bulunuyor. Bu camiinin kıblesine
    biti­şik tek kubbeli “Makâm-ul Ümre” adında bir yapı vardır. Burası Hz.
    Külsum bin Hidm’in eviydi. Buna bitişik “Beyt-i Fatma” ismiyle bilinen yerde
    Hz. Sa’d bin Hayseme’nin evi vardı.



    [12]
    Yakut
    “Mu’cemül Buldan “da “Rânûnâ” kelimesini izah ederken bu mevkide bir caminin
    bulunmasıyla ilgili kaydın İbn İshâk’ın siretinde yer alan ve İbni Hişâm
    tarafından özetlenen bö­lümde bulunduğunu bildirmiştir. Yoksa diğer bütün
    yazarlar ve alimler Rasûlullah (a.s.)’ın sadece Cum’a namazını Benî Salim’in
    mahallesinde kıldığına işaret ederler.



    [13]
    Aynı
    ailenin bir hatunu olan Selma bint Amr ile Rasûlullah’ın büyük babası Hâşim
    evlen­miş ve dedesi Abdulmuttalib batınından doğmuştu. Abdulmuttalib aynı
    ailede çocukluğunu ve gençliğini geçirmişti. Aynı ailenin efradı
    Abdulmuttalib’in amcasının onun mirasını gasbetmesi üzerine onun yardımına
    koşmuşlardı. Rasûlullah (a.s.)’i bu aile ile olan münasebetleri o kadar
    ya­kındı ki, babası Abdullah ömrünün son günlerini burada geçirdi ve
    yanlarında gömüldü. Rasûlullah (a.s.)’ın annesi de çocuğunu ailesine
    tanıştırmak üzere Medine’ye getirmişti.



    [14]
    Cenâb-ı
    Allah’ın, Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de kalacak yerinin seçimini kendisine
    bırak­maması ve kararını dişi deve ile belirlemesi ibretli bir hareketli.
    Eğer Rasûlullah (a.s.) kendi irade­siyle kalacak yeri seçmiş olsaydı pek çok
    Ensâr kabilesi, Rasûlullah (a.s.)’ın Benî Neccar’ı kendileri­ne tercih
    ettiğine inanacaklardı.



    [15]
    Hz. Ebû
    Eyyûb Ensari’nin bu evi halâ Mescid-i Nebevî’nin güneydoğusunda bulunuyor.
    Buna yakın bir yerde bugün Mescid-i Nebevî’nin İmam ve hatiplerinin kaldığı
    Dâr-ı Câfer-üs Sâdık vardır.



    [16]
    Buhârî’de
    Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un rivâyeti böyledir. Hz. Abdullah bin Mes’ûd da bu
    rivâyeti Hz. Sa’d bin Muâz’a dayanarak nakletmiştir. Bu rivâyetle yer alan
    izahata göre Hz. Sad’ın Umeyye bin Halef ile Cahiliyye döneminden beri
    dostluk ilişkileri vardı. Umeyye Medine’ye gelin­ce Hz. Sa’d’ın evinde
    kalır. Hz. Sa’d da Mekkeye gidince onun evinde kalırdı. Hz. Sa’d bu dostluğa
    dayanarak umre için Mekke’ye gitmiş ve Umeyye ile bulunmuştu. Umeyye Hz.
    Sa’d’ı öğle vakti Ka’be’ye götürdü. Oada Ebû Cehl ile karşılaştılar. O
    sırada aralarında yukarıda aktardığımız müna­kaşa geçti. Aynı rivâyette şu
    ek bilgilere de rastlıyoruz: Hz. Sad, Ebû Cehl’e yukarıda naklettiğimiz
    cevabı verince Umeyye bin Halef kendisine şöyle dedi: “Sakın Ebul Hakem ile
    ters konuşma. Bu, vadinin en nüfuzlu kişisidir.” Hz. Sa’d dedi ki, “Boş ver.
    Rasûlullah’dan duyduğuma göre bunlar se­ni öldüreceklerdir.” Umeyye bunu
    duyunca çok korktu ve, “bunlar beni öldürecekler mi dedin? Pe­ki nerede
    Mekke’de mi?” Hz. Sa’d dedi ki, “onu bilmem” Müsned-i Ahmed’de yer alan
    rivâyete gö­re Umeyye Hz. Sa’d’in söylediklerini karısına anlatınca, karısı
    dedi ki “vallahi Muhammed’in dedik­leri doğru çıkar.” Hafız Ebû Bekr
    Bezzâr’ın Hz. Abdullah bin Mes’ûd’a dayanarak naklettiği rivâyette ise
    Umeyye yerine Utbe bin Rebia’nın ismi geçiyor. Gerçi Bezzâr’ın bu hadisinin
    râvileri de çok muteber ve sağlamdırlar, ancak doğru olan Buhârî’deki
    rivâyettir. Umeyye bin Halef Bedii savaşına katılmış ve Hz. Bilâl tarafından
    öldürülmüştü. Fakat Rasûlullah (a.s.)’ın, kendi tarafından öldürüleceğini
    peşinen söylediği adam Umeyye bin Halef değil, Übeyy bin Halefti. Übeyy bin
    Ha­lef, Uhud savaşında Rasûlullah (a.s.) tarafından öldürüldü.



    [17]
    Asıl Arapça
    metinde kullanılan kelime dört duvarlı bağ anlamına gelir. Bu demektir ki
    burası önce bir bağ idi, sonra zamanla yıprandı ve çeşitli maksatlar için
    kullanılmaya başlandı.



    [18]

    Belâzuri’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) bu 500 dirhemi Hz. Ebû
    Bekr’den ödün; al­mıştı.

     

  • İSRA VE Mİ’RAC



    Otuz Birinci Bölüm: İSRA VE Mİ’RAC



    31.1. İSRA VE Mİ’RAC



    31.1.1. Mi’rac Vak’asının Kati Tarihi



    31.1.2. Mi’rac’ın Tarihi Ehemmiyeti



    31.1.3. Mi’rac Vak’asının Kur’an-ı Kerim’de ve Hadislerde Anlatılış Biçimi



    31.1.4. Mi’rac Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi?



    31.1.5. Hadisleri İnkâr Edenlerin İtirazları



    31.1.6. Mi’râc’ın Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri Deliller



    31.1.7. Mi’râc’ın Hakikati



    31.1.8. Mi’rac Yolculuğunun Ayrıntıları



    31.1.8.1. Dalâlette Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitti Kuvvetler



    31.1.8.2. Kudüs’te Namaz



    31.1.8.3. Birinci Sena’da



    31.1.8.4. Daha Sonraki Sema’larda



    31.1.8.5. Sidret’ul-Müntehâ



    31.1.8.6. Dönüş



    31.1.9. Hz. Ebu Bekr Sıddîk (r.a.)’ın Mi’rac Olayını Doğrulaması



    31.1.10. Başka Deliller



    31.1.11. Rasûlullah (a.s.)’a Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen Emir



    31.1.12. Mi’rac’ın Mesajı



    31.1.12.1. İsrail Oğullarının Tarihinden İbret



    31.1.12.2. Herkes Sorumludur



    31.1.12.3. Toplumun Üst Sınıfının Yozlaşması



    31.1.12.4. Dünya İle Ahiret’in Ehemmiyeti



    31.1.12.5. İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri



    31.1.13. Rasûlullah (a.s.)’ın Hicret İçin Dua Etmesine Dair Yapılan Telkin



    31.1.14. Mazlum Müslümanların Zafer Duası



    31.1.15. Mi’râc’ın Bir Başka Cephesi



    31.1.15.1. Rasûlullah (a.s.)’ın Cebrail İle Görüşmesi



    31.1.15.2. Sidret-ul Münteha



    31.1.15.3. Cennet-ul Me’va



    31.1.15.4. Sidre’de Allah’ın Tecellisi



    31.1.15 .5. Hz. Ayşe (r.a.)’nin Rivayetleri



    31.1.15.6. Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un Rivâyeti



    31.1.15.7. Hz. Ebû Hureyre’nin Rivâyeti



    31.1.15.8. Hz. Ebû Zer’in Rivayetleri



    31.1.15.9. Hz. Ebû Musa el-Eş’arî’nin Rivâyeti



    31.1.15.10. Hz. Abdullah bin Abbas’ın Rivâyeti



    31.1.15.11. Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’nin Rivâyeti



    31.1.15.12. Hz. Enes’in Rivâyeti

    Otuz Birinci Bölüm: İSRA VE Mİ’RAC

    31.1. İSRA VE Mİ’RAC

    Şimdi, Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’deki son üç yılını anlatmadan,
    di­lerseniz, o sıralarda meydana gelen en önemli olayın ayrıntılarına girelim.
    Bu öyle bir olaydır ki, Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) pâk siretine
    kıymetli bir taç gibi konmuştur. Öyle bir taç ki, bu, peygamberler dahil,
    insanlık tarihinde hiçbir şahsiyetin başına konmamıştır. Bu, İsra ve Mi’rac
    vakasıdır. İsra, Kur’an-ı Kerim’in İsra sûresinde belirtildiği gibi, Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’in gece Mescid-i Haram (Kâbe)’den Mescid-i Aksa (Beyt-ul
    Mukaddes, Kudüs)’ya -hadislerde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi-
    götürül­mesidir. Mi’rac da; Hz. Peygamber (a.s.)’in Kudüs’ten Sidret’ul-Müntehâ’ya
    kadar yolculuğudur. Bazı tek tük rivayetlere göre İsra ve Mi’rac ayrı ayrı
    meydana gelen iki olaydı. Ancak İslâm ümmetinin galip ekseriyeti, -ki bunlar
    arasında en meşhur ulema, fakihler, muhaddisler ve müfessirler yer almaktadır-
    İsra ve Mi’rac’ın aynı zamanda meydana gelen olaylar ol­duğunda birleşmişlerdir.
    Bu genel inanca göre Rasûlullah (a.s.), bir gece, bedeni ve ruhuyla ve uyanık
    bir durumda Kabe’den Kudüs’e götürüldü ve aynı gece semanın en üst noktasına
    varıp Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıka­rıldı ve sabah olmadan Mekke’ye döndürüldü.

    31.1.1. Mi’rac
    Vak’asının Kati Tarihi

    Mi’rac vak’ası ne zaman meydana geldi? Kesin tarihi nedir?
    Bununla ilgili olarak çeşitli rivayetlere rastlıyoruz. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye
    dayanarak naklettiği rivayete göre bu olay 17 Ramazan, Bi’set’ten sonra 12.
    yılda, yani hicretten 18 ay önce meydana geldi[1].
    İbni Sa’d başka bir kaynağa dayanarak bu vak’anın Bi’setten sonra 13. yılda 17
    Rebiülevvel’de yani hicretten yaklaşık bir yıl önce vuku bulduğunu yazmıştır.
    Beyhakî, Musa bin Ukbe’ye dayanarak ve o da İmam Zührî’ye dayanarak, Mi’rac’ın
    tarihi­nin aynı olduğunu belirtmiştir. Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre de bu
    tarih doğru çıkıyor. Bunu İbni Lehiy’a, Ebu’l-Esed’e dayanarak nakletmiş­tir.
    Aynı sebeplerden İmam Nevevî, Mi’rac için bu tarihin doğru olduğunu ifade
    etmiştir. İbni Hazm ise “icmâ”ın fikrinin bu olduğunu iddia etmişse de doğru
    değildir. İsmail es-Süddi’nin bu vak’a ile ilgili olarak iki rivâyeti
    naklolunmuştur. Bunlardan biri Taberî ve Beyhakî tarafından naklolun­muştur ve
    bunda Mi’râc’ın hicretten bir yıl beş ay önce; yani Bi’set’ten sonra 12. yıl 1
    Şevval tarihinde cereyan ettiği ifade olunmuştur. Hakim ta­rafından naklolunan
    ikinci rivayete göre bu olay hicretten bir yıl dört ay önce meydana geldi. Buna
    göre, Mi’rac’ın Zil-Kade ayında olduğu söylen­miştir. İbni Abd-il Berr ile İbni
    Kuteybe, Mi’rac’ın hicretten bir yıl 8 ay öncesinin (yani, Bi’set sonra 12. yıl
    Recep) bir vak’ası olduğunu belirtmiş­lerdir. İbni Fâris, hicretten bir yıl üç
    ay, İbn-ul Cevzi hicretten 8 ay önce ve Ebu’r-Rebi’ bin Salim 6 ay önceki bir
    hâdise olduğuna işaret etmişler­dir. Bir rivayet de hicretten 11 ay öncesidir,
    bunu İbn’ul-Münir, “Siret-i İbni Abd-il Berr’in Şerhi’nde yazmıştır, İbrahim bin
    İshâk el-Harbi bunun kesinlikle Mi’rac’ın tarihi olduğunu ifade etmiştir. Fakat
    en meşhur riva­yet, Mi’rac’ın 27 Recep tarihinde olmasıyla ilgilidir. Allâme
    Zürkâni’nin dediği gibi, bir rivayet veya ifadenin başka bir rivayet veya
    ifadeye tercih edilmesi için yeterince delil yoksa, en meşhur olan rivayet kabul
    olunma­lıdır. Burada da durum aynıdır.

    31.1.2. Mi’rac’ın
    Tarihi Ehemmiyeti

    Mi’rac vak’ası, Nebi-yi Kerim (a.s.)’in Tevhid için dünyaya
    sesini du­yurmaya başlamasından 12 yıl geçtikten sonra meydana geldi. O zamana
    kadar muhalifler İslâmî Davet ve Hareket’in yolunu kapatmak için her yo­la
    başvurmuşlardı. Hile, desise, entrika, iftira, baskı, zulüm ve işkence,
    kı­sacası, bütün yollar denenmişti. Ama, her noktada ve her aşamada gerek
    Rasûlullah (a.s.), gerekse, fedakâr arkadaşları sabır, metanet, sebat ve
    di­rayetin en güzel örneklerini vererek hareket ve davalarını canlı tutmuşlar ve
    günden güne geliştirmişlerdi. Her türlü engele rağmen İslâmın sesi Arabistan’ın
    her köşesine yayılmıştı. Arabistan’ın tek bir kabilesi yoktu ki,

    bundan üç-dört kişi Rasûlullah (a.s.)’ın davetinden etkilenmiş
    olmasın. Bizzat Mekke’de kelleyi koltukta taşıyan fedailer hatırı sayılır bir
    grub ol­muşlardı. Medine’de Evs ve Hazrec gibi kuvvetli kabilelerin hemen he­men
    bütün üyeleri Rasûlullah (a.s.)’ın ve müslümanların destekçisi haline gelmişti,
    artık müslümanların daha rahat bir ortamda çalışabilmek için Mekke’den Medine’ye
    hicret edip kuvvetlerini toplama ve etkinliklerini daha geniş çapta gösterme
    zamanı gelmişti. İşte bu yol ayırımında İsra ve Mi’rac gibi, büyük tarihi
    ehemmiyet taşıyan olaylar meydana geldi. Rasûlullah (a.s.) göklere çıkarak Cenab-ı
    Allah ile beraber oldu ve dünyaya döndükten sonra başından geçenleri ve İsra
    sûresinde yer alan kıssayı ar­kadaşlarına anlattı.

    31.1.3. Mi’rac
    Vak’asının Kur’an-ı Kerim’de ve Hadislerde Anlatılış Biçimi

    İsrâ Sûresinin ilk ayetinde Rasûlullah (a.s.)’ın sadece Mescid-i
    Haram (Beytullah)’dan Mescid-i Aksa’ya (Kudüs) götürülmesinden bahsedilmiş­tir.
    Bunun amacı da, Cenab-ı Allah’ın kendi kuluna bazı alamet ve işaret­lerini
    göstermek olduğu belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de İsra veya Mi’rac ile ilgili
    başka teferruat yoktur. Fakat hadislerde ve siyerlerde bu vak’a ayrıntılı
    biçimde ele alınmıştır. Bu vak’ayı rivayet eden sahabelerin sayısı en az 25’tir,
    ki istikrar ile bu sayı 45’e kadar çıkıyor. Bu rivayetlerin en etraflıcası Hz.
    Enes bin Mâlik, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ebu Sa’id el-Hudrî, Hz. Mâlik bin Sa’sa’a,
    Hz. Ebu-Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs, Hz. Abdullah bin Abbâs, Hz. Abdullah bin
    Mes’ud ve Hz. Ümm-ü Hani’nin rivayet et­tikleridir.

    Hadislerde verilen etraflıca bilgiye göre gece vakti Cebrail
    (a.s.) Rasûlullah (a.s.)’ı uyandırıp burâk (at) üzerinde Mescid-i Haram’dan
    Mes­cid-i Aksa’ya götürdü. Rasûlullah (a.s.) Mescid-i Aksa’da diğer
    peygam­berler ile birlikte namaz kıldı. Daha sonra semaya yolculuk etti ve göğün
    çeşitli katlarında muhtelif büyük peygamberlerle buluştu. Semânın en yüksek
    katına yükseldikten sonra da Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıktı. Rasûlullah (a.s.)’ın,
    Allahu Teâlâ tarafından kabulü sırasında ümmetine beş vakit namaz farz olundu.
    Bu kabulden sonra Hz. Peygamber (a.s.) Ku­düs’e ve oradan da Mescid-i Haram’a
    döndü. Bu kudsi yolculuk sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’e Cennet ile Cehennem’in
    de gösterildiği şeklinde ri­vayetlerde ifade olunmuştur. Ayrıca rivayetlerden,
    ertesi gün Hz. Pey­gamber (a.s.)’in bu yolculuktan bahsedince kâfirlerin buna
    çok güldüğü, bunu bir alay konusu yaptığı, Müslümanlardan bazısının imanında
    sar­sıldığı sabittir.

    Hadis-i Şeriflerdeki bu ayrıntılar Kur’an-ı Kerim’e aykırı
    değildir, ak­sine Kur’an-ı Kerim’in ifadesinin izahı mahiyetindedirler. Bu
    sebeple, ha­dislerdeki bu ek bilgilerin reddedilmesi için ortada herhangi bir
    sebep yoktur.

    31.1.4. Mi’rac
    Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi?

    Hz. Peygamber (a.s.)’in Mi’râc yolculuğu nasıldı? Bu yolculuk
    rüyada mı yapılmıştı, yoksa uyanık ve ayıkken mi? Rasûlullah (a.s.) bu yolculuğa
    fiilen ve bedenen mi çıkmıştı; yoksa bir yerde otururken mânen ve hayal­ler
    âleminde mi semâyı gezmişti? Bu sorunun cevabını bizzat Kur’an-ı Kerim’in
    kelimeleri vermektedir. “Sübhân-ellezi esrâ” ile söze başlamak gösteriyor ki, bu
    çok fevkalâde ve muazzam bir vak’a idi ve sadece Al­lah’ın kudretiyle vuku
    buldu. Rüyasında bir kişiye bu gibi şeylerin gösteril­mesi ya da bir kişinin
    ilhâm ve keşif yoluyla bunlara tanık olması, böyle­sine kuvvetli bir ifade ile
    söze başlamayı gerektirmez. “Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Allah,
    kuluna (rüyasında veya ilhâm yoluyla) ayetlerinden bazısını göstermek için…”
    gibi bir ifade kullanıldığı takdirde rüya veya ilhamın pek değer taşımadığı
    ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, “ge­ce vakti götüren” deyimi de Mi’râc’ın fiilen
    ve bedenen olduğunu göster­mektedir. Rüyada, ilhamda veya hayalde bir kişiye bir
    yerin gezdirilmesi için “götürme” fiilinin kullanılması uygun olmaz. Onun için,
    bu yolculu­ğun fiziksel ve vücutça olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sadece
    manevî veya zihnî bir tecrübe değildi. Rasûlullah (a.s.) bu yolculuğa bilinçli
    olarak çıkmış ve her şeyi gözleriyle görmüştü.

    Şimdi, Rasûlullah (a.s.)’ın uçak veya diğer herhangi bir vasıta
    olmak­sızın Cenab-ı Allah tarafından Mekke’den Kudüs’e bir gecede gitmesi,
    mümkün idiyse, hadis-i şeriflerde yer alan diğer tafsilât niye mümkün ol­masın?
    Bir şeyin mümkün olup olmaması bahsi ancak bir insanın kuvveti ve kudreti söz
    konusu olunca ortaya çıkar. Eğer mesele, Allah ile ilgiliyse onun mümkün olması
    konusunda tereddüde düşmek, Allah’ın Kadir-i Mutlak sıfatına inanmamak anlamına
    gelir. Madem ki Allah her şeye kâdirdir, o zaman en umulmadık işleri yapabilir.
    Cenab-ı Allah bir kulu­nu, maddeler âleminin en hızlı nesnesi olan ışığın bile
    milyarlarca yılda yetişebileceği bir yere bir ânda götürebilir. Zaman ile
    mekânın sınırları mahlûklar için geçerlidir. Kâinat’ın yaratıcısı için değil.

    31.1.5. Hadisleri
    İnkâr Edenlerin İtirazları

    Mi’râc yolculuğu hakkında Hadis-i şeriflerde yer alan tafsilatlı
    malûmata, hadis münkirleri tarafından muhtelif itirazlar yapılmıştır; ama
    bunlardan sadece ikisi dikkate değerdir.

    Birincisi, bu vak’a, Cenab-ı Allah’ın muayyen bir yerde kalması
    intibaını veriyor. Zira böyle olmasaydı, Rasûlullah (a.s.)’ın bu kadar yol kat
    ederek O’nun yanına gitmesine ne gerek vardı?

    ikincisi, henüz kıyamet kopmamış ve mahşerde kimsenin ameli
    hak­kında muhakeme yapılmamışken, Rasûlullah (a.s.)’ın Cennet ve Cehen­nem’de
    gezdirilmesi ve Cehennem’de işkenceye tabi olan veya cezalarını çekmekte olan
    kulları görmesi nasıl mümkün olabilir? Eğer insanlara ceza ve ödül, kıyametten
    sonra verilecekse, söz konusu insanların Cehen­nem’de ceza çekmelerinin anlamı
    nedir?

    Dikkat edilirse bu iki itiraz da bilgisizlik ve dar görüşlülüğün
    mahsu­lüdürler. Birinci itiraz yanlıştır; zira Cenab-ı Allah şüphesiz zaman ve
    me­kân sınırının ötesindedir ve belirli bir makamı yoktur, ama mahlûklarıyla
    münasebetlerinde kendi zaafından değil kulları ve diğer yaratıklarının sı­nırlı
    durumu ve zaafından dolayı sınırlı bazı yollara başvurmayı tercih eder. Meselâ,
    Kadir-i Mutlak mahlûklarıyla konuşunca, insanların kolay­lıkla dinleyip
    anlayabilecekleri yolları seçer. Halbuki bizzat Cenab-ı Allah’ın kelâmı evrensel
    bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde, Cenab-ı Allah, kul­larından birine, muhteşem
    saltanatının çeşitli alâmet ve örneklerini göster­mek istediği zaman onu muayyen
    bir yere getiriyor ve o şeylerin bulundu­ğu yerleri gezdiriyor. Gayet tabii ki,
    bir kul, bütün kâinatı aynı anda göre­mez. Cenab-ı Allah için bu bir mesele
    değildir ve bir şeyi müşahede et­mek için bir yerden bir yere gitmesine gerek
    yoktur. Ama kul bir yerden bir yere gitmeden, görmek ve gözlemek istediği şeyi
    göremez. Aynı du­rum Allah’ın huzuruna çıkılması için geçerlidir. Şüphesiz,
    Allah belirli bir yerde bulunmuyor, ama kulu onu bir yerde görmeye mecburdur, ve
    bu se­beple Allah’ın nuru orada toplanmalıdır.

    İkinci itiraz da yanlıştır. Zira Mi’râc kandilinde Rasûlullah
    (a.s.)’a gösterilen pek çok şeyden bazısı temsil, gösteri ve prototip
    mahiyetinde idi. Meselâ, gezi sırasında, fitne yaratan bir söz; küçük bir
    delikten kosko­ca bir boğanın çıkması ve bir daha o deliğe girmeyişi olarak
    gösterildi. Temsillerden biri de zina yapanların durumuydu. Zina yapanlar,
    önlerinde taze ve nefis et varken, bozuk, kokuşmuş ve çürümüş ete rağbet eden
    kişi­ler olarak gösterildi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’a Cehennem’de bazı
    kimselerin azap ve ceza çektikleri gösterilmişse bunlar da sadece birer
    gösteriydi. Anlatılmak istenen; kötü amel işleyenlerin Kıyamet’ten sonra
    Cehennem’de aynı şekilde yanacaklarını veya azap çekeceklerini bilmele­riydi.

    Mi’rac konusunda şunu unutmamalıyız ki, peygamberlerden her
    biri, kendi mevki ve makamına göre, Cenab-ı Allah tarafından yeryüzünde ve
    göklerdeki meleklerle tanıştırılmış ve aradaki maddi perde aralanarak gaibdeki
    ebedi gerçekler gösterilmiştir. Zaten gaibten gelen bu bilgilerden dolayıdır ki,
    peygamberler, alelade düşünür ve filozoflardan üstün bir mevkiye sahip
    bulunuyorlar. Bir düşünür veya filozof ne söylüyorsa kıyas ve tahmine dayanarak
    söylüyor. Fakat, peygamberlerin söyledikleri doğ­rudan elde ettiği bilgi ve
    gözleme dayanıyor. Böylece, peygamberler filo­zoflara göre daha emin bir şekilde
    gaibden ve bazı bilinmeyen gerçekler­den haber verebiliyorlar.

    31.1.6. Mi’râc’ın
    Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri Deliller

    Mi’râc’ın bir rüya olduğunu ispat etmeye çalışanlar, umumiyetle
    iki delil ileri sürerler. Bunlar, İsra sûresinin 60. ayetinde “temaşa”
    kelimesiy­le bunun ima edildiğini öne sürerler, ileri sürdükleri birinci delil
    budur. İkinci delil ise şudur: Hz. Ayşe’nin bir rivâyetinde “Hz. Peygamber
    (a.s.)’in vücudu değil, ruhu götürülmüştü” ifadesi kullanılmıştır.

    Ne var ki, ortaya atılan ilk delili bizzat Kur’an-ı Kerim takbih
    ve tek­zip etmektedir. Şimdi asıl ayete bir göz atalım. Ayette, “Sana
    gösterdiği­miz o temaşayı bir fitne (imtihan) yaptık” denilmiştir. Bu ayette
    “temaşa” kelimesini rüya anlamında kullanmak ve bunun fitne yapılması herhangi
    bir anlam taşır mı? Rüyada insan her şeyi görür. Eğer Rasûlullah (a.s.) de­seydi
    ki: “Ben rüyamda bu gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gittim”; o zaman
    herhangi bir fitne çıkmasına gerek var mıydı? Böyle bir durumda ne bir
    müslümanın imanı çetin bir sınavdan geçerdi, ne de kâfirler bunu alaya
    alabilirlerdi. Hiçbir kimse de kalkıp bu yolculuğun is­patı için Rasûlullah
    (a.s.)’ın bir delil göstermesini istemeyecekti. Fitne çıkma ihtimali ancak
    Rasûlullah (a.s.)’ın bu yolculuğu bedenen ve şuurlu bir şekilde yapmış olmasını
    anlatması durumunda ortaya çıkabilirdi.

    Ayrıca, asıl ayette kullanılan Arapça “rüya” kelimesinin sadece
    “rüya” anlamına geldiğini iddia etmek de doğru değildir. Arapça sözlüğünde
    ge­rek “rüya” gerekse “ru’yet” kelimesi aynı anlamdadırlar ve birbirinin yeri­ne
    rahatlıkla kullanılabiliyor. “Kurbâ” ve “kurbet” kelimeleri de aynı şe­kilde eş
    anlamda kullanılabiliyor. Arap dilinin en büyük uzmanlarından sayılan Hz.
    Abdullah bin Abbas (r.a.) Kur’an-ı Kerim’in söz konusu ayeti­ni tefsir ederken
    şu açıklamada bulunmuştur: “Bu, Hz. Peygamber’in Ku­düs’e gittiği gece kendi
    gözleriyle gördüğü bir temaşa idi”. (Buhârî, Tirmizî, Nesâî). Sa’id bin Mansûr,
    Hz. Abdullah bin Abbas’ın bu rivâyetini naklederken şu kelimeleri de eklemiştir:
    “Bu, rüyalarda görülen bir tema­şa değildi”. Sa’id bin Mansur başka bir senetle
    Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu sözlerini de nakletmiştir: “Bu kelimeden, Kudüs
    yolunda Rasûlullah (a.s.)’a gösterilen temaşa kastedilmiştir”.

    Şimdi gelelim Hz. Ayşe (r.a.) ile ilgili hâdiseye. Aslında Hz.
    Ayşe’ye ait olduğu söylenen bu hadis senet bakımından çok zayıftır. Muhammed bin
    İshâk bunu şu kelimelerle nakletmiştir: “Ebu Bekr ailesinden bazı kimseler (veya
    bir kişi), Hz. Ayşe’nin şöyle dediğini bana rivayet etmiş­lerdir: “Bu gibi
    kelimelerle anlatılan bir hadisin kaynağının meçhul oldu­ğu ortadadır. Böyle
    meçhul senetli hadisin mutlaka Hz. Ayşe’ye ait olduğu nasıl söylenebilir? Buna
    karşı çok daha sağlam senetlerle bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ağzıyla anlatılan
    rivayetler nasıl reddedilebilir? Bu rivayetler pek çok doğru ve kuvvetli
    senetlerle son derece güvenilir ve geçerli hadis kitaplarında Hz. Enes bin
    Malik, Hz. Malik bin Sa’sa’a, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ebu Sa’id el-Hudrî, Hz. Ebu
    Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs ve diğer muhterem sahabeler tarafından
    naklolunmuştur. Bizzat Hz. Ayşe’nin bir rivâyeti var ki, Beyhakî tarafından
    muttasıl senetlerle naklolunmuştur. Bunda şu ayrıntılara rastlıyoruz: “İsra’nın
    sabahı, Hz. Peygamber (a.s.) ge­ce geçirdiği tecrübeyi anlatıyordu. Bu hikâyeyi
    anlatması üzerine kendisi­ne iman etmiş olan birkaç kişi mürted (dinden döndü,
    dönek) oldu. Bu şa­hıslar bu haberi Hz. Ebu Bekr (r.a.)’e getirdiler ve “baksana
    senin arkada­şın ne diyor? O diyor ki kendisi bu gece Kudüs’e götürülmüştür”
    dediler. Hz. Ebu Bekr, ‘O öyle mi diyor’ diye sordu. Onlar ‘evet’ dedi. Hz. Ebu
    Bekr dedi ki, “eğer O öyle diyorsa doğrudur”. Onlar, “Onun aynı gece Kudüs’e
    gidip sabah geri döndüğü yolundaki ifadesini de mi doğru bulu­yorsun?” diye
    sordular. Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Ben sabah, akşam, onun gökten gelen haberlerini
    tasdik ederim.” Şimdi, Hz. Ayşe’nin bu ifadesini göz önünde bulundurursak, daha
    önce zikrettiğimiz senedi meçhul rivâye­tinin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz?

    31.1.7. Mi’râc’ın
    Hakikati

    Mi’rac vak’ası aslında zamanın akışını değiştiren ve tarih
    sayfalarına kalıcı iz bırakan, insanlık tarihinin en büyük olaylarından biridir.
    Mi’râc’ın asıl önemi, keyfiyetinde veya mahiyetinde değil, güttüğü amaç, hedef
    ve doğurduğu sonuçlardadır.

    Gerçek şu ki, üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya denilen
    gezegen, Cenab-ı Allah’ın uçsuz bucaksız muhteşem saltanatının çok küçük bir
    bö­lümüdür. Buraya gönderilen peygamberlere bir bakıma genel vali, vali ve­ya
    kaymakam diyebiliriz. Aslına bakılırsa, dünyevi hükümet ile ilâhi salta­nat
    arasında büyük fark vardır. Bunun icapları da farklıdır. Çünkü dünyevi bir
    hükümette vali veya kaymakam sadece mülki amir oluyorlar ve sadece idari işlerle
    ilgilenirler. Halbuki ilâhi saltanatta vali veya kaymakam sıfa­tındaki
    peygamberler insanlara En Büyük Hükümdar’a tabi olma, onun emirlerine göre
    hareket etme, iyi ahlâk ve karaktere sahip olma, insanlığın yolunu aydınlatan
    hakiki ilim ve irfanı yayma ve kültür ve medeniyetin al­tın usûllerini öğretme
    şekillerim gösterirler. Fakat yine de her ikisi arasın­da bir benzerlik vardır.
    Dünyada merkezi hükümetler, ancak güvendikleri ve işin ehli olarak tanıdıkları
    kişilere valilik görevi verirler. Bu görevi üst­lenen valilere idarenin iç
    mekanizması anlatılır, hükümetin güttüğü genel politikası anlatılır ve de
    alelade vatandaşların bilemediği bir takım devlet sırları anlatılır. Allah’ın
    saltanatı da hemen hemen aynı çizgilerde bulunur. Burada da Allahu Teâlâ’nın en
    güvendiği kişileri peygamberlik mertebesi­ne yükseltilir. Ve bu makama
    getirildikten sonra bizzat Allah onlara ilâhi nizamın nasıl kurulmuş olduğu ve
    nasıl çalıştığını gösterir. Allah, onlara diğer insanların bilemediği ve
    bilmelerinde herhangi fayda da bulunmayan Kâinat’ın bazı sırlarını aşikâr eder.
    Meselâ, Hz. İbrahim’e yeryüzü ve gök­teki iç düzen hakkında bilgi verildi. (En’am;
    75). Hz. İbrahim’e ayrıca Al­lah’ın ölüleri nasıl dirilttiği de gösterildi
    (Bakara; 260). Hz. Musa, Tûr da­ğında Allah’ın tecellisini ve nurunu gördü (A’raf;
    143). Hz. Musa ayrıca özel bir kulla dolaştırıldı ki, Allah’ın iradesine göre
    din ve dünya işlerinin nasıl yapıldığını görebilsin. (Kehf; 60-82). Rasûlullah
    (s.a.) da benzeri tec­rübelerden geçirildi. Rasûlullah (s.a.) bazen Allah’a
    yakın olan meleklerden birini açık bir biçimde gökte görüyordu (Tekvir; 23),
    bazen da melek ken­disine aralarında iki yay kadar mesafe bulunmayacak derecede
    yakın olu­yordu (en-Necm; 6-9), bazen aynı melek Rasûlullah’ı Maddeler aleminin
    son haddi olan Müntehaya götürüyor ve orada Rasûlullah, Allah’ın büyük
    işaretlerini görüyor (en-Necm; 13-18). Fakat, Mi’rac sadece gözlem ve
    in­celemeden ibaret değildi ve bunun önemi çok daha büyüktü. Mi’rac’ı şöyle bir
    olaya benzetebiliriz: En Büyük Hükümdar, tayin ettiği valisini çok önemli bir
    tarihte başkente davet edip kendisine bazı özel görevler veri­yor ve bu arada
    kendisine bazı tenbih ve direktiflerde de bulunuyor. İşte Hz. Peygamber (a.s.)
    de bu şekilde Cenab-ı Allah’ın huzuruna çağırıldı. Zira İslâmî davet bir dönüm
    noktasına gelmişti ve bu noktada Rasûlullah (a.s.)’a bazı özel görev ve
    direktifler verildi.

    31.1.8. Mi’rac
    Yolculuğunun Ayrıntıları

    Şimdi biz akıllara durgunluk veren bu müthiş Mi’rac yolculuğunun
    ayrıntılı olarak yer aldığı hadislerin özetini sunmaya çalışacağız. Bundan sonra
    Rasûlullah’ın Mi’rac’tan döndükten sonra Cenab-ı Allah tarafından dünyaya
    iletmek üzere ne mesaj getirdiğine değineceğiz.

    Bilindiği gibi, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik makamına
    getirilme­sinden sonra 12 yıl geçmişti. Yaşı 52 idi. Günlerden birinde Ka’be’de
    uyurken Cebrail (a.s.) gelip kendisini uyandırdı. Rasûlullah (a.s.) henüz uyku
    sersemliğinde iken zemzeme götürüldü ve orada Cebrail tarafından göğsü yarıldı.
    Cebrail, Rasûlullah’ın göğsünün içini zemzem suyuyla yı­kadı ve ilim, metânet,
    zekâ, iman ve itimat ile doldurdu[2].
    Cebrail bun­dan sonra Rasûlullah’a binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve
    ka­tırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve
    her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı “Burak” idi[3].
    Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bu hayvanla yaparlardı[4].
    Rasûlullah bu hayvana binerken hayvan irkildi. Cebrail “Burak”a şöy­le dedi:
    “Hey, ne yapıyorsun, Muhammed gibi büyük bir şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne
    binmemiştir” dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi.[5]
    Önce Rasûlullah, daha sonra Cebrail bu hayvana bindiler ve yola

    koyuldular[6].
    İlk durak Medine idi, burada Rasûlullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi
    ki: “Siz hicret edip buraya geleceksiniz”. İkinci durak Tûr dağıydı; ki, burada
    Hz. Musa, Allah ile konuşmuştu. Üçüncü durak Hz. Îsa’nın doğduğu Beyt’ul-Lahm’dı.
    Dördüncü durak Kudüs’tü, ki Burak’ın uçuşu burada son buldu[7].

    31.1.8.1. Dalâlette
    Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitti Kuvvetler

    Mi’rac yolculuğu sırasında seslenen bir kişi, “buraya gel” dedi.
    Rasûlullah o tarafa hiç tenezzül etmedi. Cebrail dedi ki: “Bu adam sizi
    Yahudi­liğe çağırıyordu.” Biraz sonra başka bir ses geldi, “bu tarafa gel”.
    Rasûlullah o tarafa da başını çevirmedi. Cebrail, “bu Hıristiyanlığa davet
    ediyor­du” dedi. Bundan sonra çok süslü püslü ve şuh bir kadın geldi ve
    Rasûlul­lah’ı kendisine çağırdı. Rasûlullah ondan da yüzünü çevirdi. Cebrail bu
    kadının “dünya” olduğunu söyledi. Bundan sonra Rasûlullah yaşlı bir ka­dın ile
    karşılaştı. Cebrail dedi ki: “dünyanın geriye kalan ömrünü bu kadı­nın ömrüne
    kıyaslayın”. Daha sonra bir kişi daha geldi ve o da Rasûlullah’ın dikkatini
    çekmek istedi. Rasûlullah onu da bıraktı. Cebrail dedi ki: “Bu Şeytan’dı ve sizi
    yolunuzdan ayırmak istiyordu”[8].

    31.1.8.2. Kudüs’te
    Namaz

    Kudüs’e vardıktan sonra Rasûlullah Burak’tan indi ve ipini diğer
    pey­gamberlerin bağladıkları yere bağladı[9].
    Rasûlullah (a.s.) Hz. Süley­man’ın tapınağına girdi. (Bu tapmak o sıralarda
    harabe halinde idi, ama iz­leri mevcuttu ve Bizans İmparatoru Jüstinianus buraya
    bir kilise inşa ettirmişti). Rasûlullah orada, dünyanın kuruluşundan kendi
    zamanına kadar görevlendirilmiş olan peygamberleri gördü. Rasûlullah varır
    varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek
    bi­rini beklediler. Cebrail, Hz. Peygamber’i elinden tutarak öne götürdü.
    Rasûlullah bütün peygamberlere imamlık yaptı[10].
    Bundan sonra Hz. Pey­gamber’e üç kap getirildi. Birinde su, ikincisinde süt,
    üçüncüsünde şarap vardı. Rasûlullah süt dolu kabı eline aldı. Cebrail kendisini
    kutladı ve dedi ki: “Siz fıtratın yolunu buldunuz”[11].

    Bundan sonra Rasûlullah’a bir merdiven takdim edildi; ve Cebrail
    bu­nunla Rasûlullah’ı semaya götürdü. Arapçada merdivene “Mi’rac” denilir ve bu
    sebeple bütün bu olaya “Mi’rac” denilmiştir[12].

    31.1.8.3. Birinci
    Sena’da

    Rasûlullah ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü.
    Nö­betçi melekler “kim geliyor?” diye sordular. Cebrail (a.s.) kendi ismini
    söyledi. Melekler, “seninle beraber olan kimdir?” diye tekrar sordular. Cebrail,
    “Muhammed” dedi. Kendisinin çağırılıp çağırılmadığını sordular. Cebrail “evet”
    dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed muhte­şem bir şekilde
    karşılandı[13].
    Burada Rasûlullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan
    büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan
    ile de tanıştırıldı. Bu zat, boyu, poşu ve vücut yapısı itibarıyla eksiksiz bir
    insandı. Cebrail kendisi­nin Hz. Adem (a.s.) olduğunu söyledi; “yani sizin
    atanız”. Bu zatın sağın­da ve solunda pek çok kişi vardı. Hz. Adem, kendi sağına
    baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu.
    Rasûlullah, “mesele nedir?” diye sordu. Cebrail dedi ki “bunlar insan ırkıdır.
    Hz. Adem sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü
    ve sapık evlatlarını görerek ağlıyor.”[14]

    Bundan sonra Rasûlullah’a her şeyi ayrıntılı bir biçimde
    inceleme im­kânı verildi. Rasûlullah bir yerde çiftçilerin tarlalarda
    çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o
    kadar büyüyor­du. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar
    Allah yo­lunda cihad edenlerdir.

    Rasûlullah daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte
    olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar namaz için ağır
    hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.

    Rasûlullah (a.s.) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri
    gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bunların kim
    olduğu­nu sordu. Dediler ki, bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.

    Hz. Peygamber (a.s.) bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta
    olduğu­nu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta
    eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah, bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki,
    bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak
    yerine daha da artırdı.

    Hz. Peygamber bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının
    ma­kaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler
    ki, bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne yaratı­yorlardı.

    Rasûlullah bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu
    delikten ko­caman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama
    giremedi. Rasûlullah, meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki, bu fitne yaratan
    so­rumsuz bir kişidir, ki önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fit­ne
    yaratıyor, ama sonra pişman olup hatasını telafi etmek istiyor, ama edemiyor.

    Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip
    yiyor­lardı. Rasûlullah (a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar
    başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.

    Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların
    tırnaklan bakırdandı ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (a.s.)
    bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar insanların arkasından konuşuyor
    ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.

    Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve
    bunlar ateş yiyordu. Rasûlullah (a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki,
    bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.

    Bir süre sonra Rasûlullah karınlan şişmiş ve yılanlarla dolu
    kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyordu, fakat onlar yerlerinden
    kıpırdayamıyorlardı. Rasûlullah bunların kimler olduğunu sordu, dediler ki,
    bunlar faiz ve haram yiyenlerdir.

    Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir
    tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş
    et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.) dedi
    ki, bunlar kimlerdir? Dediler ki, bunlar kendilerine helâl olan koca veya
    kanlarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden er­kek
    ve kadınlardır.

    Rasûlullah (a.s.) bundan sonra göğüsleriyle asılı kadınları
    gördü. Rasûlullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar kocalarına
    onlar­dan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır.[15]

    Bu gözlemler sırasında Rasûlullah bir melekle buluştu. Bu melek,
    Rasûlullah’a çok soğuk davrandı. Rasûlullah, Cebrail (a.s.)’e sordu, “şim­diye
    kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu me­lek çok sert
    ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir?” Cebrail (a.s.) dedi ki, “o gülmez ki,
    Cehennem’in bekçisidir.” Bundan sonra Rasûlullah, Ce­hennem’i görmek istedi.
    Cebrail (a.s.) derhal Rasûlullah (a.s.)’ın gözünün perdesini çekti ve Cehennem
    bütün dehşetiyle gözünün önüne geldi[16].

    31.1.8.4. Daha
    Sonraki Sema’larda

    Bu safhadan geçtikten sonra Rasûlullah (a.s.) ikinci sema’ya
    vardı. Burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç
    var­dı: Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.).

    Üçüncü semada Rasûlullah (a.s.) öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı
    ki, kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında,
    bir dolunay gibiydi. Kendisinin Hz. Yusuf (a.s.) olduğunu öğrendi.

    Rasûlullah (a.s.) dördüncü sema’da Hz. İdris (a.s.), beşinci
    sema’da Hz. Harûn ve altıncı sema’da Hz. Musa (a.s.) ile tanıştı. Rasûlullah
    (a.s.) yedinci semâda muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü. Bu saraya
    melekler girip çıkıyorlardı. Burada Rasûlullah (a.s.) kendisine çok benze­yen
    muhterem bir zâtla müşerref oldu. O’nun Hz. İbrahim (a.s.) olduğunu öğrendi.[17]

    31.1.8.5.
    Sidret’ul-Müntehâ

    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) daha çok yükseldi ta ki
    Sidret’ul-Müntehâ’ya vardı. Sidret-ul Münteha, Yüce Allah’ın Divânı ile
    Mahlûklar Alemi arasında bir sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların
    bilgisi tü­keniyor. Bunun ötesinde ne varsa o gariptir, ki bunu Cenab-ı
    Allah’tan başka kimse bilmez. Ne bir peygamber ne de bir melek. Aşağıdan (yerden
    ve göklerden) ne geliyorsa burada kabul ediliyor ve yukardan (Arş-ı Mualla)
    gelenler de buraya teslim ediliyor. İşte bu mevkide Rasûlullah’a Cennet
    gezdirildi, ve kendisi hiçbir gözün göremediği hiçbir kulağın du­yamadığı ve
    hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkânların Al­lah’ın sâlih kullarına
    temin edildiğini gördü.[18]

    Cebrail, Sidret-ul Müntehâ’da kaldı ve Rasûlullah sınırın
    ötesine geç­ti. Rasûlullah (a.s.) düz bir yere vardığında Cenab-ı Allah’ı bütün
    celâli ve cemâliyle gördü. Aralarında geçen konuşmada Cenab-ı Allah tarafından
    şu emirler verildi[19]:

    1) Günde 50 vakit namaz kılınması farz olundu.

    2) Bakara sûresinin son iki ayeti vahiy olundu.

    3) Şirk hariç bütün günahların affedilebileceği belirtildi.

    4) Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel
    yazıldı­ğı, bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına 10 iyi amel yazıldığı
    fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu
    fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu.[20]

    Hz. Peygamber, Cenab-ı Allah’ın huzurundan ayrıldıktan sonra
    aşağı­ya inince Hz. Musa (a.s.) ile karşılaştı. Hz. Musa, Rasûlullah’ın
    macerası­nı dinledikten sonra dedi ki: “Ben, İsrail oğullarından acı bir tecrübe
    edin­dim. Bana öyle geliyor ki, ümmetiniz 50 vakit namaza tahammül
    edeme­yecektir. Gidin ve namaz sayısının azaltılması için ricada bulunun.”
    Rasûlullah (a.s.) tekrar Yüce Allah’ın huzuruna çıktı ve namazların
    azaltılması­nı rica etti. Namazlardan 10’u azaltıldı. Rasûlullah dönüşte yine
    Hz. Musa ile karşılaştı ve Hz. Musa kendisine aynı şeyleri söyledi. Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.) tekrar Allah’ın huzuruna çıktı, bu defa da 10 vakit
    namaz azaltıldı. Böylece her defasında 10 vakit namaz azaltıldı. En nihayet,
    gün­de beş vakit namaz kılınması emredildi ve bu namazların 50 vakit namaza eşit
    olduğu buyuruldu.[21]

    31.1.8.6. Dönüş

    Dönüşte Rasûlullah (a.s.) aynı merdiven ile Kudüs’e indi. Burada
    yi­ne toplu halde bulunan peygamberlerle buluştu. Rasûlullah (a.s.) kendile­rine
    muhtemelen sabah namazı kıldırdı. Rasûlullah (a.s.) yine Burak’a bin­di ve
    Mekke’ye döndü.[22]

    Sabah ilk önce Rasûlullah (a.s.), amca kızı, Ümm-ü Hâni’ye
    başından geçenleri anlattı ve evden dışarıya çıkmak istedi. Ümm-ü Hâni
    elbisesini tuttu ve dedi ki: “Allah aşkına bu hikâyeyi halka anlatmayın. Yoksa,
    onla­ra sizi alaya almak için bir koz daha vermiş olacaksınız.” Fakat,
    Rasûlullah (a.s.), “ben bunu mutlaka anlatacağım” diyerek evden çıktı.[23]

    Rasûlullah (a.s.), Mescid-i Haram’a varınca Ebû Cehl ile
    karşılaştı. Ebû Cehl, “yeni bir haber var mı?” diye sordu. Rasûlullah, “var”
    dedi. Ebu Cehl, “nedir” Rasûlullah, “ben bu gece Kudüs’e gittim” dedi. Ebu Cehl,
    “Kudüs’e mi?” diye hayret etti ve ekledi: “Sen bir gecede Kudüs’e gittin ve
    sabah buraya geri döndün?” Rasûlullah, “evet” dedi. Ebu Cehl, dedi ki: “Milleti
    toplayayım mı? herkesin önünde aynı şeyi söyleyebilecek mi­sin?” Rasûlullah dedi
    ki: “Tabii”. Bunun üzerine Ebu Cehl, bağırıp çağırıp herkesi etrafına topladı ve
    Rasûlullah (a.s.)’ın onlarla konuşmasını istedi. Rasûlullah (a.s.), herkese,
    geçirdiği tecrübeyi anlattı. Mi’rac vakasını din­ledikten sonra millet
    Rasûlullah(a.s.)’ı alaya aldı. Bazıları kahkaha atıyor­du, bazıları ellerini
    ellerine vuruyordu ve bazıları da şaşkınlık içinde baş­larını elleri arasına
    almıştı. Kendileri şöyle diyordu: “İki aylık yolculuk bir gecede… Allah,
    Allah, imkânsız. Eskiden senin deli divâne olduğun­dan biraz şüphemiz vardı, ama
    şimdi inandık ki, sen gerçekten aklını ka­çırmışsın” .[24]

    31.1.9. Hz. Ebu
    Bekr Sıddîk (r.a.)’ın Mi’rac Olayını Doğrulaması

    Rasûlullah’ın Mi’rac ile ilgili anlattıkları bir ânda bütün
    Mekke’de herkes tarafından duyulmuş oldu. Bu olay, bazı müslümanların
    dinlerin­den dönmelerine sebep oldu.[25]
    Fesatçı ve fitneci kişiler hemen Hz. Ebu Bekr (r.a.)’e gittiler ve kendisine,
    görünürde tamamıyla imkânsız olan bu olayı anlatmak suretiyle, Rasûlullah
    (a.s.)’a olan güvenini sarsmak istiyor­lardı. Onlara göre, Hz. Peygamber’in sağ
    kolu sayılan Hz. Ebu Bekr’in İslâmı terk etmesi ile İslâmî Hareket tamamıyla
    çökecekti. Fakat, Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in tepkisi tamamıyla değişik oldu. Hz. Ebu
    Bekr olayı dinledik­ten sonra dedi ki: “Eğer bu olayı gerçekten Rasûlullah
    (a.s.) anlatmışsa mutlaka doğrudur. Bunda şaşılacak ne var? Ben her gün ona
    gökten haber geldiğini duyuyor ve tasdik ediyorum.”

    Hz. Ebu Bekr (r.a.) daha sonra Mescid-i Haram’a geldi. Orada hem
    Rasûlullah (a.s.), hem onunla alay eden topluluk vardı. Hz. Ebu Bekr (r.a.)
    kendisine gerçekten bu olayı anlatıp anlatmadığını sordu. Rasûlullah (a.s.)
    “evet” dedi. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, “Ben Kudüs’ü görmüş ve gezmişimdir.
    Siz oranın haritasını ve plânını bana anlatın.” Rasûlullah (a.s.) hemen oranın
    plânını açıkladı ve her şeyi öyle anlattı ki, sanki Ku­düs onun gözünün önünde
    idi. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in bu taktiğiyle Mi’rac vak’asını yalanlamaya
    çalışanlar büyük bir darbe yemiş oldular.[26]

    31.1.10. Başka
    Deliller

    Hicâz ve Mekke’den pek çok kişi ticaret için Kudüs’e gidip
    gelirlerdi. Kudüs’ü görmüş olan, Rasûlullah (a.s.)’ın anlattığı harita ve plânın
    doğru olduğunu kabul ettiler. Fakat bundan sonra, da millet iyice tatmin
    olma­mıştı ve başka deliler istiyordu. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Mi’rac
    yolculu­ğu sırasında ben şu şu yerlerden geçtim ve şu şu kafileye rastladım.
    Kafi­lelerde şu mallar vardı. Kafilelerdeki develer Burak’ı görünce sıçradılar
    ve bunlardan biri filanca vadiye kaçtı. Ben kafiledekilere bu deve hakkında
    bilgi verdim. Dönüşte ben falan yerde falan kabilenin falan kabilesini gör­düm.
    Herkes uyuyordu. Ben onların kaplarından su içtim ve suyun içildi­ğinin
    işaretini bıraktım.” Rasûlullah (a.s.) bunun gibi bazı diğer şeyler söyledi. Hz.
    Peygamber’in bu söyledikleri, daha sonra adı geçen yerlerden gelen kafileler
    tarafından doğrulandı.[27]
    Böylece itiraz edenlerin dilleri sustu, ama kalblerinde daima bir tereddüt ve
    kuşku kaldı ve böyle bir şe­yin nasıl olduğuna şaştılar. Bugün de pek çok
    kişinin aklı böyle bir olaya ermiyor.

    31.1.11.
    Rasûlullah (a.s.)’a Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen Emir

    Mi’rac’ın yapıldığı geceden sonra iki gün Cenab-ı Allah
    tarafından Cebrail (a.s.) sık sık geldi ve Rasûlullah (a.s.)’a farz olunan beş
    vakit na­mazın saatlerini açıklamaya çalıştı. Cebrail, ilk önce bütün namazlarda
    Rasûlullah’a imamlık yaptı, daha sonra bunların saatleri hakkında kendisi­ne
    izahatta bulundu. İmam Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbni Hibban ve Hâkim bu rivâyeti
    Hz. Cabir bin Abdullah’a atfen nakletmişlerdir. İmam Buhârî de namazların zamanı
    konusundaki izahları Cebrail (a.s.)’in yaptığını nak­letmiştir. İmam Ahmed,
    Tirmizî, Ebu Davud, İbni Huzeyme, Dare-Kutni, Hakim ve Abdurrezzak da benzeri
    bir rivâyeti, Abdullah bin Abbas’a atfen nakletmişlerdir ve İbn Abdulberr ile
    Kadı Ebu Bekr bin el-Arabi bunu teyit etmişlerdir. İmam Zührî’ye göre Hz. Ömer
    bin Abdulaziz’in yanında Hz. Urve bin Zübeyr’in, Cebrail’in Rasûlullah’a namaz
    kıldırdığını anlat­ması üzerine kendisi hayret içinde şunları söyledi: “Urve,
    düşünsene, sen ne söylüyorsun? Yani, Rasûlullah, Cebrail’in imametinde namaz mı
    kıl­mıştır?” Urve dedi ki: “Ben Beşir bin Ebi Mes’ud’dan duydum ve Beşir de Ebu
    Mes’ud Ensarî’den duydu, Ebu Mes’ud Ensarî de bizzat Rasûlullah’tan duydu ki:
    “Cebrail nazil oldu ve bana (Rasûlullah’a) imamlık yaptı ve ben onunla beş vakit
    namazlarımı kıldım.” (Muvattâ, Buhârî, Müslim, Abdur­rezzâk ve Taberânî).

    31.1.12.
    Mi’rac’ın Mesajı

    Mi’rac yolculuğundan dünyaya döndükten sonra Rasûlullah
    (a.s.)’ın Allah’tan getirdiği mesaj, Kur’an-ı Kerim’in İsra sûresinde 2-39.
    ayetlerine kadar kayıtlı bulunuyor. Bu mesajı ele alın ve de bu mesajın
    verildiği, hic­retten bir yıl önceki şartlara bakın. Göreceksiniz ki, bu
    mesajda, İslâmi il­keler üzerinde yeni bir devletin kurulmasından önce
    Rasûlullah ve saha­belerinin ihtiyaç duydukları bütün direktifler yer almıştır.

    31.1.12.1. İsrail
    Oğullarının Tarihinden İbret

    Bu mesajda Mi’rac’tan bahsedildikten sonra ilk önce İsrail
    oğullarının tarihinden ibret alınması istenmiştir. İsrail oğulları, Mısırlılara
    köle ol­maktan kurtulduktan sonra serbest bir hayat yaşamaya başladılar. O
    sırada onların hidayeti için Cenab-ı Allah bir kitap indirdi ve kendi hakkında
    emir ve direktifin tek kaynağının yine kendisi olduğunu bildirdi. Ne var ki,
    İsrail oğulları, Allah’ın bu nimeti için minnet ve şükranlarını bildirmek yerine
    nankörlük ettiler ve yeryüzünde salih ve ıslahatçı olmak yerine fe­satçı ve
    isyancı oldular. Bunun neticesinde Cenab-ı Allah, İsrail oğullarını bir defa
    Babillilere ezdirdi ve ikinci defa da Romalı ve Bizanslıları onlara musallat
    etti. Cenab-ı Allah bu ibret verici tarihten örnekler vererek müs­lümanların
    doğru yolu ancak Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla bulacaklarını be­lirtmiştir. Ayrıca,
    müslümanların Kur’an-ı Kerim’e tabi olmaları halinde büyük mükâfat alacaklarını
    da kaydetmiştir.

    31.1.12.2. Herkes
    Sorumludur

    Bu mesajda dikkat çekilen ikinci husus da, her insanın kendi
    amel ve ahlâkı için kendisinin sorumlu oluşudur. Bir insanın kendi ameli, onun
    kaderini tayin eden öğedir. Eğer bir insan doğru yolda yürüyorsa kendisi için
    yürüyor, yanlış yolda yürüyorsa kendisi için. Faydası ve zararı hep kendisine
    aittir. Bu şahsi mesuliyet hususunda kimse kimsenin arkadaşı veya ortağı
    değildir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yap­tıklarından
    sorumludur. O Mide, salih bir toplumun her ferdi kendi şahsi mesuliyetlerini göz
    önünde bulundurmalıdır. Başkaları ne yaparsa yapsın, onları daha sonra
    düşünebilir. İlk önce kendini düşünmelidir ve kendisinin ne yaptığına dikkat
    etmelidir.

    31.1.12.3. Toplumun
    Üst Sınıfının Yozlaşması

    Bu mesajda anlatılan üçüncü husus, bir toplumun çöküşü veya yok
    oluşunda en büyük rolün o toplumun üst sınıfının yozlaşmasına ait olduğu­dur.
    Balık baştan kokar misali, bir toplumu mahveden şey o toplumdaki büyük, zengin,
    soylu ve muktedir kişilerin ahlâk ve karakterlerinin bozul­masıdır. Bir milletin
    batmasından önce o milletin seçkin insanları fuhuş, zulüm, ahlâksızlık,
    yolsuzluk, zina, kumar, hırsızlık, soygunculuk, yalan­cılık ve sahtekârlık
    yaparlar. Bu kötülük, fitne, ve ahlâksızlıklar nihayet o toplum veya milletin
    sonu olur. O halde, kendi kendine düşman olmayan bir toplum, siyasi iktidarın ve
    ekonomik kaynakların basit, adi, alçak ve ahlâksız insanların elinde
    bulunmamasına dikkat etmelidir.

    31.1.12.4. Dünya İle
    Ahiret’in Ehemmiyeti

    Adı geçen mesajda ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in diğer yerlerinde de
    çeşitli vesilelerle dile getirilen bir hususa daha dikkat çekilmiştir. Yani,
    dünya ile ahiret arasındaki fark ve bu hususta müslümanların alması gere­ken
    tavır. Burada insanların sadece bu dünyanın kazanç, başarı ve mutlu­luklarını
    arzulamaları halinde kendilerine bütün bunların ihsan olunaca­ğı, ama sonucun
    çok kötü olacağı kaydedilmiştir. Fakat, gerek bu dünya­da gerekse öbür dünyada
    kalıcı bir başarı ve mutluluğun ancak insanın ahirette sorguya çekileceği ve
    hesap vermeye mecbur olacağını daima göz önünde bulundurmasıyla mümkün olacağı
    ifade olunmuştur. Dünyayı seven bir insanın mutluluk ve refahı görünüşte yapıcı
    ve yararlı görülü­yor. Ancak bu yapıcı niteliğinin arkasında zararlı ve
    tehlikeli yönleri var­dır. Zira, dünyayı isteyen bir kimse, ahirette cevap verme
    kaygısı taşıma­masından dolayı bir insanın sahip olduğu ahlâk ve faziletinden
    mahrum kalıyor. Bu fark, dünyada ahirete inanan ve inanmayanlar arasında bariz
    ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor ve hayatın diğer safhalarında daha da
    belirginleşiyor. Ta ki, ahirete inananın hayatı büsbütün bir başarı simgesi
    haline gelmişken ahirete inanmayanın hayatı tamamıyla boş ve başarısız kalır.

    31.1.12.5. İslâm
    Medeniyetinin Temel İlkeleri

    Mesajın girişindeki bu temel buyruklardan sonra üzerlerinde
    İslam toplumu ve İslam medeniyetinin kurulması gereken belli başlı ilkeler
    sa­yılmıştır. Bu temel ilkeler sayı itibarıyla 14’tür ve biz bunları mesajda yer
    alan sıraya göre aşağıya kaydediyoruz:

    1) Tek Allah’ın yerine başka varlıkların ilâhlığına
    inanılmamalıdır. Tapılacak, itaat edilecek, kulluk edilecek ve saygı
    gösterilecek tek ilâh O’dur. Allah’ın dışında başka kimsenin itaati kabul
    edildiği takdirde kötü sonuçlar doğar ve kullar Allah’ın bütün bereketlerinden
    mahrum kalırlar. Halbuki, Allah’a tabi olma ve itaat etmenin sonuçlan
    bambaşkadır.[28]

    2) İnsan hakları babında başta gelen hak ana-baba hakkıdır.
    Evlatlar kendi ana-babalarına son derece bağlı ve saygılı olmalıdırlar. Toplumun
    genel ahlâkı öyle olmalıdır ki, evlatlar, ana-babalarından habersiz ve onla­ra
    saygısız olmamalı, aksine, onlara iyi muamele etmelidirler. Evlatlar, anne ve
    babalarına gereken ilgiyi göstermeli ve yaşlandıkları zaman onla­ra hakkıyla
    bakmalıdırlar. Zira, anne ve babaları da onlara çocukken bak­mışlardı .[29]

    3) Toplumsal yaşantıda işbirliği, yardımlaşma, sevgi, şefkat,
    saygı, hakkı bilme ve tanıma, herkesin hakkını verme gibi erdemler canlı
    tutul­malıdır. Bir akraba, başka bir akrabasına her türlü yardımı yapmalıdır.
    Muhtaç ve çaresiz bir insan, toplumun kendisine yardım edeceğinden emin
    olmalıdır. Bir yolcu nereye giderse gitsin, herkesin kendisini ağırla­yacağından
    veya hiç olmazsa güler yüzlü davranacağından emin olmalı­dır. Toplumda insan
    hakları ve sorumlulukları öylesine iç içe olmalıdır ki, kimse hakkının
    yenmesinden veya kendisine haksızlık yapılmasından yakınmamalıdır. İnsanlar
    birbirine yardım ederken, bunu bir lütûf veya ihsan değil, bir vazife ve
    mükellefiyet kabul etmelidirler. Bir insan başkala­rına herhangi bir yardım veya
    iyilikte bulunamıyorsa Allah’tan af dilesin ve O’ndan kendisinin başkalarına
    yardım etmesini sağlayacak bir takım imkânlar istesin.[30]

    4) İnsanlar kendi servetlerini çar-çur etmesinler ve yanlış
    yollarda harcamasınlar. Servetlerini sadece gösteriş, riyâ, fısk-ü fücur ve kötü
    yol­larda sarf etmesinler, aksine iyi ve hayır işlerde kullansınlar; fakir
    fukara­ya yardım etsinler. Aslında serveti yanlış yollarda kullanmak, Allah’ın
    ni­metlerini inkâr etmek veya ona nankörlük etmek anlamına gelir. Servetle­rini
    bu şekilde har vurup harman savuranlar şeytanın kardeşleridir. Bir sâlih ve
    temiz toplum bu tür israf ve yolsuzluğa dur demelidir.

    5) İnsanlar para konusunda tutumlu davranmalıdırlar. Ne servetin
    bir­kaç elde toplanmasına veya toprağa gömülmesine sebep olacak kadar cimri
    olsunlar, ne de hem kendi hem toplumun ekonomik ve mali duru­munu sarsacak kadar
    savurgan olsunlar. Toplumun bireylerinde yapılması gereken harcamaları yapma ve
    yapılmaması gereken harcamalardan sa­kınma hissi var olmalıdır.[31]

    6) Cenab-ı Allah’ın kendi rızkını dağıtmak amacıyla kurduğu
    nizam, insanların yapay tedbirleriyle önlenmesin veya engellenmesin. Cenab-ı
    Allah, rızkın dağıtımı konusunda az veya çok, küçük veya büyük gibi farklara yer
    vermiştir; bunu eşit bir düzeyde tutmamıştır. Bu farklılığın hikmetini yalnız
    Allah biliyor. Onun, için doğru ve uygun bir ekonomik düzen Allah’ın koyduğu bu
    kurala ters değil, uygun olmalıdır. Tabii, eşitsizlik veya dengesizliği sun’i
    şekilde eşit hale getirmeye çalışmak ya da bu dengesizliği aşın uçlara götürmek
    yanlıştır.[32]

    7) Nesillerin doğup büyümesinin, yemek yiyen kişilerin artması
    ile mali ve gelir kaynaklarının azalacağı veya yetişemeyeceği düşüncesiyle
    durdurulması büyük bir hatadır. Bu düşünce ve kaygı ile, doğan çocukları
    öldürenler zannediyorlar ki, rızık veya gelir dağılımı kendilerinin
    ellerin­dedir. Halbuki, rızık veren, insanları dünyaya yerleştiren Yüce
    Allah’tır. Cenab-ı Allah nasıl dünyaya şimdiye kadar gelenlerin rızkını
    vermişse, bundan sonra da gelenlere yiyecek, içecek temin edecektir .Nüfus ne
    kadar artıyorsa, Cenab-ı Allah gelir kaynaklarını da o kadar artırır. Onun için,
    İnsanlar, Allah’ın yaratıcılık işlerine karışmasınlar ve şartlar ne olursa
    ol­sun, nesilleri budama, yok etme yollarına gidilmesin.[33]

    8) Zina, kadın-erkek ilişkilerinin en yanlış şeklidir. Zina
    sadece ya-saklanmamalıdır, ayrıca kadın ve erkeklerin buna sürüklenmelerini
    müm­kün kılan bütün sebepler ortadan kaldırılmalıdır.[34]

    9) Cenab-ı Allah insan hayatının hürmete layık bir şey olduğunu
    be­lirtmiştir. Onun için, bir insan ne kendi canına kıyabilir ne de başkalarının
    canına, Allah’ın bu koyduğu yasak ancak Allah’ın bir emrinin yerine
    geti­rilmesini icap ettiren şartlarda ortadan kalkabilir. Böyle bir durumda
    an­cak işin icabı olduğu kadar cana kıyılmalı veya kan dökülmelidir. Öldür­me
    işinde her türlü israf veya ifrat yasaktır. Meselâ, intikam almak için esas
    suçluların dışında başkalarının öldürülmesi caiz değildir. Suçlunun eziyet ve
    işkence edilerek öldürülmesi, ya da öldürülmesinden sonra ölü­süne saygısızlık
    yapılması ve buna benzer diğer hareketler de kesinlikle yasaktır.[35]

    10) Yetimlerin menfaati, onlar kendi kendilerini besleyecek hale
    ge­linceye kadar korunmalıdır. Yetimlerin malları, menfaatlerine aykırı bir
    şekilde kesinlikle kullanılmamalı veya harcanmamalıdır.[36]

    11) Söz ister bir fert isterse bütün millet tarafından verilsin,
    tam ola­rak yerine getirilmelidir. Taahhüt, muahede, mütareke veya anlaşmanın
    ihlâli için Allah katında büyük azap vardır.[37]

    12) Ölçü ve ağırlık aletleri ve birimleri iyi ve hilesiz
    olmalıdır. Alış­verişte hiçbir hile ve kötülük yapılmamalıdır.[38]

    13)İnsanlar, doğru veya uygun olduğunu bilmedikleri bir şey veya
    kişinin peşinden koşmamalıdırlar. İnsanlar kendi fiil ve sözlerine iyice dikkat
    etmeli ve ona göre kendilerine çeki-düzen vermelidirler. Zira, ahi­rette kendi
    gördükleri, duydukları ve gönüllerinde taşıdıkları niyet, fikir ve kararları
    hakkında Cenab-ı Allah’a hesap vermek zorunda kalacaklar­dır.[39]

    14) İnsanlar yeryüzünde zalim, gaddar ve mağrur olmamalıdırlar.
    Ka­sılıp, böbürlenmemelidirler. Zira, insan kasılarak ne ayağının altındaki
    toprağı yırtabilir ne de gururlanarak yükseklikte gökleri geçebilir.[40]

    İşte Rasûlullah (a.s.) Mi’rac’ta Cenab-ı Allah’tan aldığı ve
    dünyaya getirdiği mesaj bu ilkelerden ibaretti. Ve Rasûlullah (a.s.)’ın kısa bir
    süre sonra Medine’ye geçip üzerinde İslâm toplumu ve devletini kurduğu altın
    ilkeler bunlardı.

    31.1.13.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Hicret İçin Dua Etmesine Dair Yapılan Telkin

    Aynı İsra sûresinde Cenab-ı Allah, Rasûlullah (a.s.)’a aslında
    hicret duası olarak bilinen duayı öğretti. Tirmizî ile Hâkim’in Hz. Abdullah bin
    Abbas’a dayanarak kaydettikleri rivayete göre İsra’nın şu ayetinde Rasûlullah
    (a.s.)’a hicret izni verildi:

    “De ki: ‘Rabbim, beni sıdk girdirilişi ile girdir. Ve sıdk
    çıkarıcıyla çı­kar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım
    ihsan bu­yur.” (Ayet; 80)

    Bu duanın telkin edilişi gösteriyor ki, hicret zamanı iyice
    yaklaşmıştı. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, Rasûlullah (a.s.)’a şu
    nasihatte bulundu: “Sen öyle bir dua etmelisin ki, Sen doğruluğu hiçbir zaman
    terk etmeyeceksin. Çıktığın yerden doğrulukla çıkacaksın, girdiğin yere de
    doğrulukla gireceksin.” Daha sonraki cümlenin anlamı şudur:

    “Ya beni iktidara getir ya da bir iktidarı benim yardımcım yap;
    ki böylece dünyadaki bozuk düzeni değiştirebileyim. Fuhuş ve günahlara son
    verebileyim ve senin adaletini her tarafa yayabileyim”. Bu cümle gös­teriyor ki,
    İslâm’ın dünyada yapmak istediği değişiklik ve ıslâh sadece va­az ve telkinle
    yapılamaz; aksine bunun için siyasi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç vardır.
    Hadis-i şeriflerde de şu ifadeye rastlanıyor: “Allahu Teâlâ, hükümetin
    kuvvetiyle Kur’an-ı Kerim’in önleyemeyeceği şeyleri önler ve ortadan kaldırır.”
    Bu demektir ki, dinin hayatın her alanında yerleşmesi, İslâm’ın uygulanması ve
    Allah’ın koyduğu hududun icraatı için hükümete ve iktidara Tâlib olmak sadece
    caiz değil, aynı zamanda zaruri ve elzem­dir. Bu bakımdan, İslâm dininin tam
    manasıyla zafere ulaştırılması için si­yasi alanda mücadele edenlerin suçlanması
    ve onların dünyacı veya ikti­dar heveslisi olduğu yolundaki iddiaları tamamıyla
    cehalet ve dalalete da­yanıyor. İktidarı sadece kendisi ve maddi menfaati için
    isteyen elbette ki, iktidar heveslisi ve dünyacıdır. Ama, Allah’ın dinini her
    şeyden üstün kıl­mak için mücadele etmek dünyaya tapmak değil, Allah’a tapmanın
    ta ken­disidir.

    31.1.14. Mazlum
    Müslümanların Zafer Duası

    Yine Mi’rac sırasında Rasûlullah (a.s.)’a Bakara sûresinin son
    ayetleri bahşolundu. Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetine göre, bu ayetler şu
    dua ile son buluyor:

    “Ya Rabbi, bizi unuttuğumuz şey veya hatamızdan dolayı tutup
    sor­guya çekme. Ey Rabbimiz, bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük
    yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi af ve
    mağfiret eyle. Bize merhamet buyur. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı
    bize yardım et.” (Ayet; 286)

    Bu duanın Mekke’de küfr ile İslâm arasındaki savaşın en çetin
    safha­ya geldiği zaman müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslüman­lar
    her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye tabi tutuluyorlardı.
    Hicaz’ın her yeri ve her köşesi müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde
    bir müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz iş­kenceler reva
    görülüyordu. Bu şartlarda müslümanların Mevlalarına dua etmeleri istendi ve bunu
    isteyen bizzat Alemlerin Rabbi olduğu için müs­lümanlar bir nebze rahat nefes
    alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duayı öğreten Rabbleri bunun
    gerçekleşmesi için de mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda müslümanların
    metanet ve sabırları ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka tapmak
    suçundan müslümanların hedef ol­dukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan
    da bu duaya bakın, ki bun­da muhalif ve düşmanlar için tek bir kötü söz veya
    küfr yoktur. Bir yan­dan müslümanların çektikleri maddi ve manevî çileleri
    gözünüzde canlan­dırın, bir yandan da bu duanın sözlerine bakın, ki bunda
    dünyevi menfaat veya kazançtan hiçbir «ser yoktur. Bir tarafta o hakperestlerin
    perişan du­rumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere
    ba­kın. Sadece bu husus, o ilk müslümanların ne büyük ahlâki ve ruhani
    ter­biyeden geçtiklerini göstermeye yeter.

    31.1.15.
    Mi’râc’ın Bir Başka Cephesi

    Mi’rac’ın bir başka cephesi de var ki, bunu bu bahsimizde ele
    alma­mız yerinde olacaktır. Bunu aşağıda belirtmeye çalışacağız:

    31.1.15.1. Rasûlullah
    (a.s.)’ın Cebrail İle Görüşmesi

    Kur’an-ı Kerim’in Necm sûresinde Rasûlullah (a.s.)’ın Hz.
    Cebrail’i ilk kez asıl şekliyle gördüğüne dair malumat vardır. Bu surede
    Cebrail’in ilk önce ufukta görüldüğü, daha sonra Rasûlullah (a.s.)’a iki yaylık
    bir me­safeye kadar yaklaştığı ve o sırada kendisine Allah’tan vahiy getirdiği
    kaydedilmiştir. Bundan sonra şöyle denilmiştir:

    “Resulün kalbi, gördüğünü tekzip etmedi. Şimdi siz, onun gördüğü
    şeye karşı kendisini ile mücadele mi edeceksiniz?” (Necm; 11-12)

    Yani, Rasûlullah (a.s.), uyanık iken ve gün ışığında geçirdiği
    bu tec­rübeden sonra bunun bir bakış hatası, hayal veya Şeytan’ın bir hilesi
    oldu­ğunu düşünmedi. Rasûlullah (a.s.) bu meleğin Cebrail olduğu ve getirdiği
    mesajın Allah tarafında inen bir vahiy oluğu konusunda herhangi bir şüp­he veya
    tereddüde kapılmadı.

    Şimdi aklımıza bir soru geliyor. Hz. Peygamber (a.s.) geçirdiği
    bu fevkalâde tecrübe hakkında neden herhangi bir şüpheye veya tereddüde
    kapılmadı? Neden, bir an için duraklayıp gördüklerinin doğru olup olma­dığını
    araştırmadı? Neden gördüklerinin sadece bir rüya, hayal, görüntü, Şeytan’ın bir
    hilesi veya başka bir şey olduğunu sanmadı? Bu soruyu göz­den geçirdiğimiz
    zaman, Rasûlullah (a.s.)’ın herhangi bir kuşkuya kapılmamasının beş sebebi
    ortaya çıkar. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

    Bu vak’anın meydana gelişinin hârici şartları bunun doğru
    olduğunu gösteren mahiyette idiler. Rasûlullah (a.s.), bu tecrübeyi karanlıkta,
    murakabe, uyku veya dalgınlıkta geçirmemişti, aksine şafak söküyordu ve ken­disi
    tamamıyla uyanıktı. Hava açıktı ve her tarafta aydınlık vardı. Rasûlullah
    (a.s.), gün ışığında ve dünyanın herhangi bir şeyini görebileceği şekil­de
    Cebrail’i görmüştü. Nasıl ki gündüz bir insan nehir, dağ, insan, hayvan veya evi
    gördükten sonra herhangi bir şüpheye kapılmaz, Rasûlullah (a.s.)’da gözlerinin
    iyi görmediği kanaatına varmadı.

    İkincisi, Rasûlullah (a.s.)’ın iç dünyası da başından geçen bu
    tecrübe­yi doğrular nitelikte idi. Rasûlullah (a.s.), tamamıyla uyanık, akıl,
    zihin ve hislerinin yerinde olduğu bir sırada olanları görmüştü. Zihni boştu ve
    da­ha önceden böyle bir gözlem veya tecrübeden geçmemişti. Kafasını meş­gul eden
    başka bir şey de yoktu. Bu halet-i ruhiyede Rasûlullah (a.s.)’ın, gözlerinin
    gördüğü bir şeye şüphe etmesine gerek yoktu.

    Üçüncüsü, Rasûlullah (a.s.)’ın gördüğü şahsiyet de mükemmel ve
    muhteşemdi. Bu şahsiyet öylesine güzel, cazibeli, temiz, yakışıklı, parlak ve
    göz kamaştırıcıydı ki, Rasûlullah (a.s.) bunu hiçbir zaman aklına bile
    getirmemişti. Bu, onun tahmin ettiği ve hayal ettiğinden de daha güzel ve çekici
    bir şahsiyetti. Hiçbir cin veya şeytan böylesine mükemmel bir şekle giremezdi.
    Bu olsa olsa bir melek olacaktı. Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetine göre
    Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben Cebrail’i gördüm, öyle ki, sanki 600 kolu
    vardı.” (Müsned-i Ahmed). Başka bir rivayette İbn Mes’ud bu ifadeyi daha da
    açıyor ve diyor ki: “Cebrail’in kolu bütün ufuğu kaplayacak kadar büyüktü.”
    Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah da Ceb­rail (a.s.)’i “Şedid-ul Kuva” (Bünyesi
    Kuvvetli olan) ve “Zû-Mirratin” ola­rak tarif etmiştir.

    Dördüncüsü, Rasûlullah (a.s.)’ın gördüğü varlığın getirdiği
    mesaj ve talimat da onun doğru olduğunu kanıtlıyordu. Rasûlullah (a.s.)’ın bu
    varlık vasıtasıyla aldığı dünya ve kâinat ile ilgili bilgi daha önceden kendisi
    tara­fından bilinmiyordu, hatta bunun bir tasavvuru bile zihninde yoktu. Bu
    bakımdan kendi bilgi ve düşüncelerinin böyle bir varlık şeklinde ortaya çıktığı
    şüphesinin uyanması için bir sebep yoktu. Aynı şekilde bu bilginin Şeytan veya
    hemcinslerinden geldiği de düşünülemezdi. Zira, bir Şeytan insanlara şirk ve
    kötülükten meneden mesaj nasıl getirebilir? Bir şeytan, insanların Allah’a
    inanmasını, Ahiret’i düşünmesini, Cahiliyyet’in örf ve adetlerini terk etmesini,
    ahlâk ve fazilete önem vermesini nasıl isteyebilir?

    Beşinci ve en önemli sebep de şuydu: Cenab-ı Allah bir insanı
    pey­gamberlik makamına getirdikten sonra kalbinden her türlü vesvese, şüphe ve
    kuşkuyu çıkarır ve yerini güven ve inançla doldurur. Bu durumda bir peygamber ne
    görüyor ve ne duyuyorsa onların şekli ve mahiyeti hakkında herhangi bir
    tereddüde ve kuşkuya düşmez. Bir peygamber, Allah tara­fından gelen her emir ve
    talimatı bütün açık kalblilikle kabul eder. Bu emir ve talimat ilham ve vahiy
    şeklinde de olabilir ve gözle görülür bir gerçek gibi de. Bu durumlarda bir
    peygamber, Şeytan’ın her türlü müda­halesi ve fitnesinden mahfuz olduğundan emin
    olur. Kendisine gelen emir ve talimatın Rabbinden geldiğine yüzde yüz emin olur
    ve bu hususta her­hangi bir yanılgıya imkân olmadığını bilir. Nasıl ki, bir
    balık kendisinin suda yüzebileceğinden, bir kuş havada uçacağından ve insan
    kendisinin insan olduğundan emin olur, bir peygamber de Allah vergisi hissiyle
    ken­disinin peygamber olduğuna inanır. Bir peygamber, bir an için bile
    kendi­sini yanlış olarak peygamber sandığını düşünmez.

    Bundan sonra Necm sûresinde şöyle buyurulmuştur:

    “Yemin olsun ki, onu bir defa daha gördü. Sidret’ul Münteha
    yanın­da. Cennet’ul Me’va Onun (Sidre)nin yanındadır. O sidre, Allah’ın nuruy­la
    örtülmüştür. (Hz. Peygamber’in) gözü gördüğünden ne kaygı duydu, ne de şaştı.
    And olsun ki, Rabbinin alametlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü.” (Ayet;
    13-18)

    İşte burada Cebrail’in Rasûlullah (a.s.) ile asıl şekliyle
    görüşmesine temas edilmiştir. Buluşma yerinin adı “Sidret-ul Münteha” olarak
    gösteril­miştir. Ayrıca, bunun “Cennet-ul Me’vâ”ya yakın olduğu kaydedilmiştir.

    31.1.15.2. Sidret-ul
    Münteha

    “Sidre” Arapçada hünnapa veya lotus ağacına denir. Münteha da
    sıra­nın sonu manasındadır. “Sidret’ul-Münteha”nın sözlük anlamı böylece, “uç
    noktada veya sıranın sonunda bulunan hünnap veya lotus ağacı”dır. Allâme Alûsi,
    “Ruh’ul-Me’ani” isimli eserinde bunun açıklamasını şöyle yapmıştır: “Burada
    dünyaların bütün ilmi son buluyor ve bundan sonra ne varsa onları ancak Allah
    biliyor.” Hemen hemen aynı açıklamayı İbni Cerir kendi tefsirinde ve İbni Esir
    “en-Nihâye fi Garib-il Hadis vel-Eser” adlı kitabında yapmışlardır. Bizim için
    bu maddeler aleminin son sınırında hünnap veya lotus ağacının nasıl olduğunu
    bilmemiz mümkün değildir. Bunlar asılında Allah’ın kâinatının, bizim aklımızın
    eremeyeceği sırlandır. Her ne olursa olsun, bu ağacın mahiyetini açıklamak için
    insanların dilin­de “Sidre”den daha uygun bir kelime yoktu ve bunu Cenab-ı Allah
    aynen Hz. Peygamber (a.s.)’e tanımlamış oldu.

    31.1.15.3. Cennet-ul
    Me’va

    Cennet-ul Me’vâ’nın sözlük anlamı “oturulacak yer olan
    Cennet”tir. Hz. Hasan Basri’nin dediği gibi, bu Cennet Ahiret’te iman ve takva
    sahip­lerinin ikâmetgâhı olacaktır. Hasan Basri yukarıdaki ayetleri tefsir
    eder­ken söz konusu Cennet’in göklerde olduğunu ifade etmiştir. Katâde’ye gö­re
    ise Cennet, şehitlerin ruhlarının yerleşeceği yerdir ve Ahirette herkesin
    gideceği Cennet değildir, İbni Abbas (r.a.) da aynı ifadede bulunuyor ve diyor
    ki, Ahirette iman sahiplerine verilecek Cennet göklerde değil, yer­dedir.

    31.1.15.4. Sidre’de
    Allah’ın Tecellisi

    “O sidre, Allah’ın nuruyla örtülmüştür” deyimi gösteriyor ki, bu
    nur veya tecellinin şanı ve keyfiyeti anlatılmayacak kadar muhteşemdir. Bu öyle
    bir nur ve tecellidir ki, ne insan bunu tasavvur edebilir ne de insan dili bunu
    ifade edebilir.

    Yukarıdaki ayetlerde ayrıca Cenab-ı Allah’ın bu nur ve
    tecellisini gördükten sonra Rasûlullah’ın, ne gözlerinin kamaştığı ne de aşırı
    heyecan gösterdiği anlatılmıştır. Rasûlullah (a.s.)’ın kendi nefsine ve
    hislerine ha­kimiyeti o kadar mükemmeldi ki, dikkatini ve teveccühünü uğruna
    çağrıl­mış olduğu asıl amaç ve hedeften bir an bile ayırmadı. Rasûlullah (a.s.)
    hâşâ acemi bir seyirci gibi etrafında varolan sayısız nesne ve ilgi çeken
    şeylere bakmakla meşgul olmadı. Rasûlullah (a.s.) olgun ve tecrübeli bir kişi
    gibi davrandı ve asıl maksadını bir an bile gözünden uzaklaştırmadı. Yüce
    Allah’ın yeri büyük bir imparator veya padişahın muhteşem divânı ile bile
    mukayese edilemeyecek kadar ihtişam dolu idi ve Rasûlullah bu­rada soylu ve
    akıllı bir misafir gibi hareket etti.

    Son ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in Rabbinin belli başlı ayet
    veya işa­retlerini gördüğü kaydedilmiştir. Bu ayetten Rasûlullah (a.s.)’ın Yüce
    Al­lah’ı değil, onun ayet veya işaretlerini gördüğü anlaşılıyor. Burada
    anlatı­lanlara dikkat edildiği takdirde Rasûlullah (a.s.)’ın bu ikinci buluşma
    ve mülakatının, ilk defaki buluşmasında gördüğü aynı varlıkla olduğunu an­larız.
    Bu demektir ki, bu bölümün başında belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.) ilk
    defa ufukta gördüğü ve kendisine iki yaylık mesafeye kadar yak­laşmış olan
    varlık Allah değildi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın Sidret-ul Müntehâ’da
    gördüğü varlık da Allah değildi. Bu her iki yerde Rasûlullah (a.s.) Allah’ı
    gerçekten görmüş olsaydı, burada mutlaka açıklanmış olur­du. Zira, olayın
    ehemmiyeti ve azameti bunu gerektirirdi. Kur’an-ı Ke­rim’de Hz. Musa’nın
    hikâyesi anlatılırken, kendisinin Allah’ı görmek istediği ve kendisine şu cevap
    verildiği kaydedilmiştir: “Beni katiyyen göre­mezsin.” (A’râf; 143). Görüldüğü
    gibi bu şeref Hz. Musa’ya verilmemişti. Durum böyle iken, Hz. Peygamber (a.s.)
    gerçekten böyle bir şerefe nail olsaydı, bunun için açık ve kuvvetli ifade
    kullanılırdı. Ne var ki, Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’ı gördüğü Kur’an-ı Kerim’de
    hiçbir yerde anlatılmamış­tır. Hatta, İsrâ suresinde de Mi’rac’tan bahsedilirken
    Rasûlullah (a.s.)’a sa­dece bazı ayetler gösterildiği kaydedilmiştir. Yukarıdaki
    ayette de benzeri bir ifade kullanılarak “Rabbinin alametlerinin en büyüğünden
    bir kısmını gördü” denilmiştir.

    Bu sebeple, zahiren Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’ı görüp görmediği
    ko­nusunun tartışılmasına hiç imkân kalmıyor. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın
    Allah’ı mı, yoksa Cebrail (a.s.)’i mi gördüğünün tartışması için de herhangi bir
    imkân kalmıyor. Fakat bu hususta tartışmaya yol açan bazı hadislerdeki
    ifadelerdir. Biz bu hadisleri buraya sıra ile aktarıyoruz:

    31.1.15 .5. Hz. Ayşe
    (r.a.)’nin Rivayetleri

    Buhârî, Kitab’üt-Tefsir’de Hz. Mesruk’un, Hz. Ayşe’ye şöyle
    dediğini rivayet etmiştir: “Anneciğim, Hz. Peygamber (a.s.), Rabbini görmüş
    müy­dü?” Hz. Ayşe dedi ki: “Senin bu sorun benim tüylerimi diken diken etti. Sen
    bunu nasıl unutabilirsin ki, şu üç şeyi iddia eden herkes yalan iddiada bulunmuş
    olur? (Hz. Ayşe söz konusu üç şeyin ilkini ifade etti): “Muham­med (a.s.)’in
    Rabbini gördüğünü kim iddia ediyorsa yalan söylüyordur”. Bundan sonra Hz. Ayşe
    (r.a.) şu ayetleri okudu: “Gözler O’nu göremez” ve “hiçbir insan Allah ile kelâm
    edecek mevkiye sahip değildir. Ama va­hiy veya perde arkasından veya Allah’ın
    izniyle vahiy getiren bir melek vasıtasıyla olanlar hariç.”

    Bu hadisin bir kısmı Buhârî, Kitab’üt-Tevhid, Bölüm 4’de de yer
    al­mıştır. Buhârî’nin, Kitabu Bid’ul-Halk’da naklettiği Mesruk’un rivâyetinde
    deniliyor ki, “Ben (Mesrûk) Hz. Ayşe’nin bu sözlerini dinledikten sonra “peki, o
    zaman Allah’ın şu buyruğunun anlamı nedir?” diye sordum. “Sümme denha fatedellâ
    felânekâbe kavseyniev ednâ”. Hz. Ayşe dedi ki: “Bundan Cebrail kastedilmiştir. O
    her zaman Rasûlullah (a.s.)’a insan şek­linde gelirdi. Ama bir defasında asıl
    şekliyle göründü ve zaman bütün uf­ku kapladı.”

    Müslim’in, Kitab’ul-İmân, “Zikr-i Sidret-ul-Münteha” bölümünde
    Hz. Ayşe ile Mesruk’un bu konuşması daha etraflıca yer almıştır ve bunun en
    önemli bölümü şudur: Hz. Ayşe (r.a.) dedi ki: “Muhammed (a.s.)’in Rab­bini
    gördüğünü iddia eden kişi Allahu Teâlâ’ya büyük bir iftira yapar.”

    Mesrûk diyor ki: “Ben yere çömelmiştim. Bu sözü dinledikten
    sonra doğ­ruldum ve şöyle dedim: “Ümmül-Mü’minin, bu hususta acele etmeyin.
    Allahu Teâlâ, bunları söylememiş midir?” “ve legad re’ahu bil-ufuk-il mübi-ni ve
    lekad re’ahu nezleten uhrâ”. Hz. Ayşe dedi ki: Bu meseleyi ümmet­ten ilk önce
    ben Rasûlullah (a.s.)’a sormuştum. Rasûlullah demişti ki: “O Cebrail idi. Ben
    O’nu Allah’ın O’nu yarattığı şekli ile bu iki defadan başka görmedim. Bu iki
    defasında onun gökten indiğini ve büyük varlığının gökle yer arasındaki bütün
    boşluğu doldurduğunu gördüm.”

    İbni Merdûye’nin naklettiği Mesruk’un rivâyetinin kelimeleri
    şunlar­dır. Hz. Ayşe buyurdu: “Rasûlullah (a.s.)’a Rabbini görüp görmediğini
    so­ran ilk kişi bendim. Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki, “hayır, ben sadece
    Ceb­rail’in gökten indiğini gördüm.”

    31.1.15.6. Hz.
    Abdullah bin Mes’ûd’un Rivâyeti

    Buhârî, “Kitab’ut-Tefsir”, Müslim, “Kitab-ul İman” ve Tirmizî,
    “Tef­sir” bölümlerinde Zirr bin Hubeyş’in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin
    Mes’ud, “fekâne gâbe gavseyni ev ednâ”nın tefsirini şöyle kaydetmiştir:
    Rasûlullah (a.s.) Cebrail (a.s.)’in 600 kanadı olduğunu gördü. Müslim’in ikinci
    rivâyetinde “mâ kezebel-fuâdu mâ-re’â” ve “legad rea min ayat-i Rabbihi-l
    kübrâ”nın tefsirini, yine Zirr bin Hubeyş, Hz. Abdullah bin Mes’ûd bunlarda şu
    ifadeyi kullanıyor: “Rasûlullah (a.s.) buyurmuştur ki, ben Cebrail’i Sidret-ul
    Münteha’da gördüm, onun 600 kanadı vardı.” Aynı ifadeleri taşıyan başka rivayet
    Müsned-i Ahmed’de Şakik bin Seleme tara­fından naklolunmuştur. Bunda kendisi Hz.
    Abdullah bin Mes’ûd’un şöyle dediğini kaydetmiştir: “Rasûlullah (a.s.) diyordu
    ki: “Ben Cebrail’i asıl şekliyle Sidret’ul-Münteha’da görmüştüm.”

    31.1.15.7. Hz. Ebû
    Hureyre’nin Rivâyeti

    ‘Atâ bin Ebi Rebah, Hz. Ebu Hureyre’ye “legad re’ahu nezleten
    uhrâ”nın manasını sordu. Hz. Ebû Hüreyre dedi ki: “Rasûlullah (a.s.) Ceb­rail’i
    görmüştü.” (Müslim, Kitabul-İman).

    31.1.15.8. Hz. Ebû
    Zer’in Rivayetleri

    Hz. Ebu Zer Gifârî’nin iki rivâyeti, Abdullah bin Şakik
    vasıtasıyla İmam Müslim’in hadis kitabında yer almışlardır. Bunlardan birinde
    Hz. Ebu Zer’in, Rasûlullah (a.s.)’a şunu sorduğu kaydedilmiştir: “Siz Rabbini­zi
    görmüş müydünüz?” Rasûlullah (a.s.) da şu cevabı vermişti: “nurun enna erâhu”.
    ikinci rivayette de Hz. Ebu Zer’in sorusu üzerine Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
    buyurduğu belirtilmiştir: “Ra’aytu mirana”. Rasûlullah (a.s.)’ın ilk sözlerinin
    anlamını İbn ul-Kayyım, “Zad-ul Me’âd”da şöyle açıklamıştır: “Benim ve Rabbimin
    niyeti arasında nur vardı.” İkinci deyi­minin manası da şudur: “Ben Rabbimi
    değil, sadece nurunu gördüm.”

    Nesâî ile İbni Ebi Hâtim, Hz. Ebu Zer’in sözlerini şöyle
    nakletmişler­dir: “Rasûlullah (a.s.) Rabbini gönlüyle görmüştü, gözleriyle
    değil.”

    31.1.15.9. Hz. Ebû
    Musa el-Eş’arî’nin Rivâyeti

    Müslim, ‘Kitab ul-İman”da Hz. Ebû Mûsâ el-Eş’ari’nin şu rivâyeti
    yer almıştır: Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ’ya hiçbir
    mahlûkun bakışı varamamıştır.”

    31.1.15.10. Hz.
    Abdullah bin Abbas’ın Rivâyeti

    Müslim’in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Abbas, söz konusu
    ayet­lerin tefsirini beyan ederken şöyle dedi: “Rasûlullah (a.s.), Rabbini iki
    de­fa kalbiyle görmüştür.” Bu rivâyet Müsned-i Ahmed’de de yer almıştır.

    İbni Merdûye, ‘Atâ bin Ebi Rebah’a dayanarak Hz. Abdullah bin
    Ab­bas’ın şu sözlerine yer vermiştir: “Rasûlullah (a.s.), Allahu Teâlâ’yı
    gözle­riyle değil kalbiyle görmüştü.”

    Nesâî’de, İkrime, İbn Abbas’ın şöyle dediğini nakletmiştir.
    Allah’ın Hz. İbrahim (a.s.)’a “halil” ünvanını vermesine, Hz. Musa (a.s.) ile
    konuş­masına ve Muhammed Mustafa (a.s.)’yı kabul buyurmasına mı hayret
    edi­yorsunuz? (Hakim bu rivâyeti nakletmiş ve bunun doğru olduğunu
    söyle­miştir).

    Tirmizî’de yar alan Şa’bi’nin rivâyetine göre İbni Abbas bir
    toplantıda şöyle dedi: “Allahu Teâlâ kendi ru’yetini ve kelâmını Rasûlullah
    (a.s.) ile Hz. Musa arasında dağıtmıştır. Allah, Hz. Musa ile iki defa konuştu
    ve Muhammed (a.s.)’a iki defa göründü.” Hz. İbni Abbas’ın işte bu rivâyetini
    dinledikten sonra Hz. Mesrûk, Hz. Ayşe’ye gitti ve kendisine şu soruyu yöneltti:
    “Muhammed (a.s.) Rabbini görmüş müydü?” Ayşe (r.a.) dedi ki: “Sen öyle bir şey
    söyledin ki, tüylerim diken diken oldu.” Bundan sonra Hz. Ayşe ve Mesrûk
    arasında geçen konuşmayı daha önce naklettik.

    Yine Tirmizî’de, Hz. İbni Abbas’ın naklettiği diğer
    rivayetlerden bi­rinde şöyle denilmiştir: Rasûlullah (a.s.), Allahu Teâlâ’yı
    görmüştü. Başka bir rivayette ise, Rasûlullah (a.s.)’ın, Allah’ı iki defa
    gördüğü kaydedilmiş­tir. Üçüncü rivayette ise Rasûlullah (a.s.)’ın Rabbini
    kalbiyle gördüğü açıklanmıştır.

    Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. İbni Abbas’ın bir başka rivâyeti
    şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki, ben Rabbi Tebâreke ve Teâlâ’yı gördüm.”
    İkinci rivayette şöyle denilmiştir. Rasûlullah buyurdu “bu gece Rabbim en güzel
    şekliyle bana geldi.” Bu demektir ki, Rasûlullah (a.s.), rüyasında Cenab-ı
    Allah’ı görmüştür.

    Taberânî ve İbni Merdûye, İbni Abbas’ın şu rivâyetini
    nakletmişler­dir: “Rasûlullah Rabbini iki defa gördü. Birincisinde gözleriyle,
    ikincisin­de de kalbiyle.”

    31.1.15.11. Muhammed
    bin Ka’b el-Kurazî’nin Rivâyeti

    Muhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin rivâyetine göre Rasûlullah
    (a.s.)’a bazı sahabeler sordular: “Siz Rabbinizi gördünüz mü?” Rasûlullah (a.s.)
    cevap verdi: “Ben onu iki defa kalbimle gördüm.” (İbni Ebi Hatim). Bu rivâyeti
    İbni Cerir kendi ifadesiyle verirken Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle de­diğini
    kaydetmiştir: “Ben O’nu gözlerimle değil, kalbimle iki defa gör­düm.”

    31.1.15.12. Hz.
    Enes’in Rivâyeti

    İmam Buhârî, “Kitab-üt-Tevhid”de Mi’rac vak’asını anlatırken
    Şerik bin Abdullah vasıtasıyla Hz. Enes bin Mâlik’in bir rivâyetini şöyle
    naklet­miştir: “Rasûlullah (a.s.) Sidret ul-Müntehâya varınca Rabbil İzzet’e
    yak­laştı ve öylece kaldı. Öyle ki, iki yaylık, hatta daha az bir mesafe idi.
    Da­ha sonra Allah’ın Rasûlullah (a.s.)’a vahyettiği emirler arasında 50 vakit
    namaz kılmak da vardı.”

    Ne var ki, bu rivâyetin senedine ve metnine yapılan itirazların
    yanı sıra en büyük itiraz da bunun Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine tamamen aykırı
    olmasıdır. Zira, Kur’an-ı Kerim’de iki ayrı ru’yetten bahsedilmiştir. Bunla­rın
    ilki ufukta cereyan etti ve iki yaylık mesafe söz konusu oldu; ikincisi ise
    Sidret-ul Münteha yakınlarında vukû buldu. Fakat bu rivayet bu her iki ru’yeti
    karıştırıp bir ru’yet haline getirmiştir. Onun için, bu rivayet sırf Kur’an-ı
    Kerim’e aykırı olması sebebiyle derhal reddedilecek niteliktedir. (Bu hususta
    İmam Hattabi, Hâfız İbni Hacer, İbni Hazm ve Hafız Abdül-hak’ın itirazları
    dikkate değerdir.)

    Yukarıda naklettiğimiz diğer rivayetlere gelince, bunların en
    kuvvet­lisi, Hz. Abdullah bin Mes’ud ile Hz. Ayşe (r.a.)’ninkidirler. Zira, bu
    her iki değerli sahabe de bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesiyle her iki defa da
    Allah’ı değil, Cebrail’i gördüğünü açıklamışlardır. Bu rivayetler, Kur’an-ı
    Kerim’in ifadesine de uygundur. Ayrıca, bu rivayetler, Hz. Ebu Zer Gifârî ile
    Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’nin rivayetleriyle de doğrulanmış oluyor. Buna karşılık,
    Hz. İbni Abbas’a ait olduğu bildirilen ve hadis kitaplarında yer alan
    rivayetlerde tutarsızlık ve çelişki vardır. Zira, bazı yerlerde Rasûlullah
    (a.s.)’ın her iki defa Allah’ı kendi gözleriyle gördüğü kaydediliyor. Ama bazı
    diğer yerlerde ikisinin de bir kalp tecrübesi olduğu açıklanmış­tır. Yine bazı
    rivayetlerde ru’yetin birinde kalben birinde de gözlerle ol­madığı beyan
    olunmuştur. Ayrıca, bu rivayetlerden hiçbirisinde Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesine
    yer verilmemiştir. Bu rivayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’in sözleri geçtiği zaman
    da Kur’an-ı Kerim’in yukarıdaki iki ru’yetine temas edilmemiştir. Buna ilâveten,
    bir rivayetten anlaşılıyor ki, ru’yetlerin ikisi de uyanıklık halinde değildi.
    Bu sebeple yukarıdaki iki ayetin tefsiri yapılırken Hz. İbni Abbas’ın
    rivayetlerine güvenilmemelidir. Aynı şekil­de, Muhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin
    rivayetlerinde de Hz. Peygamber (a.s.)’in ifadeleri yer almakla beraber bunlarda
    bu ifadeleri duyan sahabe­lerin isimleri açıklanmamıştır. Buna ilâveten bu
    rivayetlerden birinde Rasûlullah (a.s.)’ın gözle hiçbir ru’yette bulunmadığı da
    kaydedilmiştir.



     




    [1]
    Burada şunu
    belirtmekte fayda vardır ki: Bi’set’ten sonra tesbit etmeye çalıştığımız
    tarih Buhârî ve Müslim’de Hz. Abdullah bin Abbas diyor ki Rasûlullah
    (a.s.)’a ilk vahiy geldiği zaman kendisi 40 yaşında idi. Rasûlullah, bundan
    sonra 13 yıl Mekke’de kaldı ve 10 yıl Medine’de. Bu kayda dayanarak biz de
    diyoruz ki Medine’ye hicret, Bi’set’ten sonra 13. yılın sonunda oldu.



    [2]
    Bk: Buhârî
    Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hatîm, Taberânî
    ve Bezzâr’da; Hz. Ebû Hureyre ve Hz. Mâlik bin Sa’sa’a’nın rivâyetleri. Bazı
    diğer rivâyetlere göre İsrâ, Rasûlullah’ın amcasının kızı, Ümm-ü Hanî binti
    Ebî Tâlib’in evinde bulundu­ğu sırada başlamıştı. Rasûlullah (a.s.) o zaman
    yatsı namazından sonra uyuyordu. İbni Cerîr Ebu Ya’lâ ve Taberânî bizzat
    Umm-i Hânîye ve Beyhakî, Hz. Ali’ye Hz. Abdullah bin Mes’ud’a ve Hz.
    Abdullah bin Abbas’a istinâden nakletmiştir. “Tabakat-ı İbni Sa’d” da
    Vakîdî’nin rivâyetine göre İs­ra, Şi’b-i Ebî Tâlib’de başlamıştı. Buhârî ve
    Müslim’de Hz. Ebû Zer ve Müsned-i Ahmed’de Hz. Übey bin Ka’b’ın rivâyetine
    göre, Cebrâil, evin çatısından içeriye girerek Rasûlullah’ı götürdü. Fa­kat
    bütün rivâyetlerde herhangi bir tezâd veya tenakuz yoktur. Ümmü Hanî’nin evi
    Şi’b-i Ebî Tâlib’de idi. Cebrâil aynı evin çatısından inmişti ve Rasûlullah
    henüz uykuda iken Mescid-i Ha­ram’a götürdü ve daha sonra yukarıdaki olay
    meydana geldi.



    [3]
    “Burak’ın bu
    özelliği bütün hadislerde aynıdır.



    [4]
    İbni Cerîr,
    Beyhakî, “Delâil’de, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, Nesâî, İbni
    ‘Âiz, “Meğazî”de, ve Süheylî “Ravdaül-Ünuffta diyorlar ki, Hz. İbrahim
    (a.s.) Burak üzerine bine­rek Hz. Hacer ve sütten kesilmemiş olan bebeği,
    İsmail’i Mekke’ye götürmüştü. Fakat bu yazarlar bu rivâyetin kaynağını
    göstermemişlerdir.



    [5]
    Müsned-i
    Ahmed, Tirmizî, İbn Hibbân, İbni Cerîr, İbni İshâk ve İbni Sa’d.



    [6]
    İbnî Cerir,
    Beyhakî, Nesâî, Hâkim, İbni Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr her an Rasûlullah’ın
    yanında olduğunu beyan etmişlerdir. Taberânî’de yer alan Abdurrahman bin Ebî
    Leylâ’nın rivâyetine göre Cebrail, Burak’ın arkasında idi ve Rasûlullah’ı
    önüne oturttu. Ebû Ya’lâ, Hâkim ve İbni Hibbân’ın Hz. Abdullah bin Mes’ud’a
    dayanarak naklettikleri rivâyete göre Cebrail önde oturu­yordu ve daha sonra
    Rasûlullah’ı arkasına oturttu. Tirmizî, Nesâî ve Müsned-i Ahmed’e yer alan
    Hz. Huzeyfe’nin rivâyetinde deniliyor ki, Rasûlullah ve Cebrail ikisi de
    Burağa binmişlerdi. Bu rivâyette kimin önde kimin arkada oturduğu izah
    edilmemiştir.



    [7]
    Bu rivâyet
    Hz. Enes bin Mâlik’e ait olup Nesâî’de yer almıştır. Beyhaki’deki Hz. Şeddâd
    bin Evs’in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah’ın, Tûr
    dağında değil, Medyen’de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifade olunmuştur.
    Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Musa (r.a.), iki kadının küçük baş
    hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu.



    [8]
    Bu olaylar
    zincirinin çeşitli bölümleri, hadis ve siyerlerde yer almıştır. Tafsilât
    için bk: Beyhakî, “Delâil” Taberânî, “Evsat”, İbni Cerir, İbni Hatim, İbni
    İshâk ve İbni Merduye.



    [9]
    Bak:
    Müsned-i Ahmed, Müslim, İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk,
    İbni Sa’d, İbni Merdûye. Bir başka rivâyete göre Cebrail bir kaya parçasına
    parmağını sokarak deldi ve Burağı oraya bağladı (Tirmizî, Hâkim, İbni Ebî
    Hâtim).



    [10]
    Bk: İbni
    Cerîr, Beyhakî, Taberânî, Nesâî, İbni Ebî Hâtim, Müsned-i Ahmed, İbni Sa’d.



    [11]
    Taberânî’de
    Hz. Suheyb, İbni Cerir’de Hz. Enes ve Ebu Hureyre ve İbni İshâk’ta çeşitli
    mümtaz ulemânın rivâyeti yukarıda anlattığımız gibidir. Fakat bu hususu
    rivâyetlerde bazı ihtilâflar vardır. İbni Cerîr, Beyhakî’de Hz. Sa’id bin
    Müseyyeb’in mürsel rivâyetinde de iki kaptan bahsedilmiştir. Fakat bu
    rivâyette deniliyor ki, bir kapta süt, diğerinde şarap vardı. İbn Ebî Hâtim,
    Bezzâr ve Taberânî’de Hz. Şeddâd bin Evs’in rivâyeti var. Bunda da iki
    kaptan bahsedilmiştir ama birinde süt diğerinde bal olduğu kaydedilmiştir.
    Buna karşılık, Müsned-i Ahmed, Buhâri ve Müs­lim’de Hz. Mâlik bin
    Sa’sa’a’nın rivâyeti var. Buna göre Sidret-ul Münteha da Rasûlullah’a üç kap
    takdim edildi. Birinde şarap, diğerinde süt ve üçüncüsünde bal vardı. Fakat
    bütün rivâyetlerde Hz. Peygamber’in sütü seçtiğinde ittifak edilmiştir.



    [12]
    Bk: İbni
    Cerir, Beyhakî, İbni Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, (Hz. Ebû Sa’id
    Hudrî’nin rivâyeti). Ancak İbni Ebi Hâtim Hz. Enes’e dayanarak naklettiği
    rivâyette Cebrail’in Hz. Peygam­ber’i elinden tutarak semâya götürdüğünü
    kaydetmiştir.



    [13]
    Bütün
    hadislerde, her semâ’nın kapısında Cebrail ile muhafız melekler arasında bu
    nevi konuşma geçtiği kaydedilmiştir. Melekler, gelenin Hz. Cebrail ve
    Rasûlullah (a.s.) olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açıyorlardı.



    [14]
    Buhârî,
    Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerir, Beyhaki, İbni Ebi Hâtim, İbni İshâk,
    Hâkim, Taberânî, Bezzâr (Muhtelif râviler).



    [15]
    Bu gözlem
    ve incelemelerin Kudüs’te mi yoksa, ilk semâda mı olduğuna dair rivâyetlerde
    biraz ihtilâf vardır. Ayrıca bütün bu gözlem ve incelemeler topluca
    anlatılmamıştır. Biz hepsini bir arada topladık. (Bk: Müsned-i Ahmed, İbni
    Mâce, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr, İbni
    İshâk, İbni Merdûye, Ebû Dâvûd. Râviler: Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa’id
    Hudrî ve Hz. Enes bin Mâlik).



    [16]
    Bk: Siret-i
    İbni Hişâm (İbni İshâk’a atfen) ve İbni Ebî Hâtim (Enes bin Mâlik’e atfen).



    [17]
    Müsned-i
    Ahmed, Buhârî ve Müslim, (râvî: Malik bin Sa’sa’a), Müsned-i Ahmed, Müs­lim,
    İbni Ebî Hâkim, İbni İshâk (râvi: Ebû Hureyre). Bazı rivâyetlerde bu
    peygamberlerin yerleri değişikti. Nesâî ile Müslim’de yer alan Hz. Enes bin
    Mâlik’in rivâyetine göre Dördüncü Semâ’da Hz. Harun ve Beşinci Semâ’da Hz.
    İdris (a.s.) vardı, İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebî Hâtim ve İbni Merdûye’de
    yer alan Hz. Ebû Sa’id Hudrî’nin rivâyetine göre ikinci Semâ’da Hz. Yusuf ve
    Üçüncü Semâ’da Hz. Yahya ve Hz. Îsa vardı.



    [18]
    Bk: Buhârî,
    Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, İbni Cerir, İbni Ebi Hâtim, İbni İshâk,
    İbni Merdûye.



    [19]
    İbni Ebi
    Hâtim ve Buhâri Kastallânî’nin “Mevâhib’de ifade ettiği gibi, Cebrail kendi
    ma­kamına vardıktan sonra Rasûlullah’a dedi ki, “Bundan sonra seninle Rabbin
    arasındaki iş kalıyor. Benim makamım burasıdır ve buradan öteye gidemem.”



    [20]
    Bütün
    hadislerde ilk etapta 50 vakit namazın farz olunduğu ifade olunmuştur, diğer
    bilgiler şu hadis kitaplarından, edinilebilir: Müslim, Nesâî, Tirmizî,
    Beyhakî, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni
    Merdûye.



    [21]
    Bu husus da
    bütün hadislerde ittifakla belirtilmiştir. Yani, Rasûlullah (a.s.) Hz.
    Musa’nın tavsiyesi üzerine her defasında gidip Allahu Tealâ’dan namazların
    azaltılmasını istedi, ta ki sayı­ları günde beş vakte indi ve Cenab-ı Allah
    bunların 50 vakit namaza eşit olduğunu söyledi. Fakat rivâyetlerde rakamlar
    değişiyor. Bazılarında her defasında 10, bazılarında 5 ve bazılarında birkaç
    namazın azaltıldığı ifade edilmiştir.



    [22]
    “El-Bidâye
    ven-Nihaye”, C. 3, s. 112-113.



    [23]
    Taberânî,
    İbni İshâk, İbni Sa’d ve Ebû Ya’lâ (Hz. Ümm-ü Hanî’nin rivâyeti).



    [24]
    Müsned-i
    Ahmed, Nesâî, Beyhakî, Bezzâr ve Taberânî’de Hz. İbni Abbâs’ın rivâyeti,
    İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebi Hâtim’de Ebu Said Hudrî’nin rivâyeti.



    [25]
    Müsned,
    Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve Beyhakî’de Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivâyeti,
    Müs­ned-i Ahmed ve Nesâî’de Hz. İbni Abbas’ın rivâyeti ve Beyhakî’de Hz.
    Ayşe (r.a.)’nin rivâyeti.



    [26]
    Hâfız İbni
    Kesîr’in “El-Bidâye ven-Nihâye”de anlattığına göre, Hz. Ebû Bekr, Kudüs’le
    ilgili bilgiyi, Rasûlullah (a.s.)’ın bunu aktarması halinde, müşriklerin
    ağızlarının kapanacağı düşün­cesiyle istemişti. Fakat Ebu Ya’lâ, Ümm-ü
    Hâni’ye dayanarak naklettiği rivâyette Beytül-Mukaddes (ya da Kudüs) ile
    ilgili bilgi isteyenin aslında Mutam bin Adinin olduğunu kaydetmiştir.
    Beyhakî, İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtim’in, Ebû Sa’id Hudrî’ye dayanarak
    verdiği bilgiye göre, Kudüs ile ilgili soruyu, Rasûlullah (a.s.)’ı
    yalanlamaya çalışan biri sormuş idi. Müslim’de yer alan Ebû Hureyre
    (r.a.)’nın rivâyetine göre topluluktakiler bu soruyu sordular, zira onlar
    Rasûlullah (a.s.)’ın hayatında hiçbir zaman Kudüs’e gitmediğini
    biliyorlardı, ayrıca gece vakti olduğu için Kudüs ile il­gili bilgi vermesi
    zorlaşacaktı. Bu sebeple, Kudüs ile ilgili sorular sorulunca Kudüs şehri
    Allah ta­rafından Rasûlullah’ın gözünün önüne getirildi ve kendisi bu şehrin
    her yöresini görerek sorulan cevaplandırabiliyordu. Nihayet, Rasûlullah’ın
    anlattıklarını Kureyşliler kabul etmek zorunda kaldı­lar. (Bak: Buhârî,
    Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerir, Tirmizî, Beyhakî, İbni Sa’d, İbni Ebî,
    Hâlim, Bezzâr, Taberânî, Nesâî).



    [27]
    İbni Ebî
    Hâtim Bezzâr, Taberânî ve Ebû Ya’lâ.



    [28]
    Bu sadece
    dinî bir akide değildi, aksine Rasûlullah’ın daha sonra Medine’de kurduğu
    siya­si ve içtimaî nizamın ilk ve en önemli ilkesiydi. Bu nizamın temeli
    zaten Yüce, Allah’ın bütün kâinatın rakipsiz mâliki olması ve bütün kâinatta
    O’nun kanunlarının geçerli olması ilkeleri üzerine kurulmuştu.



    [29]
    Bu ilke de
    İslâm sosyal düzeninin temelidir. İslâm aile düzeninin odağı ana ve babaya
    sevgi ve saygıdır. Bu temel ilkeye dayanılarak daha sonra ana-babanın
    haklarını belirleyen şer’î ka­nunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunların
    ayrıntıları hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca, İslâm toplumunun
    zihinsel ve ahlakî terbiyesi ve müslümanların âdâb, kültür ve medeniyetine
    Allah ve Resûl’den sonra en çok hürmet gösterilmesi gereken kişiler olarak
    ana ve babanın ehemmiyeti de yerleştirildi. Böylece, İslâm’da aile nizamı
    için sağlam bir temel sağlanmış oldu.



    [30]
    Bu ilkeye
    dayanılarak Medine’de kurulan İslâm toplumunda Sadakât-ı vacibe ve sadakât-ı
    nâfile ile ilgili emir ve kanunlar çıkarıldı; vasiyet, veraset ve vakıfın
    ilkeleri belirlendi, yetimlerin haklarının korunması için tedbirler alındı,
    her köy ve kasabada misafir ve yolcuların en az üç gün ağırlanması için özel
    tedbirler alındı. Buna ilâveten, ahlâkî terbiye ve diğer usullerle bütün
    toplum­da cömertlik, yardımlaşma, işbirliği, sevgi, saygı ve sakatlar ile
    hastaların bakımıyla ilgili kurallar yerleştirildi. Buna göre İnsanlar resmi
    kanunlara bakmaksızın kendi vicdanlarına göre insancıl gö­revlerini yerine
    getirecek kadar bilinçlenmiş oldular.



    [31]
    Medine’deki
    toplumda bu kurala son derece riayet edildi. Bir yandan savurganlık ve lüks
    yaşantı kanunen yasaklandı. Diğer yandan da aşırı tüketim önlenmeye
    çalışıldı. Sadece bu değil, devlet, kendi servetlerini iki elle, hesapsız
    kitapsız harcamaya çalışanlar için bazı kısıtlamalar ge­tirdi ve bu gibi
    savurganlıkta bulunanların mal ve topraklarının zaptı için kanunlar
    çıkarıldı ve uy­gulandı. Bunun yanı sıra toplum öylesine bilinçlendirildi
    ki, lüzumsuz israf olduğu zaman kamu oyundan sert tepki gelebiliyordu. Ahlâk
    kurallarının öğretilmesi sayesinde İnsanlar da servetlerini gereksiz yerde
    harcamaz oldular. Aynı şekilde cimriliğin önlenmesi için de hem kanunlara
    baş vu­ruldu hem halk, bunun kötü neticeleri hakkında bilinçlendirildi.
    Zaten bu eğitim ve bilinçlenme sa­yesindedir ki, bugün İslâm toplumunda
    cimrilik ile pintiler ve karaborsacılar ile stokçular diğer toplumlara
    nazaran en çok hor görülen kişilerdir.



    [32]
    Bu maddede
    önemli bir doğa kanununa işaret edilmiştir. Bu doğa kanunu Medine
    toplu­munda öylesine tabii bir şekilde kabul edildi ki, rızık dağılımı,
    başka bir deyimle gelir dağılımı ve üretim kaynaklan arasındaki farklılık
    kesinlikle bir adaletsizlik veya eşitsizlik olarak kabul edilme­di. Bu
    sebeple Medine toplumunda fakir ile zenginler arasındaki farkın kaldırılması
    veya sınıflar­dan arınmış bir toplumun kurulması için hiçbir çalışma veya
    çabaya gerek duyulmadı. Bunun yeri­ne, daha önce bahsettiğimiz 3,4 ve 5.
    ilkeye dayanılarak fertlerin ahlâkî açıdan terbiye edilmesine çalışıldı. Bu
    terbiye sayesinde fertler, gelir veya servet dağılımındaki farkın herhangi
    bir adaletsiz­likten kaynaklanmadığına inanmaya başladılar. Bu fertler aynı
    zamanda bu farkların birçok ahlâkî, manevî ve kültürel faydalan olduğunu da
    kabul ettiler.



    [33]
    Geçmiş
    çağlarda ve çağımızda da ekonomik ve sosyal sebeplerden dolayı kürtaj veya
    aile plânlamasına başvurulmasına bu madde böylece sünger çekmiş oluyor. Eski
    devirlerde açlık ve kıt­lık bebeklerin öldürülmesine yol açıyordu. Çağımızda
    ise çeşitli sloganlar altında kürtaj teşvik edili­yor. Fakat Mirâç’ın bu
    mesajında dünyanın nesillerini tüketmek için olumsuz yollara başvurmak­tansa
    üretim yol ile imkânlarını arttırması isteniyor.



    [34]
    Bu kural
    daha sonra İslâm hayat nizamının temel ilkelerinden biri haline geldi. Buna
    göre İslâm toplumunda zina ağır ceza davası oldu. Zinanın önlenmesi için
    “örtünme” (baş örtüsü veya çarşaf) kuralları meydana getirildi. Fuhuş’a yol
    açacak her türlü müstehcen fiil, hareket ve yayın ya­saklandı. Şarap ve
    müzik, dans, gösteri, heykelcilik ve ressamlıkla şehvanî hisleri kabartan
    yollar kapatıldı. Ayrıca öyle bir izdivaç kanunu çıkarıldı ki, bununla nikâh
    kolaylaştı ve zinanın toplumsal sebepleri ortadan kalktı.



    [35]
    Bu ilkeye
    göre İslâm Hukukunda cinayet ve intihar yasaklandı. Taammüden öldürme suç
    sayıldı. Hatâen (sehven) öldürme için diyet kuralı çıkarıldı. Katli bil-hak
    (vacip olan öldürme) beş şarta bağlandı. Bir, taammüden öldürme suçunu
    işlemiş olan kişi; iki, aleyhlerine savaş açılması gereken, dinin
    yayılmasını engelleyen kişilerin grubu; üç, evli olan bir erkek veya kadının
    zina yapmaları; dört, İslâm devletini devirmeye çalışan bir grup ve beş;
    müslümanlıktan dönen bir kişi. Bu suçları işleyenler Kadının kararına göre
    idama mahkûm olabilirler. Bunun için de muayyen ka­nun ve kurallar meydana
    getirildi.



    [36]
    Bu da
    sadece bir ahlâk kuralı olmayıp, İslâm devletinin gerek hukuki gerekse idari
    saha­larına giren bir kanun ve ilke idi. Bunun ayrıntıları da hadis ve fıkıh
    kitaplarında vardır. Ayrıca devletin genel olarak kendi kendine bakacak
    durumda olmayanlara, mesela dul, yaşlı, sakat ve malûllere bakması da
    gerekli kılındı.



    [37]
    Bu da
    sadece İslâm ahlâk nizamının mücerret ilkelerinden biri olmayıp ilerde İslâm
    dev­letinin hem iç hem dış politikasının temelini teşkil eden genel bir
    kural haline sokuldu.



    [38]
    Bu ilkeye
    göre İslâm devletinde geni; bir teftiş ve kontrol sistemi geliştirildi.
    Polis ve be­lediye teşkilâtları bu ilkeye riayet ederek çarşı, pazar, borsa
    ve ticaret merkezlerini geniş bir şekil­de denetim altında tuttular. İlgili
    kuruluş ve elemanlar hem ölçü ve tartı aletlerini kontrol ediyor, hem
    alışverişte asın kâr, stokçuluk, karaborsacılık, ve hileli malların satışını
    önlemeye çalışıyorlar­dı. Bu noktadan hareketle, hükümetin kendi ekonomik
    politikasını tesbit ederken her türlü haksız­lık ve adaletsizliği ortadan
    kaldırması hayati ilkelerden biri haline getirildi.



    [39]
    Bu kurala
    göre müslümanların tahmin, kıyas veya zan yerine ilim ve irfanla yollarını
    tes­bit etmeleri istenmiştir. Ahlâk, Hukuk mülkî idare, siyaset ve eğitim
    nizamında ilme ve irfana da-yanıldığı takdirde birçok hata ve yanılgıdan
    kurtulmak mümkündür. İslâm toplumu, kıyasa ve tah­mine dayanılarak
    işlenebilecek birçok hata ve uğranacak zararlardan kurtarılmıştır. Ahlâk
    alanında kıyas ve hayalden kurtulması için kimseye mesnetsiz iftira ve
    ithamda bulunulmaması istenmiştir. Hukuk sisteminde de yapılması gereken
    bütün tahkikat yapılmadan kimsenin suçlanmaması emr olunmuştur. Soruşturma
    ve kovuşturma için de bu kural geçerlidir ve kimse suçsuz yere kolluk
    kuvvetleri tarafından gözaltına alınmamalı ve dövülmemelidir. Yabancı
    uluslar içinde aynı kural geçerlidir. Onlar aleyhinde asılsız, yalan-yanlış
    propaganda yasaklanmıştır. Şüpheye dayalı dediko­du ve şikâyet
    yapılmamalıdır. Eğilim ve kültürde de müsbet ilimlerin dışında sadece kıyas
    ve zannlara dayanan ilim veya tecrübelerden kaçınılması istenmiştir.
    Kısacası, müslümanların her sahada ve her alanda gerçekçi olmaları
    istenmiştir.



    [40]
    Bu da
    sadece vaazdan ibaret olan bir şey değildi. Müslümanların kuvvet ve iktidar
    sahibi olduktan sonra gereksiz yerde kibirli ve gösteriş meraklıları
    olmamaları istendi. Bu emir ve buy­ruktan dolayıdır ki, Medine’de kurulan
    ilk İslâm devletinde en üst seviyedeki hükümdar sivil veya askerî yetkili en
    hafif kibir ve zulüm kokan sözler söylemediler ve buna benzer herhangi bir
    hare­kette bulunmadılar. Onlar her bakımından tevazu, alçak gönüllülük,
    nezaket, kibarlık ve ahlâk ile faziletin timsâliydiler.

  • HZ. PEYGAMBER’İN Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR


    Otuzuncu Bölüm: HZ. PEYGAMBER’İN Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR

    30.1. KUREYŞ’İN RASÛLULLAH (A.S.)’A UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM

    30.2. HZ. HAMZA (R.A.)’NIN İSLÂM’I KABUL ETMESİ

    30.3. HZ. ÖMER (RA.)’NIN İSLÂM’I KABUL ETMESİ

    30.3.1. Hz. Ömer (r.a.)’in Etkilendiği İlk Olay

    30.3.2. Hz. Ömer (r.a.)’in Habeşistan’a Hicret’ten Etkilenmesi

    30.3.3. Hz. Ömer (r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?

    30.3.4. Hz. Ömer (r.a.)’in Kendi İfadesi

    30.3.5. Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in Rivâyeti

    30.3.6. Hz. Ömer (r.a.)’in İslâmı Kabul Etmesinin Tarihi

    30.4. Şİ’B-İ EBÎ TÂLİB’DEKİ ESARET

    30.4.1. Ay’ın İkiye Bölünmesi

    30.4.2. Ebû Tâlib Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?

    30.4.3. İlâhi Kudretin Bir Belirtisi

    30.5. HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ TALİBİN VEFATI

    30.6. KÂFİRLERİN ZULMÜ

    30.7. EBÛ TALİB’İN VASİYETLERİ

    30.8. EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)’I HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR

    30.9. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. SEVDE (R.A.) İLE EVLENMESİ

    30.10. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. AYŞE (R.A.) İLE İZDİVACI

    30.10.1. Hz. Ayşe (r.a.) İle Nikâh’ın Tarihi

    30.10.2. Hz. Ayşe (r.a.)’nin Nikâhı Üzerine İtirazlar

    30.11. TAİF’E YOLCULUK

    30.11.1. Tabilerin Rasûlullah (a.s.)’a Büyük Zulüm ve İşkence Yapmaları

    30.11.2. Hz. Peygamber (a.s.)’in Acı Dolu Duası

    30.11.3. Rasûlullah (a.s.)’in Merhameti

    30.11.4. Hıristiyan Addâs’ın İslâmı Kabul Etmesi

    30.11.5. Cinlerin Kur’an-ı Kerim’i Dinlemeleri

    30.11.6. Dönüşte Rasûlullah (as)’ın Mekke’ye Girişi

    Otuzuncu Bölüm: HZ. PEYGAMBER’İN
    Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR

    Müslümanların Habeşistan’a ikinci hicretinden sonra Mekke’de çok
    az sayıda müslümanlar kalmışlardı. Bunlardan bazısı kadındı, İslâm düş­manları
    bu sıralarda tam kudurmuş durumda idiler. Onlar bir kere müslü­manların
    Habeşistan’a hicreti yüzünden öfkeliydiler. Bunun üstüne de Ha­beşistan’da
    müslümanlara rahat ve huzur içinde yaşamalarına izin veril­mişti ve onları
    getirmek için gönderdikleri heyet elleri boş dönmüştü. Öf­ke ve hırstan gözleri
    dönmüş olan Kureyşliler Rasûlullah (a.s.)’ı gittikçe sıkıştırmaya ve rahatsız
    etmeye başladılar.

    30.1. KUREYŞ’İN RASÛLULLAH (A.S.)’A
    UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM

    Buhârî’de yer alan Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre kendisi (Hz.
    Urve) Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a, müşriklerin Rasûlullah (a.s.)’a en
    çirkin ve en sert davranışını ne zaman gördüğünü sorunca, şöyle dedi: “Bir gün
    Hz. Peygamber (a.s.) Ka’be’nin avlusunda (başka bir rivayete gö­re Ka’be’nin
    duvarlarının yanında) namaz kılıyordu. Birden bire Ukbe bin Ebi Mu’ayt gelip
    boynuna bir kumaş parçası geçirip onu öldürmek içi sık­maya başladı. Fakat tam o
    sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.) yetişip Ukbe’yi uza­ğa attı.” Hz. Abdullah bin Amr’ın
    ifadesine göre, Hz. Ebu Bekr (a.s.) bu alçak ve deyyus ile boğuşurken şunları
    söylüyordu: “Sen bir kişiyi, yal­nızca Rabbim Allah’tır dediği için mi öldürmek
    istiyorsun?” İbn Cerir kendi tarih kitabında aynı olayı Ebû Seleme bin
    Abdurrahman’a istinaden nakletmiştir. Ancak Nesâî ile İbni Hâtim bu vak’ayı, Hz.
    Abdullah’ın ba­bası Hz. Amr bin el-As’a dayanarak az bir ifade farkıyla
    nakletmişlerdir. Bu ifadeye göre; bu çirkin hareketi Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerine
    bazı Kureyşliler topluca yapmışlardı; Hz. Ebu Bekr (r.a.) ise hem ağlıyor hem Hz.
    Peygamber (a.s.)’i korurken yukarıda bahsedilen sözleri söylüyordu.

    İmam Buhârî bu olayı kendi eserinde çeşitli yerlerde
    nakletmiştir. Bu olayın râvileri bazı yerlerde Hz. Amr bin el-As, bazı yerde de
    Hz. Abdul­lah bin Amr bin el-As’tır[1].
    Bir yerde Hz. Amr bin el-As’ın şu rivâyeti vardır: “Ben hiçbir zaman Kureyş’in,
    Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatına kastettiğini ve onu öldürmeyi plânladığını
    görmedim, ama bir defası ha­riç, Kureyşliler Kâ’be’nin gölgesinde oturmuşlardı.
    Rasûlullah (a.s.) ise Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Bu arada Kureyşliler
    birbirini Rasûlullah (a.s.)’a saldırmak için sıkıştırtmaya başladılar. Nihayet
    Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerinden kalktı ve çarşafını Rasûlullah (a.s.)’ın boynuna
    geçi­rip çekmeye başladı, öyle ki, Rasûlullah (a.s.) dizleri üzerine düştü.
    Bu­nun üzerine kâfirler arasında bir gürültü koptu. O sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.)
    koşarak geldi ve Rasûlullah (a.s.)’ın kollarını arkadan tutarak o gad­dar
    kişilere dedi ki: “Bu zâtı, sırf Rabbinin Allah olduğunu söylediği için mi
    öldürmek istiyorsunuz?” Sonra adamlar oradan dağıldılar. Rasûlullah (a.s.)
    namazını kıldıktan sonra kendisine tecâvüzde bulunanların yanından geçerken
    şunları söyledi: “Canım elinde olan Rabbime yemin ederek söy­lüyorum, ben size
    zebîh ile (kurban olmak için) gönderildim.” Ebû Cehil dedi ki, “Ey Muhammed, sen
    hiçbir zaman aptal değildin.” Rasûlullah ‘a.s.) da, “fakat sen onlardansın” diye
    karşılık verdi.” (Ebu Ya’lâ, İbni Hibbân, Taberânî ve Beyhakî de bu olayı Hz.
    Amr bin el-As’ın rivâyetiyle nakletmişlerdir).

    Sahih-i Buhârî’nin bir başka rivâyeti şöyledir: Müşrikler
    Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in mübarek saç ve sakalından kılları çektiler. Hazreti
    Ebû Bekr onu korumak için kalktı ve ağlayarak söylendi: “Bu adamı, sırf
    Rab­binin Allah olduğunu söylediği için mi öldürmek istiyorsunuz?” Rasûlullah
    (a.s) ise kendisine şöyle dedi: “Ey Ebû Bekr, canım elinde olan Rabbi­me yemin
    ederek söylüyorum, ben bunlara zebîh ile gönderildim”. Bunun üzerine kalabalık
    dağıldı.

    İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî’nin İbni İshâk’a
    dayanarak yazdıklarına göre Urve bin Zübeyr, Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a
    şöyle bir soru sordu: “Kureyş’in Rasûlullah (a.s.)’a gösterdiği husûmetin en
    şiddetli örneği hangisiydi?” Hz. Abdullah bin Amr dedi ki, ben günlerden bir gün
    Kureyşlilerin bir toplantısına gittim. Onların reisleri Kâ’be’nin duvarlarının
    gölgesinde idiler. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’tan bahsederken dediler ki,
    “vallahi, bu adama çok tahammül ettik. Artık dayanamayaca­ğız. Bu adam bizim
    aptal olduğumuzu söyledi, atalarımızda ayıp aradı. Dinimize lâf attı ve
    toplumumuzu böldü. Hakikaten biz sabretmişiz.” On­lar aralarında bunları
    konuşurken, Rasûlullah (a.s.) çıkâ geldi. Rasûlullah (a.s.) oraya gelince önce
    Hacer-i Esved’i öptü ve daha sonra Kâ’be’yi tavaf ederken Kureyşlilerin yanından
    geçti. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’a iğneleyici bir lâf attılar. Bunun Rasûlullah
    (a.s.) tarafından hoş karşılanmadığını gör­düm. Rasûlullah (a.s.) ikinci defa
    Kâ’be’yi tavaf ederken onlar yine lâf atınca, Rasûlullah (a.s.) durakladı ve
    şöyle dedi: “Ey Kureyşliler, beni dinliyor musunuz, elinde canım olan Rabbime
    yemin ederek söylüyorum, ben size kurban olarak gönderilmişimdir.” Abdullah bin
    Amr diyor ki : Rasûlullah (a.s.)’ın bu sözleri Kureyşlilere soğuk duş etkisi
    yaptı ve onlar dona kaldılar. Daha sonra, onlardan en çok konuşan biri ileriye
    gelip Haz­reti Peygamber (a.s.)’i yatıştırma için epeyce dil döktü, hatta şunu
    da söy­ledi: “Ey Ebu’l-Kasım, buralardan ses çıkarmadan geç. Sen daha önce
    ap­tal değildin.” Rasûlullah (a.s.) oradan sessizce ayrıldı. Ertesi gün bunlar
    yine orada toplandılar ve ben onlarla beraberdim. Onlar aralarında şöyle
    dediler: “Hiç hatırlıyor musunuz, bu adam (Hz. Peygamber) sizinle ilgili olarak
    ne kadar ileriye gitmiştir? Hatta dün bize neler demedi ki. Ama siz onu hiçbir
    şey olmamış gibi bıraktınız.” Kureyşliler kendisine hücum etti­ler ve “bize
    böyle böyle diyen sen misin?” Rasûlullah (a.s.) da “evet onları diyen benim”
    dedi. Bu arada, o hayvanlardan birinin, Rasûlullah (a.s.)’ın çarşafını
    yakasından tutarak sıktığım gördüm. Bu sırada Hz. Ebû Bekr (r.a.) duruma
    müdahale etti ve Rasûlullah (a.s.) için siper oldu. Kendisi ağlıyordu ve
    mırıldanıyordu: “Siz bu kişiyi, sadece Rabbim Allah’tır dedi­ği için mi boğmak
    istiyorsunuz.” Bundan sonra adamlar oradan dağıldılar. İşte tanık olduğum
    Kureyşlilerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yaptıkları en kötü muamele budur. (Müsned-i
    Ahmed’de bu olay aynı şekilde geçiyor).

    30.2. HZ. HAMZA (R.A.)’NIN İSLÂM’I
    KABUL ETMESİ

    İşte bu sıralarda, Hazreti Hamza (r.a.)’nın da İslâm dairesine
    girmesi­ne sebep olan bir vak’a meydana geldi. Tarihçiler, Hz. Hamza’nın İslâm’ı
    kabul ediş tarihi konusunda değişik ifade kullanmışlardır. İbni Hacer, “İsâb”de
    Hz. Hamza’nın, Bi’set’in ikinci yılında müslüman olduğunu yaz­mıştır. İbn Abd
    il-Berr önce 2. yıl yazmış daha sonra, Hz. Peygamber(a.s.) Dâr-ı Erkâm’a
    girdikten sonra Bi’set’in 6. yılında müslüman olduğu­nun bildirildiğini
    kaydetmiştir. Fakat İbni Sa’d, İbn-ul-Cevzi ve Utekî bu tarihin kesinlikle
    Bi’setten sonra 6. yıl olduğunu açıklamışların İbn-ul-Kayyım da “Zâd’ul Me’âd”da
    Hz. Hamza’nın İslam’ı kabul etme vak’asını müslümanların Habeşistan’a ikinci
    hicretinden sonra kaydetmiştir. Aynı görüşü İbni Esir, “Tarih’ul-Kâmü”de
    açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Hamza’nın müslüman olmasına yol açan olayın mahiyeti
    de olayın Bi’set’ten sonra 2. yılda meydana gelmediğini göstermektedir. Böyle
    bir olay ancak İslam ile Küfr arasındaki çekişmenin en çetin safhaya varmasından
    sonra meydana gelebilirdi çünkü. Bi’set’in ikinci yılında, Ebû Cehl, Hazret
    Peygamber (a.s.)’e küfretmek şöyle dursun, onunla göz göze gelmeye bile cesaret
    ede­mezdi. Olay şöyledir:

    İbni İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) bir gün Safâ
    yakınların­dan geçiyordu. (Bazı diğer rivâyetlere göre Hacûn’dan geçiyordu). O
    sıra­da Ebu Cehl, Hazreti Peygamber (a.s.)’e ana-avrat küfretmeye başladı ve hem
    kendisi hem dini hakkında çok kötü lâflar etti. Fakat Rasûlullah (a.s.) onun
    hezeyanlarına kulak asmadı. Bu haberi, Beni Teym’in bir reisi olan Abdullah bin
    Cud’ân’ın serbest bıraktığı bir hizmetçisi (bazı rivayetlere göre Hz. Hamza’nın
    kız kardeşi Hz. Safiyye veya iki kadın) Hz. Hamza (r.a.)’ya iletti. Hz. Hamza
    (r.a.) Kureyş kabilesinin en soylu, cesur ve şere­fine düşkün bir zatı idi.
    Rasûlullah (a.s.)’ın hem amcası, hem süt kardeşiy­di. Ayrıca, annesi de
    Rasûlullah (a.s.)’ın annesi, Amine’nin amca kızıydı. Hz. Hamza yaşça da Hz.
    Peygamber (a.s.)’den ancak 2-4 yaş büyüktü. Hz. Hamza (r.a.) Rasûlullah (a.s.)’ı
    çok seviyor ve sayıyordu. Ava meraklıydı ve yay ve okla avdan dönerken,
    kendisine Ebû Cehl’in küstahlığıyla ilgili haber ulaştı. Öfke içinde Harem’e
    gidip Ebu Cehl’in başına öyle bir yay darbesi vurdu ki, başı yarıldı; sonra
    şöyle dedi: “Sen ona küfrediyorsun ha! Al işte ben de onun dinine girdim ve o ne
    diyorsa ben de onu diyo­rum. Cesaretin varsa aynı küfürleri bana da yap.” Bunun
    üzerine Beni Mahzûm’un adamları galeyana geldiler ve kavga etmek istediler. Ama,
    Ebû Cehl dedi ki, “Bırakın Ebû Umâre (Hz. Hamza)’yi, ben onun yeğeni­ne
    hakikaten çok kötü küfürler ettim.” Taberânî ve İbni Ebî Hâtim’in rivâyetine
    göre Hamza (r.a.) şöyle dedi: “Benim dinim de Muhammed’in dini­dir. Cesaretiniz
    varsa beni durdurun bakalım.”

    “El-Meğâzi” yazarı Yunus bin Bukeyr, İbn İshâk’a dayanarak bu
    hikâyeyi daha etraflıca anlatmıştır. Buna göre, Hz. Hamza hiddet içinde namusu
    için İslâmiyet’i kabul etmişti. Ama eve döndükten sonra kendi kendine dedi ki:
    “Vallahi, ben Kureyş’in mümtâz reislerinden biriyim. Ben dinden dönen bir kişiye
    tabi oldum ve atalarımın dinini terk ettim. Bu­nun yerine ölseydim daha iyi
    olurdu.” Daha sonra Allah’a dua etti: “Ya Rab, eğer bu doğru yolsa kalbimi
    bundan yana yap. Değilse, bundan kur­tulmam için bir yol göster.” Hz. Hamza
    (r.a.) o gece Şeytan’ın vesvesesi yüzünden çok huzursuz kaldı, ta ki sabah oldu.
    Sabah Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve “yeğenim, ben şu anda içinden
    çıkılmayacak bir durumda­yım. Biliyorsun, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
    bilmeyen benim gibi bir adam için bu çok büyük bir meseledir.” Rasûlullah (a.s.)
    onun vesvese, şüphe ve tereddütlerini dinledikten sonra ona nasihatte bulundu;
    Allah’tan korkmasını istedi ve müslüman olmasından dolayı kutladı. Nihayet
    Allah, Hz. Hamza’nın kalbini imanla doldurdu. Ve nihayet, Hz. Hamza dedi ki,
    “senin doğru olduğunu ilân ediyorum.” (Bu olayı Beyhakî de Yunus bin Bukeyr ve
    İbni İshâk’a dayanarak nakletmiştir).

    30.3. HZ. ÖMER (RA.)’NIN İSLÂM’I
    KABUL ETMESİ

    Kureyş henüz bu büyük darbenin etkisinden kurtulmamışken ikinci
    bir büyük darbe daha yedi ve bir gün Hazreti Ömer bin Hattab (r.a.)’ın da
    müslüman olduğunu duyunca deliye döndü. Hz. Ömer (r.a.), İslâmiyete muhalefet
    eden cephenin en ağır toplarından biriydi ve iman edenlere zu­lüm etmekte önde
    idi. Kureyşliler ona büyük saygı gösteriyorlardı. Ara­bistan’da revaçta olan
    soylarla ve şecerelerle ilgili hesap tutmada uzman­dı. Kureyşliler onu bazı
    diplomatik faaliyetleri için dışarıya gönderirlerdi. Kabileler arasında kavga ve
    anlaşmazlıklarda arabuluculuk ve hakemlik görevlerini de yapardı ve verdiği
    kararlara büyük önem verilirdi. Çok güçlü, cesur ve yiğitti. İyi bir biniciydi.
    Büyük bir konuşma kabiliyetine sahipti ve usta bir hatipti. Kureyşliler, Hz.
    Ömer (r.a.) gibi bir şahsiyetin kendi kamplarından çıkıp karşı kampa geçeceğini
    akıllarının uçlarından bile geçirmemişlerdi. Fakat Allah’ın hikmeti böyle idi.
    Hz. Ömer (r.a.)’in iç dünyası değişiyordu ve kendisinin İslam ordusunun bir
    neferi olması için sahne hazırdı bile.

    30.3.1. Hz. Ömer
    (r.a.)’in Etkilendiği İlk Olay

    Müsned-i Ahmed ile Taberânî’de Hz. Ömer’in etkilendiği ilk
    olaydan söz edilmiştir. Bunu Hz. Ömer (r.a.) kendisi dile getirmiştir. O diyor
    ki, “ben İslâmiyet’i henüz kabul etmemişken bir gün Rasûlullah (a.s.)’ı
    rahat­sız etmek üzere evden çıktım. Ben oraya varınca Rasûlullah (a.s.) namaza
    kalkmıştı ve Hakka sûresini okuyordu. Ben arkasına geçtim ve kendisini sessizce
    dinlemeye çalıştım. Kur’an-ı Kerim’in sihri benim bütün vücudu­mu sarmıştı ve
    kendi kendime diyordum ki bu adam mutlaka bir şairdir, nitekim Kureyşliler
    kendisine bu lakabı takmışlardı. O sırada Rasûlullah’ın mübarek ağzından şu
    kelimeler çıktı:

    “Şüphesiz Kur’ân çok şerefli bir peygamberin sözüdür. O, bir
    şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz.” (Ayet; 40-41)

    O zaman dedim ki, kendisi mutlaka bir kâhindir. Tam o sırada
    Rasûlullah (a.s.) şu ayetleri tilavet ediyordu:

    “(O) bir kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz. O, alemlerin
    Rabbi Allah tarafından indirilmiştir.” (Ayet; 42-43)

    “Bu kelâmı dinledikten sonra İslam kalbime yerleşmeye başladı.”
    (Bu olayı İbni Sencer, kendi müsnedinde nakletmiştir.)

    30.3.2. Hz. Ömer
    (r.a.)’in Habeşistan’a Hicret’ten Etkilenmesi

    Hz. Ömer (r.a.)’in, İslâm’dan etkilendiği ikinci olay, İbni
    Hişâm’ın “Siret’inde İbni İshâk’tan, Taberânî’nin tarihinde ve İbn Esîr’in “Üsdül-Ğabe”sinde
    Hz. Leylâ binti Ebi Hasme (r.a.)’den naklolunmuştur. Hz. Leylâ, Hz. Ömer’in
    yakın akrabalarındandı ve kocası Hz. Amir bin Rebi’at-ul-‘Anzi ile beraber
    Habeşistan’a gitmişti. Hz. Leylâ’nın ifadesine gö­re, “ben hicret için
    eşyalarımı topluyordum ve kocam Amir bin Rebî’a bir iş için dışarıya çıkmıştı.
    Derken, henüz müslüman olmamış olan Hz. Ömer bize geldi. Biz onun elinden çok
    çekmiştik. Fakat o sırada o, bir yerde durup bizi seyrediyordu. Sonra lafa
    girdi, “Abdullah’ın annesi, gidi­yor musun?” “evet, sizler bizi çok rahatsız
    ettiniz ve bize çok zulüm etti­niz. Biz artık Allah’ın topraklarından birine
    gideceğiz. Umarız orada bu zorluklardan kurtuluruz” dedim. Bunun üzerine Hz.
    Ömer “Allah sizinle beraber olsun” dedi. Sesi titriyordu ve yüzü ağlamaklıydı.
    Bizim Mek­ke’den ayrıldığımızda belli ki çok üzülmüştü. Bundan sonra Amir
    gereken eşyaları getirince kendisine dedim ki, “Abdullah’ın babası, keşke sen
    Ömer’i görseydin. Bizim ayrılmamıza nasıl da üzülüyordu, zavallı. Az ön­ce
    burada idi.” Amir, benim, onun müslüman olmaya meyilli olduğunu sezip
    sezmediğimi sordu. Ben “evet” dedim. Amir dedi ki: “Biraz önce gördüğün adam,
    Hattab’ın eşeği müslüman oluncaya kadar müslüman olamayacaktır.”

    30.3.3. Hz. Ömer
    (r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?

    Hz. Ömer (r.a.)’in kafası karma karışıktı. Hak ile Batıl
    arasında boca­lıyordu. Bu zihnî yükten kurtulmak ve her şeyi bitirmek için
    Rasûlullah (a.s.)’ı öldürmeyi plânladı. İbni İshâk’ın ifadesine göre Hz. Ömer bu
    niyet­le kılıç kuşanarak evden çıktı. Ama yolda bizzat Hz. Ömer’in kabilesinin
    eşrafından olan ve gizlice müslümanlığı kabul etmiş olan Hz. Nu’aym bin Abdullah
    en-Nahhâm ile karşılaştı. Kendisi, “hayır ola, ne tarafa?” diye sordu. Hz. Ömer
    “Kureyş arasında ikilik yaratan, hepimizi enayi yerine koyan, dinimizi ayıplayan
    ve mabutlarımızı kötüleyen o sabi (dinsiz)’yi öldüreceğim.” Nu’aym dedi ki,
    “vallahi, senin nefsin seni aldatmıştır. Sen zannediyor musun ki, Muhammed
    (a.s.)’i öldürdükten sonra Abd-i Menaf seni sağ bırakacaktır? Sen önce kendi
    evine bak.” Hz. Ömer, “hangi eve?” diye sordu. Nu’aym dedi ki: “Senin enişten ve
    amcazaden Sa’id bin Zeyd ve kardeşin Fâtıma ikisi de müslüman olmuşlardır. Ve
    onlar Muhammed (a.s.)’e tabi olmuşlardır.” Hz. Ömer bunu duyar duymaz öfke
    içinde kız kardeşinin evine gitti. Orada Hz. Habbâb bin Erett önünde bir kumaş
    par­çası açıp oturuyordu. Kumaş parçasında Tâhâ Sûresi yazılıydı. Erett bun­dan
    Hz. Fâtıma’ya okuyordu. Hz. Ömer (r.a.)’in gelişi belli olunca Hz. Habbâb evin
    bir köşesinde saklandı ve Hz. Fâtıma ise Kur’an’ın yazılı ol­duğu kumaş
    parçasını baldırının altına sakladı. Fakat Hz. Ömer o zamana kadar Hz. Erett’in
    kıraatını duymuştu. İçeriye girdikten sonra, “biraz önce duyduğum ses neydi?”
    diye sordu. Hz. Fâtıma ile Hz. Sa’id (r.a.) dediler ki öyle bir ses yoktu. Hz.
    Ömer dedi ki: “hayır vardı”. Sonra şunları ekle­di: “Duyduğuma göre siz ikiniz
    Muhammed (a.s.)’in dinine tâbi olmuşsu­nuz.” Bunu dedi ve eniştesini dövmeye
    başladı. Hz. Fâtıma (r.a.) kocasını kurtarmak isteyince o da dayak yedi; öyle ki
    başı yaralandı. Bu noktada karı koca dediler ki: “Evet biz müslüman olduk ve
    Allah’ın Rasûlüne iman ettik. Artık sen ne istersen yap.” Hz. Ömer (r.a.) kız
    kardeşinin başından kan aktığını görünce yaptığı hatadan pişman oldu ve az önce
    okudukları Kur’ân parçasını getirmesini söyledi: “Bakayım, Muhammed (a.s.)’in
    ge­tirdiği şey ne imiş” dedi. Hz. Ömer (r.a.) okuma yazma bilen bir kişiydi ve
    Kur’an’ı okumak istiyordu. Fakat kız kardeşi dedi ki: “Senin bunu
    kay­bedeceğinden endişe ediyoruz”. Hz. Ömer dedi ki: “Hiç endişelenme” ve
    mâbudlarına yemin ederek bunu geri vereceğini söyledi. Kız kardeşi bu arada
    ümitlenmişti, belki Ömer müslüman olur diye. Onun için kendisine dedi ki:
    “Sevgili kardeşim, sen müşrik olduğun için temiz değilsin. Halbu­ki, bu kitaba
    ancak temiz İnsanlar el sürebilir.” Bunu duyunca Hz. Ömer banyo yaptı ve Hz.
    Fatma kendisine Kur’an-ı Kerim’in o parçasını verdi. Hz. Ömer, Tâhâ sûresinin
    henüz ilk bölümünü okumuşken, “ne kadar gü­zel ve şahane bir belagattır bu”
    dedi. Hz. Habbâb bin Erett, “ey Ömer, öy­le sanıyorum ki Rasûlullah (a.s.)’ın
    duasının gerçekleşme ânı gelmiştir. Çünkü ben Rasûlullah (a.s.)’ın dün böyle dua
    ettiğini duydum: “Ya Rabb, Ebu’l-Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) veya Ömer bin Hattab
    vasıtasıyla îs-lâm’ı teyid et.” Onun için ey Ömer gel, Allah’a gel.” Hz. Ömer,
    “Beni Mu­hammed (a.s.)’e götürün ki, müslüman olayım” dedi. Hz. Habbâb bin Erett
    dedi ki, “kendisi Safa yakınlarında bir evde (Dâr-ı Erkam) bazı sahabeler­le
    oturuyor.” Böylece Hz. Ömer, belinde kılıç asılı vaziyette Rasûlullah (a.s.) ve
    arkadaşlarının bulunduğu eve itti ve kapıyı çaldı. Sahabelerden biri kalkıp
    dışarıya göz attı. Baktı Hz. Ömer belinde kılıçla bekliyor. Çok korktu ve geriye
    dönüp Rasûlullah (a.s.)’a haber verdi. Hazreti Hamza de­di ki: “Müsaade edin,
    gelsin. Niyeti iyiyse biz de kendisine iyi muamele ederiz. Yok niyeti bozuksa,
    onun kılıcıyla onun işini bitiririz.” Rasûlullah (a.s.) da dedi ki: “Gelsin”.
    Verilen emre uyuldu ve Hz. Ömer içeriye alın­dı. Hz. Ömer içeriye girer girmez,
    Hz. Peygamber (a.s.) onun çarşafının bir ucunu sımsıkı eline alarak sordu: “İbni
    Hattab, seni buraya getiren ne­dir? Vallahi bana öyle geliyor ki Allah sana
    büyük bir âfet göndermediği sürece sen vazgeçmeyeceksin.” Hz. Ömer dedi ki: “Ya
    Rasûlullah, ben Allah ve Rasûlüne ve Rasûlün talimatına iman etmek için
    huzurunuza gel­miş bulunuyorum.” Bunu duyunca Rasûlullah (a.s.) “Allahu Ekber”
    diye seslendi. Bu tekbir sesiyle evdeki herkes Hz. Ömer’in müslüman olduğu­nu
    anlamış oldu. Müslümanlar buna çok sevindiler. Hz. Hamza (r.a.)’dan sonra Hz.
    Ömer’in de müslüman olması müslümanların gücüne güç kattı. İbni İshâk Medine’li
    ravilerin Hz. Ömer’in İslâm’ı kabul etmesiyle ilgili ri­vayetlerinin bundan
    ibaret olduğunu belirtiyor. Hâfız Ebû Ya’lâ bu rivâyeti Hz. Enes bin Mâlik’e
    dayanarak nakletmiştir. Bezzâr ise bizzat Hz. Ömer’in ifadelerini kullanmıştır.

    30.3.4. Hz. Ömer
    (r.a.)’in Kendi İfadesi

    Bezzâr, Taberânî, Beyhakî, İbni Asâkir, Ebû Nu’aym ve Dârekutnî;
    Hz. Enes bin Mâlik, Ömer’in mevlası Eslem ve vs.’ye dayanarak bizzat Hz. Ömer’in
    kendi ifadesiyle İslâmiyet’i kabul etmesinin hikâyesini kay­detmişlerdir. Bu
    ifade, çok ufak tefek ayrıntıların dışında yukarıda naklet­tiğimiz İbni İshâk’ın
    rivâyetinin aynısıdır. Yine de, Ebu Nu’aym ve İbni Asâkir’in Hz. Abdullah bin
    Abbas’a dayanarak naklettikleri Hz. Ömer’in rivâyetinde şu ilave bilgiler
    vardır: “Ben müslüman olduktan sonra Rasûlullah (a.s.)’a dedim ki, “ya
    Rasûlullah ister ölelim ister kalalım, biz Hak üzerinde değil miyiz?” Rasûlullah
    (a.s.) dedi ki, “canım elinde olan Rab­bime yemin ederim, siz ölseniz de,
    kalsanız da, Hak üzerindesiniz.” Ben dedim ki, “o zaman, ya Rasûlullah (a.s.),
    gizlenmemize ne gerek vardır? Biz hak üzerinde ve onlar batıl üzerinde iken
    dinimizi niçin saklayalım?” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “Ey Ömer, sayımız çok
    azdır ve bizim hangi şartlar altında yaşadığımızı görüyorsun.” Ben arz ettim:
    “Sizi Hak ile be­raber peygamber olarak öndermiş olan Rabbime yemin ederim,
    bundan sonra, daha önce küfrümle oturduğum hiçbir toplantıyı bırakmayacağım.
    Artık oralarda İslâm’la oturacağım.” Daha sonra biz iki grup halinde ora­dan
    çıktık. Bir grupta Hz. Hamza (r.a.) ve bir gurupta ben vardım. Bu şe­kilde
    Mescid-i Haram’a girdik. Kureyşliler bizi böyle görünce beyinlerin­den vurulmuşa
    döndüler. Çok üzüldükleri ortadaydı.” Bu olayı İbn Mâce ile Hâkim ve İbni Sa’d
    biraz değişik şekilde aktarmışlardır. İbni Hişâm, Hz. Ömer’in şu ifadesini de
    nakletmiştir: “İslâmiyeti kabul ettiğim gün dü­şündüm ki, Rasûlullah (a.s.)’ın
    en ezeli düşmanını İslâm’a davet edeyim. Bunun üzerine doğru Ebu Cehl’e gittim
    ve evinin kapısını çaldım. Ebu Cehl beni görünce her zamanki hoş tavrıyla, “Hoş
    geldin yeğenim, hayır ola ne için geldin?” diye sordu. Ben de ona dedim ki, “ben
    müslüman ol­dum, bunu sana haber vermeye geldim.” Ebu Cehl, “lânet olsun sana ve
    senin getirdiğin şeye” dedi ve pat diye kapıyı kapattı.”

    30.3.5. Hz.
    Abdullah bin Ömer (r.a.)’in Rivâyeti

    İbni İshâk, Nâfi’e dayanarak Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in
    rivâyeti­ne nakletmiştir, ki bunun bazı değişik kısımları şöyledir: “Hz. Ömer
    (r.a.) İslâmiyeti kabul ettikten sonra arkadaşlara sordu: “Kureyşten haberleri
    en süratli şekilde yayan kişi kimdir?” Arkadaşlar Cemil bin Ma’mer bin Ha­bib
    el-Cumahi’nin adını verdiler. Hz. Ömer bu zâtı aramaya çıktı. Ben (Hz. Abdullah)
    de peşinde idim. Ben o sıralarda bir şeyi görüp anlayacak yaşta idim.[2]
    Hz. Ömer, Cemil’i buldu ve ona dedi ki: “Ben müslüman oldum ve Muhammed’in
    dinini kabul ettim.” Bunu duyar duymaz Cemil sessizce yerinden kalktı ve
    bulunduğu yerden ayrıldı. Hz. Ömer onun pe­şinde idi, ben de onların peşinde. O
    adam Mescid-i Haram’a vardıktan sonra, “ey Kureyşliler” diye bağırdı. Kureyşli
    kabile reisleri o sırada Kâ’be’nin etrafında gruplar halinde oturuyorlardı.
    Onlar, Cemil bin Ma’mer’in sesini duyunca dikkatlerini ona çevirdiler. O dedi
    ki, “haberiniz olsun, Ömer dinden dönmüştür.” Hz. Ömer arkasından bağırdı:
    “Hayır, bu adam yalan söylüyor, ben dinimden dönmedim. Ben sadece müslüman
    ol­dum ve ilân ediyorum ki Allah’tan başka bir ilah yoktur ve Hz. Muham­med
    (a.s.) O’nun kulu ve Rasûlüdür.” Bunun üzerine kavga çıktı. Kureyş­liler Hz.
    Ömer’i dövüyordu, Hz. Ömer de gücü yettiği kadar onları hırpalı­yordu. Nihayet
    güneş yükseldi ve Hz. Ömer yorulup oturdu. Adamlar onun etrafında oturuyor veya
    ayakta duruyordu. Hz. Ömer de diyordu ki, ne isterseniz yapın. Bu arada
    Kureyşlilerden ihtiyar ve muhterem bir zât öne çıktı ve kalabalıktan meselenin
    ne olduğunu öğrenmek istedi. Kalaba­lık dedi ki, “Ömer dinden dönmüştür.” O zât
    dedi ki, “Allah Allah ne oldu yani? Bu adam istediği dini seçmiştir. Onun işine
    ne karışıyorsunuz, Beni Adiyy’in kendi adamını size teslim edeceğini mi
    sanıyorsunuz? Bırakın onun peşini.” Bu sözler üzerine kalabalık dağıldı. Ben
    babama bu adamın kim olduğunu sordum. “Oğlum, o As bin Vâil Sehmi (Amr İbn ul-As’ın
    babası) idi” dedi babam.” Taberânî ile Bezzâr, Abdullah bin Ömer’in bu
    rivâyetini özetleyerek nakletmişlerdir.

    Buhârî’de yer alan Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in rivâyetindeki
    bazı yeni bilgiler şunlardır: “Hz. Ömer (r.a.) evinde korku içinde otururken,
    Cahiliyye döneminde bizim müttefikimiz olan As bin Vâil kendisine geldi ve niçin
    böyle oturduğunu sordu. Hz. Ömer dedi ki, “senin adamların beni öldürmek
    istiyorlar, zira ben müslüman olmuşumdur.” As bin Vâil Sehmi dedi ki, “ben sana
    emân verdiğim için kimse sana el kaldıramaz.” As ken­dilerine ne istediklerini
    sordu. Onlar dedi ki, “biz Ömer’in işini bitirmek istiyoruz. O dinden
    dönmüştür.” As bin Vâil Sehmi onları sert bir dille uyardı ve dedi ki: “Kimse
    Ömer’e el kaldıramaz.” Bunun üzerine herkes dağıldı.”

    30.3.6. Hz. Ömer
    (r.a.)’in İslâmı Kabul Etmesinin Tarihi

    Hz. Ömer (r.a.) İslâmiyet’i, Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin
    6. yılın­da kabul etmiştir. Nitekim, İmam Nevevî, “Tezhib’ul-Esmâ”da ve “el-Lugât”ta
    ve Molla Ali Kâri “Erba’in-i Nevevî’nin Şerhi’nde bunu yazmış­lardır. Bazı
    yazarlar, Hz. Ömer’in, Hz. Hamza’nın müslüman olmasından üç gün sonra, bazıları
    da üç ay sonra İslâmiyet’i kabul ettiğini belirtmişler­dir. Fakat Ebû Nu’aym
    İsfahani, Hz. Abdullah bin Abbas’ın bizzat Hz. Ömer’e İslâmiyet’i ne zaman kabul
    ettiğini sorduğunu ve kendisinin Hz. Hamza’dan üç gün sonra müslüman olduğunu
    anlattığını kaydetmiştir. İbni Sa’d, Eslem (r.a.)’e dayanarak Bi’setten sonra
    Zilhicce 6 tarihini vermiştir. Fakat, bu olayın bundan daha önce geçmiş olması
    ihtimali vardır. Süheylî, Hz. Ömer’in müslüman olduğu sırada Rasûlullah (a.s.)’ın
    etrafın­da sadece 40 müslüman bulunduğunu yazmıştır. Vâhidi ise buna 10 kadı­nı
    eklemiştir. Ancak Hâfız İbni Hacer, “Menâkıb-ı Ömer” adlı eserinde İbni Ebi
    Hayseme’ye dayanarak Hz. Ömer’in şu sözlerini nakletmiştir: “Rasûlullah (a.s.)’ın
    yanında 30 kişi vardı. Ben onlara katılarak 40 sayısını tamamladım.” Pek
    mümkündür ki, Hz. Ömer ancak bu kişilerin müslüman olduğunu biliyordu. Zira
    birçok müslüman din ve imanlarını gizli tutuyor­du.

    30.4. Şİ’B-İ EBÎ TÂLİB’DEKİ ESARET

    Bu sıralarda Kureyş’in öfke ve hiddeti dorukta idi. Zira onların
    bütün oyunlarına, entrika, baskı, zulüm ve işkencelerine rağmen İslâmiyet
    gün­den güne gelişiyordu. Bu durum sadece Mekke’ye mahsus değildi. Mek­ke’nin
    dışındaki kabileler de İslâm camiasına giriyorlardı. Ayrıca müslü­manların adı
    ve sanı Habeşistan’a kadar duyulmaya başlamıştı. Habeş Kralı Necâşî,
    müslümanların hamisi olmuştu. Habeşistan’dan da bazı Hıristiyanlar heyet halinde
    Mekke’ye gelip müslüman olmaya başlamışlardı. Bunun yanı sıra, Hz. Hamza (r.a.)
    ile Hz. Ömer gibi yiğit ve namlı kabile reislerinin İslâmı kabul etmesi
    müslümanları hayli cesaretlendirmişti. İbn Ebi Şeybe ile Taberânî, Hz. Abdullah
    bin Mes’ûd’un şu sözlerini naklet­mişlerdir: “Vallahi, Hz. Ömer İslâmiyet’i
    kabul edinceye kadar Beytul­lah’ın etrafında namaz kılamıyorduk.”

    Bütün bu faktörler birleşerek Kureyşlileri o kadar çileden
    çıkardı ki, onlar bir mahzer (vesika) hazırladılar. Bu mahzer, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in ailesinin ve diğer müslümanların boykot edilmesinin ilânıydı. Bu
    mahzere imza koyanlar, Beni Hâşim ve Beni el-Muttalib Hz. Muhammed (a.s.)’i
    kendilerine teslim etmedikçe bu iki aile ile her türlü ilişkilerini, ev­lilik
    bağları, konuşma, alış veriş ve diğer sosyal ve ekonomik bağlarını keseceklerini
    ilân ettiler. Kureyş’in bütün ailelerinin reisleri bu belgeyi tasdik ettiler ve
    bunu Kâ’be’ye astılar. İbni Sa’d ile İbn Abd-il-Berr’in ifadesine göre bu olay 1
    Muharrem, Bi’setten sonra 7. yılda[3]
    cereyan et­mişti.

    Mûsâ bin Ukbe, İmam Zührî’ye dayanarak “Meğâzi”de demiştir ki,
    Ebu Tâlib Kureyşlilerin Hz. Muhammed (a.s.)’in canına kastettiklerini duyunca
    Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’i topladı ve onların Hz. Muham­med (a.s.)’i
    yanlarına alıp Şi’b-i Ebi Tâlib’te[4]
    toplanmalarını onu bu son nefeslerine kadar korumalarını istedi. Ebu Tâlib’in bu
    önerisini her iki aile de kabul etti ve ailelerde yer alan ister müslüman, ister
    kâfir olsun herkes Şi’b-i Ebi Tâlib’e çekildiler. Kureyş’in, diğer kabile
    reislerinin yukarıda bahsedilen mahzeri o zaman imzalayıp Kâ’be’ye astığı
    rivayet ediliyor[5].

    Bunun aksine İbni Sa’d, Vakıdi ile İbni İshâk’ın şu rivâyetini
    naklet­miştir: Kureyşliler önce Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot
    edil­mesine ilişkin belgeyi hazırladılar ve daha sonra iki aile Ebu Tâlib’in
    di­rektifi üzerine Şi’b-i Ebi Tâlib’te mahsur kaldılar. Aynı ifadeyi, İbni Abd
    il-Berr kendi siyer kitabında kullanmıştır. Ebû Leheb, bu kritik ânda
    aile­sinden uzak kaldı ve gidip Kureyşli boykotçulara katıldı. Beni Abd-i
    Menâfin geriye kalan iki ailesi Beni Abd-i Şems ile Beni Nevfel de kendi
    soylarından uzak kaldılar ve düşmanlarına katıldılar.

    İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak Beni Hâşim ile Beni
    el-Mutta­lib’in mahsur kalmalarının müddetini 2-3 sene olarak göstermiştir.
    Ancak, İbni Sa’d ile Mûsâ bin Ukbe bu müddetin kesinlikle üç olduğunu tesbit
    et­miştir. Bütün bu süre içinde Kureyşlilerin muhasarası bütün acımasızlı­ğıyla
    devam etti. Şi’b-i Ebi Tâlib’tekiler öylesine boykot ve tecrit edildiler ki,
    onlara bütün ikmal yolları kesildi. Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre dışardan
    tüccar ve satıcılar gelince Mekkeliler onların etrafını sarar ve bü­tün yiyecek,
    içecek, giyecek türünden mallarını satın alırlardı, ki muhasa­ra altındakilere
    bir şey kalmasın. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ebu Le­heb, Mekke’ye gelen
    tüccarlardan muhasara altındakilerden mallarının normal fiyatının beş-altı
    mislini isterdi. Fiyat bu kadar yüksek olunca ku­şatılmış kişiler istedikleri
    mallan alamıyorlardı. Daha sonra da Ebu Leheb bütün bu mallan normal fiyatlara
    alırdı. İbni Sa’d ile Beyhakî’nin rivâyeti­ne göre mahzur kalanların durumu
    öylesine kötüleşmişti ki, aç çocukları­nın inilti sesleri Şi’b-i Ebi Tâlib’in
    dışına kadar duyuluyordu. Mahsur kalanlar ancak Hac mevsiminde saklandıkları
    yerden çıkabiliyorlardı ve ikinci hacca kadar aynı yerde bulunuyorlardı.

    Muhasara süresince Hz. Hatice (r.a.)’nin yeğeni Hakim bin Hizam
    ve Nadle bin Hâşim bin Abd-i Menâfin yeğeni (üvey kardeşi) Hişâm bin Amr ve
    el-Amiri gizlice mahzur kalanlara yardım ederlerdi. İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a
    dayanarak yazdığına göre, bir defasında Ebu Cehl, Hakim bin Hizâm’ın teyzesi
    için erzak götürürken yakaladı ve kendisine şöyle dedi: “Sen Beni Hâşim için
    yiyecek ve erzak götürüyorsun ha! Vallahi, ben seni Mekke’de herkesin önünde
    rezil etmeden bırakmayacağım.” Bu sırada Be­ni Esed bin Abdul-Uzza bin
    Kusayy’dan ve Hz. Hatice’nin yakın akrabası olan Ebul-Bahteri bin Hişâm oraya
    geldi ve meselenin ne olduğunu sordu. Ebu Cehl dedi ki, “bu adam Beni Hâşim için
    erzak götürüyordu.” Ebul-Bahteri dedi ki: “Bırak onu, o teyzesine erzak
    götürüyor. Bu erzak da teyzesinindir. Sen Hatice (r.a.)’nin erzakını ona
    götürmesine izin vermeyecek misin?” Ebu Cehl “hayır” diye cevap verdi. Bunun
    üzerine ikisi arasında kavga çıktı ve Ebül-Bahteri, Ebu Cehl’i iyice hırpaladı.
    Öyle ki, bir deve­nin çene kemiğiyle başını yardı. Bütün bu olayı Hz. Hamza
    dikkatle izli­yordu. İki kâfir durumun farkına varınca, Beni Hişâm memnun
    olmasın diye utanarak kavgalarına son verdiler. İbni Hişâm ayrıca, İbni İshâk’a
    da­yanarak Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bir hikâyesini de nakletmiştir. Verilen
    bilgiye göre Hişâm bin Amr da gizlice Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e yardım
    ederdi. Hişâm erzakları bir deve üzerine koyup getirir ve gece Şi’b-i Ebi
    Tâlib’in kenarına gelip bunu çukura yuvarlayıverirdi. Mahsur kalanlar erzakı
    aşağıdan alırlardı ve deveyi serbest bırakırlardı. Kureyşliler onu da tehdit
    ettiler, ama Ebu Süfyan onu bırakmalarını söyle­di ve bir kişinin akrabalarına
    yardım etmesine mani olunmamasını istedi.

    30.4.1. Ay’ın
    İkiye Bölünmesi

    Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesi olayı bütün
    şid­detiyle devam ediyordu. Ama daha evvel belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)
    davet işini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Boykot başlayalı iki yıl ol­muştu ki,
    Ay’ın ikiye bölünme Mu’cizesi gibi muazzam bir olay meydana geldi. Mekkeli
    kâfirler böyle bir Mu’cizeyi göz ardı edemezlerdi. Muhad­disler ile müfessirler
    bu Mu’cizenin, Medine’ye hicretten beş yıl önce (ya­ni, Bi’setten sonra, 8.
    yılda) Minâ’da meydana geldiğinde ittifak etmişler­dir. Kur’an-ı Kerim’de de bu
    olay şöyle anlatılmıştır:

    “Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu’cize görseler yüz
    çevi­rip ‘bu devam edegelen kuvvetli bir sihirdir’ derler.” (Kamer; 1-2)

    Bazı akılcı kimseler ayın bölünmesi vak’asına akılcı yaklaşım
    getir­meye çalışmışlardır. Bunlar “inşakk-al kamer” kelimelerini, ayın
    bölünmesinin uzak bir ihtimal olduğunu düşünerek “ay bölünecek” anlamına
    al­mışlardır. Halbuki bu kelimeler “ay bölündü” anlamındadır ve “ay bölüne­cek”
    anlamını çıkarmaya çalışırsak, bütün ayetin tercümesi muğlak ve an­laşılmaz hale
    gelir. İlk ayette ayın bölünmesi vak’ası kıyametle eşdeğer tutulmuştur. Yani,
    ayın bölünmesi kıyametin bir işareti olarak gösterilmiş­tir. Bunun ilerde
    meydana gelecek bir vak’a olarak kabul ettiğimizde “ayın bölünmesi”nin,
    kıyametin alameti veya işareti olacağı söylenemez. Bun­dan sonraki ayetin manası
    tamamıyla kaybolur. Zira orada deniliyor ki, bu kâfirler o kadar inatçı ve
    sapıktırlar ki, bunlar dünyanın en büyük Mu’cize­sini bile görseler buna sihir
    diyeceklerdir. Bu olay uzak bir gelecekte vuku bulacak olsaydı, Mekkeli
    kâfirlerin bu tutumundan böylece bahsedil­mesi anlamsız olurdu. Zaten ay
    Mu’cizesi çok muteber hadislerle de sabit­tir.

    Hadisler Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebu Dâvûd
    Tayalisi, Abdurrezzak, İbni Cerir, Beyhakî, Taberânî, İbni Merdûye ve Ebu Nu’aym
    İsfahani’de birçok güvenilir senetlerle, özellikle Hz. Abdul­lah bin Ömer, Hz.
    Huzeyfe bin el-Yeman, Hz. Enes bin Mâlik ve Hz. Cu­beyr bin Mut’im tarafından
    naklolunmuştur. Bunlardan üç zât, yani Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Huzeyfe ve
    Hz. Cubeyr bin Mut’im bir Mu’cize­nin görgü tanıkları olduklarını
    açıklamışlardır. Diğer iki râvi, yani Hz. Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin
    Mâlik ise görgü tanığı olamazlar; zi­ra bu olay onların doğuşundan önce ya da
    küçük yaşta iken cereyan etmiş­ti. Ama bunların ikisinin de mümtaz sahabeler
    olduğu ve olayı büyükle­rinden duydukları şüphe götürmez.

    Bütün rivayetler bir araya toplanınca ayın bölünmesi vak’asının
    tafsi­latı şöyle ortaya çıkar: Hicret’ten beş sene evveldi. Kameri ayın 14.
    gü­nüydü. Ay henüz çıkmıştı. Birden bire ikiye bölündü; bir parçası karşıdaki
    tepenin bir tarafına, bir parçası da tepenin başka bir tarafına kaydı. Bu, bir
    anlık bir durumdu. Daha sonra ayın iki parçası da birleşti. Rasûlullah (a.s.) o
    sırada Minâ’da idi. Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki, “bakın ve buna
    şahit olun.” Kâfirler dedi ki: “Muhammed bizi büyülemişti, onun için gözlerimiz
    aldandı.” Diğer kimseler dedi ki, “Muhammed bizi büyüleyebilirdi, ama sizi ve
    dışarıdakileri büyüleyemezdi, onlar gelsin, onla­rın da bu olayı görüp
    görmediklerini araştıralım.” Dışardan gelenler de dediler ki, onlar da bu
    manzarayı görmüşlerdi.

    Bu olayın Mu’cize olup olmadığı ve işin aslının ne olduğuna daha
    ayrıntılı bahsi bu kitabın ilk cildinde Hz. Peygamber (a.s.)’in Mu’cizeleri
    bö­lümünde yaptığımız için, bu noktalara temas etmiyoruz.

    30.4.2. Ebû Tâlib
    Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?

    Mekkeli serseri, gaddar ve inatçı kabile reisleri öfke içinde
    olan diğer hemşehrilerinin durumundan istifade ederek şehrin iki kuvvetli ve
    kudretli ailesi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in her bakımdan boykot
    edilmesini temin etmişlerdi. Ama bu öfke ve hiddet geçici olduğu için boykotun
    ile­lebet devam etmesi düşünülemezdi. Mekke’de bu iki aile ile münasebet ve
    akrabalıkları bulunmayan fert veya aile hemen hemen yok gibiydi. Bu se­beple,
    başından beri bazı kimseler yakınlarının ve akrabalarının bu şekilde tecrit
    edilmelerini beğenmemişlerdi. Boykot ve tecrit uzadıkça bu hoşnut­suzluk da
    arttı. Zira Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e mensup olanlar, özellikle
    çoluk-çocuk aç ve susuz kalmaya başlamışlardı. Çocukların inil­tileri ve ağlama
    sesleri çevrede duyuluyordu. Şi’b-i Ebi Tâlib’in dışında bulunan eş, dost ve
    akrabalar çocukların bu inilti ve ağlamalarım duyduk­ça tedirgin oluyorlardı.
    Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre üç yılın sonun­da Beni Hâşim ile evlilik ve
    diğer ilişkilerde bulunan Beni Abd-i Menaf, Beni Kusayy ve diğer aileler
    birbirine düştüler ve birbirini suçlamaya baş­ladılar. Bunlar diyorlardı ki;
    kendileri yakınlarını ve arkadaşlarını boykot etmekle Arabistan’da süregelen
    geleneklerini açıkça ihlal etmişlerdir ve insanlığa aykırı davranmışlardır.

    Taberî ile İbni Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak ve
    Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak, nihayet, Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bu boykota
    ve insanlık dışı harekete son vermek için seferber olduğunu yazmışlardır. Hişâm
    ilk önce Beni Mahzûm’un reisi Züheyr bin Ebi Ümeyye ile görüş­tü. Züheyr, Hz.
    Ümmü Seleme’nin kardeşi ve Hazreti Peygamber (a.s.)’in teyzesi Atike binti
    Abdulmuttalib’in oğluydu. Hişâm, Züheyr’e dedi ki: “Ey Züheyr, sen rahat yiyip,
    içip şenlik içinde yaşarken yakınlarının açlık­tan ölmeleri, onlarla her türlü
    alışverişin durdurulması ve onlarla bütün sosyal ve izdivaç ilişkilerinin
    kesilmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor ve vicdan azabı çekmiyor musun? Ben
    yemin ederim ki, aynı muamele Ebu’l-Hakem bin Hişâm’a (Ebû Cehl’e) yapılsa ve
    onların en yakın akra­balarına bugün senin akrabalarına revâ görülen muameleyi
    yapman emre­dilmiş olsaydı, o (Ebû Cehl) bunu asla kabul etmeyecekti.” Züheyr
    dedi ki: “Ben tek başıma ne yapabilirin-.? Beni destekleyen olursa, inan ki,
    ak­rabalarımızın tecrit edilmesiyle ilgili belgeyi yırtıp attırırım.” Hişâm dedi
    ki: “Seni destekleyen ilk kişi benim.” Züheyr dedi ki: “Bir kişi daha bul.”

    Bundan sonra Hişâm, Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin reisi Mut’im
    bin Adiyy’e gitti ve dedi ki: “Ey Mut’im sen Abd-i Menâfin iki büyük aile­sinin
    yok olmasını mı istiyorsun? Sen buna seyirci mi kalacaksın. Beni iyice dinle,
    eğer bu konuda Kureyşlilerden yana çıkar ve Kureyşlilerin bu iki aileyi yok
    etmelerine seyirci kalırsan, aynı muamele er geç sana da ya­pılacaktır. Mut’im
    “ben tek başıma ne yapabilirim ki” dedi ve başkalarının da yanında olması
    gerektiğini söyledi. Hişâm, “bir benim, bir de Züheyr bin Ümeyye.” Mut’im dedi
    ki: “Bir arkadaş daha ara.”

    Bundan sonra Hişâm, Beni Esed bin Abdül-Uzzâ’nın reisi
    Ebul-Bahteri As bin Hâşim ile görüştü ve Mut’im’e söylediklerini ona da
    tekrarladı. Ebul-Bahteri “bizimle hemfikir olan başka kimse var mıdır?” diye
    sordu. Hişâm “bir benim, bir Züheyr bin Ebi Ümeyye ve bir de Mut’im bin Adiyy”.
    Ebul-Bahteri dedi ki, “Artık bir kişiyi daha bul, ondan sonra bu iş tamamdır.”
    Bunun üzerine Hişâm, Zeme’a bin el-Esved bin Muttalib ile görüştü. Zeme’a, Beni
    Esed bin Abdül-Uzza’nın kabile reislerinden biriydi ve o da bu işe evet dedi.

    Bundan sonra bu beş kişi gece vakti Mekke’nin yukarısında
    Hacûn’da bir araya gelip boykot veya tecrit vesikasının yok edilmesi yolunda
    gayret sarf etmek için and içtiler. Züheyr dedi ki, “Söze ben başlayacağım, ve
    siz beni teyid edeceksiniz.” Ertesi sabah bu zevat Kureyşlilerin toplandıkları
    yere gittiler. Züheyr, Kâ’be’yi 7 defa tavaf ettikten sonra Kureyşlilere
    hita­ben dedi ki: “Ey Mekke ahalisi, bir yanda Beni Hâşim can çekişirken bize
    doyasıya yemek, içmek ve giymek yakışıyor mu? Ne onlardan bir şey sa­tın
    alınıyor ne de onlara bir şey satılıyor. Vallahi şu gaddarca ve merha­metsizce
    yazılan mahzer yırtıp atılıncaya kadar yerime tekrar oturmayaca­ğım.” Ebu Cehl
    bağırdı: “Sen yalan söylüyorsun. O mahzer yırtılmayacaktır.” Bu sırada Zeme’a
    lafa karıştı ve Ebu Cehl’e dönerek, “Vallahi, en büyük yalancı sensin. İnan ki,
    bu mahzer hazırlanırken de biz memnun değildik.” Sonra Ebul-Bahteri hemen
    yerinden fırladı ve dedi ki: “Evet Zeme’a sen doğru söylüyorsun. Bu belgede
    yazılanların hiçbirini beğen­memiştik ve onaylamamıştık.” Mut’im kalktı ve dedi
    ki: “Siz ikiniz haklı­sınız ve sizden farklı görüş ileri süren yalancıdır. Biz
    tanrı huzurunda bu vesikadan ve bunun içinde yazılanlardan beraat ediyoruz.”
    Hişâm bin Amr da bunu teyid etti. Bunun üzerine Ebu Cehl dedi ki: “Bu bir
    tertiptir. Siz bunu bir gece bir yerde hazırlamışsınızdır.”

    30.4.3. İlâhi
    Kudretin Bir Belirtisi

    Öte yandan, İbni Sa’d ve İbni Hişâm ile Belâzuri’nin rivayet
    ettiği gi­bi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesiyle ilgili
    belgedeki bütün yazıların güve tarafından yenildiği ve sadece Allah’ın isminin
    sağlam kaldığı Cenab-ı Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirildi (İb­ni
    İshâk, Musa bin Ukbe ve Urve’nin ifadeleri bunun tam aksidir. Bunlar diyorlar
    ki, belgede iki aileye boykot ve zulüm yapılmasıyla ilgili yazı ve maddeler
    sağlam kalmış ve sadece Allah’ın isminin bulunduğu yer güve tarafından
    yenilmişti. Fakat bu ifadeler pek inandırıcı değildir ve daha doğru ve inanılır
    ifade yukarıdaki yazarlarınkidir). Rasûlullah (a.s.) bunu amcası Ebu Tâlib’e
    bildirdi. Ebu Tâlib, “bunu Rabbin mi sana bildirmiş­tir?” diye sordu.
    Rasûlullah, “evet” dedi. Bunun üzerine Ebu Tâlib mese­leyi kardeşlerine açtı.
    Onlar Ebu Tâlib’in fikrini sordu. Ebu Tâlib şunları söyledi: “Vallahi, Muhammed
    hiçbir zaman bana yalan veya yanlış bir şey söylememiştir.” Ebu Tâlib bundan
    sonra ne yapılması gerektiğini öğ­renmek istedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu:
    “Bana kalırsa, siz en iyi elbisele­rinizi giyip Kureyş’e gidin ve kendilerine
    durumu izah edin.” Bu teklif üzerine ailenin büyükleri oradan Kureyşli büyük ve
    akıllı simaların bulun­duğu Hicr’e gittiler. Kureyşliler, Beni Hâşim ve Beni
    el-Muttalib’in reisle­rinin bu şekilde kendilerine doğru gelmekte olduğunu
    görünce şaşırdılar ve ne söyleyeceklerini merakla beklediler.

    Gerçi tarihçiler duruma bir açıklık getirmemişlerdir. Ama biraz
    düşü­necek olursak; Ebu Tâlib ve arkadaşlarının, Züheyr ve arkadaşlarının
    ha­remde Ebu Cehil ile tam kapıştıkları sırada yetiştiklerini tahmin edebiliriz.
    Ebu Tâlib oraya vardıktan sonra dedi ki: “Biz bir sual ile geldik, umarız siz
    bunun doğru cevabını vereceksiniz.” Kureyşliler “Ehlen ve sehlen, hoş geldiniz.
    Bizde sizi memnun edecek pek çok şey var. Siz ne istiyorsu­nuz?” diye sordular.
    Ebu Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)’den duyduklarını an­lattı ve şöyle dedi:
    “Yeğenim bana bu haberi vermiştir ve vallahi, o hiçbir zaman yalan söylemez. Siz
    o vesikayı getirin. Eğer yeğenimin söyledikle­ri doğruysa, bize uygulanan boykot
    kaldırılsın ve bu vesikada ne yazılıysa geçersiz sayılsın. Fakat yeğenim yalan
    çıkarsa ben onu size teslim ederim. Ondan sonra yapacağınızı siz bilirsiniz.
    İster onu öldürün ister sağ bıra­kın.” Kureyşliler Ebu Tâlib’in iyi bir teklifte
    bulunduğunu söylediler ve vesikanın getirilmesini emrettiler. Vesika geldi ve
    herkes gördü ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e Rabbi tarafından verilen bilgi doğruydu.
    Bunu gördük­ten sonra Kureyşliler dona kaldılar ve boyunları büküldü. Ebu Tâlib
    şöyle dedi: “Gördüğünüz gibi zulüm, kötü muamele ve merhametsizlik gibi suç­ları
    siz işlediniz. O halde, biz niçin daha mahpus kalalım?” Bu sözleri söyledikten
    sonra Ebu Tâlib maiyyetindekilerle beraber Kâ’be’nin örtüleri­ne tutunarak
    Allah’a dua etti: “Ya Rabbi, bize zulüm eden, bize merhamet­sizlik yapan, bizim
    için haram ettiklerini kendileri için helal eden ve bizimle bütün
    münasebetlerini kesenlere karşı bize yardım et.” Ebu Tâlib oradan arkadaşlarıyla
    birlikte Şib-i Ebi Tâlib’e hareket etti. Onların gitme­sinden sonra
    Kureyşlilerden pek çok kişi kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıktan dolayı
    hayıflandılar. Bu tür görüş ileri surenler arasında Mut’im bin Adiyy, Adiyy bin
    Kays, Zame’a bin Esved, Ebu’l-Bahteri bin Hâşim ve Züheyr bin Ümeyye önde
    idiler. Sonra bunların hepsi silahlarıy­la birlikte Şi’b-i Ebi Tâlib’e gittiler
    ve Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e artık evlerine dönebileceklerini
    müjdelediler.

    İbni Sa’d, Belazuri ve İbni Abd il-Berr’in ifadelerine göre
    boykot Bi’set’ten sonra 10. yılda sona erdi.

    30.5. HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ
    TALİBİN VEFATI

    Boykot ve muhasaranın bitiminden sonra Hz. Peygamber (a.s.)
    henüz rahat bir nefes alamamıştı ki, ard arda gelen iki acı olay yüzünden yine
    üzüntüye kapıldı. Bu acı olaylar, Rasûlullah’ın (a.s.) kötü gün dostu ve en
    büyük destekçilerinden biri olan muhterem amcası Ebû Tâlib ile dünyanın en sâdık
    ve vefakâr zevcelerinden ve Rasûlullah (a.s.)’ın hayat arkadaşı, can yoldaşı,
    Hz. Hatice (r.a.)’nin öbür dünyaya göçmeleriydi. Bu her iki âfet de Şi’b-i Ebî
    Tâlib’deki muhasaranın kalktığı Bi’set’ten sonra 10. yılda koptu.

    Bazı tarihçiler, Hz. Hatice (r.a.)’nin, Ebû Tâlib’ten evvel
    vefat ettiğini ifade etmişlerdir. (Meselâ; Vakıdî, Hz. Hatice’nin Ebû Tâlib’ten
    35 gün sonra öbür dünyaya intikal ettiğini yazmıştır). Fakat muteber ve
    güvenilir rivayetlere göre ilk vefat eden Ebu Tâlib’ti ve bundan kısa bir müddet
    son­ra da Hz. Hatice (r.a.) vefat etti. Beyhakî ve İbni İshâk’ın rivayetlerine
    gö­re her ikisi de Hicret’ten üç yıl önce aynı yılda vefat etti. Bu tarihçilerin
    dayandıkları kaynak Muhammed bin İshâk’tır. İbni Abd il-Berr ise Ebu Tâlib’in,
    Şi’b-i Ebi Tâlib’den çıkmalarından 6 ay sonra Hz. Hatice’nin de ondan üç gün
    sonra Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu beyan etmiştir. İbni Sa’d diyor ki, Ebu
    Tâlib 15 Şevval, bi’set’ten sonra 10. yılda 80 yaşında vefat etti, bundan bir ay
    beş gün sonra da Hz. Hatice (r.a.) 65 yaşında ha­yata gözlerini yumdu. İbni
    Esir, Ebu Tâlib’in Şevval veya Zilkade (10 Bi’set) de vefat ettiğini
    bildirmiştir. Hz. Hatice’nin de 35 gün sonra öldü­ğünü kaydetmiştir. Hâfız
    Ebu’l-Ferec İbn-Ul-Cevzi bu iki muhterem zâtın ölümü arasında sadece 5 günlük
    fark olduğunu açıklamıştır. İbni Kuteybe ise ikisinin ölümü arasında sadece üç
    günlük fark olduğuna işaret etmiştir. Kastallânî ise “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de
    doğru olanın Hz. Hatice’nin Ramazan 10. Biset’te vefat etmiş olduğunu
    bildirmiştir. Belazuri ise Ha­kim bin Hizâm’a dayanarak Hz. Hatice’nin vefat
    tarihinin 10 Ramazan bi’set’ten sonra 10. yıl olduğunu göstermiştir.

    30.6. KÂFİRLERİN ZULMÜ

    Rasûlullah (a.s.) Bi’set’ten sonra 10. yılın “Âmul Hüzn” (Üzüntü
    Yılı) olduğunu söylerdi. Bir taraftan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın başına bu
    felâketler geldi ve bir taraftan Kureyşli kâfirler ve müşrikler, Ebû Tâlib gibi
    kuvvetli ve heybetli destekçisinin ortadan kalkmasından sonra kimse­siz ve
    çaresiz kaldığını görerek kendisine zulüm, tehdit ve işkencelerini arttırdıkça
    arttırdılar. Beyhakî’nin Urve bin Zübeyr’e dayanarak naklettiği rivayete göre
    Rasûlullah (a.s.) şunları buyurdu: “Kureyş, Ebu Tâlib’in ve­fatına kadar
    korkakça davrandı.” Bu demektir ki bundan sonra Kureyşliler melanetlerini ve
    menfur emellerini arttırdıkça arttırdılar. Hâkim, Urve bin Zübeyr’in aynı
    rivâyetini aynı ifadelerle, Hz. Ayşe (r.a.) nin ağzından nak­letmiştir.

    İbni İshâk, Kureyş’in gittikçe artan cür’et ve cesaretinin bir
    örneğini Urve bin Zübeyr’e dayanarak nakletmiştir. Buna göre, bir defasında
    Ku­reyş’in bir serserisi uluorta Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek başına
    toprak attı. Hz. Peygamber (a.s.) aynı vaziyette eve vardı. Hz. Peygam­ber’in
    kızlarından biri başını yıkıyor ve ağlıyordu. Hz. Peygamber de ken­disini
    teselli ediyordu ve şunları söylüyordu: “Ağlama kızım, Allah, senin babanın
    destekçisidir.”

    İmam Buhârî, “Kitâb-üt Teharet, Kitâb’üs-Salât, Kitâb-ul Cizye,
    kitâb’ul-Cihâd ve Kitab’ul Meğâzi”de çeşitli yerlerde Hz. Abdullah bin Mes’ûd’a
    istinaden şu rivâyeti nakletmiştir: Rasûlullah bir gün Ka’be ya­kınlarında namaz
    kılıyordu ve Kureyş’in adamları bir tarafta oturuyorlar­dı. Bunlardan biri
    (Müslim’e göre Ebû Cehl) arkadaşlarına şöyle dedi: “Acaba sizlerden kim falanca
    kişinin evinden, kesilmiş bir dişi devenin midesi, bağırsağı ve rahmini getirip
    bu adamın (Hz. Muhammed) secdeye gittiği zaman sırtına atabilir?” Bunun üzerine
    Kureyşlilerin en katı kalbli mel’unu, Ukbe bin Mu’ayt kalkıp gitti ve tarif
    edilen pisliği getirip Rasûlullah (a.s.)’ın sırtına atıverdi. Rasûlullah (a.s.)
    bu pisliğin ağırlığı yüzün­den secdeden başını kaldıramadı. Kureyşli mel’ûnlar
    bu manzarayı görüp katıla katıla gülüyorlardı. Haber, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    evine ulaştırıldı. Hz. Fatma koşarak geldi ve aziz babasının sırtındaki ağır
    şeyleri tek tek attı. Sonra Kureyşlilere dönerek kendilerini ağır bir şekilde
    azarladı ve onlar için beddua etti. (Hâfız Bezzâr diyor ki, kâfirlerden hiçbiri
    Fatma’ya bir şey söylemedi). Rasûlullah (a.s.) namazı kıldıktan sonra “ey
    Allah’ım, Kureyş’in işini hallet” dedi. Bazı rivâyetlere göre üç defa.
    Buhârî’nin rivâyetine göre Kureyşliler, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu sözlerini
    dinledikten sonra Kureyşlilerin keyfinin kaçtığı ve hatta bazılarının çok
    korktuğu ya­zılıdır. Başka bir rivayete göre Hazreti Peygamber (a.s.) Ebu Cehl,
    Utbe bin Rebî’a, Şeybe bin Rebi’a, Velid bin Utbe bin Rebi’a, Ümeyye bin Ha­lef,
    Ukbe bin Ebi Mu’ayt ve Umare bin Velid’in isimlerini anarak beddua etti. (Bu
    hadisi, Buhârî ve Müslim’in yanı sıra, İmam Ahmed, Nesâî, Bezzâr, Taberânî ve
    Ebû Dâvud Tayâlisi vb. da nakletmişlerdir. Tayâlisî’nin hadisinde Hz. Abdullah
    bin Mes’ûd’un şu sözlerine de yer ve­rilmiştir: “Ben bundan önce hiçbir zaman
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in bu adamlar için beddua ettiğini görmemiştim.”)

    Bu hadisi rivayet edenler bu olayın ne zaman meydana geldiğini
    açıklamamışlardır. Fakat olayda geçen bir nokta, bunun zamanını tayin
    et­mektedir. O nokta sudur: Hazreti Peygamber (a.s.) secdede iken sırtına pislik
    atılınca evine haber yollandı ve bu haberi duyarak babasının sırtın­daki pisliği
    atmak üzere olay yerine Hz. Fatma (r.a.) geldi. İbn Abd il-Berr’in kayıtlarına
    göre Hz. Fatma, Rasûlullah (a.s.) 41 yaşında iken dün­yaya gelmişti. Zürkâni,
    “Şerh,i Mevâhib’te bu tarihin doğru olduğunu be­yan etmiştir. Bu demektir ki,
    olayın meydana geldiği sırada Hz. Fâtıma (r.a.) en az 9 yaşında idi. Zira bundan
    daha küçük bir çocuğun dişi deve­nin midesini, bağırsağını ve rahmini kaldırıp
    atması zordur. Tahminimize göre bu olay, Hz. Hatice (r.a.) ve Ebû Tâlib’in
    vefâtından sonra meydana geldi.

    30.7. EBÛ TALİB’İN VASİYETLERİ

    Allâme Kastallânî “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Allâme Zürkâni, bu
    eserin şerhinde Hişâm bin Muhammed bin es-Saib Kelbî’ye istinaden de­mişlerdir
    ki, Ebu Tâlib ölüm döşeğinde iken Kureyşli kabile reisleri ken­disiyle görüşmeye
    geldiler. Ebu Tâlib kendilerine Kureyş kabilesinin bü­yüklüğünden ve
    faziletinden bahsettikten sonra şunları vasiyet etti: “Ba­kın, şu Kâ’be’ye
    hürmete riayet edeceksiniz, zira Rabbinizi ancak bu şekil­de memnun
    edebilirsiniz. Akraba ve yakınlarınıza merhametli davrana­caksınız. Birbirinizin
    hakkını yemeyeceksiniz. Davet verenin davetini ka­bul edeceksiniz. Dilenci ve
    dilek sahibinin ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Doğruyu söyleyecek ve
    emanetinize sâdık kalacaksınız.” Daha sonra bu hususla ilgili olarak şunları
    söyledi: “Ben sizin, Muhammed (a.s.)’e iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü
    o Kureyş’te emin ve bütün Arabis­tan’da en sâdık (doğru sözlü, doğru hareketli)
    kişi olarak tanınıyor. O, be­nim size tavsiye ettiğim bütün meziyetlerin
    toplamıdır. O, öyle bir şey ge­tirmiştir ki, kalb onu kabul ediyor, ama dil,
    insanların husûmeti sebebiyle reddediyor. Fakat Allah’a yemin ederim, benim
    gözlerim, Arabistan’ın fa­kir fukaralarının etraftaki insanların ve diğer mazlum
    kişilerin öne çıkıp onun davetini kabul edeceklerini, onun kelimesini tasdik
    edeceklerini, onun davasını ileriye götüreceklerini, onun da onları yanına alıp
    tehlike­lerle dolu denize atlayacaklarını ve Kureyş’in kabile reislerinin ve
    eşrafı­nın da avuçlarını yalayacaklarını görüyor gibidir.”

    İbni Sa’d’ın dediği gibi: “Ebû Tâlib vefat etmeden önce
    evlâtlarına şu nasihatte bulundu: “Muhammed (a.s.)’in sözlerini dinlediğiniz ve
    emirleri­ni yerine getirdiğiniz sürece huzur ve emniyette olacaksınız. Onun
    için, O’na tabi olun ve O’na yardım edin. Bu şekilde daima doğru yolda
    olacak­sınız.” Hazreti Peygamber (a.s.) dedi ki: “Amcacığım, siz onlara
    nasihatte bulunuyorsunuz, ama kendiniz için bir şey söylemiyorsunuz.” Ebu Tâlib
    dedi ki: “Ben ölüm anında korkarak ve dayanamayarak kararımdan cayan bir kişi
    olarak bilinmek istemiyorum. Kureyşlilerin, benim sağlığım yerin­de iken bu şeyi
    reddettiğimi, ancak ölüm anında korkarak bunu kabul etti­ğimi söylemelerini
    istemiyorum.”

    İbni Sa’d, İmam Muhammed bin Sirin’e dayanarak demiştir ki, Ebu
    Tâlib son nefesini vermeden önce Rasûlullah (a.s.)’ı yanına çağırttı ve
    kendisine şöyle dedi: “Evladım, ben öldükten sonra Beni Neccâr’ın yakın­ları
    (dedenin ailesinin bulunduğu Medine’ye git. Zira, onlar kendi akraba­larını
    korumakta herkesten ilerdedirler.”

    Bu vasiyetler gösteriyor ki, Ebu Tâlib son derece zeki ve
    basiretli bir zâttı. Uzak geleceği görebiliyordu. Ebu Tâlib’in özellikle
    Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye gitmesiyle ilgili fikri çok isabetliydi ve bu
    fikir Hic­ret’ten üç yıl önce ortaya atılmıştı. Halbuki bu sözlerin söylendiği
    zaman kimse Medine’nin Hazreti Muhammed (a.s.)’i bağrına basacak ve
    İslâmi­yet’in merkezi olacak bir kent olacağını tahmin etmemişti. Medine ve
    aha­lisi Hazreti Peygamber (a.s.)’i ve müslümanları öylesine destekledi ve
    öy­lesine güçlerine güç kattı ki, müslümanlar kısa bir zamanda bütün
    Arabis­tan’a hâkim oldular. Aynı şekilde, Ebû Tâlib’in Kureyşli kabile
    reislerine söylediği sözlerde tamamıyla doğru çıktı. Hazreti Peygamber
    (a.s.)’den yana olan daha aşağı tabakadaki İnsanlar ve mazlum kişiler devlet ve
    memleket işlerinin en üst mevkiinde yer alırken inatçı Kureyşli kabile reisleri
    avuçlarını yaladılar. İbni Abd il-Berr, “İstiâb”da Hz. Ömer’in halife­lik
    devrinin bir vak’asını nakletmiştir. Buna göre, bir gün aralarında Ku­reyş’in
    Süheyl bin Amr ve Ebû Süfyan gibi reislerinin de bulunduğu bir heyet, Emir
    ul-Müminin, Hz. Ömer ile görüşmeye geldi ve oturmak için Halife’nin işaretini
    beklediler. Bu arada, Hz. Bilâl ve Hz. Suheyb gibi di­ğer kişiler içeriye
    almıyordu. O sırada Ebu Süfyân arkadaşlarına şikâyet eder bir tavırla, “vallahi,
    şu hale bak, ne günlere kaldık. Bizim gibi reisler dışarıda bekliyor ve bu
    köleler ağırlanıyor” dedi. Bunun üzerine Süheyl bin Amr dedi ki: “Bu şikayeti
    kendi kendinize yapacaksınız. Zira İslâmi davet verildiği zaman bu adamlar öne
    çıkmış ve siz geri kalmıştınız.”

    30.8. EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)’I
    HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR

    İbni Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de Hazreti Peygamber (a.s.)’e
    müş­rik ve kâfirlerin revâ gördükleri kötü muamele gittikçe artınca bir gün Ebû
    Leheb, Rasûlullah (a.s.)’a gelip şunları söyledi: “Ey Muhammed, sen ne yapmak
    istiyorsan yapmaya devam et. Ebû Tâlib’in hayatında yaptığın işine devam et. Lât
    ve Uzza’ya yemin ederek söylüyorum, ben yaşadıkça kimse sana elini kaldıramaz.”
    Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) evinden çıkıp yolda yürürken İbn-ul Ğaytale[6]
    kendisine küfredince Ebu Leheb evinden çıkıp bu adamı fena şekilde azarladı.
    Bunu duyduktan sonra İbn­ül Ğaytale yaygarayı bastı ve arkadaşlarına: “Ey
    Kureyşliler, beni dinle­yin. Ebu Utbe (Ebu Leheb) de atalarının dininden
    dönmüştür.” Bu gürül­tüyü duyanlar Ebu Leheb’e geldiler ve işin alını öğrenmek
    istediler. Ebu Leheb dedi ki: “Ben Abdül-Muttalib’in dinini terk etmedim. Fakat
    şunu bi­lin ki, yeğenimi himaye edeceğim, zira artık onun hiçbir velisi
    kalmamış­tır.” Kureyşli kabile reisleri, “vallahi, bu iyi bir şeydir, akrabalara
    merha­met göstermek iyidir” diye cevap verdiler. Bundan sonra birkaç gün
    Rasûlullah (a.s.) huzur ve emniyet içinde kaldı ve kimse kendisini rahatsız
    et­medi. Nihayet, bir gün Ebu Cehl ile Ukbe bin Mu’ayt aralarında anlaşarak Ebu
    Leheb’e geldiler ve dediler ki: “Yeğenine sorsana, onun dedesi ve se­nin baban
    Abdulmuttalib, âhirette nereye gidecek?” Ebu Leheb bu soruyu Rasûlullah (a.s.)’a
    yöneltti. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Kavmi nereye gider­se o da oraya
    gidecektir.” Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)’ın bu cevabını ar­kadaşlarına iletti.
    Onlar dediler ki: “Bundan bir şey anladın mı, bu demek­tir ki baban Cehennem’e
    girecektir.” Ebu Leheb, gelip Hz. Nebi-yi Ke­rim’e sordu: “Ey Muhammed,
    Abdulmuttalib Cehenneme mi gidecektir?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Evet,
    Abdulmuttalib’in dinine bağlı olarak ölen diğer kimseler de Cehennem’e
    gideceklerdir.” Bunu duyan Ebu Leheb hiddetlendi ve “Tanrı aşkına, ben her zaman
    senin düşmanın olacağım. Sence Abdulmuttalib Cehennem’de yanacak ha?” dedi.
    Böylece, birkaç gün Hakk’ın destekçisi olan bu Allah’sız ve Allah düşmanı özüne
    dönmüş oldu.

    30.9. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. SEVDE
    (R.A.) İLE EVLENMESİ

    Hz. Hatice (r.a.)’nin vefatından sonra ev işi önemli bir sorun
    olarak ortaya çıkmıştı. Evde, Rasûlullah (a.s.)’ın yaşları küçük olan sadece iki
    kı­zı kalmışlardı. Hz. Ümm-ü Gülsüm ile Hz. Fâtıma (r.a.); bunlara bakmak bir
    mesele olmuştu. Rasûlullah (a.s.) tebliğ işleri için dışarıya gidince bu kızlar
    yapayalnız kalıyorlardı. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.), Hz. Hati­ce’nin
    vefatından birkaç gün sonra, yaşlı bir kadın olan çocuklara bakmak için uygun
    olan Hz. Sevde binti Zeme’a ile nikâh kıydı[7].
    Bu hatun Beni Amir bin Lueyy’den olup, eski kocası Sekrân bin Amr’dı. Sekrân,
    Hz. Sevde’nin amcası oğlu ve Süheyl bin Amr’ın kardeşiydi. Bu karı-koca çok
    önceden müslüman olmuşlardı ve Habeşistan’a yapılan ikinci hicrete
    katıl­mışlardı. Musa bin Ukbe ve Ebul-Ma’şer’in ifadesine göre Hz. Sekrân
    Ha­beşistan’da vefat etmişti. Fakat, Muhammed bin İshâk ile Vakıdî diyorlar ki,
    Sekrân Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra vefat etti[8].
    İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.) Hz.
    Sevde’ye evlilik için mesaj gönderince kendisi şöyle dedi: “Hakkımda
    ve­receğiniz her karar başımın üstündedir.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.),
    ondan, nikâhlarını kıymak için bir kişi tayin etmesini istedi. Hz. Sevde nikâh
    kıymak için Süheyl bin Amr’ın kardeşi olan ve çok eskiden müslümanlığı kabul
    etmiş olan Hz. Hâtıb bin Amr bin Abd-i Şems’i tayin etti. Hâtıb da nikâhı kıydı.

    Muhtelif rivayetler gösteriyor ki, Hz. Hatice (r.a.)’den sonra
    Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci zevcesi bu hâtûndu ve Hz. Ayşe’den önce Hz.
    Peygam­ber (a.s.)’in zevcesi oldu. İbni Abd il-Berr ise Katâde, Ebu Ubeyd ve
    İmam Zührî’ye dayanarak aynı şeyi söylemiştir, İbni Sa’d da bunu teyit
    et­miştir. İbni İshâk da Hz. Ali bin Hüseyin (İmam Zeyn ul-Abidin)’e daya­narak
    Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci karısının Hz. Sevde binti
    Zeme’a olduğunu kaydetmiştir.

    30.10. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. AYŞE
    (R.A.) İLE İZDİVACI

    Fakat, İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî bunun
    tam aksine, çok ayrıntılı bir rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayette şu bilgi­ler
    verilmiştir: Hazreti Hatice (r.a.) öbür dünyaya intikal edince Hz. Os­man bin
    Ma’zûn’un karısı Havle[9]
    binti Hakis’üs-Sülemiyye, Rasûlullah (a.s.)’ın yanına geldi ve şöyle arz etti:
    “Ya Rasûlullah, siz evlenecek misi­niz?” Rasûlullah (a.s.) “kiminle?” diye
    sordu. “Bakire de olabilir, dul da” dedi Havle. Rasûlullah (a.s.), “bakire
    kimdir?” diye sordu. Hz. Havle, “bütün İnsanlar arasında en çok sevdiğiniz kişi,
    yani Hz. Ebu Bekr’in kızı, Hz. Ayşe.” Daha sonra, Rasûlullah (a.s.), “Pekiyi,
    dul kimdir?” diye sor­du. Hz. Havle arz etti: “Size iman eden ve size tabi olan
    Hz. Sevde binti Zeme’a.” Rasûlullah (a.s.) kendisinin her ikisine de gidip
    konuşmasını is­tedi.

    Hz. Havle ilk önce Hz. Ebû Bekr’in evine gitti ve zevcesi, Ümm-ü
    Ruman (r.a.)’a “Allah size nasıl da hayır ve bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz.
    Ümm-ü Ruman bunun ne demek olduğunu sorunca, Hz. Havle dedi ki: “Rasûlullah beni
    Ayşe’yi istemek üzere size göndermiştir.” Ümm-ü Ruman dedi ki: “Ebu Bekr
    gelsin”. Hz. Ebû Bekr gelince Havle, ona da “Allah size nasıl da hayır ve
    bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz. Ebu Bekr “o da ne?” diye sordu. Hz. Havle, Hz.
    Ayşe’yi Rasûlullah (a.s.)’ın izdivacına almak dileğinde olduğunu bildirdi. Hz.
    Ebû Bekr, “Ayşe onun için caiz midir? O, onun yeğenidir?” dedi. Hz. Havle bunu
    sormak için Rasûlullah (a.s.)’a gitti. Rasûlullah (a.s.) “Ona de ki, o benim din
    kardeşimdir. Onun kızı benim için helâldir.” Hz. Havle bunu Hz. Ebu Bekr’e
    iletti. Hz. Ebu Bekr, “biraz bekle” diyerek dışarıya çıktı. Ümm-ü Ruman, Hz.
    Havle’ye dedi ki: “Mut’im bin Adiyy Ayşe’yi oğlu için istemişti ve Allah
    biliyor, Ebu Bekr hiçbir zaman verdiği sözden dönmemiştir.” Öte yandan, Hz. Ebu
    Bekr, Mut’im’in evine gitti. Mut’im’in karısı Hz. Ebu Bekr’e dedi ki: “Ey Ebu
    Bekr, eğer biz oğlumuzu senin kızınla evlendirirsek, korkarız ki onu da dininden
    döndüreceksin.” Hz. Ebu Bekr, Mut’im’in de aynı şekilde dü­şünüp düşünmediğini
    sordu. Mut’im de aynı fikirde olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekr bu cevabı aldıktan
    sonra evine döndü ve Mutim’e evlilikle ilgili verdiği vaad yüzünden girdiği
    çıkmazdan Allah onu kurtardı. Hz. Ebu Bekr, Hz. Havle’ye dedi ki: “Rasûlullah
    (a.s.)’ı evime getir.” O Rasûlullah (a.s.)’ı oraya getirdi. Hz. Ebu Bekr de
    kızını onunla evlendirdi. O sırada Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi.

    Bundan sonra Havle, Hz. Sevde binti Zeme’a’nın evine gitti ve
    kendi­sine “Allah sana nasıl hayır ve bereket ihsan etmiştir?” dedi. Hz. Sevde
    bunun ne demek olduğunu sordu. Havle dedi ki: “Rasûlullah (a.s.), evli­lik
    teklifiyle beni sana göndermiştir.” Hz. Sevde dedi ki: “Bunu babama söyle”.
    Babası çok ihtiyar bir adamdı. Hz. Havle onunla konuştu, ona ca­hiliyye usulüne
    göre selâm verdi ve dedi ki: “Muhammed bin Abdullah (a.s.) beni Sevde’yi sizden
    istemek üzere göndermiştir.” Babası dedi ki: “Bu teklif iyidir ve ikisi iyi bir
    çift teşkil ederler. Fakat senin kız arkada­şın ne diyor?” Havle dedi ki: “O da
    bu teklifi beğeniyor.” Babası Hz. Sev­de’yi yanına çağırıp fikrini öğrenmek
    istedi ve o da evet dedi. Bunun üze­rine o Rasûlullah (a.s.)’ı çağırıp kızını
    onunla evlendirdi. Daha sonra, Hz. Sevde’nin kardeşi Abd bin Zeme’a, hac
    yaptıktan sonra eve gelince kız kardeşinin Rasûlullah (a.s.) ile evlendiğini
    duyduktan sonra yaygara ko­pardı ve başına toprak attı ve saçlarını yoldu. Fakat
    Abd bin Zeme’a, bir müddet sonra müslüman olunca bu çocuksu hareketinden hicap
    duymaya başladı.

    30.10.1. Hz. Ayşe
    (r.a.) İle Nikâh’ın Tarihi

    Yukarıdaki rivayet gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hz. Ayşe
    ile, Hz. Sevde’den daha önce evlendi; ayrıca bu evlilik Şevval, H.Ö. 3. yılında
    ol­duğu için Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi. Bu demektir ki, hicret sırasında Hz. Ayşe
    9 ve Şevval H.S. 2 yılında baba evinden koca evine geldiği zaman 11 yaşında idi.
    Halbuki, bütün rivayetlere göre Hz. Ayşe nikâhı sırasında 6 yaşında ve koca
    evine geldiği zaman 9 yaşında idi. Bu tenakuzu ortadan kaldırmak için bazı ulemâ
    şu açıklamada bulunmuşlardır: Hz. Ayşe (r.a.) hicretten 7 ay sonra koca evine
    gitti. Hâfız İbni Hacer bu rivâyeti benimsemiştir. Ancak İmam Nevevî,
    “Tehzib’ul-Esmâ ve’l-Lugât”da ve Hâfız İbni Kesir “el-Bidâye”de ve Allâme
    Kastallânî, “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Hz. Ayşe’nin kesinlikle H.S. 2’de koca
    evine gittiğini yazmışlardır. Hâfız Bedreddin Aynî, “Umdet’ul-Kâri”de Rasûlullah
    (a.s.) Bedir savaşın­dan döndükten sonra Şevval H.S. 2’de Ayşe’nin onun yanına
    gittiğini ifa­de etmiştir. Hem İmam Nevevî, hem Allâme Ayni, Hz. Ayşe’nin
    hicret­ten 7 ay sonra koca evine gittiği rivâyetinin asılsız olduğunu ileri
    sürmüş­lerdir. Bundan sonra aklımıza gelen bir soru da “madem ki, Hz. Ayşe H.S.
    2’de koca evine gitmiştir, o zaman nikâh tarihi nedir?” şeklinde ortaya
    çı­kıyor. Yani Ayşe’nin nikâh sırasında 6 yaşında ve zifaf sırasında 9 yaşında
    olduğu yolundaki rivâyeti tarihî hakikatlere nasıl uydurmalıyız? Bunun cevabını
    Buhârî’de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr’in naklettiği hadiste bu­labiliriz. Bu
    hadiste Urve diyor ki, hicretten üç yıl önce Hz. Hatice (r.a.) vefat etti ve
    Rasûlullah yaklaşık iki yıl bekledikten sonra Hz. Ayşe ile ev­lendi. O sırada
    Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi, daha sonra 9 yaşında iken koca evine gitti. Bu hadisi
    değerlendirdiğimizde hesabın denk geldiğini görü­rüz. Yani, Hz. Ayşe 6 yaşında
    iken hicretten takriben 1 sene evvel nikâhı kıyıldı ve zifafı hicretten sonra 2
    yılında oldu. Hz. Urve’nin bu rivâyeti “mürsel”dir, ancak Hâfız İbni Hacer diyor
    ki, Urve bu tür rivayetleri Hz. Ayşe (r.a.)’den[10]
    dinleyerek naklettiği için buna “muttasıl” denebilir.

    30.10.2. Hz. Ayşe
    (r.a.)’nin Nikâhı Üzerine İtirazlar

    Burada Hz. Ayşe’nin nikâhından söz açılmışken, Rasûlullah
    (a.s.)’ın bu evliliğine yapılan itirazlara cevap vermemiz sanırız daha uygun
    ola­caktır. Bazıları şöyle der: 54-55 yaşında iken 9 yaşındaki bir çocukla
    ev­lenmek ve Kur’an-ı Kerim açısından başka biriyle evlenmesine imkân
    bı­rakmayacak şekilde, onu 18 yaşında dul bırakmak, bir zulüm değil midir?
    Böylesine yaşı ilerlemiş bir kişinin bu kadar küçük bir kızla evlenmesi hâşâ
    sübyancılık, seks düşkünlüğü veya şehvet düşkünlüğünün bir örneği değil midir?
    Dokuz yaşındaki bir kız çocuğuna izdivaç ve ev işlerini yük­lemek günah değil
    midir?

    Maalesef, bu tür anlaşmazlıklar ve itirazlar, Rasûlullah
    (a.s.)’ın Hz. Ayşe ile evliliğinin, normal bir erkek ile kadın arâsındaki
    evliliğe benze­tilmesinden doğmaktadır. Halbuki, burada durum bambaşka idi. Bu
    alelade bir izdivaç veya nikâh değildi. Hazreti Muhammed, Allah’ın peygam­beri
    idi ve büyük bir görev ile dünyaya gönderilmişti. Hayatının gayesi, dünyada
    geniş kapsamlı, kalıcı bir devrim yapmaktı. Hz. Ayşe olağanüstü meziyet ve
    kabiliyetleri haiz bir hatundu. Onun bütün zihinsel gücü yeni bir devrimci
    toplumun oluşturulmasında kullanılarak büyük basan kazanılabilirdi. Gerçekten de
    Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.), ile birlikte öylesine bü­yük işler başardı ki,
    diğer ezvâc-ı mütehherât bunları yapamazlardı. Hatta, şunu hiç çekinmeden
    söyleyebilire ki; dünyada hiçbir peygamberin veya liderin zevcesi hiçbir zaman
    Hz. Ayşe kadar uyumlu, enerjik, dinamik ve kararlı bir şekilde çalışamamış ve
    eşine bu kadar yardımda bulunamamış­tır. Hz. Ayşe’nin çocukken bu Allah vergisi
    meziyet ve kabiliyetlerini ga­yet tabii ki, Cenab-ı Hak’tan başka kimse
    bilemezdi. Onun için Cenabı Al­lah, Hz. Peygamber (a.s.)’e refakat için ondan
    başkasını seçmedi. Buhârî, “Bab-ı Tezvic-i Ayşe”de Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
    dediği kaydedilmiştir: “Rüyamda sen bana iki defa gösterildin ve senin benim
    zevcem olduğun buyuruldu.” Tirmizî, “Ebvâb-ul Menâkıb”da şöyle denilmiştir:
    Cebrail, Rasûlullah (a.s.)’a Hz. Ayşe’nin resmini yeşil ipek kumaşı üzerinde
    getirdi ve dedi ki: “bu kız dünyada ve âhirette refikanız olacaktır”. Demek ki
    bu seçim Hz. Rasûlullah (a.s.)’ın değil, bizzat Cenab-ı Allah’ındı.

    Bu hususta Hazreti Peygamber (a.s.)’e seks düşkünlüğü ve şehvet
    düşkünlüğü gibi iftiralarda bulunanlar kendi vicdanlarına sorsunlar; ömrü­nün
    baharında, yani 25 yaşında bir genç iken kendisinden 15 yaş büyük olan bir
    kadınla evlenen, 50 yaşına kadar kendisine sadık kalan ve başka bir kadına
    bakmayan bir kişi şehvet düşkünü müdür? Bu aynı kişi, ilk ka­rısından sonra yine
    yaşlı bir hanımla evlenmiş ve dört-beş yıl buna kâni olmuştur. Seks düşkünlüğü
    bu mudur? Şayet Hazreti Peygamber (a.s.) sekse ve kadınlara düşkün olsaydı,
    kendi nefsi ve zevki için cemiyetin en genç ve en güzel kadınlarını kendisine eş
    olarak seçebilirdi. Cemiyette kendisi o kadar seviliyor ve sayılıyordu ki, bu
    gibi arzu ve isteklerde bulunduğu takdirde bütün aileler ve ana-babalar kendi
    kızlarını onunla evlendirmekten memnuniyet duyarlardı. Bundan sonra da
    Rasûlullah (a.s.) sadece biri hariç, hep dul ve daha önce evlenmiş ve boşanmış
    kadınlarla evlenmiştir. Gerçek şu ki, bu gibi itiraz ve iftiralarda bulunanların
    kendi kafa ve zihniyetleri pislik doludur ve onlar bu izdivaçlardan seks veya
    şehvetin dışında başka bir amaç ve hedef çıkarmaya çalışmıyorlar. Rasûlullah
    (a.s.)’ın zevceleri aslında onun Allah yolunda verdiği mücadele ve yeni bir
    toplumun yaratılmasında kendisine yardımcı olan hayat arkadaş­larından başka bir
    şey değillerdi.

    Büyük yaş farkına ve “zulüm” ve “günah” yapıldığı gibi
    itirazlara ge­lince, itiraz edenler sadece yaşlı bir insanın 9 yaşındaki bir kız
    çocuğuyla evlendiğini ve onu 18 yaşında dul bıraktığını düşünürler. Onlar bu
    genç kızın hayatının heba olduğunu, zira ikinci bir evliliğe imkân olmadığı için
    hayatı boyunca dul kaldığını sanırlar. Halbuki, bu İnsanlar görüş açılarını
    biraz genişletse, büyük bir ideal uğruna yüzlerce ve hatta binlerce insanın
    hayatlarının feda olunduğunun bir tabiat kanunu olduğunu göreceklerdir. Hazreti
    Peygamber (a.s.) Allah’ın emri üzerine zaman ve mekân sınırları­nın ötesinde ve
    belli bir memleket ve millet için değil, bütün dünya ve in­sanlık için mükemmel
    bir nizam tesis etmeye çalışıyordu ve bunda genç . bir kızın gençliği ve
    güzelliği feda olunmuşsa bu çok büyük bir “zulüm” ve “günah” mıdır? Ayrıca bu
    büyük ve meziyetli hatun sadece gençliğin­den ve güzelliğinden feragat ve
    fedakârlık etmek zorunda kaldı; dünyanın diğer nimetlerinden mahrum kalmadı.
    Diğer tarafta, onun olağanüstü zekâsına, kabiliyetine, sosyal ve siyasi
    çalışmalarına bakın. Yeni İslâm toplumunun oluşumunda, o ne büyük katkılarda
    bulunmuştur ve müslü­man erkek ve kadınlarla birlikte İslâmî nizamın binasını
    nasıl sağlam te­mellere bina etmiştir? Edeb, ahlâk ve fazilet ile Kur’an ve
    hadis ilminin yayılmasında en büyük hizmetlerde bulunmuştur? Hadis ilmini
    incelemiş olan bir kişi diyebilir ki, din bilgisi ve fıkıh ile ilgili Hz.
    Ayşe’nin çaba ve hizmetlerine Nübüvvet devrinin kadınları şöyle dursun, ne
    muhteşem er­keklerinin bile varması mümkün değildir. Şayet, Hz. Ayşe, Rasûlullah
    (a.s.)’ın nikâhlı refikası olmasaydı ve onun yanında yetişme imkânı bulma­saydı,
    İslâm din bilgisi hazinesinin büyük bir bölümü daha sonraki devrin
    müslümanlarına ulaşamazdı. Sadece Hz. Ayşe (r.a.)’den 2210 hadis riva­yet
    olunmuştur. Hz. Ayşe hadisleri rivayet etmekle yetinmedi. Kendisi aynı zamanda
    hatırı sayılır bir fâkihe, müfessire, müctehide ve müftiye idi. Hz. Ayşe
    ittifakla müslüman kadınların en bilgili fakihesi kabul edilmiş­tir. En büyük
    sahabeler ondan fıkıh meselelerini öğrenirlerdi. Hatta, Hz. Ömer ve Hz. Osman da
    bazen Hz. Ayşe’nin fikrine müracaat ederlerdi. Hz. Ayşe, Medine’nin en güvenilir
    ulemâ ve müftilerinden biri sayılır. Bunca toplumsal yararların yanında küçük
    bir kişisel zararın ne önemi vardır? Ne gariptir ki, bu gibi itirazların çoğu
    Hıristiyanlardan geliyor. O Hıristiyanlar ki, dinlerinde, insanların iyiliği ve
    mutluluğu için din adamla­rı ve rahipler ile-rahibelerin mücerret hayat
    yaşaması, izdivaçtan ve çoluk-çocuktan kaçınması en büyük ve mecburi
    özelliklerden biri sayılıyor.

    Burada Hz. Ayşe (r.a.)’nin dokuz yaşında zifaf gecesinde Hz.
    Pey­gamber (a.s.) ile buluştuğuna itiraz edenlere de bir çift sözümüz vardır. Bu
    itiraz edenler İslâmiyet’in bir fıtrat dini olduğunu unutuyorlar. Fıtrata göre
    bir kız bu yaşta iyice gelişmiş ve bülûğa erişmişse, kocası ile ilişki kurması
    caiz, meşru ve makuldur. Ancak tabiata ve tabiat kanunlarına ay­kırı olan bir
    toplum ya da yasa, nikâh ve zifaf için belli bir yaş haddi ko­yabilir.
    Gördüğümüz odur ki Batılı medeni ve modern dediğimiz toplum­larda meşru evlilik
    ve kadın-erkek ilişkileri için yaş haddi, kısıtlama söz konusu olmuyor. Bu sözde
    ileri toplumlarda meşru izdivaç için yaş haddi varken evlilik öncesi çocuk
    yaşındaki erkek ve kız çocukları arasında cin­sel ilişki mubah görülüyor ve
    bugün bu toplumlarda 9-10 yaşında çocuk­ların serbestçe cinsel ilişkide
    bulundukları bir gerçektir. Ne tuhaftır ki, bu gayri meşru ve günah dolu
    ilişkilerin sonunda evlenmemiş bir kız hamile kalınca bütün toplumun sempatisini
    kazanıyor ve hatta doğan bebeğin ba­kımı için de özel çabalar gösteriliyor! Bu
    durumlarda ne genç kızlar ne de erkekler hor görülüyor. Böylesine aşağılık,
    kokuşmuş ve rezil ahlâk kural­larına sahip olanlar acaba ne yüzle İslâmın
    izdivaç kanunlarına dil uzatı­yorlar. İslâm diyor ki, bedenen ve ruhen gelişmiş
    ve bülûğ çağına erişmiş olan kız ve erkekler arasında evlilik caizdir, bunun
    için bir yaş tahdidi yoktur. Yaş tahdidi koymak; meşru evliliği geciktirmek,
    gayri meşrû cin­sel ilişkilere davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir.

    30.11. TAİF’E YOLCULUK

    Bu kısa ama gerekli bahisten sonra isterseniz biz gene asıl
    mevzumuza dönelim.

    Rasûlullah (a.s.) ailevi meselelerini hallettikten sonra,
    Belazuri ve İb­ni Sa’d’ın rivâyetine göre Şevval 10. Bi’set’in sonunda Mekke’nin
    50 mil doğusunda bulunan Taife hareket etti. Yolculuğun maksadı İslâmi daveti
    Mekke’nin dışına taşımaktı. Zira Rasûlullah (a.s.) artık Mekkeli Ku­reyş’ten
    ümidini kesmişti. Mekkeli kâfir ve müşrikler Rasûlullah (a.s.)’ı bıktırmışlardı
    ve tebliğ işini tamamıyla tıkamışlardı. Rasûlullah (a.s.) isti­yordu ki,
    Taifliler de İslâmiyet’in ne olduğunu bilsinler. Rasûlullah (a.s.) en azından
    Taif in en güçlü kabilesi Beni Sakif i kendi lehine çevirerek onlara sığınmak ve
    oradan İslâmi tebliğe devam etmek arzusundaydı. İb­ni Sa’d’ın Cubeyr bin Mut’im
    bin Adiyy’e dayanarak naklettiği rivayete gö­re Hz. Peygamber (a.s.)’e bu
    yolculuk sırasında Hz. Zeyd bin Hâris de re­fakat etmişti. İbni Kuteybe ile
    Belazuri de aynı ifadede bulunuyorlar. Ama Musa bin Ukbe ile İbni İshâk
    Rasûlullah (a.s.)’ın tek başına Taife gittiğini yazmışlardır. Hz. Peygamber bu
    yolculuğu yürüyerek yaptı ve hiçbir binek havyanı kullanmadı. İbni Sa’d’in
    ifadesine göre Hz. Peygam­ber (a.s.) Taifte 10 gün kaldı. Ancak Hâfız Sehâvi,
    Hz. Peygamber’in 20 gün Taiflilere vaaz ve telkinde bulunduğunu kaydetmiştir.
    Sehâvi, ayrıca Hz. Peygamber’in 10 gün Abdi Yâlil ile buluştuktan sonra orada
    kaldığını açıklamıştır. İbni Kuteybe de Taifte kalış müddetini bir ay olarak
    göster­miştir.

    30.11.1.
    Tabilerin Rasûlullah (a.s.)’a Büyük Zulüm ve İşkence Yapmaları

    İbni İshâk ve Vakıdi vb.’nin ifadelerine göre Taifte kabile
    reisliği Amr bin Ümeyr bin Avfın üç oğlu Abdi Yâlil, Mes’ud ve Habib’in
    ellerin­de idi ve bunlardan birinin evinde Kureyşli bir kadın Safiyye binti
    Ma’mer Cumahi vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlarla görüştü ve bunları İslâma davet
    etti. Rasûlullah (a.s.) kendilerine şöyle dedi: “Ben size geldim ki, İslâmî
    tebliğde bana yardımcı olasınız ve bana muhalefet etmekte olan, benim milletime
    karşı beni destekleyesiniz.” Bunlardan biri dedi ki: “Eğer Allah seni Rasûl
    yapmışsa ben Kâ’be’nin perdelerini yırtarım.” Diğeri şöyle de­di: “Yahu, Allah
    senden başka bir Rasûl bulamadı mı?” Üçüncüsü dedi ki: “Ben seninle hiç
    konuşmayacağım. Zira eğer sen gerçekten Allah’ın Rasûlüysen, benim cevabıma
    muhtaç değilsin ve eğer sen Allah’ın adını anarak yalan söylüyorsan, sen cevap
    verilmeye lâyık değilsin.” Peygam­ber (a.s.) bu hezeyanları dinledikten sonra
    onlardan hiçbir hayır beklene­meyeceği kanısına vardı ve oradan ayrıldı.
    Ayrılırken de şunları söyledi: “Bana nasıl muamele ettinizse ettiniz; sizden
    rica ediyorum, aramızdakiler burada kalsın.” Rasûlullah (a.s.)’ın bunu demesinin
    maksadı, Kureyşlilerin bunu duyup da cesaretlenmesine imkân vermemekti. Ne var
    ki, bu Taifli reisler çok adi idiler ve tam aksini yaptılar. Bunlar Rasûlullah
    (a.s.)’ın pe­şine sokak serserilerini, avare kişileri ve köleleri taktılar ki,
    her gittiği yer­de aleyhinde propaganda yapsınlar. Bu mel’unlar bağıra bağıra
    küfretme­ye, alaylı sözler söylemeye başladılar. Bu gürültü-patırtı sebebiyle
    Rasûlullah (a.s.)’ın etrafında büyük bir kalabalık toplandı ve bu kalabalık
    için­de Rasûlullah (a.s.), Utbe bin Rebî’a ile Şeybe bin Rebî’a’ya ait olan bir
    ağaçlığın duvarına kadar sürüklendi.

    İbn Sa’d’in Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre Hz.
    Peygam­ber (a.s.) Taifte Beni Sakif in zengin ve reislerinden her birine gitti,
    ama kimseden müsbet cevap alamadı. Hatta bu reisler ve soylular kendi
    genç­lerinin Rasûlullah (a.s.) tarafından “saptırılacağından” korktular. Bu
    sebeple Rasûlullah (a.s.)’a rest çektiler: “Ey Muhammed, sen şehrimizden git ve
    açık arazide hangi arkadaşın varsa onunla buluş.” Bu alçaklar daha sonra sokak
    serserilerini kışkırtıp Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in peşine taktılar.
    Bu serseriler yine küfrettiler, gürültü yaptılar ve milleti et­rafında
    topladılar. Musa bin Ukbe diyor ki, bu hayasızlar daha sonra elle­rine taş
    alarak Rasûlullah (a.s.)’ın diz ve topuklarına nişan alarak atmaya başladılar.
    Bu Allahsızlar, sokağın iki tarafında saf oluşturmuş, Rasûlullah (a.s.)’ı
    taşlıyorlardı. Ta ki Rasûlullah (a.s.)’ın ayakkabıları akan kanla doldu.
    Süleyman et-Teymî diyor ki, Rasûlullah (a.s.) taşlara hedef olduk­tan sonra acı
    içinde kıvranırken, birkaç defa yıkıldı, ama bu gaddar kişiler her defasında onu
    ayağa kaldırarak taşlamaya devam ettiler. Bu hayvan­lar, Rasûlullah (a.s.)’ın
    yürümesine ve oradan ayrılmasına da imkân bırak­mamışlardı. Vâkıdî’nin
    rivâyetine göre Hz. Zeyd, Rasûlullah (a.s.)’ı kur­tarmak için siper oldu ve o da
    şiddetle taşlandı, öyle ki başı yarıldı.

    30.11.2. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Acı Dolu Duası

    Hz. Peygamber (a.s.) zar-zor Taif in dışına çıkmayı başardı.
    Şehrin hududlarının dışına çıkınca Taifli serseriler de peşini bıraktılar. Hz.
    Peygamber (a.s.) ağır yaralı idi ve acılar içinde kıvranıyordu. Bu vaziyette
    Ukbe ve Şeybe’nin ağaçlığının duvarına yaslanarak bir üzüm ağacının al­tında
    oturdu, içi kan ağlıyordu ve o an ellerini Rabbine açarak acı dolu bir dua etti.
    Bu duanın sözleri Taberânî’nin “Kitâ’üd-Dua” ve “Mu’cem-i Kebir’inde, İbni
    Hişâm’ın “Siyer’inde İbni İshâk’a dayanarak, Taberî’nin “Tarih”inde,
    İbn-ul-Kayyım’ın “Zad-ul Meâd”ında ve Hâfız İbni Kesir’in “el-Bidâye”sinde yer
    almıştır; ki şöyledir:

    “Ya Rab! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi ve başkalarının
    gözlerinde küçük düşürüldüğümü sana şekva ve şikâyet ediyorum. Ey Rahim ve
    Rahmân! Sen bütün zayıfların Rabbisin ve benim de Rabbim sensin. Sen beni kime
    teslim ediyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Ya da bana galip
    gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Eğer sen ba­na dargın değilsen, bütün
    eziyet ve işkenceler bana hiç gelir. Fakat senin mağfiretin bana nasip olursa
    ben daha da ferahlayacağım. Ben, karanlıkta aydınlık yaratan ve dünya ile âhiret
    işlerini düzelten Senin varlığının nu­runa sığınıyorum. Ya Rabbi. Senin gazabın
    ve öfken bana gelmeden önce beni kurtar. Ben senin rızana tabiyim, tâ ki sen
    benden razı olana kadar. Senden başka bir kuvvet ve kudret yoktur.”

    30.11.3.
    Rasûlullah (a.s.)’in Merhameti

    Buhârî, “Bid-ul Halk, Zikr-ul Melâike”de, Müslim, “Meğâzi”de ve
    Nesâî, “Bü’ûs”ta, Hz. Ayşe’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre Hz.
    Ayşe, Rasûlullah (a.s.)’a sordu: “Siz Uhud savaşından sonra acı bir tecrübe
    geçirdiniz mi?” Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) Taif te başına gelenleri
    anlattı ve şöyle devam etti: “Ben acı ve üzüntü içinde bir tarafa yürüdüm. Henüz
    ne yapacağıma karar vermemişken kendimi birden bire Kam-üs Se’âlib[11]
    mevkiinde buldum. Yukarıya baktığımda bir bulutun beni gölgelediğini gördüm.
    Daha sonra bu bulutun içinde Cebrail’i gör­düm. Cebrail bana şöyle seslendi:
    ‘Kavminizin size söylediklerini ve size verdiği cevabı Allah işitmiştir. Dağlara
    hakim olan bu meleği Allah size göndermiştir. Ona istediğiniz emri
    verebilirsiniz.’ Dağlara hâkim olan melek bana döndü ve selam verdi. Sonra şöyle
    dedi: ‘Ben dağların mele­ğiyim. Rabbiniz beni size, istediğiniz emri vermeniz
    için göndermiştir’ (Müslim’de yar alan rivâyetin sözleri böyledir. Taberânî’de
    ‘istediğiniz emri verebilirsiniz’ yazılıdır. Buhârî’de ise ‘Ey Muhammed, ne
    yapmak is­terseniz, elinizdedir’ kaydedilmiştir), ‘isterseniz ben onları
    (Kureyşlileri) Mekke’nin iki dağı (Ebu Kubeys ile Ku’aykı’ân) ile örtebilirim’[12].
    Rasûlullah (a.s.) şu cevabı verdi: “Hayır, ben ümit ediyorum ki onların
    so­yundan Allah, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet eden nesiller
    çıkara­caktır.”

    30.11.4.
    Hıristiyan Addâs’ın İslâmı Kabul Etmesi

    İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a dayanarak naklettiği rivayete göre
    Hz. Peygamber (a.s.) yara ve bereler içinde Utbe ve Şeybe’nin çiftliğinin
    du­varına yaslanarak bir üzüm ağacının altında otururken Kureyşli bu iki ka­bile
    reisi gayrete geldiler ve hemşehrisine yapılan kötü muamele yüzün­den öfke ve
    utanç duydular. Rivayete göre Taifli reislerin evlerinde kalan Beni Cumahlı
    Kureyşli kadın da Rasûlullah (a.s.) ile görüştü ve Rasûlullah (a.s.) kendisine
    şöyle dedi: “Gördün mü şu Taifli akrabaların, bana ne yaptılar?” ‘Utbe ile Şeybe
    ise Hıristiyan olan köleleri Addâs’a dediler ki; “al şu üzüm salkımını tabağa
    koy ve ağacın altında oturan adama götür.” Kö­le, tabağı Rasûlullah (a.s.)’a
    götürdü ve üzümleri yemesini istedi. Rasûlullah (a.s.) besmele ile üzüm yemeye
    başladı. Besmeleyi duyan Addâs, “vallahi bu memlekette bu sözleri söyleyen başka
    kimse yoktur” dedi. Rasûlullah (a.s.) kendisine nereli olduğunu ve dininin ne
    olduğunu sordu. Addâs “ben Hıristiyan’ım ve Ninova’lıyım” dedi. Rasûlullah
    (a.s.) buyurdu: “Sen, sâlih insan Yunus bin Matta’nın hemşerisi misin?” Addâs,
    “siz onu nereden tanıyorsunuz?” diye sordu[13].
    Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O benim kardeşimdir. O da peygamberdi, ben de
    peygamberim”. Bunu duyunca Addâs Hz. Peygamber (a.s.)’e eğilerek başını, elini
    ve ayaklarını öptü. Sü­leyman et-Teymî, siyer kitabında şunları yazmıştır: Addâs
    “sizin Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunuza şehâdet ediyorum” dedi. Rebi’a’nın
    oğulları bu manzarayı görünce aralarında dediler ki: “Al işte, bu adam bizim
    kölemizi de elimizden aldı.” Addâs efendilerine geri gelince onlar şöyle dedi:
    “Ulan, sana ne oldu? O adamın başını, elini ve ayaklarını öpmeye başla­dın?”
    Addâs şu cevabı verdi: “Efendiler, vallahi bütün yeryüzünde ondan daha iyi bir
    insan yoktur. O, bana öyle bir şeyden haber verdi ki, bunu an­cak bir peygamber
    yapabilir.” Onlar kendisine şöyle dediler: “Addâs, ken­di dininden dönme. Senin
    dinin onun dininden dâha iyidir.”

    30.11.5. Cinlerin
    Kur’an-ı Kerim’i Dinlemeleri

    Rasûlullah (a.s.) Taiften Mekke’ye dönüş sırasında birkaç gün
    Nahle mevkiinde kaldı. Mekke’ye girip girmemekte tereddüt ediyordu. Biliyordu
    ki, Taif’te başına gelen felâketin haberi orman yangını gibi Mekke’ye var­mıştı.
    Kâfirlerin kendisine daha acımasızca ve alçakça davranacağından endişe ediyordu,
    işte, bocalama döneminde bir gece namazda Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir
    grubu yanından geçti. Cinler, Kur’an’ı dinleyip müslüman oldular. Sonra geri
    dönüp kendi hemcinsleri arasında İslam di­nini tebliğ etmeye başladılar. Cenab-ı
    Allah bunun haberini Rasûlullah (a.s.)’a verdi ve dedi ki: “İnsanlar davetinden
    kaçabilirler ama, cinler sana tabi olmuşlardır ve İslam’ı hemcinsleri arasında
    yayıyorlar”. (Bk. Ahkâf sûresinin 29-32, ayetleri)

    Cinlerin gelişi ve Kur’an-ı Kerim’i dinlemeleriyle ilgili
    rivayetleri nakleden Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Zübeyr, Hz. Abdullah bin
    Abbas, Hz. Hasan Basri, Sa’id bin Cubeyr, Zirr bin Hubeyş, Mücâhid, Hz. İkrime
    ve diğer pek çok râvi bu olayın Nahle’de cereyan ettiğinde ittifak etmişler­dir.
    İbni İshâk ile Ebu Nu’aym İsfahani ve Vakıdi diyorlar ki bu vak’a, Rasûlullah
    (a.s.) Taiften eli boş Mekke’ye dönerken vuku bulmuştu. Yolda gece Nahle’de
    kalmıştı. Orada yatsı, sabah veya teheccüt namazı sırasında Rasûlullah (a.s.)
    Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir grubu oradan geçti ve Kur’an-ı Kerim
    dinlemeye başladı. Bununla beraber, bütün rivayetlerde cinlerin gözükmediği ve
    Rasûlullah (a.s.)’ın onların gelişinden haberdar olmadığı, ancak daha sonra,
    Cenab-ı Allah’ın, vahiyle bu olaydan kendisi­ni haberdar ettiği kaydedilmiştir.

    Olayın asıl geçtiği yer ya Ez-Zeyme ya da Es-Seyl-ul Kebir’di.
    Bu iki yer de Nahle vadisinde bulunuyordu ve her iki yerde de su ve yeşillik
    var­dı. Taiften gelenler geceyi umumiyetle burada geçirirler.

    Cinlerin, Rasûlullah (a.s.)’ın ağzından dinledikleri sûre,
    Rahman suresiydi. Bezzâr, İbni Cerir, İbn ul-Münzir, Dâre-Kutni, İbni Merdûye ve
    Hatib (Tarih’inde)’in Hz. Abdullah bin Ömer’den naklettikleri rivayete gö­re bir
    defasında Rasûlullah (a.s.) Rahmân sûresini tilavet etti, ya da huzu­runda başka
    birisi okudu. Daha sonra, Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki: “Sizden
    cinlerin Rablerine verdikleri cevap kadar iyi bir cevap almı­yorum.” Cinlerin
    Rablerine ne cevap verdikleri sorulduğunda Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ben
    Allah’ın buyruğu olan ‘o halde, Rabbinizin hangi ni­metlerini inkâr
    edebilirsiniz?’! okurken, cinler de ‘Biz Allah’ın hiçbir ni­metini inkâr
    edemeyiz’ diyorlardı.” Benzeri bir rivayet Tirmizî, Hakim ve Hafız Ebu Bekr
    Bezzar, Hz. Cabir bin Abdullah (r.a.)a atfen nakletmişler­dir. Bu rivayet
    şöyledir: Rahman suresinin okunuşu sırasında herkes suskun iken, Hz. Peygamber
    buyurdu: “Ben bu sûreyi, Kur’an dinlemek için toplanan cinlere o gece okumuştum.
    Onlar bunun cevabını sizden daha iyi veriyorlardı. Ve ben Allah’ın buyruğu olan,
    “ey cinler ve İnsanlar, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?”;
    okuduğumda, cinler dedi ki: “Ya Rab, biz hiçbir nimetini inkâr etmiyoruz. Bütün
    övgüler senin için­dir.”

    30.11.6. Dönüşte
    Rasûlullah (as)’ın Mekke’ye Girişi

    İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye istinaden naklettiği rivayete göre
    Rasûlullah (a.s.) Nahle’den Mekke’ye dönme niyetinde iken Hz. Zeyd bin Hârise,
    kendisine şöyle dedi: “Siz oraya nasıl dönebilirsiniz? Zira Kureyş, sizi
    Mekke’den çıkarmıştır.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ey Zeyd, Allah şimdi, içinde
    bulunduğumuz şartlardan çıkmamız için mutlaka bir yol göstere­cektir. O kendi
    dininin hâmisi ve yardımcısıdır ve kendi peygamberini ga­lip kılacaktır.” Bundan
    sonraki olayları Vakıdi kısaltmıştır, ama İbni İshâk bunu etraflıca anlatmıştır.
    İbni İshâk diyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hira dağı­na vardıktan sonra Ahnes bin
    Şerik’in himayesine girmek için ona Abdul­lah bin Ureykıt[14]‘ı
    gönderdi. Ahnes bin Şerik dedi ki: “Ben Kureyş’in müttefiklerinden biriyim ve
    müttefik bir kişiyi himayem altına alamam”[15].
    Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.), İbni Ureykıt’ı, Süheyl bin Amr’ın yanına
    yolladı. Süheyl dedi ki: “Ben Rasûlullah (a.s.)’a Beni Amir bin Lueyy Beni
    Ka’b’a karşı eman veremem”. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) o adamı, Beni Abdi
    Menafin bir kolu olan Beni Nevfel’in ileri ge­lenlerinden Mut’im bin Adiyy’e
    gönderdi. Ureykıt ona gidip dedi ki: “Mu­hammed (a.s.) senden eman istiyor ki,
    Rabbinin talimatını halka duyurabilsin.” Mut’im, Rasûlullah (a.s.)’a eman
    vereceğini ve dolayısıyla onun Mekke’ye gelmesini söyledi. Böylece Rasûlullah
    (a.s.) Mut’im’in evine gitti ve geceyi orada geçirdi. Sabah olunca Mut’im’in 6-7
    oğlu, Rasûlullah (a.s.)’ı yanlarına alıp silahlarıyla birlikte Harem’e vardılar
    ve Rasûlullah (a.s.)’tan Kâ’be’yi tavaf etmesini istediler. Tavaf sırasında bu
    gençler, Rasûlullah (a.s.)’ı korumak için nöbet tuttular. Ebu Süfyan (Taberî’nin
    rivâyetine göre, Ebu Cehl) kendilerine şöyle bir soru yöneltti: “Siz onu hima­ye
    mi ediyorsunuz, yoksa onun dinine mi girdiniz?” Mut’im dedi ki: “Ha­yır biz onu
    himaye edenlerdeniz”. Ebu Süfyan dedi ki: “Senin himayene halel gelmez. Sen kimi
    himaye ettinse biz de onu himaye ettik.”

    Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah
    (a.s.) Bedir savaşında esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları
    söylemişti: “Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest
    bıra­kılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest
    bırakırdım.” (Buhârî, Ebû Dâvûd, Müsned-i Ahmed).



     




    [1]
    Bu olayın
    asıl râvîsinin Hz. Amr bin el-As olduğu, Hz. Abdullah’ın muhtemelen
    babasın­dan duyarak naklettiği anlaşılıyor. Zira, Hz. Abdullah bin Amr H.
    65’te vefat etti. Vefatı sırasında 72 yaşındaydı. Buna göre hesap
    yaptığımızda kendisinin bu olayın görgü tanığı olmadığı, zira do­ğumunun
    Hicret’ten sadece 7 yıl önce yani, Bi’set’ten sonra 6. yılda olduğu ortaya
    çıkıyor.



    [2]
    İbn Sa’d,
    Hz. Abdullah bin Ömer’in o sıralarda 6 yaşında olduğunu ifade ettiğini
    belirt­miştir. Hâfız İbni Hacer ise, “Feth ul-Bârî”de, o zaman Hz.
    Abdullah’ın 5 yaşında olduğunu kay­detmiştir.



    [3]
    İbn
    Abd-il-Berr kendi “Siret’inde bu rivâyeti Mûsâ bin Ukbe’nin dışında Muhammed
    bin Abdurrahman Ebul-Esved ve Ya’kub bin Hamîd bin Kâsib’e de dayanarak
    nakletmiştir.



    [4]
    Şi’b, tepe
    demektir. Şi’b-i Ebî Tâlib, Ebû Kubeys dağının tepelerinden biriydi. Ebû
    Tâlib ve ailesi buraya sığınmışlardı. Günümüzde bunun adı Şi’b-i Ali’dir.
    Buna ayrıca Sûk-ul Leyl de de­nilir.



    [5]
    İbn
    Abd-il-Berr, Mûsâ bin Ukbe’ye dayanarak İmam Zührî’nin şu garip rivâyetini
    naklet­miştir: Şi’b-i Ebî Tâlib’de Hâşim ve Muttalib aileleri mahsur
    kaldıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habeşistan’a
    hicret etmelerini istedi. Halbuki, bu ifade gerçeklere aykırıdır.



    [6]
    Bu şahsın
    asıl ismi Hâris bin Kays bin Adiyy-üs-Sehmî idi. Kays bin Adiyy’nin karısı,
    Benî Mürre’nin cadısı (kâhine) idi, adı Gaytale idi. Bu sebeple bütün
    evlâtları “Ğayâtıle” olarak bi­liniyor.



    [7]
    İbni Sa’d,
    Vâkıdiye dayanarak nikâhın Ramazan, Bi’set’ten sonra 10. yılda kıyıldığını
    yazmıştır. Kastallânî ise Hz. Hatice’nin Ramazan’da vefat ettiğini, nikâhın
    ise Şevval’da kıyıldığını yazmıştır.



    [8]
    Taberî ile
    İbni Esîr’in ifadelerine göre bu zât daha sonra Mekke’den tekrar
    Habeşistan’a gitti ve Hıristiyan olarak öldü. Ama Belazuri, İbni İshâk’a ve
    Vakıdiye dayanarak onların ifadesinin doğru olduğunu belirtmiştir. Bizzat
    İbni Esîr “Üsd-ul Ğabe”de Sekrân’ın öldüğü sırada müslüman olduğunu
    kaydetmiştir. Hâfız İbni Hacer ise “İsâbe”de Sekrân’ın adıyla birlikte
    “radıyallahü anh” yazmıştır.



    [9]
    İbni Hişâm
    ve bazı diğer tarihçiler bu hatunun ismini “Huveyle” olarak yazmışlardır.



    [10]
    Bilindiği
    üzere Hz. Urve bin Zübeyr, Hz. Ayşe’nin yeğeniydi. Bu bakımdan
    -rivâyetle­rinde bundan bahsetsin ya da etmesin- balası hakkında
    anlattıkları ondan duyduklarına dayanıyor­du.



    [11]
    Bu yere
    “Karn-ul Menazil” de denilir. Bu Necdlilerin mîkâtıdır. Necdliler burada
    ihram bağlarlar. Bu mevki, Mekke’ye bir günlük mesafededir.



    [12]
    Dağların
    meleğinin Kureyşli kâfir ve müşrikleri dağlarla örtmek istemesinin sebebi,
    Ta­if’te Rasûlullah (a.s.)’ın başına onlar yüzünden bu belaların gelmesiydi.
    Mekkeli Kureyşliler böyle­sine şiddetli muhalefette bulunmasaydı Rasûlullah
    (a.s.) da ecnebi yerlerde ve yabancı İnsanlar ara­sında bu hale
    gelmeyecekti.



    [13]
    Süheyli’nin
    Et-Teymi’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Rasûlullah (a.s.)’ın ağzındın Hz.
    Yunus ile ilgili cümleyi işitince Addâs şöyle dedi: “Vallahi, ben Ninova’dan
    ayrılırken orada Mat­ta’nın kim olduğunu bilen 10 kişi bile yoktu. Siz onu
    nasıl tanıyabilirsiniz. Siz ümmisiniz ve kav­miniz de ümmidir.”



    [14]
    Bu şahıs
    müşrikti, ama Rasûlullah ile Hz. Ebu Bekr onu güvenilir bir kişi olarak
    tanırlar­dı. Nitekim Medine’ye hicret gibi tehlikeli bir yolculuk sırasında
    kılavuz olarak onu yanına almıştı. Bu adam yol boyunca vefalı davrandı.
    Halbuki, Kureyş’e yolculuğu hakkında muhbirlik yaparak iyi bir ödül
    alabilirdi.



    [15]
    Bu şahıs
    aslen Benî Sakif tendi, ama Mekke’de Benî Zührenin müttefikiydi. Şahsî
    mezi­yet ve kabiliyetleri yüzünden Beni Zühre’nin ileri gelen reisleri
    arasında sayılırdı.

  • Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI



    Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI



    32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI



    32.1.1. Hz. Peygamber’in Görüştüğü Kabileler



    32.1.2. Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen
    Olaylar



    32.1.2.1. Beni Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdü



    32.1.2.2. Beni Bekr bin Vâil İle Mülakat



    32.1.2.3. Beni Amir bin Sa’sa’a İle Görüşme



    31.1.2.4. Beni Şeybân bin Sa’lebe İle Görüşme



    31.1.2.5. Beni Abs ile Görüşme



    32.1.3. Evs ve Hazrec’in Tarihçesi



    32.1.3.1. Bu Tarihi Durumun Etkileri



    32.1.4. Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineli



    32.1.5. Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesi



    32.1.6. Ensâr’ın İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atı



    32.1.7. Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atı



    32.1.8. Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesi



    32.1.9. Medine’de Cuma Namazının Başlaması



    32.1.10. Son Akabe Biatı



    32.1.11. Akabe Bi’atının Ehemmiyeti



    32.1.12. Ensâr’ın Fedakârlık Duygusu



    32.1.13. Nakib’in Tayini



    32.1.14. Akabe Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisi



    32.1.15. Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın Yayılışı

    Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON
    ÜÇ YILI

    32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI

    Biz daha önce Rasûlullah. (a.s.)’ın, Bi’set sonrası 10. yılda
    Taife yap­tığı seyahatten bahsettik. Bu seyahatten sonra Rasûlullah (a.s.) iyice
    anla­dı ki, Kureyşlilerden herhangi bir hayır beklenmediği gibi, Beni Sakif’in
    de doğru yola gelmesine imkân yoktur. Beni Sakif’in doğru yola gelmesi bir yana,
    bu kabile İslâmi davete tahammül etmeye bile razı değildi. Hat­ta, Hz. Peygamber
    (a.s.) Taif’te öylesine büyük bir hakarete ve işkenceye maruz kaldı ki, Mekke’de
    peygamberlikten sonra geçirdiği 10 yılda bile bunun benzerine rastlanmamıştı.

    Böylece, Rasûlullah (a.s.) Mekkeli ve Taiflilerden ümidini
    kestikten sonra Ukâz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırlarında ve Hac mevsiminde
    Mi­na’da toplanan diğer Arap kabilelerine dikkatini çevirdi. Rasûlullah daha
    ünce de bu yerlerde halkı İslâma davet ediyordu ama, bu defa davetinin mahiyeti
    biraz değişikti. Rasûlullah, bu defa muhtelif kabileleri İslâma davet etmekle
    kalmıyor, onların reis ve ileri gelenleriyle şahsen görüşüp kendisine ve diğer
    müslümanlara maddi destek sağlamaya çalışıyordu. Rasûlullah (a.s.) bu reislere
    diyordu ki: “Bakın, Kureyşliler Allah’ın dave­tinin yolunu tıkamışlardır ve
    artık sizin yardımınız olmadan davet işi hızla yürüyemez”. Musa bin Ukbe’nin
    İmam Zührî’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber (a.s.) Medine’ye
    hicret etmeden önce görüştüğü her kabileye ve ileri gelenlerine şöyle derdi:
    “Bana eman verin ve benim da­vetimi destekleyin ki, Allah’ın kelâmını herkese
    iletebileyim.” Bu gibi da­vet ve telkinler sırasında Ebu Cehl ve Ebu Leheb başta
    olmak üzere Ku­reyş’in diğer pek çok serserileri her zaman Rasûlullah (a.s.)’ı
    takip ediyorlardı ve Arap kabilelerinin onun vaaz ve telkinlerine kulak
    asmamaları İçin çağrıda ve tehditte bulunuyorlardı. Bu adamlar bazen Rasûlullah
    (a.s.)’a taş veya toprak atıyorlardı. Fakat Rasûlullah (a.s.) İslâmi davetini
    her zamanki metanet ve ciddiyetiyle sürdürüyordu. Bu arada, Rasûlullah (a.s.)
    umre, ziyaret, veya ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen kişileri de Hak dinine
    davet ediyor, onların kendisini desteklemelerini istiyor ve mümkünse
    memleketlerine kendisini çağırmalarını teklif ediyordu.

    32.1.1. Hz.
    Peygamber’in Görüştüğü Kabileler

    Rasûlullah (a.s.)’ın Hak daveti için yaptığı bu yolculuklarda
    görüştü­ğü kabilelerin listesine baktığımızda görüyoruz ki, kendisinin
    Arabistan’ın doğu kıyısından batı kıyısına ve güneyden kuzeye kadar görüşmediği
    ve­ya temas kurmadığı tek bir güçlü kabile yoktu. Bunlardan bazılarının
    isimlerini aşağıda belirtiyoruz:

    1) Kinde: Bu, güney Arabistan’ın en büyük kabilelerinden biri
    olup Hadramût’tan Yemen’e kadar olan bölgeye hâkimdi.

    2) Kelb: Bu, Kuda’a’nın bir koluydu ve Kuzey Arabistan’da Dûmet-ul
    Cendel’den Tebûk’a kadar olan bölgeye hâkimdi.

    3) Beni Bekr bin Vâil: Bu, Arabistan’ın savaşçı kabilelerinden
    biriydi ve ülkenin ortalarından Doğu kıyısına kadar etkisini sürdürüyordu. Bu
    ka­bile M.S. 3001 de ilk defa İran imparatorluğuna kafa tutmuş ve
    peygam­berlik döneminde tekrar İranlılarla savaşa girerek düşmana büyük
    kayıp­lar verdirmişti. Tarihte bu savaş, Zikâr savaşı adıyla biliniyor.

    4) Beni el-Bekka: Bu, Beni Amir bin Sa’sa’a’nın bir kolu olup
    Mekke ile Irak yolu boyunca hakimiyetini sürdürüyordu.

    5) Sa’lebe bin Ukâbe: Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu.

    6) Beni Şeyban bin Sa’lebe: Beni Sa’lebe bin Ukâbe’nin bir kolu.

    7) Beni el-Hâris bin Ka’b: Beni Temim’in bir kolu.

    8) Beni Hanife: Bu, Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu olup
    Yemâme’de otururdu. Müseyleme (Kezzab) bu kabileye mensuptu. Hz. Ebu Bekr’in
    halifeliği sırasında sahte peygamberler fitnesi ortaya çıkınca müslümanlar en
    çok bu kabile ile uğraşmak zorunda kalmışlardı. Bu kabile de Arabis­tan’ın
    savaşçı kabilelerinden biriydi.

    9) Beni Süleym: Bu da, Kays-ı Aylan kabilelerinin en büyüğüydü
    ve Hayber yakınlarında yukarı Necd bölgesinde oturuyordu. Bu kabilenin adamları
    el-Kurâ vadisine Teymâ’ya kadar yayılmış durumda idiler.

    10) Beni Amir bin Sa’sa’a: Havazin’in bir kolu olup Necd’de
    oturu­yorlardı. Havazin de Kays’ı Aylân’dandılar. Bunlar daha sonra Taif in bir
    bölgesine yerleştiler. Kabilenin bazı üyeleri yazı Taif te kışı da Necd’de
    geçirirlerdi.

    032

    11) Beni Abs: Bu da Kays-ı Aylân’ın bu kolu olan Gatafan’ın bir
    yan kabilesi idi. Necd’de oturuyor ve savaşçı kabilelerden biri sayılıyordu.
    Câhiliyye döneminde bazı kabilelerle çok uzun savaşlara girdi. Bu savaş­lardan
    Dâhis ve Ğabrâ’ tarihe geçmişlerdir.

    12) Beni Üzre: Bu, Beni Abdullah bin Gatafan’ın bir koluydu.

    13) Gassân: Bu, Güney Arabistan’ın hatırı sayılır kavimlerinden
    bi­riydi. Daha sonra kuzey Arabistan’a geçip yerleşmişti. Çeşitli kabileleri
    bünyesinde toplayan Gassanlıların bazısı Hıristiyan ve bazısı müşrikti.
    Gassanlıların bir devletçiği Bizanslılara tabi olmuştu.

    14) Fezâre: Bu Gatafan’ın büyük bir yan kabilesiydi ve Necd ile
    el-Kurâ vadisinde otururdu.

    15) Beni Abdullah: Bu, Kelb’in yan kabilelerinden biriydi.

    16) Beni Muharib bin Hafse: Bu, Adnanlı kabilelerden biriydi.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in İslâm dinini yaymak üzere yaptığı
    çeşitli ge­ziler sırasında görüştüğü kabilelerin belli başlıları bunlardı.
    Arabistan’ın jeopolitik durumu göz önünde bulundurulur ve yukarıda adlarını
    yazdığı­mız kabilelerin toplumdaki durumları, sayıları, güçleri, zenginliği ve
    yi­ğitliği ele alınırsa bunların sadece bir tanesinin bile Rasûlullah (a.s.)’ın
    da­vetini kabul etmesi halinde İslâm dininin hayli güçleneceği ve günden gü­ne
    gelişeceğinden kimsenin şüphesi olmayacaktı.

    32.1.2.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen Olaylar

    Hz. Peygamber (a.s.)’in kabilelerle görüşmek üzere yaptığı
    çeşitli ge­ziler çok ilginç olmuş ve bunlarda bazı dikkate değer olaylar meydana
    gelmiştir. Rasûlullah, bu geziler sırasında çeşitli adamlarla buluşmuş ve çoğu
    üzücü olmasına rağmen bazı sevindirici olaylarla da karşılaşmıştır. Mûsâ bin
    Ukbe’nin “Meğâzi”de belirttiği gibi kabilelerin çoğu şu cevabı verirlerdi: “Bir
    insanı, mensup olduğu millet ve toplum daha iyi bilir. Biz­zat kendi milletinde
    fesâd ve kavga çıkarmış olan ve milleti tarafından reddedilmiş olan bir kişi
    bize ne verebilir ki?” Fakat bazı kabileler sadece İslâm’ın davetini reddetmekle
    kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)’a çok kaba ve çirkin davrandılar. İbni Cerir, İbni
    Hişâm ve Hâfız İbni Kesir’in Muham­med bin İshâk’a dayanarak ifade ettiklerine
    göre bir defasında Rasûlullah (a.s.) Kinde’nin toplantı yerine gitti ve
    Kindelilerin yardımını talep etti. Fakat, Kindeliler bu talebi reddettiler.
    Rasûlullah (a.s.) Kelb kabilelerin­den Beni Abdullah’a gitti ve kendilerine “Allahu
    Teâlâ atanıza iyi bir isim bahsetmiştir, siz bana yardım edin” dedi, ama onlar
    da bu isteği reddettiler. Rasûlullah (a.s.), daha sonra Beni Hanife’ye gitti,
    fakat bu kabile daha da kötü davrandı; ve bulundukları yerden Rasûlullah
    (a.s.)’ı kovdu.

    32.1.2.1. Beni
    Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdü

    İmam Ahmed ile Hâkim ve bazı diğer muhaddisler Hz. Câbir bin
    Ab­dullah’a atfen Rasûlullah (a.s.)’ın halka şöyle seslenerek yol kat ettiğini
    kaydetmişlerdir: “Beni kendi kabilesine götürecek bir adam var mı?” Bu çağrıyı
    duyan Hamdan kabilesine mensup bir şahıs Rasûlullah (a.s.)’a gel­di ve onu kendi
    kabilesine götürmeye razı oldu. Ama daha sonra kabilesi­nin kendisine kötü
    muamele yapacağından korktuğu için Rasûlullah (a.s.)’a döndü ve şöyle dedi: “Ben
    şimdi kabileme gidiyorum. Onlara sen­den söz edeceğim ve gelecek yıl Hac
    mevsiminde seninle görüşeceğim.” Bundan sonra bu adamdan haber alınamadı.

    32.1.2.2. Beni Bekr
    bin Vâil İle Mülakat

    Hafız Ebû Nuaym ve Yahya bin Sa’id-ul Ümevi; Kelbi’ye dayanarak
    diyorlar ki, bir defasında Rasûlullah (a.s.) Beni Bekr bin Vail’e gitti ve
    on­larla sohbet ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dediler ki
    “biz ne İran’la savaşacak durumdayız, ne de İran’a karşı kimseyi
    koruyabi­liriz.” Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Bir gün gelecek, siz onların
    menzille­rine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz ve onların
    evlâtlarını esir alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra Rasûlullah (a.s.) oradan
    ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka şöyle dedi: “Bu adam eskiden çok iyi
    idi, ama şimdi aklını kaçırmıştır.” Beni Bekr bin Vail’e mensup olanlar da
    de­diler ki: “Evet, İranlılardan bahsedince onun akli dengesinin yerinde
    ol­madığına kanaat getirdik.” Bu vak’a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir Arap,
    Arapların İran gibi muazzam bir saltanatı yerle bir edip bütün İran’a hâkim
    olacaklarını akıllarının uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şeyi onlarca
    sadece deli-divane bir kişi söyleyebilirdi. Ama, aradan 15-16 sene geçmedi ki,
    aynı adamlar Rasûlullah (a.s.)’ın söylediklerinin harfiyen ger­çekleştiğine
    şahit oldular.

    32.1.2.3. Beni Amir
    bin Sa’sa’a İle Görüşme

    İbni İshâk’ın, İmam Zührî’ye dayanarak naklettiğine göre
    Rasûlullah (a.s.) bir defasında Beni Sa’sa’a’nın oturdukları bölgeye gitti ve
    davetini onlara iletti. Beni Amir’e mensup Beyhare bin Firaş dedi ki: “Vallahi
    Ku­reyş’in bu gencini yanıma alsam bütün Arabistan’ı elime geçirebilirim.”

    Bu adam daha sonra Rasûlullah (a.s.)’a şöyle dedi: “Diyelim ki,
    sizin işi­nizde sizinle ortak olduk ve Allah da sizi muhaliflerinize galip
    kıldı. Bun­dan sonra siyasi iktidar bizim olacak mı?” Rasûlullah (a.s.) cevap
    verdi: “Bu iş Allah’ın elindedir. O kime isterse iktidar verir.” Bunun üzerine
    Beyhare bin Firaş şöyle dedi: “Vay be, biz gırtlağımızı Araplara teslim edeceğiz
    âma Allah sizi galip kılınca iktidarı bize değil başkalarına vere­ceksiniz.
    Gidin, biz böyle bir şey istemiyoruz.” Beni Amir bin Sa’sa’a’ya mensup olanlar
    hacdan sonra memleketlerine dönünce Rasûlullah (a.s.) ile görüşme olayını yaşlı
    bir şeyhe anlattılar ki, şöyle idi: “Kureyşli Beni Abdulmuttalib’in bir genci
    bize geldi. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu ve bizden yardım talep
    ediyordu. O bizim memleketimize gel­mek istiyordu. Biz onunla şunları şunları
    konuştuk. Sonra onu geri çevir­dik.” Yaşlı şeyh bu hikâyeyi duyunca başını
    elleri arasına aldı ve şöyle dedi: “Ey Beni Amir, bu hatayı telafi etmeliyiz.
    Biz büyük bir fırsatı ka­çırdık. Elinde canım olan Allah’a yemin ederim ki,
    hiçbir İsmaili hiçbir zaman böyle bir şey uydurmamıştır. Bu mutlaka doğrudur.
    Siz o zaman aklınızı mı kaçırmıştınız?”

    31.1.2.4. Beni Şeybân
    bin Sa’lebe İle Görüşme

    Ebû Nuaym, Hâkim ve Beyhakî Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak
    Hz. Ali’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Bu rivayet şöyledir: “Ben (Ali) bir
    defasında Rasûlullah (a.s.) ve Ebu Bekr ile Minâ’da çeşitli kabilelere
    gidiyorduk. Biz şöyle dolaşırken çok görkemli bir toplantıya vardık. Bu­rada
    bulunanların hepsi varlıklı ve yaşlı, başlı kimselerdi. Hz. Ebû Bekr sordu,
    “sizler kimsiniz?” Onlar dediler ki: “Biz Beni Şeybân bin Sa’lebe’liyiz.” Bunun
    üzerine Hz. Ebû Bekr Rasûlullah (a.s.)’a dönerek şöyle dedi: “Annem ve babam
    size fedâ olsun. Bunlardan daha muhterem şahsiyetleri daha göremezsiniz.” Bu
    toplantıda Mefrûk bin Amr, Hâni bin Kabisa, Müsennâ bin Hâris ve Nu’man bin
    Şerik hazırdılar.

    Hz. Ebû Bekr’e yakın olan Mefrûk dedi ki: “Galiba siz
    Kureyş’tensiniz”. Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Belki de siz biliyorsunuzdur, buraya
    Allah’ın Rasûlü teşrif etmişlerdir. Huzurunuzdaki şahsiyet ise kendileridirler.”
    Mefrûk, “evet, biz böyle bir şey işittik” dedi ve sonra dikkatini Rasûlullah
    (a.s.)’a çevirdi. Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: “Ben sizi İslâm’a
    davet ediyorum. Siz, Allah’ın tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığına, iba­dete
    layık olan tek varlığın Allah olduğuna ve benim de O’nun Rasûlü ol­duğuma
    şahadet ediniz. Sizden yardım ve emân talep ediyorum. Böylece, Allah’ın bana
    verdiği vazifeyi tam manasıyla yerine getirebilirim. Zira

    Kureyş, Allah’ın işini durdurmak için ittifak kurmuştur. Kureyş,
    Allah’ın Rasûlünü tekzip etmiş ve Hak yerine Batıldan yana çıkmıştır. Halbuki,
    Allah kullarının yardımına muhtaç değildir ve kendi başına Mahmûd’dur”. Mefrûk
    dedi ki: “Kureyşli kardeş, sen başka neyi emrediyorsun?” Bunun üzerine
    Rasûlullah (a.s.) En’âm sûresinin 151’den 153’e kadar olan ayetle­rini okudu.
    Mefrûk daha sonra şunları söyledi: “Ey Kureyşli kardeş sen başka neyi vaaz
    ediyorsun? Vallahi bu, dünyalıların kelâmı değildir. Zira böyle bir şey olsaydı,
    ben anlardım.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Nahl sûresinin 90. ayetini tilavet
    etti. Mefrûk şunları söyledi: “Vallahi, ey Ku­reyşli birader, siz en güzel
    ahlâki vasıflara ve iyi amellere davet ettiniz. Sizi yalanlayan millet çok aptal
    ve akılsızdır.” Bundan sonra Mefrûk, Hâni bin Kab Îsa’ya işaret ederek kendi
    kabilesinin şeyhi ve din adamı ol­duğunu söyledi. Hâni dedi ki: “Ey Kureyşli
    kardeş, ben sizin söyledikleri­nizi duydum ve sizi teyid ediyorum. Fakat, bizim
    bir toplantıda aniden di­nimizi değiştirip sizin dininizi kabul etmemiz biraz
    acele bir iş olacaktır. Arkamızda milletimiz vardır ki, onun rey ve fikrini
    almadan onlara bir şey empoze etmemiz doğru olmayacaktır. Biz şimdi
    memleketimize geri dö­nüyoruz, siz kendi işinize bakın. Biz meseleyi gözden
    geçireceğiz. Siz bu­nun neticelerinin ne olacağını düşünün.” Bundan sonra Hâni,
    Müsennâ bin Haris’i Rasûlullah (a.s.)a tanıştırdı ve kendisinin bir şeyh ve
    askeri ko­mutan olduğunu bildirdi. Müsennâ dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, ben
    senin sözlerini dinledim ve beğendim. Fakat, benim cevabım da Hâni’ninki
    gibi­dir. Biz bir toplantıda kendi dinimizi bırakıp senin dinini kabul etmeyi
    doğru bulmuyoruz. Biz oturduğumuz yerde iki zorlukla karşılaşıyoruz: Birincisi
    Yemâme ve ikincisi Semâve (Arap yarımadasına yakın olan Irak’ın toprakları).”
    Rasûlullah (a.s.) “Bu iki zorluğun anlamı nedir?” diye sordu. Müsennâ dedi ki:
    “Birincisi, dağ ve Arap toprakları. İkincisi İran toprakları ve Kisrâ (İran
    Hükümdarının) nehirleri. Kisrâ ne bizim ne de himayemizde olan başka birinin
    fevkalâde bir şey yapmasını istiyor. Sizin bizi davet ettiğiniz şey
    hükümdarların hoşlarına gitmeyebilir. Arap top­raklarına gelince, kusur ve
    özrümüzü kabul edebilirsiniz. Fakat İran ile il­gili herhangi bir yükümlülüğün
    altına giremeyiz.” Rasûlullah (a.s.) kendi­sine şu cevabı verdi: “Doğruyu
    söyledinizse yanlış bir hareket yapmadı­nız. Fakat, şurasını bilin ki, Allah’ın
    diniyle kalkan bir kişi için müstesnalar söz konusu değildir. O her bakımdan
    bunu himaye etmelidir.” Daha sonra şunları ekledi: “Biraz sabredin, Allah
    İranlıların mal ve mül­künü size verecektir; onların kızlarını sizin
    tasarrufunuza verecektir. Evet, bütün bunlardan sonra, siz Allah’ı tesbih ve
    tenzih edecek misiniz?”

    Numan bin Şerik dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, biz senin
    söylediklerini ka­bul ettik.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) “İnnâ erselnâke
    sahiden ve mübeşşiren ve nezira” ayetlerini okuyarak kalktı ve Hz. Ebu Bekr’i
    elinden tutarak oradan ayrıldı.

    31.1.2.5. Beni Abs
    ile Görüşme

    Vakıdi, Abdullah bin Vâbiste el-Absi’ye dayanarak dedesinin şu
    rivâ­yetini nakletmiştir: Kabilemiz Beni Abs Mescid-i Hayf yakınlarında Cemret-ul
    Ulâ’ya konaklamıştı. Rasûlullah (a.s.) bizim bulunduğumuz çadıra geldi. Yanında
    Zeyd bin Hârise de vardı. Rasûlullah (a.s.) bizi İslâm’a da­vet etti ve biz bu
    daveti kabul etmedik. Bundan önce de her hac mevsi­minde Rasûlullah (a.s.) bizim
    yanımıza gelip Hak dininden söz ederdi ve biz hiçbir zaman onun çağrısını
    dinlemedik. Son defasında Meysere bin Mesrûk el-Absi de yanımızda idi. O şöyle
    dedi: “Vallahi biz O’nu tasdik eder ve yanımıza alıp memleketimize götürürsek bu
    iyi bir hareket ola­caktır. Zira, Allah’a yemin ederek söylüyorum, onun kelâmı
    galip gele­cektir, hem de ezici bir şekilde galip gelecektir.” Rasûlullah (a.s.)
    Meysere’nin bu sözleri üzerine ümitlendi ve onunla biraz daha konuştu. Fakat,
    Meysere daha sonra dedi ki: “Kelâmınız ne kadar güzel ve şahanedir. Ama, benim
    halkım bana karşı çıkıyor. Benim halkım beni desteklemezse başka kimlere
    yalvaracağım?” uzun bir müddet sonra Vedâ Haccı sırasın­da Rasûlullah (a.s.),
    Meysere’yi gördü ve tanıdı. O zaman Meysere şöyle dedi: “Ya Rasûlullah, ilk defa
    bizim çadırımıza geldiğiniz zamandan beri size tutkundum, fakat ne çare ki
    amacıma ulaşamadım. Artık ne olduysa oldu. Şimdi bunca zaman geçtikten sonra
    müslüman oluyorum.”

    Kısacası, bütün Arap kabileleri ayaklarına kadar gelen Hak
    davetine sırt çevirdiler ve büyük bir fırsatı kaçırdılar. Buna karşı Medineliler
    şanslı ve talihliydiler ki, kendileri Rasûlullah (a.s.)’ın ayağına kadar
    geldiler ve hem dünyada, hem âhirette felâh buldular. Biz şimdi biraz geriye
    dönerek mübarek şehir Medine’nin sakinlerinin hangi sebeplerden dolayı zihnen ve
    fikren Rasûlullah (a.s.)’ın davetini kabul etmeye amade olduklarını anlat­maya
    çalışacağız.

    32.1.3. Evs ve
    Hazrec’in Tarihçesi

    M.S. 450 ya da 451’de Mârib Seddinin yıkılmasıyla Yemen’in marûz
    kaldığı sel felâketinden kurtulan Sabâ (Sebe’) kavmine mensup Amr bin Amr çoluk
    çocuklarını alıp ülkenin kuzeyine yerleşmişti. Onun bir oğlu Cüfne’nin evlatları
    Suriye’ye yerleşti ve Gassân ismiyle şöhret kazandı. İkinci oğlu Hârise ise
    Hicaz’ın dağlık bölgeleri ve Kızıldeniz kıyısı arasın­da uzanan Tihame adlı
    düzlüğe yerleşti. Onun evlatları Huzâ’a ismiyle meşhur oldu. Üçüncü oğlu
    Salebe’nin evlâtları arasında Hârise adında bir kişi vardı. Onun iki oğlu,
    karılarından birisi Kayle’den doğmuşlardı. Bun­lardan birinin adı Evs, diğerinin
    ise Hazrec idi. Bu iki kardeşin evlâtla­rı gidip Yesrib’e (Medine’ye)
    yerleştiler. Bu şehre daha önceden Yahudiler hâkimdi. Yahudiler uzun bir müddet
    Evs ile Hazrec’in evlâtlarına şeh­rin en güzel mer’a ve diğer yerlerine girme
    izni vermediler. Bu sebeple Evs ve Hazrecliler çaresizlik içinde şehrin dışında
    verimsiz, kurak ve çorak arazilerde kalmaya mecbur oldular. Geçimlerini zor
    sağlayabiliyor­lardı ve daima sıkıntı içinde idiler. Nahiyet bunlar, akrabaları
    olan Suri­yeli Ğassânlılardan yardım istediler. Gassanlılar kuvvetli bir orduyla
    ge­lip Yahudileri Medine’nin dışına çıkarıp Evs ile Hazrec’i buranın hâkimi
    yaptılar. Yahudilerin Beni Kureyza ve Beni Nadir adlı iki kabilesi şeh­rin
    çevresinde oturmaya mecbur oldular. Yahudilerin bir başka kabilesi, Beni Kaynuka
    ise Hazrec’in himayesine girip şehrin bir mahallesine yer­leşmeyi başardı. Bu
    kabile yukarıda bahsedilen iki Yahudi kabilenin ra­kiplerinden biriydi. Bu iki
    kabile bu gelişmeye karşı harekete geçtiler ve Evs kabilesiyle anlaşma
    imzalayarak bunun müttefiki oldular. Bundan sonra Evs ile Hazrec te 15 yıl
    Yahudilerle beraber aynı şehrin içinde ve çevresinde iç içe yaşadılar. Bu arada,
    bu iki Arap kabilesi aynı soydan gelmelerine ve aralarında evlilik bağları
    bulunmasına rağmen cehaletleri yükünden hem birbirleriyle sık sık çatışmaya
    giriyorlardı, hem de ken­di müttefikleri arasında çatışma çıkarıyorlardı. Zira,
    bunlar kendi mütte­fiklerin birleşmelerini istemiyorlardı ve çarpışarak
    güçlerini kaybetme­lerinden yana idiler. Ayrıca, Yahudiler de bu iki kabilenin
    birbiriyle dai­ma çatışma durumunda olmalarını kendileri için hayırlı
    sayıyorlardı. Böy­lece, Evs ile Hazrec arasında 175 yılda ufak tefek çatışmalar
    hariç, 11 bü­yük kanlı muharebe oldu. Bu muharebelerin sonuncusu hicretten
    sade­ce beş yıl önce (Yani Bi’set’ten 8 yıl sonra ve M.S. 618’de) meydana
    gel­di. Bu muharebede her iki kabilenin büyük adamları öldü.[1]
    Fakat bu çatışma ve savaşlara rağmen Medine’de Yahudilerin dini etkisi o kadar
    kuvvetliydi ki, çocuk doğurmayan veya çocukları sık sık ölen bir ka­dın, gelecek
    defa çocuğunun doğması halinde bunu Yahudi yapacağına dair adakta bulunuyordu.
    Bu durumu İbni Cerir kendi tefsirinde Hz. Ab­dullah bin Abbas’a dayanarak
    anlatmıştır. Ebu Davud, Nesâî, İbni Ebi Hâtim ve İbni Hibbân da bu konuda
    çeşitli rivâyetleri İbn Abbas’a, Mücâhid’e, Sa’id bin Cubeyr’e, Şa’bi’ye Hasan
    Basri’ye vs.’ye dayanarak nakletmişlerdir.

    32.1.3.1. Bu Tarihi
    Durumun Etkileri

    Yukarıda gayet kısa olarak anlatmaya çalıştığımız Evs ile
    Hazrec’in tarihinden anlaşılacağı gibi bu iki Arap kabilesi üç büyük sebeple
    İslâmi davete Arabistan’ın diğer bütün kabilelerine oranla daha yatkın idiler.
    On­lar, zihnen ve fikren İslâmiyet’i kabul etmeye hazırdılar ve zamanı gelin­ce,
    Rasûlullah (a.s.)’a, suya susamış kişiler gibi koştular.

    Birinci sebep şuydu: Evs ile Hazrec uzun yıllardan beri
    Yahudilerle beraber yaşadıkları için kulakları ve kalbleri nübüvvet, vahiy,
    kitap, şeriat vs. gibi kavramlara alışmıştı. Diğer Arap kabileleri için ise bu
    kavramlar yabancıydı.

    İkincisi, İbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a dayanarak
    belirttiği gi­bi Evs ile Hazrec Yahudi komşularıyla sohbetleri sırasında
    bunların sabır­sızlıkla bir peygamberi beklediklerini öğreniyorlardı. Böyle bir
    peygam­berin gelişinin Yahudilerin kitabında yazılı olduğunu biliyorlardı.
    Yahudiler ayrıca böyle bir peygamberin çabuk gelmesi için sık sık Allah’a dua
    ediyorlardı, zira bu peygamberin gelmesinden sonra üzerlerinden diğer
    milletlerin galebesinin kalkacağına inanıyorlardı. Özellikle Yahudiler ile Evs
    ve Hazrec birbiriyle hırlaşınca şöyle derlerdi: “Göreceksiniz, kısa bir zaman
    sonra bizden bir peygamber çıkacaktır. O peygamber ortaya çıkın­ca biz ona tabi
    olacağız ve biz onunla bir olup sizi Ad ve İrem milletleri gibi yok edeceğiz.”
    Yahudilerin bu gibi sözlerine Kur’an-ı Kerim’de de te­mas edilmiştir:

    “Onlar o kitapla müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi.”
    (Bakara; 89)

    Yahudilerin bu söz ve hareketlerini yakından izleyen Evs ve
    Hazrec kabileleri de yeni peygamberleri bekler hale gelmişlerdi ve bu nebi
    ortaya çıkar çıkmaz kendisine biat etmek ve böylece hasımları olan Yahudileri
    alt etmek niyetinde idiler.

    Üçüncüsü, Evs ile Hazrec kendilerini kemiren ve gün geçtikçe
    zayıf­latan iç savaştan bıkmışlardı. Onlar kendilerini bir bayrak altında
    birleşti­recek bir lideri bekliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de bu kabilelerin bu
    durumu­na da temas edilmiştir:

    “Cehennem kuyusunun kenarında iken sizi ondan kurtardı.” (Al-i
    İmran; 102)

    Medineliler bu durumlarından kurtulmak için Hazrec’in bir reisi
    olan Abdullah bin Übeyy’i kendi kralları olarak seçmeye de hazırdılar, işte bu
    şartlar altında Medinelilere, öteden beri bekledikleri ve can-ü gönülden
    is­tedikleri nimet gelmiş oldu. (Bk. İbni Hişâm, eli, s. 234)

    32.1.4.
    Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineli

    İbni Hişâm ile Taberî, İbni İshâk ve Asım bin Ömer bin Katâde
    Ensarî’ye dayanarak naklettikleri rivayetle Rasûlullah (a.s.) ile görüşen ilk
    Me­dineli vatandaşın Hz. Suveyd bin Sâmit olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. Suveyd
    kabiliyeti, yiğitliği, şiir ve edebiyatı sevmesi ve soylu bir aileye mensup
    olması sebebiyle “kâmil” lakabıyla tanınırdı. (İbni Sa’d’ın açıkla­masına göre
    halkı arasında son derece zeki, akıllı, okuma-yazması olan, okçuluk ve yüzmede
    üstün bir yere sahip kişiye cahiliyye döneminde “kâmil” denirdi. (Bk. Tabakat,
    c. III, s. 603). Hz. Suveyd, Rasûlullah (a.s.)’a akraba da oluyordu. Zira annesi
    Leylâ binti Amr, Rasûlullah (a.s.) adet üzere kendisiyle görüştü ve kendisini
    Hak dine davet etti. Suveyd de­di ki, “galiba bende olan sizde de vardır.”
    Rasûlullah (a.s.) “sizde ne var?” diye sordu. Suveyd, “Mecelle-i Lokman (Yani
    Hikmet-i Lokman”. Rasûlullah (a.s.), ondan Lokman’ın sözlerini okumasını istedi.
    Suveyd dediğini yaptı. Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, “şüphesiz bu iyi bir
    kelâmdır, ama bende olan kelâm bundan çok daha üstündür. O da Kur’an’dır ki,
    Allah ba­na nazil etmiştir. Kur’an bir hidayet ve bir nur’dur”. Bundan sonra
    Rasûlullah (a.s.), Suveyd’e Kur’an’dan bazı parçalar okudu ve kendisini İslâma
    davet etti. Suveyd bu davetten kaçmadı ve bunun (Kur’an’ın) gerçekten iyi bir
    kelâm olduğunu söyledi. Bundan sonra Suveyd Medine’ye döndü, ama kısa bir süre
    sonra Hazrec tarafından öldürüldü. Bu Bu’as savaşından ön­ceki bir olaydır.[2]

    32.1.5.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesi

    İbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a istinaden naklettikleri
    rivayete göre Buâs muharebesinden öne Evs ile Hazrec arasında husûmet ve
    çatış­ma başlayacakken, Evs’in bir kolu olan Beni Abd-el Eşhel’in bir heyeti
    Ebu’l-Haysir (ya da Ebul-Hayser) Enes bin Kâfi’nin liderliğinde Hazreç’e karşı
    Kureyş’i kendi müttefiki yapmak üzere Mekke’ye geldi. Hz. Pey­gamber (a.s.), bu
    heyetin geldiğini duyunca onların yanına gitti ve kendi­lerine şöyle dedi: “Siz,
    uğruna geldiğiniz şeydan daha iyi bir şey kabul et­mek istiyor musunuz?” Onlar
    bunun ne olduğunu sordular. Rasûlullah (a.s.), karşılık verdi: “Ben Allah
    tarafından kullarına gönderilen Rasûlü­yüm. Ben kulları Allah’tan başka kimseye
    kulluk etmemek, O’nun dışında kimseye ortak koşmamaya davet etmeye geldim. Bana
    ayrıca bir Kitab nazil olmuştur.” Rasûlullah (a.s.), bundan sonra İslâmın ana
    ilkelerini açıkladı ve kendilerine Kur’an okudu. Heyette yer alan İyas bin Mu’az
    adında bir genç bunları duyduktan sonra dedi ki: “Vallahi, arkadaşlar, uğ­runa
    geldiğiniz şeyden bu mutlaka daha iyidir.” Fakat Ebu’l-Hayser bu gencin yüzüne
    toprak alıp, “bizi böyle şeyler için bağışla. Biz buraya baş­ka bir iş için
    geldik” dedi. Bunun üzerine İyas sustu ve Rasûlullah (a.s.) da oradan ayrıldı.
    Bu heyetin Medine’ye dönmesinden sonra Bu’as muha­rebesi patlak verdi ve bundan
    kısa bir süre sonra İyas da vefat etti. Ölüm anında yanında bulunanların
    ifadelerine göre İyas son nefesine kadar Allah’ın adını andı ve O’nun için hamd
    ve tesbihte bulundu. Aynı kişiler Mekkedeki görüşmeden sonra İyâs’ın, İslâmın
    bir neferi olarak Medine’ye döndüğünü ve müslüman olarak öldüğünü beyan
    etmişlerdir.

    İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye dayanarak verdiği teferruatlı bilgi, bazı
    nokta­larda İbni İshâk’ın rivâyetinden fazladır. Buna göre, Beni Abd el-Eşhel
    heyeti Mekke’de Utbe bin Rebi’a’nın evinde kalmıştı. Utbe, heyeti çok iyi
    ağırladı, ama ittifakla ilgili muahede imzalanması teklifini “biz sizden çok
    uzaktayız, böyle bir şeye gerek yok” diye nezâketle geri çevirdi. Vâkıdi’nin
    ifadesine göre İyâs bin Mu’az, heyetin İslâmiyet’i kabul etmesini teklif ettiği
    zaman Ebu’l-Hayser kendisine toprak attı ve şöyle dedi: “Am­ma da konuşuyorsun,
    biz buraya Kureyş’i düşmanlarımıza karşı müttefik yapmaya geldik, sen de
    istiyorsun ki Kureyş’i düşman yapıp gidelim.” Vâkıdî’nin rivâyetinde ayrıca,
    İyâs’ın son nefesini alırken yanında bulu­nanlar arasında Muhammed bin Mesleme,
    Hz. Seleme bin Selâme bin Vakş ve Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân’ın bulunduğu
    kaydedilmiştir.

    32.1.6. Ensâr’ın
    İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atı

    Bi’set sonrası 11. yılda (M.S. 620) Hac mevsiminde Rasûlullah
    (a.s.) yine adet üzere muhtelif Arab kabileleriyle görüşmek üzere Mina tarafına
    yöneldi ve dolaşarak Akabe[3]
    yakınlarında konaklamış olan Hazrec ka­bilesinin bir grubuna vardı. İbni Hişâm
    ile Taberî’nin Muhammed bin İshâk’a dayanarak anlattıklarına göre Rasûlullah
    (a.s.) kendilerine “siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar, “biz Hazrec kabilesine
    mensubuz” dedi­ler. Rasûlullah (a.s.) “eğer biraz oturursanız size bazı şeyler
    söyleyece­ğim” dedi. Onlar da “peki” deyince Rasûlullah (a.s.) onların yanına
    otur­du, onları Allah’a davet etti ve İslâm’ın temel ilkelerini anlattı ve
    Kur’an’dan parçalar okudu. Onlar aralarında dediler ki: “Arkadaşlar, bilin ki
    Yahudilerin durmadan söz ettikleri ve geleceğinden korktukları nebi bu­dur.
    Sakın onlar bizi geçmesinler.” Ve hepsi sükûnet ve ciddiyetle İslâm’ı kabul
    ettiler. Rasûlullah (a.s.)’ı tasdik ettiler ve daha sonra şöyle dediler: “Bizim
    milletimiz kadar kargaşa ve iç çekişmeye düşen başka bir millet yoktur. Biz
    milletimizi bu halde bırakıp buraya geldik. Belki de Allahu Teâlâ sizin
    vasıtanızla onları birleştirir. Biz onlara gidiyoruz ve sizin bize vaaz
    ettiğiniz dini onlara vaaz edeceğiz ve inanın, Allah onları sizin etra­fınızda
    birleşirlerse sizin kadar kuvvetli daha başka bir adam olmayacak­tır.” Bazı
    rivayetlerde bu olaydan şöyle bahsedilmiştir: “Biat’tan sonra Rasûlullah (a.s.)
    onlara dedi ki, “Rabbimin mesajını herkese iletebilmem için, siz beni destekler
    misiniz?” Onlar dediler ki: “Ya Rasûlullah, bizde Bu’as muharebesi henüz sona
    ermiştir. Eğer siz hemen şu sıralarda oraya gelirseniz halkın sizin etrafınızda
    toplanmaları zor olacaktır. Siz şimdilik bizim oraya dönmemize müsaade edin.
    Belki de Allahu Teâlâ aralarımızdaki ilişkileri düzeltir. Ve sizin bize telkin
    ettiğiniz şeyi biz onlara telkin edelim. Belki de Allah onları etrafınızda
    toplar. Böyle olduğu takdirde sizden daha kuvvetlisi olmayacaktır. Öyleyse, biz
    gelecek yıl Hac mevsi­minde tekrar buluşacağız.”

    İbni İshâk, Şa’bi ve Zührî diyorlar ki, Akabe’de Rasûlullah
    (a.s.)’a bi­at eden altı kişi vardı. İbni Sa’d da Vâkıdi’ye dayanarak
    sayılarının altı ol­duğunu kaydetmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

    Heni Mâlik bin en-Neccâr’dan:

    1) Ebu Ümâme Es’ad bin Zürâre (bu zât cahiliyye döneminde de
    Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).

    2) Avf bin el-Hâris bin Rifâ’a (annesinin adı Afra’ idi) Beni
    Zürayk’tan:

    3) Râfi, bin Mâlik (Cahiliyye döneminde kâmil lakabıyla
    tanınırdı).

    Beni Selime’den:

    4) Kutbe bin Amir bin Hadide.

    Beni Harâm bin Ka’b’den:

    5) Ukbe bin Amir bin Nabi

    Beni Ubeyd bin Adiyy’den:

    6) Cabir bin Abdullah bin Ri’âb

    İbn Abd-il Berr, siret-ün nebi konusunda söz sahibi olan bazı
    kimse­lerin Câbir bin Ri’âb yerine Hz. Ubâde bin Samit’in ismini kaydettiklerini
    belirtmiştir. Musa bin Ukbe ise ilk Akabe Biat’ına katılanların sayısının sekiz
    olduğunu kaydetmiştir. Musa bin Ukbe listesinde şu isimleri kaydet­miştir: Es’ad
    bin Zürâre, Rafi’ bin Mâlik, Mu’az bin Afra’, Yezid bin Sa’le­be, Ebu’l-Haysem
    bin et-Teyyihan ve Uveym bin Sâ’ide. Daha sonra şun­ları yazmıştır: “Bu zevata
    Ubâde bin Sâmit ve Zekân bin Abd-i Kays’ın da dahil olduğu söyleniyor.”
    Görüldüğü gibi, bu zayıf bir ifadedir ve âlimler ile tarihçilerin çoğu Muhammed
    bin İshâk’ın ifadesinin daha doğru oldu­ğunu kabul etmişlerdir. Hâfız İbni Hacer
    de bu ifadeyi diğer ifadelere ter­cih etmişlerdir (Bk. Feth ul-Bâri).

    İbni Sa’d, yukarıda bahsettiğimiz Vâkıdî’nin sözlerinin yanı
    sıra Medi­nelilerin İslâmiyeti kabul etmelerine dair üç rivayet daha
    nakletmiştir, bu rivayetlerde şu ek bilgilere rastlıyoruz: 1) İlk önce Es’ad bin
    Zürare ile Zekvan bin Abd-i Kays, Cahiliyye’nin örf ve adetine göre Utbe bin
    Rebi’a ile görüşmek üzere Mekke’ye gittiler. Ancak Utbe ile görüşmeden önce Hz.
    Peygamber (a.s.) hakkındaki dedikoduları duyduktan sonra onunla görüştüler ve
    müslüman oldular. Daha sonra Hz. Es’ad Medine’ye gidip durumu Ebul-Haysem bin
    et-Teyyihan’a anlattı ve o da İslâmı kabul etti. Bundan sonra Ebul-Haysem,
    Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüşmüş olan altı kişiye katıldı. 2) İlk önce
    Rafi’ bin Malik ez-Zurki ve Mu’az bin Afra’ umre için Mekke’ye gittiler. Orada
    Rasûlullah (a.s.) hakkında bilgi edin­dikten sonra kendisiyle görüştü ve
    müslüman oldular. 3) Mina’da Rasûlullah (a.s.), Medine’nin altı değil sekiz
    kişinin adı Mûsa bin Ukbe’nin rivâyetinde yer almıştır.

    32.1.7.
    Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atı

    İbni Sa’d ile İbni İshâk’ın rivayetlerine göre Akabe’de
    İslâmiyete iman eden ilk Medineliler memleketlerine dönünce İslâmı tebliğ
    çalışma­larına başladılar. Bunun neticesinde ensarın her evinde Rasûlullah
    (a.s.)’ın adı duyulmaya başladı. Ertesi yıl (yani bi’set sonrası 12 yıl) hac
    mevsi­minde Medine’den gelen 12 kişilik başka bir heyet bir önceki yıl
    Hazreclilerin biat ettiği Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüştü. Bu 12 kişiden
    beşi bir önceki yıl müslüman olanlardı (Hz. Cabir bin Abdullah bin Ri’ab ise bu
    yıl gelmedi). Diğer 7 kişiden 5’i Evs’e bağlıydılar:

    Hazrec ve Beni en-Neccâr’dan:

    1) Mu’az el-Hâris bin Rifâ’a (Afrâ’nın oğlu)

    Hazrec ve Beni Zürayk’tan:

    2) Zekvan bin Abd-i Kays (İbn Sa’d ve İbni Hişâm’ın ifadesine
    göre bu zat Medine’den Mekke’ye gelerek Rasûlullah’ın yanında kaldı ve hicret
    sırasında Medine’ye döndü).

    Hazrec ve Beni Avf bin el-Hazrec’den:

    3) Ubâde bin Sâmit

    4) Yezd bin Sa’lebe

    Hazrec ve Beni Sâlim bin Avf bin Hazrec’den:

    5) Abbâs bin Ubâde bin Nadle (İbni İshâk’ın ifadesine göre bu
    zât da Mekke’de kaldı ve Rasûlullah (a.s.) ile beraber Medine’ye hicret etti).

    Evs ve Beni Abdil-Eşhel’den:

    6) Ebul-Haysem bin et-Teyyihân (bu zât cahiliyye döneminde de
    Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).

    Evs ve Beni Amr bin Avf’tan:

    7) Uveym bin Sâ’ide

    Rasûlullah (a.s.)’ın bu zevat’dan aldığı bi’atının ismi “Bi’at-ı
    Nisâ”dır. Zira, bunun sözleri birkaç yıl sonra müslüman kadınlardan biat
    alınması konusunda Kur’an-ı Kerim’in el-Mümtehine suresinin 12. ayetinde teklif
    edilen biatın sözlerine çok benziyor. İbni İshâk, Hz. Ubade bin Samit’e
    dayanarak biatın metnini şöyle nakletmiştir:

    “Biz (Medineli müslümanlar) Allah’a kimseyi ortak koşmayacağız.
    Hırsızlık yapmayacağız. Zina yapmayacağız. Evlatlarımızı katletmeyece­ğiz. Kendi
    el ve ayaklarımıza iftirada bulunmayacağız (yanî, hiçbir kimseye asılsız
    iftirada bulunmayacağız.) Hiçbir emri ma’ruf konusunda Rasûlullah (a.s.)’a
    itaatsizlik etmeyeceğiz. Rasûlullah (a.s.)’ın emirlerini dinle­yeceğiz ve ister
    mali durumumuz iyi, ister kötü olsun, ister bu emirleri be­ğenelim, ister
    beğenmeyelim, isterse de bize başkaları tercih edilsin, bu emirleri yerine
    getireceğiz. Ve biz hükümet işlerinde devlet yetkilileriyle ihtilafa
    düşmeyeceğiz. (Müsned-i Ahmed’de şu ilâve satırlar var: “Hükü­mette hakkınız
    olduğunu sandığınız halde” ve Buhârî’de şu kelimeler var: “Sizin aleni küfre
    şahit olmanız hariç”). Ve biz nerede ve ne şartlar altında olursak olalım, Hak
    söz söyleyeceğiz ve bizi lanetleyenlerden korkmaya­cağız. Eğer siz bu sözlere
    bağlı kalırsanız sizin için cennet vardır. Ve eğer biri yasak bir fiil işlerse,
    bu mesele Allah’a havale edilecektir. Allah ister­se cezalandırır, isterse
    affeder.”

    Bu hadisin muhtelif bölümleri; Hz. Ubâde bin Samit’in
    rivayetleri başlığı altında şu hadis kitaplarında yer almıştır: Buhârî,
    “Kitab-ul İman”, Bölüm: Menâkıb ul-Ensâr, Kitab ul-Hudud, Kitab ul-Fiten, Kitab
    ul-Ahkâm, Müslim: Kitab ul-Hudûd ve Kitâb ul-Emaret Müsned-i Ahmed: Ubade bin
    Samit’in rivayetleri.

    32.1.8.
    Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesi

    İbni Cerir ve İbni Hişâm’ın Muhammed bin İshâk’a dayanarak
    yaz­dıklarına göre Medinelilerin bu ikinci heyeti memlekete hareket ederken
    Rasûlullah (a.s.) kendilerine refakat etme üzere Hz. Mus’ab bin Umeyr’i
    gönderdi. Rasûlullah (a.s.), Mus’ab’ın Medinelilere Kur’an’ı ve İslâm’ı
    öğ­retmeye ve dini iyi anlamalarını sağlamaya çalışmasını istedi. Dolayısıyla,
    Hz. Mus’ab Medine’ye varıp Hz. Es’ad bin Zürâre’nin evinde kaldı. Fakat Musa bin
    Ukbe’nin rivâyetine göre heyet Medine’ye döndükten sonra Mu’az bin Afra ve Rafi’
    bin Malik’i kendilerine dini öğretecek bir kişiyi yanlarına almak üzere Mekke’ye
    gönderdiler. Rasûlullah (a.s.) Medinelile­rin bu isteği üzerine Hz. Mus’ab bin
    Umeyr’i o tarafa gönderdi. Beyhakî’nin İbni İshâk’a dayanarak kaydettiği rivayet
    bundan biraz değişiktir. Buna göre heyettekiler Rasûlullah (a.s.)’a mektup
    göndererek dini öğret­mek üzere kendilerine bir kişi göndermelerini istediler.
    Rasûlullah (a.s.), bu mektuba cevap olarak Hz. Mus’ab’ı Medine’ye gönderdi. İbni
    Sa’d da Vakıdi’nin benzer bir rivâyetini kaydetmiştir.

    Ensâr, İkinci Akabe bi’atından memleketlerine döndükten sonra
    Hz. Mus’ab bin Umeyr başkanlığında İslâmı hızla yaymaya başladılar. İbni

    Sa’d’ın, Vakıdi’ye atfen yazdığına göre Beni Abd el-Eşhel’den
    Abbâd bin Bişr bin Vakş ve müttefiklerinden Muhammed bin Mesleme, Hz. Mus’ab’a
    biat ettiler. Bundan sonra Beni Abd-el Eşhel’in kabile reisi, Sa’d bin Mu’az ve
    Üseyd bin Hudayr aynı gün Hz. Mus’ab’a biat ettiler. Hatta, Beni Abd el-Eşhel
    mahallesinden tek bir müşrik kalmadı. İbni İshâk, İbni Hişâm ve Taberî, Hz. Sa’d
    ve Hz. Üseyd’in İslâmı kabul etmeleriyle ilgili şu ilginç hikâyeyi
    nakletmişlerdir:

    “Bir gün Es’ad bin Zürâre, Hz. Mus’ab’ı yanına alarak Evs’in bir
    kolu olan Beni Zafir kabilesine götürdü. Onlar Beni Zafir’in bahçesinde
    dola­şırlarken müslümanlığı kabul etmiş olan birkaç kişi yanlarına geldi. Sa’d
    bin Mu’az ile Üseyd bin Hudayr bu faaliyetin haberini alınca Sa’d Üseyd’e şöyle
    dedi: “Yahu, şu adamlara (Es’ad ve Mus’ab) gitsene. Baksana, bu adamlar bizim
    mahalleye gelip saf kişileri kandırmaya çalışıyorlar. Git ve onları
    bahçelerimizden çıkar. Eğer Es’ad bu işe karışmamış olmasaydı ben şahsen oraya
    gidecektim. Fakat biliyorsun ki o benim halamın oğludur ve ben onunla yüz yüze
    gelmek istemiyorum.” Bunun üzerine Üseyd mızrağıyla bahçeye gitti. Hz. Es’ad’ın
    kendilerine doğru geldiğini görünce Hz. Mus’ab’a dedi ki: “Bak, bizim
    kabilemizin reisi geliyor. Ona Allah’ın hak sözünü hakkıyla anlatmaya çalış.”
    Hz. Mus’ab dedi ki; eğer kendisi otu­rursa onunla mutlaka konuşacağım. Üseyd
    onlara gelip kızgın bir ifade ile bir an bekledi ve sonra şu sert sözleri
    söyledi: “Hey, sizi buraya getiren nedir? “Siz niye bizim adamlarımızı
    kandırıyorsunuz? Eğer canınızı kurtarmak istiyorsanız buradan hemen defolun.”
    Hz. Mus’ab, “sakin olun, siz biraz oturup söyleyeceklerimizi dinler misiniz?
    Söyleyeceklerimiz hoşu­nuza gidiyorsa kabul edin, gitmiyorsa reddedin, karar
    sizindir.” Üseyd “haklısın” dedi ve mızrağını yere çakarak oturdu. Hz. Mus’ab
    (r.a.), ona İslâm’ın temel ilke ve inançlarını anlattı ve Kur’an-ı Kerim’den
    ayetler okudu. Hz. Es’ad ile Hz. Mus’ab’ın ifadesine göre “yemin ederiz ki,
    Üseyd’in yüz ifadesi öylesine birden bire değişti ki, İslâmiyetin O’nu tam
    manasıyla etkilediğine inandık.” Nitekim Hz. Mus’ab’ın söylediklerinden sonra
    Üseyd şöyle dedi: “Hayret ne kadar da güzel bir kelâmdır. Siz bu di­ne girerken
    ne yaparsınız?” İkisi kendisine şöyle dedi: “Yıkanın ve vücu­dunuzu temizleyin,
    elbiselerinizi de temizleyin. Sonra, Hakk’a, şehâdet getirin, daha sonra namaz
    kılın.” Üseyd o an oradan kalktı, yıkanıp temiz olduktan sonra geldi, kelimeyi
    şehâdet getirdi ve iki rek’at namaz kıldı. Daha sonra şunları söyledi: “Arkamda
    bir adam var ki, eğer size tabi olur­sa eminim, halkından tek bir kişi sözünün
    dışına çıkmayacaktır. Ben ona gidip onu size yolluyorum.” Üseyd bunları
    söyledikten sonra oradan ayrıldı ve Sa’d bin Muaz’a vardı. O sırada Sa’d bir
    toplantıda idi. Sa’d onu ge­lirken görünce, “vallahi, yemin ederim, Üseyd
    buradan gittiği yüzle dön­müyor” dedi.

    Hz. Üseyd gelip toplantıda durdu. Es’ad, kendisinin ne yaptığını
    sor­du. Üseyd şöyle dedi: “Ben her iki adamla konuştum. Bence, onların her­hangi
    bir zararlı çalışması yoktur. Ben onların propaganda yapmamalarını istedim.
    Onlar da dedi ki, biz zaten sizin dediklerinizi yapıyoruz. Benim duyduğuma göre
    Beni Harise’ye mensup kimseler Es’ad bin Zürâre’nin se­nin halanın oğlu olduğunu
    biliyorlar ve seni küçük düşürmek üzere Es’ad bin Zürare’yi öldürtmek için yola
    çıkmışlardır”. Bunu duyunca Sa’d’ın yü­zü değişti ve hemen mızrağını alıp
    kardeşine yetişmek için oradan ayrıldı. Giderken de, “vallahi, benim seni onlara
    göndermemin hiçbir faydası ol­madı” dedi. Hz. Es’ad uzaktan Sa’d’ın gelmekte
    olduğunu görünce Mus’ab’a dedi ki, “bu öyle bir reistir ki, arkasında bütün bir
    halk vardır. Bu müslüman olursa halkından iki kişi bile İslâmı kabul etmekten
    kaça­maz. ” Es’ad her iki adamın gayet sakin ve pervasızca oturduklarını
    görün­ce Üseyd’in kendisini onlara bahane ile gönderdiğini anladı ve çok kızdı.
    Kızgın bir şekilde Hz. Es’ad bin Zürare’ye dönerek şöyle dedi: “Ebu Ümâme,
    vallahi seninle akrabalığım olmasaydı bu adam (Hz. Mus’ab) benden kurtulamazdı.
    Sen bizim sülâlemize, beğenmediğimiz bir şeyi mi musallat etmek istiyorsun?” Hz.
    Mus’ab kendisine şöyle dedi: “Lütfen, siz sakinleşip söyleyeceklerimi dinler
    misiniz? Beğenirseniz kabul edin. Be­ğenmezseniz reddedin, inanın, biz sizin
    hoşunuza gitmeyen bir şeyi siz­den uzak tutacağız.” Hz. Es’ad, “doğru söyledin”
    dedi ve oraya oturdu. Mızrağını da yere dikti. Hz. Mus’ab kendisine İslâm’ı
    anlattı ve Kur’an’dan parçalar okudu. Hz. Mus’ab ile Es’ad’ın rivâyetine göre,
    Sa’d henüz konuş­madan yüzündeki tatlı ve yumuşak ifadesiyle İslâma yaklaştığını
    sezdiler. Sa’d, Hz. Mus’ab’ın sözleri bitince, “siz bu dine girmek için ne
    yaparsı­nız?” diye sordu. Onlar, Hz. Üseyd’e söylediklerini tekrarladılar. Sa’d
    yı­kandı ve temiz olarak onlara geldi, kelime-i şehâdet getirdi, iki rek’at
    na­maz kıldı ve mızrağını alıp meclise geri döndü.

    Hz. Sa’d’ın geri döndüğünü görenler yüzünden anladılar ki
    kendisi aynı yüzle Hz. Mus’ab ve Hz. Es’ad’a gitmemişti. Hz. Sa’d gelir gelmez
    oradakilere şöyle dedi: “Ey Beni Abd el-Eşhel siz benim nasıl bir insan olduğumu
    sanıyorsunuz?” Oradakiler dediler: “Biz sizi reisimiz olarak ta­nırız. Siz
    aramızda en merhametli insansınız. Hepimizden daha fazla fikri­nizde
    isabetlisiniz. Hepimizden daha akıllı ve tecrübelisiniz”. Bu cevabı aldıktan
    sonra Hz. Sa’d şöyle dedi: “Siz Allah’a ve Rasûlüne iman edinceye kadar
    kadınlarınız ve erkeklerinizle konuşmam haramdır”. Böylece ak­şam olmadan Beni
    Abd el-Eşhel’in bütün erkek ve kadınları müslüman ol­dular. Müslüman olmayan
    sadece el-Üsayrim Amr bin Sâbit kalmıştı. O da Uhud gazvesi sırasında müslüman
    oldu ve henüz ilk secdede iken şe­hid edildi. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O
    Cennet’e gidecektir”. Şurası unu­tulmamalıdır ki, beni Abd el-Eşhel’de tek bir
    münafık yoktu. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiğine göre, Hz. Sa’d bin
    Mu’az ve Üseyd bin Hudayr müslüman olduktan sonra ilk iş olarak Beni Abd
    el-Eşhel’in putla­rını kırdılar.

    İbni İshâk’ın rivâyetine göre Hz. Mus’ab Medine’de tebliğ
    çalışmala­rını hiç aksatmadan ve çok başarılı bir şekilde sürdürdü. Öyle ki, bir
    kaç müslüman erkek veya kadının bulunmadığı tek bir Ensar mahallesi kal­madı.
    Sadece birkaç aile Hendek gazvesine kadar İslâmı kabul etmediler.

    32.1.9. Medine’de
    Cuma Namazının Başlaması

    Hz. Ka’b bin Mâlik ile Hz. İbni Sirin’in rivâyetine göre, Cuma
    namazı ile ilgili ilâhi emir gelmeden önce Medineli Ensar haftada bir gün toplu
    namaz kılmaya karar vermişlerdi. Ensar bu maksad için Yahudilerin Sebt
    (Cumartesi) ve Hıristiyanların Pazar günü yerine Cuma’yı seçmişlerdi. Cuma’ya
    cahiliyye döneminde “Arûbe” günü denilirdi. İlk Cum’a namazı­nı Hz. Es’ad bin
    Zürâre kıldırdı. Beni Beyâda bölgesinde kılınan bu nama­za 40 kişi katılmıştı.
    (Bk. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace, İbni Hibbân, Abd bin Hamid,
    Abdurrezzâk, Beyhakî ve İbni Hişâm).

    Dare-Kutni’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak naklettiği
    riva­yete göre, Mekke’de Cuma namazı ile ilgili Allah’tan emir gelince, Hz.
    Peygamber (a.s.), Hz. Mus’ab bin Umeyr’i yazılı bir emirle Medine’ye gönderdi.
    Buna göre zeval (yani güneşin tam tepeye gelmesinden) sonra iki rek’at namaz
    kıldıracaktı. Cuma namazının kılınması emrinin Medi­ne’ye gönderilmesinin
    sebebi, o sıralarda Mekke’de cemaatle namaz kılın­manın mümkün olmayışıydı.

    32.1.10. Son
    Akabe Biatı

    Bi’set sonrası 13. yılda Zilhicce’de (Haziran veya Temmuz başı,
    622); Hac mevsimi yaklaşmaya kadar İslâm Medine’de bir hayli inkişaf etmiş­ti.
    İmam Ahmed ve Taberî’nin Câbir bin Abdullah Ensarî’ye dayanarak naklettikleri
    rivayete göre, “Rasûlullah (a.s.) 10. yıl Ukâz ve Mecenne’deki panayırlarda ve
    Hac mevsiminde kabilelerin konak yerlerinde dolaşarak “benim Rabbimin mesajını
    kullarına iletebilmem için beni kim hima­ye edecek ve yardım edecek ve buna
    karşı Cennet’i alacak?” diye seslenir­di. Ne var ki, Rasûlullah (a.s.)’ın bu
    çağrısına müsbet cevap veremiyorlar­dı. Bunun sebebi, Kureyşli serserilerin
    daima aleyhinde propaganda yap­malarıydı. Nihayet, bizi (Medinelileri) Allah
    Yesrib’ten Rasûlullah (a.s.)’a gönderdi ve biz onu teyid ettik. Bundan sonra
    İslâm öylesine gelişmeye başladı ki, eğer bir kişi evinden çıkıp iman eder,
    Kur’an okur ve müslü­man olursa, eve döndüğünde bakardı ki, evdekilerin hepsi
    müslüman ol­muş. Böylece Ensar bölgesinde müslümanların bir grubunun bulunmadığı
    ve kişilerin dini inançlarını alenen ilân etmedikleri tek bir mahalle kalma­dı.
    Bir gün biz bir yerde toplandık ve Rasûlullah (a.s.)’ın durumunu görüş­tük. Biz
    aramızda dedik ki, Rasûlullah (a.s.) ne zamana kadar Mekke’nin dağlarında ve
    tepelerinde çaresiz ve acıklı bir şeklide İslâmı yaymak için uğraşacaktır.
    Rasûlullah (a.s.) her yerde reddediliyor ve hiçbir yerde eman bulmuyor. En
    iyisi, onu bizim buraya getirelim. Bunu tartıştıktan sonra bizden 70 kişi Hac
    mevsiminde Mekke’ye gitti ve Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de buluştular.” (Bu
    hadisin geri kalan kısmını biz daha sonra akta­racağız).

    İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm,
    Muham­med bin İshâk’a dayanarak Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir başka rivâyetini
    nak­letmişlerdir ki şöyledir: “Biz milletimizin müşrikleriyle[4]
    hacca çıktık. Bizimle beraber kabile reisimiz Hz. Berâ’ bin Ma’rûr da vardı.
    Yolda bize dedi ki ‘benim bir fikrim var. Bilmem siz bu fikre katılır misiniz?’
    Biz fik­rini sorduk, dedi ki: ‘Bence biz Kâ’be’ye sırtımız dönük vaziyetle
    değil, Kâ’be’ye yüzümüz dönük vaziyette namaz kılmalıyız”. Biz dedik ki,
    ‘Rasûlullah (a.s.)’tan bize gelen emre göre biz Suriye’ye (Kudüs) dönerek na­maz
    kılarız. Biz Rasûlullah (a.s.)’ın emrine aykırı hareket etmemeliyiz.’ Ne var ki
    Hz. Berâ’ Kâ’be’ye dönerek namaz kılmaya ve biz de onu kına­maya devam ettik.
    Mekke’ye vardıktan sonra Hz. Berâ’ bana dedi ki, “ye­ğenim, gel Rasûlullah
    (a.s.) ile görüşelim; ve kıble ile ilgili meseleyi onunla konuşalım. Zira, sizin
    muhalefet göstermeniz yüzünden ben de te­reddüde kapılmışımdır”. Biz bundan önce
    Rasûlullah (a.s.)’ı hiç görme­miştik ve hiç tanımıyorduk. Bu sebeple,
    Mekkelilerden birine sorduk. O adam, Rasûlullah (a.s.)’ın amcası, Hz. Abbas’ı
    tanıyıp tanımadığımızı sor­du. Biz evet dedik, zira ticaret için Hz. Abbas bize
    gelip giderdi. Dedi ki, “Harem’e gidin, Rasûlullah’ı Hz. Abbas ile oturur
    görürsünüz.” Biz onun tarif ettiği gibi Harem’e gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a
    selam verdik. Rasûlullah (a.s.) Abbas’a dönerek, “Siz bu beyleri tanır mısınız?”
    diye sordu. O, “evet” dedi. “Bu Berâ bin Ma’rûr’dur ve bu da Ka’b bin Mâlik.”
    Hiç unut­mam, Rasûlullah (a.s.) benim ismimi duyar duymaz “şair” diye sordu. Hz.
    Abbas da ‘evet’ dedi. Bundan sonra Hz. Berâ’ kendi meselesini sordu ve
    Rasûlullah (a.s.)’ın buyruğu üzerine Rasûlullah (a.s.)’ın yönüne doğru na­maz
    kılmaya başladı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Teşrik günlerinin or­tasında,[5]
    gece vakti kendisiyle buluşmamızı teklif etti. Kararlaştırılan gece biz
    halkımızın konakladığı yerden kalktık ve Rasûlullah (a.s.) ile gizlice buluşmak
    üzere Akabe’ye hareket ettik, zira milletimizin müşrikle­rinin bundan haberdar
    olmalarını istemiyorduk. Fakat aramızda hâlâ eski dininde olan eşraf ve kabile
    reislerinden Ebu Cabir bin Amr bin Haram’da vardı. Onu da yanımıza aldık. Biz
    ona dedik ki, “Siz bizim eşraf ve kabile reislerimizden birisiniz. Biz sizin
    Cehennem ateşinde yanmanızı istemiyo­ruz. Ona İslâm’ın öğretilerini anlattık ve
    Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de bu­luşmaya karar verdiğimizi söyledik. Ebu Cabir
    o an İslam’ı kabul etti ve bizimle beraber Akabe biatına katıldı. Biz o sırada
    73 erkek ve 2 kadın­dık. Kadınlardan biri Beni Ncccâr’dan Nesibe veya Nuseybe
    binti Ka’b Ümm-ü ‘Umâre[6]
    ve diğeri Beni Seleme’den Esma binti Amr Ümm-ü Menî idi.”

    Hz. Câbir (r.a.) bu biata katılanların sayısının 70 olduğunu
    belirtmiş ve kadınlardan bahsetmemiştir. Amir bin Şa’bi’nin benzeri bir rivâyeti
    İmam Ahmed ve Beyhâki tarafından nakledilmiştir. Ancak, Hz. Ka’b bin Mâlik
    bi’aıa 73 erkek ve 2 kadının iştirak ettiğini yazmıştır ve isimlerini de
    vermiştir. İbni İshâk ise bu hususla daha çok ayrıntılar vermiş ve 73 er­kekten
    11’inin Evsli, 62’nin Hazreçli ve iki kadının bulunduğuna işaret et­miştir. İbni
    İshâk’a göre kadınlardan biri Nuseybe binti Ka’b idi. Nuseybe, kocası Zeyd bin
    Asım ve iki oğlu Habib ve Ubeydullah ile gelmişti, ikinci kadın Esma binti Amr
    idi. Rivayetlerdeki bu değişik ifade Arapların ekse­riya küçük sayıları,
    özellikle kadınları unuttuklarından kaynaklanmış olsa gerek.

    İbni Sa’d, Vâkıdi’ye dayanarak Uveym bin Sâide’nin şu rivâyetini
    nakletmiştir: “Biz Mekke’ye vardığımızda Sa’d bin Hayseme ve Ma’n bin Adiyy ve
    Abdullah bin Cubeyr bize dediler ki, gelin Rasûlullah (a.s.) ile

    görüşelim ve kendisine selâm verelim. Zira, biz ona iman
    etmiştik, ama onu henüz görememiştik. Dolayısıyla, biz oradan çıktık. Bize
    dediler ki Rasûlullah, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib’in evinde oturuyor. Biz oraya
    gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a selâm verdik ve biz onun Medine’den gelen heyetle
    nerede görüştüğünü sorduk. Hz. Abbas dedi ki, “bakın sizinle be­raber
    milletinizin müşrikleri de vardır. Onun için bu meseleyi gizli tutun ve
    hacıların dağılışına kadar bekleyin.” Rasûlullah (a.s.) bizimle görüş­mek için
    sabahına “yevm-un nefes il-âhir” denilen geceyi tesbit etti. (Ya­ni, hacıların
    Mina’dan ayrılacakları son gün). Rasûlullah (a.s.) görüşme için Akabe’nin alçak
    yerini teklif etti.[7]
    Rasûlullah (a.s.) ayrıca uyumakta olan birini uyandırmamızı ve kararlaştırılan
    yere gelmeyen bir kişiyi ara­mamızı istedi”.

    Son Akabe bi’atıyla ilgili rivayetlerde ittifak halinde
    belirtilen bir hu­sus; gece vakti, Medinelilerin ikişer-dörder grublar halinde
    kararlaştırılan yere vardıklarında Rasûlullah (a.s.)’ı Hz. Abbas bin
    Abdulmuttalib’in ya­nında bulmalarıdır. Rasûlullah (a.s.), bu gibi şahsi ve
    gizli meselelerde Hz. Abbas’a çok güvenirdi. Halbuki, Hz. Abbas o zamana kadar
    müslü­manlığını gizli tutuyordu ve gayrimüslim olarak görünüyordu.[8]
    Hz. Ab­bas’ın orada bulunmasının bir sebebi de, Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye
    hicretiyle ilgili en küçük ayrıntıları tesbit etmek ve herhangi bir pürüz
    bı­rakmamaktı.

    İmam Ahmed, Beyhâki ve Amir Şa’bi’nin rivâyetine göre Akabe’de
    herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Kim konuşmak is­tiyorsa
    kısa konuşsun, fazla uzatmasın. Zira, müşriklerin casusları sizi her yerde
    aramaktadırlar”. Yukarıda aktardığımız Hz. Ka’b bin Mâlik daha sonra rivâyetinde
    şöyle diyor: “İlk önce Hz. Abbas (r.a.) söze başladı ve şunları söyledi: “Ey
    Hazrecliler[9]
    Muhammed’in aramızda nasıl bir mev­ki ve makamı olduğunu biliyorsunuz. O’nun
    hakkında hemfikir olanlara, (yani, İslâmiyet’i kabul etmemiş olanlar) nisbetle
    biz (yani, Beni Hâşim ve Beni Muttalib) onu destekledik ve himaye ettik. Bu
    sebeple, kendisi mil­letinde güçlü bir mevkiye sahiptir ve kendi şehrinde emin
    bir yerde bulu­nuyor. Fakat o size gitmekte ısrar ediyor. Şimdi eğer siz davet
    ettiğiniz gi­bi sözlerinize bağlı kalacak ve muhaliflerine karşı onu
    koruyacaksınız, üzerinize almak istediğiniz mes’uliyeti alın. Fakat eğer onun
    buradan çık­ması ve size katılmasından sonra herhangi bir zorlukla
    karşılaşacağınıza dair endişeniz varsa açık açık söyleyin. Eğer, o size
    gittikten sonra onu bı­rakmanız veya düşmanlarına teslim etmeniz gerekecekse o
    zaman şimdi­den bu işten vazgeçin. Zira, o halkı arasında kuvvetli bir mevkiye
    ve şeh­rinde emin bir yere sahiptir”. Biz dedik ki; “Sizin söylediklerinizi
    dikkatle dinledik. Bundan sonra ey Rasûlullah, siz buyurun ve bizden ne gibi
    taah­hüt almak istiyorsanız alın.” Bundan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bir
    ko­nuşma yaptı ve Kur’an’dan ayetler okudu, bizi Allah’a davet etti, bizim
    İs­lâm’a sadık kalmamızı istedi ve şöyle devam etti: “Sizin kendi çoluk
    ço­cuklarınız gibi beni de himaye edeceğinize ve destekleyeceğinize dair siz­den
    bi’at almak istiyorum.” Bunun üzerine Berâ’ bin Ma’rûr, Rasûlullah (a.s.)’ın
    mübarek elini kendi eline alarak, “evet, sizi Hak ile beraber gön­dermiş olan
    Allah’a and içeriz ki, sizi, kendimiz ve çoluk-çocuklarımız gi­bi koruyacağız. O
    halde, ya Rasûlullah (a.s.) bizden biat alın. Biz savaşçı kişileriz. Biz
    kahramanlığı atalarımızdan miras almış bulunuyoruz.” Bu sırada Ebu’l.Haysem bin
    et-Teyyihân lafa karıştı ve dedi ki: “Ya Rasûlullah, bizimle diğerleri
    (Yahudiler) arasında bir ittifak vardır. Biz bu ittifakı bozmak istiyoruz. Biz
    şundan kuşkulanıyoruz: Allah bize galebe verirse bizi bırakıp kendi halkınıza
    (kabilenize) dönebilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) tebessüm etti ve dedi ki:
    “Hayır, artık kanla kan ve kabirle kabir vardır. (Yani hepimiz beraber
    yaşayacağız ve öleceğiz). Ben sizinim ve siz de benimsiniz. Siz kiminle
    savaşıyorsanız, ben de onunla savaşacağım ve siz kiminle sulh yaparsanız ben de
    onunla sulh yapacağım.”

    Daha önce Müsned-i Ahmed ve Taberânî’ye dayanarak naklettiğimiz
    Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivâyetinde daha sonra şöyle deniliyor: “Biz Akabe’de
    toplandıktan sonra dedik ki, “Ya Rasûlullah, biz ne hakkında si­ze biat
    edeceğiz?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “İyi ya da kötü her vaziyette emirlerimi
    dinleyeceğinize, itaat edeceğinize, ister varlıklı ister sıkıntılı halinizde
    olsun mallarınızı harcayacağınıza, iyilik için çalışacağınıza, her­kesi
    kötülükten men edeceğinize, Allah ile ilgili olarak her zaman doğru­yu
    söyleyeceğinize, sizi kınayan veya size karşı gelenlerden korkmayaca­ğınıza ve
    ben size geldiğim zaman beni kendi aileniz ve çoluk-çocuğunuz gibi
    koruyacağınıza dair bi’at edeceksiniz. Bunun mükâfatı olarak siz Cennet’e
    gideceksiniz.” Bundan sonra biz kalkıp Rasûlullah (a.s.)’a yak­laştık ve
    Rasûlullah (a.s.)’ın elini grubumuzun en genci olan Es’ad bin Zürâre kendi eline
    aldı ve dedi ki: “Durun ey Yesribliler, biz kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu
    bilerek develerimizi koşturduk ve kendisine geldik. Bugün kendisini yanımıza
    almak bütün Arapların düşmanlığını kazanmaktır. Bunun neticesinde bebekleriniz
    ölecek ve kılıçlar kanlarınızı emecekler. Onun için, bütün bunlara
    dayanacağınıza inanıyorsanız Rasûlullah (a.s.)’ın elini tutun. Allah size bunun
    mükâfatını verecektir. Fakat eğer siz canınızdan korkuyorsanız, şimdiden bu
    işten vazgeçin ve açıkça menfi cevabınızı verin. Zira, şu anda menfi cevap
    vermeniz Allah katında daha makbul sayılacaktır.” Bunun üzerine orada bulunanlar
    dediler ki: “Ey Es’ad, önümüzden çekil. Allah’a yemin ederiz, biz ne bu biattan
    vaz­geçeceğiz ne de elimizi O’nun (Rasûlullah’ın) elinden çekeceğiz.” Bundan
    sonra bütün Medineliler Rasûlullah (a.s.)’a biat ettiler.” (Hakim ve Bezzâr da
    bu rivâyeti nakletmişlerdir).

    İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Asım bin Ömer bin Katâde’ye
    isti­naden Muhammed bin İshâk’ın bu rivâyetini nakletmişlerdir. Rivayet
    şöy­ledir: “Bi’at sırasında Abbas bin Ubâde bin Nadle Ensarî dedi ki, ‘ey
    Haz­recliler, siz bu muhterem şahsiyetin eline ne için bi’at ettiğiniz biliyor
    mu­sunuz?” “Evet biliyoruz” diye birkaç ses yükseldi. Abbas, kelimelere basa
    basa şunları söyledi: Siz siyah ve beyaz, herkesle savaşmak için bi’at
    edi­yorsunuz (yani, biat ettikten sonra bütün dünya size düşman olacaktır).
    Şimdi eğer malınızın ve eşrafınızın canının tehlikeye gireceğini düşünü­yor ve
    zor şartlarda Rasûlullah (a.s.)’ı düşmanlara teslim edeceğinizi aklı­nıza
    getiriyorsanız daha iyisi bugün O’nun peşini bırakın. Zira, Allah’a ye­min
    ederek söylüyorum, böylece hem dünyada hem ahirette rezil olaca­ğız. Fakat eğer
    diyorsanız ki, malınız ve eşrafınızın canının tehlikeye gir­mesine rağmen davet
    etmekte olduğunuz şahsiyeti koruyacaksınız, o za­man O’nun elini tutabilirsiniz.
    Allah şahittir bu, dünya ve ahiretin en ha­yırlı en sevaplı işidir.” Toplantıda
    hazır bulunanlar dediler ki, “Biz O’nu almamızdan dolayı mallarımız ve
    eşrafımızın canlarının tehlikeye girme­sine razıyız.” Bundan sonra, “Ya
    Rasûlullah, biz taahhüdümüzü yerine ge­tirirsek, mükâfatımız ne olacaktır?” diye
    sordular. Rasûlullah “cennet” di­ye cevap verdi.”

    İbni Sa’d, Hz. Mu’az bin Rifâ’a’nın rivâyetini Vakıdi’ye
    dayanarak nakletmiştir ki, şöyledir: “Akabe’de herkes toplandıktan sonra Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’in amcası, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib söze başladı ve şöyle
    dedi: “Ey Hazrec topluluğu, siz Muhammed (a.s.)’ı kendinize davet etmiş
    bulunuyorsunuz. Gerçek şu ki, Muhammed (a.s.) kendi ailesi ve ak­rabaları
    arasında en güçlü durumda bulunuyor. Bizden dini kabul etmiş veya etmemiş olan
    herkes namus ve şerefini korumak amacıyla O’nu hi­maye etmekte ve
    desteklemektedir. Fakat Muhammed (a.s.) hepimizi bı­rakıp size gitmek istiyor.
    Şimdi kendi kuvvetinizi, sebat, kararlılık ve sa­vaş tecrübenizi iyice gözden
    geçirin ve bütün Arabistan’ın husûmetini ka­zandıktan sonra direnecek durumda
    olup olmadığınızı araştırın. Çünkü, şurası muhakkak ki, bütün Araplar birleşip
    size çullanacaklardır. Onun için, iyice düşünüp taşınıp karar verin. Aranızda
    fikir teatisinde bulunun ve oy birliğiyle bir karara varın. Zira, en iyi söz
    doğru sözdür.” Toplantıdakiler susup beklediler. Daha sonra Akabe biatından
    hemen önce İslâmi­yet’i kabul etmiş olan Abdullah bin Amr bin Haram şu cevabı
    verdi: “Val­lahi, biz savaşçı bir milletiz. Savaşmak bizim mesleğimizdir. Bu
    işte biz usta olmuşuz. Savaşmayı atalarımızdan miras aldık. Biz ilk önce okları
    atarız. Oklar tükenince mızraklarımızı kullanırız. Mızraklar kırılınca
    kılıç­larımıza sarılırız ve bizden veya düşmandan cesetler serilinceye kadar
    kı­lıç sallarız.” Hz. Abbas “evet siz gerçekten savaşçı bir milletsiniz” diye
    tasdik etti. Daha sonra Hz. Berâ’ bin Ma’rûr ileriye geldi ve şöyle konuştu:
    “Biz söylediklerinizi dinledik. Allah şahittir, eğer kalbimizde başka bir şey
    (fitne, hile) olsaydı, açık açık söylerdik fakat, inanın, biz Rasûlullah
    (a.s.)’a sadık kalmak ve kendisi için canımızı feda etmek istiyoruz.” Vâkıdî’nin
    başka bir rivâyetinde Hz. Berâ’ bin Ma’rûr’un konuşmasından şu bölümlere de yer
    verilmiştir: “Bizde iyi silah ve savaş malzemesi var ve biz iyi savaşan bir
    milletiz. Taştan putlara taptığımız zaman böyle idik. Şimdi de Allah bize
    hakikati göstermiştir ve diğer İnsanlar bundan uzak­tırlar. Cenab-ı Allah bizim,
    Rasûlullah (a.s.)’ı himaye etmemizi sağlamış­tır. Böyle bir durumda bizim ne
    kadar canla ve başla direneceğimizi tah­min edin.”

    32.1.11. Akabe
    Bi’atının Ehemmiyeti

    Son Akabe bi’atı, İslam tarihinde altın harflerle yazılacak
    ehemmiyet­te çok büyük bir vak’adır. Akabe bi’atı Rasûlullah (a.s.)’ın
    Mekke’deki teb­liğ çalışmalarının bir dönüm noktasıdır. Hatta diyebiliriz ki, bu
    önemli fır­satı Cenab-ı Allah temin etti ve Rasûlullah (a.s.) da bunu
    kaçırmayacak basiret örneğini verdi. Görüldüğü gibi, Medineliler, Hz. Peygamber
    (a.s.)’i bir kaçak veya mülteci gibi değil, Allah’ın naibi ve kendi İmam ve
    hü­kümdarları olarak davet ediyorlardı. Aynı şekilde Mekke’deki müslümanlar için
    de Medine’nin kapıları İbni. Medineliler Mekkeli müslüman­ları birer mülteci
    olarak çağırmıyorlardı. Onlar istiyordu ki, Arabistan’ın çeşitli bölgelerine
    dağılmış vaziyette olan müslümanlar Yesrib’de toplana­rak güç birliği yapsınlar,
    disiplinli ve düzenli bir İslam toplumu meydana getirsinler. Başka bir deyişle,
    Yesrib ve Yesribliler “Medinet’ul-İslam” (İslam şehrinin temellerin attılar ve
    Rasûlullah (a.s.) Medinelilerin bu da­vetini kabul etmek suretiyle Arabistan’da
    ilk “Dar-ul İslam” (İslam belde­si) meydana getirdi. Medineliler attıkları bu
    büyük adımın ehemmiyetini ve anlamını çok iyi biliyorlardı. Ama onlar, yiğit,
    mert ve kahraman in­sanlardı. Bu hayırlı ve sevaplı girişimleriyle bütün
    Arabistan’a açıkça meydan okuyorlar ve küçük bir kasabanın bütün ülkenin husumet
    kılıçla­rına ve ekonomik ve sosyal boykotuna karşı cansiperane bir şekilde
    ortaya çıktığını gösteriyorlardı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Akabe bi’atına
    katı­lan İslam’ın bu ilk yardımcıları (ensâr) kendi yaptıkları konuşmalarıyla
    da, ciddiyet ve sadakatle İslam Peygamberini ve sahabelerini her ne pahasına
    olursa olsun desteklemeyi ve korumayı taahhüt ediyorlardı.

    32.1.12. Ensâr’ın
    Fedakârlık Duygusu

    Ensâr, bütün güçlük ve tehlikeleri bilerek şuurlu bir biçimde
    bi’at et­miş ve Rasûlullah (a.s.)’ı ve arkadaşlarını desteklemeye karar
    vermişlerdi. Ensârın bu bi’atlarından endişe duymaları veya korkmaları şöyle
    dursun, mutluluk ve heyecanları görülmeye değer bir şeydi. Onlar yaptıkları
    işten o kadar memnun oluyor ve övünç duyuyorlardı ki, bi’atten hemen sonra
    aralarında bir tartışma başladı: Acaba ilk önce bi’at için Rasûlullah (a.s.)’a
    elini uzatan kimdi diye. Beni en-Neccâr iddia ediyordu ki, ilk bi’at eden Es’ad
    bin Zürâre idi. Beni Abd el-Eşhel ise bu şerefin Ebu’l-Haysem bin et-Teyyihân’a
    ait olduğunu ifade ediyordu. (Bk. İbni İshâk). İbni Esir, “Üsd-ul Ğabe”de diyor
    ki, Beni Seleme, ilk önce bi’at edenin Ka’b bin Mâlik olduğunu ifade ediyordu.
    İbni Sa’d Vâkıdi’ye dayanarak diyor ki; Evs ile Hazrec de birbiriyle bi’atte
    öncelik konusunda tartışma yaptılar. Kısacası, herkes bu şerefi üstlenmeye
    çalışıyordu. En son, bu işi en iyi Abbas’ın bildiği belirtilerek O’nun fikrinin
    sorulmasına karar verildi. Do­layısıyla, Medineliler Hz. Abbas (r.a.)’a gittiler
    ve Rasûlullah (a.s.)’a biat için ilk önce elini kimin verdiğini sordular. Hz.
    Abbas şöyle dedi: “Rasûlullah (a.s.)’a bi’at eden ilk kişi Es’ad bin Zürâre idi.
    Daha sonra Berâ’ bin Ma’rûr ve daha sonra Üseyd bin Hudayr”. Bu vak’a gösteriyor
    ki, Medi­ne’li ensâr fedailik ve fedakârlıkta birbiriyle yansır hale
    gelmişlerdi.

    32.1.13. Nakib’in
    Tayini

    Yukarıya aldığımız Hz. Ka’b bin Mâlik’in rivâyetinin daha
    sonraki bölümünde şu ifade yer almıştır: “Bi’atten sonra Rasûlullah (a.s.) bize
    de­di ki kendi kabilelerinden sorumlu olacak aranızdan 12 nakib seçmelisi­niz”.
    (İbni Sa’d’ın Tabakatında yer alan İbn İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah
    (a.s.) şöyle dedi: Bu nakibler, Hz. Îsa’nın havarileri gibi kendi kabi­lelerinin
    kefili olacaklardır. Tabakatta Vâkıdî’nin de bir rivâyeti vardır bunda
    Rasûlullah (a.s.)’ın şunları da söylediği kaydedilmiştir: “Mûsâ, Be­ni
    İsrail’den 12 Nakib seçmişti”. Rasûlullah (a.s.)’ın bu talimatı üzerine Ensâr
    aralarında görüşerek 12 kişinin ismini verdiler. Bunlardan 9’u Haz-rec’ten ve
    3’ü Evs’ten idi. İbni İshâk’ın rivâyetine göre bu zevat şunlardı:

    Hazrec’den:

    1) Es’ad bin Zürâre. (Rasûlullah (a.s.), kendisini Nakiblerin
    Nakibi yaptı).

    2) Sa’d bin er-Rebi’: (Cahiliyye döneminde Medine’nin
    okuma-yazma bilen birkaç kişisinden biriydi).

    3) Abdullah bin Revâha: Bu da okuma yazma biliyordu.

    4) Râfi’ bin Malik: Cahiliyye döneminde kâmil lakabına sahipti.

    5) Berâ’ bin Ma’rûr: Hicretten kısa bir süre önce vefat etti ve
    Rasûlullah (a.s.) onun kabrinde cenaze namazını kıldı.

    6) Abdullah bin Amr bin Harâm: Akabe bi’atının yapıldığı gece
    müslüman olmuştu.

    7) Ubâde bin Samit.

    8) Sa’d bin Ubâde: Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı.

    9) Münzir bin Amr. (Bunun da okuması vardı).

    Evs’ten:

    10) Üseyd bin Hudayr. (Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı).

    11) Sa’d bin Hayseme.

    12) Rifâ’a bin Abd-il Münzir. (İbni Hişâm’ın ifadesine göre bu
    zâtın yerine bazı tarihçiler Ebu’l-Haysem bin el-Teyyihân’ın ismini
    yazmışlardır).

    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) ensarın kendi konak yerlerine ve
    ça­dırlarına dönmelerini istedi ve onlar oradan ayrıldılar.

    32.1.14. Akabe
    Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisi

    İmam Ahmed, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Muhammed bin
    İshâk’a istinâden, Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir rivâyetini nakletmişlerdir ki,
    bununla Kureyş’in Akabe bi’atına karşı ilk tepkisinin ne olduğu ortaya çı­kıyor.
    Buna benzer bir rivâyet Vakıdi tarafından çeşitli senetlere dayanıla­rak
    kaydedilmiştir. Bunu İbni Sa’d da kendi eserine almıştır. Rivayetler şöyledir:
    Akabe bi’atı yapıldığı gece Kureyşliler bundan haberdar oldular ve sabah belli
    başlı adamları Medinelilerin konakladığı yere geldiler. On­lar Medinelilere
    şöyle dediler: “Ey Hazrec topluluğu, duyduğumuza göre siz bu adam (Rasûlullah
    -a.s.-) ile görüşmüş, O’nu kendinize götürmek is­temiş ve bize karşı savaş açmak
    amacıyla O’na bi’at etmişsiniz. Vallahi billahi, Arabistan’da sizinle savaşmamız
    kadar bizim hoşumuza giden baş­ka bir şey yoktur.” Bunun üzerine Medineli
    müşriklerden bazı kimseler kalkıp, “vallahi, böyle bir şey olmamıştır. Bizim
    böyle bir şeyden haberi­miz yoktur” dediler. Bu müşrikler gerçekten doğru
    söylüyorlardı, zira on­lar müslümanların bi’atından haberdar değillerdi. Fakat,
    müslümanlar ara­larında gözleriyle işaretleşiyorlardı. Daha sonra Kureyşli
    kabile reisleri, Medineli mümtaz kişi Abdullah bin Übeyy’e gittiler ve ona
    durumu izah etmeye çalıştılar. Abdullah bin Übeyy dedi ki, “böylesine büyük bir
    işe halkım beni atlatarak girişemez. Böyle bir şeyin olduğunu sanmıyorum.”

    Kureyşliler bu cevaplardan tatmin olmadılar ve sürekli olarak
    tahki­kat ve tetkikte bulundular. Bu soruşturmalarının sonunda bir bi’atın
    yapıl­dığı kanısına vardılar. Nitekim, Medineliler hac farizalarını tamamlayıp
    Mekke’den ayrıldıktan sonra, yol alırlarken Kureyşlilerin bir grubu Ezâhir
    mevkiinde Hz. Sa’d bin Ubâde ve Münzir bin Amr’ı yakaladı. Münzir kar­gaşa
    içinden kurtulmayı başardı, ama Sa’d yakalanıverdi. Kureyşliler Hz. Sa’d bin
    Ubâde’nin ellerini arkaya bağladılar ve saçından tutarak ve döve­rek Mekke’ye
    götürdüler.

    Hz. Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de kendisine eziyetler
    yapılırken bembeyaz, pembe, parlak yüzlü bir şahıs kendisine geldi. (Bu şahıs
    Sü­heyl bin Amr idi). Bundan sonra Hz. Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Ben zannet­tim
    ki, eğer bu insanlarda biraz insanlık varsa o da bu adamdadır. Fakat o herif
    gelip yüzüme sert bir yumruk vurdu. Ben kendi kendime dedim, “vallahi, bu
    hayvanlar arasında merhametli kimse yoktur.” Onlar beni yer­de sürüyerek
    çekiyorlardı. Bir süre sonra bir Kureyşli (Ebu’l-Bahteri bin Hişâm) bana gelip,
    “ey Allah’ın kulu, seninle Kureyş arasında herhangi bir eman ve himaye
    sözleşmesi yok mudur?” Ben dedim ki, “ben kendi memleketimde Cubeyr bin Mut’im
    ile Hâris bin Harb bin Ümeyye bin Abd-i Şems’in ticaret kafilelerine eman
    verirdim. (İbni Sa’d, Cubeyr’in ye­rine babası Mut’im bin Adiyy’in ismini
    yazmıştır). Bunun üzerine o adam dedi ki, “sen bu adamların ismini bağıra bağıra
    söyle ve aralarındaki yakınlığı anlatmaya çalış.” Ben dediklerini yaptım. Sonra
    o adam (Ebul-Bahteri) isimlerini verdiğim iki adamı aramaya çıktı ve onları
    Ka’be’de buldu. Onlara dedi ki: “Hazrec’in bir adamı Ebtah (Mekke ile Mina
    ara­sında Muhassab) vadisinde dövülüyor. Bu adam durmadan sizin isminizi
    sayıklıyor ve diyor ki “onunla sizin aranızda bir eman sözleşmesi vardır.” Onlar
    dövülen kişinin adını sordular. O adam (Ebu’l-Bahteri) “Sa’d bin Ubade” dedi.
    Bunu duyunca ikisi dedi ki, “vallahi o doğru söylüyor. O, bizim tüccarlarımıza
    eman veriyordu ve bize kimsenin zulüm etmesine imkân vermedi.” Sonra ikisi geldi
    ve Hz. Sa’d’ı Kureyşli zalimlerin elin­den kurtardılar.”

    Vâkıdî’nin rivâyetine göre, Hz. Sa’d’ın kaybolduğunu gören Ensâr
    kendisini aramak üzere geri döndüler, ancak kısa bir süre sonra kendisinin
    kafileye gelmekte olduğunu gördüler.

    32.1.15.
    Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın Yayılışı

    Ensâr, Mekke’den döndükten sonra Medine’de İslâm’ı hızla yaymaya
    başladılar. Bu fedailer büyük bir coşku ve dini duyguyla putları ve
    putpe­restleri yok etmeye çalıştılar. İbn Sa’d’ın verdiği teferruatlı malumata
    göre Ebu Abs bin Cebr ile Ebu Bürde bin Niyâr, Beni Harise’nin putlarını; Umâre
    bin Hazm, Es’ad bin Zürâre, Avf bin Afra’, Salit bin Kays ve Ebu Sırma, Beni
    Neccâr’ın putlarını; Ziyâd bin Lebid ve Ferve bin Amr, Beni Beyâda’nın
    putlarını; Sa’d bin Ubâde, Münzir bin Amr ve Ebû Dücane Beni Sâide’nin putlarını
    ve Mu’az bin Cebel, Sa’lebe bin Ğanâme ve Ab­dullah bin Üneys, Beni Selime’nin
    putlarını kırmak için seferber olmuşlar­dı. Bu seferberlik gösteriyor ki,
    müslümanlar Medine’de söz geçirecek ha­le gelmişlerdi. Müslümanlar alenen
    putları kırıyorlardı ve kendilerine ma­ni olacak veya mukavemet edecek hemen
    hemen kimse yoktu.

    Bu hususta İbni Hişâm ilginç bir olayı dile getirmiştir.
    Rivayete göre Medine kabilelerinden Beni Selime’nin lideri Amr bin Camuh,
    şirkine de­vam ediyordu. Halbuki, oğlu Mu’az bin Amr müslüman olup Akabe
    bi’atı­na katılmıştı. Amr bin Camuh, evinde ağaçtan koca bir put yaptırmıştı. Bu
    putun adı Menat idi. Bu tür özel putlar müşrik reislerin saray, köşe ve
    ev­lerinde umumiyetle bulunuyordu. Amr’in oğlu ve kabilesinin bazı diğer
    gençleri müslüman olduktan sonra Menat adlı putu gece vakti çukura atıp üzerine
    çöp ve pislikler attılar. Sabah Amr kalkıp Menât’ı yerinde bulama­yınca çok
    üzüldü, bağırdı, çağırdı ve etrafta aradı. Nihayet, onu çöplükte buldu. Onu geri
    getirdi, yıkayıp temizledi ve kokular sürerek olduğu yere koydu. Fakat müslüman
    gençler bu işi adet haline getirdiler ve birkaç gece bu işi tekrarladılar. Amr,
    her sabah kalkar, putunu arar ve kızgınlıktan patlardı. Her defasında, “ah, ey
    Menat, seni bu hale sokan rezilleri bir eli­me geçirsem…” diye söylenirdi. Bir
    gün aynı şekilde bu putu çukurdan çı­kardı ve yerine koydu. Boynuna da bir kılıç
    asarak; “sana bu muameleyi yapanı bilmiyorum. Fakat senin biraz gayretin varsa
    bu kılıçla kendini ko­ru” dedi. Gece, gençler bu kılıcı çıkarıp bir yere
    koydular ve buna bir kö­peğin ölüsünü bağlayıp Beni Selime’nin bir kuyusuna
    attılar. Amr, adet üzere sabah putunu bulamayınca onu aramaya çıktı. Nihayet onu
    bir ku­yuda devrilmiş vaziyette bir köpeğin ölüsüyle birlikte buldu. O zaman
    ka­bilesinin adamları ona gelip yaptığı akılsızlığa dikkat çektiler. Onun da
    gözü açıldı ve huşû ve huzu ile İslâmiyet’i kabul etti.



     




    [1]
    İbni Sa’d’ın
    belirttiği gibi Bu’as muharebesi Hicret’leri 6 yıl önce cereyan etmişti.
    Bu’as bir mer’a veya yerin ismiydi; ki Medine’ye iki mil uzaklıkta Benî
    Kurayza’nin oturduğu bölgede idi. Muharebede Evs kabilesinin reisi Hz. Üseyd
    bin Hudayr’ın babası Hudayr’dı. Evs’in yanında Benî Kurayza ile Benî Nadir
    yer almışlardı. Karşı tarafta ise Hazrec’in reisi Amr bin Nu’mân Beyadi idi
    ve bunun yanında yahudilerden Benî Kaynuka’ vardı. Muharebede Evs ve
    müttefikleri zafer kazandı. Takat her iki taraf o kadar büyük zayiat verdi
    ki ikisi de bu tür savaşlara fazla imkân vermemeyi ciddi olarak düşünmeye
    başladı.



    [2]
    Belâzurî,
    “Ensab ul-Eşrâf’ta Suveyd’in katlinin zaten Bu’as muharebesi için zemin
    hazır­ladığını yazmıştır.



    [3]
    Akabe,
    Arapçada “tepe”ye denilir. Burada bahsedilen tepe, Minâ bölgesinde ve Mekke
    yolunda bulunuyor.



    [4]
    Hâkim ile
    İbni Sa’d’ın rivâyetine göre o yıl Evs ve Hazrec’den 500 kişi hacca
    gitmişti.



    [5]
    Teşrik
    günleri, Hac sırasında Minâ’da geçirilen süreye denilir.



    [6]
    Hu hatun
    sahte peygamber Müseyleme Kezzâb’a karşı savaşta oğlu Abdullah’ın yanında
    idi. Bizzat savaşa katıldı ve, 12 yara aldı ve, bir kolunu kaybetti. Bundan
    önce Müseyleme, onun başka bir oğlu Habib’i eziyet ederek ve kol bacak
    keserek öldürmüştü. (İbn Hişâm, c. II, s. 108-109).



    [7]
    İbni Sa’d
    bunun bugün bir caminin bulunduğu yer olduğunu kaydetmiştir. (Tabakat-ı İbni
    Sa’d, Beyrut baskısı, 1957, c. I, s. 221). İbn Sa’d H.S. 168’de doğmuştu ve
    230’da vefat etmişti. Bu demektir ki, bu yerde Hicret’in ikinci yüzyılında
    bir cami vardı. 1936’da Muhammed Hüseyin Hey-kel’in “Kitabu fî-menzîl-ul
    Vahy”de belirttiği gibi Hicaz’ı gezdi ve burada Mescid-ul Akabe diye bir
    cami bulunduğunu gördü. Ne var ki bugün bu camiden herhangi bir eser
    kalmamıştır.



    [8]
    İbni Sa’d,
    Ebû Râfi’ Mevlâ’nın şu rivâyetini nakletmiştir: “Ben Hz. Abbas’ın kölesiydim
    ve İslâm evimize girmişti. Hz. Abbas ve zevcesi Ümmül Fadl ve ben müslüman
    olmuştuk. Ama Hz. Abbas, müslüman oluşunu gizli tutuyordu. Bedir savaşından
    sonra kâfirlerin evlerinde matem varken biz sevinçten uçuyorduk.”



    [9]
    O devirde
    Evs ile Hazrec’in her ikisi de Hazrec diye çağrılıyordu.