Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüleri Temel İslam
Bilimleri Anabilim Dalları Ortak Lisansüstü (Yükseklisans ve Doktora) programı açılması
ve yürütülmesine ilişkin protokol imzalandı.
Protokolü; Hitit Üniversitesi adına Rektör Prof. Dr. Reha Metin Alkan ile Kastamonu Üniversitesi adına
Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Atalan imzaladı.
İmza töreninde Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Mehmet Evkuran ve
Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Cengiz Çuhadar da hazır
bulundu.
Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülecek Lisansüstü programları
kapsamında, iki üniversite arasındaki akademik işbirliğini ve etkileşimi sağlamak, güçlü taraflarını
biraraya getirerek zenginleştirmek ve ortak programa katılan öğrencilerin en üstün akademik
standartlarda eğitim-öğretim almalarını sağlamak ve araştırma imkanı vermek amacıyla imzalanan
protokol, ortak Lisansüstü programlarına öğrenci kabulü, müfredat, sınav, değerlendirme, devam, izin,
verilecek diploma gibi programın başından sonuçlandırılıncaya kadar ortak lisansüstü programlarında
yapılacak uygulamaları kapsadığı belirtildi.
Hitit Üniversitesi ile Kastamonu Üniversitesi arasında gerçekleştirilen işbirliğinin her iki üniversiteyi daha
da güçlü kılacağını belirten Rektör Alkan, Hitit Üniversitesi’nin attığı bu somut adımlarla daha da
büyüyeceğini ve bulunduğu coğrafyaya daha büyük fayda sağlayacağını ifade ederek anlaşmanın her
iki üniversite için hayırlı uğurlu olmasını diledi. (Volkan SINAYUÇ)
Ay: Aralık 2013
-
Kastamonu ve Hitit İlahiyat Ortak lisansüstü program açacak
-
Diyanetten camilerde merkezi vaaza son
diğer camilerde ise hoparlörlerden yayımlanan vaaz uygulaması sona erecek. 40 bine yakın camide uygulama hayatageçerken, önümüzdeki yıllarda bunun yurt genelineyayılması planlanıyor. Diyanet işleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hasan Kamil Y ılmaz, proje kapsamındaki çalışmalarındevam ettiğini bildirdi. Diyanet İşleri Başkanlığınca önceki senelerde faıklıuygulamaların hayata geçirildiğini hatırlatan Yılmaz, “Bu dönemlerde imamlarımızın cami kürsülerinde, hutbede ne söylediklerini kontrol edememek gibi kaygılarla, bir takım sosyal ve idari baskılarla ‘hutbeyi merkezden vereceğiz’ denilmiş. Vaazlar için de ‘her şehrinmerkezinde bir camide vaaz edilecek, oradan yapılan vaaz camilerde verilecek’ denilmiş” diye konuştu. Söz konusu uygulamayla birçok cami imamının vaaz vermeyi bıraktığını, okudukları hutbelerin merkezden gönderildiğini ve sadece namaz kıldırdığını ifade eden Yılmaz, şunları söyledi: “Böylece tehlikesiz. problemsiz bir ortam doğacak şeklinde tedbir alınmış. Bu muhtemelen siyasi sebeplerle yapılan bir uygulama olmuş. Çok ters ve yanlış tezahürleri de oldu bunun. Din görevlilerimizin kendi gelişimlerinin önünde bir engel olarak karşımıza çıktı. İmam hatiplerimiz kendi kürsüsünde vaaz edemedikten, bununla ilgili bir hazırlık yapamadıktansonra körelmeye başlıyor. Kitap karıştırmak, yeni mesajlar hazırlamak derdi olmayınca bu durum körelmeye neden oluyor. Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez’in göreve başlamasının ardından işaretleri üzerine yeni bir proje başlattık. Yurt genelinde 80 bine yakın imam hatip, 90 bine yakın camimiz var. Bu camilerdeki imamlarımız kürsülerde vaaz edemeyecekse bu bizim için büyük bir kayıptır diye düşündük. ‘Biz görevlilerimize güveniyoruz’ anlayışından hareket ederek bu projeyi hayata geçirdik.” “Hem öz güvenleri arttı, hem de aidiyet duyguları pekişti” Projeyle her imamın görevli olduğu camide vaaz vermesini hedeflediklerini dile getiren Yılmaz, bunun için gerekli eğitimlere başladıklarını hatırlattı. 38 bine yakın imam hatibe eğitimverildiğini belirten Yılmaz. “Bütün imamlarımızın böyle bir eğitimden geçmesini amaçlıyoruz. Bunun sonucunda eğitim alan imamlarımızın büyük çoğunluğu görevli oldukları camilerde kendi vaazlarını hazırlamaya başladı” diye konuştu. Projenin cemaatle din görevlileri arasında namazdan önce veya sonra diyalog kurulmasınıda sağladığını belirten Yılmaz. “Bu sadece bilgi aktarımı değil, aynı zamanda duygu, sevgiaktarımıdır. Daha önce imamlarımız adeta birer namaz kıldırma memuru gibi görülüyor, öyle anlaşılıyordu. İmamlarımız da bundan rahatsızdı. Şimdi artık namaz vakitlerinden önce veya sonra cemaatle yaptıkları sohbetlerle, okudukları dualarla daha fazla paylaşıma girmeye başladılar. Böylece imamlarımızın hem öz güvenleri arttı hem de aidiyet duyguları pekişti. Bunun artması toplumsal barışa daha da katkı sağlayacak” dedi. “Projemizin önümüzdeki yıllarda bütün camilerimizde hayata geçmesini umuyoruz” ifadelerini kullanan Yılmaz, eğitimlerin sürdüğünü söyledi. İmamlara proje kapsamında ilk olarak vaazın nasıl hazırlanacağına yönelik eğitim verildiğini belirten Yılmaz, diksiyon veiletişim derslerinin de eğitimlerin arasında yer aldığını kaydetti.
Kaynak: AA
-
İmam Malik Hayatı ve Eserleri Muvatta İmam Malik
1. İmam Malik
b) Usûlü ve İctihad Felsefesi:
3. İmam Malik Ve Muvatta İncelemeleri:
4. Muvatta’da Geçen Bazı Hadis Terimleri:
İmam Malik
a) Hayatı ve Şahsiyeti:Malik b. Enes b. Amir (93-179/712-795), Medine’de doğdu ve öldü. Dedeleri Yemen’den gelip Medine’ye yerleşmişti.
îmanı Malik, hadis ve rivayet, fıkıh ve re’y ilimlerini tahsil etmiştir. Pekçok hocadan ders almıştır. Nafı, Abdurrahman b. Hürmüz, Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zührî, Yahya b..Said, Rebiatu’r-Re’y bunlardandır. Abdullah b. Ömer’in azatlısı Na-fi’den îbn Ömer’in rivayetlerini, sahabîlerin amellerini ve Hz. Ömer’in tatbikatını öğrenmiştir.
imam Malik tahsilini bitirip Medine hukukunu kavradıktan, liyakati konusunda’ içlerinde fikıh ilmini öğrendiği yetmiş kadar büyük fukahanın şahitliğinden sonra fetva vermeye ve öğretime başlamıştır. îlk zamanlar Mescid-i Nebî’de ders okutuyor, fetva veriyordu. Daha sonra idrarını tutamama rahatsızlığından dolayı evine taşındı, orada ders okutmaya ve fetva vermeye devam etti. Gerek camide, gerekse evindeki derslerinde, Ebu Hanife’nin metodunun aksine, talebesiyle tartışma ve fikir alışverişinde bulunmaksızın sadece bilgi verme ve anlatma metodunu uyguladı. Bu sebepten sağlığında kendisiyle talebesi arasında mevcut bir ihtilaf kaydedilmez. Ama vefatından sonra bazılarının onun fikirlerine muhalif görüşleri nakledilmiştir.
imam Malik, uzun ömründe yedi Emevî, beş Abbasî halifesi, otuz Medine valisi görmüştür.
îmam Malik, Hz. Ali evladını hilafet davasında haklı görürdü. 144/761’de halife Mansur onu Mekke’deki Hasenîlere (Hz. Hasan taraftarlarına) göndermiş ve hilâfet iddiasıyla itham edilen Muhammed en-Nefsu’z-Zekiyye ve kardeşi İbrahim b. Abdillah kardeşleri istetmişti. Bu, kendisinin umumî bir hürmet kazanmış olduğunu ve hiç olmazsa siyaset bakımından, hükümdara düşman olmayan bir vaziyet almış bulunduğunu gösterir. Muhammed en-Nefsu’z-Zekiyye, 145/762’de isyan etti ve Medine’yi zaptetti. Medine’liler iki arada tereddüt içinde kaldılar. Durumu imam Malik’e sordular. O da Mansur’a yapılan bey’atın ikrahla, zor altında yapıldığını, ikrahın muteber olmadığını, mükrehin talâkının bile sayılmadığını söyledi ve fetva verdi. Bunun üzerine ihtiyatı elden bırakmayan şehir halkının çoğu en-Nefsu’z-Zekiyye’ye bey’at ettiler. Mansur’un ordusu en-Nefsu’z-Zekiyye’yi şehid etti. îmam Malik, ayaklanmaya faal olarak katılmayıp evinde kaldı. Buna rağmen 147/764’te, ayaklanmanın başarısızlığa uğraması üzerine, Medine valisi Ca’fer b. Süleyman tarafından kırbaçla dövülmek suretiyle cezalandırıldı. Bunun sonucunda omuzu yerinden çıktı ve omuzunda bir sakatlık kaldı ki bu şöhretini daha da arttırmıştır. îmam Malik, daha sonra Abbasî halifeleri tarafından hürmet görmüştür. 160’ta Mehdî, Mekke’de Harem1 de yapılacak inşaat vesilesiyle onunla münakaşa etmiş, ölüm yılı olan 179’da Harun Reşid hac münasebetiyle gelip onunla görüşmüştür.
îmam Malik, ayrıca Harun Keşid’e bir mektup yazarak, ona öğüt vermiş, Yüce Allah’ın öfkesinden sakındırmış, Allah’a itaat olan şeyi emretmesini, Allah’tan korkanlara danışmasını, kötüleri dost edinmekten kaçınmasını, mazluma yardım etmesini ve insanlara âdil davranıp adaletsizlikten kaçınmasını istemiştir, îmanı Malik, çağındaki siyasî hayat konusunda nemelazımcı ve çekimser değildi, muhalefet konusunda gerektiğinde yerine getirdiği açık bir rolü vardı.
Bütün bunlar, bazı şiî yazarların, kendisine muhalefet etme ve imamları Cafer Sadık’m şahsında Ehl-i Beyt’in fikhıyla rekabet etmek için işbaşmdaki Abbasî iktidarınca yönlendirilmiş olduğunu ileri sürmesinin, tarihî bir temelden yoksun bulunduğunu gösterir.[1]
b) Usûlü ve İctihad Felsefesi:
îmam Malik, ehl-i hadis ve Hicaz’ın reisi olarak tanınmıştır, îlim ve âlimlere büyük değer verir, Allah’ın kendisine lütfettiği ilmi, fark gözetmeksizin herkese verebilmek için büyük gayret göstermiştir. Abbasi halifesi Harun Reşid’in hacca geldiği sırada, oğulları Emin ile Me’mun’a ders verdirmek için kendisini huzuruna çağırtması üzerine verdiği cevap meşhurdur: “îlim gelmez, ilme gidilir.” Elli yıl kadar süren hocalık hayatında, hadis dersleri ve vuku bulmuş olaylarla ilgili görüş beyanı (fetva) olmak üzere iki çeşit ilmî faaliyeti sürdürmüştür.
îmam Malik her ne kadar ictihad ve istinbat konusunda bazı kaidelei açıklasa ve diğer bazılarına işaret etse de, ictihad ve hüküm çıkarmaya dair kaide ve metodlarım, mezhebinin usulünü bizzat yazmamıştır. Ancak Muvatta’daki bazı sözleriyle, bu kitabın yamsıra el-Müdevvene adlı kitapta nakledilen içtihatları, mensuplarına onun usulünü belirleme imkânını vermiştir.
Buna göre îmam Malik’in usulü şöyledir:
1) Kıır’ân’a başvurmak.
2) Sünnete başvurmak: Sünnetin sahih oluşuyla ilgili sıkı şartları vardır. Kıyası ve Medine’lilerin uygulamasını tercih eder. Çünkü Medine’lilerin uygulaması, babalarından ve dedelerinden gelmiş, mütevatir sünnet derecesindedir.
3) İcma, İmam Malik, “el-Emfu’1-Muctemau aleyh” (ittifak edilen durum) terimiyle, sık sık icma’dan söz ederek, bunu bir delil olarak kabul etmiştir.
4) Re’y, îmam Malik, bazılarına göre hadisçilerden sayılmasına rağmen, hüküm çıkarma yönteminde (istinbatta) re’ye de geniş yer vermektedir.
îmam Malik’e nisbet edilen delillerden sahabe kavli sünnet içinde; kıyas mesalih-i mürsele; seddu’z-zerai, istihsan; ıstıshab ise re’y içinde düşünülmüştür.
5) Medine halkının ameli.
îmam Malik vahyi müşahede eden, Rasulullah’m (s.a.v.) tatbikatım görüp yaşayarak amelî bir şekilde nesillere aktaran Medine halkının ameline, belli şartlar içinde önem veriyor, hükümlerine kaynak ediniyor ve ona muhalif hareket edenleri kınıyordu. Nitekim Leys b. Sa’d’e yazdığı risalesinde bu yüzden onu ikaz etmişti.
Leys b. Sa’d ona verdiği cevapta, sahabe ve Medine halkı hakkında söylediği iyi sözleri aynen kabul etmekte, fakat diğer îslâm memleketlerine de büyük sahabîlerin gittiğini, oralarda bulunan halkın da bunların söz ve amellerini aynen benimseyip naklettiklerini ifade ederek bu noktada ondan ayrılmaktadır.
îmam Malik, Muvatta’daki hükümleri kastederek şöyle demiştir. “Bu kitapta bulunanların çoğu re’ydir. Yemin ederim ki bunlar bana ait re’y değildir; ilim, fazilet ve takva Sahibi üstadla-rımdan duydukları m dır. Bu üstadların sayısı çok olduğu için, kendime izafe ederek re’y dedim. Onların re’yleri de tıpkı benimki gibi olup, sahabeden intikal etmiştir. Burada el-emru’1-muctema aleyh (bizdeki ittifak edilen hüküm) dediklerim, ilim ve fıkıh sahibi âlimlerin ittifakla kabul edip, ihtilaf etmedikleri meselelerdir. El-emru indena (bizdeki durum/hüküm) veya el-emru bi-belediha (bölgemizdeki durum/hüküm) dediklerim, bizde halkın uyguladığı, hükümlerin buna göre verilegeldiği, avam, havas herkesin bildiği hükümlerdir. Ba’du ehli’1-ilm (bazı âlimler) dediklerim, âlimlerin görüşleri içinde benim beğenip tercih ettiklerimdir. Onlardan duymadıklarım gelince içtihad ettim, erişebildiklerimin görüşleriyle kendi re’yimi karşılaştırdım ki haktan ve Medine halkının mezhebinden uzaklaşmış olmayayım.”
Dinin muteber veya reddedilmiş kabul ettiği maslahatların dışında kalmakla beraber, muteber maslahatlara yakın bulunan mesalih-i mürsele’yi bir delil olarak kabuleden îmam Malik, muteber olduğuna şer’î delâlet bulunan maslahatları öncelikle kabul ve tatbik etmiştir. Bu, ibadet değil, muamelât sahasında olmuştur.
îmam Malik ictihad usulü konusunda şunları söyler: “Rasû-lullah (s.a.v.) müstesna herkesin sözü kabul ve reddedilebilir.”
“Kendi imamını taklid yüzünden sahabe kavlini terkeden kimseye teube teklif edilir.”
“Ben bir beşerim; hata da, isabet de ederim. Re’y ve içtihadımı inceleyin; Kur’an ve sünnete uyan her sözümü alın, onlara uymayan bütün sözlerimi de terkedin.”
îmanı Malik, hac dışında Medine’den hiç ayrılmamıştır. Hatta Harun Reşid, kendisiyle birlikte Bağdat’a gelmesini istediğinde, Hz. Peygamber’in kabri civarında kalmayı, Bağdat ve başka yerlere gitmeye tercih ederek, teklifi kabul etmemiştir. Medine’de kalışı, uzun ömürlü oluşu, kendisine gelen birçok kişi üzerinde büyük etki yapmıştır. îslam topraklarının muhtelif yerlerinden, Mısır, Şam, Irak, Kuzey Afrika ve Endülüs’ten ilim öğrenmek isteyenler îmam Malik’e gelmişler, onunla beraber bulunup ilim öğrenmişlerdir. Büyükden küçümsenmeyecek sayıda öğrencisi vardı. Mezhebini işte bu talebeleri Mısır, Kuzey Afrika ve Endülüs’te yaymışlardır. Öğrencileri arasında büyük hukukçular da yardı. [2][3]
c) Öğrencileri:
Mısır’h talebeleri arasında Malik’in müctehid talebelerinden biri olan, birçok âlim yamnda, îmam Maîik’den de ders alan Ab-durrahman b. Kasım; hocası tarafından Mısır fakihi ve müftüsü olarak adlandırılan Abdullah b. Vehb b. Müslim; İbnu’l-Kasim’dan sonra Mısır fikıh reisi olan Eşheb b. Abdilaziz el-Kaysî; Eşheb’ten sonra üstadlığa geçen, îmam Malikin Muvatta’sını sema (bizzat duyma) yoluyla rivayet eden ve îmam Şafiî’nin de kendisinden çok faydalandığı Abdulah b. Abdilhakem el-Mısrî vardır.
Tunuslu Ali b. Ziyad, îmam Malik ve Leys b. Sa’d’den ders okumuştur. Ailesi aslen Nişabur’lu olup Tunus’ta doğan Esed b. el-Fırat, Muvatta’yı îmam Malik’ten sema (bizzat duyma) yoluyla öğrendi; Irak’a gitti, Irak fıkhını öğrendi, Ebu Yusuf a Muvatta’yı rivayet etti.
îmanı Malik ile Ebu Hanife, hac mevsiminde bir araya gelmiş, ilmî ve nezîh münazaralar yapmışlar, her ikisi de birbirini takdir etmişlerdir. Ebu Hanife’nin vefatından sonra oğlu Hammad, îmam Malik’e gidip “birçok meseleleri sorarak ondan yararlanmış, îmam Malik de yine birçok fıkhî meselede ondan Ebu Hanife’nin hüküm ve delillerim sorup öğrenmiştir. Ebu Hanife’nin talebelerinden îmam Muhammed, önce îmam Sevrî’den, sonra da üç yıl ayrılmaksızın İmam Malikden hadis tahsil etmiş, bu arada tmam Malik de ondan Ebu Hanife’nin fıkıh esaslarını öğrenmiştir. Bütün bunlar, Hicaz (hadis) ve Irak (re’y) ekollerini birbirine yaklaştırmış, hatta kaynaştırmış, ilimde taassubun yersizliğini göstermiştir.
Talebelerine rivayette bulunduğu hadisler,eserler, kendisine sorulan konularda verdiği fetvalar, onlar tarafından yazılmıştır, imam Malik onları bu işten ne alıkoymuş, ne de yazmalarını emretmiştir. Ancak bazan verdiği fetvaların hepsini yazmalarım istememiştir. îmam Malik fiilen meydana gelen konularda cevap vermek ister, farazi (teorik) meselelerden hoşlanmazdı. Hatta bazı talebeleri henüz meydana gelmemiş konularda soru sormak istediklerinde, sanki meydana gelmiş bir olaymış gibi, herhangi biri vasıtasıyla hocalarına sordururlardı. [4]
d) Eserleri:
imam Malik’in eserleri iki gruptur:
– Fıkha dair eserleri:
1) Muvatta: Fıkha dair eserlerinin en meşhurudur.
2) Kitabu’sSuneTi (Sunne): Abdullah b. Abdilhakem tarafin-an nakledilmiştir.
3) Kitabu’l-Menâsik.
4) Kitabu’l-Mucâlesât: Abdullah b. Vehb tarafından nakledil-aştır.
5) Kitabu’l-Akdıye: Abdullah b. Abdilceiil tarafından rivayet İtilmiştir.
6) Risale fi’l-Fetva: Nadid b. Nazzâr ile Muhamed b. Mutarrif rafından rivayet edilmiştir.
Bütün bu eserlerin mevsukiyeti (îmam Malik’e aitliği) şüphelidir. Bunlar îmam Malik’in ilk talebeleri zamanına kadar çıksa bile, îmam Malik’e isnad edilmesi uygun olan kısmın tesbiti müphem kalmaktadır. Bazan bu eserler, bu talebelerin eserleri olarak da gösterilmiştir.
7) Risale: Ebu Yusuf un Kitabu’l-Harac’ma, Maliki mezhebine göre, bir ilave teşkil eder görünen, halife Harun Reşid’e karşı itirazlar ihtiva eden bu eserin mevsukiyeti hakkında ciddî zanlar vardır. Bulak’ta 1311’de yayımlanmıştır.
8) el-Mudevuenetu’l-Kubrâ: Tunus’lu Sehnun b. Abdisselam (Ö. 240/854), Esed b. Furat’tan okuduğu el-Esediyye’yi Mısır’da Îbnu’l-Kasım’a arzetmiştir. îbnu’I-Kasım’la yaptıkları tashih ve ilaveleri Esed kabul etmemiş, bu ikinci eser el-Esediyye’nin yerini alarak “el-Mudevvene” adıyla anılmıştır. Fıkıh konularına göre tertiplenmiş olup kırk bin mesele, dört bin hadis, otuzaltıbin eseri (sahabe ve tabiûn kavli) içermektedir. İlk kez Mısır’da 1323’te yayımlanmış olan Sehnun’a ait bu eser, çoğu kez îmam Malik’e nisbet edilir.
-Muhtelifkonulardaki eserleri:
1) Tefsir,
2) Risale fi’l-Kader ve’r-Red ale’l-Kaderiyye,
3) Kitabu’n-Nucûm,
4) Kitabu’s-Sirr,
Elde bulunmayan bu kitapların îmam Maîik’e aidiyetleri de kesin değildir. [5]
II- Muvatta:
a) Özellikleri:
Muvatta, îmam Malik’in en meşhur eseridir. Fıkıh konularıyla ilgili bir kısım hadisi, Medine halkının uygulamalarım, sahabe ve tabiûn fetvaları ile îmam Malik’in kendi içtihadlarmı içine alır. Bu eserde, rivayette bulunduğu âsâra kıyasla, bazı meselelerde görüşlerini, rivayetlerine dair tefsir ve eğilimlerini, görüşlerden bazılarının diğerlerine tercih ediliş sebeplerini de anlatmıştır. Bu eseri için çok uğraşmış, fıkhın konularına göre düzenlemiştir. Kalabalık bir grup, İmam Malik’in sağlığında bu eseri kendisin-en okumuştur.
Abbasî halifeleri Mansur ile Harun Reşid, Muvatta’ı bütün lkede uygulanacak bir kanunname olarak kabul etmek istemiş-rse de, îmam Malik içtihad hürriyetini zedeleyeceği gerekçesiy-bu tekliflerini kabul etmemiştir.
Muvatta’da 600’ü müsned, 222’si mürsel, 613’ü mevkuf, 285’i naktu 1720 kadar hadis vardır. Önce Hz. Peygamber’den gelen adisleri, sonra Ashab’dan, daha sonra da tabiûndan gelen haber-3ri (âsâr) zikretmektedir. En sonunda da kendi re’yini belirtmek-edir. Bir rivayete göre, Mansur’un ve Mehdî’nin isteği üzerine azdığı bu eserini, vefaüna kadar seçerek küçültmüştür. Hadis riayetleri ile fıkhı fetvalarında, Hz. Ömer’in anlayışı hakimdir. iz. Ömer ile oğlu îbn Ömer’den 250’yi aşkın hadis, eser ve fetvayı ivayet eder.
Muvatta adında îmam Malik’in kendi çağında yazılmış başka seı-ler de vardır: Muhammed b. Ebî Yahya’nın (ö. 184/800), bnu’l-Mâcişûn’un (ö. 164/780), Abdullah b. Vehb’in (ö. 197) Mu-‘atta’ları gibi. Ama bunlar, başka hadis eserleri gibi zaman içinde kaybolmuşlardır. îmam Maîik’in Muvatta’sı, belki bunların da bir asmını içermektedir.
Muvatta’da sağlam ve seçkin rivayetler, kolay ve uygulanabi-ir fıkıh, açık seçik selef akidesi ve ferdî-sosyal ahlâk konuları itabın her yanına serpiştirilmiş olarak yer almaktadır. [6]
b) Rivayetleri ve Şerhleri:
Muvatta’nın pekçok rivayeti vardır. Bunların iki tanesi meş-tur olmuş ve yayılmıştır:
a- Yahya b, Yahya el-Leysî, (ö. 234) Rivayeti:
Muvatta’yı Önce Maliki mezhebini Endülüs’te ilk yayan Ziyad >. Abdurrahman b. Ziyad’dan (ö. 204) okumuştur. Daha sonra Medine’ye gitmiş ve bazı bölümleri dışında Muvatta’yı doğrudan mam Malik’ten sema (bizzat duyma) yoluyla almıştır. îmam Ma-ik’le görıismesi 179’da olmuştur.
Muvatta denildiğinde öncelikle Yahya b. Yahya nüshası anlaşılır. Bu nüshanın çeşitli basımları vardır. Elinizdeki tercümeye de esas alman nefis ve ilmî yayımı, Muhammed Fuad Abdulbaki tarafından yapılmıştır. Yayımcı bu nüsha dışında onüç nüshayı da tanıtmıştır. Bu nüshaların bir kısmı hâlâ yazma halindedir, bir kısmı ise kaybolmuştur.
Hadis edebiyatının en eski ürünlerinden olan Muvatta üzerinde, hadis, fıkıh ve dil açısından bağımsız veya karma pekçok çalışma ve şerh yapılmıştır.
Muvatta’nın daha iyi anlaşılmasını sağlayan en meşhur şerhleri şunlardır:
1) el-îstizkâr fi Şerhi Mezâhibi Ulemail-Emsar mirnma Rase-mehu’l-îmam Malik fi’l-Muvatta mine’s-Re’y ve’l-Âsâr:
îbn Abdilberr’in (368-463/978-1071) bu kitabı, yine kendisi tarafından et-Takassî fi’1-Hadisin Nebevî (Tecridu’t-Temhid) adıyla kısaltılmıştır. et-Takassî, Kahire’de et-Tecrîd adıyla 1350/1931 yılında basılmıştır. M. F. Abdulbakî yayımında bu kitaptan çok yararlanmıştır.
2) el-Munteka fl şerhi’l-Muv atta:
Endülüslü Ebul-velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî (ö. 494/1100) tarafindan, daha önce genişçe yazdığı el-îstifâ adlı eserinin istek üzerine kısaltmasıyla meydana gelmiştir. Fıkhı meselelerin Muvatta’daki delillerini göstermiştir. Böyle bir seçme yapıldığı için eserine el-Muntekâ adını vermiştir.
el-Muntekâ’da senedleri, hadisle ilgili bütün meseleleri ve muhalif görüşleri ve delillerini zikretme yoluna gitmemiş, aksine hadis ve onunla ilgili temel meselelere yer vermiş ve bazan da bu meseleye uygun ayrıntılara işarette bulunmuştur.
Karma şerhlerden olan el-Muntekâ’da mesele, fasl kelimeleriyle ve hadis metinlerinin başına sad, sonuna şîn harfleri konularak ve “kavluhu” diyerek açıklamalarda bulunulmuştur. Ayrıca sayfa kenarında Muvatta metni de vardır. Maliki mezhebine göre kaleme alınmış, fikhî ahkâm yönü ağırlıklı bir şerh olan el-Munteka, ilk kez Kahire’de 1331’de yedi cilt halinde yayımlanmıştır.
3) el-Mesalik alâ İmam Malik:
Ebu Bekir Muhammed b. el-Arabî (Ö. 546/1151) tarafından yapılmış bir şerhtir.
4) Tenvîru’l’Havâlik Şerhu Muvattai Malik:
Öelaluddiri Suyûtî (Ö. 911/1505) tarafından yapılan karma bir şerhtir. Daha çok önceki Maliki ulemanın görüşlerini zikretmek suretiyle hadisleri açıklamaktadır. Sayfa başlarında Muvatta metni, sayfa altlarında ise şerh bulunmaktadır. Sonunda ise Muvatta ricaliyle ilgili Suyutî’nin başka bir eseri vardır. Mısır’da 1951 ‘de yayımlanmıştır.
Suyutî’nin ayrıca Is’âfu’l-Mubatta bi-Ricali’1-Muvatta adlı 3seri Haydarabad’da 1320/1902’de basılmıştır.
5) Şerhu’l-Muvatta:
Muhammed b. Abdulbaki ez-Zurkanî (ö. 1122/1710) tarafindan yapılmış bu şerh, Ebhecu’l-Mesâlik bi-Şerhi Muvattai îmam Malik adıyla da bilinir. Muvatta’yi tanıtan bir girişten sonra, hadislerin tahrîcini kitap ve musannif ismi olarak yapmakta, rivayet farklarım göstermekte, daha çok Maliki anlayışa göre tercihlerde bulunmaktadır, yer yer diğer mezheplerin görüşlerine de işaret etmektedir. Hadis ilmi usulü açısından kaleme alınmış fıkhî neticelere işaret eden bir şerh görünümündeki eser, ilk kez Mısır’da 1961’de beş cilt halinde basılmıştır.
6) el-Mesvâ (el-Musevvâ) Serhu’l-Muvatta:
Şah Veliyyullah Dihlevî (1114-1176/1702-1762) tarafından .pılmış bu şerh, önce hadis metnini hemen her bir hadis için bâb arak verir, “kultu” (bana göre) diyerek açıklar. Bazan da fıkhı etlez-i verip, İmam Malik’in ve diğer mezheplerin görüşleriyle ‘likte kendi tercihini ve açıklamasını da sunar. Beyrut’ta 33’te iki cilt halinde yayımlanmıştır.
7) Evcezu’l-Mesâlik Şerhu Muvattai îmam Malik:
Muhammed Zekeriya b. Muhammed el-Kândehlevî tarafın-ı yapılmış bu şerh, Hindistan’da 1348/1929’da altı büyükçe cilt inde yayımlanmıştır.
8) Keşfu’l-Mugattâ mine’l-Maânî ve’l-elfazi’l-Vâkıa fi’l Muvatta:
Muhammed et-Tahir b. Âşûr tarafından yazılan bu eser Cezair’de 1976’da basılmıştır.
b) Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî 132-189/749-805) Rivayeti:
Ebu Hanife’nin en yakın öğrendi erinden olan İmam Muhammed, aynı zamanda İmam Malik’ten de ders okumuştur. Kitabında önce îmam Malik’in rivayetlerini verir, daha sonra ona muvafık veya muhalif görüşleri ve kendi tercihini belirtir. Bu nüshada Ebu Yusuf un görüşlerine yer vermez.
Abdülvehhab Abdüllatif tarafından Kahire’de 1987’de üçüncü basımı yapılmıştır. Elinizde eserde bu yayımdan yararlanarak, iki nüshayı karşılaştırmak için, İmam Muhammed rivayetindeki numaraları ilgili hadislerin tahrîrinde kısaltılmış bir ifadeyle Şeybanî diye göstermiş bulunuyoruz.
Bu rivayetin de çeşitli şerhleri ve üzerinde yapılan çalışmalar vardır.
1) Feihu’l-Mugatta Şerhu’l-Muvatta:
Ali b. Muhammed b. Sultan el-Kari (ö. 1014/1605) tarafından yapılan bu şerhin bir yazması Daru’l-Kutubi’l-Mısrıyye’de (no: 323-Hadis) bulunmaktadm
2) Şerhu’l-Muvatta:
Mekke müftüsü İbrahim b. Huseyn Pfrîzâde (ö. 1092/1681) tarafından yazılan bu şerh, Aynî’den çok yararlanmakta olup, bir yazması Medine’deki el-Mektebetu’1-Mahmudiyye’dedir.
3) el-Muheyya fi Keşfi Esrarî’l-Muvatta:
Osman b. Ya’kub et-Turkmânî el-İslambulî tarafından 1166/1753’de bitirilmiştir. Çeşitli Muvatta rivayetleri üstüne bir şerhtir. Daru’l-Kutubi’l-Mısrıyye’de (no: 586-Hadis) yazma bir nüshası vardır.
4) el-Ta’lîku’l-Mumecced alâ Muvattai Muhammed:
Abdulhay b. Abdilhalîm el-Leknevî (1264-1304/1848-1886) ırafmdan yazılan bu şerh, Hindistan’da ve 1879’da yayımlan-ııştır.
Muvatta’nın diğer rivayetlerinden beş kadarı Endülüs’te püncü ve dördüncü asırda tedris ediliyordu. [7]
III- İmam Malik Ve Muvatta İncelemeleri:
îmanı Malik’in hayatı ve hadis ilmindeki yeri konusunda yapılan şu çalışmalar belirtilebilir:
Emin el-Hûlî/ Malik b. Enes-Terceme Muharrara, Kahire, ârû İhyâi’l-Kutubi’r-Arabiyye,
Abdulhalim el-Cundî/ Malik b.Enes îmâmû Dâri’l-Hicret, Ka-Lre 1969, Dâru’l-Maârif,
Ebu Bekr Îbnu’l-Arabî / Kitabu’l-Kabes fi Şerhi Muvattai Malı b. Enes, yay. Muhammed Abdullah Veled Kerîm, Beyrut ty., c.
Muhammed Ebu ZehroJMalik, Hayâtuhu ve Asruhu, Kahire, 346 (İmam Malik, Hayatı-Görüşleri-Fıkıhta Yeri, Çev. Osman eskioğlu, Ankara 1984, Hilal Yayınları).
Mahmud Nâdî Ubeydât/ Malik b. Enes ve Eseruhu Ei’l-Hadîs, ahire, 1969 (Ezher Üniversitesinde yapılmış doktora tezi çalış-Lası).
Nezîr Kamdân/el-Muvattaât li’l-hnam Malik Radıyallahu nh, Dımaşk-Daru’1-Kalem/Beyrut-ed-Dâru’ş-Şamiyye 1992 mam Malik’in hadis yönü ve Muvatta’ların özellikleri konusun-a yapılmış çok değerli bir çalışmadır). [8]
IV. Muvatta’da Geçen Bazı Hadis Terimleri:
Son olarak özellikle dipnotlarda geçen bazı hadis terimlerini açklayalım.
Sahih: Adalet ve zabt sahibi ravilerin muttasıl (kesintisiz) senedle rivayetle ettikleri şaz (sika ravinin kendisi gibilere aykırı rivayeti) ve muallel (gizli kusurlu) olmayan hadistir.
Merfu: Söz, fiil, takrir, fıtrî veya ahlâkî vasıf olarak; senedi muttasıl (kesintisiz) veya munkatı (kesintili) olsun -açıkça veya dolaylı olarak (hükmen)- Hz. Peygamber’e izafe edilen hadistir.
Mevkuf: Sahabîlerin söz, fiil ve takrirlerine dair -muttasıl veya munkatı- haberlerdir, sened sahabîde kalır, Hz. Peygamber’e ulaşmaz.
Maktu: Herhangi bir tabiîye izafe olunan söz, fiil ve takrirdir. Bu terim yerleşmeden önce bazan munkatı terimi kullanılmıştır.
Hasen: Zabtı biraz gevşek olan ravilerin muttasıl senedle rivayet ettikleri şaz ve muallel olmayan hadistir.
Zayıf: Sahih ve Hasen hadis şartlarını taşımayan hadistir.
Mürsel: Tabiînin senedde sahabîyi atlayarak doğrudan Hz. Peygamber’e izafe ettiği hadistir.
Munkatı: Senedi muttasıl (kesintisiz) olmayan hadistir. Munkatı hadis, mürsel hadisten daha zayıftır.
Mu’dal: Senedinin herhangi bir yerinden peşpeşe iki veya daha çok ravinin düştüğü hadistir.
Yüce Allah’tan bu çalışmanın ilim erbabına yararlı kılmasını diliyoruz.
Doç.Dr. Vecdi AKYÜZ İstanbul 1993[9]
[1] İmam Malik, Muvatta’, Beyan Yayınları: 1/37-38.
[2] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/39-41.
[3] İmam Malik, Muvatta’, Beyan Yayınları: 1/37-38.
[4] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/41-42.
[5] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/42-43.
[6] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/43-44.
[7] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/44-48.
[8] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/48.
[9] İmam Malik, Muvatta, Beyan Yayınları: 1/48-49.
-
AKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT
Yirmi Dördüncü Bölüm: HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT
24.1. HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT
24.1.2. Hakk’a Davet Hususunda Hikmet ve Nasihat’e Verilen Önem
24.1.3. Hakk’a Davet İçin Ciddi ve Yumuşak Üslûp
24.1.4. Davet Edenin Makamı ve Mes’ûliyeti
24.1.5.Tebliğ ve Nasihatin Kolay Yolu
24.1.6. İslâmî Tebliğ Açısından Önem Taşıyan Kişiler
24.1.7. Hz. İbni Umm-i Mektûm Vak’ası
24.1.9. Hakka Davet’in En Uygun Yolu
24.1.10. Muhalif Bir Bölgede Allah’a Davet
24.1.11. Kötülüğe İyilikle Karşılık Vermek
24.1.12. Hakk’a Davet Sırasında Sabrın Önemi
24.1.13. Şeytan’ın Kışkırtmalarından Kurtulmak
24.1.14. Hakka Davet Eden Kişi Herhangi Bir Karşılık Beklemeden Mücadele
Etmelidir
24.1.15. Davet’in Başlangıcında Ahiret Meselesine Ağırlık VermekYirmi Dördüncü Bölüm: HAKK’A DAVET İÇİN
HZ. PEYGAMBER (A.S.)’E VERİLEN TALİMAT24.1. HAKK’A DAVET İÇİN HZ. PEYGAMBER
(A.S.)’E VERİLEN TALİMATÜç yıllık gizli tebliğden geçen bölümde bahsettik. Açık ve
alenen tebliğin 10 yıllık Mekke tarihine göz atmadan önce, daha sonra sık sık
karşılaşacağımız iki önemli noktaya burada işaret etmemiz sanırız yerinde
olacaktır.Birincisi, Hazreti Peygamber (a.s.)’e risâlet vazifesini ifâ
edebilmesi için ne gibi talimatlar verilmiştir? Bunların mahiyeti ne idi? Bunlar
kalpleri ve ruhları nasıl fethetti, beyinleri nasıl etkiledi ve cehâlet ve
dalâlet içinde olan bir milleti tümüyle nasıl değiştirdi? Bu talimatın etkinliği
ve çekiciliği nerden geliyordu.İkincisi, Hakk’a ve İslam’a davetin hakiki mahiyeti ne idi? Bu
davet neden büyük gürültü ve patırtılara yol açtı? Neden bu kadar şiddetli
muhalefet ve düşmanlık gösterildi. Bu muhalefet kasırgası neden her
zamankinden daha büyüktü? Bu davette, bütün şiddetine rağmen Cahiliyyenin
muhalefetini ezecek ve ortadan kaldıracak güç nerden doğmuştu?Biz bu bölümde birinci noktaya temas edeceğiz. İkinci noktayı
daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak ele alacağız.Cenâb-ı Allah, Arabistan’ın merkezi Mekke’de bir kulunu, Hz.
Muhammed (a.s.)’i peygamberlik vazifesi için seçti ve Hakk’a davetine kendi
şehrinden ve kabilesinden (Kureyş) başlamasını emretti. Bu işin başlaması için
ilk önce en çok gerekli olan talimat verildi; bu talimat üç konuyu kapsıyordu.İlk önce seçilen peygamberin kendisine verilen muazzam görevi
nasıl yerine getirmesi gerektiği bunun için kendisini nasıl hazırlaması ve ne
gibi çalışmalar yapması icab ettiği belirtildi.İkinci olarak, nihaî hakikat ve eşyaların tabiatı hakkında
İnsanlar arasında yaygın olan batıl inanç ve kavramlara darbe indirilmesi
istendi. Zira, bu esas meselelerle ilgili yanlış düşünce, diğer bütün inanç ve
kavramları olumsuz yönde etkiliyordu.Üçüncü olarak, seçilen peygambere ve taraftarlarına doğru ve
makul bir yol izlemeleri emri verildi. Onların, Allah’ın buyruklarına uygun
olarak ahlâk kurallarına uymaları da talep edildi, çünkü ancak bu şekilde maddi
ve manevî saadet ve refaha kavuşabilirlerdi.Hazreti Peygamber (a.s.)’e vahiy yoluyla gelen bu ilk ilâhî
emirler, kısa, ama az olurdu. Bunların dili çok temiz ve duru, üslûbu tatlı ve
etkileyici idi. Bu ilâhi kelâm, muhatap milletin dil bilgisi, şiir ve edebiyata
olan merakına uygun olarak biraz renkli ve süslüydü. Kelimeler ok gibi
dinleyenin kalbine inerdi. Kulaklar ister istemez onlardaki ahenge verilmiş
olurdu. Uyum ve âhenkleri sebebiyle de derhal dillere yerleşiverirdi. Ayrıca,
bunlarda bölgenin özellikleri de vardı. Bu sözlerle evrensel ve ölümsüz
gerçekler dile getiriliyordu, ama verilen delil ve misaller hep yerliydi ve
herkesin alışık olduğu havayı taşıyordu. Bütün telkin ve nasihat, Arap
milletinin ve Mekkelilerin tarihlerine, örf ve âdetlerine, her gün yaptıkları
müşahedelere ve elde ettikleri intihalara, itikat, iman, ahlâk, toplum ve
kültürlerine dayanarak ve onların kötü tarafları ortaya konulmak ve
eleştirilmek suretiyle yapılıyordu. Maksat, Arap’ların ve Mekkelilerin yapılan
davet ve telkini kolayca anlayıp kabul etmelerini sağlamaktı.Hakka davetin bu ilk safhası takriben 4-5 sene devam etti, ki
bunun ilk üç senesi gizli tebliğe mahsustu. Bu safhada Hz. Nebi-yi Kerim
(a.s.)’in tebliğ ve telkininin neticeleri üç şekilde ortaya çıktı.1) Sayıları aslında çok az olan sâlih kimseler bu daveti kabul
edip Müslüman ümmeti oluşturmaya başladılar.2) Buna mukabil büyük bir çoğunluk ya bilgisizlik, ya
menfaatçilik, ya da atalarının din ve batıl inançlarına bağlı kalmak
düşüncesiyle bu davete muhalefet etmeye başladı.3) Hak dinin daveti Mekke ve Kureyş’in sınırlarını aşarak
nispeten daha geniş yerlere ve daha elverişli ortamlara kadar yayıldı.İşte bu noktada dâvetin ikinci safhası başlıyordu. Bu safhada
İslâmî Hareket ile Cahiliyye arasında kıyasıya bir mücadele başladı ve yaklaşık
8-9 yıl devam etti. Sadece Mekkeliler ve Kureyşliler değil, bütün Arabistan ve
diğer pek çok millet Cahiliyye’nin gelenek ve göreneklerini aynen korumak ve
sürdürmek amacıyla bu hareketi zorla ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Onu
bastırmak ve yok etmek için her türlü silahı kullandılar, her yola başvurdular.
Yalan-yanlış propagandalar yaptılar, iftira ve ithamlarda bulundular; şüphe,
itiraz ve tereddütlerini ortaya koydular. Halk arasında yeni hareket ve bunun
tarafları hakkında türlü türlü şüphe ve vesvese uyandırdılar. Bilgisiz ve
güçsüz kimselere gözdağı vererek, onları Rasûlullah (a.s.)’ın tebliğ ve
telkinlerini dinlemekten alıkoymaya çalıştılar. İslâmiyet’i kabul etmiş olanlara
insanlık dışı zulüm ve eziyetler yaptılar. Onlara karşı ekonomik ve sosyal
boykot uyguladılar ve onları o kadar rahatsız ettiler ki, iki defa yurtlarım
terk ederek Habeşistan’a hicret etmeye mecbur bıraktılar. Nihayet üçüncü defa,
müslümanların çoğu Medine’ye hicret etmeye mecbur kaldılar. Ne var ki, bu,
günden güne şiddetlenen ve artan muhalefet ve düşmanlığa rağmen İslâmî Hareket
güçlenmeye ve dal budak salmaya devam etti. Baskı ve zulüm arttıkça İslâm da
yayılmaya başladı. Öyle ki, Mekke’de içlerinden biri veya birkaçının İslâm’ı
kabul etmediği tek bir aile veya ev kalmadı. İslâm düşmanlarının kin ve
nefretlerinin artmasının bir sebebi de, kendi kardeşlerinin, yeğen, oğul, kız,
enişte ve anne-babalarının İslam’ı kabul edip kendilerine karşı cephe
almalarıydı. Onlar, kendi evlâtlarının ve yakın akrabalarının yeni dine girip,
dini inançları yüzünden her şeyi terk etmelerini ve halta kendi ana ve
babalarıyla olan ilişkilerini koparmalarını çok yadırgıyorlardı. Onlar ciğer
parelerinin kendilerine karşı savaş açmalarını bir türlü hazmedemiyorlardı.
Üstelik, Cahiliyye’den koparak yeni harekete katılanların önemli bir bölümü,
toplumun üst tabakasına ait en temiz ve en dürüst kişiler olarak biliniyorlardı
ve bu harekete katıldıktan sonra şahsiyet ve karakterleri daha bir parlamış ve
cilalanmış oluyordu. Artık güzel huy ve ahlâk bakımından onları kimse geçemezdi.
Bu bakımdan, İslâm’ın, insanların kişilik ve karakterleri üzerinde meydana
getirdiği bu büyük ve olumlu değişikliği dünyanın fark etmemesi imkânsızdı.Bu eziyet ve meşakkat dolu uzun devrede Cenâb-ı Allah, durum ve
şartların bir gereği olarak sevgili peygamberine derya gibi geniş anlamlı, dere
gibi akıcı, sel gibi kuvvetli ve hızlı, ateş gibi yakıcı ve etkileyici coşkun
bir kelâm indirdi. Bu kelâm tesir, manâ ve hitabetin en güzel örneklerini
ihtiva ediyordu. Bu ilâhi sözlerde iman sahiplerine ilk görev ve sorumlulukları
hatırlatıldı, aralarında cemiyet şuuru yaratıldı, onlara takvâ, ahlâk ve fazilet
dersleri verildi. Bu hitabelerle ilk müslümanlara tebliğ ve telkinin önemli
noktalan anlatıldı, onların muvaffak olacağı belirtilerek kendilerine cennet
vaad edildi. Onlar sabretmeye, kararlı hareket etmeye ve azimle Allah yolunda
mücadele ve cihâd etmeye çağırıldılar. Kalplerinde öylesine eşsiz fedâkârlık ve
feragat hisleri uyandırıldı ki, onlar, ne kadar büyük olursa olsun her
muhalefete karşı koymaya ve kendilerini fedâ etme pahasına Allah’ın bayrağını
yükseklerde tutmaya hazır oldular. Buna mukabil, muhaliflerin ve düşmanların,
çok iyi bildikleri ve tanıdıkları milletlerin uğradıkları kötü sondan ibret
almaları istendi. Doğru yoldan saparak cehalete ve delâlete gömülen kavimlerin
tarihteki kötü akıbetine dikkatleri çevrilerek doğru yola dönmeleri istendi.
Gaflet uykusunda bulunanların uyanmaları ve geçmişin destanını hatırlatan harabe
ve tarihi kalıntıları görerek kötülüklerinden vazgeçmeleri talep edildi. Tevhid
ve Ahiret ile ilgili deliller, kâfir ve müşriklerin her gün yerde ve gökte
gördükleri ve yaşantılarında her an hissettikleri ve anladıkları açık seçik
alâmet ve işaretler vasıtasıyla kendilerine gösterildi. Şirk ve putperestlik ile
âhiretin inkârı ve ecdadın örf ve âdetlerini körü körüne taklit etmenin ziyan ve
zararları beyinleri etkileyen ve kalplere inen ifadelerle anlatıldı. Ayrıca,
müşriklerin bütün şüphe ve itirazları tek tek çürütüldü, tereddüt ve kuşkulan
defedildi. Bizzat kendilerinin esir olduğu ve başkalarını mahkûm etmeye
çalıştıkları karmaşık fikirlere ve bulanık düşüncelere son verildi. Bilgisizlik
ve cehâlet öylesine köşeye sıkıştırıldı ki, ilim ve mantığın hâkim olduğu
ortamda nefes alabilmesi bile zorlaştı. Buna ilâveten müşrik ve dinsizler
Allah’ın gazabı, Kıyamet’in dehşeti ve Cehennem’in azabıyla korkutuldular. Bozuk
ahlâkları, sapık düşünce ve hayat tarzları, cahilane anane ve törelere, Hakk’a
ve mü’minlere karşı takındıkları kin, nefret ve düşmanlıkları yüzünden
lanetlendiler ve her devirde Allah’ın va’zettiği sâlih medeniyet ve kültürlerin
gelişip büyümesine sebep olan ahlâk ve medeniyetin altın ilkeleri kendilerine
öğretildi.Bu safha kendi içinde muhtelif basamak ve dönemeçlerden
müteşekkildi. Her basamak ve her dönemeçte ilâhi davet giderek genişledi ve
buna karşı muhalefet ve mukavemet de arttı. Çeşitli aşamalarda çeşitli grup ve
toplumlarla karşılaşıldı. Bu münasebetle, Cenâb-ı Hak’tan gelen mesaj ve
talimatta genişleme ve çeşitlenme oldu.İslâmî davet gibi büyük bir vazifenin yerine getirilmesi
konusunda Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’e verilen etraflıca talimat ve telkini
ciddi olarak inceleyen bir kişi, Mekke dönemi gibi zor ve çetin bir dönemde,
hangi büyük ahlâkî gücün İslâm tebliğinin yolunu kolaylaştırdığını ve hangi
etkileyici öğretinin bu tebliğden etkilenerek müslüman olanları, her kuvvete
karşı koymaya ve her eziyete dayanmaya hazır hale getirdiğini kolayca
anlayabilir. Biz bu talimat ve telkini tek tek aşağıda inceleyeceğiz.24.1.2. Hakk’a
Davet Hususunda Hikmet ve Nasihat’e Verilen ÖnemBurada Hakk’a davet konusunda iki şeye dikkat edilmesi
istenmiştir. Birincisi hikmet, ikincisi ise nasihat.Hikmet; tebliğ ve telkin sırasında budalaca ve şuursuzca
davranmamak, aksine muhatabın zihniyetine, meyline, kabiliyetine, istidadına ve
içinde bulunduğu şartlara göre akıllıca ve ölçülü konuşmak, vaaz ve nasihatte
bulunmak demektir. Herkes aynı muameleye tabi tutulmamalıdır. Her bölge, her
grup ve her kişinin mizacına ve tabiatına uygun olarak hareket edilmelidir. Söz
konusu olan milletin ve halkın başlıca hastalığının ne olduğu araştırılmalı ve
ona göre ilaç ve tedaviye başvurulmalıdır. Hastalığı kökünden giderici çareler
aranmalıdır.“İyi nasihat” iki mana taşımaktadır. Birincisi, dinleyici
yalnızca delillerle tatmin edilmeye çalışılmamalı, ayrıca duygularına da cevap
vermeye dikkat edilmelidir. Kötülükler ile saplantılar sadece akıl ve mantık
yoluyla reddedilmemeli, insan tabiatında bu gibi duygu ve davranışlara karşı
bulunan nefret ve tiksinti de iyice kamçılanmalı ve bunların kötü sonuçları
hakkında ikazda bulunulmalıdır. Hidâyet ve sâlih amelin iyi tarafları sadece
akıl ve mantık açısından anlatılmamalı, bunlara ilgi ve rağbet de
uyandırılmalıdır. “İyi nasihatin ikinci manası; samimiyet, iyilik ve
hayırseverliktir. Nasihat ciddi ve samimi bir şekilde yapılmalıdır. Nasihat
edilen şahıs, kendisine hakaret edildiği ve kendisinin küçük görüldüğü hissine
kapılmamalıdır. Nasihat eden yüksekten ve büyüklük kompleksiyle telkinde
bulunmamalıdır. Onu dinleyen kişiler, onun kendilerini ıslâh etmeyi candan
istediğini bilmeli ve gerçekten kendi iyiliklerini düşündüğü izlenimini
almalıdırlar.Konuşma, münakaşa ve fikir alış verişi münazara ve kavga
şeklinde olmamalıdır. Hele bu konuşmalar akıl cambazlığı ve zihin güreşi
şeklinde hiç olmamalıdır. Saçma sapan itirazlara, gereksiz ve yersiz iftira ve
ithamlara, istihfaf, alay, hiciv, demagoji ve taşlamalara yer verilmemelidir.
Amaç, karşı tarafı bağırıp çağırarak susturmak ve gürültü patırtı yapmak
olmamalıdır. Nasihat eden, aksine tatlı dilli ve iyi huylu olmalıdır. Son derece
sabırlı, kibar ve nâzik olmalıdır, ileri sürdüğü deliller makul ve akla,
mantığa uygun olmalıdır; ayrıca kalbe de işlemelidir. Nasihat ederken muhatabın
inatlaşmasına izin verilmemelidir. Bahis mevzuu olan konu ona sade ve temiz bir
şekilde anlatılmalıdır ve her türlü nasihat, telkin ve ikazlara rağmen fikrinden
ve inancından vazgeçmiyorsa öyle bırakılmalıdır.24.1.3. Hakk’a
Davet İçin Ciddi ve Yumuşak Üslûp“Mümin kullanma de ki: ‘Müşriklere iyilikle ve yumuşak söz
söylesinler’. Çünkü şeytan aralarına fesad sokar. Zira, Şeytan insana apaçık
bir düşmandır. Rabbiniz sizi daha iyi bilir. İsterse size rahmet eder ve
dilerse de sizi azaplandırır. Biz seni onların üstüne vekil göndermedik.” (İsra;
53-54)Yani, iman ve inanç sahipleri, kâfirler, müşrikler ve din
düşmanlarıyla konuşur veya tartışırlarken sert dil kullanmasınlar ve mübalağalı
şekilde sözler söylemesinler. Muhalifler ne kadar nahoş ve sevimsiz söz
söylerlerse söylesinler, müslümanlar tavırlarını sertleştirmesinler, hak ve
hakikatten başka bir şey söylemesinler. Ayrıca kızgınlık içinde ileri geri
konuşmasınlar; yani kötülüğe kötülükle cevap vermesinler. Serinkanlılığı ve
sağduyuyu ellerinden bırakmasınlar. Her zaman doğru ve ölçülü konuşsunlar ve
ağızlarından çıkan her söz seviyeli ve vakarlı olsun. Yüce davetlerine
yakışmayan bir söz söylemesinler.Müslümanlar, muhaliflerinin ve düşmanlarının kışkırtıcı ve
kızdırıcı sözlerine cevap verirlerken, kendilerinin öfkelendiklerini ve
karşılarındakileri dövme hırsına kapıldıklarını hissettikleri an, bu işi
Şeytan’ın yaptığını ve Din’e davet işine halel getirmek istediğini
anlamalıdırlar. Şeytan’ın maksadı, müslümanların da, muhaliflerinin yaptığı gibi
doğru yoldan sapıp fesada girmelerini temin etmektir.İman sahipleri hiçbir zaman gururlanmamak ve kendilerini büyük
görmemelidirler. Hiçbir zaman sadece kendilerinin Cennet’e gideceklerine,
diğerlerinin ise Cehennem’e gideceklerine hüküm vermemelidirler ve bunu bir
emrivaki olarak kabul etmemelidirler. Çünkü bu hususta tek karar mercii Cenâb-ı
Allah’tır. Bir peygamberin işi sadece insanları hakka ve doğruya davet etmektir.
Ona insanların kaderleri hakkında ahkâm kesme hakkı ve yetkisi verilmemiştir.
Kimsenin kaderi ve akıbeti onun elinde değildir. Netice itibariyle, bir
peygamber birine rahmet birine de azap dileyemez.24.1.4. Davet
Edenin Makamı ve Mes’ûliyeti“Size Rabbiniz tarafından delil ve hüccetler geldi. Onları görüp
iman eden kendi lehinedir. Kör olup görmeyen de kendi aleyhinedir. Ben sizin
üzerinize bekçi değilim.” (En’am; 104)Dikkat ederseniz, burada Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in
ağzıyla “ben sizin üzerinize bekçi değilim” diyor. Yani, bir peygamberin
vazifesi ancak Allah’ın nurunu ulaştırmaktır. Bundan sonra vazife ve mes’ûliyet
kullara aittir. Onlar ilahî daveti ister kabul ederler isterlerse de
reddederler. Gözlerini açıp, gerçeği görebilecekleri gibi açmayarak, gerçeğe
ulaşamayabilirler de. Bir peygamberin görevi, gözlerini açmamakta ısrar
edenlerin gözlerini zorla açmak veya görmek istemediklerini zorla göstermek
değildir.“Kendisinden başka bir ilâh bulunmayan Rabbin’den sana vahiy
olunana tabi ol. Müşriklerden yüz çevir. Eğer Allah dilemiş olsaydı, onlar
Allah’a şirk koşmazlardı. Ve biz seni onlar üzerine bir gözcü yapmadık. Sen
onların üzerlerine vekil de değilsin.” (En’am; 106-107)Yani, bir peygamber dünyaya, “Hakk’a davet eden ve insanlara
dini yayan bir kişi” olarak gönderiliyor; bir bekçi veya denetçi olarak değil.
Bir peygamber insanların peşine düşerek onları adım adım izlemelidir. Onun işi,
yalnızca insanlara ilahî ışığı ulaştırmak ve Hak din hakkında söylemediğini ve
yapmadığım bırakmamaktır. Fakat bundan sonra bir kişi bu hak sözleri
dinlemiyorsa, varsın dinlemesin. Bir peygamber, bütün insanları illâ “Hakk’a
tapan” yapmakla görevli değildir. İslâm’a ve Hakk’a davet ettiği kişilerden
bazılarının câhil ve dinsiz kalmaları onun kabahati değildir ve bu sebepten
dolayı âhirette kendisine herhangi bir soru sorulmayacak ve hesap vermek
durumunda olmayacaktır. O halde, bir peygamber, kör olanları nasıl göz sahibi
yapacağını düşünerek kendi hayatını zehir etmemelidir. Eğer Cenab-ı Allah’ın
maksadı ve gayesi dünyada tek bir kâfir ve müşrik bırakmamak olsaydı, bunun için
bir peygamberin hizmetine muhtaç olmayacaktı. Çünkü, O’nun en ufak bir işareti
bütün insanları “Hakk’a tapanlar” yapmaya yeter de artardı bile. Ne var ki,
Allah’ın temel hedefi bu değildi. Allah bu hususta insanlara belli bir
özgürlük ve seçim hakkı tanımak istiyordu ve öyle de yaptı. Amacı, insanların
kendi akıl, zekâ ve sezilerini kullanmak suretiyle Hak ile Batıl arasında seçim
yapmalarını sağlamaktı. İyi ile kötü arasında bir tercih yapmalarını mümkün
kılmaktı. Onun için, bir peygamberin yapması gereken şey, kendisine gösterilen
aydınlık yolda yürümesi ve başkalarının da yürümeleri için çaba harcamasıdır. Bu
konuda harcadığı çaba ve yaptığı davet meyvesini veriyorsa ne âlâ O, bu davete
evet diyenleri bağrına basmalı ve onlar dünyanın gözünde ne kadar hakir olursa
olsunlar, kendilerini yalnız bırakmamalıdır. Fakat bu daveti kabul etmeyenler
için fazla üzülmeye ve tasalanmaya da gerek yoktur. Doğru yoldan sapmış olan ve
işledikleri günâhlar konusunda inatçılık yapan bu kişiler kendi hallerine
bırakılmalıdırlar.24.1.5.Tebliğ ve
Nasihatin Kolay Yolu“Biz sana onda kolaylığı müyesser ederiz. O halde, faydası olsa
da olmasa da öğüt ve nasihat ver.” (A’lâ; 8-9)Yani, “ey Nebî, dini yaymak konusunda Biz seni zora koşmak
istemiyoruz. Sen sağırların duymalarını veya körlerin görmelerini
sağlayamazsın. Biz bu konuda senin işini kolaylaştırmaya çalışıyoruz. Senin
başlıca vazifen nasihat ve telkinde bulunmaktır. Sen ancak nasihatini dinleyecek
kişilere hitap et. Bu nasihatten kimin faydalanıp faydalanmayacağı konusuna
gelince, bunu ancak açık tebliğ ve nasihatini yaptıktan sonra anlayabilirsin.
Bu itibarla açık tebliğe devam etmelisin. Bu tebliğ sayesinde bazı kimseler
doğru yolu bulabilirler. İşte bu kişiler senin tebliğ, nasihat ve telkinine
muhtaçtırlar ve sen onların talim ve terbiyesine bilhassa ehemmiyet vermelisin.
Fakat, tecrübe ile senin nasihatinden yararlanmayacakları belli olan sapık
kimselerle uğraşarak zamanını kaybetme.”24.1.6. İslâmî
Tebliğ Açısından Önem Taşıyan Kişiler“Allah’ın rızasını murad ederek akşam ve sabah Rabblerine ibadet
ve dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana ve senin hesabından
onlara bir şey yoktur. Onları kovarsan zâlimlerden olursun.” (En’am; 52)Rasûlullah (a.s.)’a tebliğ ve hidâyetin ilk yıllarında iman
edenlerden bazıları fakir ve emekçiydiler. Kureyş kabilesinin önde gelen
reislerinin, zengin ve soylu kişilerinin Hz. Peygamber (a.s.)’e yönelttikleri
sözlü saldırıların bir sebebi de, O’nun etrafında çok sayıda fakir, mazlum,
köle ve hizmetçilerin toplanmış olmasıydı. Bu sözde soylu kişiler, Hz. Peygamber
(a.s.)’in, kendisine Hz. Bilâl, Ammâr, Suheyb ve Habbâb (ra) gibi alt tabakaya
mensup insanlardan “taraftar” ve “arkadaş” bulmasını alaya alıyorlar ve iğneli
sözler söylüyorlardı. Rasûlullah (a.s.)’ın ancak bu zavallı ve perişan kişileri
“kurtarabildiğini” söyleyerek onların fakirliklerini alaya alıyorlardı. Bu
küstah kabile reisleri ve varlıklı kişiler, fakir ve mazlum kişilerin sadece
maddi durumlarını eleştirmekle kalmıyorlar, geçmişte işledikleri bir hata veya
günahı da zevkle insanlara anlatmaya ve duyurmaya çalışıyorlardı. “Düne kadar
marifetleri falan falan olan bir şahıs nasıl kurtulmuş olabilir?” diye
Rasûlullah (a.s.)’ı soru yağmuruna tutuyorlardı. Nitekim, En’am sûresinin 53.
âyetinde bu kötü niyetli insanların şu sözleri naklolunmuştur: “Allah aramızdan
bunlara, bunların üzerine mi lütfunu reva gördü?” Yukarıdaki âyette işte bu nevi
itirazlara cevap verilmiştir. Burada denilmek isteniyor ki; “ey Peygamber,
Hakk’ı aramak üzere sana gelenleri, sakın Kureyş’in zengin, soylu ve büyük
kişileri sevmiyor diye kendinden uzaklaştırma. Onlar sana ciddiyetle,
samimiyetle ve Allah sevgisiyle yanarak gelmişlerdir. Bu zavallı ve mazlum
insanlardan yüzünü çevirme, aksine onları koru. Eğer geçmişte onlar bir hata
işlemişse de onları affetmelisin ve hatalarını görmezlikten gelmelisin. Zira,
bunun kabahati sana ait değildir. Rahmân ve Rahîm olan ancak Allah’tır.”24.1.7. Hz. İbni
Umm-i Mektûm Vak’asıBir defasında, Rasûlullah (a.s.)’ın yanında Mekke’nin bazı
mümtaz kabile reisleri oturmuş, O’nun İslâm’la ilgili tebliğ ve nasihatlerini
dinliyorlardı.[1]Tam
o sırada, İbni Umm-i Mektûm isimli gözleri görmeyen bir kişi Rasûlullah (a.s.)’ın
huzuruna geldi ve İslâm ile ilgili malûmat almak istedi. Rasûlullah (a.s.) bu
zâtın böyle bir anda gelmesini ve sözünü kesmesini beğenmedi ve kendisine biraz
soğuk davrandı. Bunun üzerine Abese sûresi indi.“Yüzünü buruşturup çevirdi. Kendisine o âmâ geldi diye.” (Ayet;
1-2)Sûrenin girişine bakılırsa, Rasûlullah (a.s.)’ın, Kureyş ve
Mekke’nin ileri gelen kabile reisleriyle ilgilenmesi ve gözleri görmeyen kişiye
iyi davranmaması üzerine Cenâb-ı Allah kendisini azarlamış gibi gözüküyor. Ama
biraz dikkat edildiğinde Allah’ın gazabının, kibir, inat ve delaletleri yüzünden
Rasûlullah (a.s.)’ın davetini reddeden ve hem kendisini hem de yanındaki fakir
ve mazlum iman sahibi insanları alaya alan kabile reislerine yönelik olduğu
anlaşılacaktır. Ayrıca Rasûlullah (a.s.)’ın tebliğ hakkında izlediği
politikanın da düzeltilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber (a.s.)’in Kureyş’li
kabile reisleriyle ziyadesiyle ilgilenmesi ve bir âmâya fazla yüz vermemesi,
kendisinin büyük ve zengin kişilere değer verip zavallı bir âmâyı hakîr
görmesinden ileri gelmiyordu. Bu hususta Rasûlullah (a.s.)’ın hâşâ kötü
davrandığı ve Cenâb-ı Allah’ın bu yüzden kendisini tenbih ettiği de söylenemez.
Meselenin asıl mahiyeti şuydu. Her kim bir dava ile ortaya çıkarsa, işini
kolaylaştırmak amacıyla bir milletin veya toplumun önde gelen kişilerini kendi
tarafına çekmek ister. Böyle bir kişi, çok sayıda fakir, zayıf, mazlum, çaresiz
ve yetkisiz insanları etrafında toplarsa da pek başarılı olduğunu söyleyemez.
Zira, zilletin nüfuzlu, kuvvetli ve kudretli kişilerinin o davayı
benimsememeleri halinde gelişmesine ve yayılmasına fazla imkân bulunmaz. Bundan
dolayıdır ki, Hz. Peygamber (a.s.)’de tebliğ ve telkinin ilk safhasında bu eski
ve denenmiş metoda başvurdu. Amaç, Hak dini güçlü ve yetkili kişilere kabul
ettirip kitlelere yayılmasına zemin hazırlamaktı; yoksa soylu, büyük ve zengin
kişilere yaranmak değil. Fakat bu noktada Cenâb-ı Allah kendisine yol gösterdi
ve tebliğin metodunun bu olmaması gerektiğini belirtti. Cenâb-ı Allah İslâmî
davet açısından herkesin aynı önem ve değeri taşıdığını bildirdi. Hakk’ı arayan
bir kişi ne kadar zayıf, yetkisiz, çaresiz ve fakir olursa olsun İslâm’ın
gözünde çok büyük ve değerlidir. Hak’tan kaçan bir şahıs, cemiyette ne kadar
büyük mevki ve nüfuza sahip olursa olsun, önemsiz ve değersizdir. Bu sebeple,
Hazreti Peygamber (a.s.)’e denildi ki, “İslam’ın yüce ilkelerini herkese
duyurabilirsiniz, ama davetinizi evvelâ Hakk’ı kabul etmeye hazır olan ve Hakk’ı
bilmek ve öğrenmek isteyenlere vermelisiniz. Halen bulunduğunuz yüce mevkiden,
kendilerini beğenmiş ve kendilerinin size değil sizin kendilerine muhtaç
bulunduğunuzu sanan kibirli insanlara davetinizi ulaştırmanız yakışık alan bir
şey değildir. Bu mağrur ve sapık kişileri kendi hallerine bırakınız.”“Ne bilirsin? Belki o temizlenecekti. Yahut, öğüt alacaktı da, o
öğüt kendisine fayda verecekti. Ama imandan istiğna eden kimseye gelince, Sen,
onun iman etmesi arzusu ile tavsiyede bulunuyorsun. Onun iman etmemesinden sana
ne? Fakat, sana koşarak gelen, Allah’tan korkmuş iken, Sen kendisini bırakıp
oyalanırsın. (Habibim) hayır böyle yapma. Çünkü Kur’an bir öğüttür. Dileyen
ondan öğüt alır.” (Abese; 3-13)İşte Rasûlullah (a.s.)’ın, tebliği sırasında unuttuğu nokta
buydu. Cenâb-ı Allah önce İbni Umm-i Mektûm vak’asında Rasûlullah (a.s.)’ın
tutumunun yanlışlığına dikkati çekti ve bir dava ile ortaya çıkanın gözünde
asıl önemli olan şeyin ne olduğunu anlattı. Bir yanda, ayağına kadar gelen
zavallı ve perişan bir insan vardı, -ki dış görünüşü bile Hakk’ı arayan bir
kişi olduğunu gösteriyordu- ve bu kişi Batıl’ın etkisi altında kalıp Hak’tan
uzaklaşabileceğinden ve böylece Allah’ın azabına müstahak olacağından korkuyor,
bu korku sebebiyle de uzun yollar katederek doğruyu ve gerçeği bulmak için Hz.
Peygamber (a.s.)’e geliyordu. Bunun tam aksine, öbür yanda bir başka kişi vardı
ki, Hak ile hiçbir ilgisi yoktu. O ne Hak’kı arıyor, ne de Batıl’dan uzaklaşmak
istiyordu. Ona doğruluk ve gerçeklikten söz edilince de omzunu silkip bir yana
gidiyordu. Hak dinini yayarken, bu iki kişiden hangisinin daha faydalı olacağı
düşünülmemelidir, önemli olan şey bunlardan hangisinin ıslâh olabileceği veya
ıslâh olma arzusunda olduğu ve hangisinin ıslâh olmak istemediğidir. Bu hususta
ölçü, bir kişinin Hak daveti kabul etmeye hevesli ve istekli olup olmamasıdır.
Hak davasına yanaşmak isteyen bir kişi ister kör, ister topal, sakat, felçli
veya fakir olsun ve isterse de görünüşte dinin yayılması konusunda herhangi bir
katkıda bulunması mümkün görülmesin, İslâm davası açısından asıl ehemmiyete
layık kişi odur. Bir peygamber ve dini yaymak isteyen bir kişi işte bu ve buna
benzer kimselere dikkat etmelidir. Zira, bu davetin asıl maksadı Allah’ın
kullarını ıslâh etmektir. İkinci tip insana gelince; kendisi toplumda ne kadar
büyük bir mevkiye, nüfuza sahip olursa olsun, peşinden fazla koşmaya gerek
yoktur, çünkü onun dış görünüşü ve tavrı, ıslâh olmak istemediğini alenen ortaya
koymaktadır. Bu tip insanlarla uğraşmak zaman kaybetmekten başka bir şey
değildir. Şurası unutulmamalıdır ki, bu tip İnsanlar kendilerine çeki düzen
vermek istemiyorlarsa vermesinler, bunlar kendi kendilerine zarar veriyorlar.
Hakk’a davet eden kişi onların sorumluluğunu taşımaz.Yukarıdaki kıssada sözü edilen âmâ kişi, ünlü sahabe, Hz. İbn
Umm-i Mektûm (r.a.) dur. Hâfız İbn Abdil-Berr’in, “El-İstiâb”da ve Hâfız İbni
Hâcer’in, “El-İsâbe”de yazdıklarına göre, Hz. İbni Umm-i Mektûm, Ümm-ul Mü’minin
Hz. Hatice (r.a.)’nin teyze oğluydu. Annesi Ümm-ü Mektûm ve Hz. Hatice (r.a.)’nin
babası Huveylid birbirinin kardeşiydiler. Rasûlullah (a.s.)’ın İbni Umm-i Mektûm
ile olan akrabalığının ortaya çımasından sonra, kendisinin ona, fakir ve
zavallı bir insan olduğu gerekçesiyle yüz vermediği ve hep büyük ve soylu
insanlarla meşgul olduğu tahmininin yanlış olduğu anlaşılıyor. Görüldüğü gibi,
esasında Hz. İbni Umm-i Mektûm (r.a.) Hz. Muhammed (a.s.)’in yakın akrabasıydı,
iyi bir soydan geliyordu ve fakir de değildi. Hz. Peygamber (a.s.)’in kendisiyle
fazla ilgilenmediği intibaı, Hz. İbni Umm-i Mektum’un âmâ olmasından alınmış
olabilir. Bunun izahatı, yukarıda naklettiğimiz âyette de vardır. Yani, Hz.
Peygamber (a.s.), etrafında bulunan mümtaz ve soylu kişilerden birisinin bile
İslam dinini kabul etmesi halinde davasının bir hayli güçleneceğini umuyordu.
Buna karşılık Hz. İbni Umm-i Mektûm (r.a.)’un, kör bir kişi olduğu için
İslâmiyet’e veya müslümanlara fazla yararı olmayacağını sanmıştı. Hz. Muhammed
(a.s.) işte bu düşünce ile, O’nun toplantıya gelip konuşmasını yarıda
kesmesinden hoşlanmamıştı. Yukarıdaki âyetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’in böyle
düşünmesine mahal ve ihtiyaç olmadığı vurgulanmıştır.“Ehl-i kitap ile yalnız en güzel bir şekilde mücadele edin.”
(Ankebût; 46)Yukarıdaki âyette “mücadele” kelimesi “münazara”ya eşittir.
Yani, kitap sahipleri ile münazara ve münakaşa belli medeni kurallar içinde
yapılmalıdır. Tutarlı ve inandırıcı deliller sunulmalıdır. Yumuşak ve nâzik bir
dil ve üslûp kullanılmalıdır. Bu konu tartışılırken anlayışlı ve ölçülü
davranılmalıdır. Böylece, tartıştığınız kişi ıslâh edilebilir, doğru yola
getirilebilir. Dini yayan kişi, muhatabının kalbine girme yollarını aramalıdır.
Muhatabının kalbine Hak ve Hakikati sokmaya ve onu ıslâh etmeye çalışmalıdır.
Bu mübelliğ (tebliğ eden) kendini güreşçi olarak düşünmemelidir. Amacı
karşısındakini derhal alt etmek olmamalıdır. Aksine sözleri ve davranışı bir
doktor ve hekiminki gibi olmalıdır. Öyle bir doktor ki, hastanın hastalığını
tedavi ederken, hastayı, fazla eziyet vermeden iyileştirebilsin. Dikkat
edilirse, bu tutumun, özellikle Ehl-i Kitap ile karşılaşılırken izlenmesi
istenmiştir. Ama bunun sadece ehl-i kitaba mahsus olduğu sanılmamalıdır. Bu,
tebliğ ve telkin sırasında, münakaşa ve münazaralarda her zaman unutulmaması
gereken genel bir kuraldır. Şu âyetlere bakın.“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel sözle dâvet et.
Onlarla mücadeleni en güzel metod hangisi ‘ise onunla yap.” (Nahl; 125)“iyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel haslet ile
önle. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, senin bir dostun gibi
olur.” (Fussilet; 34)“Fenalığı en güzel (hasled)le defet. Onların neler vasf etmekte
olduklarını çok iyi biliyoruz.” (Mü’minun; 96)24.1.9. Hakka
Davet’in En Uygun Yolu“Onlara karşı affı (kolaylığı) tut. Ve ma’ruf ile emret.
Cahillerden yüz çevir. Eğer Şeytan tarafından sana bir vesvese olursa, Allah’a
sığın. Çünkü O, hakkiyle işitici ve bilicidir, ittika edenlere Şeytan tarafından
bir arıza iliştiği zaman Allah’ı düşünürler. Çünkü onlar, basiret sahipleridir.
Kâfirleri, kardeşleri olan şeytanlar küfr ve sapıklığa çekerler. Sonra da
yakalarını bırakmazlar.” (A’raf; 199-202)Bu âyetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e davet ve tebliğin, hidâyet
ve ıslâhın hikmetlerinin belli başlı kuralları anlatılmıştır. Dikkat edildiği
takdirde, bu kurallar sadece Hz. Peygamber (a.s.)’e değil, aksine Hak davası
için mücadele eden herkese anlatılmıştır. Cenâb-ı Allah, bu âyetlerle Hz.
Peygamber (a.s.) vasıtasıyla, Rasûlullah (a.s.)’ın kurduğu ve yaydığı dini daha
geniş kitlelere yaymak ve dünyaya doğru yolu göstermek isteyen bütün insanlara
dava ve davetin hikmetini anlatmıştır. Bunları tek tek sıralayabiliriz.1) Hakk’a davet eden kişinin en büyük vasfı, yumuşak kalpli,
tatlı dilli, sağduyulu ve sabırlı olmasıdır. Kendi taraftarlarına ve
arkadaşlarına karşı şefkatli, halk için bağışlayıcı ve muhaliflerine karşı halim
(ılımlı) olmalıdır. Kendi arkadaşlarının zaaflarına ve hatalarına tahammül
etmesinin yanı sıra muhaliflerinin baskı ve saldırılarına karşı da sabırlı
olmalıdır. En şiddetli kışkırtmalara karşı soğukkanlı davranmalı, en hoşnutsuz
söz ve davranışları görmezlikten gelmelidir. Muhalifleri ve hasımları her ne
kadar kötü kelimeler söylerlerse iftira ve ithamda bulunurlarsa, zulüm ve baskı
uygular, eziyet ve işkence verir ve şeytanca mukavemette bulunurlarsa
bulunsunlar, hepsine tahammül etmeyi bilmelidir. Bu, yüce vasıf yerine
getirilirken sertliğe başvurmak, sert sözler söylemek veya sert bir harekette
bulunmak, öfkelenmek ve öç alma hissine kapılmak en tehlikeli ve zararlı yoldur,
bunlarla işler düzelmez, daha da bozulur. Bu hususa Hz. Peygamber (a.s.) şöyle
değinmiştir: “Rabbim benim gazapta da rızada da adaletli konuşmamı, benden
kopanlarla birleşmemi ve bana zulüm edenleri affetmemi emir buyurmuştur”.
Hazreti Peygamber (a.s.) İslam dinini yaymak üzere vazifelendirdiği kişilere de
benzeri öğütlerde bulunurdu: “Gittiğiniz her yerde halk sizin gelişinizi
nefretle değil, sevinçle karşılamalıdır. Siz, insanların sıkıntı ve ıstırap
duymalarına değil, huzur ve refaha kavuşmalarına sebep olmalısınız.” Aynı
konuya Cenâb-ı Allah da Hz. Peygamber (a.s.)’e hitap ederek şöyle temas
etmiştir:“Allah tarafından bir rahmettir ki, onlara yumuşak davrandın.
Eğer kaba, katı yürekli olsaydın etrafından dağılırlardı. Onları affet. Onlar
için bağışlama dile. Ve işlerde onlarla müşaverede bulun.” (Al-i İmran; 159)2) Hakk’a davetin başarıya ulaşmasının sırrı sadelik ve
açıklıktır. Davet eden kişi, felsefî ve karmaşık meseleler yerine, bilinen
iyilik ve gerçeklerden söz etmelidir. İnsanların kolay anlayabileceği veya daha
önceden bildiği ebedî gerçekler anlatılmalıdır. Aklıselimin kabul ettiği bir
şey, okumuş, aydın veya okuma yazma bilmeyen herkesi aynı şekilde
etkileyebilir. Bilinen ve tanınan bir gerçekle ilgili olarak söylenen her şey
insanların kulağından geçerek yüreklerine işleyecektir. Böylesine ma’lûm,
ma’ruf ve ma’kûl davete karşı çıkanlar bizzat kendi başarısızlıklarını ilân
etmiş olurlar. Çünkü alelâde İnsanlar, her ne kadar cahil ve fanatik olurlarsa
olsunlar, bir yanda dürüst, temiz ve güzel ahlâklı bir insanın sade ve bilinen
gerçeklere davet ettiğini ve diğer yanda da muhaliflerinin her türlü
ahlâksızlık ve alçaklığa başvurarak onu susturmaya çalıştıklarını görünce ister
istemez muhaliflerle olan bağlarını koparıp Hakk’a davet eden kişiye yönelmiş
olurlar. Ta ki, Hak karşısında Batıl yalnız başına kalır. Bu batıl zümrede ancak
şahsî menfaatlerini korumak kaygısını taşıyan ya da atalarını körü körüne
taklit etme düşüncesiyle hareket eden kişiler bulunur. İşte Hz. Peygamber
(a.s.)’in Arabistan’da Hak dini yayma konusunda kazandığı başarının sırrı
buydu. Hz. Peygamber (a.s.) Hak dini sade ve basit şekilde insanlara anlattı ve
“hikmet”in bu önemli kuralına uymaya dikkat etti. Hz. Muhammed (a.s.)’den kısa
bir müddet sonra da İslâmiyet bir sel gibi civarındaki bütün memleketlere
öylesine yayıldı ki bazı yerlerde nüfusun yüzde 100’ü, bazı yerlerde 90’ı ve
bazı yerlerde de yüzde 80’i müslüman oluverdi.3) Davet çalışmaları sırasında hak ve hayırı arayanlara basit ve
sade gerçeklerin anlatılması ne kadar gerekliyse, cahil ve inatçı kişilerle,
bütün çabalarına karşı mümkün olduğu kadar az tartışmak ve kavgaya girmemek de
o kadar önemlidir. Davet eden kişi bu hususta çok dikkatli ve ihtiyatlı
davranmalıdır. Bu tür insanlarla münakaşa ve kavga etmemeye özen göstermelidir.
Muhatapları ma’kûl söz ve öğütleri dinlemeye yanaşmıyorlarsa üzerlerine
gitmemelidir. Muhataplarının maksadı doğru yolu bulmak ve hakikati öğrenmek
değil de sadece kavga, münakaşa, lüzumsuz söz düellosu, alay, eleştiri ve
demagoji ise, vaaz ve telkinde bulunan kişi bunlara alet olmamalıdır ve derhal
oradan uzaklaşmalıdır. Zira bu tür münakaşa ve kavgaların hiçbir faydası yoktur,
aksine zararı vardır. Şöyle ki, Hakk’a davet eden kişinin zamanı ve enerjisi boş
yere harcanmış olur.4) Yukarıdaki kurala bağlı olarak bir başka kural daha
getirilmiştir. Buna göre Hakk’a davet eden kişi, muhalif ve hasımlarının zulüm
ve şeytanlıklarıyla cahilane soru, itiraz ve iftiraları üzerine sinirlendiği ve
hiddetlendiği zaman, bunun bir şeytan işi olduğunu hemen anlamalıdır. Hakk’a
davet eden kişi bu gibi anlarda derhal Allah’a yalvarmalı ve sığınmalıdır.
Öfkeye ve hiddete kapılarak, davasına zarar verecek ve menfi yönde tesir edecek
herhangi bir harekette bulunmaması için Allah’tan yardım istemelidir. Hakka
davet ancak soğukkanlılıkla yürütülebilir ve gerçekleştirilebilir. Ancak
hislere ve öfkeye kapılmadan atılan adım doğru ve yerinde olabilir. Şeytan
elbette ki Hak davanın gelişmesini ve kök salmasını istemez. Şeytan pusuda
yatıp her zaman ve her an yandaşlarının, Hak yolunda olanlara ve Hakk’a davet
edenlere sözle ve hareketle saldırmalarını ve böylece hak yolunda olanları
kışkırtıp öfkelendirerek davalarına zarar verici harekette bulunmalarını
sağlamaya çalışır. Şeytan ekseriya Hak yolunda olanların nefislerine de saldırır
ve zayıf bulduğu yerlerden darbeyi vurur. Bu saldırı ve darbeler genellikle
gizli ve dini teviller ile ıstılahların kılıfları içinde bulunur. Bu sebeple,
yukarıda naklettiğimiz âyetlerden son ikisinde Hak yolunda olanların basiret
sahipleri olduğu, Allah’tan korktukları ve kötülüklerden kaçınmak istedikleri
için Şeytan’ın her türlü oyununu boşa çıkarmaya çalıştıkları kaydedilmiştir. Bu
kişiler kendilerine ters gelen her şeye karşı derhal uyanırlar ve tetikte
olurlar. Hak dininin çıkarının nerede olduğunu derhal fark eder ve ona göre
hareket ederler. Ama nefislerine esir düşenler ya da Şeytan’la akrabalık
derecesine yakın olanlar, Şeytan’ın hamlelerine dayanamayarak mağlup olurlar ve
kötü yola saparlar. Bundan sonra Şeytan nereye giderse, hangi bataklığa
girerse, bunlar da oraya girerler. Şeytan’a mağlup olanlar bir daha paçalarını
kurtaramazlar. Muhaliflerin her küfrüne küfürle ve her oyununa oyunla karşılık
verirler.Bu buyruğun bir genel anlamı daha vardır. Takva sahiplerinin
tutumu ve davranışı müttakî olmayanlardan değişik oluyor. Allah’tan gerçekten
korkanların ve kötülüklerden kaçınmak isteyenlerin kalplerine en ufak bir kötü
duygu geldiği zaman sanki gözlerine bir şey kaçmış ya da parmaklarına iğne
batmış gibi rahatsızlık duyarlar. Kötü fikir, kötü istek ve kötü niyetle alışık
olmadıkları için bunlar onlara gözlerindeki bir zerrecik, parmaklarındaki bir
iğne ya da tertemiz elbiselerindeki kötü bir leke gibi gelir ve bunlardan
tiksinip irkilirler. Bu tiksinti ve irkilme bir uyancı niteliğinde olup
gözlerinin açılmasına sebep olur. Bu İnsanlar vicdanlarının sesini duyarlar ve
derhal kötü fikir ve düşünceleri kafalarından atarlar. Buna karşı, Allah’tan
korkmayanların, kötülükten kurtulmak istemeyenlerin ve aksine Şeytan ile ittifak
halinde olanların kafalarında kötü fikir ve plânlar oluşmaya ve büyümeye devam
eder. Onlar bu kötülüklerden herhangi bir tiksinti ya da iğrenme de duymazlar.
Tıpkı, domuz etini yiyenlerin tencerede domuz eti pişerken herhangi bir
tiksinti duymadıkları gibi.24.1.10. Muhalif
Bir Bölgede Allah’a Davet“Allah’a (ibadete) davet eden ve sâlih amel işleyip, ‘ben
Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet; 33)Hatırlanacağı üzere, daha önceki âyetlerde iman ve inanç
sahipleri teselli edilmiş ve cesaretlerini kırmamaları istenmişti. Daha sonra,
bu âyette müslümanlara asıl vazifeleri hatırlatılmıştır, İslamiyet’i ne amaçla
kabul ettikleri ve hangi hedefe varmaları gerekliği açıklanmıştır. Daha önceki
âyetlerde Allah’a itaat etmeleri ve bu hususta kararlı ve azimli davranmaları
istenmişti. Ayrıca din düşmanlarının bütün baskı ve zulümlerine rağmen doğru
yoldan ayrılmamaları zaten en büyük fazilet olarak gösterilmişti.
Müslümanların, bu davranışlarıyla meleklerle dost ve Cennet’e lâyık oldukları
vurgulanmıştı. Şimdi ise iman sahiplerinin en yüksek mevkiye varma yolu
gösteriliyor. Burada deniliyor ki, ameli sâlih olan, Allah’a ibadet eden ve
başkalarını da Allah’a ibadete ve itaate çağıran ve İslâm sözcüğünü bile ağzına
almanın bin bir musibeti ve felaketi davet ettiği muhalif bir muhitte göğüs gere
gere “ben müslümanım” diyebilen bir kişi büyük fazilet sahibidir. Bu buyruğun
gerçek anlam ve önemini anlayabilmemiz için bu sözlerin söylendiği ortamı
gözümüzün önüne getirmeye çalışmalıyız. O devirde durum öylesine kötü ve
ümitsizdi ki, müslüman olduğunu açıklayan bir kişi kendisini sanki birden bire
vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda bulurdu ve bütün hayvanların kendisini
parçalamaya kalktıklarını görürdü. İslâm’ı tebliğ etmeye kalkışan bir kişi bir
bakıma bu vahşi hayvanlara “gelin beni parçalayın” derdi. İşte bu ortama dikkat
çekilerek, bir kişinin Allah’ı kendi Rabbi olarak kabul etmesinin ve bulduğu
doğru yoldan ayrılmasının büyük bir iyilik olduğu, ancak bundan daha büyük
iyiliğin, bir insanın kalkıp “ben müslümanım” demesi, akıbetini hiç düşünmeden
insanları Allah’a itaate davet etmesi, ve bu işi yaparken, kendi amelini ve
ahlâkını temiz tutması olduğu önemle belirtilmiştir.24.1.11. Kötülüğe
İyilikle Karşılık Vermek“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel haslet ile
önle. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, senin bir dostun gibi
olur.” (Fussilet; 34)Bu buyruğun taşıdığı manayı anlayabilmemiz için, Hz. Peygamber
(a.s.)’e ve taraftarlarına bu emrin geldiği ortamı göz önüne getirmeliyiz.
Bilindiği gibi, Hakk’a davet en amansız, acı ve şiddetli bir muhalefetle
karşılaşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.) ve taraftarlarının susturulması ve
tuttukları doğru yoldan döndürülmeleri için insafa, adalete sığmayan yollara
başvuruluyordu. Hem Hz. Peygamber (a.s.), hem de ona tabi olanlar en acımasızca
iftira ve ithamlara maruz kalıyorlardı. Her türlü tertip ve komplolar
hazırlanıyordu. Müslümanların karşısındakiler sayıca çok fazla ve çok
güçlüydüler. Düşmanların lamamı müslümanlar aleyhinde propaganda yapıyor ve
halk arasında şüphe ve tereddüt havası estirmeye çalışıyorlar, fitne ve
fesatları gün geçtikçe anıyordu. Müslümanlara olmadık eziyetler yapılıyordu. Bu
zulüm ve iftira kampanyası yüzünden müslümanların önemli bir bölümü yurtlarını
terk etmeye mecbur olmuştu. Hz. Peygamber (a.s.)’in tebliğine mani olmak üzere
kabadayı ve serserilerden bir grup da oluşturulmuştu. Hz. Peygamber (a.s.)
nereye gider ve nerede vaazda bulunursa bu grup da kendisini gölge gibi izler ve
konuşması sırasında o kadar gürültü yapardı ki kimse ne dediğini anlayamazdı.
Bu grubun görevi, Hz. Peygamber (a.s.)’in bütün toplantılarını bozmak ve
dağıtmaktı. Bunlar hakikaten cesaret kırıcı şartlardı ve görünüşte
müslümanların hiçbir başarı şansı görülmüyordu. İşte bu şartlarda Hz. Peygamber
(a.s.)’e ve taraftarlarına davetin bazı diğer püf noktaları anlatıldı.İlk olarak iyilikle kötülüğün aynı olmadığı vurgulandı. Yani,
müslümanların muhaliflerinin kopardığı yaygara ve muhalefet kasırgası her ne
kadar büyük ve şiddetli gözüküyorsa da kötülüğün bazı temel zaafları vardı ve
bunlar muhalefet tufanının eninde sonunda dinmesine sebep olacaktı. İnsan,
tabiatı itibariyle kötülüğe karşıdır ve kötülükten nefret eder. Kötülüğe âlet
olanlar bir yana, kötülüğü sürdüren ve öncülüğünü yapanlar bile söylediklerinin
ve yaptıklarının yalan olduğunu, başkalarına haksızlık ettiklerini ve sırf kendi
çıkarları için inatçılık ettiklerini çok iyi biliyorlar. Bu suçluluk duygusu,
onların başkalarının gözlerinde yükselmelerine imkân vermek şöyle dursun,
bizzat kendi gözlerinde bile küçük düşmelerine sebep oluyor. Bu duygu,
muhalefete doğru attıkları her adımda ve söyledikleri her yalanda kendilerine
ağır darbeler vuruyor ve onları içten içe kemiriyor. Kötülük karşısında ilk
başta çaresiz gözüken iyilik, faaliyetini sürdürmesi halinde eninde sonunda ona
galip geliyor. Çünkü, bir kerre iyilik, zaten kalpleri fetheden büyük bir güçtür
ve insan her ne kadar kötülüğe bulaşmış olursa olsun, iyiliği takdir etmek ve
beğenmekten geri kalmaz. Ayrıca, iyilik ve kötülük açıkça birbirine karşı
gelince, iyi ve kötü yanları daha iyi bir şekilde ortaya çıkar. Hayır ile şer
arasındaki bu mücadele uzun müddet devam ettikten sonra kötülükten nefret
etmeyen ve iyiliğe yanaşmayan çok az kişi meydanda kalır.Burada anlatılan bir başka kural; kötülüğe sadece iyilikle değil
iyiliğin en iyisiyle ve hasletin en güzeliyle karşılık vermektir. Yani bir kişi
size kötülük yapar ve siz onu affederseniz, bu bir iyiliktir. Ama iyiliğin
iyisi, o kişiye kötülük yapma fırsatı elinize geçmişken ona ihsan ve ikramda
bulunmanızdır.Güzel hasletin meyvesi de güzeldir. İyiliğiniz ve efendiliğiniz
sayesinde en kötü düşmanınız bile bir gün en iyi dostunuz olacaktır. Zira,
insan tabiatı bunu gerektirmektedir. Size küfür edildiği zaman hiç ses
çıkarmazsanız, bu bir haslettir. Ama, bu davranışınız, küfredenin ağzının
kapatılmasına yetmeyecektir. Fakat, küfreden hakkında hayır duası yaparsanız,
en ezeli ve en hayasız muhalif ve düşmanınız bile utancından ölecektir. Bundan
sonra, ağzına kötü laf alamayacaktır. Eğer bir kişi size zarar vermek için
hiçbir fırsatı kaçırmıyorsa ve siz de her türlü haksızlığına tahammül
ediyorsanız, onun bu kötü huyundan vazgeçmemesi, hatta daha da şımarması pek
mümkündür. Fakat, fitne ve fesadı devam ederken onu, tesadüfen düştüğü zor bir
durumdan kurtarırsanız, o mutlaka köleniz olacaktır. Zira bu iyiliğinizden
sonra kötülüğe devam etmesine imkân yoktur. Fakat şunu da unutmamalıyız ki, en
güzel haslet bile bir düşmanı her zaman dost yapmaz. Dünyada öylesine alçak ve
şeytan huylu İnsanlar bulunuyor ki, onlara ne kadar iyilik yaparsanız yapınız,
onlar kötü huylarından ve şeytanlıklarından vazgeçmezler. Fakat, nasıl ki
melekler gibi “mücessem hayır” olan İnsanlar azsa, şeytan gibi “mücessem şer”
olanlar da azdır.24.1.12. Hakk’a
Davet Sırasında Sabrın ÖnemiBundan sonra şöyle buyuruldu:
“Bu haslete, ancak sabredenler, hayra ve ruh olgunluğuna sahib
olanlar erişirler.” (Fussilet; 35)Yani, bu reçete çok etkileyici ve şifa vericidir, ama bunu
kullanmak kolay değildir. Bunu kullanırken geniş bir yüreğe gerek vardır. Bu
yolda azim, cesaret, çelik gibi irade gücü ve nefsi sıkı bir kontrole ihtiyaç
vardır. Belki de geçici olarak bir insan, kötülüğe iyilikle cevap verebilir. Bu
da küçümsenecek bir haslet değildir. Ne var ki, ahlâk, adalet ve insafın bütün
sınırlarım aşmaktan çekinmeyen, kuvvet ve iktidar sarhoşluğuyla gözleri dönmüş
olanlar arasında yıllarca Batıl’a karşı Hak için mücadele etmek ve her zaman
kötülüğe iyilikle cevap vermek ve bir an bile sabrını yitirmemek kolay bir iş
değildir. Bu işi, ancak aklıselimle ve serinkanlılıkla Hakk’ın yüceltilmesi
için çalışacağına and içmiş, bütün nefsini akıl ve şuurunun emrine yermiş,
muhaliflerin ve düşmanın bütün kötü niyetleri ve şeytanlıklarına rağmen
yolundan zerre kadar ayrılmayacak şekilde iyilik ve hasletin simgesi haline
gelmiş olan bir kişi yapabilir.Yukarıdaki âyetin son bölümünde, ancak “hayra ve ruh olgunluğuna
sahib olanlar erişirler” denilmiştir, ki bu bir tabiat kanununun dile
getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu haslete ancak büyük vasıfları haiz
olan bir kişi erişebilir. Bu sıfatlan taşıyan bir kişinin dünyada başarılı
olmasına hiçbir kuvvet mani olamaz. Hele seviyesiz, âdi, rezil ve küstah
insanların, alçaklıklarıyla böyle bir yüce insanı mağlup etmesi ve
başarısızlığa uğratması düşünülemez.24.1.13.
Şeytan’ın Kışkırtmalarından KurtulmakBundan sonraki âyette şöyle denilmektedir.
“Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse hemen Allah’a sığın.”
(Fussilet; 36)Hak ile Batıl arasındaki savaşta, kötülük ve alçaklığa, iyilik
ve hoşgörü ile karşılık verilince Şeytan öfkeden kudurur. O ister ki, hiç
olmazsa bir defa, Hak için savaşan ve çırpınanlar, -özellikle liderleri ve
önderleri- hataya düşsünler. Böylece, Şeytan’ın eline cahil insanları aldatmak
için iyi bir koz geçmiş olur. Böyle bir durumda Şeytan halka, “bakın, Hak
yolunda olduklarını iddia edenler de öyle sandığınız gibi temiz ve efendi
İnsanlar değildir. Bunların muhaliflerinin alçak ve küstah olduğu söyleniyor.
Ancak kendileri de böyle gaf ve hatalar yapabiliyorlar,” diyebilir. Alelâde
İnsanlar durumu genellikle iyi değerlendirecek imkânlara sahip olmadıkları için
Şeytanın bu oyunlarına âlet olabilirler. Halk, Batıl’dan yana olanların bütün
alçaklıklarına karşı Hak’tan yana olanların sessiz kaldıklarını, aşırı tepki
göstermediklerini gördüğü zaman ikinci tip insanlara sempati duyar. Fakat,
Şeytan’ın kışkırtması neticesinde Hak’tan yana olanlar da bazı kötü sözler
söyler veya, kötü hareketlerde bulunurlarsa, halkın gözünde ikisi de aynı
seviyeye inmiş olur, ve aralarında herhangi bir fark gözetilmez. Üstelik,
muhalifler kendilerine söylenen kötü bir sözü veya yapılan kötü bir muameleyi
bahane ederek onlara bin bir kötülükle cevap verirler. İşte bu sebepten
dolayıdır ki yukarıdaki âyette Hak’tan yana olanlar Şeytan’ın fitne ve fesadına
karşı uyarılmışlardır. Şeytan bir dost ve hayırsever kılığına girip falanca
haksızlığa karşı sessiz kalınmamasını isteyebilir. Şeytan falanca kötü muamele
karşısında susmanın korkaklık olacağını ve sertliğe aynı sertlikle cevap
verilmesini öğütlemiş olabilir. Bu gibi durumlarda Hak yolunda olanlar Şeytan’ın
oyununu bozmaya çalışmalıdırlar. Muhalifler ile düşmanların kötülükleri üzerine
öfke ve hiddet duyulduğu zaman, bundan Şeytan’ın parmağı olduğu anlaşılmalıdır.
Böyle bir durumda, Hak’tan yana olanlar kendi kendilerine Şeytan’ın ağına
düşmemek konusunda söz vermelidirler. Bu işi başardıktan sonra, “irade gücüm
sayesinde hata işlemedim” diye düşünmek te Şeytan’ın başka bir oyununa gelmek
demektir. Bunun aksine, Allah’a sığınılmalıdır ve ancak O’ndan yardım talep
edilmelidir. Çünkü, ancak Allah’ın inayetiyle bir insan Şeytan’ın şerrinden
paçasını kurtarabilir.Bu durumun en iyi izahını, İmam Ahmed’in “Müsnedinde Hz. Ebû
Hureyre tarafından nakledilen hadiste bulmak mümkündür. Hadis şöyledir. “Bir
defasında bir şahıs Rasûlullah (a.s.)’ın yanına Hz. Ebû Bekr’e ağza alınmayacak
küfürler savurmaya başladı. Hz. Ebû Bekr bu küfürleri sessizce dinliyordu ve Hz.
Peygamber (a.s.)’de kendisine bakarak tebessüm ediyordu. Nihayet, Hz. Ebû
Bekr’in sabrı taştı ve o da sert bir söz söyleyiverdi. Hz. Ebû Bekr’in bu sözü
Rasûlullah (a.s.)’ı biraz kızdırdı ve yüzünde kızgınlık ifadesi belirdi; sonra
da dışarıya çıktı. Hz. Ebu Bekr de oradan kalktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın
peşinden yürümeye başladı. Yolda dayanamayarak Rasûlullah (a.s.)’a sordu. ‘Yâ
Rasûlallah, ne oldu? O adam bana küfürler savururken siz sessizce
gülümsüyordunuz. Fakat, ben tek bir kelime söyleyince bana kızdınız?’ Rasûlullah
(a.s.) buyurdular: ‘Ey Ebu Bekr, sen sessizce oturduğun müddetçe bir melek senin
yanında bulunuyor ve senin adına o adama cevap veriyordu. Fakat sen ağzını
açınca o melek kayboldu ve yerini Şeytan aldı. Tabii ki, benim Şeytanla kalmamı
beklemezdin.”24.1.14. Hakka
Davet Eden Kişi Herhangi Bir Karşılık Beklemeden Mücadele EtmelidirHakka davet eden kişinin bir meziyeti de herhangi bir karşılık
beklemeden çalışmasıdır. Zaten bu husus onun samimi, dürüst ve fedakâr
olmasının en büyük delilidir. Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca Hz. Peygamber (a.s.)’in
bütün çabalarının Allah için ve halkın iyiliği için olduğu da kaydedilmiştir.
Nitekim, En’âm sûresinde şöyle denilmiştir:“De ki: Tebliğ için sizden ücret istemiyorum. Bu Kur’ân, âlemler
için öğütten başka bir şey değildir.” (En’âm; 90)Yusuf sûresinde de şöyle buyurulmuştur:
“Sen onlardan risâletin için bir ücret de istemiyorsun. O
Kur’ân, bütün âlemlere nasihatten başka bir şey değildir.” (Yusuf; 104)Bu âyetlerde muhatap her ne kadar Hz. Peygamber (a.s.)
gözüküyorsa da asıl nasihat ve telkin, kâfir ve müşriklere yapılmaktadır.
Burada denilmek isteniyor ki, “bakın ey müşrikler, küfür ve dalâletteki
ısrarınız ne kadar yersiz ve asılsızdır. Eğer peygamber (a.s.) kendi şahsi
menfaati için tebliğ ve telkinine başlamış olsaydı, o zaman belki de haklı
olarak, ‘biz bu menfaatçi adamın sözlerini ne diye dinleyelim?’ diyebilirdiniz.
Fakat görüyorsunuz ki, bu insan fedakâr ve dürüsttür. Herhangi bir karşılık ve
menfaat beklemeden sırf Hak ve Allah için çaba harcıyor. O, sadece sizin
iyiliğinizi düşünüyor, sizin dünyevî ve uhrevî refahınızı göz önünde tutuyor. O
halde, niye inatçılık gösteriyor ve vaazlarını dinlemiyorsunuz? Herkesin
iyiliğini ve menfaatini düşünen bir kişinin sözlerini niye reddediyorsunuz? Siz
O’nu açık bir zihin ve kalple dinleyiniz ve söylediklerini beğeniyorsanız kabul
ediniz, ya da reddediniz.”Mü’minûn sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Yoksa, onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabbinin ücreti daha
hayırlıdır. O rızk verenlerin en hayırlısıdır.” (Ayet; 72)Yani, hiçbir kimse kalkıp da, Rasûlullah (a.s.)’ın bütün gayret
ve mücadelesinin kendisine bir takım menfaatler sağlamak için olduğunu
söyleyemezdi. Bu işi yaparken hiçbir şahsî düşüncesi ve çıkarı yoktu. Bilindiği
gibi, kendisi daha önce ticaretle meşgul oluyor ve iyi para kazanıyordu.
Mekke’liler arasında itibar ve şeref sahibiydi, herkes tarafından seviliyor ve
sayılıyordu. Ama birden bire bütün bunları terk edip her türlü eziyete ve
sıkıntıya katlanmaya başladı. Adamlar kendisine lâf atıyor, yollarına engel
koyuyor ve geçtiği yerlerde O’nu taşlıyordu. O kadar ki, canını kurtarması bile
zorlaşmıştı. Daha önce karısı ve çocuklarıyla beraber rahat ve sakin bir hayat
geçiriyordu. Şimdi dışarıya çıkması bile tehlikeliydi. Sadece çevredekiler
değil, bütün dünya karşısında cephe almıştı. Yakınları ve kardeşleri bile kanma
susamışlardı. Böyle bir işi, çıkarcı ve bencil bir kişi yapabilir miydi? Bir
çıkarcı ve bencil kişi herkesi düşman edebilir mi? Kendisine bir takım maddi
imkânlar ve menfaatler sağlamaya çalışan bir kişinin azami gayreti herkesin
kalbini kazanmak ve herkesi yanına almak olmaz mı? Öncelikle kendi akrabalarının
ve kabile üyelerinin yardımıyla mevki ve makam sahibi olmaya çalışmaz mı? Bunun
tam aksine, Hz. Peygamber (a.s.) bütün akraba ve kabile bağlarını koparıyor ve
müşrik Arap’lar üzerinde Kureyş’in öteden beri süregelen hâkimiyetine darbe
indiriyordu. Sadece bu değil, bağlı bulunduğu Arap milletinin desteğini
kazanmak için de olağanüstü herhangi bir çaba harcamıyor, üstelik Arap
milliyetçiliğine karşı İslâm kardeşliğini yüceltmeye çalışıyordu. Sebe’
sûresinde şöyle denilmiştir. “De ki, ‘Ben sizden bir ücret istemem. Ücretiniz
sizin olsun. Benim mükâfatım Allah’a aittir. O, her şeye şâhiddir.” (Ayet; 47)Yukarıdaki âyetin ilk cümlesinin bir anlamı şudur. “Sizin
ücretiniz sizin olsun. Ben ücret filan istemem.” İkinci anlamı şu olabilir:
“Eğer sizden bir ücret istedimse de, bu sizin iyiliğiniz içindir.” Ayetin
ikinci cümlesinin anlamı da şudur: “Düşmanlar ve hasımlar ne kadar iftirada
bulunuyorlarsa bulunsunlar, Allah her şeyi görüyor ve biliyor. Allah’ı kimse
aldatamaz veya yanıltamaz. Allah, benim karşılık beklemeden ve herhangi bir
çıkar gütmeden çalıştığımı çok iyi biliyor.” Sa’d sûresinde şöyle buyurulmuştur:“(Habibim) de ki: ‘Ben sizden tebliğ ve imârım için bir ücret
istemiyorum. Ve ben, size külfet yükleyenlerden de değilim.” (Ayet; 86)Yani, “ben, kendime mevki ve makam temin etmek üzere yalan ve
asılsız bir iddia ile karşınıza çıkmadım ve sizi bir hiç uğruna yoracak ve
uğraştıracak değilim.” Bu sözler, Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla
kâfirlere sadece bilgi olsun diye söylenen sözler değildir. Çünkü kâfirler, Hz.
Peygamber (a.s.)’in yaşantısını ve karakterini çok iyi biliyorlardı. Hz.
Peygamber (a.s.) 40 yıl onların arasında yaşamış, onlarla haşır neşir olmuştu.
Bu âyette asıl üzerinde durulan şey, Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ yalancı veya
sahte biri olmadığıdır. Hz. Peygamber (a.s.)’in hâşâ bir dolandırıcı ve
şarlatan olmadığı herkesçe biliniyordu ve bu itibarla O’nun kendisine mevki ve
makam aramak için peygamberlik iddiasında bulunduğu düşünülemezdi. Tûr ve Kalem
sûrelerinde şöyle denilmiştir:“Yahut, onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, bu borcu ödemek
kendilerine ağır geliyor?” (Tûr; 40, Kalem; 46)Burada da asıl muhatap, Hz. Peygamber (a.s.) değil, kâfirlerdir.
Burada denilmek isteniyor ki, Rasûlullah (a.s.) kendisine herhangi bir maddi
kazanç sağlamayı tasarlamış olsaydı, o zaman bu kadar didinmesinin ve çaba
harcamasının ücretini kâfirlerden alması en doğal hakkı olacaktı. Fakat
Mekke’li kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu davetinin karşılıksız ve sadece
Allah rızası için olduğunu çok iyi biliyorlardı. O’nun tek düşüncesi
Mekke’lilerin ve diğer insanların ebedi kurtuluşuydu. Onun için bu âyette
Mekke’li kâfirlere, “bu durumda siz neden kayıtsız kalıyor ve menfi
davranıyorsunuz?” diye soru soruluyor. Bu âyette çok ince bir İstihzâ da
vardır. Bilindiği üzere, bütün dünyada olduğu gibi Arabistan’da da müşriklerin
bazı din adamı ve rahipleri vardır. Bu rahip ve kâhinler alenen din ticareti
yapıyorlardı. Bütün mevki, itibar ve kazançları bağlı bulundukları dinî inanç ve
kurallar sayesinde idi. Bu âyette bu din adamlarının durumu hatırlatılıyor ve
deniliyor ki bir tarafla dinî hizmetleri için kâfirlerden her türlü ücret, adak
ve hediye kabul eden bu kâhin ve rahipler, diğer tarafta da kendi işini, gücünü,
ticaretini ve diğer dünya zevklerini terk ederek, cahil ve dinsiz kimseleri
Allah’a çağıran, karşılık beklemeyen, fedakâr bir insan vardır. Böyle bir
fedakâr ve dürüst insandan bucak bucak kaçmak akılsızlık değilse nedir?Bu konuda bir âyet daha vardır ki, meseleye bazı yeni boyutlar
getiriyor:“De ki, Ben, risâle timin tebliği için sizden ‘qurbâ’da sevgiden
başka hiçbir ücret istemiyorum!” (Şûra; 23)Bu âyette kullanılan Arapça “qurbâ” (akrabalık) kelimesinin manâ
ve mefhumu konusunda müfessirler arasında önemli bir ihtilaf ortaya çıkmıştır.
Müfessirlerin bir grubu bu kelimeyi akrabalık anlamında alarak bu âyeti şöyle
açıklamaya çalışmışlardır: “Ben sizden bu iş için herhangi bir ücret talep
etmiyorum, ancak sizden (ey Ehl-i Kureyş) hiç olmazsa benim sizinle olan
akrabalığımı unutmamanızı istiyorum. Sizin, aslında benim vaaz ve telkinlerimi
dinlemeniz gerekiyordu. Ama sözlerimi dinlemiyorsanız dinlemeyin. Fakat benim
en çok gücüme giden şey bütün Arabistan’da seçe seçe beni düşman olarak
seçmenizdir.” Hz. Abdullah bin Abbas (r.a.)’nin tefsiri işte budur ve bunu
çeşitli kaynaklar göstermek suretiyle İmam Ahmed, Buhârî, Müslim Tirmizî, İbn
Cerir, Taberânî, Beyhaki ve İbn Sâ’d v.s. kendi eserlerinde kaydetmişlerdir. Bu
tefsir ile Mücâhid, İkrime, Katâde, Süddî, Ebû Mâlik, Abdurrahman bin Zeyd bin
Eslem, Dahhâk, Atâ’ bin Dinâr ve diğer mümtaz müfessirler ittifak etmişlerdir.Müfessirlerin ikinci grubu “qurbâ” kelimesinin “yakınlık”
anlamında olduğunu kabul etmişlerdir. Bu grup böylece âyetin tefsirini şöyle
yapıyor: “Ben sizden bu iş için herhangi bir ücret istemiyorum, fakat şu
istisna ile ki, kalbinizde Allah’a yakınlık (sevgi ve bağlılık) uyanabilsin.”
Yani, “benim ücretim, sizin doğru yola gelmenizden başka bir şey değildir.” Bu
tefsir Hz. Hasan Basrî’den naklolunmuştur. Katade de bu hususta bir rivâyeti
nakletmiştir. Hatta, Taberânî’de Hz. Abdullah bin Abbas’ın da bu âyeti aynı
şekilde tefsir ettiğini belirtilmiştir. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de başka bir yerde
aynı konuya temas edilmiştir.“De ki: ‘Ben, sizden tebliğime karşı bir ücret istemiyorum.
Ancak Rabbine doğru yol tutmak isteyen kimseyi istiyorum.” (Furkan; 57)Müfessirlerin üçüncü grubu, “qurbâ” kelimesinin “akrabalar”
anlamına geldiğini savunmuştur ve âyetin anlamını şöyle vermiştir: “Ben sizden,
bu iş için, akrabalarımı sevmenizin dışında bir ücret istemiyorum.” Aynı gruptan
bazı kimseler “akrabalar” deyiminin, Benî Abdulmuttalib’in tamamını ve bazıları
ise sadece Hz. Ali, Hz. Fatma ve evlâtlarını kapsadığını belirtmişlerdir. Bu
tefsir ve yorum Said bin Cübeyr ve Amr bin Şuayb’dan naklolunmuştur. Fakat bazı
hadislerde aynı tefsirin Hz. Abdullah bin Abbas ile Hz. Ali bin Hüseyin’e
(Zeynül Abidin) ait olduğu ifade edilmiştir. Ne var ki, çeşitli sebeplerden
dolayı bu tefsir kabul edilemez. Evvelâ, Mekke’de Şûra sûresinin nâzil olduğu
sırada Hz. Ali ile Hz. Fatma henüz evlenmemişlerdi, bu sebeple de evlâtları söz
konusu olamaz. Diğer taraftan, Beni Abdulmuttalib’in hepsi, Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)’dan yana değildi, hatta bazıları kendisine açıkça düşmanlık
ediyorlardı. Nitekim Ebû Leheb’in husumeti herkes tarafından bilmiyordu. Buna
ilâveten, Hz. Peygamber (a.s.)’in akrabaları sadece Abdulmuttalib sülâlesi
değildi. Hz. Peygamber (a.s.), anası, babası ve zevcesi kanalıyla Kureyş
kabilesinin hemen hemen bütün aileleriyle akraba oluyordu. Bu ailelerde Hz.
Peygamber (a.s.)’in en sadık taraftarı da, en kötü düşmanı da vardı. Bütün bu
akraba, dost ve ahbap dururken Rasûlullah (a.s.)’ın yalnızca Benî
Abdulmuttalib’i kendi akrabası olarak ilân etmesi düşünülemez. Bir üçüncü en
mühim nokta, bir nebînin işgal ettiği yüce peygamberlik makamından Allah rızası
için ücreti olarak insanların sadece kendi akrabalarını sevmelerini istemesi
kendisine yakıştırılmayacak kadar küçük bir şeydir. Böylesine hafif bir şeyi,
Cenâb-ı Allah’ın kendi peygamberine öğrettiğini ve Hz. Peygamber (a.s.)’in de
tepelere çıkarak Mekke’lilere böyle dediğini aklıselim sahibi bir kimse
düşünemez. Kur’ân-ı Kerîm’de bir değil, iki değil, üç değil, birçok nebinin ard
arda gelerek kavimlerine “ben sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Ücretim
Allah’ın rızasıdır” dediğini görebiliriz: (Yunus; 72, Hûd; 29-51, Şuarâ;
109-127, 145, 164-180). Yâsin sûresinde hakiki bir nebî için ölçeğin,
karşılıksız tebliğ ve telkinde bulunmak olduğu belirtilmiştir. (Ayet; 21).
Bizzat Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli
vesilelerle, “ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum” denmiştir, ki bunları
yukarıda aktardık. Hal böyle iken, “ben sizden bir ücret olarak akrabalarımı
sevmenizi isliyorum” diye söylemenin bir anlamı var mıdır? Bu tefsir ve yorumun
yanlışlığı, âyette muhatapların iman sahipleri değil kâfirler olmasından daha
iyi anlaşılıyor. Çünkü, daha önce muhatap hep kâfirler olmuş ve söz konusu
âyette de muhatap yine onlardır. Sözün gelişine bakılırsa, Hz. Peygamber
(a.s.)’in kâfirlerden herhangi bir ücret talep ettiğine imkân ve ihtimal
veremeyiz. Ücret veya karşılık, bir kişinin, kendisine minnettar olan bir
kişiden, yaptığı bir iyilik veya işten dolayı aldığı maddî menfaattir.
Kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in işlerini ve çabalarını takdir ediyorlar mıydı?
Tabii ki, hayır. Eğer takdir etmiş olsalardı, bunun imkânı vardı ve Rasûlullah
(a.s.) belki de bir ücretten söz edebilirdi. Ama burada durum bambaşka idi.
Kâfirler, Hz. Peygamber (a.s.)’in büyük bir suç işlediğine ve zararlı bir iş
yapmakta olduğuna inanıyorlardı ve bu yüzden O’nun canına bile kıymaya
hazırdılar.24.1.15. Davet’in
Başlangıcında Ahiret Meselesine Ağırlık VermekMekke’de Rasûlullah (a.s.), insanları Hakk’a davet etmeye
başladığı ilk yıllarda üç konuya büyük ağırlık veriyordu. Birincisi Tevhîd, yani
Allah’a ortak koşmamak. İkincisi Risâlet, yani Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ı
Rasûlü olması ve üçüncüsü Ahiret, yani bu dünyanın bir gün yok olacağı ve yerine
bambaşka bir dünyanın kurulacağı. Ahiret akidesi, insanların ve diğer
canlıların ölüp tekrar dirileceği, kıyametin meydana geleceği ve mahşerde her
canlının hesap verip kendi ameline göre Cennet’e veya Cehennem’e gideceği gibi
çeşitli kuralları da kapsıyordu.Bu üç akideden birincisi yani Tevhid’den Mekke’liler
hoşlanmıyordu. Fakat Allah’ın varlığını tamamıyla inkar ettikleri de
söylenemezdi. Mekke’liler en büyük bir Rab, Yaradan ve Râzık’ın bulunduğunu
kabul ediyorlardı ve mabud veya ilâh ve ilâhe olarak tanıdıkları diğer tanrı ve
tanrıçaların da Allah’ın mahlûkları olduğuna inanıyorlardı. Asıl anlaşmazlık
konusu, Allah’ın sıfat, kuvvet ve kudretine bu tanrı ve tanrıçaların ortak olup
olmamalarıydı.Mekke’liler Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğini de kabul
etmeye razı değillerdi. Fakat, Rasûlullah (a.s.)’ın aralarında geçirdiği 40 yıl
gibi uzun bir müddet içinde temiz karakterine ve ahlâkına gölge düşürecek en
küçük bir kötülükte veya kötü davranışta bulunmadığını kabul ediyorlardı.
Herkes, Rasûlullah (a.s.)’ın akıl ve mantığına, doğruluk, dürüstlük ve güzel
ahlâkına hayrandı. Bu sebeple, kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)’in her konuda doğru
ve dürüst iken sadece peygamberlik konusunda hâşâ yalan söyleyebileceğini kabul
etmede ve bunu başkalarına kabul ettirmede güçlük çekiyorlardı.Demek ki,
Mekke’lilerin ilk iki akide konusunda, Hz. Muhammed (a.s.) ile o kadar büyük
ihtilâfları yoktu. Fakat, onları en çok düşündüren ve çileden çıkaran şey Ahiret
akîdesiydi. En çok alay konusu yaptıkları akîde buydu. En çok hayret ve
şaşkınlık uyandıran mesele buydu. Mekke’liler bu akidenin akıl ve mantıktan
uzak olduğunu söylediler ve en çok bu akîdeye karşı çıktılar. Ne var ki, kâfir
ve müşrikleri İslamiyet’e çekmek için Ahiret akîdesini kafalarına ve yüreklerine
iyice yerleştirmek gerekiyordu. Zira bu akideyi kabul etmeden kimse Hak ile
Batıl arasındaki mücadelenin ciddi ve çetin olduğunu anlayamazdı. Ahiret,
insanların hayır ve şer ile, ölüm, kalım ve insanî değerlerle ilgili
düşüncelerini, kısacası hayata bakış açılarını temelden değiştirecek nitelikte
bir akîde idi. Madde ve ruh arasındaki fark işte burada belli oluyordu, bu
dünyayı terk edip ahirete hazırlanmak ve İslâm’ın gösterdiği yolu takip etmek
işte bu akide sayesinde mümkün oluyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Mekke’de
davetin ilk yıllarında inen âyetlerde Ahiret inancına büyük önem verilmiştir.
Tabii, Ahiret ile ilgili deliller verilirken arada sırada Tevhid kavramı da
iyice anlatılmış, ayrıca Rasûlullah (a.s.) ile Kur’ân-ı Kerîm’in doğru olduğu
ifade edilmiştir.
[1] Rasûlullah
(a.s.)’ın yanında o sırada bulunan kabile reislerinin isimleri çeşitli
hadislerde kaydedilmiştir. Bunlar arasında Utbe, Şeybe, Ebu Cehl, Ümeyye bin
Halef ve Übeyy bin Halef gibi İslâm düşmanlarının isimlerine rastlanıyor.
Demek ki, bu olay, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu kabile reisleriyle
münasebetlerini henüz kesmediği sırada cereyan etmişti. Daha sonra bu
reislerin olumsuz ve düşmanca tavırları nedeniyle müslümanlar ve Hz.
Muhammed (a.s.) ile bütün ilişkileri kesilmişti. -
HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN PEYGAMBER OLMASI VE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI
23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASI
23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİ
23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE ÇEKİLMESİNİN SEBEBİ
23.5.1. Bu Olay bize Ne Anlatıyor?
23.5.3. Hz. Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?
23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN AÇIKLANMASI
23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ
23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLER
23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZ
23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ. İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ
GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?
23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ
23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7 AYETİNİN İNÎŞÎ
23.14.1. Müddessir Sûresinde Verilen Talimat
23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ
23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK DÖNEMİ
23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASI
23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?23.1. Bİ’SET (PEYGAMBERLİK)TEN ÖNCE
TEBLİĞİN ÜÇ YIL SÜRE İLE GİZLİ YAPILMASIKur’ân-ı Kerim’in bize anlattığına göre, nübüvvet payesine
yükseltilmeden önce peygamberlerin, akıl, zekâ ve bilgileri diğer insanlardan
fazla ve üstün değildi. Fakat durum bi’set (peygamberlik)ten sonra birden bire
değişiyor ve kendileri vahy sayesinde fevkalâde bir bilgi kaynağına sahip
oluyorlardı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e
şöyle hitap edilmiştir:“Halbuki (daha önce) sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”
(Şûrâ; 52)“Seni dalâlette bulup hidâyet etmedi mi?” (Duhâ; 7)
Kur’ân-ı Kerim ayrıca, peygamberlerin bi’set’ten önce diğer
insanların sahip bulundukları ilim ve marifet yollarıyla “iman bil gayb”
safhasından geçtiklerini, vahyin ise sadece daha evvel gördükleri ve kabul
ettikleri hakikatleri tasdik etmelerini sağlamak olduğunu açıklamaktadır. Vahy
yoluyla peygamberlere bazı ebedi hakikatler gösterilmiş oluyordu, ki böylece
dünyaya bunlar hakkında samimiyet ve itimadla bilgi ve talimat verebilsinler.
Bu husus, Hûd sûresinde defalarca anlatılmıştır. Meselâ, bir yerinde Nebi-yi
Kerim (a.s.) hakkında şunlar söylenmiştir:“Rabbinden açık bir delil iterinde olup O’na Allah tarafından
şâhidi (vahiy) de bulunan, rehber ve rahmet olan, kendinden evvel gelen Musa’nın
Kitabında kendisini tasdik etmekte bulan kimse dünya hayatını isteyen kimse
gibi midir?” (Ayet; 17)“Ey kavmim, Benim Rabbim tarafından beyyine üzere olduğumu ve
bana kendi tarafından rahmet (vahiy) verdiğini görmüyor musunuz? Size onu
görecek göz verilmemişse istemediğiniz halde onu zorla mı kabul ettireceğiz?”
(Ayet; 28)Benzeri sözler aynı sûrenin 63. âyetinde Hz. Sâlih (a.s.)
tarafından, 88. âyetinde de Hz. Şuayb (a.s.) tarafından tekrarlanmıştır. Bu
ayetler gösteriyor ki, peygamberler vahy yoluyla Hakikat hakkında doğrudan
bilgi edinmeden evvel kendilerine ihsan edilmiş olan tabii müşahede, murakabe
ve tefekkür kabiliyetlerini (ki yukarıdaki ayetlerde buna beyyine denilmiştir)
uygun bir şekilde kullanarak ebedi hakikate veya başka bir deyişle “tevhid”e ve
“ma’âd”a varıyorlardı. Peygamberlerin bu buluşu vehbî değil kesbî oluyordu.
Cenab-ı Allah bundan sonra kendilerine vahy ilmi verirdi ki, bu kesbî değil
vehbî olurdu.Bu tefekkür, aklıselim ve doğayı inceleme işlemi, filozofların
kıyas ve tahminlerinden tamamıyla değişiktir. Aksine, Kur’an-ı Kerim insanları
bunlara teşvik ediyor ve gözlerini açıp Allah’ın kudretini görmeyi ve bunlardan
doğru ve isabetli neticeler çıkarmayı tavsiye ediyor. Bu suretle, ilâhi ayetleri
duyan ve okuyan tarafsız ve fanatik olmayan bir kişi gerçek bir Hak arayıcısı
haline geliyor ve en son muradına da eriyor.Geçen bölümde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve yaşantısı
hakkında dile getirdiğimiz hususlardan, Hazreti Peygamber (a.s.)’in sürekli
şirkten kaçındığı ve Tevhid’e inandığı anlaşılıyor. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber
: (a.s.), aklı ermeye başladığından beri kendi milletinin cehâlet ve dalâleti i
ile batıl inançlarını kabul etmemiş, müşriklerin ibadetlerine katılmamış,
putlardan ve putperestlikten nefret etmiş ve putlara adanan kurbanlardan
çekinmiştir. Nübüvvetten önceki yıllarda Hz. Peygamber (a.s.)’in dini ,
inançları, kitabımızın ikinci cildinin ikinci bölümünde zikrettiğimiz
Hünefâ’nınkine benziyordu. Cahiliyye devrinde Cürhüm ve Hüzâ’a kabilelerinin
İbrahim (a.s.)’in dininde yaptıkları tahriflerden hiçbirini Hz. Peygamber
(a.s.) nübüvvetinden önce kabul etmemişti. Ayrıca, Kureyşlilerin kendi
tahakkümleri sırasında yaptıkları tahrifleri de Hz. Muhammed (a.s.) hiçbir zaman
kabul etmemişti. Meselâ, Kureyşliler diğer Araplara karşı kendi üstünlük ve
faziletlerini belli etmek amacıyla kendilerine bir takım imtiyazlar
sağlamışlardı. İbn Sa’d ile İbn Hişâm’ın ifadelerine göre Kureyşliler hac
mevsiminde Arafat’a gidip bazı dini vecibeleri yerine getirmemeyi adet
edinmişlerdi. Onlar sadece Müzdelife’ye gidip dönerlerdi. Kendilerinin Ehl-i
Haram olduklarını ve diğer hacılar gibi Arafat’a gidip ibadet etmeleri
gerekmediğini iddia ederlerdi. Kureyşliler, bunları yapmaları halinde kendileri
ve diğer hacılar arasında herhangi bir fark kalmayacağını, dolayısıyla
haysiyetlerinin düşeceğini ileri sürerlerdi. Halbuki, Arafat’a gitmek, orada
kalmak ve oradan Müzdelife ile Mina’ya dönmek gibi fiillerin Hacc’ın ve İbrahim
şeriatının ayrılmaz parçalan olduğunu iyi biliyorlardı. Zamanla, bu tür
imtiyazlar, Kureyşlilerle yakın dostluk ve işbirliği içinde olan diğer
kabileler, meselâ Beni Kinâne, Huzâ’a ve Beni Amir bin Sâ’saa’ya tahsis edildi.
Ne var ki Rasûlullah (a.s.) peygamberlik payesine yükselmeden evvel dahi bu tür
adetleri birer bid’at addederek reddetmişti. İbn İshâk’ın Cübeyr bin Mut’im
tarafından naklettiği bir hadise göre, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’in diğer
bütün Araplar gibi hac mevsiminde Arafat’ta kaldığını görmüştü.Kureyşlilerin kabul ettikleri bid’atlerden biri de Harem’in
dışından gelen hacılara uyguladıkları farklı muamele idi. Böyle bir kişi hac
veya umre için geldiği zaman dışardan ne yiyecekler getirebilir, ne de kendi
elbiseleriyle Ka’be’yi tavaf edebilirdi. Dışardan gelen hacıların Harem’de
pişirilen yemekleri yemeleri ve Harem’de hazırlanan elbiseleri ücret karşılığı
alıp tavaf etmeleri şarttı. Elbise bulamayan hacıların çıplak tavaf etmeleri
istenirdi. Dışardan getirdiği bir elbise ile bir hacı hac yapmışsa bunu çıkarıp
atması gerekiyordu. Bu elbiseyi bundan sonra ne kendisi ne başkaları
giyebilirdi. Arapların çoğu bu bid’at ve ayrıcalığı da ses çıkarmadan kabul
etmişlerdi ve dinin bir parçası olarak görüyorlardı. Neticede Arapların
Kâ’be’yi çıplak tavaf etmeleri bir alışkanlık haline geldi. Hz. Peygamber
(a.s.) nübüvvetinden önce bu tür safsata, batıl inanç ve alışkanlıkları da
reddederdi.23.2. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN
DÜŞÜNCE, İLHAM VE MURAKABE DEVRESİMuhaddisler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in düşünce, ilham ve
murakabe devresine etraflıca eğilmişlerdir. Hz. Peygamber (a.s.)’e vahiylerin
başlamasıyla ilgili kayıtlar güvenilir kaynaklar tarafından nakledilerek hadis
kitaplarına geçirilmiştir. Bu kayıtlar, Hz. Ayşe (r.a.)’den naklen Hz. Urve bin
Zübeyr’e geçmiş ve ondan da İmam Zührî’ye dayandırılmıştır. Hz. Ayşe’nin hadisi
şöyledir.”Rasûlullah (a.s.)’a vahiyler ilk önce doğru (bazı rivayetlere göre,
iyi) rüyalar şeklinde gelmeye başladı. Rasûlullah (a.s.) her rüyayı, sanki gün
ışığında görüyormuş gibi görüyordu.[1]
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yalnızlığı sever bir kişi haline geldi[2]
ve bazen birkaç geceyi sürekli olarak Hira mağarasında ibadetle geçirirdi. (Hz.
Ayşe burada “ibadet” yerine “tehannüs” kelimesini kullanmıştır. İmam Zührî bunu
“taabbüd” (ibadet) olarak açıklamıştır. Bu, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi bildiği
bir ibadet şekliydi, zira o zamana kadar ibadetin nasıl yapılması gerektiği
kendisine anlatılmamıştı). Hz. Peygamber (a.s.) yiyecek ve içeceklerini yanında
götürür ve birkaç gün mağarada kaldıktan sonra eve Hz. Hatice’nin yanına
dönerdi. Hz. Hatice (r.a.) bundan sonra kendisine tekrar yiyecek, içecek
verirdi.”23.3. HİRA MAĞARASINDA KÖŞEYE
ÇEKİLMESİNİN SEBEBİBu devrede Hz. Muhammed (a.s.)’in neden Mekke şehrinin
uzaklaşarak Hira mağarasına gidip tenha bir köşede ibadet ve murakabe yaptığı
“İnşirah” suresinde anlatılmıştır. Meselâ şu âyetlere bakın:“Senden yükünü indirip attık. Öyle yük ki, sırtına ağır
gelmişti” (Ayet; 2-3)Yukarıdaki ayette kullanılan Arapça “vizr” kelimesi ağır yük
anlamındadır. Ağır yükten de üzüntü, hüzün, ıstırap ve dert kastedilmiştir.
Bilindiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.) gibi hassas bir insan, halkının cehalet ve
dalâletinden son derece rahatsızdı ve üzüntüden kıvranıyordu. Gözünün önünde
putlara tapılıyor, sapık, batıl örf ve âdetlere uyuluyordu. Toplumun ahlâkı
sıfıra inmiş, her tarafa ahlâksızlık, safahat ve hayasızlık yayılmış, baskı,
zulüm ve fesat herkesi sarmıştı. Güçlüler güçsüzleri eziyor, fidan gibi gencecik
kız çocukları diri diri gömülüyor, kabileler kabilelere saldırıyor ve kan davası
bazen yüzyıllar süren kavga ve kanlı çatışmalara sebep oluyordu. Kimsenin canı,
malı ve namusu emniyet içinde değildi. Herkes kudret ve kuvvetin dilini
anlıyordu. Araplar ekonomik ve sosyal açıdan da perişan bir manzara arz
ediyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.) bu durumu görüyor ve yüreği parçalanıyordu.
Durumu düzeltecek herhangi bir çare aklına gelmediği için üzüntüsü daha da
artıyordu. Hz. Muhammed (a.s.)’in sırtına binen yük ve belini büken ağırlık
işte bu idi. Cenab-ı Hak işte bu yükü kendisine hidayet yolunu göstermek
suretiyle ortadan kaldırmış oldu. Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvet mevkiine
yükselince de insan hayatının bütün mesele, dert ve bozukluğunu ortadan
kaldıracak yegâne şeyin Tevhid’e, âhirete ve risâlete (peygamberliğe) iman
olduğunu anladı. Bu anahtar her kapalı kapıyı açacak mahiyette idi. Cenab-ı
Allah’ın kendisine doğru yolu göstermesiyle zihnini meşgul eden büyük bir
meseleden kurtulmuş oldu. Bu hidayete eriştikten sonra, Peygamber (a.s.)
aradığını buluverdi. Arapları ve dünyanın diğer milletlerini içine düştükleri
acı durumdan kurtaracak yolu bulmuş oldu.Yukarıdaki hadiste Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifade ettiği gibi,
Rasûlullah (a.s.)’a vahiylerin ilk gelişi doğru ve gerçek rüyalar şeklinde oldu.
(Buhârî ve Müslim). Bu durum, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik payesine
yükselmesinden sonra da aynı şekilde devam etti. Nitekim, hadislerde bu tür
rüyalarda kendisine bazı talimat veya bilgilerin verildiği belirtilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de de bu nevi rüyadan açıkça bahsedilmiştir (Fetih; 27). Ayrıca,
pek çok hadislerde Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) şöyle dedikleri
belirtilmiştir: “Allahu Teâlâ bunu benim içime doğdurmuştur”, “bunu kalbimde
hissettim”, “bana anlatılmıştır”, “bana emir verilmiştir”, veya “benim bunu
yapmam yasaklanmıştır” vs.Hz. Muhammed (a.s.) 40,5 yaşında iken[3]
Ramazan ayında bir gün Hira mağarasında ibadet ettiği sırada kendisine birden
bire ilk açık ve bariz vahiy geldi ve bir melek kendisiyle yüz yüze gelip, “oku”
dedi[4].
Vahyin ilk gelişiyle ilgili hadis Buhârî’de Hz. Ayşe tarafından naklolunmuştur.
Hz. Ayşe bu hususta bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerini nakletmiştir:,”Ben
okumayı bilmem’ dedim. Bunun üzerine melek beni kucaklayıp kuvvetlice sıktı,
öyle ki nerdeyse dayanma gücümü kaybedecektim. Sonra beni bıraktı ve tekrar
‘oku’ dedi. Ben tekrar, ‘okumayı bilmem’ dedim. O beni tekrar kucaklayıp sıktı
ve ben dayanma gücümü kaybetmeye başladım. Sonra beni bıraktı ve dedi, ‘oku’.
Ben tekrar, ‘okuma yazmam yoktur’ dedim. Melek beni üçüncü defa kollan arasına
alıp kuvvetle sıktı. Ben tekrar dayanma gücümü yitirmeye başladım. Sonra beni
bıraktı ve dedi ki, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku….; ta ki “mâ lem-ya’lem”e
kadar vardı”.Hz. Ayşe (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) titreyerek
ve sarsılmış bir şekilde eve geldi ve Hz. Hatice (r.a.)’nin yanına gidip, “beni
ört, beni ört” dedi. Korku ve dehşeti geçip Hz. Peygamber (a.s.) biraz
sakinleşince, “ya Hatice bana ne oldu?” diye sordu. Daha sonra başından geçen
hadiseyi kendisine anlattı ve “Ben canımdan korkuyorum”[5]
dedi. Hz. Hatice, “ne diyorsunuz? Hiç öyle bir şey olur mu? Kendinize gelin ve
gülümseyin. Allah sizi mahcup etmeyecektir.[6]
Siz akrabalarınıza iyi muamele yaparsınız. Doğruyu söylersiniz. (Bir Hadiste de
‘Siz başkalarının emanetlerini aynen iade edersiniz’ cümlesi yer almıştır).
Kimsesizlerin yükünü taşırsınız, fakir ve muhtaçlara yardım edersiniz.
Misafirperversiniz ve her iyi ve hayırlı işe katılırsınız” dedi. Hz. Hatice daha
sonra Hz. Peygamber (a.s.)’i yanına alıp Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka,
Hz. Hatice’nin kuzeniydi. Cahiliyye döneminde putperestliği terk edip
Hıristiyan olmuştu ve Arapça ile İbranice İncilleri yazardı. Çok yaşlıydı ve
gözleri görmüyordu. Hz. Hatice, “ağabey, bakın yeğeniniz size ne anlatacak”
dedi.[7]
(Ebu Nu’aym’ın rivâyetine göre Hz. Hatice bizzat Varaka’ya bütün olayı anlattı).
Varaka, Hz. Peygamber (a.s.)’e, “evlâdım, sen ne gördün?” dedi. Rasûlullah
(a.s.) başından geçenleri kendisine anlattı. Varaka, “Vallahi, bu Tanrı’nın Hz.
Musa’ya gönderdiği namus’un aynısıdır (yani, öbür dünyadan vahiy getiren melek).
[8]Keşke,
seni, senin milletinin sürgüne göndereceği zamana kadar yaşasaydım”. Rasûlullah
(a.s.) kendisine sordu, “bunlar beni sürgüne mi gönderecekler?” Varaka da,
“evet, senin getirdiğin şeyi getirmiş olan bir kişiye düşmanlık yapılmadığı
hiçbir zaman görülmemiştir. Eğer senin zamanında yaşarsam (peygamberlik
döneminde yaşarsam) sana olanca gücümle yardım ederim” diye cevap verdi. Fakat
aradan uzun bir zaman geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.23.5.1. Bu Olay
bize Ne Anlatıyor?Bu olup bitenler gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) meleğin
geldiği ana kadar kendisinin peygamberliğe getirileceğini tahmin etmiyordu. Hz.
Peygamber (a.s.), nübüvvete talip veya hevesli olmadığı gibi, böyle bir şeyin
başına geleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Meleğin vahiyle gelmesi
kendisi için hiç beklemediği âni bir hadise idi. Böyle bir şeyden habersiz olan
bir kişinin gayet tabii olarak göstereceği tepkiyi Hz. Peygamber (a.s.) de
gösterdi. Bundan dolayıdır ki, O İslam davasını halka duyurmaya başlayınca
Mekkelilerden kimse ortaya çıkıp da, “ben zaten tahmin etmiştim, bu kişinin
peygamberlik iddiasında bulunacağı öteden beri belli idi” demeye cesaret
edemedi.Bu olay ayrıca, nübüvvetten evvel Hz. Muhammed (a.s.)’in
yaşantısı ve karakterinin ne kadar temiz olduğunu gösteriyor. Bilindiği gibi, Hz.
Hatice (r.a.) küçük ve tecrübesiz bir kadın değildi. O sırada yaşı 55’di ve 15
seneden beri Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi ve hayat arkadaşıydı. Bir kadın,
kocasının bütün iyi ve kötü taraflarını bilir. O’nun ayıp ve hünerlerine iyice
vakıf olur. Bu olgun ve tecrübeli hatun, Hz. Peygamber (a.s.)’in kişiliğine ve
karakterine o kadar güveniyordu ki, kendisi Hira mağarasından dehşet ve heyecan
içinde eve dönüp başından geçen olayı anlatır anlatmaz Allah’ın meleğinin O’na
geldiğine hemen inanıverdi.Aynı şekilde Varaka bin Nevfel de yaşlı, bilgili ve
tecrübeli bir Mekkeli idi. Varaka çocukluğundan beri Rasûlullah (a.s.)’ın ne
yaptığını, ne ettiğini biliyordu. O da, Hz. Peygamber (a.s.)’in anlattığı olaya
ters bir tepki göstermedi, hiçbir tereddüt ve şüphe de belirtmedi ve aksine,
söylediklerini tasdik etti ve aynı halet-i ruhiyeden Hz. Musa (a.s.)’nın da
geçtiğini anımsadı. Demek ki, Varaka bin Nevfel’in gözünde de kişilik ve
karakteri bakımından Hz. Peygamber (a. s.) öylesine yüksek bir yerde idi ki,
O’nun peygamber olmasına hiç şaşmadı.Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’e ilk açık ve kesin vahyin
gelişiyle ilgili olayı iyice anlayabilmemiz için kendisinin ilk defa ve âni
olarak böyle bir durumla karşı karşıya geldiğini göz önünde bulundurmalıyız.
Bundan evvel hiçbir zaman, hiçbir şekilde kendisinin peygamber olacağını tahmin
dahi etmemişti, içinde herhangi bir peygamberlik hevesi de yoktu. Bunun için ne
bir hazırlık yapmış, ne de böyle bir şey olacağını düşünmüştü. Bir meleğin
kendisine geleceğini de beklememişti. Bir köşeye çekilip ve özellikle Hira
mağarasına gidip yalnızlık içinde ibadet ve İ’tikâf ediyordu. Fakat bir nebi
veya peygamber olacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Durum böyle iken
Hira mağarasında yalnız bulunduğu bir sırada kendisine melek gelince bu ilk
büyük ve olağanüstü deneyim yüzünden gayet doğal olarak büyük bir heyecan duydu.
Aslında böyle bir durumda, ne kadar soğukkanlı olursa olsun, bir kimsenin
heyecan ve şaşkınlığı bir tek yerden kaynaklanmıyordu, aksine çeşitli sebepleri
vardı. Hz. Peygamber (a.s.)’in kafası karmakarışıktı, aklına bin bir soru
geliyordu ve kendisine ne olduğunu kestiremiyordu. Ben gerçekten peygamberlik
makamına mı getirildim? Çetin bir sınavdan mı geçiriliyorum? Ben bu ağır yükü
nasıl kaldıracağım?[9]
Ben insanlara nasıl, size peygamber olarak tayin edildim, diyebilirim. İnsanlar
benim sözlerime inanacaklar mı? Bu beklenmedik olaydan sonra kendi çevremdeki
insanlara ve milletime peygamber olduğumu söylediğim zaman beni alaya
almayacaklar mı? Bana gülmeyecekler mi? Bana deli demeyecekler mi? Tek başıma
bu cahillerle nasıl başa çıkacağım? Onları cehalet ve dalâletlerinden nasıl
kurtaracağım? îşte Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi kendine sorduğu sorular
bunlardı.Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.) Hira
mağarasından eve döndüğünde, dehşet içinde idi ve titriyordu. Eve varır varmaz
da, “beni örtün, beni örtün” diye evdekileri uyardı. Bir süre sonra biraz
heyecanı yatışınca Seyyide Hz. Hatice (r.a.)’ye başından geçenleri anlattı ve
şöyle dedi, “canımdan korkuyorum”.Bunun üzerine Hz. Hatice de şu cevabı verdi: “Asla, vallahi,
Allah sizi üzmeyecektir. Siz akrabalara yardım edersiniz. Doğruyu söylersiniz.
Çaresiz ve kimsesizlere yardım elinizi uzatırsınız. Fakir, fukaraya destek
olursunuz. Misafirleri ağırlarsınız. Ve bütün iyi ve hayırlı işleri
yaparsınız.”Hz. Hatice (r.a.) daha sonra Rasûlullah (a.s.)’ı Varaka bin
Nevfel’e götürdü, çünkü kendisi bir kitap ehliydi ve geçmiş peygamberlerin
durumunu az çok biliyordu. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in başından
geçenleri dinledikten sonra hiç çekinmeden, “evet, bu Hz. Musa (a.s.)’ya gelen
namus (meleği)un aynısıdır” deyiverdi. Deyiverdi, zira kendisi Hz. Muhammed
(a.s.)’i çocukluğundan gençliğine ve daha sonra 40 yaşına kadar görmüşle
karakterini bilme ve tanıma imkânı bulmuştu. Nevfel, Hz. Peygamber (a.s.)’in
öteden beri peygamberlik hevesinde ve hazırlığında olmadığını çok iyi biliyordu.
Bu iki hususu bilen Nevfel, meleğe benzeyen bir kişinin Hz. Muhammed (a.s.)’e
gelip peygamberlere benzer bilgi ve talimatı kendisine ilettiğini duyunca O’nun
peygamberlik makamına getirildiğine şüphe etme ihtiyacını duymadı.23.5.3. Hz.
Peygamber (a.s.), Nübüvvete Hevesli miydi?Şayet Hz. Muhammed (a.s.) öteden beri peygamber olacağını
tasarlamış olsaydı, kendisi gibi bir insanın nebi olması gerektiğine inansaydı
ve bana bir melek gelsin diye bir mağarada yalnız başına ibadet ve murakebede
bulunmuş olsaydı, gayet tabii ki, Hira mağarasındaki olay cereyan ettiği zaman
büyük bir sevinçle içinde yerinden fırlar, nara atar ve mağaradan kurşun gibi
çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra kendisinin peygamber olduğunu ilân
ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum bambaşka idi ve kendisi hayli
heyecanlı ve sarsılmış bir durumda idi. Titreyerek eve geldi ve yorgana sarılıp
sessizce yattı. Biraz sonra kendisine gelir gibi olunca hayat arkadaşına sırrını
açıkladı. Kendisine bir şeyler olduğunu, hayatının tehlikede olduğunu belirtti.
Peygamberliği öteden beri bekleyen bir kişinin tepkisi böyle mi olmalıydı?
Tabii ki hayır.Bir kadın kendi kocasına en yakın kişidir. Kocasının hayatı,
yaşantısı, huyları, zevkleri, karakteri ve duygularını en iyi bilen odur. Eğer,
Hz. Hatice (r.a.), kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve her zaman
kendisinin bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz. Peygamber (a.s.)’e
verdiği cevap herhalde çok farklı olacaktı. O, gayet doğal olarak diyebilirdi
ki, “kocacığım, neden korkuyorsun? Korkulacak ne var? istediğin bu değil miydi?
Sen peygamber olmak istemiyor muydun? işte muradına erdin. Sen bir yandan
peygamberlik tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye ve paralan toplayayım
ve böylece ikimiz de zengin oluruz”. Fakat biz ne görüyoruz? Hz. Hatice (r.a.)
on beş yıllık evlilik hayatında Hz. Muhammed (a.s.)’in ne gibi bir insan
olduğunu çok iyi anlamıştı. Aralarındaki samimiyet ve sevgi Hz. Muhammed
(a.s.)’in doğru ve dürüst bir insan olduğunu ortaya koymuştu. Kendisinin yalan
söylemeyeceği ve herhangi bir sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz. Hatice
(r.a.) O’na bir şeytanın gelmeyeceğini çok iyi biliyordu. Cenab-ı Allah’ın O’nu
bir azaba sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini, gördüklerinin doğru
olduğunu pek iyi biliyordu. Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerli idi.
Varaka yabancı bir kişi değildi. Aksine Rasûlullah (a.s.)’ın sülâlesinden bir
kişi olup, dayısıydı. Ayrıca ilim ve irfan sahibi bir Hıristiyan olarak
peygamberliğin, kitabın ve vahyin ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu hususta
yapılan asılsız ve çürük bir iddiayı reddedecek durumda idi. Yaşı hayli ileri
olduğu için tecrübe sahibi biriydi ve Hz. Muhammed (a.s.)’in bütün ömrü gözünün
önünden geçmişti. Varaka bin Nevfel de Hira Vakasını duyduktan sonra kendisine
gelenin, Hz. Musa (a.s.)’ya gelen melekten başkası olmadığını tereddüt etmeden
söyledi. Zira, burada da durum Hz. Musa’nınki gibi idi. Hz. Muhammed (a.s.),
tıpkı, Hz. Musa (a.s.) gibi saf, temiz ve her şeyden habersiz iken peygamberlik
makamına getirilmişti. Peygamberliğe hevesli olmak şöyle dursun, böyle bir
şeyin vuku bulacağını aklının bir köşesine bile getirmemişti. Bu apaçık durum,
Varaka bin Nevfel’in de, Hz. Muhammed (a.s.)’in, şeytanın bir oyununa
gelmediğine, doğru ve temiz karakterinden dolayı herhangi bir ard niyeti ve
ihtirası olmadan Nihai Hakikat’ı bulduğuna inanmasına sebep olmuştu.Gerçekçi ve doğruyu kabul eden bir kişi için, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in bu durumu hiç de şaşırtıcı olmasa gerek. Zaten bu yüzden bu durum
Kur’an-ı Kerim’de defalarca örnek olarak gösterilmiştir.[10]“Halbuki (daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin”.
(Şura; 52)Rasûlullah (a.s.)’a gelen ilk vahy Alâk suresinin ilk beş
âyetinden müteşekkil olup şöyle idi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir
kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rabbin ki, kalem
ile (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.”Vahy’in inişiyle ilgili, bu ilk tecrübe idi ve Hz. Peygamber
(a.s.) bundan ilk kez geçiyordu. Bu ilâhi mesajda kendisinin ne kadar büyük bir
mevkiye getirildiği belirtilmemişti. İlerde kendisini ne gibi bir görev
beklediği açıklanmamıştı. Aksine, bu ilk ve belki de eksik bir tanışma idi.
Maksat Hz. Peygamber (a.s.)’i fazla heyecanlandırmamak, yıpratmamaktı. Bu ilk ve
ani şok geçtikten sonra kendisi zihnen vahyi kabul etmeye ve peygamberlik
görevini yürütmeye hazır olunca ayrıntılara girilecekti. Nitekim, böyle
yapıldı.
[11]23.7. İLK VAHYİN KONUSUNUN
AÇIKLANMASIRasûl-ü Ekrem (a.s.)’e gelen ilk vahyin her kelimesi son derece
önemli ve dikkate değerdir. Meselâ ilk ayeti ele alalım: “Yaratan Rabbinin adı
ile oku.”Bilindiği gibi, Rasûlullah (a.s.)’a melek, “oku” deyince kendisi
“benim okuma yazmam yoktur” diye cevap vermişti. Bu konuşma gösteriyor ki, ilk
vahiy yazılı şekilde Hz. Muhammed (a.s.)’e gösterilmiş ve kendisinin bunları
okuması istenmişti. Zira, eğer melek, “oku” emriyle, söylediklerini Hz.
Muhammed (a.s.)’in aynen tekrar etmesini kastetmiş olsaydı, kendisinin, “benim
okuma yazmam yoktur” demesi gerekmeyecekti.Ayette, “Yaratan Rabbinin adı ile oku” denilmiştir. Yani,
“Rabbinin adıyla” başka bir deyimle de, “bismillah ile” (Allah’ın adıyla)
okunması istenmiştir. Bu demek oluyor ki, Rasûlullah (a.s.) vahyden önce de
sadece Allahu Teâlâ’yı kendi Rabbi olarak tanıyordu. Bu sebeple, Rabbinin kim
olduğunun açıklanmasına gerek duyulmadı. Aksine, sadece kendi Rabbinin adıyla,
yani, O’nun tanıdığı ve bildiği Rabbinin adıyla okuması istendi. “Yaratan”
kelimesi de dikkate şayandır. Çünkü, burada Allah’ın kimi yarattığı
belirtilmemiştir. Bu ayeti okuyan, zaten ayetten kâinatı ve içindeki her şeyi
yaratan Halik’in adıyla okunması istendiğini kolayca anlayabilir.İkinci ayette, “O insanı bir kan pıhtısından yarattı”
denilmiştir. Görüldüğü gibi, ilk önce, kâinatı yaratandan bahsedilmiş, daha
sonra Yüce Allah’ın, bir kan pıhtısı halinden insanı koskoca bir mahluk olarak
yarattığı açıklanmıştır. Yaradılışın başlangıcı işte böyle olmuştur. “Alak”
donmuş kan veya kan pıhtısı anlamına gelen “alaka”nın çoğuludur. Bu gebeliğin
başındaki durumdur ki, bir insan o sıralarda bir kan pıhtısından başka bir şey
olmuyor. Bundan sonra cenin giderek kan ve et topluyor ve bir bebek şeklini
alıyor, ta ki doğarken her şeyiyle mükemmel ama küçük bir insan oluyor.
[12]Üçüncü ve dördüncü ayetlerde, “Oku, Rabbin sonsuz kerem
sahibidir. O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti” denilmiştir. Yani, Cenab-ı
Allah’ın, insanı küçücük, değersiz ve önemsiz bir durumdan çıkarıp, ilim ve
irfan sahibi yapmış olması büyük bir kerem ve ihsanıdır. İlim ve irfan,
mahlukların en büyük sıfatıdır. Cenab-ı Allah insana sadece okumayı öğretmemiş,
onun elinin kalem tutmasını temin etmiş, ona yazmayı da öğretmiştir. Yazı ve
yazı sanatı, ilmin gelişmesi ve yayılmasına yardımcı olmuş, insanların bilim ve
teknoloji alanında yeni ufuklara yol almasına katkıda bulunmuştur. Yazı ve yazma
sanatı, ayrıca zamanla baskı tekniğine dönüşerek ilim hazinelerinin nesilden
nesile geçmesine ve muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Cenab-ı Allah, insana
ilham yoluyla kalemi ve yazma sanatını öğretmemiş olsaydı, insanın bütün ilmi
çalışmaları ve faaliyetleri bir yerde donup kalacaktı ve bundan nesiller
istifade edemeyecekti.Beşinci ayet şöyledir: “İnsana bilmediğini öğretti”. Yani, insan
aslında yaratılış itibariyle habersiz ve bilgisizdi. İnsan ne kadar bilgi ve
ilim elde edebilmişse Allah’ın inayeti ve merhametiyle elde etmiştir. Fakat,
Allah çeşitli aşamalarda insanlara ilmin kapılarını açmış ve dünya, tabiat ve
kainat’ın bütün sırlarını bir bir onlara açıklamıştır. Aynı şey Bakara sûresinin
Ayet’ul Kürsi’sinde anlatılmıştır:“İnsanlar, O’nun ilminden, O’nun istediğinden başkasını
kavrayamazlar” (Ayet; 255)İnsanların sadece kendi bilgi, ilim ve zekalarıyla elde
ettiklerini sandıkları ilmi keşifler, aslında Allah’ın ihsanıdır. İnsanlar
bunları önceden bilmiyorlardı. Allah kendilerine bilgi ve kavrama yeteneği
vermediği takdirde, hiçbir şeyi bilemeyecek, öğrenemeyeceklerdi. Fakat Allah,
insana bu bilgi ve ilmi hakikatleri, hissedilmeyecek ve belli olmayacak şekilde
vermiştir.Rasûlullah (a.s.)’a inen, bu ilk ayetlerdi. Hazreti Ayşe’nin
ifadesine göre bu öylesine çetin ve ağır bir tecrübe idi ki, Hz. Peygamber
(a.s.) bunlardan fazlasına tahammül edemeyecekti. Bu sebeple, Cenab-ı Allah ilk
etapta ancak bu ayetleri kendisine indirdi. O sırada Hz. Peygamber (a.s.)’e
sadece, daha önceden bildiği ve tanıdığı Rabbinin kendisiyle doğrudan konuştuğu
ve vahiylerin gelmeye başladığı açıklandı. Bundan sonra “Müddessir” sûresinin
ilk ayetleri indi. Bunlarda Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet payesine yükseldiği
ve insanları Allah’a davet etme zamanının geldiği anlatıldı.23.8. İLK VAHYİN KESİN İNİŞ TÂRİHİ
‘Alak sûresinin ilk beş ayetinden müteşekkil ilk vahyin iniş
tarihi nedir? Bu hususta muhaddis ve tarihçiler değişik ifadelerde
bulunmuşlardır. İbn Abdi’l-Berr ve Mes’udi’nin ifadelerine göre, Hz. Peygamber
(a.s.)’in bi’seti (peygamberliği) 41. Am’ul Fil’in 8 Rebiülevvel tarihine
rastlamıştır. İbn-ul Kayyım, “Zâd ul Me’âd” isimli eserinde pek çok sahabe ve
muhaddisin bu tarih üzerinde ittifak ettiklerini kaydetmiştir. Fakat bu tarihi
kabul edenler, Hz. Muhammed (a.s.)’e ilk vahyin inişinden 6 ay kadar önce doğru
rüyaların gösterilmeye başlandığı günden itibaren “bi’set”e eriştiğini sanarak
hesaplamışlardır. Vahy’in inişi hakkında ise en isabetli ifade Kur’an-ı
Kerim’dir, ki şöyledir: “Kur’ân’ın nazil olduğu (indirildiği) ramazan ayı”
(Bakara; 185). Kur’ân-ı Kerim’in bu açık ifadesi diğer bütün tahminleri geçersiz
kılmaktadır. Yani ilk vahiy Hazreti Peygamber (a.s.)’e Rebiülevvel veya başka
aylarda değil, Ramazan’da inmiştir ve dolayısıyla kendisi 41. Am-ul Fil’de
peygamber olmuştur.Kur’ân-ı Kerim’in Ramazan ayında indiği sabit olduktan sonra
sıra kesin tarihinin tesbitine gelmiştir. Bu konuda da çeşitli ve farklı
ifadeler . bulunmaktadır. Bazıları 7 Ramazan tarihini vermektedir. İbn Sa’d bir
yerde 12 ve başka bir yerde İmam Muhammed el-Bâkır’a atfen 17 Ramazan tarihini
yazmıştır. Belazuri de, İmam Muhammed el-Bâkır’ı kaynak göstermiştir. Ayrıca,
Hz. Ayşe (r.a.) de bu tarihi nakletmiştir. Taberî ve İbni Esir; Ebu Kılâbet’ul
Cermi’ye dayanarak 18 Ramazan ve bazıları 19 Ramazan tarihlerini vermişlerdir.
Vâsıla bin el-Eska’, Câbir bin Abdullah ve Ebu-el Cüld’ün rivâyetine göre bu
tarih 27 Ramazan’da Fakat Kur’an-ı Kerim’de “Biz Kur’an-ı Kadir gecesinde
indirdik” denilmiştir. Müslüman ulemanın çoğu, Ramazan’ın son 10 gecesinin
bölünmez gecelerinden herhangi birinin kadir gecesi olduğunda, bazıları ise
bunun 27 Ramazan olduğunda karar kılmışlardır.23.9. KUR’ÂN-I KERİM’İN İNİŞ
TARİHİYLE İLGİLİ MUTEBER HADİSLERBu konuda nakledilen çeşitli muteber ve güvenilir hadisler
aşağıya alınmıştır.Hz. Ebû Hureyre (r.a.)’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
Kadir gecesi hakkında şunları buyurmuşlardır: “Bu gece 27 veya 29 Ramazan
tarihine rastlar”. (Ebu Davûd Tayalisî). Hz. Ebu Hureyre’nin başka bir
hadisine göre, Kadir gecesi, Ramazan’ın son gecesidir (Müsned-i Ahmed).Hz. Ebû Zer (r.a.)’e bu hususla soru yöneltilince dedi ki, Hz.
Ömer, Hz. Huzeyfe (r.a.) ve Rasûlullah (a.s.)’ın diğer sahabeleri, “Kadir
gecesinin 27 Ramazan tarihinde olduğuna” şüphe etmezlerdi (İbn Ebi Şeybe).Hz. Ubâde bin Sâmit (r.a.)’in ifadesine göre Rasûlullah (a.s.)
“Kadir gecesinin, Ramazan’ın son l0 gecelerinden şu bölünmez rakamlı gecelerden
biri olduğunu buyurmuşlardır: 21, 23, 25, 27 ve 29, veya son gece” (Müsned-i
Ahmed).Hz. Abdullah bin Abbas’ın naklettiğine göre Rasûlullah (a.s.)
şöyle buyurmuşlardır: “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinde arayın. Yani,
ayın sona ermesine 9 gün kala, 7 gün kala, 5 gün kala” (Buhârî). Ekseri ulema,
bunun, Ramazan ayının bölünmez rakamlı son geceleri olduğunu anlamışlardır.Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in rivâyetine göre, Kadir gecesi şu
tarihlerde aranmalıdır: Ramazan ayının sona ermesine 9 gün, 7 gün, 5 gün, üç
gün kala veya son günü (Tirmizî, Nesaî).Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir ifadesi şöyledir: “Rasûlullah (a.s.)
buyurdular ki, “Kadir gecesini Ramazan’ın son 10 gecesinin bölünmez rakamlı
gecelerinde aramalısınız” (Buhârî, müslim, Ahmed ve Tirmizî). Hz. Ayşe ile Hz.
Abdullah bin Ömer’in bir başka hadisine göre Rasûlullah (a.s.) ömrünün sonuna
kadar Ramazan’ın son on gecesinde İ’tikâf ederdi.Bu hususta Muaviye, İbn Ömer, İbn Abbas (r.a.) ve diğerlerinin
bazı hadisleri de dikkate değerdirler. İşte bütün bu hadislere dayanarak ulema
ve fakihlerin çoğu 27 Ramazan’ı Kadir gecesi olarak kabul etmişlerdir.23.10. PEYGAMBERLİKTEN SONRA İLK
FARZOLUNAN ŞEY: NAMAZTaberî’nin ifadesine göre Tevhid’in kabulü ve putların reddinden
sonra İslam şeriatına farz olarak giren ilk şey namazdı. İbn Hişâm, Muhammed
bin İshâk’a atıf yaparak Hz. Ayşe’nin bir hadisini nakletmiştir. Buna göre Hz.
Peygamber (a.s.)’e ilk farz olunan şey namazdı. Bu, ilk başta ikişer rek’at
şeklinde idi.’ İmam Ahmed, İbni Lehi’a’ya dayanarak Hz. Zeyd bin Harise’nin bir
hadisini kaydetmiştir. Buna göre, Rasûlullah (a.s.)’a İL: vahiy indikten sonra
Cebrail (a.s.) kendisine gelerek abdest almasını öğretti. İbn Mâce ile Taberânî
(el-Evsât)’de de, aynı hadis az bir değişiklikle naklolunmuştur. Durum, İbn
İshâk’ın şu açıklamasıyla vuzuha kavuşuyor: “Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’nin
yukarısında idi. Cebrail en güzel yüzü ve en güzel kokusuyla Rasûlullah (a.s.)’ın
önüne çıktı ve şöyle dedi: “Ey Muhammed (a.s.) Allah size selâm söylemiştir ve
cinler ile İnsanlar için sizi rasûl tayin ettiğini size iletmemi emretmiştir.
Onun için, siz onları Lâ ilâhe illallah sözüne davet edeceksiniz.” Daha sonra
ayağını yere vurdu. Oradan su fışkırmaya başladı. Cebrail o sudan abdest aldı,
ki Hz. Peygamber (a.s.) namaz kılabilmek için abdestin nasıl alındığını
öğrenebilsin. Sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in de kendisi gibi abdest almasını
söyledi. Daha sonra Cebrail, Rasûlullah (a.s.) ile beraber dört secdeli iki
rek’at namaz kıldı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) oraya Hz. Hatice (r.a.)’yi
getirdi, O’na abdest aldırdı ve onunla birlikte iki rek’at namaz kıldı.” İbn
Hişâm, İbn Cerir ve İbn Kesir de bu hadiseyi aynen nakletmişlerdir.İmam Ahmed, İbn Mâce, Taberânî (el-Evsat) ve diğerlerinin
ifadesine göre, Hz. Usâme bin Zeyd (r.a.) babası Hz. Zeyd bin Harise’ye
dayanarak naklettiği hadiste Rasûlullah (a.s.)a vahyin gelmesinden sonra ilk
olayın, Cebrail (a.s.)’in kendisine abdest almayı öğretmesi olduğunu
açıklamıştır. Cebrail daha sonra namaza kalktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın da
kendisiyle namaz kılmasını istedi. Rasûlullah (a.s.) daha sonra eve geldi ve
Hz. Hatice’ye hadiseyi anlattı. Hz. Hatice sevince boğuldu. Daha sonra Hz.
Peygamber (a.s.) kendisinin abdest almasını istedi ve onu yanına alıp Cebrail’in
öğrettiği gibi namaz kıldı. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayetlerinin Hz. Peygamber
(a.s.)’e inişinden sonra yerine getirilen bu ilk farzdı. Galip ihtimal, bu
olayın, Hira mağarasında ilk vahy’in indiği günün gecesi meydana geldiği
yolundadır. Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice (r.a.) bir süre
gizli olarak namaz kılmaya devam ettiler.İlk müslümanın Hz. Hatice (r.a.) olduğu konusunda ittifak
edilmiştir. Bundan sonra ikinci müslümanın kim olduğu konusunda bazı ihtilaflar
vardır. Bu hususta Hz. Ali, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Zeyd bin Harise’nin adları
geçmektedir. Fakat, Hz. Hatice’den sonra bu zevatın da İslam dinini kabul eden
ilk üç kişi olduğu kesindir.[13]Hz. Ali’nin İslâmı kabul etmesiyle ilgili vak’a Hafız İbn Kesir
ve İbn İshâk’ın eserlerinde ayrıntılı biçimde yer almıştır. Bunu şöyle
özetleyebiliriz. Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’nin gizlice namaz kılmaya
başlamalarının ertesi günü Hz. Ali (r.a.) onları namaz kılarken gördü. Ne
yaptıklarını sordu. Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Bu Allah’ın dinidir. Bunu
Allah kendisi için benimsemiş ve bununla beraber peygamberlerini göndermiştir. O
halde, seni Allah’ı tek olarak tanımaya ve Lât ile Uzza’yı reddetmeye davet
ediyorum”. O sıralarda yaşı sadece 10 olan Hz. Ali, “ben böyle bir şeyi ilk defa
duyuyorum. Benim bu hususla herhangi bir adım atmamdan önce babamın onayı
gerekmektedir.Önce onun fikrini alayım.” Rasûlullah (a.s.) o sırada sırrının
ortaya çıkmasını istemiyordu. Bu yüzden, “eğer bu dini kendi başına kabul
etmiyorsan bunu başkalarından gizli tut” diye öğütte bulundu. Hz. Ali o gece
beklemeyi uygun buldu. Ama Allah O’nun kalbinde İslam sevgisini doğurdu. Bu
suretle sabah Rasûlullah (a.s.)’a giderek, “dün beni neye davet etmiştiniz?”
diye sordu. Rasûlullah (a.s.) “senin Allah’ı tek ve ortaksız olarak kabul etmeni
ondan başka bir ilah olmadığını kabul etmeni, Lât ile Uzza’yı reddetmeni ve
Allah’a ortak koşulan diğer bütün varlıklardan bağını koparmanı istemiştim”
dedi. Hz. Ali bu nasihatı derhal kabul etti, ama babası Ebu Tâlib’ten korktuğu
için müslümanlığını bir müddet gizli tuttu. Bu süre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
ile birlikte namaz kılmaya devam etti.İmam Ahmed, İbn Cerir Taberî ve İbn Abdi’l-Berr, Afif Kindi
(r.a.)’nin (Eş’as bin Kays’ın amca oğlu) bir rivâyetini nakletmiştir ki,
şöyledir: Abbas bin Abdulmuttalib benim eski dostumdu ve ekseriya Yemen’e
gelip ıtır satın alır ve Hac mevsiminde satardı. Bir defasında Hac mevsiminde
O’nunla Mina’da buluştum. Aradan fazla bir zaman geçmeden çok yakışıklı ve
cazip bir erkek gelip abdest aldı ve namaza kalktı. Daha sonra bir kadın geldi
ve o da abdest alıp namaz kılmaya başladı. Daha sonra, henüz bülûğa ermemiş bir
erkek çocuk geldi ve abdest alarak ilk erkeğin yanında durarak namaz kılmaya
başladı. Ben sordum: “Ey Abbas bunlar ne yapıyorlar? Bunlar hangi dine
bağlıdırlar? Vallahi, ben böyle bir şey daha önce görmedim.” Abbas dedi ki: “Bu,
benim kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib’tir. Allah’ın
kendisini rasûl olarak tayin ettiğini iddia etmektedir. (Başka bir rivayete
göre, o İran ile Bizans’ın hazinelerini talan edeceğini iddia etmektedir). Küçük
çocuk ise benim yeğenim, Ali bin Ebi Tâlib’tir. Bu çocuk da onların dinini kabul
edip onlarla beraber hareket etmektedir. Kadın ise Muhammed (a.s.)’in
zevcesidir. O da kocasının dinini kabul etmiş ve ona itaat etmeye başlamıştır.”
Daha sonra Afif Kindi, müslümanlığı kabul ettikten sonra devamlı şöyle diyerek
hayıflanırdı: “Keşke dördüncü müslüman ben olsaydım.”İbn Hişâm ile İbn Cerir’in ifadelerine göre, daha sonra bir
defasında Ebu Tâlib de oğlu Ali’nin namaz kıldığını gördü. “Oğlum, bu nedir?”
diye sorunca, Hz. Ali (r.a.) kendisine şu cevabı verdi: “Babacığım, ben Allah’a
ve O’nun Rasulüne (Hz. Muhammed (a.s.)’e iman etmiş bulunuyorum. Ben onların
doğru olduğunu kabul ettim ve şimdi de onlarla beraber namaz kılıyorum. Ebu
Tâlib de, “O senin iyiliğinden başka bir şey istemez yavrum. Sen O’na bağlı kal”
diye nasihatte bulundu. İbn Kesir ise Ebu Tâlib’in şöyle dediğini nakletmiştir:
“Amcazadenin yanında kal ve O’na yardımcı ol.”Hz. Ebû Bekr’in İslamiyet’i kabul etmesi hadisesini Zürkâni
“Şerh-i Mevâhib’te şöyle anlatmıştır. Hz. Ebu Bekr, Hz. Hatice’nin yeğeni Hakim
bin Hizam ile beraber otururken yanına Hâkim’in hizmetçisi gelerek şunları
anlattı: “Teyzeniz bugün diyordu ki, kocası Hz. Musa gibi Allah tarafından
gönderilen bir nebi’dir”. Bu sözleri dinler dinlemez, Hz. Ebu Bekr doğru
Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve hizmetçinin dediğinin doğru olduğunu
öğrenir öğrenmez hiç tereddüt etmeden müslüman oldu. İbn İshâk’ın, Abdullah bin
Husayn el-Temimi’ye dayanarak anlattığı rivâyete göre, Rasûlullah (a.s.) şöyle
buyurdular: “Ben her kime İslam diniyle ilgili daveti verdimse biraz tereddüt
etti ve düşünceye daldı. Fakat Ebû Bekr tereddüt etmeden müslüman oldu.
Kendisine İslam davetini verir vermez, hiç düşünmeden ve tasalanmadan
İslamiyet’i kabul ediverdi.”Hz. Zeyd bin Harise’nin müslüman oluşuyla ilgili tafsilât tarih
veya siyerlerde mevcut değildir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, kendisi 15
seneden beri Rasûlullah’ın hizmetinde idi ve ailenin bir ferdi haline gelmişti.
Her gün ve her zaman evde olduğu için Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’yi
namaz kılarken görmüş bulunması ve daha sonra da müslümanlığı kabul etmiş
olması kuvvetle muhtemeldir.Bu olaylar gösteriyor ki, Hazreti Peygamber (a.s.)’den ilk
etapta İslamiyet’le ilgili çalışmalarını gizli tutması Cenab-ı Allah tarafından
istenmiş olmasına rağmen kendisi ve Hz. Hatice’nin yakın akrabaları kendilerinin
ne yaptıklarını ve ecdadlarının dinlerini reddedip yeni bir dine bağlanmış
olduklarım öğrenmişlerdi. Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik iddiasında
bulunduğu, peygamberliğini ve yaymaya başladığı yeni dini sadece aile efradı
değil, bazı yakın akraba ve arkadaşlarının da kabul ederek O’nun gibi ibadet
etmeye başladıklarını görüyorlardı. Fakat, bu çalışmalarla ilgili bilgi ilk önce
düşmanlarına değil dostlarına ve onun hakkında iyi düşünenlere, onu seven ve
sayanlara intikal ettiği için onlar da meselenin fazla dal budak salmasını
islemediler ve Hakk’a davetin bir müddet sır olarak kalmasını sağladılar. Çünkü
böyle olsaydı, İslâmiyet’e muhalefet ve düşmanlık zamanından önce başlamış
olacaktı.23.12. NÜBÜVVETİN İLK ÜÇ YILINDA HZ.
İSRAFİL, RASÛLULLAH (A.S.)’I EĞİTMEKLE Mİ GÖREVLENDİRİLMİŞTİ?İbn Cerir, tarih kitabında, İbn Sa’d “Tabakatta, Kastallanî
“Mevâhib’ul Ledünniye”de ve Zürkanî, “Şerh-i Mevâhib”de İmam Şabi’nin şu
sözlerini nakletmişlerdir. Peygamberliğinin ilk üç yılında Hz. Muhammed
(a.s.)’in eğitilmesi için Hz. İsrafil (a.s.) görevlendirilmişti.Hz. İsrafil vahiy getirmiyordu. Zira vahiy getirme vazifesi Hz.
Cebrail’e aitti. İsrafil, Hz. Peygamber (a.s.)’i başka türlü eğitiyor ve doğru
yolu gösteriyordu.[14]
İmam Ahmed bin Hanbel, Yakûb bin Süfyân el-Hâfız ve Beyhaki de İmam Şa’bi’nin bu
rivâyetini nakletmişlerdir ve onun devrine kadar gösterdikleri kaynak ve isnat
da doğrudur. Ne var ki, İmam Şa’bi’ye bu rivâyetin nasıl ulaştığı iyi
bilinmiyor. Zira kendisi Hz. Peygamber (a.s.)’e kadar olan kaynaklar zincirini
göstermemiştir ve bu hususta güvenilir ve inanılır senet de ortaya koymamıştır.
İbn Sa’d ile İbn Cerir ise, Vakıdi”nin bu rivâyeti kabul etmediğini ve Hz.
Peygamber (a.s.)’in yanında Cebrail’den başka bir meleğin bulunduğunu
kesinlikle reddettiğini belirtmişlerdir.Doğrusunu söylemek gerekirse, bu öyle bir meseledir ki, bu
hususta farklı ifadeleri olduğu gibi kabul etmekten başka çaremiz yoktur. Olay
ne tamamıyla kabul ne tamamıyla reddedilebilir. Olay reddedilemez, çünkü İmam
Şa’bi tanınmış ve güvenilir bir muhaddistir ve naklettiği rivayet de bir çırpıda
reddedilecek mahiyette değildir, Fakat aynı zamanda olay inkâr edilmez bir
gerçek gibi de kabul edilemez. Zira, anlatılan hadisin kaynakları hayli kuvvetli
cinsten değildir ve bu bakımdan bunun kabulü şart değildir. Bu olay ihtimal
dahilindedir de. Zira, peygamberlik makamına getirildikten hemen sonra Hz.
Muhammed (a.s.)’in söz ve hareketlerindeki önemli değişikliğin, bilgi
hazinesindeki büyük ve ani artışın, hadis ve siyerleri dolduran hikmetli
sözlerinin ve insan hayatının hemen hemen her alanını ilgilendiren dahiyane
nasihatlerinin ilâhi ve insanüstü bir kaynağı olması kuvvetle muhtemeldir. Bu
akıl, zekâ ve hikmetin İncileri mutlaka gaipten gelmişti ve bunların Hz.
Muhammed (a.s.)’e ulaştırılması için Cenab-ı Allah’ın İsrafil’i görevlendirmiş
olması imkânsız değildi.23.13. VAHYİN ARASININ KESİLMESİ
İlk vahy’in gelişinden sonra uzun bir müddet Hz. Cebrail ikinci
bir vahiy getirmedi. Bu ara uzadıkça Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
üzüntü ve ıstırabı anmaya başladı. Bu devre içinde Hz. Peygamber (a.s.)
kendisinden öyle geçiyordu ki, bazen Sebir (Mekke yakınlarındaki bir tepe)
dağına ve bazen Hira tepesine giderek oradan kendisini atmak istiyordu.
Günlerden bir gün yine kendisinden geçmiş bir durumda bir dağın tepesine
tırmanmayı düşünürken gökten bir ses geldiğini fark etti ve olduğu yerde durdu.
Başını yukarıya kaldırıp bakınca Cebrail’in gök ile yer arasında bir makama
oturduğunu gördü. Cebrail o sırada kendisine şöyle dedi: “Ya Muhammed, sen
muhakkak Allah’ın rasûlüsün ve ben de Cebrail’im”. İbn Sa’d bu olayı Hz.
Abdullah bin Abbas’a dayanarak kendi tefsirinde ve Abdurrezzak, İmam Zühri’ye
dayanarak “el-Müsannif’ adlı eserinde nakletmişlerdir. Buhârî ile Müslim ve
Müsned-i Ahmed’de de. bunun ayrıntıları vardır.İmam Zührî’nin rivâyeti şöyledir: “Oldukça uzun bir müddet Hz.
Peygamber (a.s.)’e herhangi bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde Rasûlullah
(a.s.) öylesine üzüntülü ve ıstıraplıydı ki, bazen dağların tepesine çıkarak
kendisini aşağıya atıp intihar etmeyi aklına getirirdi. Fakat Hz. Peygamber (a.
s.) ne zaman bir dağın tepesine çıksa, hemen Cebrail (a.s.) görünür, kendisinin
Allah’ın rasûlü olduğunu hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi bir nebze de
olsa dinmiş olurdu” (İbn Cerir).İmam Zührî bundan sonra Hz. Câbir bin Abdullah’ın şu hadisini
nakletmiştir: “Rasûlullah, vahiylerin arasının kesildiği devreden bahsederken
şunları buyurmuşlardı: “Bir gün yoldan geçiyordum. Birden bire gökten bir ses
geldiğini duydum. Başımı kaldırıp yukarıya baktım. Hira mağarasında bana gelen
meleğin gök ile yer arasındaki boşlukta bir makama oturduğunu gördüm. Bu
vaziyeti görünce dehşet ve korkuya kapıldım ve eve gidip ‘beni örtün, beni
örtün’ dedim. Evdekiler dediğimi yaptılar ve beni bir örtüye sardılar. O sırada,
Cenab-ı Allah bana “Yâ Eyyühel müddessir” sözleriyle başlayan ayetleri nazil
etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı gelmeye başladı.” (Buhârî, Müslim,
Müsned-i Ahmed, İbn Cerir).23.14. MÜDDESSİR SÛRESİNİN İLK 7
AYETİNİN İNÎŞÎVelhâsıl, ilk vahiyden sonraki ara sona erdi ve vahiyler tekrar
gelmeye başladı. Gelen ikinci vahiy Müddessir sûresinin ilk 7 ayetinden
müteşekkildi. Bu ayetlerde Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik makamına
getirildiği açıklanarak bu makam ve mevkiin gereği olarak kendisinin yapacağı
vazifelerden bazıları anlatılmıştı. Burada şu noktaya işaret etmekte fayda
vardır ki, Alak sûresinin ilk beş ayeti sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Allah
tarafından vahiylerin gelmeye başladığını ve kendisinin Allah’ın Rasûlü olarak
seçildiğini ortaya koyuyorlardı. Müddessir sûresiyle ise Hz. Muhammed (a.s.)’in
bir peygamber olarak ne gibi işler yapması gerektiği belirtilmişti. Bu sûrede
Hz. Peygamber (a.s.)’in insanlara Allah’ın mesajını iletmesi ve onları İslâm’a
davet etmesi de istenmişti. Bazı hadislerde Müddessir’in ayetlerinin, Kur’an-ı
Kerim’in ilk ayetleri olduğu bile söylenmiştir. Nitekim, Buhârî, Müslim, Tirmizî
ve Müsned-i Ahmed’de bu hususta Hz. Cabir bin Abdullah Ensarî’nin naklettiği
sarih ve bariz hadis vardır. Fakat müslüman ümmet, hemen hemen ittifakla, Alâk
sûresinin ilk beş ayetini Hz. Muhammed’e inen ilk vahiy olarak kabul etmiş
durumdadır. Bundan sonra İbn Esir, Müddessir sûresinin inişine kadar vahiylerin
arasının kesildiğini beyan etmiştir. Daha sonra vahylerin muntazaman gelmeye
devam ettiğini kaydetmiştir. Bizzat Hz. Câbir bin Abdullah Ensari’nin İmam Zührî
tarafından nakledilen hadisine göre, Müddessir’in ilk 7 ayetinin inişinden önce
Rasûlullah (a.s.), Hira’da kendisine gelen meleği yerle gök arasında bir makamda
otururken görmüştü. Bu hadisi biz yukarıda nakletmiş bulunuyoruz.23.14.1.
Müddessir Sûresinde Verilen TalimatŞimdi Müddessir sûresinin söz konusu ayetlerini tek tek
inceleyelim ve bu ayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’e ne gibi talimatın verildiğini
görelim: “Ey bürünüp sarınan (Habibim)” (ayet; 1)Burada, Hz. Peygamber (a.s.)’e neden “Ya Rasûl” veya “Ya Nebi”
değil de “Yâ Müddessir” (elbisesine sarınan) olarak hitap edilmiştir? Bu
hitabet şeklini anlamamız için Hz. Peygamber (a.s.)’in o zamanki durumunu
gözümüzde canlandırmalıyız. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (a.s.) üzüntü içinde
yolunu katederken birden bire bir ses duymuş, başını sesin geldiği istikamete
doğru çevirince Cebrail’in dehşet verici görüntüsüyle karşılaşmıştı. Hz.
Peygamber (a.s) bu görüntü ve olaydan sonra hayli sarsılmış bir vaziyette eve
gitmiş ve kendisinin örtülmesini istemiştir. Bunun üzerine bir örtüye
sarılmıştı. İşte bu sebeplen dolayıdır ki, Cenab-ı Allah kendisine “ey bürünüp
sarınan” olarak hitap etmiştir. Bu, aslında hitap etmenin gayet nazik ve sevgi
dolu şeklidir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, “ey sevgili kulum ve rasûlüm, sen
neden korkuyor ve kendini örtüye sarıyorsun? Şimdi, sarınma ve örtünme zamanı
değildir. Sana büyük ve onurlu bir görev verilmiştir ve bunu yerine getirmek
için bütün gücünle ortaya çıkmalı ve sesini duyurmalısın.”“Kalk ,kâfirleri inzâr et” (Ayet;
2)
Bu, Hz. Nûh (a.s.)’un da peygamberlik payesine yükseldikten
sonra kendisine verilen emrin hemen hemen aynısıdır. Hz. Nuh’a şöyle
denilmişti: “Gerçekten biz Nuh’u, kavmini kendilerine elem verici azab
gelmezden evvel, korkut diye kavmine gönderdik.” Yukarıdaki ayette de Cenab-ı
Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’e diyor ki, “ey örtünen habibim, kalk ve etrafındaki
cehâlet ve dalâlet manzarasına bir bak. Bu İnsanlar büyük bir gaflet
içindedirler, onları uyandırmak ve uyarmak senin görevindir. Eğer onlar
gafletlerinde ısrar ederlerse kendilerini korkunç bir azab beklemektedir.
Onları böyle bir akıbete uğramaları konusunda uyar ve ikaz et. Onlar sahipsiz
bir dünyada yaşamıyorlar ve bu sebeple keyfî ve başı boş hareket edemezler.
Yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir.”“Rabbini yücelt.” (Ayet;
3)
Bu, bir nebinin dünyada yapması gereken ilk ve en büyük
vazifesidir. Bir peygamber ilk önce, insanlara “tevhid”i öğretmelidir. Cahil
insanların Allah’a ortak koştukları her türlü tanrı, tanrıça ve putları
reddetmeli ve bunu olanca gücüyle dünyaya duyurmalıdır. Bu dünyada ve kâinatta
en büyük ve en yüce olan varlık sadece ve sadece Allah’tır. Bu sebepten
dolayıdır ki, İslâm’da “Allah-u Ekber” (Allah Büyüktür) deyimine büyük
ehemmiyet verilmiştir. Bilindiği gibi ezan’ın ilk sözleri budur. Namazda da
müslümanlar ilk önce Allah’ın yüceliğinden söz ederler sonra diğer dualarını
yaparlar. “Allah büyüktür” deyimi namazda defalarca tekrarlanır. Bir müslüman
bir hayvanı keserken de ilk önce, “Bismillah, Allahu Ekber” der. Tekbir
getirmek, yani “Allah-u Ekber” demek bugün dünyada müslümanların en büyük şiârı
olup hemen hemen “en önemli sloganları” haline gelmiştir. Zaten müslüman ümmetin
kurucusu Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) o büyük işe “Allah-u Ekber” diyerek
başlamıştı.Burada çok ince bir noktaya daha işaret etmek isteriz. Bu
ayetlerin inişi gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.)’ın ilk kez risâlet
(peygamberlik) gibi büyük ve azametli bir vazifeyi yerine getirmesi istenmişti.
Şurası da unutulmamalıdır ki, ikamet ettiği şehir ve içinde bulunduğu toplum
şirkin merkeziydi. Mekkeliler ve Kureyşliler sadece diğer Arap’lar gibi kâfir ve
müşrik değillerdi, onların başka bir özelliği de vardı. Onlar Arapların dini
lideri durumunda idiler. Mekke ve Ka’be müşrik Arapların kutsal bir uğrak
yeriydi ve bunların koruyucusu Kureyşlilerdi. İşte böyle bir karanlık ortamda ve
dinsizlikle putperestliğin tam merkezinde Hz. Muhammed (a.s.)’in Hak dininin
bayrağını açması istenmişti. O’na müşrikler arasında tevhid ve risâlet’in
mesajını yayması emrolunmuştu. Bu sebeplen dolayıdır ki önce “müşrikleri inzâr
et” denildi ve hemen ardından “Rabbini yücelt” diye emrolundu. Bu sözler, Hz.
Peygamber (a.s.)’in, Hak yolunda karşılaşabileceği her türlü engelleri ezip
geçmesi için kendisine cesaret verme amacını ve anlamını da taşıyordu. Cenab-ı
Allah Hz. Peygamber (a.s.)’e demek istiyordu ki, “karşılaştığın güçlük ne kadar
büyük olursa olsun telaşlanma ve tasalanma. Çünkü en büyük Allahu Teâlâ’dır ve
O her zorluğu kolaylaştırabilir.” Aslına bakılırsa, Cenab-ı Allah’ın Hz.
Peygamber (a.s.)’e verdiği en büyük teminattı bu. Her kim olursa olsun,
Allah’ın kudreti ve kuvvetine gönülden inandığı takdirde her türlü muhalefete ve
engele karşı koymaktan çekinmez.“Elbiseni temizle”. (Ayet;
4)
Bunlar çok özlü ve anlamlı sözlerdir. Anlamları çok geniştir.
Bunların bir anlamı “üstünü başını temiz tut. Zira elbise ile vücut etle tırnak
gibidirler ve her ikisinin temiz olması gerekir. Temiz ruh temiz vücudu da
gerektirmektedir. Temiz bir ruh pis bir vücut ve kıyafette rahat edemez.”
Rasûlullah (a.s.)’ın İslam davetini tebliğe başladığı toplumun sadece akide ve
ahlâkı bozuk değildi, temizlik anlayışı da yok denecek kadar azdı. Araplar
pislik içinde yaşıyor, temizliğin ne olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Peygamber
(a.s.)’in onlara temizlik ve tahâret dersi vermesi gerekiyordu. Bu temizlik hem
maddi hem manevî açıdan olacaktı. Bu itibarla, günlük hayatında da Hz. Muhammed
(a.s.)’in temizliğin en iyi örneklerini vermesi istendi. Gerçek şu ki, Hz.
Peygamber (a.s.), vücut ve elbise temizliği konusunda öylesine ayrıntılı öğreti
ve öğütlerde bulunmuş ve kendi davranışlarıyla öyle güzel örnekler vermiştir
ki, sadece cahiliyye dönemi Arapları bunlardan ders almakla kalmadı, çağımızın
insanları da bu hususta pek çok şey öğrendiler. Temizlik, İslâmiyet’le öylesine
özdeşleşmiştir ki, müslüman uluslarda var olan “tahâret” (temizlik) gibi,
temizliğin her türlüsünü ihtiva eden geniş anlamlı bir kelime bugün dünyanın
başka bir dilinde yoktur. Buna mukabil, İslâm’ın temelini oluşturan hadis ve
fıkıh kitaplarında yer alan ilk emir ve öğretiler temizlikle ilgili olup,
“Kitab’ut-Tahâret” ismi alımda toplanmışlardır. Bu bölümlerde pislik ve
temizlik arasındaki farkların yanı sıra, temiz olma ve temiz kalmanın çeşitli
yolları da ayrıntılı biçimde dile getirilmişlerdir.Yukarıdaki ayetin bir anlamı da, “elbiseni temiz tut” olabilir.
Ruhbanlık ile ilgili kavramlar dindarlık ve Allah’a yakınlık hakkındaki
inançları saptırmıştı. Rahipler ve ruhban sınıfı, bir insanın kılık kıyafetine
boş verme fikrini yaygınlaştırmışlardı. Onlara göre kimin elbisesi ne kadar pis
ise o şahıs o kadar dindar ve Allah’a yakın bir kuldu. Eğer bir kişinin
elbisesine dikkat ettiği veya temiz bir kıyafette bulunduğu görülüyorsa, derhal
onun dünya sevgisine kapıldığına hüküm veriliyordu, halbuki, insan tabiatı
pislik ve kirliliğe karşıdır. Medeniyet ve sosyal kaynaşmaya inanan bir kişi
ancak temiz bir insana yaklaşabilir. Pasaklı ve pis İnsanlar, medeni ve kültürlü
kişileri tiksindirir. Bu sebeple, insanları Allah’a davet eden bir kişinin de
kılık kıyafeti bakımından tertemiz olması istendi, ki böylece millet ona
saygıyla baksın ve ona yaklaşırken herhangi bir şekilde tiksinti duymasın.Bu ayetin üçüncü anlamı şudur: “Elbiseni ahlâki ayıplardan temiz
tut”. Yani Hz. Peygamber (a.s.)’in elbisesi, temiz olmakla beraber gösterişli
ve nefret uyandırıcı olmamalıydı. Toplumun inanç ve geleneklerine ters
düşmemeliydi. Zenginlik ve bolluğun simgesi olmamalıydı. Aksine sade ve ahlâk
kurallarına uygun ve hayaları örtücü olmalıydı. Aslına bakılırsa elbise ve
kıyafet bir kişinin şahsiyetinin aynasıdır. Biz bir kişiyle ilk önce tanışırken
onun kılık kıyafetine dikkat ederiz. Üstü başı temiz ve kıyafeti düzgün ise
onun görgülü ve kültürlü bir insan olduğuna karar veririz. Bazı kimseler ilk
bakışta bir kişinin elbisesine göre şahsiyetini tesbit etmiş olurlar. Nitekim
ağa ve paşaların kıyafeti başka, ruhbanların kıyafeti başka, gösterişli ve
kibirli kişilerin elbisesi başka, fakir ve berduşların elbisesi başka, yine
kabadayı ve avare insanların elbisesi başka olur. Gayet tabii ki bir peygamber
ve Allah’a davet eden kişinin elbisesi de değişik olmalıdır. Bu kişinin tabiatı
ve ruh temizliği kıyafetine de yansımalıdır.Bu ayetin bir diğer anlamı da şudur: “Elini eteğini kötü
şeylerden uzak tut.” Yani, kötülüklerden uzak dur, eteğine leke sürülmesin.
Arapçada eteğin temiz tutulması, kötülüklerden ve ahlâkî bozukluklardan uzak
kalmak anlamına gelir. Bir kişinin eteğinin temiz olduğu söylendiği zaman, onun
güzel ahlâklı olduğu anlaşılır. Nitekim, İbn Abbas, İbrahim Neha’î, İmam Şa’bî,
Atâ, Mücahid, Katade, Sa’id bin Cübeyr, Hasan Basrî ve diğer tanınmış muhaddis
ve müfessirler söz konusu ayetteki sözleri bu anlamda almışlardır. Bu zevata
göre, Cenab-ı Allah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’den ahlâkını temiz tutmasını ve her
türlü kötülüklerden kaçınmasını istediğini belirtmişlerdir.“Günah’tan sakın.” (Ayet;
5)
Bu ayette “günah” olarak tercüme ettiğimiz kelimenin sözlük
anlamı “pislik”tir. Bu pislik hem vücutça hem kafaca olabilir. Ama ağırlık
manevî pisliğe verilmiştir. Yani, akide, inanç, düşünce, ahlâk, davranış ve
felsefedeki kötülük ve saplantılar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki, “Ey
Muhammed, (a.s.) etrafında toplumun işlediği ne kadar kötülük ve günahlar varsa
onlardan sakın. Bu pisliklerden eteğini temiz tut. Böylece, kimse, senin de
başkaları gibi bataklığa düştüğünü iddia etmesin.”“iyiliği, çoğu isteyerek yapma.” (Ayet;
6)
Bu kelimeler o kadar geniş anlamlıdır ki, bunları bir cümleye
sığdırmak mümkün değildir. Bunların bir anlamı şudur. “Kime iyilik yapıyorsan,
tasasız ve düşüncesiz yap. Bir ard niyetle hareket etme veya bir çıkar düşünme.
Senin ihsan, bağış, cömertlik ve iyiliğin, sadece ve sadece Allah için
olmalıdır. Bir kişiye ihsanda bulunuyorsan, bunun karşılığını bekleme ve
herhangi bir dünyevi çıkar elde etmeyi düşünme, iyiliğin ve ihsanın karşılıksız
olmalıdır. Başka bir deyimle iyiliği Allah rızası için yap.” Bu sözlerin başka
bir manası şöyle izah edilebilir: “Nübüvvet sayesinde sana verilen görev ve
sorumluluk şüphesiz çok büyüktür. Fakat bunu insanlara fazla büyüterek gösterme.
Bunlardan nefsine menfaat temin etmeye çalışma.” Bir üçüncü manası da şudur.
“Gerçi sen çok büyük bir görev yapıyorsun. Fakat bunu gözünde fazla büyütme. Bu
görev yüzünden gururlanma ve boyundan büyük işler yapmaya kalkışma, gereksiz ve
yersiz taleplerde bulunma. Ayrıca, yerine getirmekte olduğun peygamberlik
vazifesini, Rabbine bir iyilik yapıyorum diye kabul etme. Yaptığın iş büyüktür
ama buna dayanarak Allah’a olur olmaz şeyler için talepte bulunma.”“Rabbinin (rızası) için (eza ve cefaya) sabret.” (Ayet;
7)
Yani, Hz. Peygamber (a.s.)’e deniliyor ki, “sana verilen görev
çok büyük ve ağırdır, ayrıca çok da tehlikelidir. Bu vazifeyi ifa ederken bin
bir zorluk ve muhalefetle karşı karşıya gelebilirsin. Senin kavmin sana düşman
olacaktır. Halta bütün Arabistan sana karşı birleşecektir. Fakat, sakın
muhalefet rüzgârları senin azmini ve cesaretini kırmasın. Vazifeni kararlı ve
azimli bir şekilde ifâ etmelisin. Seni yolundan caydırmak için her türlü
silahlar denenecektir. Seni korkutacaklar, kandırmak isteyecekler, para, pul ve
mevki vaadedecekler ve sana eziyet edecekler. Hak, yolu da kâh dostluk ve sevgi,
kâh kin, nefret ve tertiple karşılaşacaksın. Ama ne olursa olsun, sabredeceksin
ve tutumunda zerre kadar değişiklik yapmayacaksın.”İşte, Cenabı Allah’ın, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya, “haydi
İslam’ı tebliğ etmeye başla” dediği zaman O’na verdiği diğer mühim talimat
bunlardan ibaretti. Bu küçük ama anlamlı cümleleri gözden geçiren bir kişi, bir
peygamberin tebliğine başladığı sırada bundan daha güzel ve hikmetli sözlerin
söylenemeyeceğini anlamış olacaktır. Bu ufacık cümlelerde Hz. Muhammed (a.s.)’in
ne iş yapacağı, bu işin mahiyetinin ne olduğu, ne amaçlar taşıdığı ve hangi
düşünce ve felsefe ile yapılacağı ve ayrıca, bu iş yapılırken ne gibi zorluk ve
güçlüklerle karşılaşacağı tek tek anlatılmıştır. Allah’ın dinine ve Kur’an’ına
iman etmemiş olan kişilerin, vahyin Allah tarafından gelmediğini ve vahy olarak
belirtilen kelimelerin aslında Hz. Peygamber (a.s.)’in haşa sara nöbetine
tutulduğu sırada ağzından çıkan sözler olduğunu iddia ettiklerini çok iyi
biliyoruz. Ama biz bu, ard niyetli kişileri, gözlerini açıp yukarıda zikrolunan
ayetleri incelemeye davet ediyoruz. Bu kişiler kendileri karar versinler.
Bunlar sara nöbetine tutulan bir kişinin sözleri midir, yoksa Hakim ve Habir
olan Yüce Allah’ın sevgili peygamberine nübüvvet makamına getirdiği sırada
verdiği hikmetli kelâmı mıdır?23.15. VAHYİ ALMA VE AKTARMA EĞİTİMİ
Daha önce Hz. Cabir bin Abdullah’a dayanarak, vahyin arasının
kesildiği ve Müddessir sûresinin Hz. Peygamber (a.s.)’e inmesinden sonra
vahiylerin mütemadiyen gelmeye başladığına işaret ettik. Fakat ilk zamanlarda
Hz. Peygamber (a.s.) vahiyleri kabul etmekte bazı güçlükler çekerdi. Bazen
vahiy gelirken, bunu unutmamak endişesiyle ezberlemeye çalışır, bazen da vahiy
devam ederken bazı kelime ve cümlelerin anlamını sormaya başlardı. Vahiylerin ve
peygamberliğin bu ilk devresinde, Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri nasıl kabul
etmesi ve kullanması gerektiği konusunda eğitilmesi gerekiyordu.Nitekim, Tâhâ sûresinde şöyle buyurulmuştur: “Hak Melik olan
Allah yücedir. Sana vahyi tamamlanmazdan evvel Kur’an’ı okumada acele cime,
‘Rabbim, ilmimi artır’ de”. (Ayet; 114) Burada kullanılan kelime ve ifadeye
dikkat edildiği takdirde, “Hak melik olan Allah yücedir” cümlesiyle konuşmanın
bittiği ve bundan sonra meleğin Hz. Muhammed (a.s.)’in yanından ayrılırken
kendisini ikaz ettiği anlaşılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, vahiy sırasında melek,
gördüğü bir şey ile ilgili olarak Hz. Muhammed (a.s.)’i gizlice ikaz etmeye
çalışmış. Allah’ın kelâmı sona erdikten sonra da Hz. Peygamber (a.s.)’i açıkça
uyarmıştır. Bu ikaz ve uyarı nasıldı ve ne ile ilgiliydi? Bunu ayetle
kullanılan kelimelerden anlayabiliyoruz. Galip ihtimal şu ki, vahiy geldikten
sonra Hz. Peygamber (a.s.) bunu ezberlemeye ve tekrarlamaya çalışmış ve bunu
yaparken de dikkati dağılmıştı. Bunun sonucu olarak vahyin aktarılması biraz
aksamış, Hz. Peygamber (a.s.) vahyin bazı bölümlerine ve kelimelerine dikkat
edememiş, bu durumu gören melek Allah’a haber vermiş ve Allah da kendisine bu
hususta gereken eğitimin sağlanmasını istemiştir.Kıyâme sûresinin inişi sırasında aynı durumla karşılaşılmıştı.
Bu sebepten dolayıdır ki, sûrede, bahsedilen konudan ayrılarak Hz. Muhammed
(a.s.)’in ikaz edilmesine lüzum görüldü. Meselâ şu satırlara bakın: “Onu acele
(kavrayıp ezber) etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun
toplanması ve onu okutmak bize aittir” (Ayet; 16-17).[15]
A’lâ sûresinde de Hz. Muhammed (a.s.)’in vahiyleri ezberlemek için
telaşlanmasına gerek olmadığı ve icabında bunların kendisine tekrarlanacağı
belirtildi.[16], Vahiylere alıştıktan ve bu konuda bir hayli tecrübe sahibi
olduktan sonra, Hz. Peygamber (a.s.)’in eski heyecanı ve endişesi geçti ve daha
sonraki vahiyler sırasında kendisine herhangi bir ikazda bulunulmadı.23.16. GİZLİ TEBLİĞİN ÜÇ YILLIK
DÖNEMİCenab-ı Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamberlik makamına
getirdikten ve Hak dinini yaymaya başlamasına emir verdikten sonra Hz.
Peygamber (a.s.) tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Aksine bu
hususta temkinli, ihtiyatlı ve akıllı davrandı. Hak dinine davetini ilk önce
mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı ve bu gizli çalışmalar üç sene devam
etti. Hz. Muhammed (a.s.), peygamberliğinin ilk üç yılında İslâm dinini ruhları
temiz,, kalpleri temiz, doğru, dürüst ve tevhide yatkın kişiler arasında yaymaya
çalıştı. Bu temiz ve salih kişiler delil, burhan, telkin ve karşılıklı fikir
alış verişi sayesinde kısa süre içinde İslâm camiasına girdiler. İslâmiyet’i
kabul edenlerden de dinlerini ve ibadetlerini bir süre gizli tutmaları
isteniyordu. Zaten Allahu Teâlâ da o zamana kadar dinin alenen açıklanmasını ve
tebliğinin yapılmasını istemiş değildi.Gizli tebliğ sırasında Hz. Ebu Bekir’in şahsiyeti ve nüfuzu çok
yararlı oldu.[17]
Taberî ve İbn Hişâm’a göre, Hz. Ebu Bekr son derece nazik, mütevazı, kibar, hoş
sohbet, uysal ve temiz bir kişi olduğu için pek çok kişinin müslüman olmasını
temin etmişti. Arabistan’da Hz. Ebu Bekr kadar iyi şecere uzmanı başka kimse
yoktu. Herkesin hangi soydan, hangi kabileden geldiğini biliyordu. Özellikle
Kureyşlilerden hemen hemen hepsinin geçmişini ve karakterini çok iyi biliyordu.
Zengin bir aileye mensup olduğu için iş ve ticarette herkes O’nun sözünü
dinlerdi. Mesleği olan ticaret ve dürüst alışverişi sayesinde sayısız dostlar
kazanmıştı. Ticaretle ve işleriyle ilgili olarak pek çok kişi O’nun yanına
gelirdi. Hz. Ebu Bekr bunlardan en çok güvendiği kimselere İslam’ı tanıtırdı.
Neticede çok sayıda tüccar ve iş adamı müslüman oldu. Müslüman olan diğer
Araplar da kendi yakın çevrelerinde İslâmiyeti yaymaya çalışırlardı.
Müslümanların sayısı gittikçe artıyordu, ama Allah’tan açık tebliğ emri henüz
gelmemişti. Bu sebeple, müslümanların hepsi Mekke’nin tenha köşelerinde,
dağlarda ve vadilerde namaz kılar ve dinin diğer vecibelerini yerine
getirirlerdi.23.17. DÂR-I ERKAM’DA TEBLİĞ VE
TOPLANTI MERKEZİNİN KURULMASIAradan 2.5 yıl geçmemişti ki, müslümanlar ile Mekkeli müşrikler
arasında büyük ve tehlikeli bir çatışma çıkma ihtimali belirdi. İbn İshâk’ın
rivâyetine göre müslümanlar bir gün Mekke’nin bir tepesinde namaz kılıyorlardı,
o sırada müşrikler bu durumu çok yadırgadılar ve müslümanları azarlamaya,
onlarla alay etmeye başladılar. Münakaşa kavgaya dönüştü ve az kalsın silahlı
çatışma meydana gelecekti. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas, Mekkelilerden birine bir
deve kemiğini attı ve başını yardı. İbn Cerir ile İbn Hişâm bu olayı daha kısa
olarak nakletmişlerdir. Ancak Hafız Ümevi, “Meğazi” isimli eserinde bundan
etraflıca bahsetmiştir. Anlattıklarına göre, başı deve kemiğiyle yarılan kişi
Beni Teym’e mensup olan Abdullah bin Hatal’dı. Bu olay fazla büyümeden
yatıştırıldı. Bundan hemen sonra Hz. Muhammed (a.s.) müslümanların toplanıp
ibadet etmeleri için Safa yakınlarında bulunan Hz. Erkam bin Ebi Erkam’ın evini
merkez olarak seçti. Müslümanlar burada hem namaz kılabiliyordu, hem
müslümanlığı kabul edenler gizli gizli buraya gelip bir süre kalıyorlardı. İslâm
tarihinde bu ev “Dar-ı Erkam” olarak meşhur olmuştur. Üç yıllık gizli tebliğ
devri sona erdikten sonra da bu mübarek ev uzun bir müddet müslümanların
toplanma yeri olarak kaldı. Hz. Muhammed (a.s.) burada ikamet ederdi.
Müslümanlar gelip kendisiyle çeşitli mevzularda fikir alış verişinde
bulunurlardı. Şi’b-i Ebi Tâlib de müslümanların mahsur kalmalarına kadar (ki bu
olaydan sonra bahsedeceğiz) Dâr-ı Erkam dini faaliyet ve tebliğin merkezi
olarak kaldı.23.18. ÜÇ YILLIK GİZLİ TEBLİĞ
SIRASINDA NE GİBİ ÇALIŞMALAR YAPILDI?İslam dininin alenen tebliği bölümüne geçmeden önce üç yıllık
gizli tebliğ sırasında ne gibi çalışmaların yapıldığını görmek sanırız daha iyi
olacaktır. Bu dönemde müslümanların topyekün sayısı ne kadardı? Kureyş’in hangi
şahsiyetleri ve kabileleri müslüman olmuşlardı? Ayrıca Kureyşlilerin dışında
kaç kişi Hz. Peygamber (a.s.)’in davetine evet demişti? Bunlar arasında kaç
yabancı, köle, hizmetçi ve cariye vardı? Biz aşağıda İslâmiyet’in ilk üç yıllık
döneminde müslüman olanların tam listesini veriyoruz. Bu liste çok zor ve titiz
bir çalışmanın sonunda hazırlanmıştır, çünkü böyle bir liste herhangi bir
eserde bir arada bulunmuyor:Beni Hakim’den :
1. Cafer bin Ebi Tâlib
2. Hz. Cafer’in karısı, Esma binti Umeys Has’amiyye.
3. Safiyye binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi
ve Hz. Zübeyr’in annesi).4. Ervâ binti Abdulmuttalib (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi).
Beni el-Muttalib’den:
5. Ubeyde bin el-Hâris bin Muttalib.
Beni Abdi Şems bin Abdi Menaf’tan:
6. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî’a
7. Ebu Huzeyfe’nin karısı, Süheyle binti Süheyl bin Amr
Beni Ümeyye’den:
8. Osman bin Affân
9. Hz. Osman’ın annesi, Ervâ binti Kureyz 10. Hâlid bin Sa’id
bin el-As bin Ümeyye11. Hz. Halid’in karısı, Ümeyye binti Halef el-Hüza’iyye (Bazı
kaynaklar, adını Umeyne olarak vermişlerdir.).12. Ümm-ü Habibe bint Ebi Süfyan (Daha önce Ubeydullah bin Cahş
ile nikâhlı iken daha sonra Ümm-ul Müminin oldu).Beni Ümeyye’nin Haleflerinden:
13. Abdullah bin Cahş bin Riab.
14. Ebu Ahmet bin Cahş
15. Ubeydullah bin Cahş.[18]
Beni Teym’den:
16. Esma binti Ebi Bekr
17. Ümm-ü Ruman (Hz. Ebu Bekr’in zevcesi ve Hz. Ayşe ile
Abdurrahman’ın annesi)18. Talha bin Ubeydullah
19. Hz. Talha’nın annesi, Sa’be bint el-Hadremi.
20. Haris bin Halid
Beni Teym’in Haleflerinden, Beni Esed bin Abdul-Uzza’dan:
21. Suheyb bin Sinan er-Rumi.
22. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice’nin yeğeni ve Hz. Peygamber
(a.s.)’in teyze oğlu).23. Halid bin Hizam (Hakim bin Hizam’ın kardeşi ve Hz.
Hatice’nin yeğeni)24. Esved bin Nevfel
25. Amr bin Ümeyye
Beni Abdul-Uzza bin Kusayy ‘dan :
26.Yezid bin Zeme’a bin el-Esved.
Beni Zühre’den:
27 Abdurrahman bin Avf.
28. Hz. Abdurrahman’ın annesi, Şifâ binti Avf.
29. Sa’d bin Ebi Vakkas (Ebi Vakkas’ın asıl adı Melik bin Ubeyd
idi)30. Umeyr bin Ebi Vakkas (kardeşi)
31. Amir bin Ebi Vakkas (kardeşi)
32. Muttalib bin Ezher (Abdurrahman bin Avfın amca oğlu)
33. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın karısı, Remle binti Ebi Avf
Sehmiyye34. Tüleyb bin Ezher
35. Abdullah bin Şihâb
Beni Zühre’nin Haleflerinden:
36. Abdullah bin Mes’ud (Hüzeyl kabilesine mensub olup Mekke’de
Beni Zühre’nin müttefiki olarak kalırdı).37. Utbe bin Mes’ud (Abdullah bin Mes’ud’un kardeşi)
38. Mikdad bin Amr el-Kindi (Esved bin Abd-i Yeğûs Zührî’nin
evlâtlığı ve müttefiki).39. Habbâb bin el-Erett
40. Şurahbil bin Hasene el-Kindi.
41. Câbir bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)
42. Cünade bin Hasene (Şurahbil’in kardeşi)
Beni Adiyy’den:
43. Said bin Zeyd bin Amr bin Nufeyl (Hz. Ömer’in eniştesi ve
amcazadesi)44. Hz. Said’in karısı, Fatma binti el-Hattab (Hz. Ömer’in kız
kardeşi)45. Zeyd bin el-Hattab (Hz. Ömer’in ağabeyi)
46. Amir bin Rebia el-Anzi (Beni Adiyy’in müttefiki ve Hattab’ın
evlatlığı)47. Hz. Amir’in karısı, Leyla binti Ebi Hasme.
48. Ma’mer bin Abdullah bin Nadle
49. Nuaym bin Abdullah el-Lahhâm
50. Adiyy bin Nadle
51. Urve bin Ebi Üsase (Amr bin El-As’ın üvey kardeşi)
52. Mes’ud bin Süveyd bin Harise bin Nadle.
Beni Adiyy’in Haleflerinden:
53. Vakıd bin Abdullah (bu da Hattab’ın evlatlığı idi)
54. Halid bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî
55. İyâs bin Bukeyr bin Abd Yâlil el-Leysî
56. Amir bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî
57. Akil bin Bukeyr bin Abd Yalil el-Leysî.
Beni Abdüddâr’dan:
58. Mus’ab bin Umeyr
59. Ebu’r-Rûm bin Umeyr (Mus’ab’ın kardeşi)
60. Firaş bin en-Nadr
61. Cehm bin Kays
Beni Cumha’dan:
62. Osman bin Mazun
63. Kudâme bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)
64. Abdullah bin Mazun (Hz. Osman’ın kardeşi)
65. Saib bin Osman bin Mazun
66. Ma’mer bin el-Hâris bin Ma’mer
67. Hâtıb bin el-Hâris.
68. Hz. Hatib’in zevcesi, Fatma binti Mücellil el-Amiriyye
69. Ma’mer’in kardeşi Hattâb bin el-Hâris.
70. Ma’mer bin el-Hâris’in zevcesi, Fukeyle binti Yesâr
71. Süfyân bin Ma’mer.
72. Nübeyhe bin Osman
Beni Sehm’den:
73. Abdullah bin Huzâfe
74. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer’in damadı, Ümmül Mü’minin, Hz.
Hafsa’nın ilk kocası).75. Hişâm bin El-As bin Vail
76. Haris bin Kays.
77. Hz. Haris’in oğlu Beşir bin Haris
78. Hz. Haris’in ikinci oğlu, ma’mer bin Haris
79. Kays bin Huzâfe (Abdullah bin Huzâfe’nin kardeşi)
80. Ebu Kays bin el-Haris
81. Abdullah bin el-Hâris
82. Saib bin el-Haris
83. Haccâc bin el-Haris
84. Beşir bin el-Haris
85. Sa’id bin el-Haris
Beni Sehm’in müttefiklerinden:
86. Umeyr bin Riâb
87. Mahmiyye bin el-Cez’ (Hz. Abbas’ın eşi Ümmü’l-Fadl’ın üvey
kardeşiydi)Beni Mahzûm’dan:
88. Ebu Seleme Abdullah bin Abdul Esed (Hz. Peygamber (a.s.)’in
teyze oğlu ve süt kardeşi)89. Hz. Ebu Seleme’nin zevcesi, Ümm-ü seleme (bu hatun ve
kocası, Ebu Cehl’in yakın akrabasıydılar)90. Erkam bin Ebi el-Erkam (sahibi olduğu Dar-ı Erkam’dan daha
evvel bahsettik)91. Ayyaş bin Ebi Rebia (Ebu Cehl’in üvey kardeşi, Hz. Halid bin
Velid’in amca oğlu)92. Hz. Ayyâş’ın zevcesi, Esma binti Selâme Temimiyye
93. Velid bin Velid bin Muğire
94. Hişâm bin Ebi Huzeyfe
95. Seleme bin Hişâm
96. Hâşim bin Ebi Huzeyfe
97. Habbar bin Süfyan
98. Habbar’ın kardeşi, Abdullah bin Süfyan
Beni Mahzûm’un müttefiklerinden :
99. Yasir (Ammar bin Yasir’in babası)
100. Ammâr bin Yasir
101. Ammar’ın kardeşi, Abdullah bin Yasir
Beni Amir bin Luveyy’den :
102. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi,
Beze binti Abdulmuttalib’in oğlu).103. Ebu Sebre’nin karısı, Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr
(Ebu Cende’in kız kardeşi)104. Abdullah bin Süheyl bin Amr
105. Hatıb bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)
106. Selit bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)
107. Sekran bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi, Ümmül Müminin
Hz. Sevde binti Zema’anın ilk kocası)108. Sekran’ın karısı, Sevde binti Zema’a (Sekran’ın ölümünden
sonra Ümmü-l Mü’minin, yani Hz. Peygamber(a.s.)’in zevcesi oldu).109. Selit bin Amr’ın karısı, Yakaze binti Alkame (“Isâbe”de
Ümm-ü Yakaze olarak kaydedilmiştir).110. Mâlik bin Zema’a (Hz. Sevde’nin kardeşi)
111. İbn Umm-i Mektûm
Beni Fihr bin Mâlik’den:
112. Ebu Ubeyde bin el-Cerrâh
113. Süheyl bin Beyda
114. Said bin Kays
115. Amr bin el-Hâris bin Züheyr
116. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr (Hz. Abdurrahman bin Avfın
teyze oğlu)117. Hâris bin Said
Beni Abd Kusayy’dan:
118. Tuleyb bin Umeyr (Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi, Ervâ
binti Abdulmuttalib’in oğlu)Bunlar, Kureyş kabilesinin büyük ailelerinin meşhur ve soylu
kişileriydi. Bunların dışında bazı yabancı, köle ve hizmetçiler vardı ki İslam
dinini üç yıllık gizli tebliğ sırasında kabul etmişlerdi. Bunların isimleri
şöyle sıralanabilir.119. Ümm-ü Eymen Bereke binti Sa’lebe, ki çocukluğundan beri Hz.
Muhammed (a.s.)’e bakma şerefine nail olmuştu.120. Zinnire Rûmiye (Amr bin el-Müemmil’in serbest bıraktığı
hizmetçisi)121. Bilâl bin Rebah (Ümeyye bin Halefin kölesi)
122. Bilâl’in annesi Hamâme
123. Ebu Fukeyhe Yesâr ul-Cehmi (Safvân bin Umeyye’nin serbest
bıraktığı köle)124. Lebibe (Müemmil bin Habib’in hizmetçisi)
125. Ümm-ü Ubeyş (Beni Teym bin Mürre veya Beni Zühre’nin
hizmetçisi)126. Amir bin Füheyre (Tufeyl bin Abdullah’ın kölesi)
127. Sümeyye (Hz. Ammâr bin Yâsir’in annesi ve Ebû Huzeyfe bin
Muğire Mahzûmî’nin hizmetçisi).Bunun dışında, İslamiyet’in ilk devresinde Mekke’de müslüman
olanlar şunlardı:128. Mihcen bin el-Edra’ el-Eslemi
129. Mes’ûd bin Rebi’a bin Amr (Beni el-Hûn bin Huzeyne’nin
kabilesi olan Kare’ye mensuptu).Böylece, ilk
dört müslüman ve bu 129 zât ile birlikte müslümanların toplam sayısı 133’e
yükselmişti. İslâmiyet’in açık ve alenen tebliği başlamadan önce iman sahibi
olan işte bu mübârek zâtlardı.[19]
Bunlar doğru, dürüst sağduyu sahibi insanlardı ve sadece kendi akıl, fikir ve
düşünceleri ile, delil ve burhanları görerek, tevhidi kabul etmiş, Hz. Muhammed
(a.s.)’i Allah’ın resulü olarak tanımış, Kur’ân-ı Kerim’i Allah’ın kitabı ve
hidâyetin kaynağı olarak görmüş ve Ahireti hayatın hakikati olarak kabul
etmişlerdi. Bu samimi fedakâr ve çıkar ummayan kimseler İslam camiasına
girdikten sonra Cenab-ı Allah, İslâm’ın alenen tebliğ edilmesine emir verdi.
[1] Beyhakî’nin
rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu haleti ruhiyesi, asıl vahy’in
gelişinden 6 ay evvel başladı.
[2] Bu demektir
ki, yukarıdaki durumdan sonra Rasûlullah (a.s.) gittikçe yalnızlığı sever
bir kişi haline gelmişti. Zira Rasûlullah (a.s.)’ın daha önce de yalnızlığı
sevdiği biliniyor. Nitekim İbn Hişâm ile Taberî’nin rivâyetlerine göre, İbni
İshak ile Abdullah bin Zübeyr’in Ubeyd bin Umeyr el-Leysî’ye dayanarak
anlattıkları hadiste Hz. Peygamber (a.s.)’in senenin bir ayını Hira
mağarasında geçirdiği belirtilmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) yanına birkaç
günlük yiyecek ve içecek alırdı ve oradaki murakabesi bittikten sonra
Kâ’be’yi tavaf ederdi (7 defa) ve evden tekrar yiyecek içecek alıp mağaraya
giderdi. Bu İ’tikâf ve ibadet devresinde Hz. Peygamber (a.s.) fakir fukaraya
fazlasıyla sadaka dağıtırdı. Ancak bu rivayetlerde, Hz. Muhammed (a.s.)’in
bu ibadetlere ne zaman başladığı kesin olarak belirtilmiyor. Ancak bu işin
birkaç sene devam ettiği tahmin ediliyor.
[3] Hz.
Muhammed’in genellikle 40 yaşında peygamber olduğu söyleniyor. Fakat, dikkat
edilirse kendisi Rebiülevvel, 1 nci Âm-ul Filde doğmuştu. Kendisine
peygamberlik Ramazan, 40. Am-ul Filde verildiğine göre, yaşı o sırada tam
40.5 tu.
[4] Abdullah bin
Zübeyr ile İbn İshâk’ın Ubeyd bin Umeyr-ul Leysî’ye dayanarak verdiği
bilgiye göre Rasûlullah (a.s.) Cebrail’in kendisine ipek kumaşında yazılı
bazı şeyler gösterdiğini, bunlar arasında Alâk suresinin ilk âyetlerinin
bulunduğunu belirtmişti. Yine aynı rivâyete göre Cebrail, Hz. Muhammed
(a.s.)’e “oku” dedi. O okuma bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (a.s.)’i öyle sıktı ki canının çıkacağım sandı. Sonra kendisini
bıraktı ve “oku” dedi ve “İkramdan” “mâ’lem-ya’lem”e kadar okuttu. Hz.
peygamber daha sonra rüyasından kalkınca bu yazının kalbine işlendiğini
sandı. (Taberî, İbn Hişâm ve Süheylî). İbn Kesir bu rivâyetten bahsederken
bunun, uykudan uyandıktan sonra gözü açıkken kendisinin geçirdiği tecrübenin
bir başlangıcı olduğunu belirtmiştir, ki bu hususu Hz. Ayşe kendi hadisinde
beyan etmiştir.
[5] Bu korku ve
dehşetin çeşitli sebepleri olduğu ulemâ tarafından belirtilmiştir. Bunların
sayısı 12’ye kadar varıyor. Ama bizce doğru olan sebep, sadece Rasûlullah
(a.s.)’ın peygamberlik gibi yüce bir makam ve icaplarını düşünerek bu hâle
gelmiş olmasıdır. Rasûlullah (a.s.)’ı sürekli kaygılandıran şey bu ağır
yükü nasıl kaldırabileceğiydi. Bu düşünce ve kaygı gösteriyor ki, Hz.
Peygamber (a.s.) çok önceden peygamberliği tasarlamıyordu, ya da Arap’lar
ve diğer insanlara yeni bir din vermeyi ve onlara dinî yönden önderlik
yapmayı düşünmüyordu.
[6] Bir hadise
göre “Allah sizi üzmeyecektir.”
[7] Hz.
Peygamber, Varaka bin Nevfel’in yeğeni olarak gösterilmiştir, zira Varakanın
üçüncü göbeğinde Abdul Uzza ve Hz. Peygamber (a.s.)’in dördüncü göbeğinde
Abd Menaf birbirinin kardeşiydiler.
[8] Hz. İsa
yerine Hz. Musa (a.s.)’dan söz etmenin sebebi belki de Hz. İsa’nın peygamber
olacağına dair henüz bebekken verilen müjde olabilir. Hz. Musa’ya
peygamberlik ise Hz. Muhammed (a.s.) gibi beklenmedik bir şekilde ihsan
olunmuştu.
[9] Eşsiz bir
şahsiyete sahip olmasına rağmen, Hz. Peygamber (a.s.)’de zerre kadar kendini
beğenmişlik yoktu. Bu sebeple de, Cenâb-ı Allah’ın dünyadaki milyonlarca
insan arasından kendisini peygamberlik gibi yüce makama seçtiğine bir türlü
inanamıyordu.
[10] Meselâ şu
âyetler: “De ki, Eğer Allah istemiş olsaydı size Kur’ân’ı tilâvet ve tebliğ
etmezdim…” (Yunus; 16).
[11] Bu aradan
sonra Müddessir sûresinin ilk 7 ayeti vahiy olarak geldi. Bu ayetlerde ilk
defa Hz. Peygamber (a.s.)in nebi olduğu ve dinî yayması gerekliği
belirtildi.
[12] Burada şunu
belirtmekte fayda vardır ki, Rasûlullah (a.s.) hayatında Hz. Cebrail
(a.s.)’i sadece iki defa mücessem veya gerçek şeklinde görmüştür. Yoksa,
Cebrail her zaman kendisine bir insan kılığında ve görünümünde gelmiştir.
(Bk: Buhârî’de Hz. Ayşe’nin hadisine, Et-Tevhid kitabı). Müslim’de de
Kitab’ul İman’da Hz. Peygamber (a.s.)’in sözleri nakledilmiştir. Bu hâdise
göre, Cebrail ilk defa göğün doğu ucundan kendisine geldi. (Buna en-Necm
sûresinde “ufuk-u a’lâ” ve Tekvir suresinde “ufuk-u mübîn” denilmiştir).
Cebrail önce gökte belirdi ve yavaş yavaş Hz. Muhammed (a.s.)’e yaklaştı.
Öyle ki, havada muallak olarak durdu. Daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)’e
eğildi ve kendisine iki yay mesafesi kadar yaklaştı. Hz. Ayşe’nin ifadesine
göre Cebrail kendi asıl şeklinde idi ve varlığıyla bütün ufku doldurmuştu.
(Buhârî). Bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesine göre kendisi Cebrail’i asıl
şekli ve sureliyle o zaman gördü. Cebrailin azametli varlığıyla gök ile yer
arasındaki boşluk dolmuştu. (Müslim). Hz. Peygamber, Cebrail’i ikinci defa
Sidret-ul Münteha da gördü. Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Abdullah bin
Mesud’un hadisine göre Rasûlullah şöyle buyurdular: “Ben Cebrail’i Sidret-ul
Münteha’nın yakınlarında gördüm. Onun 600 kolu vardı.” (Tefhim-ul Kur’ân, C.
V, Necm suresinin açıklaması).
[13] Tarih ve
siyerlerde ilk müslüman olarak bu dört kişinin adı geçmektedir. Fakat o
sıralarda bulunan Hz. Peygamber’in bazı kızlarının anne ve babalarıyla
birlikte İslâm dinini kabul etmediklerini düşünmek biraz zordur. Hz.
Zeyneb, Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvet makamına eriştiği zaman 10 yaşında
idi. Hz. Ümm-ü Külsum ve Hz. Rukayye de o kadar yetişmişlerdi ki,
İslamiyet’e davetin, açıkça başlamasından önce Ebû Leheb’in oğullarıyla
evlendirilmişlerdi. Fakat Hz. Fatma bi’set’ten bir sene sonra doğmuş ve
gözünü İslâm devrinde açmıştı. Bu sebeple, bizce Rasûlullah’ın ilk üç kızı
da ilk müslümanlar arasında sayılmalıdırlar. Hz. Fatma ise doğuştan müslüman
sayılabilir.
[14] Pek
mümkündür ki bu olay rüyada ve ilham şeklinde cereyan etmiştir.
[15] Burada ele
aldığımız Kıyâme sûresinin sözü geçen âyetlerini bir tahmin şeklinde
okuyuculara sunmadık. Aksine bu hususta muteber ve güvenilir hadisler
vardır. Müsned-i Ahmed, Buhâri, Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, Taberânî
ve Beyhâkî v.d. gibi tanınmış eserlerde Hz. Abdullah bin Abbas tarafından
rivâyet olunan hadise göre vahiyler Hz. Peygamber (a.s.)’e geldiğinde
kendisi herhangi bir kelime veya cümleyi unutmamak için Cebrail ile beraber
onları tekrar ederdi. Aynı şeyi İmam Şa’bî, İbn Zeyd, Dahhâk, Hasan Basrî,
Katâde ve Mücâhid gibi müfessirler de anlatmışlardır.
[16] Hâkim’in
Hz. Sâ’d bin Ebi Vakkas’a ve İbn Merdûye’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a
dayanarak rivayet ettikleri hadise göre, Rasûlullah (a.s.) bazı kelimeleri
unutmak korkusuyla Kur’ân-ı yüksek sesle tekrarlardı. Mücâhid ve Kelbî’ye
göre, Cebrail vahiy getirdikten sonra henüz ayrılmadan Hz. Peygamber (a.s.)
vahy’in ilk bölümlerini tekrarlamaya başlardı. Bu sebeple, Hz. Peygamber
(a.s.)’in vahiy sırasında sakin olması ve Kur’ân’ı dikkatle dinlemesi
islendi. Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’in bu konuda hiç
endişelenmemesini istedi ve unuttuğu bir şey olursa onu kendisine
hatırlatacağını söyledi.
[17] Asıl adı
Abdullah bin Osman’dır. Hz. Ebû Bekr, künyesiyle meşhur oldu, Zamehşeri’ye
göre kendisi her iyi işle önde olduğu için kendisine Ebû Bekr adı
verilmişti.
[18] Bu şahıs
karısı Umm-u Habibe ile Habeşistan’a hicret ettikten sonra Hıristiyanlığı
kabul etti ve orada öldü.
[19]
“El-İstiab”da İbn Abdil-Berr ve “Usd-ul Ğâbe”de İbni Esîr şöyle demişlerdir.
“Rivâyet olunur ki, Hz. Abbas’ın zevcesi Ümm-ul Fadl, Hz. Hatice’nin
ardından müslüman olan ikinci kadındı.” Bu rivayet doğruysa, ilk devre
müslümanlarının sayısı 134’e çıkıyor. Bu hatunun asıl ismi Lübabe bint
el-Hâris’ti. Kendisi Ümm-ul Müminin Hz. Meymûne’nin kız kardeşi, Hz. Hâlid
bin Velid’in halası ve Hz. Câfer bin Ebî Tâlib’in karısı Esma binti Umeys’in
üvey kardeşiydi. Biz bu hatunu listemize almadık, zira “rivâyet olunur”
deyimi durumu şüpheli kılıyor. -
MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Otuz Dördüncü Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ
34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ
34.1.1. Hz. Peygamber (a.s.)’in Şeceresi ve Soyluluğu
34.2.2. Rasûlullah (a.s.)’in Şahsiyeti
34.1.3. Rasûlullah (a.s.)’ın Peygamberlikten Önceki Hayatı
34.1.4. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberlikten Sonraki Temiz Hayatı
34.1.5. Rasûlullah (a.s.)’in Maddi Fedakârlıkları
34.1.6. Rasûlullah (a.s.)’ın Büyük Azim ve Kararlılığı
34.1.7. Rasûlullah (a.s.)’ın Eşsiz Cesareti
34.1.8. Rasûlullah (a.s.)’ın Yüksek Ahlâkı ve Fazileti
34.1.9. Rasûlullah (a.s.)’ın Söz ve Fiillerindeki Âhenk
34.1.10. Rasûlullah (a.s.)’ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak Olması
34.1.11. Kur’ân-ı Kerîm’in İnanılmaz Etkisi
34.1.12. Hz. Peygamber (a.s.)’e İman Edenlerin Meziyetleri
34.1.13. Medine Ensârının VasıflarıOtuz Dördüncü Bölüm: MEKKE DÖNEMİNE
GENEL BİR BAKIŞ34.1. MEKKE DÖNEMİNE GENEL BİR BAKIŞ
Biz şimdi geriye dönerek Mekke döneminin başlangıcından hicretin
başlamasına kadar uzanan sürenin bir değerlendirmesini yapacağız. Böylece,
İslâmi Hareket’in hangi temeller üzerine bina edildiğini, hangi temel düşünce ve
felsefe ile ortaya çıktığını, 13 yıllık süre içinde bu sermayenin nasıl
arttığını ve bu Hareket’in Medine dönemine girerken hangi sermayeye sahip
olduğunu ve bu sermayeye dayanarak Mekke’deki şartların tam aksine bir yol çizip
varacağı hedefini nasıl tayin ettiğini öğrenmiş olacağız.Bu Hareket’in ilk ve daha doğrusu, temel sermayesi sadece
Muhammed bin Abdullah (a.s.)’ın mevcudiyeti, şahsiyeti ve peygamberlikten
önceki 40 yıllık temiz yaşantısıydı.34.1.1. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Şeceresi ve SoyluluğuHz. Muhammed (a.s.) kişisel olarak Arabistan’ın en temiz, en
tanınmış ve en soylu ailesine mensuptu. Araplar ve özellikle Mekkeliler, Hz.
Peygamber (a.s.)’in şeceresini, geçmişini ve ailesini çok iyi biliyordu. Hz.
Peygamber (a.s.)’in ailesi o kadar makbul ve mümtazdı ki, Arabistan’ın birçok
kabilesi anne veya babaları tarafından bu aileye veya sülâleye mensup olmalarını
bir iftihar vesilesi sayarlardı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.) adı sanı
bilinmeyen, soyu meçhul, kökü derin olmayan ve halk tarafından tanınmayan bir
şahsiyet değildi ki, birden bire büyük bir dava ile insanların karşısına çıktığı
zaman herkes böyle bir davanın kendisine yakışmadığını söyleyebilsin. Bilâkis,
bütün Arabistan’da kimse onaya çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ın soyuna her şey
yapabilsin, burunlarından kıl aldırmayan ve isimlerine toz kondurmayan ne kadar
eşraf, asil ve namuslu aile var idiyse hepsiyle Hz. Peygamber (a.s.)’in şu veya
bu şekilde akrabalığı ve yakınlığı vardı. Onlardan hiçbiri kalkıp cemiyetteki
yer, sosyal statü ve şeref bakımından Hz. Muhammed (a.s.)’in veya ailesinin
kendilerinden daha düşük seviyeli olduğunu söylemeye cesaret edemezdi. Hz.
Muhammed (a.s.)’in üyesi olduğu Kureyş kabilesi dini, siyasi, sosyal ve ekonomik
açıdan Hicaz’ın lideri durumundaydı. Kureyş’in İsmail oğullarından geldiğine
kimsenin şüphesi yoktu. Gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında Kureyşin ticari
nüfuzu hatırı sayılır derecede büyüktü. Kâbe’nin mütevelliliğini ve Hac ile
ilgili bütün işleri fiilen idare ettiği için Arabistan çapında Kureyş’i
tanımayan ve bununla iyi geçinmeye çalışmayan kabile veya grup yoktu. Kureyş her
bakımdan Arabistan’ın en güzide ve yüksek mevkiye sahip bir kabilesi idi. İşte
Arabistan’da merkezi yer tutan bir kabilede Rasûlullah (a.s.) gibi büyük bir
şahsiyetin doğması son derece önemli bir olguydu. Arabistan gibi bir memlekette
yeni bir Hareket’in liderinin doğması için böylece en güzel ve en uygun şartlar
sağlanmış oldu.Hz. İsmail (a.s.)’in evlâtlarının azameti, asaleti ve
meziyetleri bütün Arabistan’da dillere destandı. Bu güzide ailenin
özelliklerinden biri, geçen 2500 yılda bir tek peygamber ortaya çıkarmamış
olmasıydı. Bu tarihi gerçek, Beni Amir bin Sa’sa’a’nın gün görmüş, yaşlı ve
kültürlü bir zâtı tarafından dile getirilmişti. Rivayetlere göre Beni Amir
kabilesinden bir heyet hac farizasını eda edip memlekete döndüğünde bu ihtiyar
kişiye Mekke’de Rasûlullah (a.s.) ile görüştüğünü, kendisinin (Rasûlullah
-a.s.-‘ın) onların himayesini istediğini ve köylerine gelmek dileğinde olduğunu
anlatınca bu akıllı kişi başının saçını yolmuş ve demişti ki, “vah vah, siz
aklınızı mı kaçırmıştınız? Siz onun (Rasûlullah -a.s.-‘ın) isteğini niye kabul
etmediniz? Vallahi, hiçbir İsmailli şimdiye kadar böyle bir yalan
uydurmamıştır.” İşte Rasûlullah (a.s.)’ın Beni İsmail veya İsmail oğullarına
mensup olması kendisine bir avantaj daha sağlıyordu. Tarih Hz. Peygamber
(a.s.)’in nübüvvet ile ilgili iddiasının doğru olduğunu ispatlıyordu, zira uzun
bir müddetten beri İsmail oğullarında herhangi bir peygamber doğmamış ve İsmail
oğulları bu hususta herhangi bir yalan söylememekle ün yapmışlardı.34.2.2.
Rasûlullah (a.s.)’in ŞahsiyetiHz. Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti de büyük ve namlı bir
peygambere yakışır şekilde idi. Rasûlullah (a.s.)’ın vücudu, eşkali, yüz
hatları, genel görüntüsü, oturuşu, kalkışı, hareketi, konuşması ve
alışkanlıkları çocukluğundan beri parlak geleceğini haber veriyorlardı. Anatomi
uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri gördükten sonra Abdulmuttalib’in
ailesinde olağanüstü bir kişinin doğduğuna inanmaya başlamışlardı. Bu hususta Hz.
Muhammed (a.s.)’in annesi, büyük babası, amcası, süt kardeşi, dadısı ve
arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir. Bunların hepsi, Hz,
Muhammed(a.s.)’in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının çeşitli
örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Bazen da Hz. Peygamber (a.s.)’i hiç
tanımayan kişiler ilk bakışta, “vallahi, bu asla yalancı veya sahte bir kişinin
yüzü değildir” diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.)
buluğ çağına erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin daha da etkisinde
kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayri ihtiyari olarak
sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı, çünkü kendisini toplumun en iyi
ferdi olarak görürlerdi. Rasûlullah (a.s.)’ın yakışıklılığı, nezâketi, vakarı,
ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek ahlâkı, temizliği ve alçak gönüllülüğü
kendisini halkın sevgilisi yapmıştı. Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyetinin bu
heybeti ve etkisi İslâmi davetini vermeye başlaması ve Kureyşliler kendisinin
can düşmanı olmasından sonra da devam etti. Kureyşliler öfke ve nefrete
kapılarak ekseriye çok alçakça ve haince tezgâhlar kuruyor ve oyunlar
oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile mensupları, oğul, kardeş ve
yeğenlerine reva gördükleri insanlık dışı ve dehşet verici eziyet ve
işkenceleri Hz. Muhammed (a.s.)’e hiçbir zaman uygulamadılar. Kendi akraba ve
yakınlarına karşı bu kadar gaddarca ve serbestçe hareket edebilen bu İnsanlar
Rasûlullah (a.s.) ile karşılaşınca sanki süt dökmüş kedi gibi oluveriyorlardı.
Gerçek şu ki, Kureyşliler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygamber (a.s.)’e
kötü bir söz söylemek veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli
bir mesafeyi koymayı unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi,
Rasûlullah’ın korkunç ikna edici ve nüfuz edici şahsiyeti idi. Nitekim, en ağır
şartlarda bile Hz. Peygamber (a.s.) İslâmi daveti büyük bir ciddiyet ve
metanetle yaymaya devam etti. Şi’b-i Ebi Tâlib’deki boykot sırasında bile
Rasûlullah (a.s.) hiç korkmadan davetini vermeye devam etti. En çetin ve çileli
olarak tarif edilebilecek Mekke döneminin son üç yılında bile Rasûlullah (a.s.)
sadece Mekke’de değil, Ukâz, Mecenne, Zül-Mechaz ve Mina’daki panayır ve
toplantılarda tebliğ ve vaazlarına devam etti. Arabistan’ın her köşesinden gelen
kabileler ve heyetlerle görüşüp tebliğ çalışmalarına yardımcı olmalarını
istedi. Bütün bu noktaları göz önünde bulundurduğumuz takdirde Rasûlullah
(a.s.)’ın nübüvvet farizasının durdurulmasına imkân olmayan bazı şahsi
meziyetlere ve nüfuza sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Geçen sayfalarda
belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)’ın en ezeli rakip ve düşmanları, meselâ
Ebu Leheb ve Ebu Cehl bile kendisinden çok korkarlardı.34.1.3.
Rasûlullah (a.s.)’ın Peygamberlikten Önceki HayatıŞimdi de Peygamberlikten önceki 40 yılda Rasûlullah (a.s.)’ın
hayatının nasıl olduğu ve bunun ne gibi etkiler bıraktığına bir göz atalım.
Hakikatte bu hayat sadece lekesiz değil, temiz ve güzel ahlâkın canlı bir
örneğiydi. Rasûlullah (a.s.), çocukluğundan orta yaşına kadar içinde yaşadığı
toplum ve akrabalık, yakınlık, dostluk, komşuluk, ticaret ve günlük işleri
yüzünden haşır-neşir olduğu insanların hepsi Hz. Peygamber (a.s.)’in doğruluğu,
dürüstlüğü, emanetleri muhafaza etmesindeki titizliği, yüksek ahlâk ve
fazileti, merhameti ve kibarlığına hayrandı. Rasûlullah (a.s.) bir iyilik
meleğiydi. Kendisi başlı başına hayır ve bereketti. Şerr ve kötülük yapması
şöyle dursun, bunların yanına bile yaklaşmamıştı. Mekke halkı kendisine o kadar
güveniyordu ki, kendisine “emin” lakabını vermişti. Bu güven ve itimat, İslâmi
davet yüzünden herkes kendisine düşman kesilmesinden sonra da devam etti. Dost
düşman herkes kıymetli eşyasını Hz. Muhammed (a.s.)’e teslim ederdi. Herkes
kendisinin emanetine zarar vermeyeceğinden emindi. Nitekim, Kureyşliler
kendisini öldürmek için bütün hazırlıkları yapmışken bile Rasûlullah (a.s.)
kendisine emanet edilen eşya ve paranın sahiplerine iade edilmesi için fevkalade
tedbirler aldı. Doğruluğu o kadar bilinen bir şeydi ki, İslâmi davetine
başlayınca Kureyş bütün muhalefetine rağmen kendisinin yalancı olduğunu
söylemeye cesaret edemedi. Kureyş’in yalanlamak istediği şey Hz. Peygamber
(a.s.)’in en yakın akraba ve arkadaşları en fedakâr savunucularıydı. Rasûlullah
(a.s.)’in, hâşâ bir ayıbı olsa veya davası çürük ve asılsız olsaydı gayet tabii
ki, yakın çevreden fedailer bulamazdı.Hz. Hatice (r.a.) evlilik için, kendisine gelen Kureyş’in en
namlı kabile reislerinin isteklerini reddetti. Ama, Rasûlullah (a.s.)’ın
ahlâkına hayran olduğu için kendisine bizzat evlilik teklifinde bulundu. 15
yıllık bir evlilik bir kadının kocasının günah ve sevaplarını öğrenebilmesi için
yeterli bir müddettir. Hele bu kadın hem yaşça büyük hem akıllı ve hem de kocası
onun mallan ve sermayesiyle ticaret yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat,
Hz. Hatice bu uzun müddet sırasında Rasûlullah (a.s.)’ı yakından görüp takip
ettikten sonra büyüklüğüne o kadar inandı ki, kendisinin sadece büyük bir insan
olduğunu teslim etmedi, ayrıca kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu da kabul etti
ve kendisine iman etti. Halbuki, sahtekâr bir insanın menfaatçi ve maddeci
karısı kurduğu tezgâhında her ne kadar ortak olsa dahi kendisine kalben
bağlanmaz ve samimiyetle iman etmezdi.Hz. Zeyd bin Hârise ile Rasûlullah (a.s.) arasındaki münasebet
çok eskilere dayanıyordu. O sıralarda Hz. Zeyd henüz bir köle idi. Efendi ile
köle arasında böylesine yakın ve samimi ilişkilerin bulunduğu az görülmüştür.
Zira, köle genellikle çaresizdir ve efendisinin emir kuludur, efendisinin
emrini beğenmezse de yerine getirmekle mükelleftir. Bununla beraber, bir köle
de efendisini en yakından izleyen bir kişidir. O efendisini hem iyi hem kötü
yanlarım çok iyi görebiliyor. Özellikle, köle çaresiz olduğu için her bakımdan
muktedir olan efendisinin bütün huy ve kaprislerini de iyice öğrenmiş oluyor.
Fakat Rasûlullah (a.s.) öyle bir efendi idi ki, kölesi kendisine gittikçe
bağlandı. O kadar ki, bu köle azad edildikten sonra babası ve amcasının bütün
ısrarlarına rağmen eski efendisinin hizmetinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15
yıl Rasûlullah (a.s.)’a hizmet etti ve efendisi tarafından azad edilerek
evlatlık haline getirilince yüksek ahlâkından o kadar etkilendi ki, kendisi
peygamberlik makamına yükselince Hz. Hatice gibi kendisine iman etmekte zerre
kadar tereddüt etmedi. Hz. Zeyd bin Hârise aklı ermeyen bir çocuk değil, 30
yaşında yetişkin bir gençti. Ve öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki, Hicri 8.
yılda komutasına verilen orduda, Hz. Ca’fer İbn Ebi Tâlib ve Hz. Hâlid bin Velid
gibi namlı ve şöhretli komutanlar vardı. Bu bakımdan, Hz. Zeyd bin Harise’nin
İslâmiyet’i kabulü, efendisine son derece bağlı ve borçlu olan akılsız bir
hizmetçinin iman etmesi olarak değerlendirilmemelidir. Hakikatte, Hz. Zeyd bin
Harise (r.a.) 15 yıllık yakın temastan sonra Rasûlullah (a.s.)’ın peygamber
olmasına şüphe edilmeyecek kadar büyük bir insan olduğuna kâni olmuştu.Aynı durum Hz. Ebu Bekr (r.a.) için de geçerliydi. Hz. Ebu Bekr
takriben 20 yıldan beri Rasûlullah (a.s.)’ın dostu, refiki, habibi ve
sırdaşıydı. Hz. Ali (r.a.)’nin durumu da aynıydı. Kendisi Hz. Peygamber
(a.s.)’in evinde yetişip büyümüştü. Varaka bin Nevfel de bu yakın akraba ve
arkadaşlar arasında yer almalıdır. Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)’in
çocukluğunu ve gençliğini yakından gören muhterem bir zâttı. Ayrıca, Hz.
Hatice’nin yakın akrabası olması bakımından da kendisini daha iyi görme ve
anlama imkânına sahipti. Hz. Osman bin Affan, Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesinin
torunuydu. Hz. Zübeyr de teyze oğlu ve Hz. Hatice’nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme,
Hz. Muhammed (a.s.)’in hem süt kardeşi hem de teyze oğluydu. Hz. Ca’fer bin Ebu
Tâlib Rasûlullah (a.s.)’ın öz amca oğluydu. Hz. Abdurrahman bin Avf ile Hz. Sa’d
bin Ebi Vakkas, Hz. Muhammed (a.s.)’in annesinin akrabalarıydılar. Bunlardan
hiçbirinin Rasûlullah (a.s.)’ı yakından tanımadığı ve karakterini bilmediği
iddia edilemez. Fakat bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz. Peygamber
(a.s.)’in nübüvvetini ve davasını ilk tanıyan ve kabul edenlerdi.34.1.4. Hz.
Muhammed (a.s.)’in Peygamberlikten Sonraki Temiz HayatıBir hareketin böylesine azametli, asaletli ve muhterem bir
şahsiyet tarafından başlatılması başlı başına büyük bir kazanç, sermaye, servet
ve kıvanç vesilesidir. Üstelik, bu hareketin başlamasından sonraki 13 yılda bu
temel sermaye ve servete daha o kadar kıymetli ilâveler yapıldı ki, bunun eşine
insanlık tarihinde rastlamak mümkün değildir. Şimdi biz bu bahsettiğimiz
sermayeye dönelim ve ilk önce Rasûlullah (a.s.)’ın bu devrede iyice ortaya çıkan
evsaf ve meziyetlerine bir göz atalım. Zaten bu vasıflar ve meziyetler İslâmî
Hareket’in gelişmesi ve büyümesinde en büyük etken oldu.34.1.5.
Rasûlullah (a.s.)’in Maddi FedakârlıklarıRasûlullah (a.s.)’ın bin bir vasıflarından biri maddiyata, mal
ve mülke düşkün olmamasıydı. Rasûlullah (a.s.), bilhassa davası uğruna büyük
fedakârlıklar yaptı ve varını yoğunu bu yolda harcadı. Bilindiği gibi
peygamberliğinden önce Rasûlullah (a.s.) çok başarılı ve varlıklı bir tüccardı.
Rasûlullah (a.s.) bir yandan Hz. Hatice (r.a.) gibi zengin bir iş kadınının
mallarının sahibiydi. Bu mallar, Kureyşin bütün zengin kabile reislerinin
mallarının toplamı kadar büyüktü. Diğer yandan. Rasûlullah (a.s.) kendi zekâsı
mali ve ticari konulardaki mahareti, doğruluğu, dürüstlüğü ve idareciliğiyle
cemiyette kendisine mühim bir mevki edinmişti. Bir işte sermaye, zekâ ve
idarecilik gibi faktörlerin birleşmesinden sonra o işin ne kadar büyüyeceği ve
gelişeceği kolayca tahmin edilebilir. Fakat, Rasûlullah (a.s.) ile zevcesi bu
büyük sermayeyi peygamberlikten önce sadece kendi rahat ve lüks yaşantısı için
kullanmıyorlardı ve aksine fakir fukara ve muhtaçlara cömertçe dağıtıyor ve
misafirler için harcıyorlardı. Bu devrede de Hz. Peygamber (a.s.) ve hayat
arkadaşı bütün hayır işlere seve seve katıldılar. Bu bakımdan peygamberliğin
başında Rasûlullah (a.s.) büyük bir tasarrufa sahip değildi. Cenab-ı Allah Hz.
Muhammed (a.s.)’e peygamberlik vazifesi verdikten sonra kıyıda köşede saklı
bulunan bir küçük tasarruf da kısa bir zamanda Allah yolunda harcandı. Tebliğ
çalışmaları, Rasûlullah (a.s.)’ın ticaret yapmasına da imkân bırakmıyorlardı. Bu
sebeple, Rasûlullah (a.s.) ve ailesinin mali durumu o kadar sarsıldı ki, kendisi
Taife gittiğinde bir binek hayvanı bile yoktu. Rasûlullah (a.s.)’ın hicret
sırasındaki bütün masraflarını Hz. Ebu Bekr (r.a.) karşıladı. Hatta Hz.
Muhammed (a.s.), ailesini Mekke’den Medine’ye getirmek için de Hz. Ebu Bekr
(r.a.)’den 500 dirhem almak zorunda kaldı. Kısacası, Rasûlullah (a.s.)’da ne
dirhem vardı ne dinar; beş paraya muhtaç kalmıştı. Bir davanın savunucusu bu
dava için bizzat kendisinin sahip bulunduğu her şeyini feda ediyorsa demektir
ki, davası için samimi ve fedakârca hareket ediyordur. Bu tür fedakârlığı
görenler ister dost, ister düşman olsunlar, böyle bir davada adı geçen kişinin
herhangi bir şahsi menfaati olmadığına kanaat getirirler. Buna karşılık onun
davetini kabul ederek onunla beraber hareket edenler için yaptığı bu
fedakârlıklar iyi bir misal teşkil eder ve onlar da Hakk’ı sadece Hak olduğu
için kabul eder ve müdafaa ederler.34.1.6.
Rasûlullah (a.s.)’ın Büyük Azim ve KararlılığıRasûlullah (a.s)’ın karakterinin diğer mühim vasfı da büyük
irade, azim ve kararlılığıydı. Rasûlullah (a.s.) muhalefet, zorluk ve
tehlikelerin en büyüğü ile karşılaşınca bile azminden zerre kadarını
kaybetmedi. Hiçbir endişe ve korku onu yolundan caydırmadı, hiçbir tamah veya
heves onu Hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor şartlar bile üzüntüye ve
ümitsizliğe kapılmasına sebep olmadı. Rasûlullah (a.s.)’ın kaya gibi iradesi ve
azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça oldular. Hiçbir güç
gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira ve ilham, davasına
zarar veremedi. Rasûlullah (a.s.)’ın yıllarca bu azim ve kararlılıkla davasını
savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye varacaktır:
Rasûlullah (a.s.) kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve her
türlü şahsi menfaat ve ikbâle süngü çekmediği sürece böylesine azimli, kararlı,
dirayetli sebatlı davranamazdı. Aynı tutum ve davranış Rasûlullah (a.s.)’ın
arkadaşları ve taraftarlarının da imanlarının güçlenmesine yol açtı ve onları
Hak yolunda her tehlikeyi göze almaya ve her şeye karşı direnmeye itti. Aynı
husus, bütün tarafsız ve garazsız kişilerin de Rasûlullah (a.s.)’ın vermekte
olduğu Davet’in Hak ve Haklı olduğuna inanmalarına da sebep oldu.34.1.7.
Rasûlullah (a.s.)’ın Eşsiz CesaretiRasûlullah (a.s.)’ın kişisel özelliklerinden biri de
korkusuzluğu, cesareti ve yiğitliğiydi. Rasûlullah (a.s.) her ne kadar büyük
olursa olsun hiçbir kuvvet karşısında yılmadı ve cesaretini kaybetmedi. Endişe
ve korku denen bir şey onun lügatinde yer almıyordu. Kureyşli kâfirlerin öfkeli
bir kalabalığı Rasûlullah (a.s.)’ı yalnız başına Ka’be’de yakalıyor ve “sen
şunları şunları söylüyorsun” diye rest çekiyor. Rasûlullah (a.s.) da hiç
korkmadan ve herhangi bir zaaf belirtmeden “evet ben bunları söylüyorum” diye
cevap veriyor. Canına kıymak isteyenlerin yüzüne bunları söylerken yüzünde en
ufak bir korku işareti bulunmuyor. Düşmanlar Sevr mağarasının tam ağzına kadar
geliyorlar, kendisini görürlerse parçalayacaklar. Ama Rasûlullah (a.s.) huşû ve
huzu ile namazına devam ediyor. Hz. Ebû Bekr diyor ki, “bu zâlimler aşağıya
bakarlarsa bizi mutlaka görecekler.” Fakat Hz. Peygamber (a.s.) son derece
metanetle diyor ki, “Ebu Bekr, üçüncüsü Allah olan iki kişiye ne diyorsun.
Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” Düşmanlar Rasûlullah (a.s.)’in başına ödül
koymuşlardır. Pek çok maceracı kişi ve iz sürücüsü Rasûlullah (a.s.)’ı didik
didik aramaktadır. Ama, Rasûlullah (a.s.) büyük bir soğukkanlılıkla Kur’ân-ı
Kerîm okuyarak yoluna devam ediyor. Peşinde kimsenin olup olmadığına bile
bakmıyor. Böylesine cesur ve yiğit bir liderin bayrağı altında muhakkak ki
yiğit ve cesur kişiler toplanacaktır. Onun yoldaşları ve arkadaşları ondan
cesaret alıp yollarına devam edeceklerdir. Güçlerine güç bu şekilde katılıyor.
Gözü dönmüş bir düşman bile her ne kadar gaddar ve vicdansız olursa olsun,
böyle bir şahsiyetin bu eşsiz vasfını övmekten geri kalmaz. Düşman, korku diye
bir şey bilmeyen rakibinin bu tutumu üzerine er geç cesaretini kaybeder. Bir
hareket, bilhassa İslâmî Hareket’in lideri ve komutanının korkusuz, yiğit ve
cesur olması kaçınılmazdır. Zira önder veya komutanın cesaretsizliği bütün
Hareket’in çökmesine sebep olur.34.1.8.
Rasûlullah (a.s.)’ın Yüksek Ahlâkı ve FaziletiRasûlullah (a.s.) en güzel insanî vasıflarla donatılmıştı.
Doğruluk, dürüstlük, sabır, açık kalplilik, alçak gönüllülük v.s. gibi
özelliklerde kimse onu geçemezdi. Rasûlullah (a.s.) muhaliflerinin en âdî ve en
iğrenç hareket ve sözleri üzerine öfkeye kapılmadı. Küfre küfürle cevap vermedi.
Kötü söz ve seviyesiz iftira ve ithamlara karşı mübarek ağzından kötü herhangi
bir söz çıkmadı. Düşmanlar ekseriya son derece kırıcı, hakaret edici ve
kışkırtıcı sözler söylediler. Ama Rasûlullah (a.s.), tevâzu, nezâket ve
kibarlığıyla bütün bunlara tahammül etti. Kötülüğe daima iyilikle karşılık
verdi. Mekke’de uzun süren tehlikeli ve çileli dönemde Rasûlullah (a.s.)’ın bir
defa bile medeniyet ve nezâket kurallarının dışına çıktığı söylenemez. Bu tutum
ve davranış ister istemez Rasûlullah (a.s.)’ın muhaliflerinin gaddarlığı
acımasızlığı ve barbarlığı iyice sergilendiği için mevki ve itibarları da düştü.
Hz. Peygamber (a.s.), tebliğ ve vaazları sırasında Taifteki kadar zor anlar
hiçbir zaman yaşamadı. Fakat o zaman da ağzından sadece dua ve hayır sözler
çıktı ve Taiflilerin zulmü üzerine kendilerine Allah’ın azabının inmesine gönlü
razı olmadı. Gerçek şu ki, Rasûlullah (a.s.)’ın muhalifleri savaş alanından çok
önce ahlâk alanında kendisi karşısında büyük bir hezimete uğramışlardı.
Muhaliflerin bu yenilgisine son damga da Hazreti Peygamber (a.s.)’in suikast
gecesi Mekke’den çıkarken katillerin emânetlerinin iadesi için gereken
tedbirleri almasıyla vurulmuş oldu. Böylesine büyük bir ahlâk ve fazilet
örneğini gördükten sonra bile cehaletinde ısrar eden ve Rasûlullah (a.s.)’a
zarar vermeye çalışan ancak vicdansız ve imansız bir kişi olabilir. Yoksa, gözü
açık olan herkes bütün Arap milleti değil, insanlığın bu en temiz ve efendi
kişisiyle savaşmanın abes olacağına karar vermeliydi. İslâmi Hareket’in
Önderi’nin bu emsalsiz ahlâk ve fazileti, taraftarları için binlerce vaaz ve
telkinden daha kuvvetli ve tesirliydi. Zâten bundan dolayı Rasûlullah (a.s.)’ın
davetine evet diyen herkes ahlâk ve karakter bakımından öylesine yükseldi ki,
her tarafsız gözlemci putperest ile iman sahibi arasındaki farkı hemen
anlayabiliyordu.34.1.9.
Rasûlullah (a.s.)’ın Söz ve Fiillerindeki ÂhenkRasûlullah (a.s.)’ın beşinci ve muhtemelen en büyük vasfı, söz
ve fiillerindeki ahenkli. Rasûlullah (a.s.)’ın söz ve hareketlerinde en ufak
bir tezâd yoktu. Rasûlullah (a.s.) daima söylediklerini yapardı, ve
yapamayacağı şeyi söylemezdi. Rasûlullah (a.s.) yasakladığı kötülüklerden hem
kendisi, hem arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler Rasûlullah (a.s.)’ın
sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi biliyorlardı.
Zira, bunların birçoğu annesi, babası veya zevcesinin akrabalarıydılar. Fakat
bunlardan kimse, Rasûlullah (a.s.)’ın başkalarına yasakladığı şeyleri
kendisinin yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.) hangi iyi ve
hayırlı işlere halkı davet ederse onları ilk önce kendisi yapardı. Rasûlullah
(a.s.)’ın hayatı, kendi davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun hayır ve iyi
işte en ufak bir hata veya eksiklik gösterdiğini söyleyemezdi. Bir hareket,
özellikle İslâmi Hareket’in başarıya ulaşmasının en iyi teminâtı o hareketin
lideri ve rehberinin söz ve fiillerinin uyumlu olmasıdır. Böyle bir önder
sadece nazarî ve teorik talimat ve telkinde bulunmamalıdır, aksine uygulamasını
ve pratiğini de göstermelidir. Böylece bu lidere tabi olanlar da kendisinden
etkilenir ve esinlenirler.34.1.10.
Rasûlullah (a.s.)’ın Her Türlü Peşin Hüküm ve Taassuptan Uzak OlmasıRasûlullah (a.s.)’ın altıncı en büyük vasfı her türlü peşin
hüküm art niyet ve taassuptan uzak olmasıydı. Rasûlullah (a.s.) kabile, millet,
vatan, renk, ırk ve dil farklarını hiç önemsemeyen bir liderdi. İnsan hak ve
hürriyeti ile eşitliğine tam inanan bir önderdi. Rasûlullah (a.s.) zengin ile
fakir, büyük ile küçük, soylu ile soysuz, siyah ile beyaz gibi kavramları
tanımazdı. Herkese insan gözüyle bakar ve saygı gösterirdi. İster Kureyşli,
ister Arap, ister Habeşli, ister Acem, ister Rum (Batılı) ister beyaz, ister
siyah olsun, Hak davetini kabul eden herkes Rasûlullah (a.s.)’ın camiasına
girerdi. İşte bu husus, ta başından beri İslâmî Hareket’in uluslararası ve
evrensel bir hareket olduğunu gösterdi. İslâm ümmeti, uluslararası bir topluluk
haline geldi. İslâm’a göre, Hak dinini kabul edenler arasındaki her türlü ayırım
ortadan kalktı. İnsanlar arasında İslâm ve Küfr’den başka bir ayırım ölçüsü
kalmadı. Rasûlullah (a.s.)’ın cemaatinde köleler, azâd edilmiş uşaklar,
cariyeler, fakir, zengin ve reis, Arap ve Arap olmayan hepsi aynı seviyede ve
aynı çizgide idiler. Arabistan’da büyüklük kompleksine kapılmış olan bir grup
kabile reisi ve eşrafın dışında diğer kimseler için bu cazibesi büyük olan bir
olguydu.İşte Hz. Peygamber (a.s.)’in bu eşsiz Allah vergisi vasıfları,
13 yıllık Mekke döneminde alabildiğine ortaya çıktı ve dost düşman herkesin
kalbini fethetti. Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve meziyetlerinin manevî ve
ahlakî tesiri altında İslâmî Hareket ağır ama sağlam bir şekilde ilerleme
kaydetti. Rasûlullah (a.s.)’ın büyük kişiliğinin bazı diğer özellikleri ise
henüz ortaya çıkmamıştı. Bunlar ortaya çıkmak için Medine gibi yerde yeni şart
ve muhitin doğmasını bekliyorlardı.34.1.11. Kur’ân-ı
Kerîm’in İnanılmaz Etkisiİslâmi Hareket’in ikinci büyük sermayesi Kur’ân-ı Kerîm’in
üslûbuydu ki üçte ikisinden fazlası Mekke döneminde idi. Araplar dil bilgisi,
üslûp ve ifadeye aşık olan bir milletti. Dil ve edebiyata bu düşkünlükleri
kendilerini Ukâz gibi panayırlara götürürdü. Buralarda hatipler halkı büyüleyici
konuşmalar yapar ve şairler arasında şiir müsabakası yapılırdı. Kur’ân-ı Kerîm
ise akan suları durduran bir kelâm olarak ortaya çıktı. Bütün dil bilginleri
Kur’ân’ın mûcizesi karşısında acz içinde kaldılar. Şair, edip ve hatiplerin dili
tutuldu. Kur’ân-ı Kerîm’in edebi değeri de tartışılmazdı. En güzel edebi
parçalar ve şaheserler bunun yanında birer hiç olarak kaldı. Üslûbu ve anlatım
tarzı öylesine vecd vericiydi ki, bunu dinleyenler mest oluyordu. Muhalifler
buna “sihir” derlerdi. Tarafsız kişiler ise bunun bir insanın kelâmı
olamayacağını ilân ederlerdi. Etkisi o kadar kuvvetliydi ki, Hz. Ömer gibi katı
ve seri bir İslâm düşmanının yüreğini sızlattı ve Rasûlullah (a.s.)’ın
ayaklarına getirdi. Kureyş’in önde gelen kabile reislerinden Cubeyr bin Mut’im,
Bedir savaşından sonra esirlerin serbest bırakılması konusunu görüşmek üzere
Medine’ye gitti. Rasûlullah (a.s.) o sırada müslüman cemaate akşam namazı
kıldırıyordu ve Tûr sûresini tilâvet ediyordu. Buhârî ve Müslim’de yer alan
Cubeyr bin Mut’im’in rivâyetinde kendisinin şöyle dediği kaydedilmiştir: “Rasûlullah
(a.s.) sûrenin 35. ilâ 39. âyetlerini okurken yüreğim sanki göğsümden
fırlayacaktı.” Hz. Cubeyr bu yüzden daha sonra müslüman oldu. İşte Kur’ân-ı
Kerîm’in bu Mu’cizevi tesirinden dolayıdır ki, düşmanlar bunun halk tarafından
dinlenmesine mani olmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, bu İslâm düşmanları
kendileri Kur’ân-ı Kerîm’in sihrine kapılırlardı ve gizli gizli okunuşunu
dinlerlerdi. Kuran-ı Kerîm’in sadece üslûbu etkileyici değildi, bunun ileri
sürdüğü deliller ve gündeme getirdiği bahisler de öylesine doyurucu ve tatmin
ediciydi ki, bunu dinleyen herkes İslâm ve Cahiliyye arasındaki farkı iyice
anladı ve Cahiliyye’nin bütün tutarsız ve mantıksız taraflarını öğrendi. Aynı
kelâm, İslâm’ın vaaz ve telkinleri ile temel felsefe ve ilkelerinin anlatılması
için de gayet akıcı ve etkileyici şekilde kullanıldı. Bununla İslâm’ın akide,
inanç, kültür ve medeniyeti ile ahlâk kuralları da anlatıldı. Hem de öylesine
kuvvetli bir şekilde ki, bunları tekzip edecek veya reddedecek cesaret kimsede
yoktu. Bundan sonra kâfirler İslâmiyet’in inkişâfını önleyebilmek için çirkin
oyunlara baş vurdular. Baskı, zulüm, küfür, yalan, iftira ve ithâm gibi
silahlar kullandılar. Fakat, kullandıkları bu metod kendilerinin daha da
yıpranmasına ve rezil olmasına sebep oldu. Bu, delil, mantık, akıl, ahlâk ve
dürüstlük alanlarında kendilerinin iflâsının ilânıydı. İslâm ile küfr
arasındaki bu mücadeleyi gören her aklı başında olan kişi Hakkın ne, Batıl’ın ne
olduğunu anlayabiliyordu. Tutarsız bir gözlemci, münkir ve muhalifler de Kur’ân-ı
Kerîm’in delil ve öğretilerine verecek cevabın çirkin ve insanlık dışı
hareketlerinden başka bir şey olmadığına kanaat gelirdi. Bu kıran kırana
mücadele sadece Mekke’de değil, bütün Arabistan’da cereyan ediyordu. Rasûlullah
(a.s.) Kur’ân-ı Kerîm’i tam 10 yıl süre ile her yıl Ukâz’dan Mina’ya kadar
çeşitli panayır ve toplantı yerlerine giderek Arabistan’ın dört bir yanından
gelenlere duyurmaya devam etti. Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi İnsanlar buna cevap
olarak ancak taş ve toprak atabiliyorlardı. Bunun tabii bir neticesi olarak
bütün muhalefetlere rağmen Mekke’de de Kur’ân-ı Kerîm ve dolayısıyla İslâm’ın
talimatı yayılmaya devam etti. Böylece Arabistan’da bir veya birkaç ferdinin
müslüman olmadığı tek bir kabile kalmadı. Gerçi Mekke’de İslâmiyet’i alenen
kabul edenlerin sayısı nispeten azdı, ama Kur’ân-ı Kerîm’in öğretileri,
Rasûlullah (a.s.)’ın azameti ve büyüleyici şahsiyeti ve arkadaşlarının örnek
yaşantıları yüzlerce ve binlerce Mekkeliyi İslâmiyet’e hayran bırakmıştı.
Mekkelilerin birçoğu Kureyş’in baskı, zulüm ve eziyetlerinden nefret etmeye
başlamış ve müslümanları gizlice de olsa, takdir etmeye başlamışlardı. Kısacası,
Mekke nüfûsunun büyük bir bölümü zihnen İslâm’a yaklaşmış durumdaydı.34.1.12. Hz.
Peygamber (a.s.)’e İman Edenlerin Meziyetleriİslâmî Hareket’in üçüncü büyük sermayesi veya mal varlığı 13
yıllık dönemde Hz. Peygamber (a.s.)’e iman eden güzide ve seçkin kişilerdi.
Bunlar zihni ve aklı açık ve Hakk’a yatkın şahsiyetlerdi. Bunlar şirk ve
Cahiliyye’nin en karanlık döneminde yetişip büyümelerine ve yaşamalarına rağmen
akıl ve iradelerini kullanarak doğru yolu bulan zevattı. Bunları hiçbir taassup,
ard niyet veya düşünce yahut menfaat atalarının dinini değiştirmekten ve
İslâm’ı kabul etmekten alıkoyamadı. Onlar, kendi aile, kabile ve şehirlerinin
ahâlisinin görüşüne aykırı olarak Hz. Muhammed (a.s.)’e tabi olma ve İslâmiyet’i
kabul etmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı. İman ve inanç sahiplerine
ne gibi zulüm ve işkence yapıldığını da kendi gözleriyle görüyorlardı. Fakat,
onlar kellelerini koltuklarına almıştı ve hiçbir kuvvet onları kararlarından
caydıramazdı. Onlar Bâtıl’a boyun eğmektense Hak için her türlü eziyet çekmeyi
kabul ettiler. Onlar sövüldüler, dövüldüler, baş aşağı asıldılar, aç ve susuz
bırakıldılar, zindana atıldılar, mangallar üzerinde yürütüldüler ve göğüslerine
kocaman taş yerleştirildiği halde kızgın güneşin altında kumlar üzerine
saatlerce yatırıldılar. Onlardan tüccar veya esnaf olanların ekmeklerine mani
olundu ve şeref ve haysiyet sahipleri herkesin önünde alaya alındılar. Fakat,
bu fedailer Allah için ve Rasûlü için her cefâyı çektiler. Kureyş’in baskı ve
zulmü bir tek mü’min erkek veya kadını dinden döndüremedi. Onlar kendi
imanlarını korumak için iki defa Habeşistan’a ve nihayet Medine’ye hicret
ettiler. Ev, bark, mal ve mülk, aile, akraba, dost, ahbab, vatan ve millet her
şeyi bırakıp Allah için yola koyuldular. Bunların çoğu varlıklı ve hatırı
sayılır kişi olmalarına rağmen giydikleri elbiseden başka bir şeyi yanlarına
almadılar. Bu insanların bu davranışları gösteriyordu ki İslâmi Hareket
tarihte ender rastlanan samimi ve fedakâr elemanlarım bulmuştu. Bunlar sayıca
çok azdı ama her biri bir kaya parçası, bir pırlanta ve bir arslandı. Bu
İnsanlar bu meziyetlerinin yanı sıra, Kur’ân-ı Kerîm’in vaaz ve telkinleri ile
Hz. Peygamber (a.s.)’in terbiyesi sayesinde doğru söz söyleme, doğru hareket
etme, dürüst davranma, temizlik, Allah’tan korkma, iffet ve namuslarını koruma,
sabır ve herkesin hakkına riayet etme konusunda örnek kişiler olup çıktılar.
Bunlar dünyanın en temiz, en iyi insanlarıydılar. Nasıl ki, Rasûlullah (a.s.)
karanlık dolu Arap toplumunda bir fener ve bir meşale idi, ona tabi olanların
hayatı ve karakteri de İslâm’ın getirdiği ahlâk devriminin birer canlı
örneğiydiler. Tarafsız bir göz kâfir ve müşrikler ile müslümanların ahlâkî
durumu arasındaki bu büyük farkı derhal görebilirdi. Muhalifler taassup, kin ve
nefret yüzünden gerçeği söylemekten kaçınabilirlerdi, ama kalpleri can
çekişmekte olan eski Cahiliyye döneminde ne gibi İnsanlar yetiştiğini ve İslâm
dininin kıvamından ne kadar yüksek ahlâk ve karaktere sahip İnsanlar doğmakta
olduğunu çok iyi biliyordu.34.1.13. Medine
Ensârının Vasıflarıİslâmî Hareket’in Mekke döneminin son üç yılında kavuştuğu en
büyük ve paha biçilmez sermayesi Medine Ensârının büyük ve katıksız imânıydı.
Medineliler ne Rasûlullah (a.s.)’ı yakından tanıyorlardı ne onun terbiyesinde
büyümüşlerdi. Onlar ne sahabelerin tertemiz hayatlarını görme fırsatını bulmuş
ne de Mekkeli müslümanlar kadar Kur’ân-ı Kerîm’in vaaz ve telkinlerini
kavrayabilmişlerdi. Fakat, bunlar aklıselime sahip açık fikirli ve açık zihinli
insanlardı ve Hakk’ın sadece bir ucunu görüp buna fedâ oldular. İslâm’ın
“sırat-ı müstakim” ini (doğru yolunu) görür görmez, yüzyıllardan beri kalplerine
yerleşmiş olan batıl fikir ve inançları söküp attılar. Medineliler olgun meyve
gibi İslâm’ın torbasına düşmeye başladılar. Öyle ki, bunların sayısı üç yılda
Mekke’de 13 yılda İslâmiyet’i kabul edenleri geçti. Medineliler bununla
yetinmediler ve o kadar coşku ve samimiyetle müslüman oldular ki, Hz. Peygamber
(a.s.) ve Mekkeli arkadaşlarını kendilerine gelip yerleşmeleri için iknâ
ettiler ve bunun için gereken her şeyi yaptılar. Onlar Hz. Peygamber (a.s.) ve
arkadaşlarını memleketlerine çağırmakla ne büyük bir tehlikeyi göze aldıklarını
da çok iyi biliyorlardı. Onlar bütün Arabistan’ı karşılarına alacaklarından
haberdârdılar. Nitekim, son Akabe bi’atı sırasında Medineli eşrafın yaptıkları
konuşmalar bunu göstermektedir. Ayrıca, Medineliler sadece Rasûlullah (a.s.) ve
sahabelerini kabul etmekle kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)’ı kendi hükümdarları da
seçtiler ve ona itaat etmeyi borç bildiler. Medine ensarı, Mekke’den gelen diğer
müslümanlara da tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde
barındırdılar, kendilerine eşit haklar tanıdılar ve evleri ile mallarında ortak
yaptılar.Medine ensârının bu jesti tarihin akışını değiştirdi. Bununla,
İslâm bir davet ve hareket olmaktan çıktı ve bir toplum ve devlet halini aldı.
Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)’in şânı arttı ve kendisi bağımsız ve egemen
bir Dâr ul-İslâm’da İslâm’ın nasıl bir nizam olduğunu gösterme fırsatını buldu.
Rasûlullah (a.s.) bundan sonra Medine’de kurduğu İslam devletinin hangi esaslara
dayandığını gösterdi. Rasûlullah (a.s.) bu devletle, Yüce Allah’ın gönderdiği
dinin ne gibi fertler yetiştirdiğini, nasıl bir toplum meydana getirdiğini,
nasıl bir kültür ve medeniyet yarattığını, toplumda nasıl bir ahlâk ve fazilet
anlayışı doğurduğunu, ekonomi, eğitim, siyaset, hukuk, adalet ve ticarette,
hangi ilkelere önem verdiğini, savaş ve barış kurallarının ne olduğunu
memleketleri fethettikten ve milletlere galip geldikten sonra kendilerine nasıl
davrandığını, varılan anlaşmalara nasıl bağlı kaldığını ve milletlerarası
ilişkilerde hangi çizgilerde bulunduğunu bütün dünyaya ve kıyamete kadar
gelecek nesillere göstermiş oldu. Murat BOZDOĞAN
Melek BOZDOĞAN -
MEDİNE’YE HİCRET
Otuz Üçüncü Bölüm: MEDİNE’YE HİCRET
33.1.2. Hz. Ümm-ü Seleme’nin Başına Gelenler
33.1.3. Hicret İçin Genel İzin
33.1.4. Kureyş’in Müslümanları Hicretten Alıkoymak İçin Aldığı Tedbirler
33.1.4.1. Ayyaş bin Ebi Rebia’nın Başından Geçenler
33.1.4.2.Hz. Abdullah bin Süheyl’in Hikâyesi
33.1.4.3. Hz. Peygamber (a.s.)’in Son Ana Kadar Mekke’de Kalması
33.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)’i Öldürme Plânı
33.1.7. Rasûlullah (a.s.)’a Hicret İzni Verilmesi ve Hicret Hazırlığı
33.1.8. Suikast Gecesi Ne Oldu?
33.1.8.1. Hz. Ali’nin Yakalanması ve Serbest Bırakılması
33.1.8.2. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in Evine Baskın
33.1.9. Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den Ayrıldıktan Sonra Sevr Mağarasında
Konaklamaları
33.1.10. Sevr Mağarasında Olup Bitenler
33.1.11. Sevr Mağarasında Nâzik Bir An
33.1.12. Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in Yakalanıp Öldürülmesi İçin
Ödül
33.1.14.1. Sürâka’nın Hikâyesi
33.1.14.2. Ümm-ü Mâ’bed’in Hikâyesi
33.1.14.3. Ümm-ü Mâ ‘bed, Rasûlullah (a.s.) ‘ın Yüz Hatlarını (Eşkâlini) Tarif
Ediyor
33.1.16. Rasûlullah (a.s.)’ın Kuba’ya Varışı
33.1.16.1. Küba’ya Varış Tarihi
33.1.16.3. Kuba’dan Ayrılış ve İlk Cum’a Namazı
33.1.18. Hz. Ebû Eyyûb Ensarî’nin Evinde Kalış
33.1.19. Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de Karşılanması
33.1.20. Kureyş’in Öfke İle Kudurması
33.1.21. Mescid-i Nebevi’nin İnşası
33.1.22. Mescid-i Nebevi’de Hz. Peygamber (a.s)’in Hücresi (Odası)’nin İnşası
33.1.23. Rasûlullah (a.s.)’ın Çoluk-Çocuklarını Medine’ye GetirtmesiOtuz Üçüncü Bölüm: MEDİNE’YE HİCRET
İbni Cerir ve İbni Hişâm’ın rivâyetine göre müslümanların
Mekke’den Medine’ye hicretleri için genel direktif henüz verilmemişken ve
Bi’set sonrası 12. yılda Zilhicce ayında İkinci Akabe bi’atı yapılmışken
Rasûlullah (a.s.)’ın süt kardeşi ve teyzesi Berre binti Abdulmuttalib’in oğlu
Ebu Seleme (r.a.) Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Ebu Seleme’nin hicrete
karar vermesinin sebebi, kendisinin Habeşistan’dan Mekke’ye dönmesinden sonra
gerek Mekkeli kâfirlerin, gerekse kabilesi olan Beni Mahzûm’un O’nu sürekli
olarak rahatsız etmeleri ve eziyete tabi tutmalarıydı. Ne var ki, Ebu Seleme
(r.a.)’nin hicreti de çok tehlikeli ve çileli oldu.33.1.2. Hz. Ümm-ü
Seleme’nin Başına Gelenlerİbni Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak bizzat Ümm-ü
Seleme’nin bu rivâyetini nakletmiştir: “Kocam Ebu Seleme Medine’ye hareket
etmek üzere evden ayrılınca, ben de arkasından oğlum Seleme’yi kucağıma alıp
evden çıktım. Kocam beni ve oğlumuzu deveye oturttu ve yularını tutarak yürümeye
başladı. Ailemiz (Beni Muğire) kocamın deve ile yürüdüğünü görünce bazı
kimseler bize geldiler ve kocama şöyle seslendiler: “Sen nasıl olsa, elimizden
çıktın. Nereye istersen git. Fakat, biz kızımızın avare gibi dolaşmasına izin
vermeyeceğiz.” Bunu dedikten sonra devenin yularını Ebu Seleme’nin elinden
aldılar ve beni eve geri getirmeye başladılar. Bu arada Ebu Seleme’nin
kabilesinin adamları da toplanarak kendisine ateş püskürmeye başladılar. Ayrıca
benim kocamdan koparılmamı da yadırgadılar ve aileme dediler ki: “Siz
adamımızdan kızınızı çektiniz. Biz de evlâdı Seleme’yi size niye bırakalım?” Ve
oğlumu çekmeye başladılar. Bu kavgada oğlumun kolu çıktı. Oğlumu onlar aldılar,
Beni Muğire beni bir yerde hapsetti ve zavallı Ebu Seleme tek başına Medine’ye
gitti. Bir seneye yakın bir müddet her gün evden çıkıp Ebtah’a gider, kocamın
yolunu bekler ve ağlardım. Bir gün benim akrabalarımdan olan Beni Muğire’nin
bir şahsı beni bu vaziyette gördü ve bana çok acıdı. O gidip Beni Muğire’ye
şöyle dedi: “Şu zavallı kadını niye bırakmıyorsunuz? Önce onu kocasından
ayırdınız sonra da oğlundan uzaklaştırdınız.” Nihayet Beni Muğire bana dedi ki:
“istersen kocana gidebilirsin.” Kocamın ailesi (Beni Abd el-Esed) de oğlumu geri
verdi. Ben oğlumla tek başıma deveye binip Medine’ye hareket ettim. Ten’im’e
vardığımda Beni Abduddâr’a mensup Osman bin Talha bin Ebi Talha’yı gördüm.
Osman, “Ebu Ümeyye’nin kızı, nereye gidiyorsun?” diye sordu. Ben, “kocamın
yanına Medine’ye gidiyorum” dedim. “Senin yanında kimse yok mu?” diye sordu.
Ben de “Allah’ım ve bu çocuğumdan başka kimse yoktur” dedim. Dedi ki, “vallahi,
ben seni böyle bırakmayacağım.” Ve devemin yularını tutarak yürümeye başladı.
Vallahi, ben ondan daha iyi bir insan görmedim. Bir menzile varınca devemi
oturtur ve bir kenara çekilirdi. Ben çocuğumu alıp inince o deveyi bir ağaca
bağlardı. Daha sonra biz istirahat ederdik. Tekrar yola çıkma zamanı gelince
deveyi yanıma getirir ve kendisi uzaklaşırdı. Ben deveye bindikten sonra devenin
yularını tutar ve yürürdü. Medine’ye kadar olan yolu böyle katettik. Sonra,
Küba’da Beni Avfın köyü görülünce Osman bana şöyle dedi: “Bak kızım, kocan
oradadır. Artık onun yanına gidebilirsin. Allah sana bereket versin.” Osman
geldiği yoldan yürüyerek Mekke’ye döndü.” (Bu olayı Belazuri de Ensab-ul
Eşrefte kaydetmiştir).Bu olaydan anlaşılacağı gibi, Kureyşli kâfirler müslümanlara
haddinden fazla zulüm ve eziyet vermeye devam edince yine onlardan bazıları bu
hareketlerden tiksinmeye ve müslümanlara karşı sempati duymaya başladılar. Bu
cahiliyye toplumunda birazcık medeniyet, kültür ve insanlık nasibini almış
olanlar İslâm’a düşman olmalarına rağmen eziyetlere boyun eğmeyen ve bütün çile
ve zorluklara rağmen Hak yolunda yürümeye devam edenler saygı görmeye
başladılar.33.1.3. Hicret
İçin Genel İzinNihayet, Bi’set sonrası 13. yıl Zilhicce ayında yapılan Son
Akabe biatından sonra Rasûlullah (a.s.) Mekke’de bulunan bütün müslümanların
Medine’ye hicretleri için genel izin çıkardı. Rasûlullah (a.s.) müslümanlara
şöyle dedi: “Yüce Allah artık sizin için yeni kardeşler ortaya çıkarmıştır ve
sizin huzur ve sükûnet içinde yaşayabileceğiniz bir şehir temin etmiştir.” (Bk.
İbni Hişâm İbni İshâk’ın rivâyeti). Bu izin çıkar çıkmaz ilk önce Hz. Amir bin
Rebi’atü’1-Anzi, zevcesi Leylâ binti Ebi Hasme ile yola koyuldu. Daha sonra Hz.
Ammar bin Yasir, Hz. Bilâl ve Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas Medine’ye hicret ettiler.
Bundan sonra Hz. Osman bin Affân, karısı Rukayye binti Rasûlullah (a.s.) ile
hareket etti. Bundan sonra genel bir göç başladı ve müslümanlar akın akın
Medine’ye gitmeye başladılar. Bazen bütün aileler, her şeylerini bırakıp yeni
diyara hareket ettiler. İbni Hişâm İbni İshâk’a dayanarak özellikle üç ailenin
bütün fertlerinin Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerini ve evlerini boş
bıraktıklarını ifade etmiştir. Bu aileler şunlardı: 1) Beni Ma’zun, 2) Beni el-Bukeyr
3) Beni Cahş bin Ri’âb. İbni Abd-il Berr Beni Cahş ile beraber Beni Esed bin
Huzeyme’nin erkek, kadın ve çocuklarının da Medine’ye gittiğini bildirmiştir.
Bu iki aileden toplam 30 kişi hicret etti, ki bunlar arasında Rasûlullah (a.s.)’ın
teyzeoğlu Abdullah bin Cahş ve Ebû Ahmed bin Cahş (ismi Abd idi) bunların iki
kız kardeşi Hz. Zeyneb binti Cahş, (ki daha sonra Üm-mül-Mü’minin oldu), Hamne
binti Cahş (Hz. Mus’ab bin Umeyr’in zevcesi) ve Habib bint Cahş (Hz. Abdullah
bin Avfın karısı) vardı. Bunların gitmesinden sonra Utbe bin Rebi’a ve Abbas bin
Abdulmuttalib ve Ebû Cehl onların evlerinin önünden geçtiler. Utbe bin Rebi’a
derin bir ah çekti ve “Beni Cahş’ın evi bugün bomboştur” dedi. Bunun üzerine Ebu
Cehl, “ne ağlıyorsun? Bunların hepsi bu kardeşimizin (yani Hz. Abbas’ın)
yeğeninin yaptıklarıdır. O cemaatimizi böldü, aramızdaki münasebetleri kesti ve
bizi parçaladı.” Bundan sonra sıra Ebu Süfyan’a geldi. Ebu Süfyan, Beni Cahş’ın
evini işgal edip başkalarına sattı. Ebu Süfyân bunun için şu bahaneyi uydurdu:
Kızı Fer’a (ya da Fâri’a) Ebû Ahmed bin Cahş’ın karısıydı. Güya, damadının
bütün veraseti, henüz kendisi sağ iken kayınpederine geçmişti. Hz. Abdullah bin
Cahş, Ebû Sufyân’ın bu haksızlığı hakkında Rasûlullah (a.s)’a şikâyette
bulununca, kendisi şöyle dedi: “Siz bu evinizin bedelini Cennet’te bulmaktan
mennun olmayacak mısınız?” Mekke’nin fethinden sonra Ebu Ahmed bin Cahş kendi
evini kayınpederinden geri almak isteyince Rasûlullah (a.s.) herhangi bir ses
çıkarmadı. Daha sonra sahabeler, Ebû Ahmed’e dediler ki: “Rasûlullah,
muhacirlerin Allah yolunda harcanmış mallarının geri alınmasından yana
değildir.” Nitekim, bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’deki evi o zamana kadar
müslüman olmamış olan Akil bin Ebi Tâlib tarafından, hicretten sonra işgal
edilmişti. Rasûlullah (a.s.), Mekke’nin fethinden sonra bu evi geri almadı. (Ebû
Dâvud, Kitab’ul-Hac).33.1.4. Kureyş’in
Müslümanları Hicretten Alıkoymak İçin Aldığı TedbirlerHz. Suheyb Medine’ye hicret için evden çıkınca, Kureyşliler
kendisine şöyle diyerek mani olmak istediler: “Sen buraya parasız, pulsuz
gelmiştin. Burada zenginleştin. Şimdi de canınla beraber mallarını da alıp
götürmek istiyorsun. Vallahi, buna müsaade etmeyeceğiz.” Hz. Suheyb (r.a.) dedi
ki: “Peki, ben bütün mal ve mülkümü size bırakırsam bana gitme izni verir
misiniz?” Onlar “evet” dediler. Hz. Suheyb bunun üzerine bütün mal-mülk ve
sermayesini Kureyşlilere bıraktı ve eli boş Mekke’den çıktı, Rasûlullah (a.s.)
bu “alışveriş”in haberini alınca dedi ki: “Suheyb iyi bir iş yapmıştır”. (Bk.
İshâk bin Râhveyh, İbni Merdûye, İbni Hişâm ve Belazuri; Ebû Osman en-Nehdî’nin
rivâyeti).İbni Abd il-Berr, “ed-Dürer fi İhtishar el-Meğâzi ve’s-Siyer”
adlı eserinde diyor ki, Hz. Suheyb Mekke’den hareket edince Kureyşliler
kendisini takip ettiler. Amaçları, onu öldürüp mallarını gasp etmekti. Hz.
Suheyb, Kureyşlilerin kendisinin peşinde olduğunu görünce dedi ki:
“Biliyorsunuz ki, ben hepinizden daha iyi bir okçuyum. Vallahi billahi, sizden
hiçbiri bu konuda bana yetişemez. Bana yaklaşanı öldürürüm.” Takip edenler dedi
ki: “Mallarını bırak ve git.” Hz. Suheyb şöyle dedi: “Mal ve mülkümü zaten
Mekke’de bıraktım. Falanca yere gidin ve onları oradan çıkarın.” Dolayısıyla,
onlar Hz. Suheyb’i takip etmekten vazgeçtiler ve gidip mallarını aldılar. Buna
benzer bir rivayet Belazuri tarafından, Hz. Sa’id bin Müseyyeb’e dayanılarak
naklolunmuşur.Beyhâki ve Taberânî yine Hz. Sa’id bin Müseyyeb’e dayanarak
bizzat Hz. Suheyb’in şu ifadesini nakletmişlerdir: “Ben hicret niyetiyle
Mekke’den çıkarken, Kureyş’in bazı gençleri yolumu kestiler. Gece onlar uyuya
kalınca kaçmayı başardım. Fakat yolda gene arkadaşları beni yakaladılar. Ben
onlara dedim ki, “ben Mekke’ye sizinle beraber gidip size birkaç okka altın
versem, beni bırakacak mısınız?” Onlar “evet” dediler. Ben tekrar Mekke’ye
gelip onlara dedim ki, falanca yeri kazın altınları alın ve falanca kadının
evine gidip iki elbiselik kumaş alın.” Böylece, ben onlardan kurtulup,
Rasûlullah (a.s.)’ın yanına Küba’ya varınca, kendisi bana şöyle dedi: “Bu değiş
tokuşta sen çok kârlı çıktın.” Ben dedim ki, “bu olayı kimse bilmiyordu. Bunun
haberini size herhalde Cebrail (a.s.) vermiştir.”33.1.4.1. Ayyaş bin
Ebi Rebia’nın Başından GeçenlerDiğer muhacirler gizli saklı Mekke’den çıkarken, Hz. Ömer (r.a.)
20 süvari ile alenen kenti terk etti. Refakatinde kardeşi Zeyd bin el-Hattâb,
eniştesi Sa’id bin Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, damadı Huneys bin Huzâfe (Hz.
Hafsa’nın eski kocası) ve diğer bazı mümtaz kişiler vardı. Bezzâr ve İbn İshâk
çok muteber senetlerle Hz. Ömer’in şu ifadesini nakletmiştir: “Ben, Ayyaş bin
Rebî’a ve Hişâm bin As bin Vâil ile sözleşmiştim. Onlar benimle, Mekke’ye 10 km.
uzaklıktaki Tenâdıb mevkiinde buluşacaklardı. Aramızda varılan anlaşmaya göre,
kararlaştırılan saatte gelmeyen olursa onun düşmanların eline düştüğü kabul
edilerek diğer arkadaşlar kendisini beklemeden yola koyulacaklardı. Hişâm,
Mekke’de yakayı ele verdi. Ayyaş ise bizimle beraber Medine’ye vardı.
Peşlerinden Ebû Cehl bin Hişâm ve Hâris bin Hişâm (Ayyâş’ın hem amca oğlu hem
üvey kardeşi) de Medine’ye vardı. Onlar Ayyâş’ın peşine düştüler ve dil dökerek
Mekke’ye dönmesi için çaba harcadılar. Kendisine dediler ki: “Annen senin
ayrılmana çok üzülmüş ve sen eve dönünceye kadar saçlarını taramayacağına ve
güneşten gölgeye gitmeyeceğine and içmiştir.” Ben ona durumu izah etmek istedim.
Dedim ki, bunlar sana yalan söylüyorlar, maksatları seni geri götürmektir. Onun
için de, türlü türlü bahaneler uyduruyorlar. Ben dedim ki, annen bitlenince
ister istemez saçlarını tarayacak ve güneşte kavrulduktan sonra mutlaka gölgeye
geçecektir. Fakat Ayyâş’a anne sevgisi galip geldi. Ayyaş dedi ki, ben anneme
verdiğim sözü tutacağım ve mallarımı alıp geri geleceğim. Ben ona dedim ki:
“Sana mallarımın yarısını vereyim, sen bu adamlarla Mekke’ye dönme”. Fakat o
çocuk beni dinlemedi. En son dedim ki: “Peki, gitmek istiyorsan git, ama benim
dişi devemi al. Bu çok iyi bir hayvandır. Bundan hiç ayrılma. Baktın ki, bu
adamların niyeti kötü, o zaman bu dişi deve ile hemen bu tarafa koş.” Ayyaş bu
nasihatimi dinledi ve deveyi aldı. Yolda Ebu Cehl, Ayyâş’a şöyle dedi: “Kardeş,
benim devem aksıyor. Sen beni kendi dişi devene alır mısın?” Ayyaş, “neden
olmasın?” dedi ve onu devesine aldı. İkisi deveden indi, ki Ebu Cehl, Ayyâş’ın
devesine binebilsin. Hâris de devesini durdurdu ve aşağıya indi. İkisi Ayyâş’ın
ellerini ve ayaklarını bağladılar. İbni İshâk’ın ifadesine göre Ebu Cehl ve
Hâris, Ayyâş’ı elleri ve ayakları bağlı olarak Mekke’ye getirdiler. İkisi de
halka sesleniyorlardı: “Ey Mekkeliler, yaramaz ve haşarı çocuklarınızı bizim
gibi terbiye edin.”İbni Hişâm güvenilir kişilere dayanarak şu rivâyeti aktarmıştır:
Rasûlullah (a.s.) Hişâm bin as ile Ayyaş bin Rebi’a için endişeliydi. Rasûlullah
(a.s.) “bu ikisini bana kim getirecek?” dedi. Velid bin Muğire (Hâlid bin
Velid’in kardeşi) arz etti: “Ya Rasûlullah, ben bu işi yapmaya hazırım.” Bunu
dedi ve Mekke’ye hareket etti. Şehre girdikten sonra bu iki mahkûm ile ilgili
gizlice bilgi toplamaya başladı. İkisinin, çatısı olmayan bir binanın içinde
olduğunu öğrendikten sonra gece duvarları atlayarak içeriye girdi, ikisinin
zincirlerini kopardı ve devesine bindirip Medine’ye getirdi.33.1.4.2.Hz. Abdullah
bin Süheyl’in HikâyesiHicretten alıkonan müslümanlar arasında Hz. Abdullah bin Süheyl
bin Amr da vardı. Belazuri diyor ki, Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr, Medine’ye
hicretin başladığı haberini aldıktan sonra Habeşistan’dan Mekke’ye gelmişti.
Amacı, Rasûlullah (a.s.) ile beraber yeni “Dar-ul Hicret”e gitmekti. Fakat Hz.
Abdullah’ı babası Süheyl bin Amr durdurdu ve hapsetti. Abdullah, babasına hile
yaparak hapisten kurtulmak istedi ve bu gaye ile atalarının dinine döndüğünü
söyledi. Babası söylediklerine inandı ve onu yanına alarak Bedir savaşma
katıldı. Fakat iki tarafın kuvvetleri karşı karşıya gelince, Hz. Abdullah bin
Süheyl bin Amr müslümanlara katıldı. Bundan birkaç sene sonra Mekke fethi
sırasında Süheyl bin Amr da müslüman olunca şöyle dedi: “Allahu Teâlâ, oğlum
Abdullah’ın imanını oldukça sağlam kılmıştı.”33.1.4.3. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Son Ana Kadar Mekke’de Kalmasıİbni İshâk’ın rivâyetine göre genel olarak Medine’ye hicret
etmek üzere Habeşistan’dan Mekke’ye dönenlerden yedisi hapsedilmiş ve bunlar
hicrete katılamamıştı. Buna ilâveten, hicret sırasında yakalanan ya da hicret
etme imkânına sahip olmayan pek çok kişi vardı. Bunların kalbi iman doluydu, ama
kendi zaaf veya imkânsızlıkları sebebiyle hicrete katılamamışlardı. Bunların
dışında elleri, ayakları hareket eden ve maddi imkânlara sahip olan herkes
Medine’ye hicret etmişti. Mekke’de hatırı sayılır kişiler arasında sadece Hz.
Peygamber (a.s.), Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ali kalmışlardı.Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre Hz. Ebu Bekr
(r.a.) Medine’ye hicret etme niyetini belirtince, Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi:
“Biraz sabret. Çünkü, öyle tahmin ediyorum ki, bana da hicret izni
verilecektir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) arz etti: “Annem ve babam size fedâ olsun;
siz böyle bir şey bekliyor musunuz?” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “Evet”.
Dolayısıyla, Hz. Ebu Bekr (r.a.) Rasûlullah (a.s.) ile beraber Medine’ye hicret
etmek maksadıyla beklemeyi tercih etti. Bu arada iki dişi deve de satın alıp
bunları beslemeye başladı. İbni Hişâm ile İbni Cerir’in naklettikleri İbni
İshâk’ın rivâyetine göre, Hz. Ebu Bekr, hicret için her izin isteyişindeRasûlullah (a.s.) kendisine şöyle derdi: “Acele etme. Bakarsın,
Allah sana bir yoldaş veriverir.” Bu sözler üzerine, Hz. Ebu Bekr, bu “yoldaş”ın
bizzat Rasûlullah (a.s.) olacağı konusunda ümitlendi. Hakim’in, Hz. Ali
(r.a.)’ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.) Cebrail’e
sordu: “Hicret’te bana kim refakat edecektir?” Hz. Cebrail, “Ebu Bekr” dedi.
İbni Cerir ise, Urve bin Zübeyr’e dayanarak diyor ki, Hz. Ebu Bekr (r.a.) hicret
eden diğer sahabeler ile beraber Medine’ye gitmek umuduyla iki dişi deve satın
almıştı. Hz. Ebu Bekr (r.a.) kendisine Rasûlullah (a.s.)’ın refakat edeceği
konusunda emin olunca bu dişi develeri iyice besleyip güçlü ve kuvvetli yaptı.İbni Hişâm ile İbni Cerir, İbni İshâk’a dayanarak diyorlar ki:
Rasûlullah (a.s.) halkın kendisine bıraktığı emanetlerin dağıtılması işini
yürütmek için Mekke’de kalmıştı. İbni İshâk diyor ki, Mekke’de tek bir kişi
yoktu ki, çalınacak korkusuyla kıymetli eşyasını Rasûlullah (a.s.)’a emanet
olarak bırakmış olmasın. Zira, Rasûlullah (a.s.)’ın doğruluğuna, dürüstlüğüne ve
emanetleri canı gibi koruduğuna dost, düşman herkes inanıyordu.Böylece Rasûlullah (a.s.) Bi’set’in 13. yılının 12
Zilhicce’sinde yapılan son Akabe Biatından başlayarak, Bi’set’in 14. yılının 14
Safer’ine kadar, yani yaklaşık 2.5 ay Mekke’de beklemeyi tercih etti. Halbuki,
bu arada Medine’ye akın akın hicret ediliyordu. Son günlerde ise uzaktan
yakından bütün arkadaşları Mekke’yi terketmişti. Rasûlullah (a.s.) gemisini en
son terk eden bir kaptan edasıyla Allah’ın izni gelmeden sadece iki arkadaşı ve
can yoldaşıyla birlikte Mekke’de kâfirler ve düşmanlar arasında beklemeyi uygun
gördü. Bu olaya biraz dikkatle baktığımızda Rasûlullah (a.s.)’ın ne kadar
vazifesine sadık, fedakâr ve cesur olduğunu anlarız.Bütün müslümanlar, Mekke’yi bir bir terk edince Kureyşli
kâfirler, Rasûlullah (a.s.)’ın da her an Medine’ye hicret edeceğine inandılar.
Onlar, bunun neticelerini de çok iyi biliyorlardı. Onlar, Rasûlullah (a.s.)’ın
büyük şahsiyeti, nüfuzu, fevkalâde kabiliyetleri ve Kur’an-ı Kerim’in inanılmaz
büyüleyici tesirinden habersiz değillerdi. Onlar, Rasûlullah (a.s.)’ın artık bir
sığınak olduğunu, iki yiğit ve namlı kabilenin kendisini himaye etmeye razı
olduğunu ve bizzat Kureyş’in en kabiliyetli, cesur ve savaşçı gençlerinin 13
yıl çileli bir hayat yaşadıktan sonra ve azim ve kararlılıklarından zerre kadar
bir şey kaybetmeden Medine’ye hicret ettiklerini biliyorlardı. Onlar bir avuç
müslümanın defalarca İslâm ve Allah uğruna evlerini, ailelerini, mallarını ve
mülklerini, kısacası, her şeylerini terk edip hicret ettiklerini ve hiç
yılmadıklarını da biliyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) gibi eşsiz bir önder ve
komutanın emrinde böylesine fedakâr ve fedai kişilerin teşkilatlanmaları ve
hatta bir şehrin idaresini ele almaları Kureyşliler, diğer kâfirler ve eski
düzenleri için ölümün habercisiydi. Özellikle, Medine’nin jeopolitik durumu
öylesine hayati ehemmiyet taşıyordu ki, burada müslümanların bu şekilde birleşip
toplanmaları ve güç birliği yapmaları Kureyşliler açısından çok tehlikeliydi.
Nitekim, müslümanların Medine’ye hakim olmasıyla Kızıldeniz kıyısı boyunca
Yemen’den Suriye’ye uzanan ve Kureyş ile diğer kabilelerin en büyük geçim
kaynağı olan ticaret yolu da onların denetimi altına girecekti. Müslümanlar
Arabistan ekonomisinin bu şahdamarına el koyarak Cahiliye nizamına en büyük
darbeyi vurmuş olacaklardı. Bu ticaret yolundan yılda en az 250 bin altın gelir
elde ediliyordu. Tâif ile diğer önemli merkezlerin ticareti bunun dışında idi.
Bu sebepten dolayıdır ki, Akabe bi’atıyla ilgili haberi alır almaz Kureyş büyük
bir telaşa kapıldı ve Medinelileri Hz. Peygamber (a.s.)’den uzaklaştırmak ve
koparmak için bütün güçlerini kullandılar. Fakat nafile, Kureyşliler Akabe
bi’atını önlemekte başarısız kalınca müslümanların Medine’ye hicretlerini
engellemeye çalıştılar, ama bunu da başaramadılar. Onlar ancak birkaç kişinin
yolunu kesebildiler, çoğunluk çoktan Medine’ye varmıştı. Kureyşliler için artık
tek bir yol kalıyordu, o da Hz. Peygamber (a.s.)’in vücudunu ortadan
kaldırmaktı.33.1.6. Hz.
Peygamber (a.s.)’i Öldürme Plânıİbni Hişâm, İbni Sa’d, İbni Cerir ve Belâzuri’nin ifadelerine
göre Kureyşliler son kararlarını almak üzere Dâr ün-Nedve’de gizli bir toplantı
yaptılar. Bu toplantıya Kureyş’in bütün ağır topları ve kodamanları katıldılar.
Herkes karşı karşıya bulunulan tehlikeyi ortadan kaldırma çaresini aramaya
başladı. Bir grup, Rasûlullah (a.s.)’ın hayatı boyunca zincire vurulması ve hiç
serbest bırakılmamasından yana idi. Bu teklif kabul edilmedi. Zira, itiraz
edenler dediler ki, Rasûlullah (a.s.) zindana atılsa da arkadaşları serbestçe
faaliyetlerini sürdüreceklerdir. Onlara göre Rasûlullah (a.s.)’ın fedaileri
kuvvetlenip kendisini er geç kurtaracaklardı. Başka bir grup Hz. Peygamber
(a.s.)’in sürgüne gönderilmesinden yanaydı. Bu grup, Hz. Peygamber (a.s.)’in
varlığını zararlı buluyordu ve Mekke’den çıkarılmasını istiyordu. Bu gruba
göre, Hz. Peygamber (a.s.) Mekke’den ihraç edildikten sonra ne yaparsa yapsın
onları ilgilendirmeyecekti. Fakat bu öneri de reddedildi. Zira muhalifler
dediler ki, Muhammed (a.s.) büyüleyici ve cezbedici bir şahsiyete sahipti,
insanları büyüleyebiliyordu (!) ve Mekke’nin dışına çıktıktan sonra bütün
Arabistan O’nun faaliyet alanı haline gelecek ve herkese fikrini aşılayacaktı.
Nihayet, en iyi yolun Hz. Peygamber (a.s.)’in öldürülmesi olduğunda karar
kılındı. Ebu Cehl dedi ki: “Bütün kabileler eli çabuk, attığını vuran, yiğit,
soylu ve güçlü birer genç seçsinler.” Bunlar bir anda Muhammed (a.s.)”e hücum
edip derhal öldüreceklerdi. Böylece, Muhammed (a.s.)’in kanı bütün kabilelere
dağılmış olacaktı. Bu durumda, Beni Abd-i Menaf, bütün bu kabileleri karşısına
almaya veya bunlardan intikam almaya cesaret edemeyecekti. Sonunda, Abd-i
Menâflılar diyete razı edileceklerdi. Ebu Cehl’in bu fikri herkesin hoşuna gitti
ve her kabile suikast için kendi adamını seçti. Suikast tarihi ve saati de
tesbit edildi. Bütün bu konuşmalar kimsenin kulağına ulaşmasın diye son derece
gizli tutuldu. Enfâl sûresinde bu hakikate işaret edilmiştir:“Hani bir zaman kâfirler seni hapsetmek, öldürmek veyahut
Mekke’den çıkarmak için tuzak kurdular. Allah da onlara mukabele buyurdu. Allah
tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.” (Ayet; 30)33.1.7.
Rasûlullah (a.s.)’a Hicret İzni Verilmesi ve Hicret HazırlığıTirmizî ve Hâkim’in naklettikleri İbni Abbas’ın bir rivâyeti
şöyledir: Kureyşliler işi bu safhaya getirince Cenab-ı Allah, Rasûlullah
(a.s.)’a Mekke’den Medine’ye hicret iznini verdi ve bu hususta şöyle dedi:“De ki: ‘Rabbim Beni sıdk girdirişi ile girdir. Ve sıdk çıkarışı
ile çıkar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım ihsan
buyur.” (İsrâ; 80)
[1]Hicret’e izin verilen geceden bir sonraki gece Kureyş tarafından
Rasûlullah (a.s.)’ın öldürüleceği gece olarak seçilmişti.[2]
İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye ve İbni Cerir ile İbni Hişâm’in İbni İshâk’a dayanarak
naklettikleri rivayete göre aynı gün Cebrâil (a.s.) gelip, Rasûlullah (a.s.)’a
Kureyş’in sinsi plânını bildirdi ve o gece yatağına yatmamasını istedi. Bunun
üzerine Rasûlullah (a.s.) kendisini çarşafa sararak ve yüzünü gizleyerek Hz. Ebu
Bekr’in evine gitti. Buhârî’de İmam Zührî’ye dayanılarak Hz. Urve bin Zübeyr’in
bir rivâyeti naklolunmuştur. Bu rivayette Hz. Ayşe’nin şöyle dediği
kaydedilmiştir: “Biz öğlen evimizde iken biri gelip, Hz. Ebu Bekr’e,
Rasûlullah’ın yüzünü gizleyerek evimize beklenmedik bir şekilde geldiğini haber
verdi.” Taberânî’de yer alan Hz. Esma binti Ebi Bekr’in rivâyetine göre
“Rasûlullah (a.s.) her gün sabah ve akşam evimize gelirdi.” Aynı rivayet Buhârî,
Babü’l-Hicret’te Hz. Ayşe’den naklolunmuştur, İbni Hişâm’da yer alan Hz.
Ayşe’nin başka bir rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) her gün sabah ve akşam bize
gelirdi, fakat o gün adetinin dışında öğle namazı saatinde geldi.” Hz. Ebu Bekr
biraz endişeli bir tavırla kendi kendisine sordu: “Annem-babam ona feda olsun.
Herhalde çok önemli bir şeydir. Yoksa, bu saatte gelmezdi.” Bundan sonra
Rasûlullah (a.s.) içeriye gelme izni istedi. İzin aldıktan sonra içeriye geldi
ve herkesin uzaklaşmasını istedi. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, bunlar zaten
sizin ailenizden kişilerdir. (Musa bin Ukbe, Hz. Ayşe’nin şu ifadesini
nakletmiştir: “O sırada Hz. Ebu Bekr’in yanında benim ve kardeşim Esmâ’nın
dışında kimsecik yoktu.” İbni Hişâm’da yer alan İbn İshâk’ın rivâyeti de aynı
doğrultudadır. Fakat İbni Ukbe’nin rivâyetinde şu ek cümlelere rastlanıyor: Hz.
Ebu Bekr dedi ki, “burada sadece kızlarım vardır, herhangi bir casus filan
yoktur.”) Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “bana çıkış izni
verilmiştir.” Hz. Ebu Bekr arz etti: “Annem-babam size feda olsun. Acaba ben
size refakat etme şerefine nail olacak mıyım?” Rasûlullah (a.s.) “evet” dedi.
Hz. Ebu Bekr dedi ki, “benim iki dişi devemden bir tanesini siz alın.”
Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “evet, ama fiyatını ödeyeceğim.” İbni İshâk’ın
rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) kendisine dedi ki: “Ben bunu senin ödediğin
fiyatla alacağım.” Hz. Ebu Bekr dişi devenin fiyatını söyledi ve Rasûlullah
(a.s.) “bunu ben sana ödeyeceğim” dedi. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) ile Hz.
Ebu Bekr (r.a.), Beni ed-Dil’in, yolları çok iyi bilen ve kılavuzlukta usta olan
Abdullah bin Üreykıt[3]
adlı bir adamım kılavuzluk için ücretle tuttular. İkisi, iki dişi deveyi de
kendisine teslim ettiler ve dediler ki: “Bunları istediğimiz yere, istediğimiz
saatte getireceksin.”33.1.8. Suikast
Gecesi Ne Oldu?Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) evine gitti ve düşmanlar kendi
plânlarından O’nun haberdar olduğu konusunda en küçük bir şüpheye düşmesinler
diye karanlık basıncaya kadar orada kaldı. Gece karanlığıyla birlikte
Rasûlullah (a.s.)’ı öldürmek amacıyla seçilen suikastçılar kararlaştırılan
yerde toplandılar. İbni Sa’d’ın rivâyetine göre suikastçıların sayısı 12 idi.
Bunların adlan şöyledir: Ebu Cehl, Hakem bin Ebi el-As, Ukbe bin Ebi Muayt, Nadr
bin el-Haris, Ümeyye bin Halef, Haris bin Kays İbn el-Gaytala, Zemea bin
el-Esved, Tu’ayme bin Adiyy, Ebu Leheb, Übeyy bin Halef, Nübeyh bin Haccac ve
Münebbih bin Haccac. Ancak, bu suikastçılar gelmeden önce Rasûlullah (a.s.)
kendi yatağına yeşil renkli Hadramut çarşafını örtüp Hz. Ali’yi yatırmıştı. Bu
sebeple, dışardan gözlemcilik yapan ve Rasûlullah (a.s.)’ı yakından izlemeye
çalışan Kureyşliler, Rasûlullah (a.s.)’ın kendi yatağında rahat uyumakta
olduğunu sandılar. Süheyl bazı Siyer ulemâsına dayanarak Kureyşlilerin, duvarı
atlayarak evin avlusuna girmeye çalıştıklarını, fakat tam bu sırada bir kadının
bağırışını duyduktan sonra oldukları yerde sinmek zorunda kaldıklarını ifade
etmiştir. Onlar aralarında şöyle dediler: “Vallahi, bizim duvarı atlayarak kendi
akrabamızın evine girdiğimiz ve kadınların namusunu hiçe saydığımız duyulursa
bütün Arabistan’da rezil olacağız.” Bu sebeple, bu katiller sabaha kadar Hz.
Peygamber (a.s.)’in evinin önünde bekleyip durdular. Artık onlar programlarında
biraz değişiklik yapmışlardı ve sabaha doğru Hz. Peygamber (a.s.) evinden
çıktığı an kendisine çullanmak niyetinde idiler.33.1.8.1. Hz. Ali’nin
Yakalanması ve Serbest BırakılmasıDüşmanlar gece, Hz. Peygamber (a.s.)’in evinin etrafını sarmış
durumda iken Rasûlullah çok rahat bir şekilde evinden çıktı ve onların
başlarına toprak atıp yavaşça aralarından sıyrılıp dışarıya çıktı. Rasûlullah
(a.s.) o sırada Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyordu.Sabah olunca Kureyşliler kendilerine geldiler. Biraz sonra Hz.
Ali’nin, Hz. Peygamber (a.s.)’in yatağından kalktığını gördüler. İşte o ân,
Kureyşliler iş işten geçtiğini ve Rasûlullah (a.s.)’ın çoktan Medine’ye doğru
yol almakta olduğunu anladılar. (Bak. İbni Sa’d, İbni Hişâm, Belazuri, İbni
Cerir ve Zadul-Mead). İbni Cerir ve İbni Esir’in anlattıklarına göre onlar Hz.
Ali’ye sordular: “Efendin nerede?” Hz. Ali dedi ki: “Ben ne bileyim nereye
gitti? Ben O’nun bekçisi miyim? Siz onu kovdunuz, o da gitti.” Bunun üzerine o
alçak adamlar hayli öfkelendiler. O’na ağır sözler söylediler, bağırıp
çağırdılar, hatta sövüp dövdüler ve Mescid-i Haram’a götürüp hapsettiler. Fakat,
bütün bağırıp çağırmalarına rağmen Hz. Ali’nin ağzından herhangi bir lâf
alamayınca onu serbest bıraktılar. Belki de Hz. Ali’yi bırakmalarının sebebi,
bütün emanetlerin iadesi için onu kefil olarak geride bırakmasıydı. Mekkeliler
kendi mallarını geri almak sevdasıyla, Hz. Ali’yi bırakmış olabilirler. Ayrıca,
Rasûlullah (a.s.)’ın üstün meziyet ve ahlâkının bir örneğini gördükten sonra
utanmış olabilirler de. Zira onlar onu öldürmeyi planlamışken o gider ayak
onların emanetlerinin iade edilmesi için gereken tedbiri almış durumdaydı.33.1.8.2. Hz. Ebu
Bekr (r.a.)’in Evine BaskınBu alçak ve gaddar adamlar, Hz. Ali’yi bıraktıktan sonra Hz. Ebu
Bekr’in evine yöneldiler. İbni İshâk’ın Hz. Esma binti Ebi Bekr’e dayanarak
naklettiğine göre ertesi gün, aralarında Ebu Cehl’in de bulunduğu bir grup
Kureyşli, Hz. Ebu Bekr’in evine geldi ve kapıda duran Hz. Esma’ya , seslenerek:
“Baban nerede?” diye sordular. Hz. Esma, babasının nerede olduğunu hiç
bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Ebu Cehl, kendisine öyle sert bir tokat attı
ki, bir kulağındaki küpesi uzağa düştü. Bundan sonra bu serseriler geldikleri
yere döndüler. (İbni Hişâm ve İbni Cerir).33.1.9.
Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den Ayrıldıktan Sonra Sevr Mağarasında KonaklamalarıRasûlullah (a.s.) gece vakti evinden çıkıp doğru Hz. Ebu Bekr’in
evine gitti ve iki arkadaş derhal yola koyuldular. Nihayet, Mekke’ye üç mil
uzaklıktaki Sevr adlı tepeye gelip mağaraya girdiler ve saklandılar. Müsned-i
Ahmed ve Tirmizî’nin rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Mekke çıtasında ilk önce
Hazvere mevkiinde durup Beytullah’a hasretle baktı ve şunları söyledi:“Ey Mekke, Allah’a yemin ederim, sen Allah’ın dünyasında benim
en sevdiğim yersin. Yüce Allah da kendi dünyasında en çok seni seviyor. Eğer
senin ahalin beni kovmasaydı ben buradan çıkmayacaktım.”Rasûlullah (a.s.) daha sonra Sevr mağarasına gidip konakladı.
Bu noktada, Rasûlullah (a.s.) ve yoldaşı Hz. Ebû Bekr’in Sevr
mağarasına sığınmalarının anlam ve öneminin ne olduğuna dikkat etmemiz,
zannederiz daha doğru olacaktır. Sevr dağı Mekke’nin güneyinde Yemen yolu
üzerinde bulunuyor. Halbuki, Medine tam aksi istikamette, yani Mekke’nin
kuzeyinde Suriye yolunda bulunuyor. Mekkeli kâfirler dâha önceden Rasûlullah
(a.s.)’ın Medine’ye hicret edeceğini biliyorlardı. Nitekim, kendisini evinde
bulamayınca yürüttükleri ilk tahmin bu yönde idi. Bu bakımdan Rasûlullah
(a.s.)’ı aramak için ilk önce yöneldikleri yön Medine yolu olacaktı. Mekke’nin
dışında kuzey yolunda dağlık bir bölge vardı. Bu güçlüklere rağmen arama
taramaları bu istikamette olacaktı ve ancak büyük uğraşı sonunda Rasûlullah
(a.s.)’ı bu istikamette bulamayınca diğer istikametlere, yani batıya, doğuya ve
güneye bakabilirlerdi. Böylece Sevr mağarasına sığman Hz. Peygamber (a.s.) ile
Hz. Ebu Bekr (r.a.) epeyce zaman kazanmış olacaklardı.Hz. Ebu Bekr Sevr mağarasına sığınmalarından çok önce gereken
hazırlıkları yapmış ve bu hususta fevkalâde tedbirler almıştır.[4]
Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre kendileri büyük çapta yol
hazırlığı yaptılar. Bütün erzak bir torbaya kondu. Bu arada Hz. Ebu Bekr, oğlu
Abdullah’ı Kureyşlilerin nabızlarını yoklamakla görevlendirdi. Abdullah bin Ebu
Bekr, çok akıllı ve zeki bir gençti. O, bütün gününü Mekkeliler arasında
geçirdi ve plânlarını öğrenmeye çalıştı. Gece de topladığı bilgileri babasına
aktardı. Hz. Ebu Bekr, serbest bıraktığı Amir bin Fuheyre’nin de hiç çaktırmadan
çobanlık işine devam etmesini istedi. Onun da Mekkelilerin yaptıklarını not
edip kendisine bildirmesini istedi. Amir bin Füheyre, gece keçilerin sütünü
getirirken düşmanlardan haber de veriyordu. Bu rivayetlere göre, Hz. Abdullah
ile Amir, Rasûlullah (a.s.) ve Ebu Bekr’in Sevr mağarasına sığınmalarından sonra
da gündüzleri Mekke’deki işlerini muntazaman yapar, gece ise Sevr’e gelip olup
bitenleri Hz. Peygamber (a.s.)’e ve Hz. Ebu Bekr’e anlatırlardı. İbni İshâk’ın
ifadesine göre Hz. Esma da her gece evden taze pişmiş yemekleri Sevr mağarasına
getirirdi.[5]
(İbni Hişâm).33.1.10. Sevr
Mağarasında Olup BitenlerBeyhakî’nin Hz. Muhammed bin Sirin’e dayanarak naklettiği
rivayete göre bir mecliste bazı kimseler, Hz. Ebu Bekr ile Hz. Ömer (r.a.)
arasında mukayese yaptılar ve bazıları Hz. Ömer’in Hz. Ebu Bekr’den üstün
olduğunu ima etmeye çalıştılar. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki: “Vallahi Hz.
Ebu Bekr’in bir gecesi ve günü Ömer oğullarının bütün gece ve gündüzlerinden
daha üstündür.” Hz. Ömer daha sonra dedi ki, Hz. Peygamber (a.s.), hicret gecesi
Sevr mağarasına giderken Hz. Ebu Bekr’in vaziyeti görülmeye değerdi. İki arkadaş
deve sırtında yol alırken Hz. Ebu Bekr bazen Hz. Peygamber(a.s.)’in önüne
çıkıyor, bazen da arkasına geliyordu.Rasûlullah (a.s.) bunun sebebini sordu. Hz. Ebu Bekr dedi ki:
“Ya Rasûlullah (a.s .) sizi takip edenlerin arkanızdan geleceklerini düşündüğüm
zaman koşarak arkaya gidiyorum, ama önünüzde bir tehlike çıkacağını düşündüğüm
zaman dayanamayarak önünüze geliyorum.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “sen demek
istiyorsun ki, tehlike veya afet geliyorsa sana gelsin.” Hz. Ebu Bekr Rasûlullah
(a.s.)ın biraz beklemesini istedi. Sonra içeriye gidip mağarayı iyice kontrol
etti ve temizledi. Dışarı çıkarken mağarada bir deliğin açık kaldığını
hatırladı. Tekrar içeriye daldı ve o deliği de kapattı. Bütün bu tertibatları
aldıktan sonra Rasûlullah (a.s.)’ın mağaraya girebileceğini söyledi. Bazı
rivayetlerde bunun diğer ayrıntıları da vardır. Bunlara göre Hz. Ebu Bekr
karanlıkta mağaradaki bütün delikleri eliyle yokluyor ve çarşafını yırtarak
bunların ağızlarını kapatıyordu. Buna benzer bir rivayet Hâfız Ebul-Kasım
Beğavi tarafından İbn Ebi Müleyke’ye dayanılarak naklolunmuştur. Bunun sonunda
Nâfi’ bin Ömer el-Cumahi’nin şu ifadesi yer alıyor: Mağarada sadece bir delik
kalmıştı. Hz. Ebu Bekr (r.a.), yılan gibi bir hayvan çıkıp da Hz. Peygamber
(a.s.)’i sokmasın diye bir ayak topuğunu bu deliğe dayadı. Aynı ifadeyi Bezzâr
ve Taberânî Hz. Cabir bin Abdullah ve Hz. Esma’ya dayanılarak naklolunan
rivayette kullanmışlardır.33.1.11. Sevr
Mağarasında Nâzik Bir AnKureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’i bulamayınca, deliye
dönmüşlerdi. Onlar kendisini ve Ebu Bekr (r.a.)’i bulmak için aramadık yer
bırakmadılar. Her tarafı aradılar, taradılar, her tarafa adamlarını yolladılar
ki, Rasûlullah (a.s.)’ın izini bulabilsinler. Ama heyhat. Belâzuri’nin
rivâyetine göre, en son iki iz sürücüyü çağırdılar ve ayak izlerini takip
ederek Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’i bulmalarını istediler. Bu iz
sürücüleri, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i ararken Sevr
mağarasına kadar vardılar. Fakat mağaranın ağzında bir örümcek ağının
bulunduğunu gördüler. İz sürücülerinden biri olan Kurz bin Alkame Huzâ’i,
bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’in izine rastlanmadığını
söyledi. İz sürücülerinin yanında bulunan Kureyşlilerden biri, “gelin mağaranın
içine bakalım” dedi. Fakat Ümeyye bin Halef, “burada ne bulacaksın? Boş ver.
Buradaki örümcek ağı, Muhammed’in doğumundan önce bile vardı.” Bunun üzerine
hepsi geri döndüler. İşte bu sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.), müşrikleri mağaranın
ağzında gördü ve Hz. Peygamber (a.s.)’e dedi ki: “Ya Rasûlullah (a.s.),
onlardan herhangi biri aşağıya bakarsa bizi görecektir.” Rasûlullah (a.s.) da
cevap verdi: “Ey Ebu Bekr, üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında ne diyorsun?”
(Buhârî, Kitab ul-Fezâil, Eshab ün-Nebi ve Kitâb üt-Tefsir ve Bâb ul-Hicret,
Müslim; Fil Fezâil, Tirmizî; Fit-Tefsir, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Ebu
Bekr) Hafız Ebû Bekr Ahmed bin el-Umevi,”Müsned-i Ebu Bekr Sıddîk” de bazı
rivayetler nakletmiştir. Bunlardan birinde anlatılan rivayete göre Kureyşliler
mağaranın ağzında bulunurken Hz. Peygamber (a.s.) namaz kılıyordu ve Hz. Ebu
Bekr düşmanların hareketlerini takip ediyordu. Hz. Peygamber (a.s.) namazı
bitirdikten sonra, Ebu Bekr kendisine dedi ki; “annem-babam sana feda olsun.
Halkınız sizi ararken buraya kadar gelmiştir. Allah’a yemin ederim, ben kendim
için ağlamıyorum, ben sizin için ağlıyorum. Gözümün önünde size bir zarar
gelmesin diye endişeleniyorum.” Rasûlullah (a.s.) “üzülme, Allah bizimle
beraberdir” dedi. Aynı şey, Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah tarafından
söylenmiştir:“Eğer Rasûl’e yardım etmezseniz; onu kâfirler memleketten
(Mekke) çıkardıkları zaman ona Allah yardım etmişti. Mağarada oldukları zaman
ikinin biri arkadaşına mahzun olma. Allah bizimle beraberdir” dedi zaman, Allah
sekînesini (kuvve-i maneviyesini) onun üzerine indirdi. Ve onu göremediğiniz
askerlerle teyid etti.” (Tevbe; 40)33.1.12. Hz.
Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in Yakalanıp Öldürülmesi İçin ÖdülDüşmanların, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i
bulabileceklerini ümit ettikleri son yer burasıydı. Burada da ikisini
bulamayınca onların kaçtığına iyice inandılar. Bundan sonra Kureyşliler Hz.
Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in başlarına ödül koydular ve ikisini ölü ya
da diri getirecek bir kişiye büyük ödül vereceklerini ilân ettiler. Ödül adam
başına 100 deve idi. Belazuri’nin rivâyeti budur ve bunu İbnu’l-Kayyim da
“Zad’ul-Me’âd”da nakletmiştir. İbni Hişâm ile İbni Cerir ise sadece Hz.
Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)’i yakalayana 100’er deve ödül
verileceğinin ilân edildiğini bildirmiştir. Fakat Belazuri bunun zayıf bir
rivayet olduğuna işaret etmiştir.Buhârî’de Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir rivâyeti yer almıştır. Buna
göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.) Sevr mağarasında üç gece ve
iki gün geçirdiler. Taberânî’de Hz. Esma’nın rivâyeti de aynıdır. İbni Abd
il-Berr, İbni Sa’d ve İbni İshâk’ın ifadeleri de aynıdır. Bu bakımdan, Sevr
mağarasında Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’in 10 günden fazla kaldıkları
yolunda Müsned-i Ahmed’de ve Hakim’de yer alan Talhat ul-Basri’nin rivâyeti
doğru değildir. Hakikatte, Kureyş’in bütün arama-taramaları üç günde iflas etti.
Ortalık yatışınca daha önce kararlaştırıldığı gibi, Abdullah bin Ureykıt
kendisine verilen iki dişi deveyi alıp üçüncü gecenin son yarısına doğru Sevr
mağarasına geldi. Aynı saatte Hz. Esma da bir torba dolusu erzak ile geldi.
Fakat torbasının ağzını kapatmak için yanında bir ip veya benzeri bir şey
getirmeyi unuttu. Bunun üzerine, kendisi o zaman kadınların bellerinin etrafını
sardıkları nitâk’ı (kuşağı) ikiye ayırarak biriyle torbanın ağzını kapattı,
birini de kemerine sardı. (İbni Hişâm, İbni Cerir ve İbni İshâk’ın rivâyeti). Bu
Esmâ’nın şu rivâyeti yer almıştır: “Erzak torbasının bağlanması meselesi ortaya
çıkınca, Hz. Ebu Bekr benim nitâkımı yırtmamı istedi. Bundan sonra Rasûlullah
(a.s.) bir deveye bindi, Hz. Ebu Bekr (r.a.) de başka bir deveye, Hz. Ebu Bekr
kendisine hizmet etmek üzere Amir bin Fuheyre’yi de arkasına oturttu. Önlerinde
Abdullah bin Ureykıt yürüyerek yol gösteriyordu. İşte bu şekilde dünya tarihini
değiştirecek büyük hicret başlamış oldu. İbni Sa’d ile Belazuri’nin tesbitlerine
göre bu mübarek kafile Sevr mağarasından 4 Rebiülevvel Pazartesi günü hareket
etti. İmam Ahmed’in Hz. Abbas’a dayanarak naklettiğine göre Rasûlullah (a.s.)
Rebiülevvel ayının Pazartesi günü mağaradan çıktı. Fakat İbn Abbas kesin tarihi
bilemediğini belirtmiştir. İbni İshâk, Rasûlullah (a.s.)’ın 1 Rebiülevvel
tarihinde Mekke’den çıktığını açıklamışsa da mağaradan çıkış tarihini
belirtmemiştir. Kastallânî, “Mevâhibud Dünyâ”da Rasûlullah (a.s.)’ın Cuma,
Cumartesi ve Pazar gecelerini mağarada geçirip Pazartesi gecesi oradan
ayrıldığına işaret etmiştir. İbni Cerir ise, Rasûlullah (a.s.)’ın Rebiülevvel,
Amül-Fil’de Mekke’den Medine’ye hicret ettiğini kaydetmiştir.“Siret-i İbni Hişâm”da yer alan İbni İshâk’ın rivâyetine göre,
Abdullah bin Ureykıt, kafileyi Kureyşli düşmanların elinden kurtarmak
maksadıyla Medine’ye alışılagelmiş yolu bırakıp başka bir yoldan götürmeye
çalıştı. İbni Sa’d’ın ifadesine göre Hz. Ebu Bekr, ticari yolculukları
yüzünden her tarafa gidip geldiği için tanıştığı pek çok kişiler vardı ve
bunlardan bazısı yol boyunca kendisini görüp tanıyor ve yanında kimin olduğunu
soruyorlardı. Hz. Ebu Bekr de, “bu bana yol gösteren bir kişidir” derdi.
Taberânî’de Hz. Esmâ’nın Müsned-i Ahmed’de Hz. Enes bin Mâlik’in ve Buhârî
“Bâb-ul Hicret’le Hz. Enes’in benzeri rivayetleri vardır.[6]Buhârî ve Müslim’de Hz. Ebu Bekr’in rivâyeti yer almıştır: “Biz
ertesi gün öğlene kadar yürüdük. Güneşin şiddeti artınca gölgeli bir yer aradık.
Baktım bir kaya parçasının altında gölge var. Oraya gidip yere bir hasır serdim
ve Rasûlullah (a.s.)’tan oraya oturmasını rica ettim. Sonra etrafa bakındım.
Peşimizde birinin olup olmadığını kontrol ettim. Bir süre sonra bir çoban çocuk
koyun ve keçileriyle oraya geldi. Ondan bir keçiden süt içmek istedik. Çocuk
razı oldu. Çocuğun elini yıkadım ve bir tencereye süt sağmasını söyledim. Daha
sonra başka bir tasa sütü döküp buna biraz su ilâve edip Rasûlullah (a.s.)’a
götürdüm ve kendisine içirdim.” Bundan sonra, Hz. Ebu Bekr (r.a.) Surâka bin
Mâlik bin Cu’şüm’ün hikâyesini anlatmıştır, ki bunu İmam Buhârî “Menakıb
ul-Muhacirin” ve “Babı Hicret’le ve İmam müslim, “Kitab üz-Zühd”, “Bab-ul
Hicret’le nakletmişlerdir. Fakat bunun ayrıntıları Buhârî, “Bab-ul Hicret’le
bir rivâyetinde bizzat Süraka’nın ağzıyla ve yeğeni Abdurrahman bin Malik
vasıtasıyla İmam Zührî tarafından anlatılmıştır. Bunun diğer ayrıntıları Siret-i
İbni Hişâm ve “Tabakat-i İbni Sa”d”de bulunuyor.33.1.14.1. Sürâka’nın
HikâyesiSurâka, Beni Müdlic’in bir reisiydi. Oturduğu yer, Kudeyd’e
yakındı. Rivâyeti şöyledir: “Kureyş’ten bize adamlar geldiler ve dediler ki, Hz.
Muhammed (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’i ölü veya diri yakalayana 100’er deve mükâfat
verilecektir. Bu haberi aldığımızdan bir süre sonra bir gün arkadaşlarımla
beraber oturuyordum ki, bir adam geldi ve bana şöyle dedi: “Az önce sahilde
birkaç kişiyi gördüm. Bence onlar Muhammed (a.s.) ve arkadaşlarıdır”. Ben de
kendilerinin Hz. Muhammed (a.s.) ve arkadaşları olduğunu anladım. Fakat ben o
adama dedim ki, “sen mutlaka yanılmışsın. Bunlar az önce buradan ayrılan
arkadaşlarımız olabilir.” Ben biraz daha toplantıda kaldım, sonra eve geldim ve
atıma yavaşça binip kimseye gözükmeden sahile doğru hareket ettim. (İbni Ebi
Şeybe’nin rivâyetine göre, “ödülün başka ortaklan çıkmasın diye kimsenin haberi
olmadan oradan ayrıldım”). Ben Hz. Muhammed (a.s.) ve arkadaşlarının yanına
varınca atım düştü. Fala bakmak için okları çıkardım. Fala göre benim
yaptıklarım yanlıştı. Ama buna aldırış etmeden öndekilerin izini sürmeye devam
ellim. Ben onlara, Rasûlullah (a.s.)’ın okuduğu Kur’an’ı dinleyebilecek mesafeye
kadar yaklaştım. Rasûlullah (a.s.) hiç sağa-sola bakmıyordu. Ama Ebu Bekr hep
etrafı gözlüyordu. Derken atımın ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü ve
üzerinden düştüm.” (Hz. Berâ’ bin Azib bizzat Hz. Ebu Bekr’e dayanarak
belirtmiştir ki, geçtikleri arazi sert ve taşlıydı. Ben (Hz. Ebu Bekr) dedim ki,
“biz takip eden bize çok yaklaşmıştır”. Rasûlullah (a.s.) dua etli ve onun atı
yere dizlerine kadar çakıldı. Hz. Enes’in rivâyetinde ise şu cümle yer alıyor:
“Rasûlullah (a.s.) dua etti, ‘Allah bunu düşürsün”.) Süraka diyor ki, ben gene
fala baktım ve bu sefer de menfi bir fal çıktı. Bunun üzerine yaygarayı bastım
ve kendilerine yalvardım. Önündekiler durdular. Ben atıma tekrar binip yanlarına
gittim. Başıma gelenlerden, Rasûlullah (a.s.)’ın hedefine zararsız varacağını
anlamıştım. (İbni Hişâm’da İbni İshâk’ın, İmam Zührî vasıtasıyla kaydedilen
rivâyeti şöyledir: Surâka seslendi: “Ben Surâka bin Cu’şüm’um. Sizinle
konuşmama izin verir misiniz? Allah’a yemin ederim, ben size herhangi bir zarar
vermek istemiyorum ne de hoşunuza gitmeyen bir iş yapmak istiyorum.” Surâka
ayrıca, Rasûlullah (a.s.)’a başına ödül konduğunu ve pek çok kişinin bu ödülü
almak için kendilerini köşe bucak aradıklarını bildirdi. Kendisi daha sonra
şunları söylüyor: “Ben daha sonra Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr’e erzak ve
bazı diğer şeyler vermek istedim. Ama Rasûlullah (a.s.) hiçbir şey kabul etmedi
ve sadece kendileri hakkında başkalarına herhangi bir şey söylemememi istedi.
Ben Rasûlullah (a.s.)’tan kendime bir eman belgesi vermesini istedim. Bunun
üzerine Rasûlullah (a.s.) Amir bin Füheyre’ye işaret etti ve o bir deri parçası
üzerine istediğim yazıyı yazarak bana uzattı.” Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyeti
şöyledir: Süraka dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü, bana istediğiniz emri
verebilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “sadece yerinde kal ve kimseyi
yanımıza yaklaştırma.” Böylece, az önce Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşlarının can
düşmanı olan kişi en sadık bekçileri oluverdi. İbni Sa’d’ın dediği gibi, bundan
sonra Rasûlullah (a.s.)’ı takip ederek o tarafa gelen herkesin yolunu Süraka
kesiyor ve onların geri dönmeleri için şu sözleri söylüyordu: “Siz geri
dönebilirsiniz. Ben buralara iyice baktım. Kimsenin izine rastlamadım. Siz
biliyorsunuz ki ben iz sürmekte ustayım ve cin gözlüyüm.”İbni İshâk ile Musa İbn Ukbe, Süraka’nın şu sözlerini
nakletmişlerdir: “Ben o zaman Rasûlullah (a.s.)’dan aldığımız yazıyı kendime
sakladım ve birkaç yıl sonra Rasûlullah (a.s.) Huneyn’e ve Taife yaptığı
akınların sonunda Ci’râne (veya Ci’irâne) de konakladığı sırada huzuruna vardım
ve cebimden o yazıyı çıkarıp kendisine uzattım ve şöyle dedim: “Efendim, ben
Surâka bin Cu’şüm’um ve bu da sizin yazınızdır.” Rasûlullah (a.s.) buyurdu:
“Bugün af günü ve hakların ödendiği gündür. Biraz daha yaklaş.” Ben Rasûlullah
(a.s.)’ın yanına sokuldum ve İslâmiyeti kabul ettim.” Taberânî, Süraka’nın bu
hikâyesini Hz. Esma binti Ebu Bekr’e dayanarak özetlemiştir.İstiâb’da İbn Abd il-Berr ve “İsâbe”de İbni Hacer, Hz. Hasan
Basri’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre, Rasûlullah (a.s.) Hz.
Süraka bin Mâlik’e hitap ederek şöyle dedi: “Ah, bir de Kisrâ (İran
hükümdarı)nın bileziklerini giyeceğin günün manzarasını düşün.” Bu buyruktan
birkaç yıl sonrâ İran fethedilip, İran şahının bilezik, tokalı kemer ve tacı
ganimet malı olarak Halife Hz. Ömer’in huzuruna getirildiği zaman, halife, Hz.
Süraka’yı yanına çağırdı ve bunları kedisine verdi, bilezikleri ellerine
giydirdi ve ellerini kaldırıp şunları söylemesini istedi: “Hamd olsun,
insanların Rabbi olduğunu iddia eden Kisra bin Hürmüz’den bu eşyaları alıp Beni
Müdlic’in bir bedevisi olan Süraka bin Mâlik Cû’şüm’e giydiren Allah’a.”
Süheyli, “Ravd-ul Ünuf “ta bu olayı daha ayrıntılı bir biçimde anlatmıştır. Ama
biz meseleyi gereksiz olarak uzatmamak için bunlara girmek istemiyoruz.33.1.14.2. Ümm-ü
Mâ’bed’in HikâyesiBu mübarek ve kudsi kafile Kudeyd bölgesinden geçerken Ben-i
Hüzâ’a’ya mensup olan Ümm-ü Mâ’bed’in evine uğradı. Bu olayı bazı kaynaklar
Sürâka’nm hikâyesinden önce kaydetmişken, bazıları da daha sonra
açıklamışlardır. Biz Sürâka’nın hikâyesini önce naklettik. Zira, Hz. Ebu Bekr
(r.a.), Sevr mağarasından ayrıldıktan sonra başlarından geçen olaylar arasında
buna öncelik tanımıştır. Herhalde, bu sebeplerden dolayı olsa gerek, Hâfız
İbnü’l-Kayyim da, “Zâd ul-Me’âd”da bu hikâyeyi ilk önce ele almıştır.İbni Huzeyme, Hâkim, Beyhakî, Beğavi, İbn Abd il-Berr, Bezzâr,
Taberânî ve İbni Sa’d çeşitli senetlere dayanarak Ümm-ü Ma’bed hikâyesini
nakletmişlerdir. İmam Buhârî de kendi tarih kitabında bizzat Ümm-ü Mâ’bed’e
dayanarak şu rivâyeti nakletmiştir: Hz. Peygamber (a.s.) ve yanındakiler
Kudeyd’den geçerken yolda Ümm-ü Ma’bed (Atike binti Hâlid)’in çadırına vardılar.
Ümm-ü Ma’bed, Ben-i Huzaa’nın Ben-i Ka’b koluna bağlıydı. Bu olgun yaştaki
kadın çok namuslu ve etkileyici bir şahsiyete sahipti. Genellikle yoldan
geçerken kendisine uğrayanları ağırlardı. Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları oraya
gelince kendisinin çadırın önünde oturduğunu gördüler. Bölgede açlık ve kıtlık
vardı. Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları o kadından süt, et, hurma veya benzeri
herhangi bir yiyeceği para ile almak istediler. Kadın dedi ki, “vallahi, bizde
herhangi bir şey olsaydı, sizi ağırlamaktan çekinmeyecektik.” Bu arada
Rasûlullah (a.s.) çadırın bir köşesinde oturmakta olan bir keçiyi gördü.
Rasûlullah (a.s.) “Ma’bed’in annesi, bu keçiye ne diyorsun?” diye sordu. Ümm-ü
Ma’bed “vallahi, bu zavallı keçi zayıf ve çelimsiz olduğu için başka keçilerle
beraber otlamaya gidemedi.” Hz. Peygamber (a.s.) sordu, “acaba bu süt verebilir
mi?” Ümm-ü Ma’bed, “vallahi, bu keçi süt vermeyecek kadar zayıf ve halsizdir”;
dedi. Rasûlullah (a.s.) “benim bunun sütünü sağmama izin verir misin?” diye
sordu. Kadın dedi ki: “Annem-babam size feda olsun. Eğer onda birazcık süt bile
varsa memnuniyetle sağabilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) keçiyi yanına çağırttı,
arka ayaklarını bağladı, memelerine (bir rivayete göre sırtına) mübarek elini
sürdü. Kadının keçisine bolca süt ihsan etmesi için Allah’a dua etti ve Allah’ın
adıyla süt sağmaya başladı. Allah’ın lütfuna bakın ki, keçi ayaklarını açtı,
saman yemeğe başladı ve bir yandan da memelerinden pınar gibi süt fışkırmaya
başladı. Rasûlullah (a.s.) bir kova getirtti. Bu kova bir kaç kişiyi doyurmak
için süt alacak kadar büyüklükte idi. Rasûlullah (a.s.), süt sağmaya devam etti,
ta ki kova doldu ve üstünde köpükler belirdi. Rasûlullah (a.s.) bu sütten önce
Ümm-ü Mâ’bed’e içirdi ve o doydu. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) sütü
arkadaşlarına verdi ve onlar da doydu. En son Rasûlullah (a.s.) içti ve şöyle
dedi: “Halka içiren, en son içer.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) kovayı tekrar
sütle doldurdu ve Mâ’bed’in annesine şöyle dedi: “Bu sütü, Ma’bed’in babası
gelince ona verirsin.” Ve oradan ayrıldı.33.1.14.3. Ümm-ü Mâ
‘bed, Rasûlullah (a.s.) ‘ın Yüz Hatlarını (Eşkâlini) Tarif EdiyorBiraz sonra Ümm-ü Mâ’bed’in kocası sıska ve çelimsiz keçileriyle
birlikte çadıra döndü. Çadırda sütle dolu bir kova görünce şaşırdı kaldı ve
karısına sordu: “Mâ’bed’in annesi bu süt nerden geldi?” Ümm-ü Ma’bed dedi ki:
“Vallahi olayı dinlersen hayret edersin. Bir mübârek zat buradan geçti, bu
Mu’cizeyi o yaptı.” Bundan sonra bütün olayı anlattı. Kocası, bu zâtın eşkâlinin
ne olduğunu sordu. Kadın dedi ki: “Bu muhterem zât erkek güzelliğinin en iyi
örneğiydi. Yüzü parlaktı, karakteri temizdi. Vücudu ne şişmandı ne de zayıf. Çok
güzel yüzlü ve çekiciydi. Gözlerinde siyah derinlikler vardı. Kirpikleri
uzundu. Sesi yüksekti ama sert değildi. Gözbebekleri simsiyah ve etrafı
bembeyazdı. Sürmeli gözlüydü. Kaşları ne birbirinden çok uzak ne de birbirine
çok yakındılar. Aralarında hafif kıllar vardı. Kaşlarının ucu ince ve zarifti.
Saçları gür ve siyahtı. Boynu uzun ve sakalı gürdü. Sessizken vakar ve metanetin
bir simgesiydi. Konuşurken de etrafa hakim olurdu. Ağzından bal akıyor, inci
gibi tane tane konuşuyordu. Sözleri tatlı ve açıktı. Ne konuşkandı ne de sakin.
Uzaktan dinlendiğinde sesi herkese hâkim ve kulağa hoş gelirdi. Yakından
dinlendiğinde çok şirin ve yumuşaktı .Orta boyluydu. Aşırı uzun boylu
görülmeyecek kadar boyluydu. Boyu kısa da değildi ki, yanında insanın dikkati
başkasına çekilsin. Arkadaşlarının en yakışıklı ve hoş sohbeti isiydi; aynı
zamanda herkesten daha muhterem ve hürmete lâyıktı. Arkadaşları etrafında
pervane gibiydiler. Sözlerine kulak kabartıyor ve söylediklerini derhal yerine
getiriyorlardı. O manzumdu, maluftu, asık suratlı değildi ve sözleri kaba veya
sert değildi.”Bu tarifi dinledikten sonra Ebu Ma’bed şöyle dedi: “Vallahi
senin tarif ettiğin zât Kureyşlilerin bahsettikleri kişiydi. Ben onu görseydim,
ona her türlü yardımı yapmayı teklif ederdim. Ve bundan sonra da kendisini
görürsem aynı şeyi yaparım.” (Beyhakî ve İbn Sa’d, Abdulmelik bin Vehb-il
Mezhici’nin şu sözlerini nakletmişlerdir: “Ebû Ma’bed’in müslüman olduğunu ve
hicret edip Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna çıktığını duydum.” Hâfız Ebû
Nu’aym’ın Abdulmelik’e dayanarak naklettiği rivayette şu ek bilgiler de vardır:
Ümm-ü Ma’bed müslüman oldu ve hicret edip Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti.)Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den ayrılışının haberi Medine’ye
varmıştı. Buhârî, “Bâb-ul Hicrette; Zührî ve Urve bin Zübeyr vasıtasıyla bu
hususta bir rivayet naklolunmuştur. Bu rivâyeti İbni İshâk da nakletmiştir.
Hâkim ile Mûsâ bin Ukbe de bu rivâyeti naklederken bunu bizzat Hz. Urve’nin
babası Hz. Zübeyr bin el-Avvam’dan dinlediğini kaydetmişlerdir. Bu rivayete
göre müslümanlar her sabah Mekke yoluna gelip güneşin şiddeti dayanılmaz hale
gelinceye kadar Rasûlullah (a.s.)’ın yolunu beklerlerdi. İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye
dayanarak naklettiğine göre Mekkeli muhacirler Rasûlullah (a.s.)’ın gelişinin
uzaması üzerine endişeliydiler. Muhacirler ve Ensar her gün Harret-ul ‘Asabe’ye[7]
gidip oturur ve güneşin tam tepeye gelmesine kadar beklerlerdi. İbni Cerir ile
İbni Hişâm İbni İshâk ve dolayısıyla Abdurrahman bin Üveym bin Sâ’d’e dayanarak
şu rivâyeti nakletmişlerdir: “Halkımın (Abdurrahman bin Veym’in halkının)
çeşitli sahabeleri bana dediler ki; Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den ayrıldığına
dair haberi aldıktan sonra kendileri Medine’nin dışına çıkıp O’nun yolunu
beklerlerdi. Her gün kendileri Harre’ye gidip güneş dayanılmaz hale gelinceye ve
hiçbir yerde gölge kalmayıncaya kadar bekleşirlerdi. Tam yaz günleriydi. Bu
sebeple, bekleyenler öğleye doğru evlerine dönmek zorunda kalıyorlardı.” Bezzâr
da Hz. Ömer’e dayanarak aynı rivâyeti nakletmiştir.Bu olay gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) sevdiği memleketten
kaçak gibi bir sığmağa gitmiyor, aksine Allah’ın emriyle ayaklarına yüz sürmek
arzusuyla yanan fedakâr insanların diyarına hicret ediyordu.33.1.16.
Rasûlullah (a.s.)’ın Kuba’ya VarışıTesadüfe bakın ki, bu heyecanlı bekleyişe rağmen Rasûlullah
(a.s.) öyle bir saatte Kuba’ya vardı ki, etrafta kimsecik yoktu. Öğle vaktiydi
ve herkes o gün Rasûlullah (a.s.)’ın yolunu bekledikten sonra evine dönmüştü.
Kubâ Medine’nin çevre köylerinden biriydi.Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya varışı ile ilgili iki ayrı rivâyet
vardı ki, bunlar görünüşte biraz farklı görünüyor. Bir rivâyete göre Rasûlullah
(a.s.), Harre-yi Küba’ya vardıktan sonra onun bir tarafına indi ve gelişiyle
ilgili haberi vermek üzere Ensâr’a bir adam yolladı. Haber alır almaz Ensâr ve
Muhacir oraya geldiler ve Rasûlullah (a.s.)’ı adeta omuzlan üstünde taşıdılar.
Onlar evvelâ Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebû Bekr (r.a.)’e selâm verdiler ve
kendilerini maiyetlerinde şehre götürmek istediler. Ayrıca, Rasûlullah (a.s.)’ın
emirlerini sabırsızlıkla beklediklerini belirttiler. Buhârî’de yer alan Hz.
Enes’in rivâyeti budur. İbni Sa’d da bu rivâyeti Hz. Enes’i kaynak göstererek
nakletmiştir. Müsned-i Ahmed ile Beyhâki’de yer alan Hz. Enes’in rivâyetinde şu
ilave cümle vardır: “Rasûlullah (a.s.)’ın gelişinin haberi alınınca 500 kişi
kendisini karşılamaya koştu.”ikinci rivâyete göre Rasûlullah (a.s.) Küba’ya vardığı zaman
evinin çatısına bir iş için çıkmış olan bir Yahudi kendisini gördü ve şöyle
seslendi: “Ey Beni Kayle,[8]
reisiniz geldi.” Bunu duyunca Küba’da oturmakta olan Beni Amr bin Avf tekbir
getirdi ve bütün kabile üyeleri silahlarını kuşanıp Rasûlullah (a.s.)’ı
karşılamaya geldiler. Rasûlullah (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.) bu arada
develerinden inip bir hurma ağacının gölgesinde oturmuşlardı. Ensâr büyük neşe
ve coşku içinde oraya vardı. Kalabalık sabırsızlıkla hücum ediyordu. Fakat
yabancı oldukları için iki kişiden hangisinin Hz. Peygamber (a.s.) olduğunu
bilmiyorlardı. Bu sebeple, onlar ilk önce Hz. Ebu Bekr’e selâm veriyor ve saygı
gösteriyorlardı. Bu arada güneş Rasûlullah (s.a.)’ın bulunduğu yere kadar
yelişince Hz. Ebu Bekr kendi çarşafıyla onu korumak istedi. Kalabalık işte o an
gerçeği öğrenmiş oldu. Ve ondan sonra bütün dikkatler Rasûlullah (a.s.)’a
çevrildi. Bu rivâyeti, İmam Buhârî, Urve bin Zübeyr’e, Muhammed bin İshâk,
Abdurrahman bin Uveym bin Sâ’ide’ye ve İbni Sa’d Vâkıdi’ye atfen
nakletmişlerdir. Hâkim, Musa bin Ukbe, İbni Cerir Taberî ve Belazuri de aynı
rivâyeti aktarmışlardır.Aslına bakılırsa bu iki rivayette görülen ufak bir ihtilaf hiç
önemli değildir. Öyle tahmin ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr
(r.a.) Küba’ya vardıktan sonra bir yandan Amir bin Füheyre veya Abdullah bin
Ureykıt’ı haberci olarak şehre göndermek suretiyle ve bir yandan da evinin
çatısına çıkmış olan Yahudinin halka seslenmesiyle gelişlerinin haberi
verilmişti.33.1.16.1. Küba’ya
Varış TarihiRasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya varış tarihinde hayli ihtilâf
vardır. İbni Sa’d, O’nun Pazartesi günü 2 Rebiülevvel tarihinde Kubâ’ya
vardığına işaret etmiş ve 12 Rebiülevvel tarihinin doğru olmadığını ifade
etmiştir. Fakat, aynı yazar başka bir yerde Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşlarının
Sevr mağarasından 4 Rebiülevvel’de çıkıp 12 Rebiülevvel’de kesinlikle Medine’ye
vardığını kaydetmiştir. Buhârî’de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr’in rivâyetinde
tarih kaydedilmemiş ve muhterem misafirlerin Rebiülevvel ayında bir Pazartesi
günü Küba’ya vardığı açıklanmıştır. Musa bin Ukbe, İmam Zührî’ye atfen Küba’ya
varış tarihinin 1 Rebilüevvel olduğunu ileri sürmüştür. Halbuki ravilerin büyük
çoğunluğu 1 Rebiülevvel’in Mekke’den çıkış tarihi olduğuna işaret etmişlerdir.
İbn İshâk’ın Cerir bin Hâzım’a istinâden naklettiği rivayette ise, Küba’ya varış
tarihi yine 2 Rebiülevvel olarak kaydedilmiştir. Fakat Taberânî’nin Asım bin
Adiyy ve İbni Hişâm ile İbni Cerir ve İbrahim bin Sa’d’ın İbni İshâk’a istinaden
naklettikleri rivayette tarih 12 Rebiülevvel olarak belirlenmiştir. Belazuri ve
İbni Kuteybe de bu tarihin doğru olduğunu söylemişlerdir. İbn-ul Kayyım, “Zad-ul
Me’âd”da ve İbn Abd il-Berr, “ed-Dürr”de aynı tarihi kaydetmişlerdir. Bazı
rivayetlerde 8, 13 ve 15 Rebiülevvel tarihlerine de rastlanıyor. Fakat doğru ve
geçerli tesbitler şunlardır: Rasûlullah (a.s.) 1 Rebiülevvel H.S. 1 yılında gece
vakti Mekke’den ayrılıp Sevr mağarasına girdi üç gece üç gün orada kaldıktan
sonra 4 Rebiülevvel gece yarısından sonra Medine’ye hareket etti ve 12
Rebiülevvel öğlede Küba’ya vardı.[9]
Şemsi takvimine göre Hz. Peygamber (a.s.)’in Medine’ye varış tarihi böylece 24
Eylül 622 oluyor.Küba’da Hz. Peygamber’in, Evs’in bir kolu olan Beni Amr bin
Avfın mahallesinde kaldığı konusunda bütün yazar ve tarihçiler ittifak
etmişlerdir. Bu mahallede Rasûlullah (a.s.)’ı ağırlama şerefinin Hz. Külsum bin
Hidm’e[10]
ait olduğu da tarihi kayıtlarla sabittir. Gerçi bazı rivayetlerde Rasûlullah
(a.s.)’ın Hz. Sa’d bin Hayseme’nin evinde kaldığı ifade edilmiştir. Fakat, İbni
Sa’d ile Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak ve İbni Cerir ile İbni Hişâm Muhammed bin
İshâk’a dayanarak Rasûlullah (a.s.)’ın aslında Hz. Külsûm’un yanında kaldığını,
ancak halk ile sohbeti, Hz. Sa’d’ın evinde yaptığını kaydetmişlerdir. Hz.
Sa’d’ın evi bu gibi sohbet ve toplantılar için müsaiddi. Zira, Hz. Sa’d evli
değildi ve evi genişti. Bu sebepten dolayı bazı yazarlar, Hz. Peygamber
(a.s.)’in Hz. Sa’d’ın evinde kalmış olabileceğine işaret etmişlerdir. Belazuri
de “Fütüh-ul Buldan “da bu konuya açıklık getirmiştir.Rasûlullah (a.s.) Küba’da kaldığı müddet içinde Kubâ Camii’nin
inşasını bizzat yönetti. Bu hususta İmam Buhârî’nin, Hz. Urve bin Zübeyr ve
İbni Hişâm ile İbni Cerir’in Muhammed bin İshâk’a dayanarak naklettikleri
rivayetlerde etraflıca bilgiler vardır. İbni Cerir bu hususla İbni İshâk’ın
bütün senetlerini sıralamıştır. Buna göre rivâyetin aslında Hz. Ali’ye ait
olduğu ortaya çıkıyor. Hâfız İbni Hacer diyor ki, Kubâ camii, İslâm’ın ilk
camiiydi ve aynı camiide Rasûlullah (a.s.) kendi sahabeleriyle ilk defa
serbestçe cemaat şeklinde namaz kıldı.[11]Bu sıralarda Hz. Ali (r.a.) de Mekke’den gelerek Rasûlullah
(a.s.)’a katıldı ve Rasûlullah (a.s.) ile birlikte Hz. Külsum bin Hidm’in evinde
ikamet etti. İbni Hişâm ile İbni Cerir’in Muhammed bin İshâk’a atfen
naklettikleri rivayete göre, hicretten sonra Hz. Ali Mekke’de üç gün kalarak,
Rasûlullah (a.s.)’a emanet olarak bırakılan kıymetli eşya ve diğer malları,
Mekkelilere iade etti ve daha sonra Medine’ye hareket etti.Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’da kalış süresi hakkında da bazı
çelişkili ifadeler vardır. Buhârî ve Müslim ile İbni Sa’d’da yer alan Hz. Enes
bin Mâlik’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Kubada 14 gün kaldı. Vakıdi de
kalış süresini 14 gün olarak vermiştir. Hz. Ayşe ile Hz. Urve bin Zübeyr’in
rivayetlerine göre bu müddet 10 günden fazlaydı. Beni Amr bin Avfın bazı
fertlerinin ifadesine göre Mücemmi’ bin Yezid bin Haris’e istinaden Rasûlullah
(a.s.)’ın Küba’da 22 gün kaldığını bildirmiştir. Zübeyr bin Bekkâr’ın Beni Amr
bin Avflılara dayanarak naklettiği rivayet de aynıdır. Belazuri bir rivayette 23
gün yazmıştır. Fakat İbni Sa’d, İbni İshâk, İbni Hişâm, İbni Cerir, Belazuri ve
İbni Hibbân’ın ifadesi ise çok kesindir. İfadelerine göre Rasûlullah (a.s.)
Küba’da pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri kaldı ve cuma günü oradan
Medine’nin merkezine hareket etti. Siyer ve tarih âlimlerinin çoğu bu ifadeyi
kabul etmektedir. Ama bu hususta bazı istisnalar da vardır. Meselâ, İbni Hibbân,
Küba’da kalış süresi olarak üç gün belirtmiştir ve Musa bin Ukbe de bunu teyid
etmiştir. Fakat öyle anlaşılıyor ki, bu alimler Rasûlullah (a.s.)’ın Küba’ya
varış ve oradan ayrılış günlerini hesaba katmamışlardır. Bu bakımdan bu
âlimlerin ifadesi de ekseriyetin ifadesine uygundur.33.1.16.3. Kuba’dan
Ayrılış ve İlk Cum’a Namazıİbni Hişâm ile İbni Cerir, İbni İshâk’ın rivâyetini
nakletmişlerdir. İbni Sa’d da Belâzuri’ye dayanarak benzeri bir rivayet
nakletmiştir. Buna göre Rasûlullah (a.s.) Cuma günü sabah Küba’dan hareket etti
ve Beni Sâlim bin Avfın mahallesine gelinceye kadar cuma namazı saati geldi.
Rasûlullah (a.s.) orada devesinden indi ve mahallenin camiine giderek Cum’a
namazını kıldı. Cemaatte 100 kişi vardı ve Rasûlullah (a.s.)’ın imametinde
kılınan bu ilk Cum’a namazıydı. Beni Salim’in bu camii Rânûna’da idi.[12]
Buna daha önce Ğubeyb camii denilirdi. Rasûlullah (a.s.)’ın bu cami’de namaz
kıldırmasından sonra da bunun adı “Cum’a camii” oldu ve bugün dahi aynı adla
tanınıyor. Bu cami Medine’den Küba’ya giderken yolun sol tarafına düşüyor.Cum’a namazında Rasûlullah (a.s.)’ın okuduğu hutbe, Sa’id bin
Abdurrahman el-Cumahi vasıtasıyla İbni Cerir Taberî’nin tarihinde kelimesi
kelimesiyle naklolunmuştur. Fakat hutbede bazı öyle ayetler vardır ki, bunlar
hicretten sonra nazil olmuşlardı. Bu bakımdan Rasûlullah (a.s.)’a ait olduğu
söylenen bu hutbenin doğru olup olmadığı şüphelidir.Cum’a namazından sonra Rasûlullah (a.s.) Medine’ye gitmeye
hazırlanırken, Beni Salimliler Hz. İtbân bin Mâlik ve Hz. Abbas bin Ubâde bin
Nadle’nin başkanlığında kendisine gelip dişi devesinin yularını tutarak şöyle
dediler: “Ya Rasûlullah (a.s.) sizden bizde kalmanızı rica edeceğiz. Biz sayıca
çokuz. Askeri malzeme ve araç gerecimiz çok olduğu gibi savunma gücümüz de
çoktur.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “dişi devemin yolunu kesmeyin, zira bu
vazifelidir”. Yani Rasûlullah (a.s.) demek istiyordu ki, dişi devesi Allah’ın
emriyle yol alıyordu ve ancak Allah’ın istediği yere gidip durabilecekti.
Rasûlullah (a.s.) biraz daha ilerleyince Beni Sa’ide, Beni el-Hâris ve Beni
Adiyy bin Neccâr’ın mahallelerinden geçti. Her yerde mahallenin ileri gelenleri,
Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelip kendilerinde kalması için ricada
bulundular, ama her yerde Rasûlullah (a.s.) daha önce verdiği cevabı tekrarladı.
Rasûlullah (a.s.) dişi devesinin yularını gevşetmişti ve kendisine sağa veya
sola gitmesi için en ufak bir işaret bile yapmıyordu. Nihayet, dişi deve Beni
Mâlik bin Neccar[13]
mahallesine varınca bugün Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu ve bazı rivayetlere
göre Minber-i Rasûl’ün bulunduğu yere gidip çömeldi. Fakat Rasûlullah (a.s.)
hâlâ devenin sırtında bulunuyordu. Dişi deve oradan tekrar kalktı ve biraz
yürüdükten sonra tekrar oraya gelip durdu. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.)
deveden indi.
[14]İbni İshâk’ın rivâyeti budur. İbni Hişâm bunu
geniş şekilde ve İbni Cerir bunu özetleyerek nakletmişlerdir. İbni Sa’d ile
Belazuri de bu rivâyeti özetlemişlerdir.33.1.18. Hz. Ebû
Eyyûb Ensarî’nin Evinde KalışBundan sonraki olaylarla ilgili rivâyetler muhteliftir. İbni
İshâk’a göre Rasûlullah (a.s.) dişi deveden indikten sonra karşısına Hz. Ebu
Eyyûb Ensarî’nin evini gördü. Ebu Eyyûb Ensarî’nin asıl adı Hâlid bin Zeyd idi.
Kendisi hemen evinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ı karşıladı, deveden eşyasını
indirdi ve eve götürdü. Böylece, Hz. Ebu Eyyûb Ensarî Son Peygamber ve Alemlerin
Rahmeti’ni misafir etme şerefine nail oldu.Buhârî ve Müsned-i Ahmed’de Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyetinde şu
kayıtlara rastlanıyor: “Rasûlullah (a.s.) deveden indikten sonra “bizimkilerden
kimin evi en yakındır.” diye sordu. Hz. Ebû Eyyûb Ensarî arz etti: “Benim evim,
ya Rasûlallah, benim evim işle karşınızdadır. Kapısı da işte budur.” Rasûlullah
(a.s.) buyurdu: “O halde, git, ve bizim dinlenmemizi temin et.” İbni Sa’d da Hz.
Enes bin Mâlik’e dayanarak benzeri bir rivâyet nakletmiştir. İbni Sa’d ile
Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak bu rivayete bazı ilâveler yapmışlardır. Bunlara
göre Rasûlullah (a.s.)’ın dişi devesini Hz. Es’ad bin Zürâre kendi evine götürüp
bağladı ve bakımı için tedbirler aldı.Bazı rivayetlerde şu kayıtlara rastlıyoruz: Rasûlullah (a.s.)
dişi deveden indikten sonra şöyle buyurdu: “Allah nasip ederse burası ikamet
yerimiz olacaktır.” Hz. Ebû Eyyûb Ensarî kendisine gelip dedi ki: “Benim evim
buraya en yakın evdir. Müsaade buyurursanız, eşyalarınızı evime götüreyim.”
Rasûlullah (a.s.) eşyasını evine götürmesine izin verdi. Taberânî de, Hz.
Abdullah bin Zübeyr’e istinâden aynı rivâyeti nakletmiştir.Buhârî ve Müslim ile Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Berâ’ bin
Azib (r.a.)’in bir rivâyeti şöyledir: Medineliler, Rasûlullah (a.s.)’ı misafir
etmek için birbirleriyle adeta kavga ettiler. Nihayet Rasûlullah (a.s.) dedi ki:
“Ben bugün, Abdulmuttalib’in hanımının köyü olan Beni Neccâr’da kalacağım.”Hafız İbni Hacer, “İsâbe”de Müsned-i Ahmed’e dayanarak bizzat
Hz. Ebû Eyyûb’un şu sözlerini nakletmiştir: “Ensâr içinde Rasûlullah (a.s.)’ın
kalış yeri hakkında kavga büyüyünce kur’a çekildi ve burada benim ismim çıktı.”Bu muhtelif rivayetleri gözden geçirdiğimizde şu kanaate
varırız: Rasûlullah (a.s.) ilk önce muhtemelen Hz. Ebû Eyyûb’un evinde kaldı,
daha sonra diğer Ensâr kabilesi gelip bu şerefin kendilerine de ait olması
dileğinde bulundular. Bunun üzerine kura çekildi ve Rasûlullah (a.s.)
kendilerine dedi ki: “Benim bu aile ile yakın bir akrabalığım vardır.”
Rasûlullah (a.s.)’ın bu açıklaması diğer kabileleri tatmin etti. Zira
Arabistan’da akrabalığa büyük önem veriliyor ve saygı gösteriliyordu .[15]İmam Ebu Yusuf “Kitab-üz-Zikr ved-Dua”da Hz. Ebu Eyyub
Ensarî’nin şu sözlerine yer vermiştir: “Rasûlullah (a.s.) evimizi
şereflendirdikten sonra evin alt kısmında kaldı. Ben ve Ebû Eyyûb’un annesi üst
katta kaldık. Gece, Ebu Eyyûb’un annesine dedim ki, Rasûlullah (a.s.)’ın yukarı
katta kalması daha münasib olacaktır. Zira kendilerine melekler geliyor ve vahiy
iniyor.” Bunu düşünürken gece ne ben doğru dürüst uyuyabildim ne de Ümm-ü Eyyûb.
Sabah kalktığımızda biz meseleyi Rasûlullah (a.s.)’a açtık. Bunun üzerine
Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki: “Alt kat benim için daha rahattır.” Ben dedim ki,
“Sizi Hak ile beraber göndermiş olan Zât’a yemin ederim ki, altında sizin
bulunduğunuz bir evin üst katında ben rahat edemem.” Kısacası, ben o kadar ısrar
ettim ki, Rasûlullah (a.s.) daha sonra üst katta kalmayı kabul etti.”İbni Hişâm’ın Muhammed bin İshâk ve Hz. Ebû Eyyub’a dayanarak
naklettiği rivâyet bundan biraz farklıdır. Bu rivâyete göre Rasûlullah (a.s.),
evin alt katını beğenmesinin sebebi olarak ziyaretçileri için daha elverişli
oluşunu gösterdi. Bu sebeple, Ebu Eyyûb Ensarî istemeye istemeye yukarı katta
kalmayı kabul etti. Fakat, bir gün yukarı katta bir su testisi kırıldı ve Hz.
Ebû Eyyûb Ensarî, suyun aşağıya damlayıp Rasûlullah (a.s.)’ı rahatsız
edebileceği endişesine kapıldı. Bunun için karı-koca sahip oldukları tek
yorganlarını derhal suyun döküldüğü yere serip suyu kuruttular. Beyhâki ile İbn
Ebi Şeybe de Hz. Ebû Eyyûb’a dayanarak aynı rivâyeti nakletmişlerdir.İbni Sa’d’ın Hz. Zeyd bin Sabit’e dayanarak naklettiği rivâyete
göre Rasûlullah (a.s.) Ebû Eyyûb Ensarî’nin evinde kaldığı müddetçe her gün en
az üç-dört evden adamlar gelip Rasûlullah (a.s.)’ı yemeğe davet ederlerdi.
Ayrıca, her gün çeşitli evlerden yemek ve yiyecekler gelirdi.33.1.19.
Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de KarşılanmasıYukarıda anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi Medine ahâlisi
Rasûlullah (a.s.)’ı büyük bir coşku ve sevinçle karşıladılar ve kendisini
misafir etmekten kıvanç duydular. Ama Rasûlullah (a.s.)’ın Medine şehrinin
merkezine girişi başlı başına bir olaydı ve kendisi öylesine muhteşem bir
şekilde karşılandı ki, bunun bir örneği Arabistan’ın tarihinde ne önce
görülmüştü ne de sonra görülmüştür. Buhârî, Müslim ve Müsned-i Ahmed’de Hz.
Bera’ bin Azib vasıtasıyla Hz. Ebu Bekr’in şu rivâyeti yer almıştır: “Biz
Medine’ye vardığımızda halk bizi karşılamak maksadıyla sokaklara dökülmüştü.
Çoluk-çocuk evlerinin damlarına çıkmış tezahürat yapıyordu. Hizmetçiler ile
çocuklar sokaklarda koşuşup duruyor ve tezahürat yapıyorlardı. Medineliler
“Allahu Ekber”, “Rasûlullah teşrif buyurdular” ve “Muhammed Sallallahü aleyhi
ve sellem hoş geldiniz diye nara atıyorlardı”. Buhârî’de Hz. Enes bin Mâlik’in
bir rivâyeti yer almıştır: “Biz Medine’ye vardığımızda halk bizi karşılamak
maksadıyla sokaklara dökülmüştü. Çoluk çocuk evlerinin damlarına çıkmış
tezahürat yapıyordu. Hizmetçiler ile çocuklar sokaklarda koşuşup duruyor ve
bağırıyorlardı. Medineliler “Allahu Ekber”, “Rasûlullah teşrif buyurdular” ve
“Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellem hoş geldiniz diye nara atıyorlardı.”
Buhârî’de Hz. Enes bin Mâlik bir rivâyeti yer almıştır. Bunun bazı bölümleri
şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr’i silah kuşanmış yiğitler
sarmışlardı. Kalabalık o kadar büyüklü ki, adamlar Rasûlullah (a.s.)’ı görmek
için birbiriyle itişiyor ve omuzlarına çıkıyorlardı. Bütün şehir “Nebiyullah
geldi”,“Rasûlulah geldi” sesleriyle çalkalanıyordu. “Tabakat”da İbni
Sa’d, Hz. Enes’e istinaden şu rivâyeti nakletmiştir: “Ben (Enes) böylesine
görkemli bir gün görmedim.” Müsned-i Ahmed’de yine Enes bin Mâlik’in şu sözleri
kaydedilmiştir: “Medine ahalisi Rasûlullah (a.s.)’ı karşılamak için birbirini
adeta eziyorlardı. Her tarafta büyük bir izdiham vardı. Her tarafta bir bayram
havası vardı. Kadınlar evlerinin damlarına çıkmış ve çevredekilerden Rasûlullah
(a.s.)’ın kim olduğunu soruyorlardı. Doğrusu, böylesine muhteşem bir manzara
hiç görmedik.” Hz. Enes’in benzeri rivayetleri Darimi, Tirmizî, İbn Mâce, Ebu
Davud ve Beyhakî’de de yer almışlardır. Buhârî’de Hz. Berâ bin Azib’in şu
ifadesi yer almıştır: “Ben Medinelileri, hiç Rasûlullah (a.s.)’ın geldiği günkü
kadar mutlu ve sevinçli görmedim.”Beyhâki, “Delâil”de ve Ebu Bekr el-Mukri “Kitab üs-Şemâil”de şu
rivâyeti nakletmişlerdir: Kadınlar evlerinin damlarına çıkıp şu şarkıyı
söylüyorlardı:“Talâ’albedrü “aleyna min seniyyâti l-vedâ’
Vecebe ş-Şükrü aleyna mâ de’â lillâhi da” “Bizim için dolunay
doğmuştur. Vedâ’in dağlarının ardındanBizim şükr etmemiz vâciptir, Allah’a çağıran tek bir kişi
hayatta kalıncaya kadar.”Rezin bu şarkıya şu beyti de ilâve etmiştir:
“Ey bize meb’us olan, sen itaate lâyık bir mevki ile gelmişsin.”
İbnül-Kayyım, “Zad-ul Me’ad”da bu rivâyeti reddetmiştir. Bunun
sebebi olarak da “Veda dağlarının Suriye istikametinde, yani Mekke’nin aksi
istikametinde bulunduğunu göstermiştir. İbnül-Kayyım’a göre Medine’li kadınlar
bu şarkıyı Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’den gelişi sırasında değil, Tebûk
savaşından dönüşü sırasında söylemişlerdi. Buhârî, Ebu Dâvud ve Tirmizî’de de bu
ifadeye rastlıyoruz. Fakat bizce Medine’den Mekke istikametine gidenler için
yani, Medine-Mekke yolunda da “vedâ dağlarının bulunması uzak bir ihtimal
değildir. Medineli kadınlar Mekke’den gelen misafirler için aynı münasebetle
“Vedâ dağları” tabirini kullanmış olabilirler.Rasûlullah (a.s.) Beni en-Neccâr mahallesine varınca genç kızlar
def çalarak yollara dizildiler ve ilk sözleri aşağıda belirtilen beyit olan bir
türkü söylediler:“Biz Beni Neccâr’ın kızlarıyız. Muhammed ne kadar da iyi bir
komşudur.”Bu türküyle ilgili rivayet Hz. Enes tarafından naklolunmuş ve
Hâkim ile Beyhakî’de yer almıştır. Rasûlullah (a.s.) kızlara sordu: “Siz beni
seviyor musunuz?” Kızlar arz etti: “Evet ya Rasûlullah (a.s.).” Hz. Peygamber
(a.s.) de üç defa şöyle dedi: “Vallahi ben de sizi (ensarı) severim”. Taberânî,
“el-Mu’cem-üs-Sağir”de Rasûlullah (a.s.)’ın şu sözlerini nakletmiştir:
“Yüreğimin size karşı sevgiyle ne kadar dolu olduğunu Allah biliyor”. Beyhâki
ile İbni Mâce aynı cümleyi Hz. Enes’e istinaden nakletmişlerdir. Buhârî’de yer
alan Hz. Enes’in rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) genç kızlar ile kadınların
kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce yerinden kalkarak üç defa şöyle dedi:
“Vallahi sizin kadar başka kimseyi sevmem.”33.1.20.
Kureyş’in Öfke İle KudurmasıRasûlullah (a.s.)’ın salimen ve afiyet içinde Medine’ye varması
bile Kureyş’i çileden çıkaracak cinsten bir hadise idi. Sanki bu yetmiyormuş
gibi, Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Medine’de eşi görülmemiş bir şekilde
karşılanmış ve elden ele dolaştırılmışlardı. Bu da onları tam manasıyla deli
etli. Kureyş öfke, üzüntü ve şaşkınlık içinde çırpınıp duruyorlardı. Nihayet,
Medine’nin en önde gelen kabile reisi ve zengini Abdullah bin Übeyy’i kral
yapmaya karar vermişlerdi, ama Evs ile Hazrec’in büyük bir çoğunluğunun müslüman
olması ve Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye gelmesiyle onun kral olma hevesleri
kursaklarında kalmıştı. Kureyşliler Abdullah bin Übeyy’e gönderdikleri mektupta
şöyle diyorlardı:“Duyduğumuza göre siz adamımıza sığınma hakkı vermişsinizdir.
Tanrıya yemin ederek söylüyoruz ki, onunla ya kendin savaş veya onu Medine’den
ihraç et; yoksa, biz hepimiz birleşip size saldıracağız. Sizin erkeklerinizi
öldüreceğiz ve kadınlarınızı da cariye yapacağız.”Abdullah bin Übeyy bu mektubu alınca şeytanlık damarı kabardı ve
fitne çıkarmaya çalıştı. Fakat, Rasûlullah (a.s.) hikmetli söz ve
hareketleriyle bu fitneyi derhal önledi.Bundan sonra Hz. Sa’d bin Mu’az, ki Medine reislerinden biriydi,
umre için Mekke’ye gidince Kureyşlilerin sözlü saldırısına hedef oldu. Tam
Harem’in kapısında Ebû Cehl kendisine şunları söyledi: “Siz ne sanıyorsunuz
yahu. Siz dinimizden dönenleri barındıracaksınız. Onları himaye edecek,
destekleyeceksiniz ve biz de size Mekke’de rahat rahat tavaf etme izni
vereceğiz? Öyle mi? Yemin ederim, eğer sen Ebu Safvân (Ümeyye bin Halef) ile
beraber olmasaydın, buradan Medine’ye sağ dönemezdin”. Hz. Sa’d ise buna cevap
olarak şunları söyledi: “Vallahi, eğer sen bizi böyle bir şeyden alıkoyarsan biz
de sizi bundan daha büyük şeyden alıkoyarız, yani Medine’ye geçişinizi
yasaklarız”.[16]
Bu münakaşa demekti ki, Mekkeliler Medineli müslümanlara Kâ’be’nin kapısını
kapatıyorlardı, Medineliler de buna tepki olarak Mekkeliler için Suriye ticaret
yolunun tehlikelerle dolu olduğunu ilân ediyorlardı. Bu küçük münakaşa aslında
gelecekte tarihi gelişmelerin çizgisini çiziyordu.33.1.21. Mescid-i
Nebevi’nin İnşasıRasûlullah (a.s.)’ın Hz. Ebû Eyyûb Ensarî’nin evine indikten
sonra düşündüğü ilk konu bir caminin inşasıydı. Rasûlullah (a.s.) bu camiyi dişi
devesinin ilk kez çöktüğü yerde yapmak istiyordu. İbni Sa’d’ın rivâyetine göre
müslümanlar oraya daha önceden namaz için toplanırlardı. O yerde Hz. Es’ad bin
Zürâre, cemaate namaz kıldırırdı. Burada cum’a namazı da kılınırdı. Aslında
burası iki yetim Sehl ve Süheyl’in toprağıydı. Bu yetim kardeşler Hz. Es’ad bin
Zürâre’nin velayetinde idiler. Buhârî’de Urve bin Zübeyr ve “Siret-i İbni
Hişâm”da Muhammed bin İshâk’ın rivâyeti budur. Belazuri de “Fütûh ul-Buldân”da
bunu meşhur bir rivâyet olarak nakletmiştir. (İbni İshâk’ın rivâyetinde iki
kardeşin velisinin Hz. Mu’az bin Afra’ olduğu kaydedilmiştir. Bazı diğer
rivayetlerde hem Hz. Es’âd hem Hz. Mu az bu iki yetimin velisi olduğu
kaydedilmiştir.) Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr’in rivâyeti ve
“Siret-i İbni Hişâm”da yer alan İbn İshâk’ın rivâyeti de aynıdır. Buna göre bu
toprakta hurmalar kurutuluyordu. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve İbni Cerir’in
rivâyetine göre burada bazı hurma ağaçlan da vardı. Bu toprağın bir bölümü
işleniyor ve bir bölümü de kullanılmaz durumda idi. Ayrıca burada bazı
müşriklerin kabirleri de vardı. Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre
Rasûlullah (a.s.) bu çocuklarla toprağın fiyatı konusunda görüştü. Onlar da
dedi ki: “Biz bunu hibe ediyoruz”. Ama Rasûlullah (a.s.) kabul etmedi ve rayiç
fiyatını verdi. Musa bin Ukbe’nin İmam Zührî’ye dayanarak naklettiği rivayete
göre Rasûlullah (a.s.) bu araziyi 10 dinara satın aldı. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye
dayanarak naklettiği rivayette de aynı fiyat yer almıştır. Bu rivayette ayrıca
fiyatı Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in ödediği kaydedilmiştir. Belâzurî de “Fütûh-ul
Buldân”da aynı ifadeyi kullanmıştır.İbni İshâk’ın rivâyetine göre Hz. Mu’az bin Afra Rasûlullah
(a.s.)’a şöyle dedi: “Efendimiz, siz buraya cami yaptırın, ben çocukları razı
ederim.” (Bu ifadeden, fiyatı kimin ödediği belli olmuyor. Yani, fiyatı Hz.
Mu’az bin Afra’ mı ödedi, yoksa Rasûlullah (a.s.) mı?)Buhârî ve Ebû Dâvud’da yer alan Hz. Enes bin Mâlik’in rivâyetine
göre, Rasûlullah (a.s.) Beni Neccar’a “benden bu bağın fiyatını alın”[17]diye
haber gönderdi. Beni Neccar dedi ki: “Biz bunun fiyatını Allah’tan başka
kimseden istemiyoruz.” Bu rivayet de toprağın satın mı alındığı yoksa hibe mi
edildiğine açıklık getirmiyor. Fakat diğer bütün rivayetler, bu arazinin bedava
alınmadığını göstermektedir.Arsa alındıktan sonra her tarafı iyice temizlendi. Harabelerin
bulunduğu kısım düzeltildi, kabirlerin yeri dolduruldu ve ayıklandı, hurma
ağaçları kesilip inşa edilecek caminin sütunları olarak kullanıldı. Hurma
ağaçlarının yapraklarıyla çatı çatıldı, tuğla ve balçıkla duvarlar yapıldı ve
namazgah olarak boş zemin kullanıldı. Fakat yağmurlar sebebiyle her tarafı
çamur olmaya başlayınca küçük taş ve mucurla bir tabaka oluşturuldu. Hurma
ağaçlarının yaprakları namaz kılanları güneş ve yağmurdan korumaya yetmeyince
üstüne sıva ile bir kaplama yapıldı. Buhârî’de Hz. Ayşe ve Urve bin Zübeyr, Ebu
Davud’da Hz. Enes bin Mâlik ve Siret-i İbni Hişâm’da Muhammed bin İshâk’ın
rivayetlerine göre Mescid-i Nebevi’nin inşasında Rasûlullah (a.s.) da diğer
mü’minlerle beraber çalıştı ve tuğlalarla sıva taşıdı.33.1.22. Mescid-i
Nebevi’de Hz. Peygamber (a.s)’in Hücresi (Odası)’nin İnşasıMescid-i Nebevi’ye bitişik Rasûlullah (a.s.) için iki hücre
(oda)den oluşan bir ev yapıldı. Bunlardan biri Hz. Ayşe’ye diğeri de Hz.
Sevde’ye aitti. İbn Sa’d’ın ifadesine göre bu evin odaları da pişmemiş tuğla,
hurma samanları ve sıvadan yapılmıştı. İki hücre birbirinden ayrıydı. Çatı hurma
ağacı yapraklarıyla örtülmüştü. Kapılara örtü asılmıştı. Hz. Hasan Basri’nin
ifadesine göre “ben çocukluğumda henüz büluğ çağına erişmemişken Rasûlullah’ın
evlerine girdim ve etrafı gördüm. Bu evlerin tavanları o kadar alçaktı ki,
bunlara ellerimi kaldırarak dokunabilirdim.” İmam Buhârî kendi “tarih”inde ve
Hafız Ebû Ya’lâ kendi “müsned”inde şu ifadede bulunmuşlardır: “Rasûlullah’ın
evlerinin kapılarında tokmak veya kapı koluna benzer bir şey bulunmadığı için
ziyaretçiler kapıyı hafifçe tıklatırdı.”33.1.23.
Rasûlullah (a.s.)’ın Çoluk-Çocuklarını Medine’ye GetirtmesiVâkıdî’nin Hz. Zeyd bin Sabit’e dayanarak naklettiği rivayete
göre Rasûlullah (a.s.), Ebû Eyyûb Ensarî’nin evinde 7 ay kaldı. İbn Sa’d ile
Belazuri de aynı rivâyeti nakletmişlerdir. Hâfız İbn Hacer de bu rivâyeti tasdik
etmiştir.Bu arada Rasûlullah (a.s.) yapılan yeni hücrelere taşınmadan
önce Hz. Zeyd bin Hâris ve serbest bırakmış olduğu özel hizmetçisi Ebû Rafi’e
500 dirhem ve iki genç deve vererek kendi ailesini getirtmek üzere Mekke’ye
gönderdi.[18]
Hz. Ebû Bekr (r.a.) de bu zevatla beraber Abdullah bin Ureykıt eliyle oğlu
Abdullah’a bir mektup gönderdi ki, o da annesi ve kız kardeşlerini Medine’ye
getirsin. Hz. Zeyd bin Haris (r.a.) Ümm ul-Mü’minin Hz. Sevde’yi Rasûlullah
(a.s.)’ın iki kızı Hz. Fatma ve Ümm-ü Gülsüm’ü, kendi zevcesi, Ümm-ü Eymen’i ve
oğlu Üsâme bin Zeyd’i Medine’ye gelirdi; fakat Hz. Zeyneb (r.a.)’i alamadı;
zira onu kocası Ebu’l-As bin Rebi’ alıkoymuştu. Hz. Abdullah bin Ebu Bekr
bunlarla beraber annesi Ümm-ü Ruman ve kız kardeşleri Hz. Esma (r.a.) ile Hz.
Ayşe (r.a.)’yi getirdi. (Bk. Taberânî, İbni Sa’d, Belazuri ve İbn Abd-il Berr).İşte burada
İslâmi Hareket’in Mekke dönemi sona eriyor. Biz bundan sonraki sayfalarda Mekke
döneminin genel bir değerlendirmesini yapacağız
[1] Bu ayetin
İsrâ sûresiyle birlikte Hicret’ten çok önce indiğine dair itirazda
bulunulmaması gerekir. Aslında Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ayetleri daha önce
inmiş olmalarına rağmen bazı belli durum ve şartlarda bunlar Cenâb-ı Allah
tarafından Rasûlullah (a.s.)’a hatırlatılırdı. Böylece, bu ayetlerin o özel
şanlar için indiği açıklanmış oluyordu.
[2] İşte bu
hikmet yüzünden Cenâb-ı Allah Rasûlullah (a.s.)’ı o zamana kadar Mekke’de
bıraktı. Gaye, Kureyş’in Hakka düşmanlıkta son haddine varması üzerine
Rasûlullah (a.s.)’ın son ânda kurtulmasını göstermekti.
[3] Bu adamın
ismini bazı yazarlar Erkad ve bazıları Erkat yazmışlardır. Fakat doğru
kelime Üreykıt’tır. Mûsâ bin Ukbe ile Belâzurî ve İbn Sa’d bunu böyle
yazmışlardır. Üreykıt, daha önce bahsettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (a.s.)’in
Taif dönüşü Mekke’ye eman istemek üzere ulak olarak bazı Kureyşin kabile
reislerine gönderdiği kişidir. Kendisi müşrikti, ama hicret gibi en nazik
anda bile güvenilir bir kılavuz vazifesi yapmaktan kaçınmadı.
[4] Müsned-i
Ahmed, Taberânî ve Sîret-i İbni Hişam’da İbni İshâk’a Hz. Esma binti Ebî
Bekr’in bir rivâyeti naklolunmuştur. Bu rivâyetle Hz. Esma şöyle diyor:
“Babamız evden çıkarken evde ne varsa götürdü.” Bir tahmine göre yanında 5-6
bin dirhem vardı. (Belâzuri’nin rivâyetine göre, Hz. Ebû Bekr’in İslâmiyeti
kabul ettiği sırada kendisinde nakit 40 bin dirhem bulunuyordu). Daha sonra
dedemiz Ebû Kuhâfe -ki o zamana kadar müslüman olmamıştı- dedi ki, Ebû Bekr
canıyla malını da götürmüştür. Biz dedik ki; “hayır, babamız bizim için bol
para ve mal bırakmıştır.” Biz bunu dedemizi avutmak için söyledik. Zira
bizim evimiz bomboştu.
[5] Burada bir
noktanın izah edilmesi gerekiyor. O da, Hz. Ali Hz. Esmâ’nın ifadeleridir.
Daha önce belirttiğimiz gibi gerek Hz. Ali gerekse Hz. Esma, Kureyşli
kâfirlerin soruşturmaları sırasında Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebû
Bekr’in nereye veya ne yöne gittiklerini söylemediler. Ama yukarıdaki
ifadelerden anlaşılıyor ki, Hz. Esma ve diğer kimseler, Hz. Peygamber (a.s.)
ve Hz. Ebû Bekr Sevr mağarasında bulunduktan müddetçe kendileriyle
mütemadiyen temasta idiler. Bu durumda acaba Hz. Ali ile Hz. Esma (r.a.)
kasten yalan mı söylemişlerdi? Bizce her ikisi, kendilerine Kureyşlilerin
Hz. Peygamber (a.s.) ve Hz. Ebû Bekr hakkında soru yönelttikleri sırada
gerçekten kendilerinin nerede olduğunu bilmedikleri ihtimali daha
kuvvetlidir. Bir başka ihtimal de şu olabilir. Belki ikisi de gerçeği
biliyorlardı; ancak zalimlere yardımcı olmamak için yalan söylemek zorunda
kaldılar. Aslında bu tutum şeriat, ahlâk ve akıl açısından doğrudur. Ancak
aptal bir kişi gözü dönmüş bu katillere Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebû Bekr’in
bulunduğu yerin bildirilmesine ısrar edebilirdi. Daha sonra Hz. Esmanın
dedesine karşı davranışına gelince, bu “tevriye”nin bir örneğidir.
“Tevriye” düpedüz yalan söylemeden bazı iyi sebepler için hakikati gizlemek
manasını taşır.
[6] Bu da
Tevriyenin bir başka örneğidir. Yani, Hz. Ebû Bekr (r.a.) yoldaşının
Muhammed Mustafa (a.s.) olduğunu açıklamak yerine ve kendisinin sadece
rehberi veya yol göstericisi olduğunu belirtti. Duyanlar zannettiler ki Hz.
Peygamber (a.s.) bir kılavuzdur.
[7] Harre,
lâvdan yanmış siyah kayalara denilir. Medine’nin etrafında bu tür pek çok
kayaya rastlanır. “Harret-ul ‘Asabe” Küba’nın dışında Mekke yolunda bulunan
harreye denilir. Buna “Harre-yi Kubbâ” da denilir.
[8] Evs ile
Hazrec, Kayle adlı annenin evlâtları olduğu için bu kabile mensuplarına Benî
Kayle de denilirdi. Bir yahudi’nin “reisiniz geldi” diye seslenmesi
gösteriyor ki, Medine’de oturanlar ister mü’min, müşrik veya yahudi
olsunlar, hepsi, Rasûlullah (a.s.)’ın bir mülteci değil bir hükümdar, lider
ve komutan olarak gelmekte olduğunu önceden biliyorlardı.
[9] Kameri
takvimine göre gece gündüzden önce geliyor ve gün batışından sonra yeni bir
tarih başlıyor. Bu itibarla 1 Rebiülevvel tarihinden, bir önceki gece
kastedilmiş olabilir. Ayrıca, Hz. Ömer’in halifelik devrinde Hicrî takvimine
başlandığı zaman, bunun hesabı Hicret’in yapıldığı asıl tarihten itibaren
değil 1 Muharrem (16 Temmuz 622) den yapılmaya başladı. Araplar eski
çağlardan beri Muharrem’i yılın ilk ayı olarak kabul ediyorlardı. Böylece
Hicret takvimi, Hicret’ten üç ay sonra başladı.
[10] Kendisi
yaşlı bir zattı. Rasûlullah (a.s.)’ın gelişinden kısa bir süre sonra vefat
etti. İbni Cerir’in ifadesine göre Hicret’ten sonra vefat eden ilk sahabe
idi.
[11] Kubâ camii
bugün de Medine’nin güney batısında bulunuyor. Bu camiinin kıblesine
bitişik tek kubbeli “Makâm-ul Ümre” adında bir yapı vardır. Burası Hz.
Külsum bin Hidm’in eviydi. Buna bitişik “Beyt-i Fatma” ismiyle bilinen yerde
Hz. Sa’d bin Hayseme’nin evi vardı.
[12] Yakut
“Mu’cemül Buldan “da “Rânûnâ” kelimesini izah ederken bu mevkide bir caminin
bulunmasıyla ilgili kaydın İbn İshâk’ın siretinde yer alan ve İbni Hişâm
tarafından özetlenen bölümde bulunduğunu bildirmiştir. Yoksa diğer bütün
yazarlar ve alimler Rasûlullah (a.s.)’ın sadece Cum’a namazını Benî Salim’in
mahallesinde kıldığına işaret ederler.
[13] Aynı
ailenin bir hatunu olan Selma bint Amr ile Rasûlullah’ın büyük babası Hâşim
evlenmiş ve dedesi Abdulmuttalib batınından doğmuştu. Abdulmuttalib aynı
ailede çocukluğunu ve gençliğini geçirmişti. Aynı ailenin efradı
Abdulmuttalib’in amcasının onun mirasını gasbetmesi üzerine onun yardımına
koşmuşlardı. Rasûlullah (a.s.)’i bu aile ile olan münasebetleri o kadar
yakındı ki, babası Abdullah ömrünün son günlerini burada geçirdi ve
yanlarında gömüldü. Rasûlullah (a.s.)’ın annesi de çocuğunu ailesine
tanıştırmak üzere Medine’ye getirmişti.
[14] Cenâb-ı
Allah’ın, Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’de kalacak yerinin seçimini kendisine
bırakmaması ve kararını dişi deve ile belirlemesi ibretli bir hareketli.
Eğer Rasûlullah (a.s.) kendi iradesiyle kalacak yeri seçmiş olsaydı pek çok
Ensâr kabilesi, Rasûlullah (a.s.)’ın Benî Neccar’ı kendilerine tercih
ettiğine inanacaklardı.
[15] Hz. Ebû
Eyyûb Ensari’nin bu evi halâ Mescid-i Nebevî’nin güneydoğusunda bulunuyor.
Buna yakın bir yerde bugün Mescid-i Nebevî’nin İmam ve hatiplerinin kaldığı
Dâr-ı Câfer-üs Sâdık vardır.
[16] Buhârî’de
Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un rivâyeti böyledir. Hz. Abdullah bin Mes’ûd da bu
rivâyeti Hz. Sa’d bin Muâz’a dayanarak nakletmiştir. Bu rivâyetle yer alan
izahata göre Hz. Sad’ın Umeyye bin Halef ile Cahiliyye döneminden beri
dostluk ilişkileri vardı. Umeyye Medine’ye gelince Hz. Sa’d’ın evinde
kalır. Hz. Sa’d da Mekkeye gidince onun evinde kalırdı. Hz. Sa’d bu dostluğa
dayanarak umre için Mekke’ye gitmiş ve Umeyye ile bulunmuştu. Umeyye Hz.
Sa’d’ı öğle vakti Ka’be’ye götürdü. Oada Ebû Cehl ile karşılaştılar. O
sırada aralarında yukarıda aktardığımız münakaşa geçti. Aynı rivâyette şu
ek bilgilere de rastlıyoruz: Hz. Sad, Ebû Cehl’e yukarıda naklettiğimiz
cevabı verince Umeyye bin Halef kendisine şöyle dedi: “Sakın Ebul Hakem ile
ters konuşma. Bu, vadinin en nüfuzlu kişisidir.” Hz. Sa’d dedi ki, “Boş ver.
Rasûlullah’dan duyduğuma göre bunlar seni öldüreceklerdir.” Umeyye bunu
duyunca çok korktu ve, “bunlar beni öldürecekler mi dedin? Peki nerede
Mekke’de mi?” Hz. Sa’d dedi ki, “onu bilmem” Müsned-i Ahmed’de yer alan
rivâyete göre Umeyye Hz. Sa’d’in söylediklerini karısına anlatınca, karısı
dedi ki “vallahi Muhammed’in dedikleri doğru çıkar.” Hafız Ebû Bekr
Bezzâr’ın Hz. Abdullah bin Mes’ûd’a dayanarak naklettiği rivâyette ise
Umeyye yerine Utbe bin Rebia’nın ismi geçiyor. Gerçi Bezzâr’ın bu hadisinin
râvileri de çok muteber ve sağlamdırlar, ancak doğru olan Buhârî’deki
rivâyettir. Umeyye bin Halef Bedii savaşına katılmış ve Hz. Bilâl tarafından
öldürülmüştü. Fakat Rasûlullah (a.s.)’ın, kendi tarafından öldürüleceğini
peşinen söylediği adam Umeyye bin Halef değil, Übeyy bin Halefti. Übeyy bin
Halef, Uhud savaşında Rasûlullah (a.s.) tarafından öldürüldü.
[17] Asıl Arapça
metinde kullanılan kelime dört duvarlı bağ anlamına gelir. Bu demektir ki
burası önce bir bağ idi, sonra zamanla yıprandı ve çeşitli maksatlar için
kullanılmaya başlandı.
[18]
Belâzuri’nin ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) bu 500 dirhemi Hz. Ebû
Bekr’den ödün; almıştı. -
İSRA VE Mİ’RAC
Otuz Birinci Bölüm: İSRA VE Mİ’RAC
31.1.1. Mi’rac Vak’asının Kati Tarihi
31.1.2. Mi’rac’ın Tarihi Ehemmiyeti
31.1.3. Mi’rac Vak’asının Kur’an-ı Kerim’de ve Hadislerde Anlatılış Biçimi
31.1.4. Mi’rac Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi?
31.1.5. Hadisleri İnkâr Edenlerin İtirazları
31.1.6. Mi’râc’ın Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri Deliller
31.1.8. Mi’rac Yolculuğunun Ayrıntıları
31.1.8.1. Dalâlette Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitti Kuvvetler
31.1.8.4. Daha Sonraki Sema’larda
31.1.9. Hz. Ebu Bekr Sıddîk (r.a.)’ın Mi’rac Olayını Doğrulaması
31.1.11. Rasûlullah (a.s.)’a Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen Emir
31.1.12.1. İsrail Oğullarının Tarihinden İbret
31.1.12.3. Toplumun Üst Sınıfının Yozlaşması
31.1.12.4. Dünya İle Ahiret’in Ehemmiyeti
31.1.12.5. İslâm Medeniyetinin Temel İlkeleri
31.1.13. Rasûlullah (a.s.)’ın Hicret İçin Dua Etmesine Dair Yapılan Telkin
31.1.14. Mazlum Müslümanların Zafer Duası
31.1.15. Mi’râc’ın Bir Başka Cephesi
31.1.15.1. Rasûlullah (a.s.)’ın Cebrail İle Görüşmesi
31.1.15.4. Sidre’de Allah’ın Tecellisi
31.1.15 .5. Hz. Ayşe (r.a.)’nin Rivayetleri
31.1.15.6. Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un Rivâyeti
31.1.15.7. Hz. Ebû Hureyre’nin Rivâyeti
31.1.15.8. Hz. Ebû Zer’in Rivayetleri
31.1.15.9. Hz. Ebû Musa el-Eş’arî’nin Rivâyeti
31.1.15.10. Hz. Abdullah bin Abbas’ın Rivâyeti
31.1.15.11. Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’nin Rivâyeti
31.1.15.12. Hz. Enes’in RivâyetiOtuz Birinci Bölüm: İSRA VE Mİ’RAC
Şimdi, Rasûlullah (a.s.)’ın Mekke’deki son üç yılını anlatmadan,
dilerseniz, o sıralarda meydana gelen en önemli olayın ayrıntılarına girelim.
Bu öyle bir olaydır ki, Hazreti Peygamber efendimizin (a.s.) pâk siretine
kıymetli bir taç gibi konmuştur. Öyle bir taç ki, bu, peygamberler dahil,
insanlık tarihinde hiçbir şahsiyetin başına konmamıştır. Bu, İsra ve Mi’rac
vakasıdır. İsra, Kur’an-ı Kerim’in İsra sûresinde belirtildiği gibi, Hz.
Peygamber (a.s.)’in gece Mescid-i Haram (Kâbe)’den Mescid-i Aksa (Beyt-ul
Mukaddes, Kudüs)’ya -hadislerde ayrıntılı olarak belirtildiği gibi-
götürülmesidir. Mi’rac da; Hz. Peygamber (a.s.)’in Kudüs’ten Sidret’ul-Müntehâ’ya
kadar yolculuğudur. Bazı tek tük rivayetlere göre İsra ve Mi’rac ayrı ayrı
meydana gelen iki olaydı. Ancak İslâm ümmetinin galip ekseriyeti, -ki bunlar
arasında en meşhur ulema, fakihler, muhaddisler ve müfessirler yer almaktadır-
İsra ve Mi’rac’ın aynı zamanda meydana gelen olaylar olduğunda birleşmişlerdir.
Bu genel inanca göre Rasûlullah (a.s.), bir gece, bedeni ve ruhuyla ve uyanık
bir durumda Kabe’den Kudüs’e götürüldü ve aynı gece semanın en üst noktasına
varıp Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıkarıldı ve sabah olmadan Mekke’ye döndürüldü.31.1.1. Mi’rac
Vak’asının Kati TarihiMi’rac vak’ası ne zaman meydana geldi? Kesin tarihi nedir?
Bununla ilgili olarak çeşitli rivayetlere rastlıyoruz. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye
dayanarak naklettiği rivayete göre bu olay 17 Ramazan, Bi’set’ten sonra 12.
yılda, yani hicretten 18 ay önce meydana geldi[1].
İbni Sa’d başka bir kaynağa dayanarak bu vak’anın Bi’setten sonra 13. yılda 17
Rebiülevvel’de yani hicretten yaklaşık bir yıl önce vuku bulduğunu yazmıştır.
Beyhakî, Musa bin Ukbe’ye dayanarak ve o da İmam Zührî’ye dayanarak, Mi’rac’ın
tarihinin aynı olduğunu belirtmiştir. Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre de bu
tarih doğru çıkıyor. Bunu İbni Lehiy’a, Ebu’l-Esed’e dayanarak nakletmiştir.
Aynı sebeplerden İmam Nevevî, Mi’rac için bu tarihin doğru olduğunu ifade
etmiştir. İbni Hazm ise “icmâ”ın fikrinin bu olduğunu iddia etmişse de doğru
değildir. İsmail es-Süddi’nin bu vak’a ile ilgili olarak iki rivâyeti
naklolunmuştur. Bunlardan biri Taberî ve Beyhakî tarafından naklolunmuştur ve
bunda Mi’râc’ın hicretten bir yıl beş ay önce; yani Bi’set’ten sonra 12. yıl 1
Şevval tarihinde cereyan ettiği ifade olunmuştur. Hakim tarafından naklolunan
ikinci rivayete göre bu olay hicretten bir yıl dört ay önce meydana geldi. Buna
göre, Mi’rac’ın Zil-Kade ayında olduğu söylenmiştir. İbni Abd-il Berr ile İbni
Kuteybe, Mi’rac’ın hicretten bir yıl 8 ay öncesinin (yani, Bi’set sonra 12. yıl
Recep) bir vak’ası olduğunu belirtmişlerdir. İbni Fâris, hicretten bir yıl üç
ay, İbn-ul Cevzi hicretten 8 ay önce ve Ebu’r-Rebi’ bin Salim 6 ay önceki bir
hâdise olduğuna işaret etmişlerdir. Bir rivayet de hicretten 11 ay öncesidir,
bunu İbn’ul-Münir, “Siret-i İbni Abd-il Berr’in Şerhi’nde yazmıştır, İbrahim bin
İshâk el-Harbi bunun kesinlikle Mi’rac’ın tarihi olduğunu ifade etmiştir. Fakat
en meşhur rivayet, Mi’rac’ın 27 Recep tarihinde olmasıyla ilgilidir. Allâme
Zürkâni’nin dediği gibi, bir rivayet veya ifadenin başka bir rivayet veya
ifadeye tercih edilmesi için yeterince delil yoksa, en meşhur olan rivayet kabul
olunmalıdır. Burada da durum aynıdır.31.1.2. Mi’rac’ın
Tarihi EhemmiyetiMi’rac vak’ası, Nebi-yi Kerim (a.s.)’in Tevhid için dünyaya
sesini duyurmaya başlamasından 12 yıl geçtikten sonra meydana geldi. O zamana
kadar muhalifler İslâmî Davet ve Hareket’in yolunu kapatmak için her yola
başvurmuşlardı. Hile, desise, entrika, iftira, baskı, zulüm ve işkence,
kısacası, bütün yollar denenmişti. Ama, her noktada ve her aşamada gerek
Rasûlullah (a.s.), gerekse, fedakâr arkadaşları sabır, metanet, sebat ve
dirayetin en güzel örneklerini vererek hareket ve davalarını canlı tutmuşlar ve
günden güne geliştirmişlerdi. Her türlü engele rağmen İslâmın sesi Arabistan’ın
her köşesine yayılmıştı. Arabistan’ın tek bir kabilesi yoktu ki,bundan üç-dört kişi Rasûlullah (a.s.)’ın davetinden etkilenmiş
olmasın. Bizzat Mekke’de kelleyi koltukta taşıyan fedailer hatırı sayılır bir
grub olmuşlardı. Medine’de Evs ve Hazrec gibi kuvvetli kabilelerin hemen hemen
bütün üyeleri Rasûlullah (a.s.)’ın ve müslümanların destekçisi haline gelmişti,
artık müslümanların daha rahat bir ortamda çalışabilmek için Mekke’den Medine’ye
hicret edip kuvvetlerini toplama ve etkinliklerini daha geniş çapta gösterme
zamanı gelmişti. İşte bu yol ayırımında İsra ve Mi’rac gibi, büyük tarihi
ehemmiyet taşıyan olaylar meydana geldi. Rasûlullah (a.s.) göklere çıkarak Cenab-ı
Allah ile beraber oldu ve dünyaya döndükten sonra başından geçenleri ve İsra
sûresinde yer alan kıssayı arkadaşlarına anlattı.31.1.3. Mi’rac
Vak’asının Kur’an-ı Kerim’de ve Hadislerde Anlatılış Biçimiİsrâ Sûresinin ilk ayetinde Rasûlullah (a.s.)’ın sadece Mescid-i
Haram (Beytullah)’dan Mescid-i Aksa’ya (Kudüs) götürülmesinden bahsedilmiştir.
Bunun amacı da, Cenab-ı Allah’ın kendi kuluna bazı alamet ve işaretlerini
göstermek olduğu belirtilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de İsra veya Mi’rac ile ilgili
başka teferruat yoktur. Fakat hadislerde ve siyerlerde bu vak’a ayrıntılı
biçimde ele alınmıştır. Bu vak’ayı rivayet eden sahabelerin sayısı en az 25’tir,
ki istikrar ile bu sayı 45’e kadar çıkıyor. Bu rivayetlerin en etraflıcası Hz.
Enes bin Mâlik, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ebu Sa’id el-Hudrî, Hz. Mâlik bin Sa’sa’a,
Hz. Ebu-Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs, Hz. Abdullah bin Abbâs, Hz. Abdullah bin
Mes’ud ve Hz. Ümm-ü Hani’nin rivayet ettikleridir.Hadislerde verilen etraflıca bilgiye göre gece vakti Cebrail
(a.s.) Rasûlullah (a.s.)’ı uyandırıp burâk (at) üzerinde Mescid-i Haram’dan
Mescid-i Aksa’ya götürdü. Rasûlullah (a.s.) Mescid-i Aksa’da diğer
peygamberler ile birlikte namaz kıldı. Daha sonra semaya yolculuk etti ve göğün
çeşitli katlarında muhtelif büyük peygamberlerle buluştu. Semânın en yüksek
katına yükseldikten sonra da Cenab-ı Allah’ın huzuruna çıktı. Rasûlullah (a.s.)’ın,
Allahu Teâlâ tarafından kabulü sırasında ümmetine beş vakit namaz farz olundu.
Bu kabulden sonra Hz. Peygamber (a.s.) Kudüs’e ve oradan da Mescid-i Haram’a
döndü. Bu kudsi yolculuk sırasında Hz. Peygamber (a.s.)’e Cennet ile Cehennem’in
de gösterildiği şeklinde rivayetlerde ifade olunmuştur. Ayrıca rivayetlerden,
ertesi gün Hz. Peygamber (a.s.)’in bu yolculuktan bahsedince kâfirlerin buna
çok güldüğü, bunu bir alay konusu yaptığı, Müslümanlardan bazısının imanında
sarsıldığı sabittir.Hadis-i Şeriflerdeki bu ayrıntılar Kur’an-ı Kerim’e aykırı
değildir, aksine Kur’an-ı Kerim’in ifadesinin izahı mahiyetindedirler. Bu
sebeple, hadislerdeki bu ek bilgilerin reddedilmesi için ortada herhangi bir
sebep yoktur.31.1.4. Mi’rac
Fiilen ve Bedenen miydi, Yoksa Mânen mi?Hz. Peygamber (a.s.)’in Mi’râc yolculuğu nasıldı? Bu yolculuk
rüyada mı yapılmıştı, yoksa uyanık ve ayıkken mi? Rasûlullah (a.s.) bu yolculuğa
fiilen ve bedenen mi çıkmıştı; yoksa bir yerde otururken mânen ve hayaller
âleminde mi semâyı gezmişti? Bu sorunun cevabını bizzat Kur’an-ı Kerim’in
kelimeleri vermektedir. “Sübhân-ellezi esrâ” ile söze başlamak gösteriyor ki, bu
çok fevkalâde ve muazzam bir vak’a idi ve sadece Allah’ın kudretiyle vuku
buldu. Rüyasında bir kişiye bu gibi şeylerin gösterilmesi ya da bir kişinin
ilhâm ve keşif yoluyla bunlara tanık olması, böylesine kuvvetli bir ifade ile
söze başlamayı gerektirmez. “Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Allah,
kuluna (rüyasında veya ilhâm yoluyla) ayetlerinden bazısını göstermek için…”
gibi bir ifade kullanıldığı takdirde rüya veya ilhamın pek değer taşımadığı
ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, “gece vakti götüren” deyimi de Mi’râc’ın fiilen
ve bedenen olduğunu göstermektedir. Rüyada, ilhamda veya hayalde bir kişiye bir
yerin gezdirilmesi için “götürme” fiilinin kullanılması uygun olmaz. Onun için,
bu yolculuğun fiziksel ve vücutça olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sadece
manevî veya zihnî bir tecrübe değildi. Rasûlullah (a.s.) bu yolculuğa bilinçli
olarak çıkmış ve her şeyi gözleriyle görmüştü.Şimdi, Rasûlullah (a.s.)’ın uçak veya diğer herhangi bir vasıta
olmaksızın Cenab-ı Allah tarafından Mekke’den Kudüs’e bir gecede gitmesi,
mümkün idiyse, hadis-i şeriflerde yer alan diğer tafsilât niye mümkün olmasın?
Bir şeyin mümkün olup olmaması bahsi ancak bir insanın kuvveti ve kudreti söz
konusu olunca ortaya çıkar. Eğer mesele, Allah ile ilgiliyse onun mümkün olması
konusunda tereddüde düşmek, Allah’ın Kadir-i Mutlak sıfatına inanmamak anlamına
gelir. Madem ki Allah her şeye kâdirdir, o zaman en umulmadık işleri yapabilir.
Cenab-ı Allah bir kulunu, maddeler âleminin en hızlı nesnesi olan ışığın bile
milyarlarca yılda yetişebileceği bir yere bir ânda götürebilir. Zaman ile
mekânın sınırları mahlûklar için geçerlidir. Kâinat’ın yaratıcısı için değil.31.1.5. Hadisleri
İnkâr Edenlerin İtirazlarıMi’râc yolculuğu hakkında Hadis-i şeriflerde yer alan tafsilatlı
malûmata, hadis münkirleri tarafından muhtelif itirazlar yapılmıştır; ama
bunlardan sadece ikisi dikkate değerdir.Birincisi, bu vak’a, Cenab-ı Allah’ın muayyen bir yerde kalması
intibaını veriyor. Zira böyle olmasaydı, Rasûlullah (a.s.)’ın bu kadar yol kat
ederek O’nun yanına gitmesine ne gerek vardı?ikincisi, henüz kıyamet kopmamış ve mahşerde kimsenin ameli
hakkında muhakeme yapılmamışken, Rasûlullah (a.s.)’ın Cennet ve Cehennem’de
gezdirilmesi ve Cehennem’de işkenceye tabi olan veya cezalarını çekmekte olan
kulları görmesi nasıl mümkün olabilir? Eğer insanlara ceza ve ödül, kıyametten
sonra verilecekse, söz konusu insanların Cehennem’de ceza çekmelerinin anlamı
nedir?Dikkat edilirse bu iki itiraz da bilgisizlik ve dar görüşlülüğün
mahsulüdürler. Birinci itiraz yanlıştır; zira Cenab-ı Allah şüphesiz zaman ve
mekân sınırının ötesindedir ve belirli bir makamı yoktur, ama mahlûklarıyla
münasebetlerinde kendi zaafından değil kulları ve diğer yaratıklarının sınırlı
durumu ve zaafından dolayı sınırlı bazı yollara başvurmayı tercih eder. Meselâ,
Kadir-i Mutlak mahlûklarıyla konuşunca, insanların kolaylıkla dinleyip
anlayabilecekleri yolları seçer. Halbuki bizzat Cenab-ı Allah’ın kelâmı evrensel
bir nitelik taşıyor. Aynı şekilde, Cenab-ı Allah, kullarından birine, muhteşem
saltanatının çeşitli alâmet ve örneklerini göstermek istediği zaman onu muayyen
bir yere getiriyor ve o şeylerin bulunduğu yerleri gezdiriyor. Gayet tabii ki,
bir kul, bütün kâinatı aynı anda göremez. Cenab-ı Allah için bu bir mesele
değildir ve bir şeyi müşahede etmek için bir yerden bir yere gitmesine gerek
yoktur. Ama kul bir yerden bir yere gitmeden, görmek ve gözlemek istediği şeyi
göremez. Aynı durum Allah’ın huzuruna çıkılması için geçerlidir. Şüphesiz,
Allah belirli bir yerde bulunmuyor, ama kulu onu bir yerde görmeye mecburdur, ve
bu sebeple Allah’ın nuru orada toplanmalıdır.İkinci itiraz da yanlıştır. Zira Mi’râc kandilinde Rasûlullah
(a.s.)’a gösterilen pek çok şeyden bazısı temsil, gösteri ve prototip
mahiyetinde idi. Meselâ, gezi sırasında, fitne yaratan bir söz; küçük bir
delikten koskoca bir boğanın çıkması ve bir daha o deliğe girmeyişi olarak
gösterildi. Temsillerden biri de zina yapanların durumuydu. Zina yapanlar,
önlerinde taze ve nefis et varken, bozuk, kokuşmuş ve çürümüş ete rağbet eden
kişiler olarak gösterildi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’a Cehennem’de bazı
kimselerin azap ve ceza çektikleri gösterilmişse bunlar da sadece birer
gösteriydi. Anlatılmak istenen; kötü amel işleyenlerin Kıyamet’ten sonra
Cehennem’de aynı şekilde yanacaklarını veya azap çekeceklerini bilmeleriydi.Mi’rac konusunda şunu unutmamalıyız ki, peygamberlerden her
biri, kendi mevki ve makamına göre, Cenab-ı Allah tarafından yeryüzünde ve
göklerdeki meleklerle tanıştırılmış ve aradaki maddi perde aralanarak gaibdeki
ebedi gerçekler gösterilmiştir. Zaten gaibten gelen bu bilgilerden dolayıdır ki,
peygamberler, alelade düşünür ve filozoflardan üstün bir mevkiye sahip
bulunuyorlar. Bir düşünür veya filozof ne söylüyorsa kıyas ve tahmine dayanarak
söylüyor. Fakat, peygamberlerin söyledikleri doğrudan elde ettiği bilgi ve
gözleme dayanıyor. Böylece, peygamberler filozoflara göre daha emin bir şekilde
gaibden ve bazı bilinmeyen gerçeklerden haber verebiliyorlar.31.1.6. Mi’râc’ın
Bir Rüya Olduğunu Söyleyenlerin İleri Sürdükleri DelillerMi’râc’ın bir rüya olduğunu ispat etmeye çalışanlar, umumiyetle
iki delil ileri sürerler. Bunlar, İsra sûresinin 60. ayetinde “temaşa”
kelimesiyle bunun ima edildiğini öne sürerler, ileri sürdükleri birinci delil
budur. İkinci delil ise şudur: Hz. Ayşe’nin bir rivâyetinde “Hz. Peygamber
(a.s.)’in vücudu değil, ruhu götürülmüştü” ifadesi kullanılmıştır.Ne var ki, ortaya atılan ilk delili bizzat Kur’an-ı Kerim takbih
ve tekzip etmektedir. Şimdi asıl ayete bir göz atalım. Ayette, “Sana
gösterdiğimiz o temaşayı bir fitne (imtihan) yaptık” denilmiştir. Bu ayette
“temaşa” kelimesini rüya anlamında kullanmak ve bunun fitne yapılması herhangi
bir anlam taşır mı? Rüyada insan her şeyi görür. Eğer Rasûlullah (a.s.) deseydi
ki: “Ben rüyamda bu gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gittim”; o zaman
herhangi bir fitne çıkmasına gerek var mıydı? Böyle bir durumda ne bir
müslümanın imanı çetin bir sınavdan geçerdi, ne de kâfirler bunu alaya
alabilirlerdi. Hiçbir kimse de kalkıp bu yolculuğun ispatı için Rasûlullah
(a.s.)’ın bir delil göstermesini istemeyecekti. Fitne çıkma ihtimali ancak
Rasûlullah (a.s.)’ın bu yolculuğu bedenen ve şuurlu bir şekilde yapmış olmasını
anlatması durumunda ortaya çıkabilirdi.Ayrıca, asıl ayette kullanılan Arapça “rüya” kelimesinin sadece
“rüya” anlamına geldiğini iddia etmek de doğru değildir. Arapça sözlüğünde
gerek “rüya” gerekse “ru’yet” kelimesi aynı anlamdadırlar ve birbirinin yerine
rahatlıkla kullanılabiliyor. “Kurbâ” ve “kurbet” kelimeleri de aynı şekilde eş
anlamda kullanılabiliyor. Arap dilinin en büyük uzmanlarından sayılan Hz.
Abdullah bin Abbas (r.a.) Kur’an-ı Kerim’in söz konusu ayetini tefsir ederken
şu açıklamada bulunmuştur: “Bu, Hz. Peygamber’in Kudüs’e gittiği gece kendi
gözleriyle gördüğü bir temaşa idi”. (Buhârî, Tirmizî, Nesâî). Sa’id bin Mansûr,
Hz. Abdullah bin Abbas’ın bu rivâyetini naklederken şu kelimeleri de eklemiştir:
“Bu, rüyalarda görülen bir temaşa değildi”. Sa’id bin Mansur başka bir senetle
Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu sözlerini de nakletmiştir: “Bu kelimeden, Kudüs
yolunda Rasûlullah (a.s.)’a gösterilen temaşa kastedilmiştir”.Şimdi gelelim Hz. Ayşe (r.a.) ile ilgili hâdiseye. Aslında Hz.
Ayşe’ye ait olduğu söylenen bu hadis senet bakımından çok zayıftır. Muhammed bin
İshâk bunu şu kelimelerle nakletmiştir: “Ebu Bekr ailesinden bazı kimseler (veya
bir kişi), Hz. Ayşe’nin şöyle dediğini bana rivayet etmişlerdir: “Bu gibi
kelimelerle anlatılan bir hadisin kaynağının meçhul olduğu ortadadır. Böyle
meçhul senetli hadisin mutlaka Hz. Ayşe’ye ait olduğu nasıl söylenebilir? Buna
karşı çok daha sağlam senetlerle bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ağzıyla anlatılan
rivayetler nasıl reddedilebilir? Bu rivayetler pek çok doğru ve kuvvetli
senetlerle son derece güvenilir ve geçerli hadis kitaplarında Hz. Enes bin
Malik, Hz. Malik bin Sa’sa’a, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Ebu Sa’id el-Hudrî, Hz. Ebu
Zer Gifârî, Hz. Şeddâd bin Evs ve diğer muhterem sahabeler tarafından
naklolunmuştur. Bizzat Hz. Ayşe’nin bir rivâyeti var ki, Beyhakî tarafından
muttasıl senetlerle naklolunmuştur. Bunda şu ayrıntılara rastlıyoruz: “İsra’nın
sabahı, Hz. Peygamber (a.s.) gece geçirdiği tecrübeyi anlatıyordu. Bu hikâyeyi
anlatması üzerine kendisine iman etmiş olan birkaç kişi mürted (dinden döndü,
dönek) oldu. Bu şahıslar bu haberi Hz. Ebu Bekr (r.a.)’e getirdiler ve “baksana
senin arkadaşın ne diyor? O diyor ki kendisi bu gece Kudüs’e götürülmüştür”
dediler. Hz. Ebu Bekr, ‘O öyle mi diyor’ diye sordu. Onlar ‘evet’ dedi. Hz. Ebu
Bekr dedi ki, “eğer O öyle diyorsa doğrudur”. Onlar, “Onun aynı gece Kudüs’e
gidip sabah geri döndüğü yolundaki ifadesini de mi doğru buluyorsun?” diye
sordular. Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Ben sabah, akşam, onun gökten gelen haberlerini
tasdik ederim.” Şimdi, Hz. Ayşe’nin bu ifadesini göz önünde bulundurursak, daha
önce zikrettiğimiz senedi meçhul rivâyetinin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz?Mi’rac vak’ası aslında zamanın akışını değiştiren ve tarih
sayfalarına kalıcı iz bırakan, insanlık tarihinin en büyük olaylarından biridir.
Mi’râc’ın asıl önemi, keyfiyetinde veya mahiyetinde değil, güttüğü amaç, hedef
ve doğurduğu sonuçlardadır.Gerçek şu ki, üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya denilen
gezegen, Cenab-ı Allah’ın uçsuz bucaksız muhteşem saltanatının çok küçük bir
bölümüdür. Buraya gönderilen peygamberlere bir bakıma genel vali, vali veya
kaymakam diyebiliriz. Aslına bakılırsa, dünyevi hükümet ile ilâhi saltanat
arasında büyük fark vardır. Bunun icapları da farklıdır. Çünkü dünyevi bir
hükümette vali veya kaymakam sadece mülki amir oluyorlar ve sadece idari işlerle
ilgilenirler. Halbuki ilâhi saltanatta vali veya kaymakam sıfatındaki
peygamberler insanlara En Büyük Hükümdar’a tabi olma, onun emirlerine göre
hareket etme, iyi ahlâk ve karaktere sahip olma, insanlığın yolunu aydınlatan
hakiki ilim ve irfanı yayma ve kültür ve medeniyetin altın usûllerini öğretme
şekillerim gösterirler. Fakat yine de her ikisi arasında bir benzerlik vardır.
Dünyada merkezi hükümetler, ancak güvendikleri ve işin ehli olarak tanıdıkları
kişilere valilik görevi verirler. Bu görevi üstlenen valilere idarenin iç
mekanizması anlatılır, hükümetin güttüğü genel politikası anlatılır ve de
alelade vatandaşların bilemediği bir takım devlet sırları anlatılır. Allah’ın
saltanatı da hemen hemen aynı çizgilerde bulunur. Burada da Allahu Teâlâ’nın en
güvendiği kişileri peygamberlik mertebesine yükseltilir. Ve bu makama
getirildikten sonra bizzat Allah onlara ilâhi nizamın nasıl kurulmuş olduğu ve
nasıl çalıştığını gösterir. Allah, onlara diğer insanların bilemediği ve
bilmelerinde herhangi fayda da bulunmayan Kâinat’ın bazı sırlarını aşikâr eder.
Meselâ, Hz. İbrahim’e yeryüzü ve gökteki iç düzen hakkında bilgi verildi. (En’am;
75). Hz. İbrahim’e ayrıca Allah’ın ölüleri nasıl dirilttiği de gösterildi
(Bakara; 260). Hz. Musa, Tûr dağında Allah’ın tecellisini ve nurunu gördü (A’raf;
143). Hz. Musa ayrıca özel bir kulla dolaştırıldı ki, Allah’ın iradesine göre
din ve dünya işlerinin nasıl yapıldığını görebilsin. (Kehf; 60-82). Rasûlullah
(s.a.) da benzeri tecrübelerden geçirildi. Rasûlullah (s.a.) bazen Allah’a
yakın olan meleklerden birini açık bir biçimde gökte görüyordu (Tekvir; 23),
bazen da melek kendisine aralarında iki yay kadar mesafe bulunmayacak derecede
yakın oluyordu (en-Necm; 6-9), bazen aynı melek Rasûlullah’ı Maddeler aleminin
son haddi olan Müntehaya götürüyor ve orada Rasûlullah, Allah’ın büyük
işaretlerini görüyor (en-Necm; 13-18). Fakat, Mi’rac sadece gözlem ve
incelemeden ibaret değildi ve bunun önemi çok daha büyüktü. Mi’rac’ı şöyle bir
olaya benzetebiliriz: En Büyük Hükümdar, tayin ettiği valisini çok önemli bir
tarihte başkente davet edip kendisine bazı özel görevler veriyor ve bu arada
kendisine bazı tenbih ve direktiflerde de bulunuyor. İşte Hz. Peygamber (a.s.)
de bu şekilde Cenab-ı Allah’ın huzuruna çağırıldı. Zira İslâmî davet bir dönüm
noktasına gelmişti ve bu noktada Rasûlullah (a.s.)’a bazı özel görev ve
direktifler verildi.31.1.8. Mi’rac
Yolculuğunun AyrıntılarıŞimdi biz akıllara durgunluk veren bu müthiş Mi’rac yolculuğunun
ayrıntılı olarak yer aldığı hadislerin özetini sunmaya çalışacağız. Bundan sonra
Rasûlullah’ın Mi’rac’tan döndükten sonra Cenab-ı Allah tarafından dünyaya
iletmek üzere ne mesaj getirdiğine değineceğiz.Bilindiği gibi, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik makamına
getirilmesinden sonra 12 yıl geçmişti. Yaşı 52 idi. Günlerden birinde Ka’be’de
uyurken Cebrail (a.s.) gelip kendisini uyandırdı. Rasûlullah (a.s.) henüz uyku
sersemliğinde iken zemzeme götürüldü ve orada Cebrail tarafından göğsü yarıldı.
Cebrail, Rasûlullah’ın göğsünün içini zemzem suyuyla yıkadı ve ilim, metânet,
zekâ, iman ve itimat ile doldurdu[2].
Cebrail bundan sonra Rasûlullah’a binmesi için beyaz, boyu merkepten büyük ve
katırdan biraz küçük bir hayvan getirdi. Bu hayvan yıldırım gibi koşuyordu ve
her adımı bir görüş mesafesi kadardı. Bu sebeple bunun adı “Burak” idi[3].
Geçmişteki peygamberler de yolculuklarını bu hayvanla yaparlardı[4].
Rasûlullah bu hayvana binerken hayvan irkildi. Cebrail “Burak”a şöyle dedi:
“Hey, ne yapıyorsun, Muhammed gibi büyük bir şahsiyet şimdiye kadar senin üstüne
binmemiştir” dedi ve okşadı. Burak da utançtan terledi.[5]
Önce Rasûlullah, daha sonra Cebrail bu hayvana bindiler ve yolakoyuldular[6].
İlk durak Medine idi, burada Rasûlullah hayvandan inip namaz kıldı. Cebrail dedi
ki: “Siz hicret edip buraya geleceksiniz”. İkinci durak Tûr dağıydı; ki, burada
Hz. Musa, Allah ile konuşmuştu. Üçüncü durak Hz. Îsa’nın doğduğu Beyt’ul-Lahm’dı.
Dördüncü durak Kudüs’tü, ki Burak’ın uçuşu burada son buldu[7].31.1.8.1. Dalâlette
Olan ve Dalâlete Çağıran Çeşitti KuvvetlerMi’rac yolculuğu sırasında seslenen bir kişi, “buraya gel” dedi.
Rasûlullah o tarafa hiç tenezzül etmedi. Cebrail dedi ki: “Bu adam sizi
Yahudiliğe çağırıyordu.” Biraz sonra başka bir ses geldi, “bu tarafa gel”.
Rasûlullah o tarafa da başını çevirmedi. Cebrail, “bu Hıristiyanlığa davet
ediyordu” dedi. Bundan sonra çok süslü püslü ve şuh bir kadın geldi ve
Rasûlullah’ı kendisine çağırdı. Rasûlullah ondan da yüzünü çevirdi. Cebrail bu
kadının “dünya” olduğunu söyledi. Bundan sonra Rasûlullah yaşlı bir kadın ile
karşılaştı. Cebrail dedi ki: “dünyanın geriye kalan ömrünü bu kadının ömrüne
kıyaslayın”. Daha sonra bir kişi daha geldi ve o da Rasûlullah’ın dikkatini
çekmek istedi. Rasûlullah onu da bıraktı. Cebrail dedi ki: “Bu Şeytan’dı ve sizi
yolunuzdan ayırmak istiyordu”[8].Kudüs’e vardıktan sonra Rasûlullah Burak’tan indi ve ipini diğer
peygamberlerin bağladıkları yere bağladı[9].
Rasûlullah (a.s.) Hz. Süleyman’ın tapınağına girdi. (Bu tapmak o sıralarda
harabe halinde idi, ama izleri mevcuttu ve Bizans İmparatoru Jüstinianus buraya
bir kilise inşa ettirmişti). Rasûlullah orada, dünyanın kuruluşundan kendi
zamanına kadar görevlendirilmiş olan peygamberleri gördü. Rasûlullah varır
varmaz bu peygamberler namaz için saf düzenleyip ve kendilerine imamet edecek
birini beklediler. Cebrail, Hz. Peygamber’i elinden tutarak öne götürdü.
Rasûlullah bütün peygamberlere imamlık yaptı[10].
Bundan sonra Hz. Peygamber’e üç kap getirildi. Birinde su, ikincisinde süt,
üçüncüsünde şarap vardı. Rasûlullah süt dolu kabı eline aldı. Cebrail kendisini
kutladı ve dedi ki: “Siz fıtratın yolunu buldunuz”[11].Bundan sonra Rasûlullah’a bir merdiven takdim edildi; ve Cebrail
bununla Rasûlullah’ı semaya götürdü. Arapçada merdivene “Mi’rac” denilir ve bu
sebeple bütün bu olaya “Mi’rac” denilmiştir[12].Rasûlullah ilk semaya varınca kapısının kapalı olduğunu gördü.
Nöbetçi melekler “kim geliyor?” diye sordular. Cebrail (a.s.) kendi ismini
söyledi. Melekler, “seninle beraber olan kimdir?” diye tekrar sordular. Cebrail,
“Muhammed” dedi. Kendisinin çağırılıp çağırılmadığını sordular. Cebrail “evet”
dedi. Bunun üzerine kapı açıldı; ve Hz. Muhammed muhteşem bir şekilde
karşılandı[13].
Burada Rasûlullah, melekler, insanların ruhları ve o sırada orada hazır bulunan
büyük şahsiyetlerle tanıştırıldı. Ayrıca burada mükemmel ve ihtiyar bir insan
ile de tanıştırıldı. Bu zat, boyu, poşu ve vücut yapısı itibarıyla eksiksiz bir
insandı. Cebrail kendisinin Hz. Adem (a.s.) olduğunu söyledi; “yani sizin
atanız”. Bu zatın sağında ve solunda pek çok kişi vardı. Hz. Adem, kendi sağına
baktığı zaman seviniyor, soluna baktığı zaman da üzülüyor ve ağlıyordu.
Rasûlullah, “mesele nedir?” diye sordu. Cebrail dedi ki “bunlar insan ırkıdır.
Hz. Adem sağındaki iyi ve dürüst insanları görerek seviniyor, ama solundaki kötü
ve sapık evlatlarını görerek ağlıyor.”[14]Bundan sonra Rasûlullah’a her şeyi ayrıntılı bir biçimde
inceleme imkânı verildi. Rasûlullah bir yerde çiftçilerin tarlalarda
çalıştığını gördü. Bu çiftçiler ne kadar mahsul devşiriyorlar idiyse mahsul o
kadar büyüyordu. Rasûlullah, bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar
Allah yolunda cihad edenlerdir.Rasûlullah daha sonra bazı kimselerin başlarının ezilmekte
olduğunu gördü. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar namaz için ağır
hareket ediyorlardı ve namaz için başlarını kaldırmıyorlardı.Rasûlullah (a.s.) yamalı elbiseler giymiş olan bazı kimseleri
gördü. Bunlar hayvanlar gibi ot yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bunların kim
olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar mallarından zekât veya sadaka vermiyorlardı.Hz. Peygamber (a.s.) bir kişinin ağaç ve tahtalar toplamakta
olduğunu ve bunları kaldırmakta güçlük çektiği zaman bunlara daha çok tahta
eklemekte olduğunu gördü. Rasûlullah, bu kişinin kim olduğunu sordu. Dediler ki,
bu adam zaten emanet ve mesuliyetin yükünü taşıyamıyordu, fakat bunları azaltmak
yerine daha da artırdı.Hz. Peygamber bundan sonra bazı kimselerin dil ve dudaklarının
makaslarla kesilmekte olduğuna tanık oldu. Bunların kim olduğunu sordu. Dediler
ki, bunlar dedikoduculardır ki serbestçe konuşuyor ve fitne yaratıyorlardı.Rasûlullah bir yerde, bir taşta küçük bir delik gördü. Bu
delikten kocaman bir boğa çıktı, daha sonra aynı deliğe dönmek istedi, ama
giremedi. Rasûlullah, meselenin ne olduğunu sordu. Dediler ki, bu fitne yaratan
sorumsuz bir kişidir, ki önce düşünüp taşınmadan bir şey söylüyor veya fitne
yaratıyor, ama sonra pişman olup hatasını telafi etmek istiyor, ama edemiyor.Bir başka yerde adamlar hep kendi vücutlarının etlerini kesip
yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar
başkalarına dil uzatıyor ve onlarla alay ediyorlardı.Bu adamların yanında bazı diğer kimseler vardı. Bunların
tırnaklan bakırdandı ve ağız ve göğüslerini dövüyorlardı. Rasûlullah (a.s.)
bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar insanların arkasından konuşuyor
ve namuslarına leke sürmek istiyorlardı.Bazı diğer kimseler vardı ki, dudakları develer gibiydi ve
bunlar ateş yiyordu. Rasûlullah (a.s.) bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki,
bunlar yetimlerin mallarını yiyorlardı.Bir süre sonra Rasûlullah karınlan şişmiş ve yılanlarla dolu
kişileri gördü. Gelip geçenler onları eziyordu, fakat onlar yerlerinden
kıpırdayamıyorlardı. Rasûlullah bunların kimler olduğunu sordu, dediler ki,
bunlar faiz ve haram yiyenlerdir.Bundan sonra bazı diğer kimseler görüldü. Bu adamların bir
tarafında gayet güzel ve temiz et vardı, ama diğer tarafta çürümüş ve kokuşmuş
et vardı. Bu adamlar iyi eti bırakıp kötü eti yiyorlardı. Rasûlullah (a.s.) dedi
ki, bunlar kimlerdir? Dediler ki, bunlar kendilerine helâl olan koca veya
kanlarını bırakıp zina yapan ve haram olanlarla nefislerini tatmin eden erkek
ve kadınlardır.Rasûlullah (a.s.) bundan sonra göğüsleriyle asılı kadınları
gördü. Rasûlullah bunların kim olduğunu sordu. Dediler ki, bunlar kocalarına
onlardan olmayan çocukları musallat eden kadınlardır.[15]Bu gözlemler sırasında Rasûlullah bir melekle buluştu. Bu melek,
Rasûlullah’a çok soğuk davrandı. Rasûlullah, Cebrail (a.s.)’e sordu, “şimdiye
kadar görüştüğüm bütün melekler güler yüzlü ve nazikti, ama bu melek çok sert
ve kaba davranıyor. Bunun sebebi nedir?” Cebrail (a.s.) dedi ki, “o gülmez ki,
Cehennem’in bekçisidir.” Bundan sonra Rasûlullah, Cehennem’i görmek istedi.
Cebrail (a.s.) derhal Rasûlullah (a.s.)’ın gözünün perdesini çekti ve Cehennem
bütün dehşetiyle gözünün önüne geldi[16].31.1.8.4. Daha
Sonraki Sema’lardaBu safhadan geçtikten sonra Rasûlullah (a.s.) ikinci sema’ya
vardı. Burada tanıştırılan ileri gelen ve mümtaz şahsiyetler arasında iki genç
vardı: Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.).Üçüncü semada Rasûlullah (a.s.) öyle bir şahsiyetle tanıştırıldı
ki, kendisi yakışıklılığı bakımından yıldız gibi olan diğer insanların yanında,
bir dolunay gibiydi. Kendisinin Hz. Yusuf (a.s.) olduğunu öğrendi.Rasûlullah (a.s.) dördüncü sema’da Hz. İdris (a.s.), beşinci
sema’da Hz. Harûn ve altıncı sema’da Hz. Musa (a.s.) ile tanıştı. Rasûlullah
(a.s.) yedinci semâda muhteşem ve göz kamaştırıcı bir saray gördü. Bu saraya
melekler girip çıkıyorlardı. Burada Rasûlullah (a.s.) kendisine çok benzeyen
muhterem bir zâtla müşerref oldu. O’nun Hz. İbrahim (a.s.) olduğunu öğrendi.[17]Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) daha çok yükseldi ta ki
Sidret’ul-Müntehâ’ya vardı. Sidret-ul Münteha, Yüce Allah’ın Divânı ile
Mahlûklar Alemi arasında bir sınırdır. Bu sınıra gelince bütün yaratıkların
bilgisi tükeniyor. Bunun ötesinde ne varsa o gariptir, ki bunu Cenab-ı
Allah’tan başka kimse bilmez. Ne bir peygamber ne de bir melek. Aşağıdan (yerden
ve göklerden) ne geliyorsa burada kabul ediliyor ve yukardan (Arş-ı Mualla)
gelenler de buraya teslim ediliyor. İşte bu mevkide Rasûlullah’a Cennet
gezdirildi, ve kendisi hiçbir gözün göremediği hiçbir kulağın duyamadığı ve
hiçbir zihnin tasavvur edemediği nimet ve imkânların Allah’ın sâlih kullarına
temin edildiğini gördü.[18]Cebrail, Sidret-ul Müntehâ’da kaldı ve Rasûlullah sınırın
ötesine geçti. Rasûlullah (a.s.) düz bir yere vardığında Cenab-ı Allah’ı bütün
celâli ve cemâliyle gördü. Aralarında geçen konuşmada Cenab-ı Allah tarafından
şu emirler verildi[19]:1) Günde 50 vakit namaz kılınması farz olundu.
2) Bakara sûresinin son iki ayeti vahiy olundu.
3) Şirk hariç bütün günahların affedilebileceği belirtildi.
4) Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına iyi amel
yazıldığı, bu ameli fiilen işlediği zaman da hesabına 10 iyi amel yazıldığı
fakat kötü amele niyetlendiği zaman hesabına hiçbir şey yazılmadığı ve bunu
fiilen işlediği zaman da hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu.[20]Hz. Peygamber, Cenab-ı Allah’ın huzurundan ayrıldıktan sonra
aşağıya inince Hz. Musa (a.s.) ile karşılaştı. Hz. Musa, Rasûlullah’ın
macerasını dinledikten sonra dedi ki: “Ben, İsrail oğullarından acı bir tecrübe
edindim. Bana öyle geliyor ki, ümmetiniz 50 vakit namaza tahammül
edemeyecektir. Gidin ve namaz sayısının azaltılması için ricada bulunun.”
Rasûlullah (a.s.) tekrar Yüce Allah’ın huzuruna çıktı ve namazların
azaltılmasını rica etti. Namazlardan 10’u azaltıldı. Rasûlullah dönüşte yine
Hz. Musa ile karşılaştı ve Hz. Musa kendisine aynı şeyleri söyledi. Bunun
üzerine Rasûlullah (a.s.) tekrar Allah’ın huzuruna çıktı, bu defa da 10 vakit
namaz azaltıldı. Böylece her defasında 10 vakit namaz azaltıldı. En nihayet,
günde beş vakit namaz kılınması emredildi ve bu namazların 50 vakit namaza eşit
olduğu buyuruldu.[21]Dönüşte Rasûlullah (a.s.) aynı merdiven ile Kudüs’e indi. Burada
yine toplu halde bulunan peygamberlerle buluştu. Rasûlullah (a.s.) kendilerine
muhtemelen sabah namazı kıldırdı. Rasûlullah (a.s.) yine Burak’a bindi ve
Mekke’ye döndü.[22]Sabah ilk önce Rasûlullah (a.s.), amca kızı, Ümm-ü Hâni’ye
başından geçenleri anlattı ve evden dışarıya çıkmak istedi. Ümm-ü Hâni
elbisesini tuttu ve dedi ki: “Allah aşkına bu hikâyeyi halka anlatmayın. Yoksa,
onlara sizi alaya almak için bir koz daha vermiş olacaksınız.” Fakat,
Rasûlullah (a.s.), “ben bunu mutlaka anlatacağım” diyerek evden çıktı.[23]Rasûlullah (a.s.), Mescid-i Haram’a varınca Ebû Cehl ile
karşılaştı. Ebû Cehl, “yeni bir haber var mı?” diye sordu. Rasûlullah, “var”
dedi. Ebu Cehl, “nedir” Rasûlullah, “ben bu gece Kudüs’e gittim” dedi. Ebu Cehl,
“Kudüs’e mi?” diye hayret etti ve ekledi: “Sen bir gecede Kudüs’e gittin ve
sabah buraya geri döndün?” Rasûlullah, “evet” dedi. Ebu Cehl, dedi ki: “Milleti
toplayayım mı? herkesin önünde aynı şeyi söyleyebilecek misin?” Rasûlullah dedi
ki: “Tabii”. Bunun üzerine Ebu Cehl, bağırıp çağırıp herkesi etrafına topladı ve
Rasûlullah (a.s.)’ın onlarla konuşmasını istedi. Rasûlullah (a.s.), herkese,
geçirdiği tecrübeyi anlattı. Mi’rac vakasını dinledikten sonra millet
Rasûlullah(a.s.)’ı alaya aldı. Bazıları kahkaha atıyordu, bazıları ellerini
ellerine vuruyordu ve bazıları da şaşkınlık içinde başlarını elleri arasına
almıştı. Kendileri şöyle diyordu: “İki aylık yolculuk bir gecede… Allah,
Allah, imkânsız. Eskiden senin deli divâne olduğundan biraz şüphemiz vardı, ama
şimdi inandık ki, sen gerçekten aklını kaçırmışsın” .[24]31.1.9. Hz. Ebu
Bekr Sıddîk (r.a.)’ın Mi’rac Olayını DoğrulamasıRasûlullah’ın Mi’rac ile ilgili anlattıkları bir ânda bütün
Mekke’de herkes tarafından duyulmuş oldu. Bu olay, bazı müslümanların
dinlerinden dönmelerine sebep oldu.[25]
Fesatçı ve fitneci kişiler hemen Hz. Ebu Bekr (r.a.)’e gittiler ve kendisine,
görünürde tamamıyla imkânsız olan bu olayı anlatmak suretiyle, Rasûlullah
(a.s.)’a olan güvenini sarsmak istiyorlardı. Onlara göre, Hz. Peygamber’in sağ
kolu sayılan Hz. Ebu Bekr’in İslâmı terk etmesi ile İslâmî Hareket tamamıyla
çökecekti. Fakat, Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in tepkisi tamamıyla değişik oldu. Hz. Ebu
Bekr olayı dinledikten sonra dedi ki: “Eğer bu olayı gerçekten Rasûlullah
(a.s.) anlatmışsa mutlaka doğrudur. Bunda şaşılacak ne var? Ben her gün ona
gökten haber geldiğini duyuyor ve tasdik ediyorum.”Hz. Ebu Bekr (r.a.) daha sonra Mescid-i Haram’a geldi. Orada hem
Rasûlullah (a.s.), hem onunla alay eden topluluk vardı. Hz. Ebu Bekr (r.a.)
kendisine gerçekten bu olayı anlatıp anlatmadığını sordu. Rasûlullah (a.s.)
“evet” dedi. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, “Ben Kudüs’ü görmüş ve gezmişimdir.
Siz oranın haritasını ve plânını bana anlatın.” Rasûlullah (a.s.) hemen oranın
plânını açıkladı ve her şeyi öyle anlattı ki, sanki Kudüs onun gözünün önünde
idi. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in bu taktiğiyle Mi’rac vak’asını yalanlamaya
çalışanlar büyük bir darbe yemiş oldular.[26]Hicâz ve Mekke’den pek çok kişi ticaret için Kudüs’e gidip
gelirlerdi. Kudüs’ü görmüş olan, Rasûlullah (a.s.)’ın anlattığı harita ve plânın
doğru olduğunu kabul ettiler. Fakat bundan sonra, da millet iyice tatmin
olmamıştı ve başka deliler istiyordu. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Mi’rac
yolculuğu sırasında ben şu şu yerlerden geçtim ve şu şu kafileye rastladım.
Kafilelerde şu mallar vardı. Kafilelerdeki develer Burak’ı görünce sıçradılar
ve bunlardan biri filanca vadiye kaçtı. Ben kafiledekilere bu deve hakkında
bilgi verdim. Dönüşte ben falan yerde falan kabilenin falan kabilesini gördüm.
Herkes uyuyordu. Ben onların kaplarından su içtim ve suyun içildiğinin
işaretini bıraktım.” Rasûlullah (a.s.) bunun gibi bazı diğer şeyler söyledi. Hz.
Peygamber’in bu söyledikleri, daha sonra adı geçen yerlerden gelen kafileler
tarafından doğrulandı.[27]
Böylece itiraz edenlerin dilleri sustu, ama kalblerinde daima bir tereddüt ve
kuşku kaldı ve böyle bir şeyin nasıl olduğuna şaştılar. Bugün de pek çok
kişinin aklı böyle bir olaya ermiyor.31.1.11.
Rasûlullah (a.s.)’a Günde Beş Vakit Namaz İle İlgili Verilen EmirMi’rac’ın yapıldığı geceden sonra iki gün Cenab-ı Allah
tarafından Cebrail (a.s.) sık sık geldi ve Rasûlullah (a.s.)’a farz olunan beş
vakit namazın saatlerini açıklamaya çalıştı. Cebrail, ilk önce bütün namazlarda
Rasûlullah’a imamlık yaptı, daha sonra bunların saatleri hakkında kendisine
izahatta bulundu. İmam Ahmed, Nesâî, Tirmizî, İbni Hibban ve Hâkim bu rivâyeti
Hz. Cabir bin Abdullah’a atfen nakletmişlerdir. İmam Buhârî de namazların zamanı
konusundaki izahları Cebrail (a.s.)’in yaptığını nakletmiştir. İmam Ahmed,
Tirmizî, Ebu Davud, İbni Huzeyme, Dare-Kutni, Hakim ve Abdurrezzak da benzeri
bir rivâyeti, Abdullah bin Abbas’a atfen nakletmişlerdir ve İbn Abdulberr ile
Kadı Ebu Bekr bin el-Arabi bunu teyit etmişlerdir. İmam Zührî’ye göre Hz. Ömer
bin Abdulaziz’in yanında Hz. Urve bin Zübeyr’in, Cebrail’in Rasûlullah’a namaz
kıldırdığını anlatması üzerine kendisi hayret içinde şunları söyledi: “Urve,
düşünsene, sen ne söylüyorsun? Yani, Rasûlullah, Cebrail’in imametinde namaz mı
kılmıştır?” Urve dedi ki: “Ben Beşir bin Ebi Mes’ud’dan duydum ve Beşir de Ebu
Mes’ud Ensarî’den duydu, Ebu Mes’ud Ensarî de bizzat Rasûlullah’tan duydu ki:
“Cebrail nazil oldu ve bana (Rasûlullah’a) imamlık yaptı ve ben onunla beş vakit
namazlarımı kıldım.” (Muvattâ, Buhârî, Müslim, Abdurrezzâk ve Taberânî).Mi’rac yolculuğundan dünyaya döndükten sonra Rasûlullah
(a.s.)’ın Allah’tan getirdiği mesaj, Kur’an-ı Kerim’in İsra sûresinde 2-39.
ayetlerine kadar kayıtlı bulunuyor. Bu mesajı ele alın ve de bu mesajın
verildiği, hicretten bir yıl önceki şartlara bakın. Göreceksiniz ki, bu
mesajda, İslâmi ilkeler üzerinde yeni bir devletin kurulmasından önce
Rasûlullah ve sahabelerinin ihtiyaç duydukları bütün direktifler yer almıştır.31.1.12.1. İsrail
Oğullarının Tarihinden İbretBu mesajda Mi’rac’tan bahsedildikten sonra ilk önce İsrail
oğullarının tarihinden ibret alınması istenmiştir. İsrail oğulları, Mısırlılara
köle olmaktan kurtulduktan sonra serbest bir hayat yaşamaya başladılar. O
sırada onların hidayeti için Cenab-ı Allah bir kitap indirdi ve kendi hakkında
emir ve direktifin tek kaynağının yine kendisi olduğunu bildirdi. Ne var ki,
İsrail oğulları, Allah’ın bu nimeti için minnet ve şükranlarını bildirmek yerine
nankörlük ettiler ve yeryüzünde salih ve ıslahatçı olmak yerine fesatçı ve
isyancı oldular. Bunun neticesinde Cenab-ı Allah, İsrail oğullarını bir defa
Babillilere ezdirdi ve ikinci defa da Romalı ve Bizanslıları onlara musallat
etti. Cenab-ı Allah bu ibret verici tarihten örnekler vererek müslümanların
doğru yolu ancak Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla bulacaklarını belirtmiştir. Ayrıca,
müslümanların Kur’an-ı Kerim’e tabi olmaları halinde büyük mükâfat alacaklarını
da kaydetmiştir.Bu mesajda dikkat çekilen ikinci husus da, her insanın kendi
amel ve ahlâkı için kendisinin sorumlu oluşudur. Bir insanın kendi ameli, onun
kaderini tayin eden öğedir. Eğer bir insan doğru yolda yürüyorsa kendisi için
yürüyor, yanlış yolda yürüyorsa kendisi için. Faydası ve zararı hep kendisine
aittir. Bu şahsi mesuliyet hususunda kimse kimsenin arkadaşı veya ortağı
değildir. Kimse kimsenin yükünü taşımaz. Herkes kendi yaptıklarından
sorumludur. O Mide, salih bir toplumun her ferdi kendi şahsi mesuliyetlerini göz
önünde bulundurmalıdır. Başkaları ne yaparsa yapsın, onları daha sonra
düşünebilir. İlk önce kendini düşünmelidir ve kendisinin ne yaptığına dikkat
etmelidir.31.1.12.3. Toplumun
Üst Sınıfının YozlaşmasıBu mesajda anlatılan üçüncü husus, bir toplumun çöküşü veya yok
oluşunda en büyük rolün o toplumun üst sınıfının yozlaşmasına ait olduğudur.
Balık baştan kokar misali, bir toplumu mahveden şey o toplumdaki büyük, zengin,
soylu ve muktedir kişilerin ahlâk ve karakterlerinin bozulmasıdır. Bir milletin
batmasından önce o milletin seçkin insanları fuhuş, zulüm, ahlâksızlık,
yolsuzluk, zina, kumar, hırsızlık, soygunculuk, yalancılık ve sahtekârlık
yaparlar. Bu kötülük, fitne, ve ahlâksızlıklar nihayet o toplum veya milletin
sonu olur. O halde, kendi kendine düşman olmayan bir toplum, siyasi iktidarın ve
ekonomik kaynakların basit, adi, alçak ve ahlâksız insanların elinde
bulunmamasına dikkat etmelidir.31.1.12.4. Dünya İle
Ahiret’in EhemmiyetiAdı geçen mesajda ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in diğer yerlerinde de
çeşitli vesilelerle dile getirilen bir hususa daha dikkat çekilmiştir. Yani,
dünya ile ahiret arasındaki fark ve bu hususta müslümanların alması gereken
tavır. Burada insanların sadece bu dünyanın kazanç, başarı ve mutluluklarını
arzulamaları halinde kendilerine bütün bunların ihsan olunacağı, ama sonucun
çok kötü olacağı kaydedilmiştir. Fakat, gerek bu dünyada gerekse öbür dünyada
kalıcı bir başarı ve mutluluğun ancak insanın ahirette sorguya çekileceği ve
hesap vermeye mecbur olacağını daima göz önünde bulundurmasıyla mümkün olacağı
ifade olunmuştur. Dünyayı seven bir insanın mutluluk ve refahı görünüşte yapıcı
ve yararlı görülüyor. Ancak bu yapıcı niteliğinin arkasında zararlı ve
tehlikeli yönleri vardır. Zira, dünyayı isteyen bir kimse, ahirette cevap verme
kaygısı taşımamasından dolayı bir insanın sahip olduğu ahlâk ve faziletinden
mahrum kalıyor. Bu fark, dünyada ahirete inanan ve inanmayanlar arasında bariz
ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor ve hayatın diğer safhalarında daha da
belirginleşiyor. Ta ki, ahirete inananın hayatı büsbütün bir başarı simgesi
haline gelmişken ahirete inanmayanın hayatı tamamıyla boş ve başarısız kalır.31.1.12.5. İslâm
Medeniyetinin Temel İlkeleriMesajın girişindeki bu temel buyruklardan sonra üzerlerinde
İslam toplumu ve İslam medeniyetinin kurulması gereken belli başlı ilkeler
sayılmıştır. Bu temel ilkeler sayı itibarıyla 14’tür ve biz bunları mesajda yer
alan sıraya göre aşağıya kaydediyoruz:1) Tek Allah’ın yerine başka varlıkların ilâhlığına
inanılmamalıdır. Tapılacak, itaat edilecek, kulluk edilecek ve saygı
gösterilecek tek ilâh O’dur. Allah’ın dışında başka kimsenin itaati kabul
edildiği takdirde kötü sonuçlar doğar ve kullar Allah’ın bütün bereketlerinden
mahrum kalırlar. Halbuki, Allah’a tabi olma ve itaat etmenin sonuçlan
bambaşkadır.[28]2) İnsan hakları babında başta gelen hak ana-baba hakkıdır.
Evlatlar kendi ana-babalarına son derece bağlı ve saygılı olmalıdırlar. Toplumun
genel ahlâkı öyle olmalıdır ki, evlatlar, ana-babalarından habersiz ve onlara
saygısız olmamalı, aksine, onlara iyi muamele etmelidirler. Evlatlar, anne ve
babalarına gereken ilgiyi göstermeli ve yaşlandıkları zaman onlara hakkıyla
bakmalıdırlar. Zira, anne ve babaları da onlara çocukken bakmışlardı .[29]3) Toplumsal yaşantıda işbirliği, yardımlaşma, sevgi, şefkat,
saygı, hakkı bilme ve tanıma, herkesin hakkını verme gibi erdemler canlı
tutulmalıdır. Bir akraba, başka bir akrabasına her türlü yardımı yapmalıdır.
Muhtaç ve çaresiz bir insan, toplumun kendisine yardım edeceğinden emin
olmalıdır. Bir yolcu nereye giderse gitsin, herkesin kendisini ağırlayacağından
veya hiç olmazsa güler yüzlü davranacağından emin olmalıdır. Toplumda insan
hakları ve sorumlulukları öylesine iç içe olmalıdır ki, kimse hakkının
yenmesinden veya kendisine haksızlık yapılmasından yakınmamalıdır. İnsanlar
birbirine yardım ederken, bunu bir lütûf veya ihsan değil, bir vazife ve
mükellefiyet kabul etmelidirler. Bir insan başkalarına herhangi bir yardım veya
iyilikte bulunamıyorsa Allah’tan af dilesin ve O’ndan kendisinin başkalarına
yardım etmesini sağlayacak bir takım imkânlar istesin.[30]4) İnsanlar kendi servetlerini çar-çur etmesinler ve yanlış
yollarda harcamasınlar. Servetlerini sadece gösteriş, riyâ, fısk-ü fücur ve kötü
yollarda sarf etmesinler, aksine iyi ve hayır işlerde kullansınlar; fakir
fukaraya yardım etsinler. Aslında serveti yanlış yollarda kullanmak, Allah’ın
nimetlerini inkâr etmek veya ona nankörlük etmek anlamına gelir. Servetlerini
bu şekilde har vurup harman savuranlar şeytanın kardeşleridir. Bir sâlih ve
temiz toplum bu tür israf ve yolsuzluğa dur demelidir.5) İnsanlar para konusunda tutumlu davranmalıdırlar. Ne servetin
birkaç elde toplanmasına veya toprağa gömülmesine sebep olacak kadar cimri
olsunlar, ne de hem kendi hem toplumun ekonomik ve mali durumunu sarsacak kadar
savurgan olsunlar. Toplumun bireylerinde yapılması gereken harcamaları yapma ve
yapılmaması gereken harcamalardan sakınma hissi var olmalıdır.[31]6) Cenab-ı Allah’ın kendi rızkını dağıtmak amacıyla kurduğu
nizam, insanların yapay tedbirleriyle önlenmesin veya engellenmesin. Cenab-ı
Allah, rızkın dağıtımı konusunda az veya çok, küçük veya büyük gibi farklara yer
vermiştir; bunu eşit bir düzeyde tutmamıştır. Bu farklılığın hikmetini yalnız
Allah biliyor. Onun, için doğru ve uygun bir ekonomik düzen Allah’ın koyduğu bu
kurala ters değil, uygun olmalıdır. Tabii, eşitsizlik veya dengesizliği sun’i
şekilde eşit hale getirmeye çalışmak ya da bu dengesizliği aşın uçlara götürmek
yanlıştır.[32]7) Nesillerin doğup büyümesinin, yemek yiyen kişilerin artması
ile mali ve gelir kaynaklarının azalacağı veya yetişemeyeceği düşüncesiyle
durdurulması büyük bir hatadır. Bu düşünce ve kaygı ile, doğan çocukları
öldürenler zannediyorlar ki, rızık veya gelir dağılımı kendilerinin
ellerindedir. Halbuki, rızık veren, insanları dünyaya yerleştiren Yüce
Allah’tır. Cenab-ı Allah nasıl dünyaya şimdiye kadar gelenlerin rızkını
vermişse, bundan sonra da gelenlere yiyecek, içecek temin edecektir .Nüfus ne
kadar artıyorsa, Cenab-ı Allah gelir kaynaklarını da o kadar artırır. Onun için,
İnsanlar, Allah’ın yaratıcılık işlerine karışmasınlar ve şartlar ne olursa
olsun, nesilleri budama, yok etme yollarına gidilmesin.[33]8) Zina, kadın-erkek ilişkilerinin en yanlış şeklidir. Zina
sadece ya-saklanmamalıdır, ayrıca kadın ve erkeklerin buna sürüklenmelerini
mümkün kılan bütün sebepler ortadan kaldırılmalıdır.[34]9) Cenab-ı Allah insan hayatının hürmete layık bir şey olduğunu
belirtmiştir. Onun için, bir insan ne kendi canına kıyabilir ne de başkalarının
canına, Allah’ın bu koyduğu yasak ancak Allah’ın bir emrinin yerine
getirilmesini icap ettiren şartlarda ortadan kalkabilir. Böyle bir durumda
ancak işin icabı olduğu kadar cana kıyılmalı veya kan dökülmelidir. Öldürme
işinde her türlü israf veya ifrat yasaktır. Meselâ, intikam almak için esas
suçluların dışında başkalarının öldürülmesi caiz değildir. Suçlunun eziyet ve
işkence edilerek öldürülmesi, ya da öldürülmesinden sonra ölüsüne saygısızlık
yapılması ve buna benzer diğer hareketler de kesinlikle yasaktır.[35]10) Yetimlerin menfaati, onlar kendi kendilerini besleyecek hale
gelinceye kadar korunmalıdır. Yetimlerin malları, menfaatlerine aykırı bir
şekilde kesinlikle kullanılmamalı veya harcanmamalıdır.[36]11) Söz ister bir fert isterse bütün millet tarafından verilsin,
tam olarak yerine getirilmelidir. Taahhüt, muahede, mütareke veya anlaşmanın
ihlâli için Allah katında büyük azap vardır.[37]12) Ölçü ve ağırlık aletleri ve birimleri iyi ve hilesiz
olmalıdır. Alışverişte hiçbir hile ve kötülük yapılmamalıdır.[38]13)İnsanlar, doğru veya uygun olduğunu bilmedikleri bir şey veya
kişinin peşinden koşmamalıdırlar. İnsanlar kendi fiil ve sözlerine iyice dikkat
etmeli ve ona göre kendilerine çeki-düzen vermelidirler. Zira, ahirette kendi
gördükleri, duydukları ve gönüllerinde taşıdıkları niyet, fikir ve kararları
hakkında Cenab-ı Allah’a hesap vermek zorunda kalacaklardır.[39]14) İnsanlar yeryüzünde zalim, gaddar ve mağrur olmamalıdırlar.
Kasılıp, böbürlenmemelidirler. Zira, insan kasılarak ne ayağının altındaki
toprağı yırtabilir ne de gururlanarak yükseklikte gökleri geçebilir.[40]İşte Rasûlullah (a.s.) Mi’rac’ta Cenab-ı Allah’tan aldığı ve
dünyaya getirdiği mesaj bu ilkelerden ibaretti. Ve Rasûlullah (a.s.)’ın kısa bir
süre sonra Medine’ye geçip üzerinde İslâm toplumu ve devletini kurduğu altın
ilkeler bunlardı.31.1.13.
Rasûlullah (a.s.)’ın Hicret İçin Dua Etmesine Dair Yapılan TelkinAynı İsra sûresinde Cenab-ı Allah, Rasûlullah (a.s.)’a aslında
hicret duası olarak bilinen duayı öğretti. Tirmizî ile Hâkim’in Hz. Abdullah bin
Abbas’a dayanarak kaydettikleri rivayete göre İsra’nın şu ayetinde Rasûlullah
(a.s.)’a hicret izni verildi:“De ki: ‘Rabbim, beni sıdk girdirilişi ile girdir. Ve sıdk
çıkarıcıyla çıkar. Ve bana tarafından aşikâr bir kudret ve hüccet ile yardım
ihsan buyur.” (Ayet; 80)Bu duanın telkin edilişi gösteriyor ki, hicret zamanı iyice
yaklaşmıştı. Bu sebepten dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, Rasûlullah (a.s.)’a şu
nasihatte bulundu: “Sen öyle bir dua etmelisin ki, Sen doğruluğu hiçbir zaman
terk etmeyeceksin. Çıktığın yerden doğrulukla çıkacaksın, girdiğin yere de
doğrulukla gireceksin.” Daha sonraki cümlenin anlamı şudur:“Ya beni iktidara getir ya da bir iktidarı benim yardımcım yap;
ki böylece dünyadaki bozuk düzeni değiştirebileyim. Fuhuş ve günahlara son
verebileyim ve senin adaletini her tarafa yayabileyim”. Bu cümle gösteriyor ki,
İslâm’ın dünyada yapmak istediği değişiklik ve ıslâh sadece vaaz ve telkinle
yapılamaz; aksine bunun için siyasi kuvvet ve iktidara da ihtiyaç vardır.
Hadis-i şeriflerde de şu ifadeye rastlanıyor: “Allahu Teâlâ, hükümetin
kuvvetiyle Kur’an-ı Kerim’in önleyemeyeceği şeyleri önler ve ortadan kaldırır.”
Bu demektir ki, dinin hayatın her alanında yerleşmesi, İslâm’ın uygulanması ve
Allah’ın koyduğu hududun icraatı için hükümete ve iktidara Tâlib olmak sadece
caiz değil, aynı zamanda zaruri ve elzemdir. Bu bakımdan, İslâm dininin tam
manasıyla zafere ulaştırılması için siyasi alanda mücadele edenlerin suçlanması
ve onların dünyacı veya iktidar heveslisi olduğu yolundaki iddiaları tamamıyla
cehalet ve dalalete dayanıyor. İktidarı sadece kendisi ve maddi menfaati için
isteyen elbette ki, iktidar heveslisi ve dünyacıdır. Ama, Allah’ın dinini her
şeyden üstün kılmak için mücadele etmek dünyaya tapmak değil, Allah’a tapmanın
ta kendisidir.31.1.14. Mazlum
Müslümanların Zafer DuasıYine Mi’rac sırasında Rasûlullah (a.s.)’a Bakara sûresinin son
ayetleri bahşolundu. Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetine göre, bu ayetler şu
dua ile son buluyor:“Ya Rabbi, bizi unuttuğumuz şey veya hatamızdan dolayı tutup
sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme. Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği şeyleri yükleme. Bizi af ve
mağfiret eyle. Bize merhamet buyur. Sen Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı
bize yardım et.” (Ayet; 286)Bu duanın Mekke’de küfr ile İslâm arasındaki savaşın en çetin
safhaya geldiği zaman müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslümanlar
her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye tabi tutuluyorlardı.
Hicaz’ın her yeri ve her köşesi müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde
bir müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz işkenceler reva
görülüyordu. Bu şartlarda müslümanların Mevlalarına dua etmeleri istendi ve bunu
isteyen bizzat Alemlerin Rabbi olduğu için müslümanlar bir nebze rahat nefes
alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duayı öğreten Rabbleri bunun
gerçekleşmesi için de mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda müslümanların
metanet ve sabırları ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka tapmak
suçundan müslümanların hedef oldukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan
da bu duaya bakın, ki bunda muhalif ve düşmanlar için tek bir kötü söz veya
küfr yoktur. Bir yandan müslümanların çektikleri maddi ve manevî çileleri
gözünüzde canlandırın, bir yandan da bu duanın sözlerine bakın, ki bunda
dünyevi menfaat veya kazançtan hiçbir «ser yoktur. Bir tarafta o hakperestlerin
perişan durumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere
bakın. Sadece bu husus, o ilk müslümanların ne büyük ahlâki ve ruhani
terbiyeden geçtiklerini göstermeye yeter.31.1.15.
Mi’râc’ın Bir Başka CephesiMi’rac’ın bir başka cephesi de var ki, bunu bu bahsimizde ele
almamız yerinde olacaktır. Bunu aşağıda belirtmeye çalışacağız:31.1.15.1. Rasûlullah
(a.s.)’ın Cebrail İle GörüşmesiKur’an-ı Kerim’in Necm sûresinde Rasûlullah (a.s.)’ın Hz.
Cebrail’i ilk kez asıl şekliyle gördüğüne dair malumat vardır. Bu surede
Cebrail’in ilk önce ufukta görüldüğü, daha sonra Rasûlullah (a.s.)’a iki yaylık
bir mesafeye kadar yaklaştığı ve o sırada kendisine Allah’tan vahiy getirdiği
kaydedilmiştir. Bundan sonra şöyle denilmiştir:“Resulün kalbi, gördüğünü tekzip etmedi. Şimdi siz, onun gördüğü
şeye karşı kendisini ile mücadele mi edeceksiniz?” (Necm; 11-12)Yani, Rasûlullah (a.s.), uyanık iken ve gün ışığında geçirdiği
bu tecrübeden sonra bunun bir bakış hatası, hayal veya Şeytan’ın bir hilesi
olduğunu düşünmedi. Rasûlullah (a.s.) bu meleğin Cebrail olduğu ve getirdiği
mesajın Allah tarafında inen bir vahiy oluğu konusunda herhangi bir şüphe veya
tereddüde kapılmadı.Şimdi aklımıza bir soru geliyor. Hz. Peygamber (a.s.) geçirdiği
bu fevkalâde tecrübe hakkında neden herhangi bir şüpheye veya tereddüde
kapılmadı? Neden, bir an için duraklayıp gördüklerinin doğru olup olmadığını
araştırmadı? Neden gördüklerinin sadece bir rüya, hayal, görüntü, Şeytan’ın bir
hilesi veya başka bir şey olduğunu sanmadı? Bu soruyu gözden geçirdiğimiz
zaman, Rasûlullah (a.s.)’ın herhangi bir kuşkuya kapılmamasının beş sebebi
ortaya çıkar. Bunları şöyle sıralayabiliriz:Bu vak’anın meydana gelişinin hârici şartları bunun doğru
olduğunu gösteren mahiyette idiler. Rasûlullah (a.s.), bu tecrübeyi karanlıkta,
murakabe, uyku veya dalgınlıkta geçirmemişti, aksine şafak söküyordu ve kendisi
tamamıyla uyanıktı. Hava açıktı ve her tarafta aydınlık vardı. Rasûlullah
(a.s.), gün ışığında ve dünyanın herhangi bir şeyini görebileceği şekilde
Cebrail’i görmüştü. Nasıl ki gündüz bir insan nehir, dağ, insan, hayvan veya evi
gördükten sonra herhangi bir şüpheye kapılmaz, Rasûlullah (a.s.)’da gözlerinin
iyi görmediği kanaatına varmadı.İkincisi, Rasûlullah (a.s.)’ın iç dünyası da başından geçen bu
tecrübeyi doğrular nitelikte idi. Rasûlullah (a.s.), tamamıyla uyanık, akıl,
zihin ve hislerinin yerinde olduğu bir sırada olanları görmüştü. Zihni boştu ve
daha önceden böyle bir gözlem veya tecrübeden geçmemişti. Kafasını meşgul eden
başka bir şey de yoktu. Bu halet-i ruhiyede Rasûlullah (a.s.)’ın, gözlerinin
gördüğü bir şeye şüphe etmesine gerek yoktu.Üçüncüsü, Rasûlullah (a.s.)’ın gördüğü şahsiyet de mükemmel ve
muhteşemdi. Bu şahsiyet öylesine güzel, cazibeli, temiz, yakışıklı, parlak ve
göz kamaştırıcıydı ki, Rasûlullah (a.s.) bunu hiçbir zaman aklına bile
getirmemişti. Bu, onun tahmin ettiği ve hayal ettiğinden de daha güzel ve çekici
bir şahsiyetti. Hiçbir cin veya şeytan böylesine mükemmel bir şekle giremezdi.
Bu olsa olsa bir melek olacaktı. Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetine göre
Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben Cebrail’i gördüm, öyle ki, sanki 600 kolu
vardı.” (Müsned-i Ahmed). Başka bir rivayette İbn Mes’ud bu ifadeyi daha da
açıyor ve diyor ki: “Cebrail’in kolu bütün ufuğu kaplayacak kadar büyüktü.”
Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Allah da Cebrail (a.s.)’i “Şedid-ul Kuva” (Bünyesi
Kuvvetli olan) ve “Zû-Mirratin” olarak tarif etmiştir.Dördüncüsü, Rasûlullah (a.s.)’ın gördüğü varlığın getirdiği
mesaj ve talimat da onun doğru olduğunu kanıtlıyordu. Rasûlullah (a.s.)’ın bu
varlık vasıtasıyla aldığı dünya ve kâinat ile ilgili bilgi daha önceden kendisi
tarafından bilinmiyordu, hatta bunun bir tasavvuru bile zihninde yoktu. Bu
bakımdan kendi bilgi ve düşüncelerinin böyle bir varlık şeklinde ortaya çıktığı
şüphesinin uyanması için bir sebep yoktu. Aynı şekilde bu bilginin Şeytan veya
hemcinslerinden geldiği de düşünülemezdi. Zira, bir Şeytan insanlara şirk ve
kötülükten meneden mesaj nasıl getirebilir? Bir şeytan, insanların Allah’a
inanmasını, Ahiret’i düşünmesini, Cahiliyyet’in örf ve adetlerini terk etmesini,
ahlâk ve fazilete önem vermesini nasıl isteyebilir?Beşinci ve en önemli sebep de şuydu: Cenab-ı Allah bir insanı
peygamberlik makamına getirdikten sonra kalbinden her türlü vesvese, şüphe ve
kuşkuyu çıkarır ve yerini güven ve inançla doldurur. Bu durumda bir peygamber ne
görüyor ve ne duyuyorsa onların şekli ve mahiyeti hakkında herhangi bir
tereddüde ve kuşkuya düşmez. Bir peygamber, Allah tarafından gelen her emir ve
talimatı bütün açık kalblilikle kabul eder. Bu emir ve talimat ilham ve vahiy
şeklinde de olabilir ve gözle görülür bir gerçek gibi de. Bu durumlarda bir
peygamber, Şeytan’ın her türlü müdahalesi ve fitnesinden mahfuz olduğundan emin
olur. Kendisine gelen emir ve talimatın Rabbinden geldiğine yüzde yüz emin olur
ve bu hususta herhangi bir yanılgıya imkân olmadığını bilir. Nasıl ki, bir
balık kendisinin suda yüzebileceğinden, bir kuş havada uçacağından ve insan
kendisinin insan olduğundan emin olur, bir peygamber de Allah vergisi hissiyle
kendisinin peygamber olduğuna inanır. Bir peygamber, bir an için bile
kendisini yanlış olarak peygamber sandığını düşünmez.Bundan sonra Necm sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Yemin olsun ki, onu bir defa daha gördü. Sidret’ul Münteha
yanında. Cennet’ul Me’va Onun (Sidre)nin yanındadır. O sidre, Allah’ın nuruyla
örtülmüştür. (Hz. Peygamber’in) gözü gördüğünden ne kaygı duydu, ne de şaştı.
And olsun ki, Rabbinin alametlerinin en büyüğünden bir kısmını gördü.” (Ayet;
13-18)İşte burada Cebrail’in Rasûlullah (a.s.) ile asıl şekliyle
görüşmesine temas edilmiştir. Buluşma yerinin adı “Sidret-ul Münteha” olarak
gösterilmiştir. Ayrıca, bunun “Cennet-ul Me’vâ”ya yakın olduğu kaydedilmiştir.“Sidre” Arapçada hünnapa veya lotus ağacına denir. Münteha da
sıranın sonu manasındadır. “Sidret’ul-Münteha”nın sözlük anlamı böylece, “uç
noktada veya sıranın sonunda bulunan hünnap veya lotus ağacı”dır. Allâme Alûsi,
“Ruh’ul-Me’ani” isimli eserinde bunun açıklamasını şöyle yapmıştır: “Burada
dünyaların bütün ilmi son buluyor ve bundan sonra ne varsa onları ancak Allah
biliyor.” Hemen hemen aynı açıklamayı İbni Cerir kendi tefsirinde ve İbni Esir
“en-Nihâye fi Garib-il Hadis vel-Eser” adlı kitabında yapmışlardır. Bizim için
bu maddeler aleminin son sınırında hünnap veya lotus ağacının nasıl olduğunu
bilmemiz mümkün değildir. Bunlar asılında Allah’ın kâinatının, bizim aklımızın
eremeyeceği sırlandır. Her ne olursa olsun, bu ağacın mahiyetini açıklamak için
insanların dilinde “Sidre”den daha uygun bir kelime yoktu ve bunu Cenab-ı Allah
aynen Hz. Peygamber (a.s.)’e tanımlamış oldu.Cennet-ul Me’vâ’nın sözlük anlamı “oturulacak yer olan
Cennet”tir. Hz. Hasan Basri’nin dediği gibi, bu Cennet Ahiret’te iman ve takva
sahiplerinin ikâmetgâhı olacaktır. Hasan Basri yukarıdaki ayetleri tefsir
ederken söz konusu Cennet’in göklerde olduğunu ifade etmiştir. Katâde’ye göre
ise Cennet, şehitlerin ruhlarının yerleşeceği yerdir ve Ahirette herkesin
gideceği Cennet değildir, İbni Abbas (r.a.) da aynı ifadede bulunuyor ve diyor
ki, Ahirette iman sahiplerine verilecek Cennet göklerde değil, yerdedir.31.1.15.4. Sidre’de
Allah’ın Tecellisi“O sidre, Allah’ın nuruyla örtülmüştür” deyimi gösteriyor ki, bu
nur veya tecellinin şanı ve keyfiyeti anlatılmayacak kadar muhteşemdir. Bu öyle
bir nur ve tecellidir ki, ne insan bunu tasavvur edebilir ne de insan dili bunu
ifade edebilir.Yukarıdaki ayetlerde ayrıca Cenab-ı Allah’ın bu nur ve
tecellisini gördükten sonra Rasûlullah’ın, ne gözlerinin kamaştığı ne de aşırı
heyecan gösterdiği anlatılmıştır. Rasûlullah (a.s.)’ın kendi nefsine ve
hislerine hakimiyeti o kadar mükemmeldi ki, dikkatini ve teveccühünü uğruna
çağrılmış olduğu asıl amaç ve hedeften bir an bile ayırmadı. Rasûlullah (a.s.)
hâşâ acemi bir seyirci gibi etrafında varolan sayısız nesne ve ilgi çeken
şeylere bakmakla meşgul olmadı. Rasûlullah (a.s.) olgun ve tecrübeli bir kişi
gibi davrandı ve asıl maksadını bir an bile gözünden uzaklaştırmadı. Yüce
Allah’ın yeri büyük bir imparator veya padişahın muhteşem divânı ile bile
mukayese edilemeyecek kadar ihtişam dolu idi ve Rasûlullah burada soylu ve
akıllı bir misafir gibi hareket etti.Son ayette Hz. Peygamber (a.s.)’in Rabbinin belli başlı ayet
veya işaretlerini gördüğü kaydedilmiştir. Bu ayetten Rasûlullah (a.s.)’ın Yüce
Allah’ı değil, onun ayet veya işaretlerini gördüğü anlaşılıyor. Burada
anlatılanlara dikkat edildiği takdirde Rasûlullah (a.s.)’ın bu ikinci buluşma
ve mülakatının, ilk defaki buluşmasında gördüğü aynı varlıkla olduğunu anlarız.
Bu demektir ki, bu bölümün başında belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.) ilk
defa ufukta gördüğü ve kendisine iki yaylık mesafeye kadar yaklaşmış olan
varlık Allah değildi. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın Sidret-ul Müntehâ’da
gördüğü varlık da Allah değildi. Bu her iki yerde Rasûlullah (a.s.) Allah’ı
gerçekten görmüş olsaydı, burada mutlaka açıklanmış olurdu. Zira, olayın
ehemmiyeti ve azameti bunu gerektirirdi. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Musa’nın
hikâyesi anlatılırken, kendisinin Allah’ı görmek istediği ve kendisine şu cevap
verildiği kaydedilmiştir: “Beni katiyyen göremezsin.” (A’râf; 143). Görüldüğü
gibi bu şeref Hz. Musa’ya verilmemişti. Durum böyle iken, Hz. Peygamber (a.s.)
gerçekten böyle bir şerefe nail olsaydı, bunun için açık ve kuvvetli ifade
kullanılırdı. Ne var ki, Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’ı gördüğü Kur’an-ı Kerim’de
hiçbir yerde anlatılmamıştır. Hatta, İsrâ suresinde de Mi’rac’tan bahsedilirken
Rasûlullah (a.s.)’a sadece bazı ayetler gösterildiği kaydedilmiştir. Yukarıdaki
ayette de benzeri bir ifade kullanılarak “Rabbinin alametlerinin en büyüğünden
bir kısmını gördü” denilmiştir.Bu sebeple, zahiren Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’ı görüp görmediği
konusunun tartışılmasına hiç imkân kalmıyor. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın
Allah’ı mı, yoksa Cebrail (a.s.)’i mi gördüğünün tartışması için de herhangi bir
imkân kalmıyor. Fakat bu hususta tartışmaya yol açan bazı hadislerdeki
ifadelerdir. Biz bu hadisleri buraya sıra ile aktarıyoruz:31.1.15 .5. Hz. Ayşe
(r.a.)’nin RivayetleriBuhârî, Kitab’üt-Tefsir’de Hz. Mesruk’un, Hz. Ayşe’ye şöyle
dediğini rivayet etmiştir: “Anneciğim, Hz. Peygamber (a.s.), Rabbini görmüş
müydü?” Hz. Ayşe dedi ki: “Senin bu sorun benim tüylerimi diken diken etti. Sen
bunu nasıl unutabilirsin ki, şu üç şeyi iddia eden herkes yalan iddiada bulunmuş
olur? (Hz. Ayşe söz konusu üç şeyin ilkini ifade etti): “Muhammed (a.s.)’in
Rabbini gördüğünü kim iddia ediyorsa yalan söylüyordur”. Bundan sonra Hz. Ayşe
(r.a.) şu ayetleri okudu: “Gözler O’nu göremez” ve “hiçbir insan Allah ile kelâm
edecek mevkiye sahip değildir. Ama vahiy veya perde arkasından veya Allah’ın
izniyle vahiy getiren bir melek vasıtasıyla olanlar hariç.”Bu hadisin bir kısmı Buhârî, Kitab’üt-Tevhid, Bölüm 4’de de yer
almıştır. Buhârî’nin, Kitabu Bid’ul-Halk’da naklettiği Mesruk’un rivâyetinde
deniliyor ki, “Ben (Mesrûk) Hz. Ayşe’nin bu sözlerini dinledikten sonra “peki, o
zaman Allah’ın şu buyruğunun anlamı nedir?” diye sordum. “Sümme denha fatedellâ
felânekâbe kavseyniev ednâ”. Hz. Ayşe dedi ki: “Bundan Cebrail kastedilmiştir. O
her zaman Rasûlullah (a.s.)’a insan şeklinde gelirdi. Ama bir defasında asıl
şekliyle göründü ve zaman bütün ufku kapladı.”Müslim’in, Kitab’ul-İmân, “Zikr-i Sidret-ul-Münteha” bölümünde
Hz. Ayşe ile Mesruk’un bu konuşması daha etraflıca yer almıştır ve bunun en
önemli bölümü şudur: Hz. Ayşe (r.a.) dedi ki: “Muhammed (a.s.)’in Rabbini
gördüğünü iddia eden kişi Allahu Teâlâ’ya büyük bir iftira yapar.”Mesrûk diyor ki: “Ben yere çömelmiştim. Bu sözü dinledikten
sonra doğruldum ve şöyle dedim: “Ümmül-Mü’minin, bu hususta acele etmeyin.
Allahu Teâlâ, bunları söylememiş midir?” “ve legad re’ahu bil-ufuk-il mübi-ni ve
lekad re’ahu nezleten uhrâ”. Hz. Ayşe dedi ki: Bu meseleyi ümmetten ilk önce
ben Rasûlullah (a.s.)’a sormuştum. Rasûlullah demişti ki: “O Cebrail idi. Ben
O’nu Allah’ın O’nu yarattığı şekli ile bu iki defadan başka görmedim. Bu iki
defasında onun gökten indiğini ve büyük varlığının gökle yer arasındaki bütün
boşluğu doldurduğunu gördüm.”İbni Merdûye’nin naklettiği Mesruk’un rivâyetinin kelimeleri
şunlardır. Hz. Ayşe buyurdu: “Rasûlullah (a.s.)’a Rabbini görüp görmediğini
soran ilk kişi bendim. Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki, “hayır, ben sadece
Cebrail’in gökten indiğini gördüm.”31.1.15.6. Hz.
Abdullah bin Mes’ûd’un RivâyetiBuhârî, “Kitab’ut-Tefsir”, Müslim, “Kitab-ul İman” ve Tirmizî,
“Tefsir” bölümlerinde Zirr bin Hubeyş’in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin
Mes’ud, “fekâne gâbe gavseyni ev ednâ”nın tefsirini şöyle kaydetmiştir:
Rasûlullah (a.s.) Cebrail (a.s.)’in 600 kanadı olduğunu gördü. Müslim’in ikinci
rivâyetinde “mâ kezebel-fuâdu mâ-re’â” ve “legad rea min ayat-i Rabbihi-l
kübrâ”nın tefsirini, yine Zirr bin Hubeyş, Hz. Abdullah bin Mes’ûd bunlarda şu
ifadeyi kullanıyor: “Rasûlullah (a.s.) buyurmuştur ki, ben Cebrail’i Sidret-ul
Münteha’da gördüm, onun 600 kanadı vardı.” Aynı ifadeleri taşıyan başka rivayet
Müsned-i Ahmed’de Şakik bin Seleme tarafından naklolunmuştur. Bunda kendisi Hz.
Abdullah bin Mes’ûd’un şöyle dediğini kaydetmiştir: “Rasûlullah (a.s.) diyordu
ki: “Ben Cebrail’i asıl şekliyle Sidret’ul-Münteha’da görmüştüm.”31.1.15.7. Hz. Ebû
Hureyre’nin Rivâyeti‘Atâ bin Ebi Rebah, Hz. Ebu Hureyre’ye “legad re’ahu nezleten
uhrâ”nın manasını sordu. Hz. Ebû Hüreyre dedi ki: “Rasûlullah (a.s.) Cebrail’i
görmüştü.” (Müslim, Kitabul-İman).31.1.15.8. Hz. Ebû
Zer’in RivayetleriHz. Ebu Zer Gifârî’nin iki rivâyeti, Abdullah bin Şakik
vasıtasıyla İmam Müslim’in hadis kitabında yer almışlardır. Bunlardan birinde
Hz. Ebu Zer’in, Rasûlullah (a.s.)’a şunu sorduğu kaydedilmiştir: “Siz Rabbinizi
görmüş müydünüz?” Rasûlullah (a.s.) da şu cevabı vermişti: “nurun enna erâhu”.
ikinci rivayette de Hz. Ebu Zer’in sorusu üzerine Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
buyurduğu belirtilmiştir: “Ra’aytu mirana”. Rasûlullah (a.s.)’ın ilk sözlerinin
anlamını İbn ul-Kayyım, “Zad-ul Me’âd”da şöyle açıklamıştır: “Benim ve Rabbimin
niyeti arasında nur vardı.” İkinci deyiminin manası da şudur: “Ben Rabbimi
değil, sadece nurunu gördüm.”Nesâî ile İbni Ebi Hâtim, Hz. Ebu Zer’in sözlerini şöyle
nakletmişlerdir: “Rasûlullah (a.s.) Rabbini gönlüyle görmüştü, gözleriyle
değil.”31.1.15.9. Hz. Ebû
Musa el-Eş’arî’nin RivâyetiMüslim, ‘Kitab ul-İman”da Hz. Ebû Mûsâ el-Eş’ari’nin şu rivâyeti
yer almıştır: Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ’ya hiçbir
mahlûkun bakışı varamamıştır.”31.1.15.10. Hz.
Abdullah bin Abbas’ın RivâyetiMüslim’in rivâyetine göre Hz. Abdullah bin Abbas, söz konusu
ayetlerin tefsirini beyan ederken şöyle dedi: “Rasûlullah (a.s.), Rabbini iki
defa kalbiyle görmüştür.” Bu rivâyet Müsned-i Ahmed’de de yer almıştır.İbni Merdûye, ‘Atâ bin Ebi Rebah’a dayanarak Hz. Abdullah bin
Abbas’ın şu sözlerine yer vermiştir: “Rasûlullah (a.s.), Allahu Teâlâ’yı
gözleriyle değil kalbiyle görmüştü.”Nesâî’de, İkrime, İbn Abbas’ın şöyle dediğini nakletmiştir.
Allah’ın Hz. İbrahim (a.s.)’a “halil” ünvanını vermesine, Hz. Musa (a.s.) ile
konuşmasına ve Muhammed Mustafa (a.s.)’yı kabul buyurmasına mı hayret
ediyorsunuz? (Hakim bu rivâyeti nakletmiş ve bunun doğru olduğunu
söylemiştir).Tirmizî’de yar alan Şa’bi’nin rivâyetine göre İbni Abbas bir
toplantıda şöyle dedi: “Allahu Teâlâ kendi ru’yetini ve kelâmını Rasûlullah
(a.s.) ile Hz. Musa arasında dağıtmıştır. Allah, Hz. Musa ile iki defa konuştu
ve Muhammed (a.s.)’a iki defa göründü.” Hz. İbni Abbas’ın işte bu rivâyetini
dinledikten sonra Hz. Mesrûk, Hz. Ayşe’ye gitti ve kendisine şu soruyu yöneltti:
“Muhammed (a.s.) Rabbini görmüş müydü?” Ayşe (r.a.) dedi ki: “Sen öyle bir şey
söyledin ki, tüylerim diken diken oldu.” Bundan sonra Hz. Ayşe ve Mesrûk
arasında geçen konuşmayı daha önce naklettik.Yine Tirmizî’de, Hz. İbni Abbas’ın naklettiği diğer
rivayetlerden birinde şöyle denilmiştir: Rasûlullah (a.s.), Allahu Teâlâ’yı
görmüştü. Başka bir rivayette ise, Rasûlullah (a.s.)’ın, Allah’ı iki defa
gördüğü kaydedilmiştir. Üçüncü rivayette ise Rasûlullah (a.s.)’ın Rabbini
kalbiyle gördüğü açıklanmıştır.Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. İbni Abbas’ın bir başka rivâyeti
şöyledir: “Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki, ben Rabbi Tebâreke ve Teâlâ’yı gördüm.”
İkinci rivayette şöyle denilmiştir. Rasûlullah buyurdu “bu gece Rabbim en güzel
şekliyle bana geldi.” Bu demektir ki, Rasûlullah (a.s.), rüyasında Cenab-ı
Allah’ı görmüştür.Taberânî ve İbni Merdûye, İbni Abbas’ın şu rivâyetini
nakletmişlerdir: “Rasûlullah Rabbini iki defa gördü. Birincisinde gözleriyle,
ikincisinde de kalbiyle.”31.1.15.11. Muhammed
bin Ka’b el-Kurazî’nin RivâyetiMuhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin rivâyetine göre Rasûlullah
(a.s.)’a bazı sahabeler sordular: “Siz Rabbinizi gördünüz mü?” Rasûlullah (a.s.)
cevap verdi: “Ben onu iki defa kalbimle gördüm.” (İbni Ebi Hatim). Bu rivâyeti
İbni Cerir kendi ifadesiyle verirken Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle dediğini
kaydetmiştir: “Ben O’nu gözlerimle değil, kalbimle iki defa gördüm.”31.1.15.12. Hz.
Enes’in Rivâyetiİmam Buhârî, “Kitab-üt-Tevhid”de Mi’rac vak’asını anlatırken
Şerik bin Abdullah vasıtasıyla Hz. Enes bin Mâlik’in bir rivâyetini şöyle
nakletmiştir: “Rasûlullah (a.s.) Sidret ul-Müntehâya varınca Rabbil İzzet’e
yaklaştı ve öylece kaldı. Öyle ki, iki yaylık, hatta daha az bir mesafe idi.
Daha sonra Allah’ın Rasûlullah (a.s.)’a vahyettiği emirler arasında 50 vakit
namaz kılmak da vardı.”Ne var ki, bu rivâyetin senedine ve metnine yapılan itirazların
yanı sıra en büyük itiraz da bunun Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine tamamen aykırı
olmasıdır. Zira, Kur’an-ı Kerim’de iki ayrı ru’yetten bahsedilmiştir. Bunların
ilki ufukta cereyan etti ve iki yaylık mesafe söz konusu oldu; ikincisi ise
Sidret-ul Münteha yakınlarında vukû buldu. Fakat bu rivayet bu her iki ru’yeti
karıştırıp bir ru’yet haline getirmiştir. Onun için, bu rivayet sırf Kur’an-ı
Kerim’e aykırı olması sebebiyle derhal reddedilecek niteliktedir. (Bu hususta
İmam Hattabi, Hâfız İbni Hacer, İbni Hazm ve Hafız Abdül-hak’ın itirazları
dikkate değerdir.)Yukarıda naklettiğimiz diğer rivayetlere gelince, bunların en
kuvvetlisi, Hz. Abdullah bin Mes’ud ile Hz. Ayşe (r.a.)’ninkidirler. Zira, bu
her iki değerli sahabe de bizzat Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesiyle her iki defa da
Allah’ı değil, Cebrail’i gördüğünü açıklamışlardır. Bu rivayetler, Kur’an-ı
Kerim’in ifadesine de uygundur. Ayrıca, bu rivayetler, Hz. Ebu Zer Gifârî ile
Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’nin rivayetleriyle de doğrulanmış oluyor. Buna karşılık,
Hz. İbni Abbas’a ait olduğu bildirilen ve hadis kitaplarında yer alan
rivayetlerde tutarsızlık ve çelişki vardır. Zira, bazı yerlerde Rasûlullah
(a.s.)’ın her iki defa Allah’ı kendi gözleriyle gördüğü kaydediliyor. Ama bazı
diğer yerlerde ikisinin de bir kalp tecrübesi olduğu açıklanmıştır. Yine bazı
rivayetlerde ru’yetin birinde kalben birinde de gözlerle olmadığı beyan
olunmuştur. Ayrıca, bu rivayetlerden hiçbirisinde Rasûlullah (a.s.)’ın ifadesine
yer verilmemiştir. Bu rivayetlerde Hz. Peygamber (a.s.)’in sözleri geçtiği zaman
da Kur’an-ı Kerim’in yukarıdaki iki ru’yetine temas edilmemiştir. Buna ilâveten,
bir rivayetten anlaşılıyor ki, ru’yetlerin ikisi de uyanıklık halinde değildi.
Bu sebeple yukarıdaki iki ayetin tefsiri yapılırken Hz. İbni Abbas’ın
rivayetlerine güvenilmemelidir. Aynı şekilde, Muhammed bin Ka’b el-Kurazi’nin
rivayetlerinde de Hz. Peygamber (a.s.)’in ifadeleri yer almakla beraber bunlarda
bu ifadeleri duyan sahabelerin isimleri açıklanmamıştır. Buna ilâveten bu
rivayetlerden birinde Rasûlullah (a.s.)’ın gözle hiçbir ru’yette bulunmadığı da
kaydedilmiştir.
[1] Burada şunu
belirtmekte fayda vardır ki: Bi’set’ten sonra tesbit etmeye çalıştığımız
tarih Buhârî ve Müslim’de Hz. Abdullah bin Abbas diyor ki Rasûlullah
(a.s.)’a ilk vahiy geldiği zaman kendisi 40 yaşında idi. Rasûlullah, bundan
sonra 13 yıl Mekke’de kaldı ve 10 yıl Medine’de. Bu kayda dayanarak biz de
diyoruz ki Medine’ye hicret, Bi’set’ten sonra 13. yılın sonunda oldu.
[2] Bk: Buhârî
Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hatîm, Taberânî
ve Bezzâr’da; Hz. Ebû Hureyre ve Hz. Mâlik bin Sa’sa’a’nın rivâyetleri. Bazı
diğer rivâyetlere göre İsrâ, Rasûlullah’ın amcasının kızı, Ümm-ü Hanî binti
Ebî Tâlib’in evinde bulunduğu sırada başlamıştı. Rasûlullah (a.s.) o zaman
yatsı namazından sonra uyuyordu. İbni Cerîr Ebu Ya’lâ ve Taberânî bizzat
Umm-i Hânîye ve Beyhakî, Hz. Ali’ye Hz. Abdullah bin Mes’ud’a ve Hz.
Abdullah bin Abbas’a istinâden nakletmiştir. “Tabakat-ı İbni Sa’d” da
Vakîdî’nin rivâyetine göre İsra, Şi’b-i Ebî Tâlib’de başlamıştı. Buhârî ve
Müslim’de Hz. Ebû Zer ve Müsned-i Ahmed’de Hz. Übey bin Ka’b’ın rivâyetine
göre, Cebrâil, evin çatısından içeriye girerek Rasûlullah’ı götürdü. Fakat
bütün rivâyetlerde herhangi bir tezâd veya tenakuz yoktur. Ümmü Hanî’nin evi
Şi’b-i Ebî Tâlib’de idi. Cebrâil aynı evin çatısından inmişti ve Rasûlullah
henüz uykuda iken Mescid-i Haram’a götürdü ve daha sonra yukarıdaki olay
meydana geldi.
[3] “Burak’ın bu
özelliği bütün hadislerde aynıdır.
[4] İbni Cerîr,
Beyhakî, “Delâil’de, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, Nesâî, İbni
‘Âiz, “Meğazî”de, ve Süheylî “Ravdaül-Ünuffta diyorlar ki, Hz. İbrahim
(a.s.) Burak üzerine binerek Hz. Hacer ve sütten kesilmemiş olan bebeği,
İsmail’i Mekke’ye götürmüştü. Fakat bu yazarlar bu rivâyetin kaynağını
göstermemişlerdir.
[5] Müsned-i
Ahmed, Tirmizî, İbn Hibbân, İbni Cerîr, İbni İshâk ve İbni Sa’d.
[6] İbnî Cerir,
Beyhakî, Nesâî, Hâkim, İbni Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr her an Rasûlullah’ın
yanında olduğunu beyan etmişlerdir. Taberânî’de yer alan Abdurrahman bin Ebî
Leylâ’nın rivâyetine göre Cebrail, Burak’ın arkasında idi ve Rasûlullah’ı
önüne oturttu. Ebû Ya’lâ, Hâkim ve İbni Hibbân’ın Hz. Abdullah bin Mes’ud’a
dayanarak naklettikleri rivâyete göre Cebrail önde oturuyordu ve daha sonra
Rasûlullah’ı arkasına oturttu. Tirmizî, Nesâî ve Müsned-i Ahmed’e yer alan
Hz. Huzeyfe’nin rivâyetinde deniliyor ki, Rasûlullah ve Cebrail ikisi de
Burağa binmişlerdi. Bu rivâyette kimin önde kimin arkada oturduğu izah
edilmemiştir.
[7] Bu rivâyet
Hz. Enes bin Mâlik’e ait olup Nesâî’de yer almıştır. Beyhaki’deki Hz. Şeddâd
bin Evs’in rivâyeti ise bundan biraz farklıdır. Bunda, Rasûlullah’ın, Tûr
dağında değil, Medyen’de bir ağaç yanında namaz kıldığı ifade olunmuştur.
Adı geçen ağacın gölgesinde Hz. Musa (r.a.), iki kadının küçük baş
hayvanlarına su içirdikten sonra, biraz dinlenmek için oturmuştu.
[8] Bu olaylar
zincirinin çeşitli bölümleri, hadis ve siyerlerde yer almıştır. Tafsilât
için bk: Beyhakî, “Delâil” Taberânî, “Evsat”, İbni Cerir, İbni Hatim, İbni
İshâk ve İbni Merduye.
[9] Bak:
Müsned-i Ahmed, Müslim, İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk,
İbni Sa’d, İbni Merdûye. Bir başka rivâyete göre Cebrail bir kaya parçasına
parmağını sokarak deldi ve Burağı oraya bağladı (Tirmizî, Hâkim, İbni Ebî
Hâtim).
[10] Bk: İbni
Cerîr, Beyhakî, Taberânî, Nesâî, İbni Ebî Hâtim, Müsned-i Ahmed, İbni Sa’d.
[11] Taberânî’de
Hz. Suheyb, İbni Cerir’de Hz. Enes ve Ebu Hureyre ve İbni İshâk’ta çeşitli
mümtaz ulemânın rivâyeti yukarıda anlattığımız gibidir. Fakat bu hususu
rivâyetlerde bazı ihtilâflar vardır. İbni Cerîr, Beyhakî’de Hz. Sa’id bin
Müseyyeb’in mürsel rivâyetinde de iki kaptan bahsedilmiştir. Fakat bu
rivâyette deniliyor ki, bir kapta süt, diğerinde şarap vardı. İbn Ebî Hâtim,
Bezzâr ve Taberânî’de Hz. Şeddâd bin Evs’in rivâyeti var. Bunda da iki
kaptan bahsedilmiştir ama birinde süt diğerinde bal olduğu kaydedilmiştir.
Buna karşılık, Müsned-i Ahmed, Buhâri ve Müslim’de Hz. Mâlik bin
Sa’sa’a’nın rivâyeti var. Buna göre Sidret-ul Münteha da Rasûlullah’a üç kap
takdim edildi. Birinde şarap, diğerinde süt ve üçüncüsünde bal vardı. Fakat
bütün rivâyetlerde Hz. Peygamber’in sütü seçtiğinde ittifak edilmiştir.
[12] Bk: İbni
Cerir, Beyhakî, İbni Hâtim, İbni İshâk, İbni Merdûye, (Hz. Ebû Sa’id
Hudrî’nin rivâyeti). Ancak İbni Ebi Hâtim Hz. Enes’e dayanarak naklettiği
rivâyette Cebrail’in Hz. Peygamber’i elinden tutarak semâya götürdüğünü
kaydetmiştir.
[13] Bütün
hadislerde, her semâ’nın kapısında Cebrail ile muhafız melekler arasında bu
nevi konuşma geçtiği kaydedilmiştir. Melekler, gelenin Hz. Cebrail ve
Rasûlullah (a.s.) olduğundan emin olduktan sonra kapıyı açıyorlardı.
[14] Buhârî,
Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerir, Beyhaki, İbni Ebi Hâtim, İbni İshâk,
Hâkim, Taberânî, Bezzâr (Muhtelif râviler).
[15] Bu gözlem
ve incelemelerin Kudüs’te mi yoksa, ilk semâda mı olduğuna dair rivâyetlerde
biraz ihtilâf vardır. Ayrıca bütün bu gözlem ve incelemeler topluca
anlatılmamıştır. Biz hepsini bir arada topladık. (Bk: Müsned-i Ahmed, İbni
Mâce, İbni Cerîr, Beyhakî, Hâkim, İbni Ebî Hâtim, Taberânî, Bezzâr, İbni
İshâk, İbni Merdûye, Ebû Dâvûd. Râviler: Hz. Ebû Hureyre, Hz. Ebû Sa’id
Hudrî ve Hz. Enes bin Mâlik).
[16] Bk: Siret-i
İbni Hişâm (İbni İshâk’a atfen) ve İbni Ebî Hâtim (Enes bin Mâlik’e atfen).
[17] Müsned-i
Ahmed, Buhârî ve Müslim, (râvî: Malik bin Sa’sa’a), Müsned-i Ahmed, Müslim,
İbni Ebî Hâkim, İbni İshâk (râvi: Ebû Hureyre). Bazı rivâyetlerde bu
peygamberlerin yerleri değişikti. Nesâî ile Müslim’de yer alan Hz. Enes bin
Mâlik’in rivâyetine göre Dördüncü Semâ’da Hz. Harun ve Beşinci Semâ’da Hz.
İdris (a.s.) vardı, İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebî Hâtim ve İbni Merdûye’de
yer alan Hz. Ebû Sa’id Hudrî’nin rivâyetine göre ikinci Semâ’da Hz. Yusuf ve
Üçüncü Semâ’da Hz. Yahya ve Hz. Îsa vardı.
[18] Bk: Buhârî,
Müslim, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, İbni Cerir, İbni Ebi Hâtim, İbni İshâk,
İbni Merdûye.
[19] İbni Ebi
Hâtim ve Buhâri Kastallânî’nin “Mevâhib’de ifade ettiği gibi, Cebrail kendi
makamına vardıktan sonra Rasûlullah’a dedi ki, “Bundan sonra seninle Rabbin
arasındaki iş kalıyor. Benim makamım burasıdır ve buradan öteye gidemem.”
[20] Bütün
hadislerde ilk etapta 50 vakit namazın farz olunduğu ifade olunmuştur, diğer
bilgiler şu hadis kitaplarından, edinilebilir: Müslim, Nesâî, Tirmizî,
Beyhakî, Müsned-i Ahmed, İbni Cerîr, İbni Ebî Hâtim, İbni İshâk, İbni
Merdûye.
[21] Bu husus da
bütün hadislerde ittifakla belirtilmiştir. Yani, Rasûlullah (a.s.) Hz.
Musa’nın tavsiyesi üzerine her defasında gidip Allahu Tealâ’dan namazların
azaltılmasını istedi, ta ki sayıları günde beş vakte indi ve Cenab-ı Allah
bunların 50 vakit namaza eşit olduğunu söyledi. Fakat rivâyetlerde rakamlar
değişiyor. Bazılarında her defasında 10, bazılarında 5 ve bazılarında birkaç
namazın azaltıldığı ifade edilmiştir.
[22] “El-Bidâye
ven-Nihaye”, C. 3, s. 112-113.
[23] Taberânî,
İbni İshâk, İbni Sa’d ve Ebû Ya’lâ (Hz. Ümm-ü Hanî’nin rivâyeti).
[24] Müsned-i
Ahmed, Nesâî, Beyhakî, Bezzâr ve Taberânî’de Hz. İbni Abbâs’ın rivâyeti,
İbni Cerîr, Beyhakî, İbni Ebi Hâtim’de Ebu Said Hudrî’nin rivâyeti.
[25] Müsned,
Ahmed, Buhârî, Tirmizî ve Beyhakî’de Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivâyeti,
Müsned-i Ahmed ve Nesâî’de Hz. İbni Abbas’ın rivâyeti ve Beyhakî’de Hz.
Ayşe (r.a.)’nin rivâyeti.
[26] Hâfız İbni
Kesîr’in “El-Bidâye ven-Nihâye”de anlattığına göre, Hz. Ebû Bekr, Kudüs’le
ilgili bilgiyi, Rasûlullah (a.s.)’ın bunu aktarması halinde, müşriklerin
ağızlarının kapanacağı düşüncesiyle istemişti. Fakat Ebu Ya’lâ, Ümm-ü
Hâni’ye dayanarak naklettiği rivâyette Beytül-Mukaddes (ya da Kudüs) ile
ilgili bilgi isteyenin aslında Mutam bin Adinin olduğunu kaydetmiştir.
Beyhakî, İbni Cerîr ve İbni Ebî Hâtim’in, Ebû Sa’id Hudrî’ye dayanarak
verdiği bilgiye göre, Kudüs ile ilgili soruyu, Rasûlullah (a.s.)’ı
yalanlamaya çalışan biri sormuş idi. Müslim’de yer alan Ebû Hureyre
(r.a.)’nın rivâyetine göre topluluktakiler bu soruyu sordular, zira onlar
Rasûlullah (a.s.)’ın hayatında hiçbir zaman Kudüs’e gitmediğini
biliyorlardı, ayrıca gece vakti olduğu için Kudüs ile ilgili bilgi vermesi
zorlaşacaktı. Bu sebeple, Kudüs ile ilgili sorular sorulunca Kudüs şehri
Allah tarafından Rasûlullah’ın gözünün önüne getirildi ve kendisi bu şehrin
her yöresini görerek sorulan cevaplandırabiliyordu. Nihayet, Rasûlullah’ın
anlattıklarını Kureyşliler kabul etmek zorunda kaldılar. (Bak: Buhârî,
Müslim, Müsned-i Ahmed, İbni Cerir, Tirmizî, Beyhakî, İbni Sa’d, İbni Ebî,
Hâlim, Bezzâr, Taberânî, Nesâî).
[27] İbni Ebî
Hâtim Bezzâr, Taberânî ve Ebû Ya’lâ.
[28] Bu sadece
dinî bir akide değildi, aksine Rasûlullah’ın daha sonra Medine’de kurduğu
siyasi ve içtimaî nizamın ilk ve en önemli ilkesiydi. Bu nizamın temeli
zaten Yüce, Allah’ın bütün kâinatın rakipsiz mâliki olması ve bütün kâinatta
O’nun kanunlarının geçerli olması ilkeleri üzerine kurulmuştu.
[29] Bu ilke de
İslâm sosyal düzeninin temelidir. İslâm aile düzeninin odağı ana ve babaya
sevgi ve saygıdır. Bu temel ilkeye dayanılarak daha sonra ana-babanın
haklarını belirleyen şer’î kanunlar çıkarıldı ve uygulandı. Bunların
ayrıntıları hadis ve fıkıh kitaplarında vardır. Ayrıca, İslâm toplumunun
zihinsel ve ahlakî terbiyesi ve müslümanların âdâb, kültür ve medeniyetine
Allah ve Resûl’den sonra en çok hürmet gösterilmesi gereken kişiler olarak
ana ve babanın ehemmiyeti de yerleştirildi. Böylece, İslâm’da aile nizamı
için sağlam bir temel sağlanmış oldu.
[30] Bu ilkeye
dayanılarak Medine’de kurulan İslâm toplumunda Sadakât-ı vacibe ve sadakât-ı
nâfile ile ilgili emir ve kanunlar çıkarıldı; vasiyet, veraset ve vakıfın
ilkeleri belirlendi, yetimlerin haklarının korunması için tedbirler alındı,
her köy ve kasabada misafir ve yolcuların en az üç gün ağırlanması için özel
tedbirler alındı. Buna ilâveten, ahlâkî terbiye ve diğer usullerle bütün
toplumda cömertlik, yardımlaşma, işbirliği, sevgi, saygı ve sakatlar ile
hastaların bakımıyla ilgili kurallar yerleştirildi. Buna göre İnsanlar resmi
kanunlara bakmaksızın kendi vicdanlarına göre insancıl görevlerini yerine
getirecek kadar bilinçlenmiş oldular.
[31] Medine’deki
toplumda bu kurala son derece riayet edildi. Bir yandan savurganlık ve lüks
yaşantı kanunen yasaklandı. Diğer yandan da aşırı tüketim önlenmeye
çalışıldı. Sadece bu değil, devlet, kendi servetlerini iki elle, hesapsız
kitapsız harcamaya çalışanlar için bazı kısıtlamalar getirdi ve bu gibi
savurganlıkta bulunanların mal ve topraklarının zaptı için kanunlar
çıkarıldı ve uygulandı. Bunun yanı sıra toplum öylesine bilinçlendirildi
ki, lüzumsuz israf olduğu zaman kamu oyundan sert tepki gelebiliyordu. Ahlâk
kurallarının öğretilmesi sayesinde İnsanlar da servetlerini gereksiz yerde
harcamaz oldular. Aynı şekilde cimriliğin önlenmesi için de hem kanunlara
baş vuruldu hem halk, bunun kötü neticeleri hakkında bilinçlendirildi.
Zaten bu eğitim ve bilinçlenme sayesindedir ki, bugün İslâm toplumunda
cimrilik ile pintiler ve karaborsacılar ile stokçular diğer toplumlara
nazaran en çok hor görülen kişilerdir.
[32] Bu maddede
önemli bir doğa kanununa işaret edilmiştir. Bu doğa kanunu Medine
toplumunda öylesine tabii bir şekilde kabul edildi ki, rızık dağılımı,
başka bir deyimle gelir dağılımı ve üretim kaynaklan arasındaki farklılık
kesinlikle bir adaletsizlik veya eşitsizlik olarak kabul edilmedi. Bu
sebeple Medine toplumunda fakir ile zenginler arasındaki farkın kaldırılması
veya sınıflardan arınmış bir toplumun kurulması için hiçbir çalışma veya
çabaya gerek duyulmadı. Bunun yerine, daha önce bahsettiğimiz 3,4 ve 5.
ilkeye dayanılarak fertlerin ahlâkî açıdan terbiye edilmesine çalışıldı. Bu
terbiye sayesinde fertler, gelir veya servet dağılımındaki farkın herhangi
bir adaletsizlikten kaynaklanmadığına inanmaya başladılar. Bu fertler aynı
zamanda bu farkların birçok ahlâkî, manevî ve kültürel faydalan olduğunu da
kabul ettiler.
[33] Geçmiş
çağlarda ve çağımızda da ekonomik ve sosyal sebeplerden dolayı kürtaj veya
aile plânlamasına başvurulmasına bu madde böylece sünger çekmiş oluyor. Eski
devirlerde açlık ve kıtlık bebeklerin öldürülmesine yol açıyordu. Çağımızda
ise çeşitli sloganlar altında kürtaj teşvik ediliyor. Fakat Mirâç’ın bu
mesajında dünyanın nesillerini tüketmek için olumsuz yollara başvurmaktansa
üretim yol ile imkânlarını arttırması isteniyor.
[34] Bu kural
daha sonra İslâm hayat nizamının temel ilkelerinden biri haline geldi. Buna
göre İslâm toplumunda zina ağır ceza davası oldu. Zinanın önlenmesi için
“örtünme” (baş örtüsü veya çarşaf) kuralları meydana getirildi. Fuhuş’a yol
açacak her türlü müstehcen fiil, hareket ve yayın yasaklandı. Şarap ve
müzik, dans, gösteri, heykelcilik ve ressamlıkla şehvanî hisleri kabartan
yollar kapatıldı. Ayrıca öyle bir izdivaç kanunu çıkarıldı ki, bununla nikâh
kolaylaştı ve zinanın toplumsal sebepleri ortadan kalktı.
[35] Bu ilkeye
göre İslâm Hukukunda cinayet ve intihar yasaklandı. Taammüden öldürme suç
sayıldı. Hatâen (sehven) öldürme için diyet kuralı çıkarıldı. Katli bil-hak
(vacip olan öldürme) beş şarta bağlandı. Bir, taammüden öldürme suçunu
işlemiş olan kişi; iki, aleyhlerine savaş açılması gereken, dinin
yayılmasını engelleyen kişilerin grubu; üç, evli olan bir erkek veya kadının
zina yapmaları; dört, İslâm devletini devirmeye çalışan bir grup ve beş;
müslümanlıktan dönen bir kişi. Bu suçları işleyenler Kadının kararına göre
idama mahkûm olabilirler. Bunun için de muayyen kanun ve kurallar meydana
getirildi.
[36] Bu da
sadece bir ahlâk kuralı olmayıp, İslâm devletinin gerek hukuki gerekse idari
sahalarına giren bir kanun ve ilke idi. Bunun ayrıntıları da hadis ve fıkıh
kitaplarında vardır. Ayrıca devletin genel olarak kendi kendine bakacak
durumda olmayanlara, mesela dul, yaşlı, sakat ve malûllere bakması da
gerekli kılındı.
[37] Bu da
sadece İslâm ahlâk nizamının mücerret ilkelerinden biri olmayıp ilerde İslâm
devletinin hem iç hem dış politikasının temelini teşkil eden genel bir
kural haline sokuldu.
[38] Bu ilkeye
göre İslâm devletinde geni; bir teftiş ve kontrol sistemi geliştirildi.
Polis ve belediye teşkilâtları bu ilkeye riayet ederek çarşı, pazar, borsa
ve ticaret merkezlerini geniş bir şekilde denetim altında tuttular. İlgili
kuruluş ve elemanlar hem ölçü ve tartı aletlerini kontrol ediyor, hem
alışverişte asın kâr, stokçuluk, karaborsacılık, ve hileli malların satışını
önlemeye çalışıyorlardı. Bu noktadan hareketle, hükümetin kendi ekonomik
politikasını tesbit ederken her türlü haksızlık ve adaletsizliği ortadan
kaldırması hayati ilkelerden biri haline getirildi.
[39] Bu kurala
göre müslümanların tahmin, kıyas veya zan yerine ilim ve irfanla yollarını
tesbit etmeleri istenmiştir. Ahlâk, Hukuk mülkî idare, siyaset ve eğitim
nizamında ilme ve irfana da-yanıldığı takdirde birçok hata ve yanılgıdan
kurtulmak mümkündür. İslâm toplumu, kıyasa ve tahmine dayanılarak
işlenebilecek birçok hata ve uğranacak zararlardan kurtarılmıştır. Ahlâk
alanında kıyas ve hayalden kurtulması için kimseye mesnetsiz iftira ve
ithamda bulunulmaması istenmiştir. Hukuk sisteminde de yapılması gereken
bütün tahkikat yapılmadan kimsenin suçlanmaması emr olunmuştur. Soruşturma
ve kovuşturma için de bu kural geçerlidir ve kimse suçsuz yere kolluk
kuvvetleri tarafından gözaltına alınmamalı ve dövülmemelidir. Yabancı
uluslar içinde aynı kural geçerlidir. Onlar aleyhinde asılsız, yalan-yanlış
propaganda yasaklanmıştır. Şüpheye dayalı dedikodu ve şikâyet
yapılmamalıdır. Eğilim ve kültürde de müsbet ilimlerin dışında sadece kıyas
ve zannlara dayanan ilim veya tecrübelerden kaçınılması istenmiştir.
Kısacası, müslümanların her sahada ve her alanda gerçekçi olmaları
istenmiştir.
[40] Bu da
sadece vaazdan ibaret olan bir şey değildi. Müslümanların kuvvet ve iktidar
sahibi olduktan sonra gereksiz yerde kibirli ve gösteriş meraklıları
olmamaları istendi. Bu emir ve buyruktan dolayıdır ki, Medine’de kurulan
ilk İslâm devletinde en üst seviyedeki hükümdar sivil veya askerî yetkili en
hafif kibir ve zulüm kokan sözler söylemediler ve buna benzer herhangi bir
harekette bulunmadılar. Onlar her bakımından tevazu, alçak gönüllülük,
nezaket, kibarlık ve ahlâk ile faziletin timsâliydiler. -
HZ. PEYGAMBER’İN Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR
Otuzuncu Bölüm: HZ. PEYGAMBER’İN
Bİ’SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADARMüslümanların Habeşistan’a ikinci hicretinden sonra Mekke’de çok
az sayıda müslümanlar kalmışlardı. Bunlardan bazısı kadındı, İslâm düşmanları
bu sıralarda tam kudurmuş durumda idiler. Onlar bir kere müslümanların
Habeşistan’a hicreti yüzünden öfkeliydiler. Bunun üstüne de Habeşistan’da
müslümanlara rahat ve huzur içinde yaşamalarına izin verilmişti ve onları
getirmek için gönderdikleri heyet elleri boş dönmüştü. Öfke ve hırstan gözleri
dönmüş olan Kureyşliler Rasûlullah (a.s.)’ı gittikçe sıkıştırmaya ve rahatsız
etmeye başladılar.30.1. KUREYŞ’İN RASÛLULLAH (A.S.)’A
UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜMBuhârî’de yer alan Urve bin Zübeyr’in rivâyetine göre kendisi (Hz.
Urve) Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a, müşriklerin Rasûlullah (a.s.)’a en
çirkin ve en sert davranışını ne zaman gördüğünü sorunca, şöyle dedi: “Bir gün
Hz. Peygamber (a.s.) Ka’be’nin avlusunda (başka bir rivayete göre Ka’be’nin
duvarlarının yanında) namaz kılıyordu. Birden bire Ukbe bin Ebi Mu’ayt gelip
boynuna bir kumaş parçası geçirip onu öldürmek içi sıkmaya başladı. Fakat tam o
sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.) yetişip Ukbe’yi uzağa attı.” Hz. Abdullah bin Amr’ın
ifadesine göre, Hz. Ebu Bekr (a.s.) bu alçak ve deyyus ile boğuşurken şunları
söylüyordu: “Sen bir kişiyi, yalnızca Rabbim Allah’tır dediği için mi öldürmek
istiyorsun?” İbn Cerir kendi tarih kitabında aynı olayı Ebû Seleme bin
Abdurrahman’a istinaden nakletmiştir. Ancak Nesâî ile İbni Hâtim bu vak’ayı, Hz.
Abdullah’ın babası Hz. Amr bin el-As’a dayanarak az bir ifade farkıyla
nakletmişlerdir. Bu ifadeye göre; bu çirkin hareketi Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerine
bazı Kureyşliler topluca yapmışlardı; Hz. Ebu Bekr (r.a.) ise hem ağlıyor hem Hz.
Peygamber (a.s.)’i korurken yukarıda bahsedilen sözleri söylüyordu.İmam Buhârî bu olayı kendi eserinde çeşitli yerlerde
nakletmiştir. Bu olayın râvileri bazı yerlerde Hz. Amr bin el-As, bazı yerde de
Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’tır[1].
Bir yerde Hz. Amr bin el-As’ın şu rivâyeti vardır: “Ben hiçbir zaman Kureyş’in,
Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatına kastettiğini ve onu öldürmeyi plânladığını
görmedim, ama bir defası hariç, Kureyşliler Kâ’be’nin gölgesinde oturmuşlardı.
Rasûlullah (a.s.) ise Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Bu arada Kureyşliler
birbirini Rasûlullah (a.s.)’a saldırmak için sıkıştırtmaya başladılar. Nihayet
Ukbe bin Ebi Mu’ayt yerinden kalktı ve çarşafını Rasûlullah (a.s.)’ın boynuna
geçirip çekmeye başladı, öyle ki, Rasûlullah (a.s.) dizleri üzerine düştü.
Bunun üzerine kâfirler arasında bir gürültü koptu. O sırada Hz. Ebu Bekr (r.a.)
koşarak geldi ve Rasûlullah (a.s.)’ın kollarını arkadan tutarak o gaddar
kişilere dedi ki: “Bu zâtı, sırf Rabbinin Allah olduğunu söylediği için mi
öldürmek istiyorsunuz?” Sonra adamlar oradan dağıldılar. Rasûlullah (a.s.)
namazını kıldıktan sonra kendisine tecâvüzde bulunanların yanından geçerken
şunları söyledi: “Canım elinde olan Rabbime yemin ederek söylüyorum, ben size
zebîh ile (kurban olmak için) gönderildim.” Ebû Cehil dedi ki, “Ey Muhammed, sen
hiçbir zaman aptal değildin.” Rasûlullah ‘a.s.) da, “fakat sen onlardansın” diye
karşılık verdi.” (Ebu Ya’lâ, İbni Hibbân, Taberânî ve Beyhakî de bu olayı Hz.
Amr bin el-As’ın rivâyetiyle nakletmişlerdir).Sahih-i Buhârî’nin bir başka rivâyeti şöyledir: Müşrikler
Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek saç ve sakalından kılları çektiler. Hazreti
Ebû Bekr onu korumak için kalktı ve ağlayarak söylendi: “Bu adamı, sırf
Rabbinin Allah olduğunu söylediği için mi öldürmek istiyorsunuz?” Rasûlullah
(a.s) ise kendisine şöyle dedi: “Ey Ebû Bekr, canım elinde olan Rabbime yemin
ederek söylüyorum, ben bunlara zebîh ile gönderildim”. Bunun üzerine kalabalık
dağıldı.İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî’nin İbni İshâk’a
dayanarak yazdıklarına göre Urve bin Zübeyr, Hz. Abdullah bin Amr bin el-As’a
şöyle bir soru sordu: “Kureyş’in Rasûlullah (a.s.)’a gösterdiği husûmetin en
şiddetli örneği hangisiydi?” Hz. Abdullah bin Amr dedi ki, ben günlerden bir gün
Kureyşlilerin bir toplantısına gittim. Onların reisleri Kâ’be’nin duvarlarının
gölgesinde idiler. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’tan bahsederken dediler ki,
“vallahi, bu adama çok tahammül ettik. Artık dayanamayacağız. Bu adam bizim
aptal olduğumuzu söyledi, atalarımızda ayıp aradı. Dinimize lâf attı ve
toplumumuzu böldü. Hakikaten biz sabretmişiz.” Onlar aralarında bunları
konuşurken, Rasûlullah (a.s.) çıkâ geldi. Rasûlullah (a.s.) oraya gelince önce
Hacer-i Esved’i öptü ve daha sonra Kâ’be’yi tavaf ederken Kureyşlilerin yanından
geçti. Bunlar Rasûlullah (a.s.)’a iğneleyici bir lâf attılar. Bunun Rasûlullah
(a.s.) tarafından hoş karşılanmadığını gördüm. Rasûlullah (a.s.) ikinci defa
Kâ’be’yi tavaf ederken onlar yine lâf atınca, Rasûlullah (a.s.) durakladı ve
şöyle dedi: “Ey Kureyşliler, beni dinliyor musunuz, elinde canım olan Rabbime
yemin ederek söylüyorum, ben size kurban olarak gönderilmişimdir.” Abdullah bin
Amr diyor ki : Rasûlullah (a.s.)’ın bu sözleri Kureyşlilere soğuk duş etkisi
yaptı ve onlar dona kaldılar. Daha sonra, onlardan en çok konuşan biri ileriye
gelip Hazreti Peygamber (a.s.)’i yatıştırma için epeyce dil döktü, hatta şunu
da söyledi: “Ey Ebu’l-Kasım, buralardan ses çıkarmadan geç. Sen daha önce
aptal değildin.” Rasûlullah (a.s.) oradan sessizce ayrıldı. Ertesi gün bunlar
yine orada toplandılar ve ben onlarla beraberdim. Onlar aralarında şöyle
dediler: “Hiç hatırlıyor musunuz, bu adam (Hz. Peygamber) sizinle ilgili olarak
ne kadar ileriye gitmiştir? Hatta dün bize neler demedi ki. Ama siz onu hiçbir
şey olmamış gibi bıraktınız.” Kureyşliler kendisine hücum ettiler ve “bize
böyle böyle diyen sen misin?” Rasûlullah (a.s.) da “evet onları diyen benim”
dedi. Bu arada, o hayvanlardan birinin, Rasûlullah (a.s.)’ın çarşafını
yakasından tutarak sıktığım gördüm. Bu sırada Hz. Ebû Bekr (r.a.) duruma
müdahale etti ve Rasûlullah (a.s.) için siper oldu. Kendisi ağlıyordu ve
mırıldanıyordu: “Siz bu kişiyi, sadece Rabbim Allah’tır dediği için mi boğmak
istiyorsunuz.” Bundan sonra adamlar oradan dağıldılar. İşte tanık olduğum
Kureyşlilerin Hazreti Peygamber (a.s.)’e yaptıkları en kötü muamele budur. (Müsned-i
Ahmed’de bu olay aynı şekilde geçiyor).30.2. HZ. HAMZA (R.A.)’NIN İSLÂM’I
KABUL ETMESİİşte bu sıralarda, Hazreti Hamza (r.a.)’nın da İslâm dairesine
girmesine sebep olan bir vak’a meydana geldi. Tarihçiler, Hz. Hamza’nın İslâm’ı
kabul ediş tarihi konusunda değişik ifade kullanmışlardır. İbni Hacer, “İsâb”de
Hz. Hamza’nın, Bi’set’in ikinci yılında müslüman olduğunu yazmıştır. İbn Abd
il-Berr önce 2. yıl yazmış daha sonra, Hz. Peygamber(a.s.) Dâr-ı Erkâm’a
girdikten sonra Bi’set’in 6. yılında müslüman olduğunun bildirildiğini
kaydetmiştir. Fakat İbni Sa’d, İbn-ul-Cevzi ve Utekî bu tarihin kesinlikle
Bi’setten sonra 6. yıl olduğunu açıklamışların İbn-ul-Kayyım da “Zâd’ul Me’âd”da
Hz. Hamza’nın İslam’ı kabul etme vak’asını müslümanların Habeşistan’a ikinci
hicretinden sonra kaydetmiştir. Aynı görüşü İbni Esir, “Tarih’ul-Kâmü”de
açıklamıştır. Ayrıca, Hz. Hamza’nın müslüman olmasına yol açan olayın mahiyeti
de olayın Bi’set’ten sonra 2. yılda meydana gelmediğini göstermektedir. Böyle
bir olay ancak İslam ile Küfr arasındaki çekişmenin en çetin safhaya varmasından
sonra meydana gelebilirdi çünkü. Bi’set’in ikinci yılında, Ebû Cehl, Hazret
Peygamber (a.s.)’e küfretmek şöyle dursun, onunla göz göze gelmeye bile cesaret
edemezdi. Olay şöyledir:İbni İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) bir gün Safâ
yakınlarından geçiyordu. (Bazı diğer rivâyetlere göre Hacûn’dan geçiyordu). O
sırada Ebu Cehl, Hazreti Peygamber (a.s.)’e ana-avrat küfretmeye başladı ve hem
kendisi hem dini hakkında çok kötü lâflar etti. Fakat Rasûlullah (a.s.) onun
hezeyanlarına kulak asmadı. Bu haberi, Beni Teym’in bir reisi olan Abdullah bin
Cud’ân’ın serbest bıraktığı bir hizmetçisi (bazı rivayetlere göre Hz. Hamza’nın
kız kardeşi Hz. Safiyye veya iki kadın) Hz. Hamza (r.a.)’ya iletti. Hz. Hamza
(r.a.) Kureyş kabilesinin en soylu, cesur ve şerefine düşkün bir zatı idi.
Rasûlullah (a.s.)’ın hem amcası, hem süt kardeşiydi. Ayrıca, annesi de
Rasûlullah (a.s.)’ın annesi, Amine’nin amca kızıydı. Hz. Hamza yaşça da Hz.
Peygamber (a.s.)’den ancak 2-4 yaş büyüktü. Hz. Hamza (r.a.) Rasûlullah (a.s.)’ı
çok seviyor ve sayıyordu. Ava meraklıydı ve yay ve okla avdan dönerken,
kendisine Ebû Cehl’in küstahlığıyla ilgili haber ulaştı. Öfke içinde Harem’e
gidip Ebu Cehl’in başına öyle bir yay darbesi vurdu ki, başı yarıldı; sonra
şöyle dedi: “Sen ona küfrediyorsun ha! Al işte ben de onun dinine girdim ve o ne
diyorsa ben de onu diyorum. Cesaretin varsa aynı küfürleri bana da yap.” Bunun
üzerine Beni Mahzûm’un adamları galeyana geldiler ve kavga etmek istediler. Ama,
Ebû Cehl dedi ki, “Bırakın Ebû Umâre (Hz. Hamza)’yi, ben onun yeğenine
hakikaten çok kötü küfürler ettim.” Taberânî ve İbni Ebî Hâtim’in rivâyetine
göre Hamza (r.a.) şöyle dedi: “Benim dinim de Muhammed’in dinidir. Cesaretiniz
varsa beni durdurun bakalım.”“El-Meğâzi” yazarı Yunus bin Bukeyr, İbn İshâk’a dayanarak bu
hikâyeyi daha etraflıca anlatmıştır. Buna göre, Hz. Hamza hiddet içinde namusu
için İslâmiyet’i kabul etmişti. Ama eve döndükten sonra kendi kendine dedi ki:
“Vallahi, ben Kureyş’in mümtâz reislerinden biriyim. Ben dinden dönen bir kişiye
tabi oldum ve atalarımın dinini terk ettim. Bunun yerine ölseydim daha iyi
olurdu.” Daha sonra Allah’a dua etti: “Ya Rab, eğer bu doğru yolsa kalbimi
bundan yana yap. Değilse, bundan kurtulmam için bir yol göster.” Hz. Hamza
(r.a.) o gece Şeytan’ın vesvesesi yüzünden çok huzursuz kaldı, ta ki sabah oldu.
Sabah Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gitti ve “yeğenim, ben şu anda içinden
çıkılmayacak bir durumdayım. Biliyorsun, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
bilmeyen benim gibi bir adam için bu çok büyük bir meseledir.” Rasûlullah (a.s.)
onun vesvese, şüphe ve tereddütlerini dinledikten sonra ona nasihatte bulundu;
Allah’tan korkmasını istedi ve müslüman olmasından dolayı kutladı. Nihayet
Allah, Hz. Hamza’nın kalbini imanla doldurdu. Ve nihayet, Hz. Hamza dedi ki,
“senin doğru olduğunu ilân ediyorum.” (Bu olayı Beyhakî de Yunus bin Bukeyr ve
İbni İshâk’a dayanarak nakletmiştir).30.3. HZ. ÖMER (RA.)’NIN İSLÂM’I
KABUL ETMESİKureyş henüz bu büyük darbenin etkisinden kurtulmamışken ikinci
bir büyük darbe daha yedi ve bir gün Hazreti Ömer bin Hattab (r.a.)’ın da
müslüman olduğunu duyunca deliye döndü. Hz. Ömer (r.a.), İslâmiyete muhalefet
eden cephenin en ağır toplarından biriydi ve iman edenlere zulüm etmekte önde
idi. Kureyşliler ona büyük saygı gösteriyorlardı. Arabistan’da revaçta olan
soylarla ve şecerelerle ilgili hesap tutmada uzmandı. Kureyşliler onu bazı
diplomatik faaliyetleri için dışarıya gönderirlerdi. Kabileler arasında kavga ve
anlaşmazlıklarda arabuluculuk ve hakemlik görevlerini de yapardı ve verdiği
kararlara büyük önem verilirdi. Çok güçlü, cesur ve yiğitti. İyi bir biniciydi.
Büyük bir konuşma kabiliyetine sahipti ve usta bir hatipti. Kureyşliler, Hz.
Ömer (r.a.) gibi bir şahsiyetin kendi kamplarından çıkıp karşı kampa geçeceğini
akıllarının uçlarından bile geçirmemişlerdi. Fakat Allah’ın hikmeti böyle idi.
Hz. Ömer (r.a.)’in iç dünyası değişiyordu ve kendisinin İslam ordusunun bir
neferi olması için sahne hazırdı bile.30.3.1. Hz. Ömer
(r.a.)’in Etkilendiği İlk OlayMüsned-i Ahmed ile Taberânî’de Hz. Ömer’in etkilendiği ilk
olaydan söz edilmiştir. Bunu Hz. Ömer (r.a.) kendisi dile getirmiştir. O diyor
ki, “ben İslâmiyet’i henüz kabul etmemişken bir gün Rasûlullah (a.s.)’ı
rahatsız etmek üzere evden çıktım. Ben oraya varınca Rasûlullah (a.s.) namaza
kalkmıştı ve Hakka sûresini okuyordu. Ben arkasına geçtim ve kendisini sessizce
dinlemeye çalıştım. Kur’an-ı Kerim’in sihri benim bütün vücudumu sarmıştı ve
kendi kendime diyordum ki bu adam mutlaka bir şairdir, nitekim Kureyşliler
kendisine bu lakabı takmışlardı. O sırada Rasûlullah’ın mübarek ağzından şu
kelimeler çıktı:“Şüphesiz Kur’ân çok şerefli bir peygamberin sözüdür. O, bir
şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz.” (Ayet; 40-41)O zaman dedim ki, kendisi mutlaka bir kâhindir. Tam o sırada
Rasûlullah (a.s.) şu ayetleri tilavet ediyordu:“(O) bir kâhin sözü değildir. Ne az düşünüyorsunuz. O, alemlerin
Rabbi Allah tarafından indirilmiştir.” (Ayet; 42-43)“Bu kelâmı dinledikten sonra İslam kalbime yerleşmeye başladı.”
(Bu olayı İbni Sencer, kendi müsnedinde nakletmiştir.)30.3.2. Hz. Ömer
(r.a.)’in Habeşistan’a Hicret’ten EtkilenmesiHz. Ömer (r.a.)’in, İslâm’dan etkilendiği ikinci olay, İbni
Hişâm’ın “Siret’inde İbni İshâk’tan, Taberânî’nin tarihinde ve İbn Esîr’in “Üsdül-Ğabe”sinde
Hz. Leylâ binti Ebi Hasme (r.a.)’den naklolunmuştur. Hz. Leylâ, Hz. Ömer’in
yakın akrabalarındandı ve kocası Hz. Amir bin Rebi’at-ul-‘Anzi ile beraber
Habeşistan’a gitmişti. Hz. Leylâ’nın ifadesine göre, “ben hicret için
eşyalarımı topluyordum ve kocam Amir bin Rebî’a bir iş için dışarıya çıkmıştı.
Derken, henüz müslüman olmamış olan Hz. Ömer bize geldi. Biz onun elinden çok
çekmiştik. Fakat o sırada o, bir yerde durup bizi seyrediyordu. Sonra lafa
girdi, “Abdullah’ın annesi, gidiyor musun?” “evet, sizler bizi çok rahatsız
ettiniz ve bize çok zulüm ettiniz. Biz artık Allah’ın topraklarından birine
gideceğiz. Umarız orada bu zorluklardan kurtuluruz” dedim. Bunun üzerine Hz.
Ömer “Allah sizinle beraber olsun” dedi. Sesi titriyordu ve yüzü ağlamaklıydı.
Bizim Mekke’den ayrıldığımızda belli ki çok üzülmüştü. Bundan sonra Amir
gereken eşyaları getirince kendisine dedim ki, “Abdullah’ın babası, keşke sen
Ömer’i görseydin. Bizim ayrılmamıza nasıl da üzülüyordu, zavallı. Az önce
burada idi.” Amir, benim, onun müslüman olmaya meyilli olduğunu sezip
sezmediğimi sordu. Ben “evet” dedim. Amir dedi ki: “Biraz önce gördüğün adam,
Hattab’ın eşeği müslüman oluncaya kadar müslüman olamayacaktır.”30.3.3. Hz. Ömer
(r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?Hz. Ömer (r.a.)’in kafası karma karışıktı. Hak ile Batıl
arasında bocalıyordu. Bu zihnî yükten kurtulmak ve her şeyi bitirmek için
Rasûlullah (a.s.)’ı öldürmeyi plânladı. İbni İshâk’ın ifadesine göre Hz. Ömer bu
niyetle kılıç kuşanarak evden çıktı. Ama yolda bizzat Hz. Ömer’in kabilesinin
eşrafından olan ve gizlice müslümanlığı kabul etmiş olan Hz. Nu’aym bin Abdullah
en-Nahhâm ile karşılaştı. Kendisi, “hayır ola, ne tarafa?” diye sordu. Hz. Ömer
“Kureyş arasında ikilik yaratan, hepimizi enayi yerine koyan, dinimizi ayıplayan
ve mabutlarımızı kötüleyen o sabi (dinsiz)’yi öldüreceğim.” Nu’aym dedi ki,
“vallahi, senin nefsin seni aldatmıştır. Sen zannediyor musun ki, Muhammed
(a.s.)’i öldürdükten sonra Abd-i Menaf seni sağ bırakacaktır? Sen önce kendi
evine bak.” Hz. Ömer, “hangi eve?” diye sordu. Nu’aym dedi ki: “Senin enişten ve
amcazaden Sa’id bin Zeyd ve kardeşin Fâtıma ikisi de müslüman olmuşlardır. Ve
onlar Muhammed (a.s.)’e tabi olmuşlardır.” Hz. Ömer bunu duyar duymaz öfke
içinde kız kardeşinin evine gitti. Orada Hz. Habbâb bin Erett önünde bir kumaş
parçası açıp oturuyordu. Kumaş parçasında Tâhâ Sûresi yazılıydı. Erett bundan
Hz. Fâtıma’ya okuyordu. Hz. Ömer (r.a.)’in gelişi belli olunca Hz. Habbâb evin
bir köşesinde saklandı ve Hz. Fâtıma ise Kur’an’ın yazılı olduğu kumaş
parçasını baldırının altına sakladı. Fakat Hz. Ömer o zamana kadar Hz. Erett’in
kıraatını duymuştu. İçeriye girdikten sonra, “biraz önce duyduğum ses neydi?”
diye sordu. Hz. Fâtıma ile Hz. Sa’id (r.a.) dediler ki öyle bir ses yoktu. Hz.
Ömer dedi ki: “hayır vardı”. Sonra şunları ekledi: “Duyduğuma göre siz ikiniz
Muhammed (a.s.)’in dinine tâbi olmuşsunuz.” Bunu dedi ve eniştesini dövmeye
başladı. Hz. Fâtıma (r.a.) kocasını kurtarmak isteyince o da dayak yedi; öyle ki
başı yaralandı. Bu noktada karı koca dediler ki: “Evet biz müslüman olduk ve
Allah’ın Rasûlüne iman ettik. Artık sen ne istersen yap.” Hz. Ömer (r.a.) kız
kardeşinin başından kan aktığını görünce yaptığı hatadan pişman oldu ve az önce
okudukları Kur’ân parçasını getirmesini söyledi: “Bakayım, Muhammed (a.s.)’in
getirdiği şey ne imiş” dedi. Hz. Ömer (r.a.) okuma yazma bilen bir kişiydi ve
Kur’an’ı okumak istiyordu. Fakat kız kardeşi dedi ki: “Senin bunu
kaybedeceğinden endişe ediyoruz”. Hz. Ömer dedi ki: “Hiç endişelenme” ve
mâbudlarına yemin ederek bunu geri vereceğini söyledi. Kız kardeşi bu arada
ümitlenmişti, belki Ömer müslüman olur diye. Onun için kendisine dedi ki:
“Sevgili kardeşim, sen müşrik olduğun için temiz değilsin. Halbuki, bu kitaba
ancak temiz İnsanlar el sürebilir.” Bunu duyunca Hz. Ömer banyo yaptı ve Hz.
Fatma kendisine Kur’an-ı Kerim’in o parçasını verdi. Hz. Ömer, Tâhâ sûresinin
henüz ilk bölümünü okumuşken, “ne kadar güzel ve şahane bir belagattır bu”
dedi. Hz. Habbâb bin Erett, “ey Ömer, öyle sanıyorum ki Rasûlullah (a.s.)’ın
duasının gerçekleşme ânı gelmiştir. Çünkü ben Rasûlullah (a.s.)’ın dün böyle dua
ettiğini duydum: “Ya Rabb, Ebu’l-Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) veya Ömer bin Hattab
vasıtasıyla îs-lâm’ı teyid et.” Onun için ey Ömer gel, Allah’a gel.” Hz. Ömer,
“Beni Muhammed (a.s.)’e götürün ki, müslüman olayım” dedi. Hz. Habbâb bin Erett
dedi ki, “kendisi Safa yakınlarında bir evde (Dâr-ı Erkam) bazı sahabelerle
oturuyor.” Böylece Hz. Ömer, belinde kılıç asılı vaziyette Rasûlullah (a.s.) ve
arkadaşlarının bulunduğu eve itti ve kapıyı çaldı. Sahabelerden biri kalkıp
dışarıya göz attı. Baktı Hz. Ömer belinde kılıçla bekliyor. Çok korktu ve geriye
dönüp Rasûlullah (a.s.)’a haber verdi. Hazreti Hamza dedi ki: “Müsaade edin,
gelsin. Niyeti iyiyse biz de kendisine iyi muamele ederiz. Yok niyeti bozuksa,
onun kılıcıyla onun işini bitiririz.” Rasûlullah (a.s.) da dedi ki: “Gelsin”.
Verilen emre uyuldu ve Hz. Ömer içeriye alındı. Hz. Ömer içeriye girer girmez,
Hz. Peygamber (a.s.) onun çarşafının bir ucunu sımsıkı eline alarak sordu: “İbni
Hattab, seni buraya getiren nedir? Vallahi bana öyle geliyor ki Allah sana
büyük bir âfet göndermediği sürece sen vazgeçmeyeceksin.” Hz. Ömer dedi ki: “Ya
Rasûlullah, ben Allah ve Rasûlüne ve Rasûlün talimatına iman etmek için
huzurunuza gelmiş bulunuyorum.” Bunu duyunca Rasûlullah (a.s.) “Allahu Ekber”
diye seslendi. Bu tekbir sesiyle evdeki herkes Hz. Ömer’in müslüman olduğunu
anlamış oldu. Müslümanlar buna çok sevindiler. Hz. Hamza (r.a.)’dan sonra Hz.
Ömer’in de müslüman olması müslümanların gücüne güç kattı. İbni İshâk Medine’li
ravilerin Hz. Ömer’in İslâm’ı kabul etmesiyle ilgili rivayetlerinin bundan
ibaret olduğunu belirtiyor. Hâfız Ebû Ya’lâ bu rivâyeti Hz. Enes bin Mâlik’e
dayanarak nakletmiştir. Bezzâr ise bizzat Hz. Ömer’in ifadelerini kullanmıştır.30.3.4. Hz. Ömer
(r.a.)’in Kendi İfadesiBezzâr, Taberânî, Beyhakî, İbni Asâkir, Ebû Nu’aym ve Dârekutnî;
Hz. Enes bin Mâlik, Ömer’in mevlası Eslem ve vs.’ye dayanarak bizzat Hz. Ömer’in
kendi ifadesiyle İslâmiyet’i kabul etmesinin hikâyesini kaydetmişlerdir. Bu
ifade, çok ufak tefek ayrıntıların dışında yukarıda naklettiğimiz İbni İshâk’ın
rivâyetinin aynısıdır. Yine de, Ebu Nu’aym ve İbni Asâkir’in Hz. Abdullah bin
Abbas’a dayanarak naklettikleri Hz. Ömer’in rivâyetinde şu ilave bilgiler
vardır: “Ben müslüman olduktan sonra Rasûlullah (a.s.)’a dedim ki, “ya
Rasûlullah ister ölelim ister kalalım, biz Hak üzerinde değil miyiz?” Rasûlullah
(a.s.) dedi ki, “canım elinde olan Rabbime yemin ederim, siz ölseniz de,
kalsanız da, Hak üzerindesiniz.” Ben dedim ki, “o zaman, ya Rasûlullah (a.s.),
gizlenmemize ne gerek vardır? Biz hak üzerinde ve onlar batıl üzerinde iken
dinimizi niçin saklayalım?” Rasûlullah (a.s.) buyurdu: “Ey Ömer, sayımız çok
azdır ve bizim hangi şartlar altında yaşadığımızı görüyorsun.” Ben arz ettim:
“Sizi Hak ile beraber peygamber olarak öndermiş olan Rabbime yemin ederim,
bundan sonra, daha önce küfrümle oturduğum hiçbir toplantıyı bırakmayacağım.
Artık oralarda İslâm’la oturacağım.” Daha sonra biz iki grup halinde oradan
çıktık. Bir grupta Hz. Hamza (r.a.) ve bir gurupta ben vardım. Bu şekilde
Mescid-i Haram’a girdik. Kureyşliler bizi böyle görünce beyinlerinden vurulmuşa
döndüler. Çok üzüldükleri ortadaydı.” Bu olayı İbn Mâce ile Hâkim ve İbni Sa’d
biraz değişik şekilde aktarmışlardır. İbni Hişâm, Hz. Ömer’in şu ifadesini de
nakletmiştir: “İslâmiyeti kabul ettiğim gün düşündüm ki, Rasûlullah (a.s.)’ın
en ezeli düşmanını İslâm’a davet edeyim. Bunun üzerine doğru Ebu Cehl’e gittim
ve evinin kapısını çaldım. Ebu Cehl beni görünce her zamanki hoş tavrıyla, “Hoş
geldin yeğenim, hayır ola ne için geldin?” diye sordu. Ben de ona dedim ki, “ben
müslüman oldum, bunu sana haber vermeye geldim.” Ebu Cehl, “lânet olsun sana ve
senin getirdiğin şeye” dedi ve pat diye kapıyı kapattı.”30.3.5. Hz.
Abdullah bin Ömer (r.a.)’in Rivâyetiİbni İshâk, Nâfi’e dayanarak Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in
rivâyetine nakletmiştir, ki bunun bazı değişik kısımları şöyledir: “Hz. Ömer
(r.a.) İslâmiyeti kabul ettikten sonra arkadaşlara sordu: “Kureyşten haberleri
en süratli şekilde yayan kişi kimdir?” Arkadaşlar Cemil bin Ma’mer bin Habib
el-Cumahi’nin adını verdiler. Hz. Ömer bu zâtı aramaya çıktı. Ben (Hz. Abdullah)
de peşinde idim. Ben o sıralarda bir şeyi görüp anlayacak yaşta idim.[2]
Hz. Ömer, Cemil’i buldu ve ona dedi ki: “Ben müslüman oldum ve Muhammed’in
dinini kabul ettim.” Bunu duyar duymaz Cemil sessizce yerinden kalktı ve
bulunduğu yerden ayrıldı. Hz. Ömer onun peşinde idi, ben de onların peşinde. O
adam Mescid-i Haram’a vardıktan sonra, “ey Kureyşliler” diye bağırdı. Kureyşli
kabile reisleri o sırada Kâ’be’nin etrafında gruplar halinde oturuyorlardı.
Onlar, Cemil bin Ma’mer’in sesini duyunca dikkatlerini ona çevirdiler. O dedi
ki, “haberiniz olsun, Ömer dinden dönmüştür.” Hz. Ömer arkasından bağırdı:
“Hayır, bu adam yalan söylüyor, ben dinimden dönmedim. Ben sadece müslüman
oldum ve ilân ediyorum ki Allah’tan başka bir ilah yoktur ve Hz. Muhammed
(a.s.) O’nun kulu ve Rasûlüdür.” Bunun üzerine kavga çıktı. Kureyşliler Hz.
Ömer’i dövüyordu, Hz. Ömer de gücü yettiği kadar onları hırpalıyordu. Nihayet
güneş yükseldi ve Hz. Ömer yorulup oturdu. Adamlar onun etrafında oturuyor veya
ayakta duruyordu. Hz. Ömer de diyordu ki, ne isterseniz yapın. Bu arada
Kureyşlilerden ihtiyar ve muhterem bir zât öne çıktı ve kalabalıktan meselenin
ne olduğunu öğrenmek istedi. Kalabalık dedi ki, “Ömer dinden dönmüştür.” O zât
dedi ki, “Allah Allah ne oldu yani? Bu adam istediği dini seçmiştir. Onun işine
ne karışıyorsunuz, Beni Adiyy’in kendi adamını size teslim edeceğini mi
sanıyorsunuz? Bırakın onun peşini.” Bu sözler üzerine kalabalık dağıldı. Ben
babama bu adamın kim olduğunu sordum. “Oğlum, o As bin Vâil Sehmi (Amr İbn ul-As’ın
babası) idi” dedi babam.” Taberânî ile Bezzâr, Abdullah bin Ömer’in bu
rivâyetini özetleyerek nakletmişlerdir.Buhârî’de yer alan Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)’in rivâyetindeki
bazı yeni bilgiler şunlardır: “Hz. Ömer (r.a.) evinde korku içinde otururken,
Cahiliyye döneminde bizim müttefikimiz olan As bin Vâil kendisine geldi ve niçin
böyle oturduğunu sordu. Hz. Ömer dedi ki, “senin adamların beni öldürmek
istiyorlar, zira ben müslüman olmuşumdur.” As bin Vâil Sehmi dedi ki, “ben sana
emân verdiğim için kimse sana el kaldıramaz.” As kendilerine ne istediklerini
sordu. Onlar dedi ki, “biz Ömer’in işini bitirmek istiyoruz. O dinden
dönmüştür.” As bin Vâil Sehmi onları sert bir dille uyardı ve dedi ki: “Kimse
Ömer’e el kaldıramaz.” Bunun üzerine herkes dağıldı.”30.3.6. Hz. Ömer
(r.a.)’in İslâmı Kabul Etmesinin TarihiHz. Ömer (r.a.) İslâmiyet’i, Hz. Peygamber (a.s.)’in bi’setinin
6. yılında kabul etmiştir. Nitekim, İmam Nevevî, “Tezhib’ul-Esmâ”da ve “el-Lugât”ta
ve Molla Ali Kâri “Erba’in-i Nevevî’nin Şerhi’nde bunu yazmışlardır. Bazı
yazarlar, Hz. Ömer’in, Hz. Hamza’nın müslüman olmasından üç gün sonra, bazıları
da üç ay sonra İslâmiyet’i kabul ettiğini belirtmişlerdir. Fakat Ebû Nu’aym
İsfahani, Hz. Abdullah bin Abbas’ın bizzat Hz. Ömer’e İslâmiyet’i ne zaman kabul
ettiğini sorduğunu ve kendisinin Hz. Hamza’dan üç gün sonra müslüman olduğunu
anlattığını kaydetmiştir. İbni Sa’d, Eslem (r.a.)’e dayanarak Bi’setten sonra
Zilhicce 6 tarihini vermiştir. Fakat, bu olayın bundan daha önce geçmiş olması
ihtimali vardır. Süheylî, Hz. Ömer’in müslüman olduğu sırada Rasûlullah (a.s.)’ın
etrafında sadece 40 müslüman bulunduğunu yazmıştır. Vâhidi ise buna 10 kadını
eklemiştir. Ancak Hâfız İbni Hacer, “Menâkıb-ı Ömer” adlı eserinde İbni Ebi
Hayseme’ye dayanarak Hz. Ömer’in şu sözlerini nakletmiştir: “Rasûlullah (a.s.)’ın
yanında 30 kişi vardı. Ben onlara katılarak 40 sayısını tamamladım.” Pek
mümkündür ki, Hz. Ömer ancak bu kişilerin müslüman olduğunu biliyordu. Zira
birçok müslüman din ve imanlarını gizli tutuyordu.30.4. Şİ’B-İ EBÎ TÂLİB’DEKİ ESARET
Bu sıralarda Kureyş’in öfke ve hiddeti dorukta idi. Zira onların
bütün oyunlarına, entrika, baskı, zulüm ve işkencelerine rağmen İslâmiyet
günden güne gelişiyordu. Bu durum sadece Mekke’ye mahsus değildi. Mekke’nin
dışındaki kabileler de İslâm camiasına giriyorlardı. Ayrıca müslümanların adı
ve sanı Habeşistan’a kadar duyulmaya başlamıştı. Habeş Kralı Necâşî,
müslümanların hamisi olmuştu. Habeşistan’dan da bazı Hıristiyanlar heyet halinde
Mekke’ye gelip müslüman olmaya başlamışlardı. Bunun yanı sıra, Hz. Hamza (r.a.)
ile Hz. Ömer gibi yiğit ve namlı kabile reislerinin İslâmı kabul etmesi
müslümanları hayli cesaretlendirmişti. İbn Ebi Şeybe ile Taberânî, Hz. Abdullah
bin Mes’ûd’un şu sözlerini nakletmişlerdir: “Vallahi, Hz. Ömer İslâmiyet’i
kabul edinceye kadar Beytullah’ın etrafında namaz kılamıyorduk.”Bütün bu faktörler birleşerek Kureyşlileri o kadar çileden
çıkardı ki, onlar bir mahzer (vesika) hazırladılar. Bu mahzer, Hz. Muhammed
(a.s.)’in ailesinin ve diğer müslümanların boykot edilmesinin ilânıydı. Bu
mahzere imza koyanlar, Beni Hâşim ve Beni el-Muttalib Hz. Muhammed (a.s.)’i
kendilerine teslim etmedikçe bu iki aile ile her türlü ilişkilerini, evlilik
bağları, konuşma, alış veriş ve diğer sosyal ve ekonomik bağlarını keseceklerini
ilân ettiler. Kureyş’in bütün ailelerinin reisleri bu belgeyi tasdik ettiler ve
bunu Kâ’be’ye astılar. İbni Sa’d ile İbn Abd-il-Berr’in ifadesine göre bu olay 1
Muharrem, Bi’setten sonra 7. yılda[3]
cereyan etmişti.Mûsâ bin Ukbe, İmam Zührî’ye dayanarak “Meğâzi”de demiştir ki,
Ebu Tâlib Kureyşlilerin Hz. Muhammed (a.s.)’in canına kastettiklerini duyunca
Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’i topladı ve onların Hz. Muhammed (a.s.)’i
yanlarına alıp Şi’b-i Ebi Tâlib’te[4]
toplanmalarını onu bu son nefeslerine kadar korumalarını istedi. Ebu Tâlib’in bu
önerisini her iki aile de kabul etti ve ailelerde yer alan ister müslüman, ister
kâfir olsun herkes Şi’b-i Ebi Tâlib’e çekildiler. Kureyş’in, diğer kabile
reislerinin yukarıda bahsedilen mahzeri o zaman imzalayıp Kâ’be’ye astığı
rivayet ediliyor[5].Bunun aksine İbni Sa’d, Vakıdi ile İbni İshâk’ın şu rivâyetini
nakletmiştir: Kureyşliler önce Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot
edilmesine ilişkin belgeyi hazırladılar ve daha sonra iki aile Ebu Tâlib’in
direktifi üzerine Şi’b-i Ebi Tâlib’te mahsur kaldılar. Aynı ifadeyi, İbni Abd
il-Berr kendi siyer kitabında kullanmıştır. Ebû Leheb, bu kritik ânda
ailesinden uzak kaldı ve gidip Kureyşli boykotçulara katıldı. Beni Abd-i
Menâfin geriye kalan iki ailesi Beni Abd-i Şems ile Beni Nevfel de kendi
soylarından uzak kaldılar ve düşmanlarına katıldılar.İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib’in mahsur kalmalarının müddetini 2-3 sene olarak göstermiştir.
Ancak, İbni Sa’d ile Mûsâ bin Ukbe bu müddetin kesinlikle üç olduğunu tesbit
etmiştir. Bütün bu süre içinde Kureyşlilerin muhasarası bütün acımasızlığıyla
devam etti. Şi’b-i Ebi Tâlib’tekiler öylesine boykot ve tecrit edildiler ki,
onlara bütün ikmal yolları kesildi. Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre dışardan
tüccar ve satıcılar gelince Mekkeliler onların etrafını sarar ve bütün yiyecek,
içecek, giyecek türünden mallarını satın alırlardı, ki muhasara altındakilere
bir şey kalmasın. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ebu Leheb, Mekke’ye gelen
tüccarlardan muhasara altındakilerden mallarının normal fiyatının beş-altı
mislini isterdi. Fiyat bu kadar yüksek olunca kuşatılmış kişiler istedikleri
mallan alamıyorlardı. Daha sonra da Ebu Leheb bütün bu mallan normal fiyatlara
alırdı. İbni Sa’d ile Beyhakî’nin rivâyetine göre mahzur kalanların durumu
öylesine kötüleşmişti ki, aç çocuklarının inilti sesleri Şi’b-i Ebi Tâlib’in
dışına kadar duyuluyordu. Mahsur kalanlar ancak Hac mevsiminde saklandıkları
yerden çıkabiliyorlardı ve ikinci hacca kadar aynı yerde bulunuyorlardı.Muhasara süresince Hz. Hatice (r.a.)’nin yeğeni Hakim bin Hizam
ve Nadle bin Hâşim bin Abd-i Menâfin yeğeni (üvey kardeşi) Hişâm bin Amr ve
el-Amiri gizlice mahzur kalanlara yardım ederlerdi. İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a
dayanarak yazdığına göre, bir defasında Ebu Cehl, Hakim bin Hizâm’ın teyzesi
için erzak götürürken yakaladı ve kendisine şöyle dedi: “Sen Beni Hâşim için
yiyecek ve erzak götürüyorsun ha! Vallahi, ben seni Mekke’de herkesin önünde
rezil etmeden bırakmayacağım.” Bu sırada Beni Esed bin Abdul-Uzza bin
Kusayy’dan ve Hz. Hatice’nin yakın akrabası olan Ebul-Bahteri bin Hişâm oraya
geldi ve meselenin ne olduğunu sordu. Ebu Cehl dedi ki, “bu adam Beni Hâşim için
erzak götürüyordu.” Ebul-Bahteri dedi ki: “Bırak onu, o teyzesine erzak
götürüyor. Bu erzak da teyzesinindir. Sen Hatice (r.a.)’nin erzakını ona
götürmesine izin vermeyecek misin?” Ebu Cehl “hayır” diye cevap verdi. Bunun
üzerine ikisi arasında kavga çıktı ve Ebül-Bahteri, Ebu Cehl’i iyice hırpaladı.
Öyle ki, bir devenin çene kemiğiyle başını yardı. Bütün bu olayı Hz. Hamza
dikkatle izliyordu. İki kâfir durumun farkına varınca, Beni Hişâm memnun
olmasın diye utanarak kavgalarına son verdiler. İbni Hişâm ayrıca, İbni İshâk’a
dayanarak Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bir hikâyesini de nakletmiştir. Verilen
bilgiye göre Hişâm bin Amr da gizlice Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e yardım
ederdi. Hişâm erzakları bir deve üzerine koyup getirir ve gece Şi’b-i Ebi
Tâlib’in kenarına gelip bunu çukura yuvarlayıverirdi. Mahsur kalanlar erzakı
aşağıdan alırlardı ve deveyi serbest bırakırlardı. Kureyşliler onu da tehdit
ettiler, ama Ebu Süfyan onu bırakmalarını söyledi ve bir kişinin akrabalarına
yardım etmesine mani olunmamasını istedi.Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesi olayı bütün
şiddetiyle devam ediyordu. Ama daha evvel belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.)
davet işini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Boykot başlayalı iki yıl olmuştu ki,
Ay’ın ikiye bölünme Mu’cizesi gibi muazzam bir olay meydana geldi. Mekkeli
kâfirler böyle bir Mu’cizeyi göz ardı edemezlerdi. Muhaddisler ile müfessirler
bu Mu’cizenin, Medine’ye hicretten beş yıl önce (yani, Bi’setten sonra, 8.
yılda) Minâ’da meydana geldiğinde ittifak etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de de bu
olay şöyle anlatılmıştır:“Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Onlar bir Mu’cize görseler yüz
çevirip ‘bu devam edegelen kuvvetli bir sihirdir’ derler.” (Kamer; 1-2)Bazı akılcı kimseler ayın bölünmesi vak’asına akılcı yaklaşım
getirmeye çalışmışlardır. Bunlar “inşakk-al kamer” kelimelerini, ayın
bölünmesinin uzak bir ihtimal olduğunu düşünerek “ay bölünecek” anlamına
almışlardır. Halbuki bu kelimeler “ay bölündü” anlamındadır ve “ay bölünecek”
anlamını çıkarmaya çalışırsak, bütün ayetin tercümesi muğlak ve anlaşılmaz hale
gelir. İlk ayette ayın bölünmesi vak’ası kıyametle eşdeğer tutulmuştur. Yani,
ayın bölünmesi kıyametin bir işareti olarak gösterilmiştir. Bunun ilerde
meydana gelecek bir vak’a olarak kabul ettiğimizde “ayın bölünmesi”nin,
kıyametin alameti veya işareti olacağı söylenemez. Bundan sonraki ayetin manası
tamamıyla kaybolur. Zira orada deniliyor ki, bu kâfirler o kadar inatçı ve
sapıktırlar ki, bunlar dünyanın en büyük Mu’cizesini bile görseler buna sihir
diyeceklerdir. Bu olay uzak bir gelecekte vuku bulacak olsaydı, Mekkeli
kâfirlerin bu tutumundan böylece bahsedilmesi anlamsız olurdu. Zaten ay
Mu’cizesi çok muteber hadislerle de sabittir.Hadisler Buhârî, Müslim, Tirmizî, Ahmed, Ebû Avâne, Ebu Dâvûd
Tayalisi, Abdurrezzak, İbni Cerir, Beyhakî, Taberânî, İbni Merdûye ve Ebu Nu’aym
İsfahani’de birçok güvenilir senetlerle, özellikle Hz. Abdullah bin Ömer, Hz.
Huzeyfe bin el-Yeman, Hz. Enes bin Mâlik ve Hz. Cubeyr bin Mut’im tarafından
naklolunmuştur. Bunlardan üç zât, yani Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Huzeyfe ve
Hz. Cubeyr bin Mut’im bir Mu’cizenin görgü tanıkları olduklarını
açıklamışlardır. Diğer iki râvi, yani Hz. Abdullah bin Abbas ile Hz. Enes bin
Mâlik ise görgü tanığı olamazlar; zira bu olay onların doğuşundan önce ya da
küçük yaşta iken cereyan etmişti. Ama bunların ikisinin de mümtaz sahabeler
olduğu ve olayı büyüklerinden duydukları şüphe götürmez.Bütün rivayetler bir araya toplanınca ayın bölünmesi vak’asının
tafsilatı şöyle ortaya çıkar: Hicret’ten beş sene evveldi. Kameri ayın 14.
günüydü. Ay henüz çıkmıştı. Birden bire ikiye bölündü; bir parçası karşıdaki
tepenin bir tarafına, bir parçası da tepenin başka bir tarafına kaydı. Bu, bir
anlık bir durumdu. Daha sonra ayın iki parçası da birleşti. Rasûlullah (a.s.) o
sırada Minâ’da idi. Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki, “bakın ve buna
şahit olun.” Kâfirler dedi ki: “Muhammed bizi büyülemişti, onun için gözlerimiz
aldandı.” Diğer kimseler dedi ki, “Muhammed bizi büyüleyebilirdi, ama sizi ve
dışarıdakileri büyüleyemezdi, onlar gelsin, onların da bu olayı görüp
görmediklerini araştıralım.” Dışardan gelenler de dediler ki, onlar da bu
manzarayı görmüşlerdi.Bu olayın Mu’cize olup olmadığı ve işin aslının ne olduğuna daha
ayrıntılı bahsi bu kitabın ilk cildinde Hz. Peygamber (a.s.)’in Mu’cizeleri
bölümünde yaptığımız için, bu noktalara temas etmiyoruz.30.4.2. Ebû Tâlib
Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?Mekkeli serseri, gaddar ve inatçı kabile reisleri öfke içinde
olan diğer hemşehrilerinin durumundan istifade ederek şehrin iki kuvvetli ve
kudretli ailesi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in her bakımdan boykot
edilmesini temin etmişlerdi. Ama bu öfke ve hiddet geçici olduğu için boykotun
ilelebet devam etmesi düşünülemezdi. Mekke’de bu iki aile ile münasebet ve
akrabalıkları bulunmayan fert veya aile hemen hemen yok gibiydi. Bu sebeple,
başından beri bazı kimseler yakınlarının ve akrabalarının bu şekilde tecrit
edilmelerini beğenmemişlerdi. Boykot ve tecrit uzadıkça bu hoşnutsuzluk da
arttı. Zira Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e mensup olanlar, özellikle
çoluk-çocuk aç ve susuz kalmaya başlamışlardı. Çocukların iniltileri ve ağlama
sesleri çevrede duyuluyordu. Şi’b-i Ebi Tâlib’in dışında bulunan eş, dost ve
akrabalar çocukların bu inilti ve ağlamalarım duydukça tedirgin oluyorlardı.
Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre üç yılın sonunda Beni Hâşim ile evlilik ve
diğer ilişkilerde bulunan Beni Abd-i Menaf, Beni Kusayy ve diğer aileler
birbirine düştüler ve birbirini suçlamaya başladılar. Bunlar diyorlardı ki;
kendileri yakınlarını ve arkadaşlarını boykot etmekle Arabistan’da süregelen
geleneklerini açıkça ihlal etmişlerdir ve insanlığa aykırı davranmışlardır.Taberî ile İbni Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak ve
Belazuri, Vâkıdi’ye dayanarak, nihayet, Hişâm bin Amr ve el-Amiri’nin bu boykota
ve insanlık dışı harekete son vermek için seferber olduğunu yazmışlardır. Hişâm
ilk önce Beni Mahzûm’un reisi Züheyr bin Ebi Ümeyye ile görüştü. Züheyr, Hz.
Ümmü Seleme’nin kardeşi ve Hazreti Peygamber (a.s.)’in teyzesi Atike binti
Abdulmuttalib’in oğluydu. Hişâm, Züheyr’e dedi ki: “Ey Züheyr, sen rahat yiyip,
içip şenlik içinde yaşarken yakınlarının açlıktan ölmeleri, onlarla her türlü
alışverişin durdurulması ve onlarla bütün sosyal ve izdivaç ilişkilerinin
kesilmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor ve vicdan azabı çekmiyor musun? Ben
yemin ederim ki, aynı muamele Ebu’l-Hakem bin Hişâm’a (Ebû Cehl’e) yapılsa ve
onların en yakın akrabalarına bugün senin akrabalarına revâ görülen muameleyi
yapman emredilmiş olsaydı, o (Ebû Cehl) bunu asla kabul etmeyecekti.” Züheyr
dedi ki: “Ben tek başıma ne yapabilirin-.? Beni destekleyen olursa, inan ki,
akrabalarımızın tecrit edilmesiyle ilgili belgeyi yırtıp attırırım.” Hişâm dedi
ki: “Seni destekleyen ilk kişi benim.” Züheyr dedi ki: “Bir kişi daha bul.”Bundan sonra Hişâm, Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin reisi Mut’im
bin Adiyy’e gitti ve dedi ki: “Ey Mut’im sen Abd-i Menâfin iki büyük ailesinin
yok olmasını mı istiyorsun? Sen buna seyirci mi kalacaksın. Beni iyice dinle,
eğer bu konuda Kureyşlilerden yana çıkar ve Kureyşlilerin bu iki aileyi yok
etmelerine seyirci kalırsan, aynı muamele er geç sana da yapılacaktır. Mut’im
“ben tek başıma ne yapabilirim ki” dedi ve başkalarının da yanında olması
gerektiğini söyledi. Hişâm, “bir benim, bir de Züheyr bin Ümeyye.” Mut’im dedi
ki: “Bir arkadaş daha ara.”Bundan sonra Hişâm, Beni Esed bin Abdül-Uzzâ’nın reisi
Ebul-Bahteri As bin Hâşim ile görüştü ve Mut’im’e söylediklerini ona da
tekrarladı. Ebul-Bahteri “bizimle hemfikir olan başka kimse var mıdır?” diye
sordu. Hişâm “bir benim, bir Züheyr bin Ebi Ümeyye ve bir de Mut’im bin Adiyy”.
Ebul-Bahteri dedi ki, “Artık bir kişiyi daha bul, ondan sonra bu iş tamamdır.”
Bunun üzerine Hişâm, Zeme’a bin el-Esved bin Muttalib ile görüştü. Zeme’a, Beni
Esed bin Abdül-Uzza’nın kabile reislerinden biriydi ve o da bu işe evet dedi.Bundan sonra bu beş kişi gece vakti Mekke’nin yukarısında
Hacûn’da bir araya gelip boykot veya tecrit vesikasının yok edilmesi yolunda
gayret sarf etmek için and içtiler. Züheyr dedi ki, “Söze ben başlayacağım, ve
siz beni teyid edeceksiniz.” Ertesi sabah bu zevat Kureyşlilerin toplandıkları
yere gittiler. Züheyr, Kâ’be’yi 7 defa tavaf ettikten sonra Kureyşlilere
hitaben dedi ki: “Ey Mekke ahalisi, bir yanda Beni Hâşim can çekişirken bize
doyasıya yemek, içmek ve giymek yakışıyor mu? Ne onlardan bir şey satın
alınıyor ne de onlara bir şey satılıyor. Vallahi şu gaddarca ve merhametsizce
yazılan mahzer yırtıp atılıncaya kadar yerime tekrar oturmayacağım.” Ebu Cehl
bağırdı: “Sen yalan söylüyorsun. O mahzer yırtılmayacaktır.” Bu sırada Zeme’a
lafa karıştı ve Ebu Cehl’e dönerek, “Vallahi, en büyük yalancı sensin. İnan ki,
bu mahzer hazırlanırken de biz memnun değildik.” Sonra Ebul-Bahteri hemen
yerinden fırladı ve dedi ki: “Evet Zeme’a sen doğru söylüyorsun. Bu belgede
yazılanların hiçbirini beğenmemiştik ve onaylamamıştık.” Mut’im kalktı ve dedi
ki: “Siz ikiniz haklısınız ve sizden farklı görüş ileri süren yalancıdır. Biz
tanrı huzurunda bu vesikadan ve bunun içinde yazılanlardan beraat ediyoruz.”
Hişâm bin Amr da bunu teyid etti. Bunun üzerine Ebu Cehl dedi ki: “Bu bir
tertiptir. Siz bunu bir gece bir yerde hazırlamışsınızdır.”30.4.3. İlâhi
Kudretin Bir BelirtisiÖte yandan, İbni Sa’d ve İbni Hişâm ile Belâzuri’nin rivayet
ettiği gibi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’in boykot edilmesiyle ilgili
belgedeki bütün yazıların güve tarafından yenildiği ve sadece Allah’ın isminin
sağlam kaldığı Cenab-ı Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)’e bildirildi (İbni
İshâk, Musa bin Ukbe ve Urve’nin ifadeleri bunun tam aksidir. Bunlar diyorlar
ki, belgede iki aileye boykot ve zulüm yapılmasıyla ilgili yazı ve maddeler
sağlam kalmış ve sadece Allah’ın isminin bulunduğu yer güve tarafından
yenilmişti. Fakat bu ifadeler pek inandırıcı değildir ve daha doğru ve inanılır
ifade yukarıdaki yazarlarınkidir). Rasûlullah (a.s.) bunu amcası Ebu Tâlib’e
bildirdi. Ebu Tâlib, “bunu Rabbin mi sana bildirmiştir?” diye sordu.
Rasûlullah, “evet” dedi. Bunun üzerine Ebu Tâlib meseleyi kardeşlerine açtı.
Onlar Ebu Tâlib’in fikrini sordu. Ebu Tâlib şunları söyledi: “Vallahi, Muhammed
hiçbir zaman bana yalan veya yanlış bir şey söylememiştir.” Ebu Tâlib bundan
sonra ne yapılması gerektiğini öğrenmek istedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu:
“Bana kalırsa, siz en iyi elbiselerinizi giyip Kureyş’e gidin ve kendilerine
durumu izah edin.” Bu teklif üzerine ailenin büyükleri oradan Kureyşli büyük ve
akıllı simaların bulunduğu Hicr’e gittiler. Kureyşliler, Beni Hâşim ve Beni
el-Muttalib’in reislerinin bu şekilde kendilerine doğru gelmekte olduğunu
görünce şaşırdılar ve ne söyleyeceklerini merakla beklediler.Gerçi tarihçiler duruma bir açıklık getirmemişlerdir. Ama biraz
düşünecek olursak; Ebu Tâlib ve arkadaşlarının, Züheyr ve arkadaşlarının
haremde Ebu Cehil ile tam kapıştıkları sırada yetiştiklerini tahmin edebiliriz.
Ebu Tâlib oraya vardıktan sonra dedi ki: “Biz bir sual ile geldik, umarız siz
bunun doğru cevabını vereceksiniz.” Kureyşliler “Ehlen ve sehlen, hoş geldiniz.
Bizde sizi memnun edecek pek çok şey var. Siz ne istiyorsunuz?” diye sordular.
Ebu Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)’den duyduklarını anlattı ve şöyle dedi:
“Yeğenim bana bu haberi vermiştir ve vallahi, o hiçbir zaman yalan söylemez. Siz
o vesikayı getirin. Eğer yeğenimin söyledikleri doğruysa, bize uygulanan boykot
kaldırılsın ve bu vesikada ne yazılıysa geçersiz sayılsın. Fakat yeğenim yalan
çıkarsa ben onu size teslim ederim. Ondan sonra yapacağınızı siz bilirsiniz.
İster onu öldürün ister sağ bırakın.” Kureyşliler Ebu Tâlib’in iyi bir teklifte
bulunduğunu söylediler ve vesikanın getirilmesini emrettiler. Vesika geldi ve
herkes gördü ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e Rabbi tarafından verilen bilgi doğruydu.
Bunu gördükten sonra Kureyşliler dona kaldılar ve boyunları büküldü. Ebu Tâlib
şöyle dedi: “Gördüğünüz gibi zulüm, kötü muamele ve merhametsizlik gibi suçları
siz işlediniz. O halde, biz niçin daha mahpus kalalım?” Bu sözleri söyledikten
sonra Ebu Tâlib maiyyetindekilerle beraber Kâ’be’nin örtülerine tutunarak
Allah’a dua etti: “Ya Rabbi, bize zulüm eden, bize merhametsizlik yapan, bizim
için haram ettiklerini kendileri için helal eden ve bizimle bütün
münasebetlerini kesenlere karşı bize yardım et.” Ebu Tâlib oradan arkadaşlarıyla
birlikte Şib-i Ebi Tâlib’e hareket etti. Onların gitmesinden sonra
Kureyşlilerden pek çok kişi kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıktan dolayı
hayıflandılar. Bu tür görüş ileri surenler arasında Mut’im bin Adiyy, Adiyy bin
Kays, Zame’a bin Esved, Ebu’l-Bahteri bin Hâşim ve Züheyr bin Ümeyye önde
idiler. Sonra bunların hepsi silahlarıyla birlikte Şi’b-i Ebi Tâlib’e gittiler
ve Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e artık evlerine dönebileceklerini
müjdelediler.İbni Sa’d, Belazuri ve İbni Abd il-Berr’in ifadelerine göre
boykot Bi’set’ten sonra 10. yılda sona erdi.30.5. HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ
TALİBİN VEFATIBoykot ve muhasaranın bitiminden sonra Hz. Peygamber (a.s.)
henüz rahat bir nefes alamamıştı ki, ard arda gelen iki acı olay yüzünden yine
üzüntüye kapıldı. Bu acı olaylar, Rasûlullah’ın (a.s.) kötü gün dostu ve en
büyük destekçilerinden biri olan muhterem amcası Ebû Tâlib ile dünyanın en sâdık
ve vefakâr zevcelerinden ve Rasûlullah (a.s.)’ın hayat arkadaşı, can yoldaşı,
Hz. Hatice (r.a.)’nin öbür dünyaya göçmeleriydi. Bu her iki âfet de Şi’b-i Ebî
Tâlib’deki muhasaranın kalktığı Bi’set’ten sonra 10. yılda koptu.Bazı tarihçiler, Hz. Hatice (r.a.)’nin, Ebû Tâlib’ten evvel
vefat ettiğini ifade etmişlerdir. (Meselâ; Vakıdî, Hz. Hatice’nin Ebû Tâlib’ten
35 gün sonra öbür dünyaya intikal ettiğini yazmıştır). Fakat muteber ve
güvenilir rivayetlere göre ilk vefat eden Ebu Tâlib’ti ve bundan kısa bir müddet
sonra da Hz. Hatice (r.a.) vefat etti. Beyhakî ve İbni İshâk’ın rivayetlerine
göre her ikisi de Hicret’ten üç yıl önce aynı yılda vefat etti. Bu tarihçilerin
dayandıkları kaynak Muhammed bin İshâk’tır. İbni Abd il-Berr ise Ebu Tâlib’in,
Şi’b-i Ebi Tâlib’den çıkmalarından 6 ay sonra Hz. Hatice’nin de ondan üç gün
sonra Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu beyan etmiştir. İbni Sa’d diyor ki, Ebu
Tâlib 15 Şevval, bi’set’ten sonra 10. yılda 80 yaşında vefat etti, bundan bir ay
beş gün sonra da Hz. Hatice (r.a.) 65 yaşında hayata gözlerini yumdu. İbni
Esir, Ebu Tâlib’in Şevval veya Zilkade (10 Bi’set) de vefat ettiğini
bildirmiştir. Hz. Hatice’nin de 35 gün sonra öldüğünü kaydetmiştir. Hâfız
Ebu’l-Ferec İbn-Ul-Cevzi bu iki muhterem zâtın ölümü arasında sadece 5 günlük
fark olduğunu açıklamıştır. İbni Kuteybe ise ikisinin ölümü arasında sadece üç
günlük fark olduğuna işaret etmiştir. Kastallânî ise “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de
doğru olanın Hz. Hatice’nin Ramazan 10. Biset’te vefat etmiş olduğunu
bildirmiştir. Belazuri ise Hakim bin Hizâm’a dayanarak Hz. Hatice’nin vefat
tarihinin 10 Ramazan bi’set’ten sonra 10. yıl olduğunu göstermiştir.Rasûlullah (a.s.) Bi’set’ten sonra 10. yılın “Âmul Hüzn” (Üzüntü
Yılı) olduğunu söylerdi. Bir taraftan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın başına bu
felâketler geldi ve bir taraftan Kureyşli kâfirler ve müşrikler, Ebû Tâlib gibi
kuvvetli ve heybetli destekçisinin ortadan kalkmasından sonra kimsesiz ve
çaresiz kaldığını görerek kendisine zulüm, tehdit ve işkencelerini arttırdıkça
arttırdılar. Beyhakî’nin Urve bin Zübeyr’e dayanarak naklettiği rivayete göre
Rasûlullah (a.s.) şunları buyurdu: “Kureyş, Ebu Tâlib’in vefatına kadar
korkakça davrandı.” Bu demektir ki bundan sonra Kureyşliler melanetlerini ve
menfur emellerini arttırdıkça arttırdılar. Hâkim, Urve bin Zübeyr’in aynı
rivâyetini aynı ifadelerle, Hz. Ayşe (r.a.) nin ağzından nakletmiştir.İbni İshâk, Kureyş’in gittikçe artan cür’et ve cesaretinin bir
örneğini Urve bin Zübeyr’e dayanarak nakletmiştir. Buna göre, bir defasında
Kureyş’in bir serserisi uluorta Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek başına
toprak attı. Hz. Peygamber (a.s.) aynı vaziyette eve vardı. Hz. Peygamber’in
kızlarından biri başını yıkıyor ve ağlıyordu. Hz. Peygamber de kendisini
teselli ediyordu ve şunları söylüyordu: “Ağlama kızım, Allah, senin babanın
destekçisidir.”İmam Buhârî, “Kitâb-üt Teharet, Kitâb’üs-Salât, Kitâb-ul Cizye,
kitâb’ul-Cihâd ve Kitab’ul Meğâzi”de çeşitli yerlerde Hz. Abdullah bin Mes’ûd’a
istinaden şu rivâyeti nakletmiştir: Rasûlullah bir gün Ka’be yakınlarında namaz
kılıyordu ve Kureyş’in adamları bir tarafta oturuyorlardı. Bunlardan biri
(Müslim’e göre Ebû Cehl) arkadaşlarına şöyle dedi: “Acaba sizlerden kim falanca
kişinin evinden, kesilmiş bir dişi devenin midesi, bağırsağı ve rahmini getirip
bu adamın (Hz. Muhammed) secdeye gittiği zaman sırtına atabilir?” Bunun üzerine
Kureyşlilerin en katı kalbli mel’unu, Ukbe bin Mu’ayt kalkıp gitti ve tarif
edilen pisliği getirip Rasûlullah (a.s.)’ın sırtına atıverdi. Rasûlullah (a.s.)
bu pisliğin ağırlığı yüzünden secdeden başını kaldıramadı. Kureyşli mel’ûnlar
bu manzarayı görüp katıla katıla gülüyorlardı. Haber, Hz. Peygamber (a.s.)’in
evine ulaştırıldı. Hz. Fatma koşarak geldi ve aziz babasının sırtındaki ağır
şeyleri tek tek attı. Sonra Kureyşlilere dönerek kendilerini ağır bir şekilde
azarladı ve onlar için beddua etti. (Hâfız Bezzâr diyor ki, kâfirlerden hiçbiri
Fatma’ya bir şey söylemedi). Rasûlullah (a.s.) namazı kıldıktan sonra “ey
Allah’ım, Kureyş’in işini hallet” dedi. Bazı rivâyetlere göre üç defa.
Buhârî’nin rivâyetine göre Kureyşliler, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu sözlerini
dinledikten sonra Kureyşlilerin keyfinin kaçtığı ve hatta bazılarının çok
korktuğu yazılıdır. Başka bir rivayete göre Hazreti Peygamber (a.s.) Ebu Cehl,
Utbe bin Rebî’a, Şeybe bin Rebi’a, Velid bin Utbe bin Rebi’a, Ümeyye bin Halef,
Ukbe bin Ebi Mu’ayt ve Umare bin Velid’in isimlerini anarak beddua etti. (Bu
hadisi, Buhârî ve Müslim’in yanı sıra, İmam Ahmed, Nesâî, Bezzâr, Taberânî ve
Ebû Dâvud Tayâlisi vb. da nakletmişlerdir. Tayâlisî’nin hadisinde Hz. Abdullah
bin Mes’ûd’un şu sözlerine de yer verilmiştir: “Ben bundan önce hiçbir zaman
Hazreti Peygamber (a.s.)’in bu adamlar için beddua ettiğini görmemiştim.”)Bu hadisi rivayet edenler bu olayın ne zaman meydana geldiğini
açıklamamışlardır. Fakat olayda geçen bir nokta, bunun zamanını tayin
etmektedir. O nokta sudur: Hazreti Peygamber (a.s.) secdede iken sırtına pislik
atılınca evine haber yollandı ve bu haberi duyarak babasının sırtındaki pisliği
atmak üzere olay yerine Hz. Fatma (r.a.) geldi. İbn Abd il-Berr’in kayıtlarına
göre Hz. Fatma, Rasûlullah (a.s.) 41 yaşında iken dünyaya gelmişti. Zürkâni,
“Şerh,i Mevâhib’te bu tarihin doğru olduğunu beyan etmiştir. Bu demektir ki,
olayın meydana geldiği sırada Hz. Fâtıma (r.a.) en az 9 yaşında idi. Zira bundan
daha küçük bir çocuğun dişi devenin midesini, bağırsağını ve rahmini kaldırıp
atması zordur. Tahminimize göre bu olay, Hz. Hatice (r.a.) ve Ebû Tâlib’in
vefâtından sonra meydana geldi.30.7. EBÛ TALİB’İN VASİYETLERİ
Allâme Kastallânî “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Allâme Zürkâni, bu
eserin şerhinde Hişâm bin Muhammed bin es-Saib Kelbî’ye istinaden demişlerdir
ki, Ebu Tâlib ölüm döşeğinde iken Kureyşli kabile reisleri kendisiyle görüşmeye
geldiler. Ebu Tâlib kendilerine Kureyş kabilesinin büyüklüğünden ve
faziletinden bahsettikten sonra şunları vasiyet etti: “Bakın, şu Kâ’be’ye
hürmete riayet edeceksiniz, zira Rabbinizi ancak bu şekilde memnun
edebilirsiniz. Akraba ve yakınlarınıza merhametli davranacaksınız. Birbirinizin
hakkını yemeyeceksiniz. Davet verenin davetini kabul edeceksiniz. Dilenci ve
dilek sahibinin ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Doğruyu söyleyecek ve
emanetinize sâdık kalacaksınız.” Daha sonra bu hususla ilgili olarak şunları
söyledi: “Ben sizin, Muhammed (a.s.)’e iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü
o Kureyş’te emin ve bütün Arabistan’da en sâdık (doğru sözlü, doğru hareketli)
kişi olarak tanınıyor. O, benim size tavsiye ettiğim bütün meziyetlerin
toplamıdır. O, öyle bir şey getirmiştir ki, kalb onu kabul ediyor, ama dil,
insanların husûmeti sebebiyle reddediyor. Fakat Allah’a yemin ederim, benim
gözlerim, Arabistan’ın fakir fukaralarının etraftaki insanların ve diğer mazlum
kişilerin öne çıkıp onun davetini kabul edeceklerini, onun kelimesini tasdik
edeceklerini, onun davasını ileriye götüreceklerini, onun da onları yanına alıp
tehlikelerle dolu denize atlayacaklarını ve Kureyş’in kabile reislerinin ve
eşrafının da avuçlarını yalayacaklarını görüyor gibidir.”İbni Sa’d’ın dediği gibi: “Ebû Tâlib vefat etmeden önce
evlâtlarına şu nasihatte bulundu: “Muhammed (a.s.)’in sözlerini dinlediğiniz ve
emirlerini yerine getirdiğiniz sürece huzur ve emniyette olacaksınız. Onun
için, O’na tabi olun ve O’na yardım edin. Bu şekilde daima doğru yolda
olacaksınız.” Hazreti Peygamber (a.s.) dedi ki: “Amcacığım, siz onlara
nasihatte bulunuyorsunuz, ama kendiniz için bir şey söylemiyorsunuz.” Ebu Tâlib
dedi ki: “Ben ölüm anında korkarak ve dayanamayarak kararımdan cayan bir kişi
olarak bilinmek istemiyorum. Kureyşlilerin, benim sağlığım yerinde iken bu şeyi
reddettiğimi, ancak ölüm anında korkarak bunu kabul ettiğimi söylemelerini
istemiyorum.”İbni Sa’d, İmam Muhammed bin Sirin’e dayanarak demiştir ki, Ebu
Tâlib son nefesini vermeden önce Rasûlullah (a.s.)’ı yanına çağırttı ve
kendisine şöyle dedi: “Evladım, ben öldükten sonra Beni Neccâr’ın yakınları
(dedenin ailesinin bulunduğu Medine’ye git. Zira, onlar kendi akrabalarını
korumakta herkesten ilerdedirler.”Bu vasiyetler gösteriyor ki, Ebu Tâlib son derece zeki ve
basiretli bir zâttı. Uzak geleceği görebiliyordu. Ebu Tâlib’in özellikle
Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye gitmesiyle ilgili fikri çok isabetliydi ve bu
fikir Hicret’ten üç yıl önce ortaya atılmıştı. Halbuki bu sözlerin söylendiği
zaman kimse Medine’nin Hazreti Muhammed (a.s.)’i bağrına basacak ve
İslâmiyet’in merkezi olacak bir kent olacağını tahmin etmemişti. Medine ve
ahalisi Hazreti Peygamber (a.s.)’i ve müslümanları öylesine destekledi ve
öylesine güçlerine güç kattı ki, müslümanlar kısa bir zamanda bütün
Arabistan’a hâkim oldular. Aynı şekilde, Ebû Tâlib’in Kureyşli kabile
reislerine söylediği sözlerde tamamıyla doğru çıktı. Hazreti Peygamber
(a.s.)’den yana olan daha aşağı tabakadaki İnsanlar ve mazlum kişiler devlet ve
memleket işlerinin en üst mevkiinde yer alırken inatçı Kureyşli kabile reisleri
avuçlarını yaladılar. İbni Abd il-Berr, “İstiâb”da Hz. Ömer’in halifelik
devrinin bir vak’asını nakletmiştir. Buna göre, bir gün aralarında Kureyş’in
Süheyl bin Amr ve Ebû Süfyan gibi reislerinin de bulunduğu bir heyet, Emir
ul-Müminin, Hz. Ömer ile görüşmeye geldi ve oturmak için Halife’nin işaretini
beklediler. Bu arada, Hz. Bilâl ve Hz. Suheyb gibi diğer kişiler içeriye
almıyordu. O sırada Ebu Süfyân arkadaşlarına şikâyet eder bir tavırla, “vallahi,
şu hale bak, ne günlere kaldık. Bizim gibi reisler dışarıda bekliyor ve bu
köleler ağırlanıyor” dedi. Bunun üzerine Süheyl bin Amr dedi ki: “Bu şikayeti
kendi kendinize yapacaksınız. Zira İslâmi davet verildiği zaman bu adamlar öne
çıkmış ve siz geri kalmıştınız.”30.8. EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)’I
HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYORİbni Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de Hazreti Peygamber (a.s.)’e
müşrik ve kâfirlerin revâ gördükleri kötü muamele gittikçe artınca bir gün Ebû
Leheb, Rasûlullah (a.s.)’a gelip şunları söyledi: “Ey Muhammed, sen ne yapmak
istiyorsan yapmaya devam et. Ebû Tâlib’in hayatında yaptığın işine devam et. Lât
ve Uzza’ya yemin ederek söylüyorum, ben yaşadıkça kimse sana elini kaldıramaz.”
Bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) evinden çıkıp yolda yürürken İbn-ul Ğaytale[6]
kendisine küfredince Ebu Leheb evinden çıkıp bu adamı fena şekilde azarladı.
Bunu duyduktan sonra İbnül Ğaytale yaygarayı bastı ve arkadaşlarına: “Ey
Kureyşliler, beni dinleyin. Ebu Utbe (Ebu Leheb) de atalarının dininden
dönmüştür.” Bu gürültüyü duyanlar Ebu Leheb’e geldiler ve işin alını öğrenmek
istediler. Ebu Leheb dedi ki: “Ben Abdül-Muttalib’in dinini terk etmedim. Fakat
şunu bilin ki, yeğenimi himaye edeceğim, zira artık onun hiçbir velisi
kalmamıştır.” Kureyşli kabile reisleri, “vallahi, bu iyi bir şeydir, akrabalara
merhamet göstermek iyidir” diye cevap verdiler. Bundan sonra birkaç gün
Rasûlullah (a.s.) huzur ve emniyet içinde kaldı ve kimse kendisini rahatsız
etmedi. Nihayet, bir gün Ebu Cehl ile Ukbe bin Mu’ayt aralarında anlaşarak Ebu
Leheb’e geldiler ve dediler ki: “Yeğenine sorsana, onun dedesi ve senin baban
Abdulmuttalib, âhirette nereye gidecek?” Ebu Leheb bu soruyu Rasûlullah (a.s.)’a
yöneltti. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Kavmi nereye giderse o da oraya
gidecektir.” Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)’ın bu cevabını arkadaşlarına iletti.
Onlar dediler ki: “Bundan bir şey anladın mı, bu demektir ki baban Cehennem’e
girecektir.” Ebu Leheb, gelip Hz. Nebi-yi Kerim’e sordu: “Ey Muhammed,
Abdulmuttalib Cehenneme mi gidecektir?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Evet,
Abdulmuttalib’in dinine bağlı olarak ölen diğer kimseler de Cehennem’e
gideceklerdir.” Bunu duyan Ebu Leheb hiddetlendi ve “Tanrı aşkına, ben her zaman
senin düşmanın olacağım. Sence Abdulmuttalib Cehennem’de yanacak ha?” dedi.
Böylece, birkaç gün Hakk’ın destekçisi olan bu Allah’sız ve Allah düşmanı özüne
dönmüş oldu.30.9. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. SEVDE
(R.A.) İLE EVLENMESİHz. Hatice (r.a.)’nin vefatından sonra ev işi önemli bir sorun
olarak ortaya çıkmıştı. Evde, Rasûlullah (a.s.)’ın yaşları küçük olan sadece iki
kızı kalmışlardı. Hz. Ümm-ü Gülsüm ile Hz. Fâtıma (r.a.); bunlara bakmak bir
mesele olmuştu. Rasûlullah (a.s.) tebliğ işleri için dışarıya gidince bu kızlar
yapayalnız kalıyorlardı. Bu sebeple, Rasûlullah (a.s.), Hz. Hatice’nin
vefatından birkaç gün sonra, yaşlı bir kadın olan çocuklara bakmak için uygun
olan Hz. Sevde binti Zeme’a ile nikâh kıydı[7].
Bu hatun Beni Amir bin Lueyy’den olup, eski kocası Sekrân bin Amr’dı. Sekrân,
Hz. Sevde’nin amcası oğlu ve Süheyl bin Amr’ın kardeşiydi. Bu karı-koca çok
önceden müslüman olmuşlardı ve Habeşistan’a yapılan ikinci hicrete
katılmışlardı. Musa bin Ukbe ve Ebul-Ma’şer’in ifadesine göre Hz. Sekrân
Habeşistan’da vefat etmişti. Fakat, Muhammed bin İshâk ile Vakıdî diyorlar ki,
Sekrân Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra vefat etti[8].
İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.) Hz.
Sevde’ye evlilik için mesaj gönderince kendisi şöyle dedi: “Hakkımda
vereceğiniz her karar başımın üstündedir.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.),
ondan, nikâhlarını kıymak için bir kişi tayin etmesini istedi. Hz. Sevde nikâh
kıymak için Süheyl bin Amr’ın kardeşi olan ve çok eskiden müslümanlığı kabul
etmiş olan Hz. Hâtıb bin Amr bin Abd-i Şems’i tayin etti. Hâtıb da nikâhı kıydı.Muhtelif rivayetler gösteriyor ki, Hz. Hatice (r.a.)’den sonra
Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci zevcesi bu hâtûndu ve Hz. Ayşe’den önce Hz.
Peygamber (a.s.)’in zevcesi oldu. İbni Abd il-Berr ise Katâde, Ebu Ubeyd ve
İmam Zührî’ye dayanarak aynı şeyi söylemiştir, İbni Sa’d da bunu teyit
etmiştir. İbni İshâk da Hz. Ali bin Hüseyin (İmam Zeyn ul-Abidin)’e dayanarak
Hz. Hatice’den sonra Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci karısının Hz. Sevde binti
Zeme’a olduğunu kaydetmiştir.30.10. RASÛLULLAH (A.S.)’IN HZ. AYŞE
(R.A.) İLE İZDİVACIFakat, İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve Beyhakî bunun
tam aksine, çok ayrıntılı bir rivayet nakletmişlerdir. Bu rivayette şu bilgiler
verilmiştir: Hazreti Hatice (r.a.) öbür dünyaya intikal edince Hz. Osman bin
Ma’zûn’un karısı Havle[9]
binti Hakis’üs-Sülemiyye, Rasûlullah (a.s.)’ın yanına geldi ve şöyle arz etti:
“Ya Rasûlullah, siz evlenecek misiniz?” Rasûlullah (a.s.) “kiminle?” diye
sordu. “Bakire de olabilir, dul da” dedi Havle. Rasûlullah (a.s.), “bakire
kimdir?” diye sordu. Hz. Havle, “bütün İnsanlar arasında en çok sevdiğiniz kişi,
yani Hz. Ebu Bekr’in kızı, Hz. Ayşe.” Daha sonra, Rasûlullah (a.s.), “Pekiyi,
dul kimdir?” diye sordu. Hz. Havle arz etti: “Size iman eden ve size tabi olan
Hz. Sevde binti Zeme’a.” Rasûlullah (a.s.) kendisinin her ikisine de gidip
konuşmasını istedi.Hz. Havle ilk önce Hz. Ebû Bekr’in evine gitti ve zevcesi, Ümm-ü
Ruman (r.a.)’a “Allah size nasıl da hayır ve bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz.
Ümm-ü Ruman bunun ne demek olduğunu sorunca, Hz. Havle dedi ki: “Rasûlullah beni
Ayşe’yi istemek üzere size göndermiştir.” Ümm-ü Ruman dedi ki: “Ebu Bekr
gelsin”. Hz. Ebû Bekr gelince Havle, ona da “Allah size nasıl da hayır ve
bereket ihsan etmiştir” dedi. Hz. Ebu Bekr “o da ne?” diye sordu. Hz. Havle, Hz.
Ayşe’yi Rasûlullah (a.s.)’ın izdivacına almak dileğinde olduğunu bildirdi. Hz.
Ebû Bekr, “Ayşe onun için caiz midir? O, onun yeğenidir?” dedi. Hz. Havle bunu
sormak için Rasûlullah (a.s.)’a gitti. Rasûlullah (a.s.) “Ona de ki, o benim din
kardeşimdir. Onun kızı benim için helâldir.” Hz. Havle bunu Hz. Ebu Bekr’e
iletti. Hz. Ebu Bekr, “biraz bekle” diyerek dışarıya çıktı. Ümm-ü Ruman, Hz.
Havle’ye dedi ki: “Mut’im bin Adiyy Ayşe’yi oğlu için istemişti ve Allah
biliyor, Ebu Bekr hiçbir zaman verdiği sözden dönmemiştir.” Öte yandan, Hz. Ebu
Bekr, Mut’im’in evine gitti. Mut’im’in karısı Hz. Ebu Bekr’e dedi ki: “Ey Ebu
Bekr, eğer biz oğlumuzu senin kızınla evlendirirsek, korkarız ki onu da dininden
döndüreceksin.” Hz. Ebu Bekr, Mut’im’in de aynı şekilde düşünüp düşünmediğini
sordu. Mut’im de aynı fikirde olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekr bu cevabı aldıktan
sonra evine döndü ve Mutim’e evlilikle ilgili verdiği vaad yüzünden girdiği
çıkmazdan Allah onu kurtardı. Hz. Ebu Bekr, Hz. Havle’ye dedi ki: “Rasûlullah
(a.s.)’ı evime getir.” O Rasûlullah (a.s.)’ı oraya getirdi. Hz. Ebu Bekr de
kızını onunla evlendirdi. O sırada Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi.Bundan sonra Havle, Hz. Sevde binti Zeme’a’nın evine gitti ve
kendisine “Allah sana nasıl hayır ve bereket ihsan etmiştir?” dedi. Hz. Sevde
bunun ne demek olduğunu sordu. Havle dedi ki: “Rasûlullah (a.s.), evlilik
teklifiyle beni sana göndermiştir.” Hz. Sevde dedi ki: “Bunu babama söyle”.
Babası çok ihtiyar bir adamdı. Hz. Havle onunla konuştu, ona cahiliyye usulüne
göre selâm verdi ve dedi ki: “Muhammed bin Abdullah (a.s.) beni Sevde’yi sizden
istemek üzere göndermiştir.” Babası dedi ki: “Bu teklif iyidir ve ikisi iyi bir
çift teşkil ederler. Fakat senin kız arkadaşın ne diyor?” Havle dedi ki: “O da
bu teklifi beğeniyor.” Babası Hz. Sevde’yi yanına çağırıp fikrini öğrenmek
istedi ve o da evet dedi. Bunun üzerine o Rasûlullah (a.s.)’ı çağırıp kızını
onunla evlendirdi. Daha sonra, Hz. Sevde’nin kardeşi Abd bin Zeme’a, hac
yaptıktan sonra eve gelince kız kardeşinin Rasûlullah (a.s.) ile evlendiğini
duyduktan sonra yaygara kopardı ve başına toprak attı ve saçlarını yoldu. Fakat
Abd bin Zeme’a, bir müddet sonra müslüman olunca bu çocuksu hareketinden hicap
duymaya başladı.30.10.1. Hz. Ayşe
(r.a.) İle Nikâh’ın TarihiYukarıdaki rivayet gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hz. Ayşe
ile, Hz. Sevde’den daha önce evlendi; ayrıca bu evlilik Şevval, H.Ö. 3. yılında
olduğu için Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi. Bu demektir ki, hicret sırasında Hz. Ayşe
9 ve Şevval H.S. 2 yılında baba evinden koca evine geldiği zaman 11 yaşında idi.
Halbuki, bütün rivayetlere göre Hz. Ayşe nikâhı sırasında 6 yaşında ve koca
evine geldiği zaman 9 yaşında idi. Bu tenakuzu ortadan kaldırmak için bazı ulemâ
şu açıklamada bulunmuşlardır: Hz. Ayşe (r.a.) hicretten 7 ay sonra koca evine
gitti. Hâfız İbni Hacer bu rivâyeti benimsemiştir. Ancak İmam Nevevî,
“Tehzib’ul-Esmâ ve’l-Lugât”da ve Hâfız İbni Kesir “el-Bidâye”de ve Allâme
Kastallânî, “Mevâhib’ul-Ledünniyye”de Hz. Ayşe’nin kesinlikle H.S. 2’de koca
evine gittiğini yazmışlardır. Hâfız Bedreddin Aynî, “Umdet’ul-Kâri”de Rasûlullah
(a.s.) Bedir savaşından döndükten sonra Şevval H.S. 2’de Ayşe’nin onun yanına
gittiğini ifade etmiştir. Hem İmam Nevevî, hem Allâme Ayni, Hz. Ayşe’nin
hicretten 7 ay sonra koca evine gittiği rivâyetinin asılsız olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bundan sonra aklımıza gelen bir soru da “madem ki, Hz. Ayşe H.S.
2’de koca evine gitmiştir, o zaman nikâh tarihi nedir?” şeklinde ortaya
çıkıyor. Yani Ayşe’nin nikâh sırasında 6 yaşında ve zifaf sırasında 9 yaşında
olduğu yolundaki rivâyeti tarihî hakikatlere nasıl uydurmalıyız? Bunun cevabını
Buhârî’de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr’in naklettiği hadiste bulabiliriz. Bu
hadiste Urve diyor ki, hicretten üç yıl önce Hz. Hatice (r.a.) vefat etti ve
Rasûlullah yaklaşık iki yıl bekledikten sonra Hz. Ayşe ile evlendi. O sırada
Hz. Ayşe’nin yaşı 6 idi, daha sonra 9 yaşında iken koca evine gitti. Bu hadisi
değerlendirdiğimizde hesabın denk geldiğini görürüz. Yani, Hz. Ayşe 6 yaşında
iken hicretten takriben 1 sene evvel nikâhı kıyıldı ve zifafı hicretten sonra 2
yılında oldu. Hz. Urve’nin bu rivâyeti “mürsel”dir, ancak Hâfız İbni Hacer diyor
ki, Urve bu tür rivayetleri Hz. Ayşe (r.a.)’den[10]
dinleyerek naklettiği için buna “muttasıl” denebilir.30.10.2. Hz. Ayşe
(r.a.)’nin Nikâhı Üzerine İtirazlarBurada Hz. Ayşe’nin nikâhından söz açılmışken, Rasûlullah
(a.s.)’ın bu evliliğine yapılan itirazlara cevap vermemiz sanırız daha uygun
olacaktır. Bazıları şöyle der: 54-55 yaşında iken 9 yaşındaki bir çocukla
evlenmek ve Kur’an-ı Kerim açısından başka biriyle evlenmesine imkân
bırakmayacak şekilde, onu 18 yaşında dul bırakmak, bir zulüm değil midir?
Böylesine yaşı ilerlemiş bir kişinin bu kadar küçük bir kızla evlenmesi hâşâ
sübyancılık, seks düşkünlüğü veya şehvet düşkünlüğünün bir örneği değil midir?
Dokuz yaşındaki bir kız çocuğuna izdivaç ve ev işlerini yüklemek günah değil
midir?Maalesef, bu tür anlaşmazlıklar ve itirazlar, Rasûlullah
(a.s.)’ın Hz. Ayşe ile evliliğinin, normal bir erkek ile kadın arâsındaki
evliliğe benzetilmesinden doğmaktadır. Halbuki, burada durum bambaşka idi. Bu
alelade bir izdivaç veya nikâh değildi. Hazreti Muhammed, Allah’ın peygamberi
idi ve büyük bir görev ile dünyaya gönderilmişti. Hayatının gayesi, dünyada
geniş kapsamlı, kalıcı bir devrim yapmaktı. Hz. Ayşe olağanüstü meziyet ve
kabiliyetleri haiz bir hatundu. Onun bütün zihinsel gücü yeni bir devrimci
toplumun oluşturulmasında kullanılarak büyük basan kazanılabilirdi. Gerçekten de
Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.), ile birlikte öylesine büyük işler başardı ki,
diğer ezvâc-ı mütehherât bunları yapamazlardı. Hatta, şunu hiç çekinmeden
söyleyebilire ki; dünyada hiçbir peygamberin veya liderin zevcesi hiçbir zaman
Hz. Ayşe kadar uyumlu, enerjik, dinamik ve kararlı bir şekilde çalışamamış ve
eşine bu kadar yardımda bulunamamıştır. Hz. Ayşe’nin çocukken bu Allah vergisi
meziyet ve kabiliyetlerini gayet tabii ki, Cenab-ı Hak’tan başka kimse
bilemezdi. Onun için Cenabı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e refakat için ondan
başkasını seçmedi. Buhârî, “Bab-ı Tezvic-i Ayşe”de Rasûlullah (a.s.)’ın şöyle
dediği kaydedilmiştir: “Rüyamda sen bana iki defa gösterildin ve senin benim
zevcem olduğun buyuruldu.” Tirmizî, “Ebvâb-ul Menâkıb”da şöyle denilmiştir:
Cebrail, Rasûlullah (a.s.)’a Hz. Ayşe’nin resmini yeşil ipek kumaşı üzerinde
getirdi ve dedi ki: “bu kız dünyada ve âhirette refikanız olacaktır”. Demek ki
bu seçim Hz. Rasûlullah (a.s.)’ın değil, bizzat Cenab-ı Allah’ındı.Bu hususta Hazreti Peygamber (a.s.)’e seks düşkünlüğü ve şehvet
düşkünlüğü gibi iftiralarda bulunanlar kendi vicdanlarına sorsunlar; ömrünün
baharında, yani 25 yaşında bir genç iken kendisinden 15 yaş büyük olan bir
kadınla evlenen, 50 yaşına kadar kendisine sadık kalan ve başka bir kadına
bakmayan bir kişi şehvet düşkünü müdür? Bu aynı kişi, ilk karısından sonra yine
yaşlı bir hanımla evlenmiş ve dört-beş yıl buna kâni olmuştur. Seks düşkünlüğü
bu mudur? Şayet Hazreti Peygamber (a.s.) sekse ve kadınlara düşkün olsaydı,
kendi nefsi ve zevki için cemiyetin en genç ve en güzel kadınlarını kendisine eş
olarak seçebilirdi. Cemiyette kendisi o kadar seviliyor ve sayılıyordu ki, bu
gibi arzu ve isteklerde bulunduğu takdirde bütün aileler ve ana-babalar kendi
kızlarını onunla evlendirmekten memnuniyet duyarlardı. Bundan sonra da
Rasûlullah (a.s.) sadece biri hariç, hep dul ve daha önce evlenmiş ve boşanmış
kadınlarla evlenmiştir. Gerçek şu ki, bu gibi itiraz ve iftiralarda bulunanların
kendi kafa ve zihniyetleri pislik doludur ve onlar bu izdivaçlardan seks veya
şehvetin dışında başka bir amaç ve hedef çıkarmaya çalışmıyorlar. Rasûlullah
(a.s.)’ın zevceleri aslında onun Allah yolunda verdiği mücadele ve yeni bir
toplumun yaratılmasında kendisine yardımcı olan hayat arkadaşlarından başka bir
şey değillerdi.Büyük yaş farkına ve “zulüm” ve “günah” yapıldığı gibi
itirazlara gelince, itiraz edenler sadece yaşlı bir insanın 9 yaşındaki bir kız
çocuğuyla evlendiğini ve onu 18 yaşında dul bıraktığını düşünürler. Onlar bu
genç kızın hayatının heba olduğunu, zira ikinci bir evliliğe imkân olmadığı için
hayatı boyunca dul kaldığını sanırlar. Halbuki, bu İnsanlar görüş açılarını
biraz genişletse, büyük bir ideal uğruna yüzlerce ve hatta binlerce insanın
hayatlarının feda olunduğunun bir tabiat kanunu olduğunu göreceklerdir. Hazreti
Peygamber (a.s.) Allah’ın emri üzerine zaman ve mekân sınırlarının ötesinde ve
belli bir memleket ve millet için değil, bütün dünya ve insanlık için mükemmel
bir nizam tesis etmeye çalışıyordu ve bunda genç . bir kızın gençliği ve
güzelliği feda olunmuşsa bu çok büyük bir “zulüm” ve “günah” mıdır? Ayrıca bu
büyük ve meziyetli hatun sadece gençliğinden ve güzelliğinden feragat ve
fedakârlık etmek zorunda kaldı; dünyanın diğer nimetlerinden mahrum kalmadı.
Diğer tarafta, onun olağanüstü zekâsına, kabiliyetine, sosyal ve siyasi
çalışmalarına bakın. Yeni İslâm toplumunun oluşumunda, o ne büyük katkılarda
bulunmuştur ve müslüman erkek ve kadınlarla birlikte İslâmî nizamın binasını
nasıl sağlam temellere bina etmiştir? Edeb, ahlâk ve fazilet ile Kur’an ve
hadis ilminin yayılmasında en büyük hizmetlerde bulunmuştur? Hadis ilmini
incelemiş olan bir kişi diyebilir ki, din bilgisi ve fıkıh ile ilgili Hz.
Ayşe’nin çaba ve hizmetlerine Nübüvvet devrinin kadınları şöyle dursun, ne
muhteşem erkeklerinin bile varması mümkün değildir. Şayet, Hz. Ayşe, Rasûlullah
(a.s.)’ın nikâhlı refikası olmasaydı ve onun yanında yetişme imkânı bulmasaydı,
İslâm din bilgisi hazinesinin büyük bir bölümü daha sonraki devrin
müslümanlarına ulaşamazdı. Sadece Hz. Ayşe (r.a.)’den 2210 hadis rivayet
olunmuştur. Hz. Ayşe hadisleri rivayet etmekle yetinmedi. Kendisi aynı zamanda
hatırı sayılır bir fâkihe, müfessire, müctehide ve müftiye idi. Hz. Ayşe
ittifakla müslüman kadınların en bilgili fakihesi kabul edilmiştir. En büyük
sahabeler ondan fıkıh meselelerini öğrenirlerdi. Hatta, Hz. Ömer ve Hz. Osman da
bazen Hz. Ayşe’nin fikrine müracaat ederlerdi. Hz. Ayşe, Medine’nin en güvenilir
ulemâ ve müftilerinden biri sayılır. Bunca toplumsal yararların yanında küçük
bir kişisel zararın ne önemi vardır? Ne gariptir ki, bu gibi itirazların çoğu
Hıristiyanlardan geliyor. O Hıristiyanlar ki, dinlerinde, insanların iyiliği ve
mutluluğu için din adamları ve rahipler ile-rahibelerin mücerret hayat
yaşaması, izdivaçtan ve çoluk-çocuktan kaçınması en büyük ve mecburi
özelliklerden biri sayılıyor.Burada Hz. Ayşe (r.a.)’nin dokuz yaşında zifaf gecesinde Hz.
Peygamber (a.s.) ile buluştuğuna itiraz edenlere de bir çift sözümüz vardır. Bu
itiraz edenler İslâmiyet’in bir fıtrat dini olduğunu unutuyorlar. Fıtrata göre
bir kız bu yaşta iyice gelişmiş ve bülûğa erişmişse, kocası ile ilişki kurması
caiz, meşru ve makuldur. Ancak tabiata ve tabiat kanunlarına aykırı olan bir
toplum ya da yasa, nikâh ve zifaf için belli bir yaş haddi koyabilir.
Gördüğümüz odur ki Batılı medeni ve modern dediğimiz toplumlarda meşru evlilik
ve kadın-erkek ilişkileri için yaş haddi, kısıtlama söz konusu olmuyor. Bu sözde
ileri toplumlarda meşru izdivaç için yaş haddi varken evlilik öncesi çocuk
yaşındaki erkek ve kız çocukları arasında cinsel ilişki mubah görülüyor ve
bugün bu toplumlarda 9-10 yaşında çocukların serbestçe cinsel ilişkide
bulundukları bir gerçektir. Ne tuhaftır ki, bu gayri meşru ve günah dolu
ilişkilerin sonunda evlenmemiş bir kız hamile kalınca bütün toplumun sempatisini
kazanıyor ve hatta doğan bebeğin bakımı için de özel çabalar gösteriliyor! Bu
durumlarda ne genç kızlar ne de erkekler hor görülüyor. Böylesine aşağılık,
kokuşmuş ve rezil ahlâk kurallarına sahip olanlar acaba ne yüzle İslâmın
izdivaç kanunlarına dil uzatıyorlar. İslâm diyor ki, bedenen ve ruhen gelişmiş
ve bülûğ çağına erişmiş olan kız ve erkekler arasında evlilik caizdir, bunun
için bir yaş tahdidi yoktur. Yaş tahdidi koymak; meşru evliliği geciktirmek,
gayri meşrû cinsel ilişkilere davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildir.Bu kısa ama gerekli bahisten sonra isterseniz biz gene asıl
mevzumuza dönelim.Rasûlullah (a.s.) ailevi meselelerini hallettikten sonra,
Belazuri ve İbni Sa’d’ın rivâyetine göre Şevval 10. Bi’set’in sonunda Mekke’nin
50 mil doğusunda bulunan Taife hareket etti. Yolculuğun maksadı İslâmi daveti
Mekke’nin dışına taşımaktı. Zira Rasûlullah (a.s.) artık Mekkeli Kureyş’ten
ümidini kesmişti. Mekkeli kâfir ve müşrikler Rasûlullah (a.s.)’ı bıktırmışlardı
ve tebliğ işini tamamıyla tıkamışlardı. Rasûlullah (a.s.) istiyordu ki,
Taifliler de İslâmiyet’in ne olduğunu bilsinler. Rasûlullah (a.s.) en azından
Taif in en güçlü kabilesi Beni Sakif i kendi lehine çevirerek onlara sığınmak ve
oradan İslâmi tebliğe devam etmek arzusundaydı. İbni Sa’d’ın Cubeyr bin Mut’im
bin Adiyy’e dayanarak naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.)’e bu
yolculuk sırasında Hz. Zeyd bin Hâris de refakat etmişti. İbni Kuteybe ile
Belazuri de aynı ifadede bulunuyorlar. Ama Musa bin Ukbe ile İbni İshâk
Rasûlullah (a.s.)’ın tek başına Taife gittiğini yazmışlardır. Hz. Peygamber bu
yolculuğu yürüyerek yaptı ve hiçbir binek havyanı kullanmadı. İbni Sa’d’in
ifadesine göre Hz. Peygamber (a.s.) Taifte 10 gün kaldı. Ancak Hâfız Sehâvi,
Hz. Peygamber’in 20 gün Taiflilere vaaz ve telkinde bulunduğunu kaydetmiştir.
Sehâvi, ayrıca Hz. Peygamber’in 10 gün Abdi Yâlil ile buluştuktan sonra orada
kaldığını açıklamıştır. İbni Kuteybe de Taifte kalış müddetini bir ay olarak
göstermiştir.30.11.1.
Tabilerin Rasûlullah (a.s.)’a Büyük Zulüm ve İşkence Yapmalarıİbni İshâk ve Vakıdi vb.’nin ifadelerine göre Taifte kabile
reisliği Amr bin Ümeyr bin Avfın üç oğlu Abdi Yâlil, Mes’ud ve Habib’in
ellerinde idi ve bunlardan birinin evinde Kureyşli bir kadın Safiyye binti
Ma’mer Cumahi vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlarla görüştü ve bunları İslâma davet
etti. Rasûlullah (a.s.) kendilerine şöyle dedi: “Ben size geldim ki, İslâmî
tebliğde bana yardımcı olasınız ve bana muhalefet etmekte olan, benim milletime
karşı beni destekleyesiniz.” Bunlardan biri dedi ki: “Eğer Allah seni Rasûl
yapmışsa ben Kâ’be’nin perdelerini yırtarım.” Diğeri şöyle dedi: “Yahu, Allah
senden başka bir Rasûl bulamadı mı?” Üçüncüsü dedi ki: “Ben seninle hiç
konuşmayacağım. Zira eğer sen gerçekten Allah’ın Rasûlüysen, benim cevabıma
muhtaç değilsin ve eğer sen Allah’ın adını anarak yalan söylüyorsan, sen cevap
verilmeye lâyık değilsin.” Peygamber (a.s.) bu hezeyanları dinledikten sonra
onlardan hiçbir hayır beklenemeyeceği kanısına vardı ve oradan ayrıldı.
Ayrılırken de şunları söyledi: “Bana nasıl muamele ettinizse ettiniz; sizden
rica ediyorum, aramızdakiler burada kalsın.” Rasûlullah (a.s.)’ın bunu demesinin
maksadı, Kureyşlilerin bunu duyup da cesaretlenmesine imkân vermemekti. Ne var
ki, bu Taifli reisler çok adi idiler ve tam aksini yaptılar. Bunlar Rasûlullah
(a.s.)’ın peşine sokak serserilerini, avare kişileri ve köleleri taktılar ki,
her gittiği yerde aleyhinde propaganda yapsınlar. Bu mel’unlar bağıra bağıra
küfretmeye, alaylı sözler söylemeye başladılar. Bu gürültü-patırtı sebebiyle
Rasûlullah (a.s.)’ın etrafında büyük bir kalabalık toplandı ve bu kalabalık
içinde Rasûlullah (a.s.), Utbe bin Rebî’a ile Şeybe bin Rebî’a’ya ait olan bir
ağaçlığın duvarına kadar sürüklendi.İbn Sa’d’in Vakıdi’ye dayanarak naklettiği rivayete göre Hz.
Peygamber (a.s.) Taifte Beni Sakif in zengin ve reislerinden her birine gitti,
ama kimseden müsbet cevap alamadı. Hatta bu reisler ve soylular kendi
gençlerinin Rasûlullah (a.s.) tarafından “saptırılacağından” korktular. Bu
sebeple Rasûlullah (a.s.)’a rest çektiler: “Ey Muhammed, sen şehrimizden git ve
açık arazide hangi arkadaşın varsa onunla buluş.” Bu alçaklar daha sonra sokak
serserilerini kışkırtıp Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in peşine taktılar.
Bu serseriler yine küfrettiler, gürültü yaptılar ve milleti etrafında
topladılar. Musa bin Ukbe diyor ki, bu hayasızlar daha sonra ellerine taş
alarak Rasûlullah (a.s.)’ın diz ve topuklarına nişan alarak atmaya başladılar.
Bu Allahsızlar, sokağın iki tarafında saf oluşturmuş, Rasûlullah (a.s.)’ı
taşlıyorlardı. Ta ki Rasûlullah (a.s.)’ın ayakkabıları akan kanla doldu.
Süleyman et-Teymî diyor ki, Rasûlullah (a.s.) taşlara hedef olduktan sonra acı
içinde kıvranırken, birkaç defa yıkıldı, ama bu gaddar kişiler her defasında onu
ayağa kaldırarak taşlamaya devam ettiler. Bu hayvanlar, Rasûlullah (a.s.)’ın
yürümesine ve oradan ayrılmasına da imkân bırakmamışlardı. Vâkıdî’nin
rivâyetine göre Hz. Zeyd, Rasûlullah (a.s.)’ı kurtarmak için siper oldu ve o da
şiddetle taşlandı, öyle ki başı yarıldı.30.11.2. Hz.
Peygamber (a.s.)’in Acı Dolu DuasıHz. Peygamber (a.s.) zar-zor Taif in dışına çıkmayı başardı.
Şehrin hududlarının dışına çıkınca Taifli serseriler de peşini bıraktılar. Hz.
Peygamber (a.s.) ağır yaralı idi ve acılar içinde kıvranıyordu. Bu vaziyette
Ukbe ve Şeybe’nin ağaçlığının duvarına yaslanarak bir üzüm ağacının altında
oturdu, içi kan ağlıyordu ve o an ellerini Rabbine açarak acı dolu bir dua etti.
Bu duanın sözleri Taberânî’nin “Kitâ’üd-Dua” ve “Mu’cem-i Kebir’inde, İbni
Hişâm’ın “Siyer’inde İbni İshâk’a dayanarak, Taberî’nin “Tarih”inde,
İbn-ul-Kayyım’ın “Zad-ul Meâd”ında ve Hâfız İbni Kesir’in “el-Bidâye”sinde yer
almıştır; ki şöyledir:“Ya Rab! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi ve başkalarının
gözlerinde küçük düşürüldüğümü sana şekva ve şikâyet ediyorum. Ey Rahim ve
Rahmân! Sen bütün zayıfların Rabbisin ve benim de Rabbim sensin. Sen beni kime
teslim ediyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Ya da bana galip
gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Eğer sen bana dargın değilsen, bütün
eziyet ve işkenceler bana hiç gelir. Fakat senin mağfiretin bana nasip olursa
ben daha da ferahlayacağım. Ben, karanlıkta aydınlık yaratan ve dünya ile âhiret
işlerini düzelten Senin varlığının nuruna sığınıyorum. Ya Rabbi. Senin gazabın
ve öfken bana gelmeden önce beni kurtar. Ben senin rızana tabiyim, tâ ki sen
benden razı olana kadar. Senden başka bir kuvvet ve kudret yoktur.”30.11.3.
Rasûlullah (a.s.)’in MerhametiBuhârî, “Bid-ul Halk, Zikr-ul Melâike”de, Müslim, “Meğâzi”de ve
Nesâî, “Bü’ûs”ta, Hz. Ayşe’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre Hz.
Ayşe, Rasûlullah (a.s.)’a sordu: “Siz Uhud savaşından sonra acı bir tecrübe
geçirdiniz mi?” Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) Taif te başına gelenleri
anlattı ve şöyle devam etti: “Ben acı ve üzüntü içinde bir tarafa yürüdüm. Henüz
ne yapacağıma karar vermemişken kendimi birden bire Kam-üs Se’âlib[11]
mevkiinde buldum. Yukarıya baktığımda bir bulutun beni gölgelediğini gördüm.
Daha sonra bu bulutun içinde Cebrail’i gördüm. Cebrail bana şöyle seslendi:
‘Kavminizin size söylediklerini ve size verdiği cevabı Allah işitmiştir. Dağlara
hakim olan bu meleği Allah size göndermiştir. Ona istediğiniz emri
verebilirsiniz.’ Dağlara hâkim olan melek bana döndü ve selam verdi. Sonra şöyle
dedi: ‘Ben dağların meleğiyim. Rabbiniz beni size, istediğiniz emri vermeniz
için göndermiştir’ (Müslim’de yar alan rivâyetin sözleri böyledir. Taberânî’de
‘istediğiniz emri verebilirsiniz’ yazılıdır. Buhârî’de ise ‘Ey Muhammed, ne
yapmak isterseniz, elinizdedir’ kaydedilmiştir), ‘isterseniz ben onları
(Kureyşlileri) Mekke’nin iki dağı (Ebu Kubeys ile Ku’aykı’ân) ile örtebilirim’[12].
Rasûlullah (a.s.) şu cevabı verdi: “Hayır, ben ümit ediyorum ki onların
soyundan Allah, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibadet eden nesiller
çıkaracaktır.”30.11.4.
Hıristiyan Addâs’ın İslâmı Kabul Etmesiİbni Hişâm’ın İbni İshâk’a dayanarak naklettiği rivayete göre
Hz. Peygamber (a.s.) yara ve bereler içinde Utbe ve Şeybe’nin çiftliğinin
duvarına yaslanarak bir üzüm ağacının altında otururken Kureyşli bu iki kabile
reisi gayrete geldiler ve hemşehrisine yapılan kötü muamele yüzünden öfke ve
utanç duydular. Rivayete göre Taifli reislerin evlerinde kalan Beni Cumahlı
Kureyşli kadın da Rasûlullah (a.s.) ile görüştü ve Rasûlullah (a.s.) kendisine
şöyle dedi: “Gördün mü şu Taifli akrabaların, bana ne yaptılar?” ‘Utbe ile Şeybe
ise Hıristiyan olan köleleri Addâs’a dediler ki; “al şu üzüm salkımını tabağa
koy ve ağacın altında oturan adama götür.” Köle, tabağı Rasûlullah (a.s.)’a
götürdü ve üzümleri yemesini istedi. Rasûlullah (a.s.) besmele ile üzüm yemeye
başladı. Besmeleyi duyan Addâs, “vallahi bu memlekette bu sözleri söyleyen başka
kimse yoktur” dedi. Rasûlullah (a.s.) kendisine nereli olduğunu ve dininin ne
olduğunu sordu. Addâs “ben Hıristiyan’ım ve Ninova’lıyım” dedi. Rasûlullah
(a.s.) buyurdu: “Sen, sâlih insan Yunus bin Matta’nın hemşerisi misin?” Addâs,
“siz onu nereden tanıyorsunuz?” diye sordu[13].
Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O benim kardeşimdir. O da peygamberdi, ben de
peygamberim”. Bunu duyunca Addâs Hz. Peygamber (a.s.)’e eğilerek başını, elini
ve ayaklarını öptü. Süleyman et-Teymî, siyer kitabında şunları yazmıştır: Addâs
“sizin Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğunuza şehâdet ediyorum” dedi. Rebi’a’nın
oğulları bu manzarayı görünce aralarında dediler ki: “Al işte, bu adam bizim
kölemizi de elimizden aldı.” Addâs efendilerine geri gelince onlar şöyle dedi:
“Ulan, sana ne oldu? O adamın başını, elini ve ayaklarını öpmeye başladın?”
Addâs şu cevabı verdi: “Efendiler, vallahi bütün yeryüzünde ondan daha iyi bir
insan yoktur. O, bana öyle bir şeyden haber verdi ki, bunu ancak bir peygamber
yapabilir.” Onlar kendisine şöyle dediler: “Addâs, kendi dininden dönme. Senin
dinin onun dininden dâha iyidir.”30.11.5. Cinlerin
Kur’an-ı Kerim’i DinlemeleriRasûlullah (a.s.) Taiften Mekke’ye dönüş sırasında birkaç gün
Nahle mevkiinde kaldı. Mekke’ye girip girmemekte tereddüt ediyordu. Biliyordu
ki, Taif’te başına gelen felâketin haberi orman yangını gibi Mekke’ye varmıştı.
Kâfirlerin kendisine daha acımasızca ve alçakça davranacağından endişe ediyordu,
işte, bocalama döneminde bir gece namazda Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir
grubu yanından geçti. Cinler, Kur’an’ı dinleyip müslüman oldular. Sonra geri
dönüp kendi hemcinsleri arasında İslam dinini tebliğ etmeye başladılar. Cenab-ı
Allah bunun haberini Rasûlullah (a.s.)’a verdi ve dedi ki: “İnsanlar davetinden
kaçabilirler ama, cinler sana tabi olmuşlardır ve İslam’ı hemcinsleri arasında
yayıyorlar”. (Bk. Ahkâf sûresinin 29-32, ayetleri)Cinlerin gelişi ve Kur’an-ı Kerim’i dinlemeleriyle ilgili
rivayetleri nakleden Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Zübeyr, Hz. Abdullah bin
Abbas, Hz. Hasan Basri, Sa’id bin Cubeyr, Zirr bin Hubeyş, Mücâhid, Hz. İkrime
ve diğer pek çok râvi bu olayın Nahle’de cereyan ettiğinde ittifak etmişlerdir.
İbni İshâk ile Ebu Nu’aym İsfahani ve Vakıdi diyorlar ki bu vak’a, Rasûlullah
(a.s.) Taiften eli boş Mekke’ye dönerken vuku bulmuştu. Yolda gece Nahle’de
kalmıştı. Orada yatsı, sabah veya teheccüt namazı sırasında Rasûlullah (a.s.)
Kur’an-ı Kerim okurken cinlerin bir grubu oradan geçti ve Kur’an-ı Kerim
dinlemeye başladı. Bununla beraber, bütün rivayetlerde cinlerin gözükmediği ve
Rasûlullah (a.s.)’ın onların gelişinden haberdar olmadığı, ancak daha sonra,
Cenab-ı Allah’ın, vahiyle bu olaydan kendisini haberdar ettiği kaydedilmiştir.Olayın asıl geçtiği yer ya Ez-Zeyme ya da Es-Seyl-ul Kebir’di.
Bu iki yer de Nahle vadisinde bulunuyordu ve her iki yerde de su ve yeşillik
vardı. Taiften gelenler geceyi umumiyetle burada geçirirler.Cinlerin, Rasûlullah (a.s.)’ın ağzından dinledikleri sûre,
Rahman suresiydi. Bezzâr, İbni Cerir, İbn ul-Münzir, Dâre-Kutni, İbni Merdûye ve
Hatib (Tarih’inde)’in Hz. Abdullah bin Ömer’den naklettikleri rivayete göre bir
defasında Rasûlullah (a.s.) Rahmân sûresini tilavet etti, ya da huzurunda başka
birisi okudu. Daha sonra, Rasûlullah (a.s.) yanındakilere dedi ki: “Sizden
cinlerin Rablerine verdikleri cevap kadar iyi bir cevap almıyorum.” Cinlerin
Rablerine ne cevap verdikleri sorulduğunda Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ben
Allah’ın buyruğu olan ‘o halde, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr
edebilirsiniz?’! okurken, cinler de ‘Biz Allah’ın hiçbir nimetini inkâr
edemeyiz’ diyorlardı.” Benzeri bir rivayet Tirmizî, Hakim ve Hafız Ebu Bekr
Bezzar, Hz. Cabir bin Abdullah (r.a.)a atfen nakletmişlerdir. Bu rivayet
şöyledir: Rahman suresinin okunuşu sırasında herkes suskun iken, Hz. Peygamber
buyurdu: “Ben bu sûreyi, Kur’an dinlemek için toplanan cinlere o gece okumuştum.
Onlar bunun cevabını sizden daha iyi veriyorlardı. Ve ben Allah’ın buyruğu olan,
“ey cinler ve İnsanlar, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?”;
okuduğumda, cinler dedi ki: “Ya Rab, biz hiçbir nimetini inkâr etmiyoruz. Bütün
övgüler senin içindir.”30.11.6. Dönüşte
Rasûlullah (as)’ın Mekke’ye Girişiİbni Sa’d’ın Vakıdi’ye istinaden naklettiği rivayete göre
Rasûlullah (a.s.) Nahle’den Mekke’ye dönme niyetinde iken Hz. Zeyd bin Hârise,
kendisine şöyle dedi: “Siz oraya nasıl dönebilirsiniz? Zira Kureyş, sizi
Mekke’den çıkarmıştır.” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Ey Zeyd, Allah şimdi, içinde
bulunduğumuz şartlardan çıkmamız için mutlaka bir yol gösterecektir. O kendi
dininin hâmisi ve yardımcısıdır ve kendi peygamberini galip kılacaktır.” Bundan
sonraki olayları Vakıdi kısaltmıştır, ama İbni İshâk bunu etraflıca anlatmıştır.
İbni İshâk diyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hira dağına vardıktan sonra Ahnes bin
Şerik’in himayesine girmek için ona Abdullah bin Ureykıt[14]‘ı
gönderdi. Ahnes bin Şerik dedi ki: “Ben Kureyş’in müttefiklerinden biriyim ve
müttefik bir kişiyi himayem altına alamam”[15].
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.), İbni Ureykıt’ı, Süheyl bin Amr’ın yanına
yolladı. Süheyl dedi ki: “Ben Rasûlullah (a.s.)’a Beni Amir bin Lueyy Beni
Ka’b’a karşı eman veremem”. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) o adamı, Beni Abdi
Menafin bir kolu olan Beni Nevfel’in ileri gelenlerinden Mut’im bin Adiyy’e
gönderdi. Ureykıt ona gidip dedi ki: “Muhammed (a.s.) senden eman istiyor ki,
Rabbinin talimatını halka duyurabilsin.” Mut’im, Rasûlullah (a.s.)’a eman
vereceğini ve dolayısıyla onun Mekke’ye gelmesini söyledi. Böylece Rasûlullah
(a.s.) Mut’im’in evine gitti ve geceyi orada geçirdi. Sabah olunca Mut’im’in 6-7
oğlu, Rasûlullah (a.s.)’ı yanlarına alıp silahlarıyla birlikte Harem’e vardılar
ve Rasûlullah (a.s.)’tan Kâ’be’yi tavaf etmesini istediler. Tavaf sırasında bu
gençler, Rasûlullah (a.s.)’ı korumak için nöbet tuttular. Ebu Süfyan (Taberî’nin
rivâyetine göre, Ebu Cehl) kendilerine şöyle bir soru yöneltti: “Siz onu himaye
mi ediyorsunuz, yoksa onun dinine mi girdiniz?” Mut’im dedi ki: “Hayır biz onu
himaye edenlerdeniz”. Ebu Süfyan dedi ki: “Senin himayene halel gelmez. Sen kimi
himaye ettinse biz de onu himaye ettik.”Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah
(a.s.) Bedir savaşında esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları
söylemişti: “Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest
bırakılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest
bırakırdım.” (Buhârî, Ebû Dâvûd, Müsned-i Ahmed).
[1] Bu olayın
asıl râvîsinin Hz. Amr bin el-As olduğu, Hz. Abdullah’ın muhtemelen
babasından duyarak naklettiği anlaşılıyor. Zira, Hz. Abdullah bin Amr H.
65’te vefat etti. Vefatı sırasında 72 yaşındaydı. Buna göre hesap
yaptığımızda kendisinin bu olayın görgü tanığı olmadığı, zira doğumunun
Hicret’ten sadece 7 yıl önce yani, Bi’set’ten sonra 6. yılda olduğu ortaya
çıkıyor.
[2] İbn Sa’d,
Hz. Abdullah bin Ömer’in o sıralarda 6 yaşında olduğunu ifade ettiğini
belirtmiştir. Hâfız İbni Hacer ise, “Feth ul-Bârî”de, o zaman Hz.
Abdullah’ın 5 yaşında olduğunu kaydetmiştir.
[3] İbn
Abd-il-Berr kendi “Siret’inde bu rivâyeti Mûsâ bin Ukbe’nin dışında Muhammed
bin Abdurrahman Ebul-Esved ve Ya’kub bin Hamîd bin Kâsib’e de dayanarak
nakletmiştir.
[4] Şi’b, tepe
demektir. Şi’b-i Ebî Tâlib, Ebû Kubeys dağının tepelerinden biriydi. Ebû
Tâlib ve ailesi buraya sığınmışlardı. Günümüzde bunun adı Şi’b-i Ali’dir.
Buna ayrıca Sûk-ul Leyl de denilir.
[5] İbn
Abd-il-Berr, Mûsâ bin Ukbe’ye dayanarak İmam Zührî’nin şu garip rivâyetini
nakletmiştir: Şi’b-i Ebî Tâlib’de Hâşim ve Muttalib aileleri mahsur
kaldıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habeşistan’a
hicret etmelerini istedi. Halbuki, bu ifade gerçeklere aykırıdır.
[6] Bu şahsın
asıl ismi Hâris bin Kays bin Adiyy-üs-Sehmî idi. Kays bin Adiyy’nin karısı,
Benî Mürre’nin cadısı (kâhine) idi, adı Gaytale idi. Bu sebeple bütün
evlâtları “Ğayâtıle” olarak biliniyor.
[7] İbni Sa’d,
Vâkıdiye dayanarak nikâhın Ramazan, Bi’set’ten sonra 10. yılda kıyıldığını
yazmıştır. Kastallânî ise Hz. Hatice’nin Ramazan’da vefat ettiğini, nikâhın
ise Şevval’da kıyıldığını yazmıştır.
[8] Taberî ile
İbni Esîr’in ifadelerine göre bu zât daha sonra Mekke’den tekrar
Habeşistan’a gitti ve Hıristiyan olarak öldü. Ama Belazuri, İbni İshâk’a ve
Vakıdiye dayanarak onların ifadesinin doğru olduğunu belirtmiştir. Bizzat
İbni Esîr “Üsd-ul Ğabe”de Sekrân’ın öldüğü sırada müslüman olduğunu
kaydetmiştir. Hâfız İbni Hacer ise “İsâbe”de Sekrân’ın adıyla birlikte
“radıyallahü anh” yazmıştır.
[9] İbni Hişâm
ve bazı diğer tarihçiler bu hatunun ismini “Huveyle” olarak yazmışlardır.
[10] Bilindiği
üzere Hz. Urve bin Zübeyr, Hz. Ayşe’nin yeğeniydi. Bu bakımdan
-rivâyetlerinde bundan bahsetsin ya da etmesin- balası hakkında
anlattıkları ondan duyduklarına dayanıyordu.
[11] Bu yere
“Karn-ul Menazil” de denilir. Bu Necdlilerin mîkâtıdır. Necdliler burada
ihram bağlarlar. Bu mevki, Mekke’ye bir günlük mesafededir.
[12] Dağların
meleğinin Kureyşli kâfir ve müşrikleri dağlarla örtmek istemesinin sebebi,
Taif’te Rasûlullah (a.s.)’ın başına onlar yüzünden bu belaların gelmesiydi.
Mekkeli Kureyşliler böylesine şiddetli muhalefette bulunmasaydı Rasûlullah
(a.s.) da ecnebi yerlerde ve yabancı İnsanlar arasında bu hale
gelmeyecekti.
[13] Süheyli’nin
Et-Teymi’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Rasûlullah (a.s.)’ın ağzındın Hz.
Yunus ile ilgili cümleyi işitince Addâs şöyle dedi: “Vallahi, ben Ninova’dan
ayrılırken orada Matta’nın kim olduğunu bilen 10 kişi bile yoktu. Siz onu
nasıl tanıyabilirsiniz. Siz ümmisiniz ve kavminiz de ümmidir.”
[14] Bu şahıs
müşrikti, ama Rasûlullah ile Hz. Ebu Bekr onu güvenilir bir kişi olarak
tanırlardı. Nitekim Medine’ye hicret gibi tehlikeli bir yolculuk sırasında
kılavuz olarak onu yanına almıştı. Bu adam yol boyunca vefalı davrandı.
Halbuki, Kureyş’e yolculuğu hakkında muhbirlik yaparak iyi bir ödül
alabilirdi.
[15] Bu şahıs
aslen Benî Sakif tendi, ama Mekke’de Benî Zührenin müttefikiydi. Şahsî
meziyet ve kabiliyetleri yüzünden Beni Zühre’nin ileri gelen reisleri
arasında sayılırdı. -
Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI
Otuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI
32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI
32.1.1. Hz. Peygamber’in Görüştüğü Kabileler
32.1.2. Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen
Olaylar
32.1.2.1. Beni Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdü
32.1.2.2. Beni Bekr bin Vâil İle Mülakat
32.1.2.3. Beni Amir bin Sa’sa’a İle Görüşme
31.1.2.4. Beni Şeybân bin Sa’lebe İle Görüşme
31.1.2.5. Beni Abs ile Görüşme
32.1.3. Evs ve Hazrec’in Tarihçesi
32.1.3.1. Bu Tarihi Durumun Etkileri
32.1.4. Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineli
32.1.5. Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesi
32.1.6. Ensâr’ın İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atı
32.1.7. Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atı
32.1.8. Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesi
32.1.9. Medine’de Cuma Namazının Başlaması
32.1.11. Akabe Bi’atının Ehemmiyeti
32.1.12. Ensâr’ın Fedakârlık Duygusu
32.1.14. Akabe Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisi
32.1.15. Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın YayılışıOtuz İkinci Bölüm: MEKKE DÖNEMİNİN SON
ÜÇ YILI32.1. MEKKE DÖNEMİNİN SON ÜÇ YILI
Biz daha önce Rasûlullah. (a.s.)’ın, Bi’set sonrası 10. yılda
Taife yaptığı seyahatten bahsettik. Bu seyahatten sonra Rasûlullah (a.s.) iyice
anladı ki, Kureyşlilerden herhangi bir hayır beklenmediği gibi, Beni Sakif’in
de doğru yola gelmesine imkân yoktur. Beni Sakif’in doğru yola gelmesi bir yana,
bu kabile İslâmi davete tahammül etmeye bile razı değildi. Hatta, Hz. Peygamber
(a.s.) Taif’te öylesine büyük bir hakarete ve işkenceye maruz kaldı ki, Mekke’de
peygamberlikten sonra geçirdiği 10 yılda bile bunun benzerine rastlanmamıştı.Böylece, Rasûlullah (a.s.) Mekkeli ve Taiflilerden ümidini
kestikten sonra Ukâz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırlarında ve Hac mevsiminde
Mina’da toplanan diğer Arap kabilelerine dikkatini çevirdi. Rasûlullah daha
ünce de bu yerlerde halkı İslâma davet ediyordu ama, bu defa davetinin mahiyeti
biraz değişikti. Rasûlullah, bu defa muhtelif kabileleri İslâma davet etmekle
kalmıyor, onların reis ve ileri gelenleriyle şahsen görüşüp kendisine ve diğer
müslümanlara maddi destek sağlamaya çalışıyordu. Rasûlullah (a.s.) bu reislere
diyordu ki: “Bakın, Kureyşliler Allah’ın davetinin yolunu tıkamışlardır ve
artık sizin yardımınız olmadan davet işi hızla yürüyemez”. Musa bin Ukbe’nin
İmam Zührî’ye dayanarak verdiği bilgiye göre Hz. Peygamber (a.s.) Medine’ye
hicret etmeden önce görüştüğü her kabileye ve ileri gelenlerine şöyle derdi:
“Bana eman verin ve benim davetimi destekleyin ki, Allah’ın kelâmını herkese
iletebileyim.” Bu gibi davet ve telkinler sırasında Ebu Cehl ve Ebu Leheb başta
olmak üzere Kureyş’in diğer pek çok serserileri her zaman Rasûlullah (a.s.)’ı
takip ediyorlardı ve Arap kabilelerinin onun vaaz ve telkinlerine kulak
asmamaları İçin çağrıda ve tehditte bulunuyorlardı. Bu adamlar bazen Rasûlullah
(a.s.)’a taş veya toprak atıyorlardı. Fakat Rasûlullah (a.s.) İslâmi davetini
her zamanki metanet ve ciddiyetiyle sürdürüyordu. Bu arada, Rasûlullah (a.s.)
umre, ziyaret, veya ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen kişileri de Hak dinine
davet ediyor, onların kendisini desteklemelerini istiyor ve mümkünse
memleketlerine kendisini çağırmalarını teklif ediyordu.32.1.1. Hz.
Peygamber’in Görüştüğü KabilelerRasûlullah (a.s.)’ın Hak daveti için yaptığı bu yolculuklarda
görüştüğü kabilelerin listesine baktığımızda görüyoruz ki, kendisinin
Arabistan’ın doğu kıyısından batı kıyısına ve güneyden kuzeye kadar görüşmediği
veya temas kurmadığı tek bir güçlü kabile yoktu. Bunlardan bazılarının
isimlerini aşağıda belirtiyoruz:1) Kinde: Bu, güney Arabistan’ın en büyük kabilelerinden biri
olup Hadramût’tan Yemen’e kadar olan bölgeye hâkimdi.2) Kelb: Bu, Kuda’a’nın bir koluydu ve Kuzey Arabistan’da Dûmet-ul
Cendel’den Tebûk’a kadar olan bölgeye hâkimdi.3) Beni Bekr bin Vâil: Bu, Arabistan’ın savaşçı kabilelerinden
biriydi ve ülkenin ortalarından Doğu kıyısına kadar etkisini sürdürüyordu. Bu
kabile M.S. 3001 de ilk defa İran imparatorluğuna kafa tutmuş ve
peygamberlik döneminde tekrar İranlılarla savaşa girerek düşmana büyük
kayıplar verdirmişti. Tarihte bu savaş, Zikâr savaşı adıyla biliniyor.4) Beni el-Bekka: Bu, Beni Amir bin Sa’sa’a’nın bir kolu olup
Mekke ile Irak yolu boyunca hakimiyetini sürdürüyordu.5) Sa’lebe bin Ukâbe: Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu.
6) Beni Şeyban bin Sa’lebe: Beni Sa’lebe bin Ukâbe’nin bir kolu.
7) Beni el-Hâris bin Ka’b: Beni Temim’in bir kolu.
8) Beni Hanife: Bu, Beni Bekr bin Vâil’in bir kolu olup
Yemâme’de otururdu. Müseyleme (Kezzab) bu kabileye mensuptu. Hz. Ebu Bekr’in
halifeliği sırasında sahte peygamberler fitnesi ortaya çıkınca müslümanlar en
çok bu kabile ile uğraşmak zorunda kalmışlardı. Bu kabile de Arabistan’ın
savaşçı kabilelerinden biriydi.9) Beni Süleym: Bu da, Kays-ı Aylan kabilelerinin en büyüğüydü
ve Hayber yakınlarında yukarı Necd bölgesinde oturuyordu. Bu kabilenin adamları
el-Kurâ vadisine Teymâ’ya kadar yayılmış durumda idiler.10) Beni Amir bin Sa’sa’a: Havazin’in bir kolu olup Necd’de
oturuyorlardı. Havazin de Kays’ı Aylân’dandılar. Bunlar daha sonra Taif in bir
bölgesine yerleştiler. Kabilenin bazı üyeleri yazı Taif te kışı da Necd’de
geçirirlerdi.11) Beni Abs: Bu da Kays-ı Aylân’ın bu kolu olan Gatafan’ın bir
yan kabilesi idi. Necd’de oturuyor ve savaşçı kabilelerden biri sayılıyordu.
Câhiliyye döneminde bazı kabilelerle çok uzun savaşlara girdi. Bu savaşlardan
Dâhis ve Ğabrâ’ tarihe geçmişlerdir.12) Beni Üzre: Bu, Beni Abdullah bin Gatafan’ın bir koluydu.
13) Gassân: Bu, Güney Arabistan’ın hatırı sayılır kavimlerinden
biriydi. Daha sonra kuzey Arabistan’a geçip yerleşmişti. Çeşitli kabileleri
bünyesinde toplayan Gassanlıların bazısı Hıristiyan ve bazısı müşrikti.
Gassanlıların bir devletçiği Bizanslılara tabi olmuştu.14) Fezâre: Bu Gatafan’ın büyük bir yan kabilesiydi ve Necd ile
el-Kurâ vadisinde otururdu.15) Beni Abdullah: Bu, Kelb’in yan kabilelerinden biriydi.
16) Beni Muharib bin Hafse: Bu, Adnanlı kabilelerden biriydi.
Hz. Peygamber (a.s.)’in İslâm dinini yaymak üzere yaptığı
çeşitli geziler sırasında görüştüğü kabilelerin belli başlıları bunlardı.
Arabistan’ın jeopolitik durumu göz önünde bulundurulur ve yukarıda adlarını
yazdığımız kabilelerin toplumdaki durumları, sayıları, güçleri, zenginliği ve
yiğitliği ele alınırsa bunların sadece bir tanesinin bile Rasûlullah (a.s.)’ın
davetini kabul etmesi halinde İslâm dininin hayli güçleneceği ve günden güne
gelişeceğinden kimsenin şüphesi olmayacaktı.32.1.2.
Rasûlullah (a.s.)’ın Kabilelerle Görüşmesi Sırasında Meydana Gelen OlaylarHz. Peygamber (a.s.)’in kabilelerle görüşmek üzere yaptığı
çeşitli geziler çok ilginç olmuş ve bunlarda bazı dikkate değer olaylar meydana
gelmiştir. Rasûlullah, bu geziler sırasında çeşitli adamlarla buluşmuş ve çoğu
üzücü olmasına rağmen bazı sevindirici olaylarla da karşılaşmıştır. Mûsâ bin
Ukbe’nin “Meğâzi”de belirttiği gibi kabilelerin çoğu şu cevabı verirlerdi: “Bir
insanı, mensup olduğu millet ve toplum daha iyi bilir. Bizzat kendi milletinde
fesâd ve kavga çıkarmış olan ve milleti tarafından reddedilmiş olan bir kişi
bize ne verebilir ki?” Fakat bazı kabileler sadece İslâm’ın davetini reddetmekle
kalmadılar, Rasûlullah (a.s.)’a çok kaba ve çirkin davrandılar. İbni Cerir, İbni
Hişâm ve Hâfız İbni Kesir’in Muhammed bin İshâk’a dayanarak ifade ettiklerine
göre bir defasında Rasûlullah (a.s.) Kinde’nin toplantı yerine gitti ve
Kindelilerin yardımını talep etti. Fakat, Kindeliler bu talebi reddettiler.
Rasûlullah (a.s.) Kelb kabilelerinden Beni Abdullah’a gitti ve kendilerine “Allahu
Teâlâ atanıza iyi bir isim bahsetmiştir, siz bana yardım edin” dedi, ama onlar
da bu isteği reddettiler. Rasûlullah (a.s.), daha sonra Beni Hanife’ye gitti,
fakat bu kabile daha da kötü davrandı; ve bulundukları yerden Rasûlullah
(a.s.)’ı kovdu.32.1.2.1. Beni
Hemdân’a Mensup Bir Şahsın Tereddüdüİmam Ahmed ile Hâkim ve bazı diğer muhaddisler Hz. Câbir bin
Abdullah’a atfen Rasûlullah (a.s.)’ın halka şöyle seslenerek yol kat ettiğini
kaydetmişlerdir: “Beni kendi kabilesine götürecek bir adam var mı?” Bu çağrıyı
duyan Hamdan kabilesine mensup bir şahıs Rasûlullah (a.s.)’a geldi ve onu kendi
kabilesine götürmeye razı oldu. Ama daha sonra kabilesinin kendisine kötü
muamele yapacağından korktuğu için Rasûlullah (a.s.)’a döndü ve şöyle dedi: “Ben
şimdi kabileme gidiyorum. Onlara senden söz edeceğim ve gelecek yıl Hac
mevsiminde seninle görüşeceğim.” Bundan sonra bu adamdan haber alınamadı.32.1.2.2. Beni Bekr
bin Vâil İle MülakatHafız Ebû Nuaym ve Yahya bin Sa’id-ul Ümevi; Kelbi’ye dayanarak
diyorlar ki, bir defasında Rasûlullah (a.s.) Beni Bekr bin Vail’e gitti ve
onlarla sohbet ederken “savaş durumunuz nasıl” diye sordu. Onlar dediler ki
“biz ne İran’la savaşacak durumdayız, ne de İran’a karşı kimseyi
koruyabiliriz.” Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Bir gün gelecek, siz onların
menzillerine ineceksiniz, onların kadınlarıyla evleneceksiniz ve onların
evlâtlarını esir alacaksınız.” Bu görüşmeden sonra Rasûlullah (a.s.) oradan
ayrıldı ve oraya Ebû Leheb geldi ve halka şöyle dedi: “Bu adam eskiden çok iyi
idi, ama şimdi aklını kaçırmıştır.” Beni Bekr bin Vail’e mensup olanlar da
dediler ki: “Evet, İranlılardan bahsedince onun akli dengesinin yerinde
olmadığına kanaat getirdik.” Bu vak’a gösteriyor ki, o sıralarda hiçbir Arap,
Arapların İran gibi muazzam bir saltanatı yerle bir edip bütün İran’a hâkim
olacaklarını akıllarının uçlarına bile getiremiyordu. Böyle bir şeyi onlarca
sadece deli-divane bir kişi söyleyebilirdi. Ama, aradan 15-16 sene geçmedi ki,
aynı adamlar Rasûlullah (a.s.)’ın söylediklerinin harfiyen gerçekleştiğine
şahit oldular.32.1.2.3. Beni Amir
bin Sa’sa’a İle Görüşmeİbni İshâk’ın, İmam Zührî’ye dayanarak naklettiğine göre
Rasûlullah (a.s.) bir defasında Beni Sa’sa’a’nın oturdukları bölgeye gitti ve
davetini onlara iletti. Beni Amir’e mensup Beyhare bin Firaş dedi ki: “Vallahi
Kureyş’in bu gencini yanıma alsam bütün Arabistan’ı elime geçirebilirim.”Bu adam daha sonra Rasûlullah (a.s.)’a şöyle dedi: “Diyelim ki,
sizin işinizde sizinle ortak olduk ve Allah da sizi muhaliflerinize galip
kıldı. Bundan sonra siyasi iktidar bizim olacak mı?” Rasûlullah (a.s.) cevap
verdi: “Bu iş Allah’ın elindedir. O kime isterse iktidar verir.” Bunun üzerine
Beyhare bin Firaş şöyle dedi: “Vay be, biz gırtlağımızı Araplara teslim edeceğiz
âma Allah sizi galip kılınca iktidarı bize değil başkalarına vereceksiniz.
Gidin, biz böyle bir şey istemiyoruz.” Beni Amir bin Sa’sa’a’ya mensup olanlar
hacdan sonra memleketlerine dönünce Rasûlullah (a.s.) ile görüşme olayını yaşlı
bir şeyhe anlattılar ki, şöyle idi: “Kureyşli Beni Abdulmuttalib’in bir genci
bize geldi. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyordu ve bizden yardım talep
ediyordu. O bizim memleketimize gelmek istiyordu. Biz onunla şunları şunları
konuştuk. Sonra onu geri çevirdik.” Yaşlı şeyh bu hikâyeyi duyunca başını
elleri arasına aldı ve şöyle dedi: “Ey Beni Amir, bu hatayı telafi etmeliyiz.
Biz büyük bir fırsatı kaçırdık. Elinde canım olan Allah’a yemin ederim ki,
hiçbir İsmaili hiçbir zaman böyle bir şey uydurmamıştır. Bu mutlaka doğrudur.
Siz o zaman aklınızı mı kaçırmıştınız?”31.1.2.4. Beni Şeybân
bin Sa’lebe İle GörüşmeEbû Nuaym, Hâkim ve Beyhakî Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak
Hz. Ali’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Bu rivayet şöyledir: “Ben (Ali) bir
defasında Rasûlullah (a.s.) ve Ebu Bekr ile Minâ’da çeşitli kabilelere
gidiyorduk. Biz şöyle dolaşırken çok görkemli bir toplantıya vardık. Burada
bulunanların hepsi varlıklı ve yaşlı, başlı kimselerdi. Hz. Ebû Bekr sordu,
“sizler kimsiniz?” Onlar dediler ki: “Biz Beni Şeybân bin Sa’lebe’liyiz.” Bunun
üzerine Hz. Ebû Bekr Rasûlullah (a.s.)’a dönerek şöyle dedi: “Annem ve babam
size fedâ olsun. Bunlardan daha muhterem şahsiyetleri daha göremezsiniz.” Bu
toplantıda Mefrûk bin Amr, Hâni bin Kabisa, Müsennâ bin Hâris ve Nu’man bin
Şerik hazırdılar.Hz. Ebû Bekr’e yakın olan Mefrûk dedi ki: “Galiba siz
Kureyş’tensiniz”. Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Belki de siz biliyorsunuzdur, buraya
Allah’ın Rasûlü teşrif etmişlerdir. Huzurunuzdaki şahsiyet ise kendileridirler.”
Mefrûk, “evet, biz böyle bir şey işittik” dedi ve sonra dikkatini Rasûlullah
(a.s.)’a çevirdi. Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: “Ben sizi İslâm’a
davet ediyorum. Siz, Allah’ın tek olduğuna, hiçbir ortağı olmadığına, ibadete
layık olan tek varlığın Allah olduğuna ve benim de O’nun Rasûlü olduğuma
şahadet ediniz. Sizden yardım ve emân talep ediyorum. Böylece, Allah’ın bana
verdiği vazifeyi tam manasıyla yerine getirebilirim. ZiraKureyş, Allah’ın işini durdurmak için ittifak kurmuştur. Kureyş,
Allah’ın Rasûlünü tekzip etmiş ve Hak yerine Batıldan yana çıkmıştır. Halbuki,
Allah kullarının yardımına muhtaç değildir ve kendi başına Mahmûd’dur”. Mefrûk
dedi ki: “Kureyşli kardeş, sen başka neyi emrediyorsun?” Bunun üzerine
Rasûlullah (a.s.) En’âm sûresinin 151’den 153’e kadar olan ayetlerini okudu.
Mefrûk daha sonra şunları söyledi: “Ey Kureyşli kardeş sen başka neyi vaaz
ediyorsun? Vallahi bu, dünyalıların kelâmı değildir. Zira böyle bir şey olsaydı,
ben anlardım.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Nahl sûresinin 90. ayetini tilavet
etti. Mefrûk şunları söyledi: “Vallahi, ey Kureyşli birader, siz en güzel
ahlâki vasıflara ve iyi amellere davet ettiniz. Sizi yalanlayan millet çok aptal
ve akılsızdır.” Bundan sonra Mefrûk, Hâni bin Kab Îsa’ya işaret ederek kendi
kabilesinin şeyhi ve din adamı olduğunu söyledi. Hâni dedi ki: “Ey Kureyşli
kardeş, ben sizin söylediklerinizi duydum ve sizi teyid ediyorum. Fakat, bizim
bir toplantıda aniden dinimizi değiştirip sizin dininizi kabul etmemiz biraz
acele bir iş olacaktır. Arkamızda milletimiz vardır ki, onun rey ve fikrini
almadan onlara bir şey empoze etmemiz doğru olmayacaktır. Biz şimdi
memleketimize geri dönüyoruz, siz kendi işinize bakın. Biz meseleyi gözden
geçireceğiz. Siz bunun neticelerinin ne olacağını düşünün.” Bundan sonra Hâni,
Müsennâ bin Haris’i Rasûlullah (a.s.)a tanıştırdı ve kendisinin bir şeyh ve
askeri komutan olduğunu bildirdi. Müsennâ dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, ben
senin sözlerini dinledim ve beğendim. Fakat, benim cevabım da Hâni’ninki
gibidir. Biz bir toplantıda kendi dinimizi bırakıp senin dinini kabul etmeyi
doğru bulmuyoruz. Biz oturduğumuz yerde iki zorlukla karşılaşıyoruz: Birincisi
Yemâme ve ikincisi Semâve (Arap yarımadasına yakın olan Irak’ın toprakları).”
Rasûlullah (a.s.) “Bu iki zorluğun anlamı nedir?” diye sordu. Müsennâ dedi ki:
“Birincisi, dağ ve Arap toprakları. İkincisi İran toprakları ve Kisrâ (İran
Hükümdarının) nehirleri. Kisrâ ne bizim ne de himayemizde olan başka birinin
fevkalâde bir şey yapmasını istiyor. Sizin bizi davet ettiğiniz şey
hükümdarların hoşlarına gitmeyebilir. Arap topraklarına gelince, kusur ve
özrümüzü kabul edebilirsiniz. Fakat İran ile ilgili herhangi bir yükümlülüğün
altına giremeyiz.” Rasûlullah (a.s.) kendisine şu cevabı verdi: “Doğruyu
söyledinizse yanlış bir hareket yapmadınız. Fakat, şurasını bilin ki, Allah’ın
diniyle kalkan bir kişi için müstesnalar söz konusu değildir. O her bakımdan
bunu himaye etmelidir.” Daha sonra şunları ekledi: “Biraz sabredin, Allah
İranlıların mal ve mülkünü size verecektir; onların kızlarını sizin
tasarrufunuza verecektir. Evet, bütün bunlardan sonra, siz Allah’ı tesbih ve
tenzih edecek misiniz?”Numan bin Şerik dedi ki: “Ey Kureyşli kardeş, biz senin
söylediklerini kabul ettik.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) “İnnâ erselnâke
sahiden ve mübeşşiren ve nezira” ayetlerini okuyarak kalktı ve Hz. Ebu Bekr’i
elinden tutarak oradan ayrıldı.31.1.2.5. Beni Abs
ile GörüşmeVakıdi, Abdullah bin Vâbiste el-Absi’ye dayanarak dedesinin şu
rivâyetini nakletmiştir: Kabilemiz Beni Abs Mescid-i Hayf yakınlarında Cemret-ul
Ulâ’ya konaklamıştı. Rasûlullah (a.s.) bizim bulunduğumuz çadıra geldi. Yanında
Zeyd bin Hârise de vardı. Rasûlullah (a.s.) bizi İslâm’a davet etti ve biz bu
daveti kabul etmedik. Bundan önce de her hac mevsiminde Rasûlullah (a.s.) bizim
yanımıza gelip Hak dininden söz ederdi ve biz hiçbir zaman onun çağrısını
dinlemedik. Son defasında Meysere bin Mesrûk el-Absi de yanımızda idi. O şöyle
dedi: “Vallahi biz O’nu tasdik eder ve yanımıza alıp memleketimize götürürsek bu
iyi bir hareket olacaktır. Zira, Allah’a yemin ederek söylüyorum, onun kelâmı
galip gelecektir, hem de ezici bir şekilde galip gelecektir.” Rasûlullah (a.s.)
Meysere’nin bu sözleri üzerine ümitlendi ve onunla biraz daha konuştu. Fakat,
Meysere daha sonra dedi ki: “Kelâmınız ne kadar güzel ve şahanedir. Ama, benim
halkım bana karşı çıkıyor. Benim halkım beni desteklemezse başka kimlere
yalvaracağım?” uzun bir müddet sonra Vedâ Haccı sırasında Rasûlullah (a.s.),
Meysere’yi gördü ve tanıdı. O zaman Meysere şöyle dedi: “Ya Rasûlullah, ilk defa
bizim çadırımıza geldiğiniz zamandan beri size tutkundum, fakat ne çare ki
amacıma ulaşamadım. Artık ne olduysa oldu. Şimdi bunca zaman geçtikten sonra
müslüman oluyorum.”Kısacası, bütün Arap kabileleri ayaklarına kadar gelen Hak
davetine sırt çevirdiler ve büyük bir fırsatı kaçırdılar. Buna karşı Medineliler
şanslı ve talihliydiler ki, kendileri Rasûlullah (a.s.)’ın ayağına kadar
geldiler ve hem dünyada, hem âhirette felâh buldular. Biz şimdi biraz geriye
dönerek mübarek şehir Medine’nin sakinlerinin hangi sebeplerden dolayı zihnen ve
fikren Rasûlullah (a.s.)’ın davetini kabul etmeye amade olduklarını anlatmaya
çalışacağız.32.1.3. Evs ve
Hazrec’in TarihçesiM.S. 450 ya da 451’de Mârib Seddinin yıkılmasıyla Yemen’in marûz
kaldığı sel felâketinden kurtulan Sabâ (Sebe’) kavmine mensup Amr bin Amr çoluk
çocuklarını alıp ülkenin kuzeyine yerleşmişti. Onun bir oğlu Cüfne’nin evlatları
Suriye’ye yerleşti ve Gassân ismiyle şöhret kazandı. İkinci oğlu Hârise ise
Hicaz’ın dağlık bölgeleri ve Kızıldeniz kıyısı arasında uzanan Tihame adlı
düzlüğe yerleşti. Onun evlatları Huzâ’a ismiyle meşhur oldu. Üçüncü oğlu
Salebe’nin evlâtları arasında Hârise adında bir kişi vardı. Onun iki oğlu,
karılarından birisi Kayle’den doğmuşlardı. Bunlardan birinin adı Evs, diğerinin
ise Hazrec idi. Bu iki kardeşin evlâtları gidip Yesrib’e (Medine’ye)
yerleştiler. Bu şehre daha önceden Yahudiler hâkimdi. Yahudiler uzun bir müddet
Evs ile Hazrec’in evlâtlarına şehrin en güzel mer’a ve diğer yerlerine girme
izni vermediler. Bu sebeple Evs ve Hazrecliler çaresizlik içinde şehrin dışında
verimsiz, kurak ve çorak arazilerde kalmaya mecbur oldular. Geçimlerini zor
sağlayabiliyorlardı ve daima sıkıntı içinde idiler. Nahiyet bunlar, akrabaları
olan Suriyeli Ğassânlılardan yardım istediler. Gassanlılar kuvvetli bir orduyla
gelip Yahudileri Medine’nin dışına çıkarıp Evs ile Hazrec’i buranın hâkimi
yaptılar. Yahudilerin Beni Kureyza ve Beni Nadir adlı iki kabilesi şehrin
çevresinde oturmaya mecbur oldular. Yahudilerin bir başka kabilesi, Beni Kaynuka
ise Hazrec’in himayesine girip şehrin bir mahallesine yerleşmeyi başardı. Bu
kabile yukarıda bahsedilen iki Yahudi kabilenin rakiplerinden biriydi. Bu iki
kabile bu gelişmeye karşı harekete geçtiler ve Evs kabilesiyle anlaşma
imzalayarak bunun müttefiki oldular. Bundan sonra Evs ile Hazrec te 15 yıl
Yahudilerle beraber aynı şehrin içinde ve çevresinde iç içe yaşadılar. Bu arada,
bu iki Arap kabilesi aynı soydan gelmelerine ve aralarında evlilik bağları
bulunmasına rağmen cehaletleri yükünden hem birbirleriyle sık sık çatışmaya
giriyorlardı, hem de kendi müttefikleri arasında çatışma çıkarıyorlardı. Zira,
bunlar kendi müttefiklerin birleşmelerini istemiyorlardı ve çarpışarak
güçlerini kaybetmelerinden yana idiler. Ayrıca, Yahudiler de bu iki kabilenin
birbiriyle daima çatışma durumunda olmalarını kendileri için hayırlı
sayıyorlardı. Böylece, Evs ile Hazrec arasında 175 yılda ufak tefek çatışmalar
hariç, 11 büyük kanlı muharebe oldu. Bu muharebelerin sonuncusu hicretten
sadece beş yıl önce (Yani Bi’set’ten 8 yıl sonra ve M.S. 618’de) meydana
geldi. Bu muharebede her iki kabilenin büyük adamları öldü.[1]
Fakat bu çatışma ve savaşlara rağmen Medine’de Yahudilerin dini etkisi o kadar
kuvvetliydi ki, çocuk doğurmayan veya çocukları sık sık ölen bir kadın, gelecek
defa çocuğunun doğması halinde bunu Yahudi yapacağına dair adakta bulunuyordu.
Bu durumu İbni Cerir kendi tefsirinde Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak
anlatmıştır. Ebu Davud, Nesâî, İbni Ebi Hâtim ve İbni Hibbân da bu konuda
çeşitli rivâyetleri İbn Abbas’a, Mücâhid’e, Sa’id bin Cubeyr’e, Şa’bi’ye Hasan
Basri’ye vs.’ye dayanarak nakletmişlerdir.32.1.3.1. Bu Tarihi
Durumun EtkileriYukarıda gayet kısa olarak anlatmaya çalıştığımız Evs ile
Hazrec’in tarihinden anlaşılacağı gibi bu iki Arap kabilesi üç büyük sebeple
İslâmi davete Arabistan’ın diğer bütün kabilelerine oranla daha yatkın idiler.
Onlar, zihnen ve fikren İslâmiyet’i kabul etmeye hazırdılar ve zamanı gelince,
Rasûlullah (a.s.)’a, suya susamış kişiler gibi koştular.Birinci sebep şuydu: Evs ile Hazrec uzun yıllardan beri
Yahudilerle beraber yaşadıkları için kulakları ve kalbleri nübüvvet, vahiy,
kitap, şeriat vs. gibi kavramlara alışmıştı. Diğer Arap kabileleri için ise bu
kavramlar yabancıydı.İkincisi, İbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a dayanarak
belirttiği gibi Evs ile Hazrec Yahudi komşularıyla sohbetleri sırasında
bunların sabırsızlıkla bir peygamberi beklediklerini öğreniyorlardı. Böyle bir
peygamberin gelişinin Yahudilerin kitabında yazılı olduğunu biliyorlardı.
Yahudiler ayrıca böyle bir peygamberin çabuk gelmesi için sık sık Allah’a dua
ediyorlardı, zira bu peygamberin gelmesinden sonra üzerlerinden diğer
milletlerin galebesinin kalkacağına inanıyorlardı. Özellikle Yahudiler ile Evs
ve Hazrec birbiriyle hırlaşınca şöyle derlerdi: “Göreceksiniz, kısa bir zaman
sonra bizden bir peygamber çıkacaktır. O peygamber ortaya çıkınca biz ona tabi
olacağız ve biz onunla bir olup sizi Ad ve İrem milletleri gibi yok edeceğiz.”
Yahudilerin bu gibi sözlerine Kur’an-ı Kerim’de de temas edilmiştir:“Onlar o kitapla müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi.”
(Bakara; 89)Yahudilerin bu söz ve hareketlerini yakından izleyen Evs ve
Hazrec kabileleri de yeni peygamberleri bekler hale gelmişlerdi ve bu nebi
ortaya çıkar çıkmaz kendisine biat etmek ve böylece hasımları olan Yahudileri
alt etmek niyetinde idiler.Üçüncüsü, Evs ile Hazrec kendilerini kemiren ve gün geçtikçe
zayıflatan iç savaştan bıkmışlardı. Onlar kendilerini bir bayrak altında
birleştirecek bir lideri bekliyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de bu kabilelerin bu
durumuna da temas edilmiştir:“Cehennem kuyusunun kenarında iken sizi ondan kurtardı.” (Al-i
İmran; 102)Medineliler bu durumlarından kurtulmak için Hazrec’in bir reisi
olan Abdullah bin Übeyy’i kendi kralları olarak seçmeye de hazırdılar, işte bu
şartlar altında Medinelilere, öteden beri bekledikleri ve can-ü gönülden
istedikleri nimet gelmiş oldu. (Bk. İbni Hişâm, eli, s. 234)32.1.4.
Rasûlullah (a.s.) İle Görüşen İlk Medineliİbni Hişâm ile Taberî, İbni İshâk ve Asım bin Ömer bin Katâde
Ensarî’ye dayanarak naklettikleri rivayetle Rasûlullah (a.s.) ile görüşen ilk
Medineli vatandaşın Hz. Suveyd bin Sâmit olduğunu ifade etmişlerdir. Hz. Suveyd
kabiliyeti, yiğitliği, şiir ve edebiyatı sevmesi ve soylu bir aileye mensup
olması sebebiyle “kâmil” lakabıyla tanınırdı. (İbni Sa’d’ın açıklamasına göre
halkı arasında son derece zeki, akıllı, okuma-yazması olan, okçuluk ve yüzmede
üstün bir yere sahip kişiye cahiliyye döneminde “kâmil” denirdi. (Bk. Tabakat,
c. III, s. 603). Hz. Suveyd, Rasûlullah (a.s.)’a akraba da oluyordu. Zira annesi
Leylâ binti Amr, Rasûlullah (a.s.) adet üzere kendisiyle görüştü ve kendisini
Hak dine davet etti. Suveyd dedi ki, “galiba bende olan sizde de vardır.”
Rasûlullah (a.s.) “sizde ne var?” diye sordu. Suveyd, “Mecelle-i Lokman (Yani
Hikmet-i Lokman”. Rasûlullah (a.s.), ondan Lokman’ın sözlerini okumasını istedi.
Suveyd dediğini yaptı. Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki, “şüphesiz bu iyi bir
kelâmdır, ama bende olan kelâm bundan çok daha üstündür. O da Kur’an’dır ki,
Allah bana nazil etmiştir. Kur’an bir hidayet ve bir nur’dur”. Bundan sonra
Rasûlullah (a.s.), Suveyd’e Kur’an’dan bazı parçalar okudu ve kendisini İslâma
davet etti. Suveyd bu davetten kaçmadı ve bunun (Kur’an’ın) gerçekten iyi bir
kelâm olduğunu söyledi. Bundan sonra Suveyd Medine’ye döndü, ama kısa bir süre
sonra Hazrec tarafından öldürüldü. Bu Bu’as savaşından önceki bir olaydır.[2]32.1.5.
Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’nin İkinci Heyetiyle Görüşmesiİbni Hişâm ile Taberî’nin İbni İshâk’a istinaden naklettikleri
rivayete göre Buâs muharebesinden öne Evs ile Hazrec arasında husûmet ve
çatışma başlayacakken, Evs’in bir kolu olan Beni Abd-el Eşhel’in bir heyeti
Ebu’l-Haysir (ya da Ebul-Hayser) Enes bin Kâfi’nin liderliğinde Hazreç’e karşı
Kureyş’i kendi müttefiki yapmak üzere Mekke’ye geldi. Hz. Peygamber (a.s.), bu
heyetin geldiğini duyunca onların yanına gitti ve kendilerine şöyle dedi: “Siz,
uğruna geldiğiniz şeydan daha iyi bir şey kabul etmek istiyor musunuz?” Onlar
bunun ne olduğunu sordular. Rasûlullah (a.s.), karşılık verdi: “Ben Allah
tarafından kullarına gönderilen Rasûlüyüm. Ben kulları Allah’tan başka kimseye
kulluk etmemek, O’nun dışında kimseye ortak koşmamaya davet etmeye geldim. Bana
ayrıca bir Kitab nazil olmuştur.” Rasûlullah (a.s.), bundan sonra İslâmın ana
ilkelerini açıkladı ve kendilerine Kur’an okudu. Heyette yer alan İyas bin Mu’az
adında bir genç bunları duyduktan sonra dedi ki: “Vallahi, arkadaşlar, uğruna
geldiğiniz şeyden bu mutlaka daha iyidir.” Fakat Ebu’l-Hayser bu gencin yüzüne
toprak alıp, “bizi böyle şeyler için bağışla. Biz buraya başka bir iş için
geldik” dedi. Bunun üzerine İyas sustu ve Rasûlullah (a.s.) da oradan ayrıldı.
Bu heyetin Medine’ye dönmesinden sonra Bu’as muharebesi patlak verdi ve bundan
kısa bir süre sonra İyas da vefat etti. Ölüm anında yanında bulunanların
ifadelerine göre İyas son nefesine kadar Allah’ın adını andı ve O’nun için hamd
ve tesbihte bulundu. Aynı kişiler Mekkedeki görüşmeden sonra İyâs’ın, İslâmın
bir neferi olarak Medine’ye döndüğünü ve müslüman olarak öldüğünü beyan
etmişlerdir.İbni Sa’d’ın Vâkıdi’ye dayanarak verdiği teferruatlı bilgi, bazı
noktalarda İbni İshâk’ın rivâyetinden fazladır. Buna göre, Beni Abd el-Eşhel
heyeti Mekke’de Utbe bin Rebi’a’nın evinde kalmıştı. Utbe, heyeti çok iyi
ağırladı, ama ittifakla ilgili muahede imzalanması teklifini “biz sizden çok
uzaktayız, böyle bir şeye gerek yok” diye nezâketle geri çevirdi. Vâkıdi’nin
ifadesine göre İyâs bin Mu’az, heyetin İslâmiyet’i kabul etmesini teklif ettiği
zaman Ebu’l-Hayser kendisine toprak attı ve şöyle dedi: “Amma da konuşuyorsun,
biz buraya Kureyş’i düşmanlarımıza karşı müttefik yapmaya geldik, sen de
istiyorsun ki Kureyş’i düşman yapıp gidelim.” Vâkıdî’nin rivâyetinde ayrıca,
İyâs’ın son nefesini alırken yanında bulunanlar arasında Muhammed bin Mesleme,
Hz. Seleme bin Selâme bin Vakş ve Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân’ın bulunduğu
kaydedilmiştir.32.1.6. Ensâr’ın
İlk Grubunun İslâm’ı Kabul Etmesi ve Birinci Akabe Bi’atıBi’set sonrası 11. yılda (M.S. 620) Hac mevsiminde Rasûlullah
(a.s.) yine adet üzere muhtelif Arab kabileleriyle görüşmek üzere Mina tarafına
yöneldi ve dolaşarak Akabe[3]
yakınlarında konaklamış olan Hazrec kabilesinin bir grubuna vardı. İbni Hişâm
ile Taberî’nin Muhammed bin İshâk’a dayanarak anlattıklarına göre Rasûlullah
(a.s.) kendilerine “siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar, “biz Hazrec kabilesine
mensubuz” dediler. Rasûlullah (a.s.) “eğer biraz oturursanız size bazı şeyler
söyleyeceğim” dedi. Onlar da “peki” deyince Rasûlullah (a.s.) onların yanına
oturdu, onları Allah’a davet etti ve İslâm’ın temel ilkelerini anlattı ve
Kur’an’dan parçalar okudu. Onlar aralarında dediler ki: “Arkadaşlar, bilin ki
Yahudilerin durmadan söz ettikleri ve geleceğinden korktukları nebi budur.
Sakın onlar bizi geçmesinler.” Ve hepsi sükûnet ve ciddiyetle İslâm’ı kabul
ettiler. Rasûlullah (a.s.)’ı tasdik ettiler ve daha sonra şöyle dediler: “Bizim
milletimiz kadar kargaşa ve iç çekişmeye düşen başka bir millet yoktur. Biz
milletimizi bu halde bırakıp buraya geldik. Belki de Allahu Teâlâ sizin
vasıtanızla onları birleştirir. Biz onlara gidiyoruz ve sizin bize vaaz
ettiğiniz dini onlara vaaz edeceğiz ve inanın, Allah onları sizin etrafınızda
birleşirlerse sizin kadar kuvvetli daha başka bir adam olmayacaktır.” Bazı
rivayetlerde bu olaydan şöyle bahsedilmiştir: “Biat’tan sonra Rasûlullah (a.s.)
onlara dedi ki, “Rabbimin mesajını herkese iletebilmem için, siz beni destekler
misiniz?” Onlar dediler ki: “Ya Rasûlullah, bizde Bu’as muharebesi henüz sona
ermiştir. Eğer siz hemen şu sıralarda oraya gelirseniz halkın sizin etrafınızda
toplanmaları zor olacaktır. Siz şimdilik bizim oraya dönmemize müsaade edin.
Belki de Allahu Teâlâ aralarımızdaki ilişkileri düzeltir. Ve sizin bize telkin
ettiğiniz şeyi biz onlara telkin edelim. Belki de Allah onları etrafınızda
toplar. Böyle olduğu takdirde sizden daha kuvvetlisi olmayacaktır. Öyleyse, biz
gelecek yıl Hac mevsiminde tekrar buluşacağız.”İbni İshâk, Şa’bi ve Zührî diyorlar ki, Akabe’de Rasûlullah
(a.s.)’a biat eden altı kişi vardı. İbni Sa’d da Vâkıdi’ye dayanarak
sayılarının altı olduğunu kaydetmiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:Heni Mâlik bin en-Neccâr’dan:
1) Ebu Ümâme Es’ad bin Zürâre (bu zât cahiliyye döneminde de
Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).2) Avf bin el-Hâris bin Rifâ’a (annesinin adı Afra’ idi) Beni
Zürayk’tan:3) Râfi, bin Mâlik (Cahiliyye döneminde kâmil lakabıyla
tanınırdı).Beni Selime’den:
4) Kutbe bin Amir bin Hadide.
Beni Harâm bin Ka’b’den:
5) Ukbe bin Amir bin Nabi
Beni Ubeyd bin Adiyy’den:
6) Cabir bin Abdullah bin Ri’âb
İbn Abd-il Berr, siret-ün nebi konusunda söz sahibi olan bazı
kimselerin Câbir bin Ri’âb yerine Hz. Ubâde bin Samit’in ismini kaydettiklerini
belirtmiştir. Musa bin Ukbe ise ilk Akabe Biat’ına katılanların sayısının sekiz
olduğunu kaydetmiştir. Musa bin Ukbe listesinde şu isimleri kaydetmiştir: Es’ad
bin Zürâre, Rafi’ bin Mâlik, Mu’az bin Afra’, Yezid bin Sa’lebe, Ebu’l-Haysem
bin et-Teyyihan ve Uveym bin Sâ’ide. Daha sonra şunları yazmıştır: “Bu zevata
Ubâde bin Sâmit ve Zekân bin Abd-i Kays’ın da dahil olduğu söyleniyor.”
Görüldüğü gibi, bu zayıf bir ifadedir ve âlimler ile tarihçilerin çoğu Muhammed
bin İshâk’ın ifadesinin daha doğru olduğunu kabul etmişlerdir. Hâfız İbni Hacer
de bu ifadeyi diğer ifadelere tercih etmişlerdir (Bk. Feth ul-Bâri).İbni Sa’d, yukarıda bahsettiğimiz Vâkıdî’nin sözlerinin yanı
sıra Medinelilerin İslâmiyeti kabul etmelerine dair üç rivayet daha
nakletmiştir, bu rivayetlerde şu ek bilgilere rastlıyoruz: 1) İlk önce Es’ad bin
Zürare ile Zekvan bin Abd-i Kays, Cahiliyye’nin örf ve adetine göre Utbe bin
Rebi’a ile görüşmek üzere Mekke’ye gittiler. Ancak Utbe ile görüşmeden önce Hz.
Peygamber (a.s.) hakkındaki dedikoduları duyduktan sonra onunla görüştüler ve
müslüman oldular. Daha sonra Hz. Es’ad Medine’ye gidip durumu Ebul-Haysem bin
et-Teyyihan’a anlattı ve o da İslâmı kabul etti. Bundan sonra Ebul-Haysem,
Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüşmüş olan altı kişiye katıldı. 2) İlk önce
Rafi’ bin Malik ez-Zurki ve Mu’az bin Afra’ umre için Mekke’ye gittiler. Orada
Rasûlullah (a.s.) hakkında bilgi edindikten sonra kendisiyle görüştü ve
müslüman oldular. 3) Mina’da Rasûlullah (a.s.), Medine’nin altı değil sekiz
kişinin adı Mûsa bin Ukbe’nin rivâyetinde yer almıştır.32.1.7.
Medinelilerin İkinci Heyeti ve İkinci Akabe Bi’atıİbni Sa’d ile İbni İshâk’ın rivayetlerine göre Akabe’de
İslâmiyete iman eden ilk Medineliler memleketlerine dönünce İslâmı tebliğ
çalışmalarına başladılar. Bunun neticesinde ensarın her evinde Rasûlullah
(a.s.)’ın adı duyulmaya başladı. Ertesi yıl (yani bi’set sonrası 12 yıl) hac
mevsiminde Medine’den gelen 12 kişilik başka bir heyet bir önceki yıl
Hazreclilerin biat ettiği Akabe’de Rasûlullah (a.s.) ile görüştü. Bu 12 kişiden
beşi bir önceki yıl müslüman olanlardı (Hz. Cabir bin Abdullah bin Ri’ab ise bu
yıl gelmedi). Diğer 7 kişiden 5’i Evs’e bağlıydılar:Hazrec ve Beni en-Neccâr’dan:
1) Mu’az el-Hâris bin Rifâ’a (Afrâ’nın oğlu)
Hazrec ve Beni Zürayk’tan:
2) Zekvan bin Abd-i Kays (İbn Sa’d ve İbni Hişâm’ın ifadesine
göre bu zat Medine’den Mekke’ye gelerek Rasûlullah’ın yanında kaldı ve hicret
sırasında Medine’ye döndü).Hazrec ve Beni Avf bin el-Hazrec’den:
3) Ubâde bin Sâmit
4) Yezd bin Sa’lebe
Hazrec ve Beni Sâlim bin Avf bin Hazrec’den:
5) Abbâs bin Ubâde bin Nadle (İbni İshâk’ın ifadesine göre bu
zât da Mekke’de kaldı ve Rasûlullah (a.s.) ile beraber Medine’ye hicret etti).Evs ve Beni Abdil-Eşhel’den:
6) Ebul-Haysem bin et-Teyyihân (bu zât cahiliyye döneminde de
Tevhid’e inanıyor ve putperestlikten nefret ediyordu).Evs ve Beni Amr bin Avf’tan:
7) Uveym bin Sâ’ide
Rasûlullah (a.s.)’ın bu zevat’dan aldığı bi’atının ismi “Bi’at-ı
Nisâ”dır. Zira, bunun sözleri birkaç yıl sonra müslüman kadınlardan biat
alınması konusunda Kur’an-ı Kerim’in el-Mümtehine suresinin 12. ayetinde teklif
edilen biatın sözlerine çok benziyor. İbni İshâk, Hz. Ubade bin Samit’e
dayanarak biatın metnini şöyle nakletmiştir:“Biz (Medineli müslümanlar) Allah’a kimseyi ortak koşmayacağız.
Hırsızlık yapmayacağız. Zina yapmayacağız. Evlatlarımızı katletmeyeceğiz. Kendi
el ve ayaklarımıza iftirada bulunmayacağız (yanî, hiçbir kimseye asılsız
iftirada bulunmayacağız.) Hiçbir emri ma’ruf konusunda Rasûlullah (a.s.)’a
itaatsizlik etmeyeceğiz. Rasûlullah (a.s.)’ın emirlerini dinleyeceğiz ve ister
mali durumumuz iyi, ister kötü olsun, ister bu emirleri beğenelim, ister
beğenmeyelim, isterse de bize başkaları tercih edilsin, bu emirleri yerine
getireceğiz. Ve biz hükümet işlerinde devlet yetkilileriyle ihtilafa
düşmeyeceğiz. (Müsned-i Ahmed’de şu ilâve satırlar var: “Hükümette hakkınız
olduğunu sandığınız halde” ve Buhârî’de şu kelimeler var: “Sizin aleni küfre
şahit olmanız hariç”). Ve biz nerede ve ne şartlar altında olursak olalım, Hak
söz söyleyeceğiz ve bizi lanetleyenlerden korkmayacağız. Eğer siz bu sözlere
bağlı kalırsanız sizin için cennet vardır. Ve eğer biri yasak bir fiil işlerse,
bu mesele Allah’a havale edilecektir. Allah isterse cezalandırır, isterse
affeder.”Bu hadisin muhtelif bölümleri; Hz. Ubâde bin Samit’in
rivayetleri başlığı altında şu hadis kitaplarında yer almıştır: Buhârî,
“Kitab-ul İman”, Bölüm: Menâkıb ul-Ensâr, Kitab ul-Hudud, Kitab ul-Fiten, Kitab
ul-Ahkâm, Müslim: Kitab ul-Hudûd ve Kitâb ul-Emaret Müsned-i Ahmed: Ubade bin
Samit’in rivayetleri.32.1.8.
Rasûlullah’ın, Mus’ab bin Umeyr’i Medine’ye Göndermesiİbni Cerir ve İbni Hişâm’ın Muhammed bin İshâk’a dayanarak
yazdıklarına göre Medinelilerin bu ikinci heyeti memlekete hareket ederken
Rasûlullah (a.s.) kendilerine refakat etme üzere Hz. Mus’ab bin Umeyr’i
gönderdi. Rasûlullah (a.s.), Mus’ab’ın Medinelilere Kur’an’ı ve İslâm’ı
öğretmeye ve dini iyi anlamalarını sağlamaya çalışmasını istedi. Dolayısıyla,
Hz. Mus’ab Medine’ye varıp Hz. Es’ad bin Zürâre’nin evinde kaldı. Fakat Musa bin
Ukbe’nin rivâyetine göre heyet Medine’ye döndükten sonra Mu’az bin Afra ve Rafi’
bin Malik’i kendilerine dini öğretecek bir kişiyi yanlarına almak üzere Mekke’ye
gönderdiler. Rasûlullah (a.s.) Medinelilerin bu isteği üzerine Hz. Mus’ab bin
Umeyr’i o tarafa gönderdi. Beyhakî’nin İbni İshâk’a dayanarak kaydettiği rivayet
bundan biraz değişiktir. Buna göre heyettekiler Rasûlullah (a.s.)’a mektup
göndererek dini öğretmek üzere kendilerine bir kişi göndermelerini istediler.
Rasûlullah (a.s.), bu mektuba cevap olarak Hz. Mus’ab’ı Medine’ye gönderdi. İbni
Sa’d da Vakıdi’nin benzer bir rivâyetini kaydetmiştir.Ensâr, İkinci Akabe bi’atından memleketlerine döndükten sonra
Hz. Mus’ab bin Umeyr başkanlığında İslâmı hızla yaymaya başladılar. İbniSa’d’ın, Vakıdi’ye atfen yazdığına göre Beni Abd el-Eşhel’den
Abbâd bin Bişr bin Vakş ve müttefiklerinden Muhammed bin Mesleme, Hz. Mus’ab’a
biat ettiler. Bundan sonra Beni Abd-el Eşhel’in kabile reisi, Sa’d bin Mu’az ve
Üseyd bin Hudayr aynı gün Hz. Mus’ab’a biat ettiler. Hatta, Beni Abd el-Eşhel
mahallesinden tek bir müşrik kalmadı. İbni İshâk, İbni Hişâm ve Taberî, Hz. Sa’d
ve Hz. Üseyd’in İslâmı kabul etmeleriyle ilgili şu ilginç hikâyeyi
nakletmişlerdir:“Bir gün Es’ad bin Zürâre, Hz. Mus’ab’ı yanına alarak Evs’in bir
kolu olan Beni Zafir kabilesine götürdü. Onlar Beni Zafir’in bahçesinde
dolaşırlarken müslümanlığı kabul etmiş olan birkaç kişi yanlarına geldi. Sa’d
bin Mu’az ile Üseyd bin Hudayr bu faaliyetin haberini alınca Sa’d Üseyd’e şöyle
dedi: “Yahu, şu adamlara (Es’ad ve Mus’ab) gitsene. Baksana, bu adamlar bizim
mahalleye gelip saf kişileri kandırmaya çalışıyorlar. Git ve onları
bahçelerimizden çıkar. Eğer Es’ad bu işe karışmamış olmasaydı ben şahsen oraya
gidecektim. Fakat biliyorsun ki o benim halamın oğludur ve ben onunla yüz yüze
gelmek istemiyorum.” Bunun üzerine Üseyd mızrağıyla bahçeye gitti. Hz. Es’ad’ın
kendilerine doğru geldiğini görünce Hz. Mus’ab’a dedi ki: “Bak, bizim
kabilemizin reisi geliyor. Ona Allah’ın hak sözünü hakkıyla anlatmaya çalış.”
Hz. Mus’ab dedi ki; eğer kendisi oturursa onunla mutlaka konuşacağım. Üseyd
onlara gelip kızgın bir ifade ile bir an bekledi ve sonra şu sert sözleri
söyledi: “Hey, sizi buraya getiren nedir? “Siz niye bizim adamlarımızı
kandırıyorsunuz? Eğer canınızı kurtarmak istiyorsanız buradan hemen defolun.”
Hz. Mus’ab, “sakin olun, siz biraz oturup söyleyeceklerimizi dinler misiniz?
Söyleyeceklerimiz hoşunuza gidiyorsa kabul edin, gitmiyorsa reddedin, karar
sizindir.” Üseyd “haklısın” dedi ve mızrağını yere çakarak oturdu. Hz. Mus’ab
(r.a.), ona İslâm’ın temel ilke ve inançlarını anlattı ve Kur’an-ı Kerim’den
ayetler okudu. Hz. Es’ad ile Hz. Mus’ab’ın ifadesine göre “yemin ederiz ki,
Üseyd’in yüz ifadesi öylesine birden bire değişti ki, İslâmiyetin O’nu tam
manasıyla etkilediğine inandık.” Nitekim Hz. Mus’ab’ın söylediklerinden sonra
Üseyd şöyle dedi: “Hayret ne kadar da güzel bir kelâmdır. Siz bu dine girerken
ne yaparsınız?” İkisi kendisine şöyle dedi: “Yıkanın ve vücudunuzu temizleyin,
elbiselerinizi de temizleyin. Sonra, Hakk’a, şehâdet getirin, daha sonra namaz
kılın.” Üseyd o an oradan kalktı, yıkanıp temiz olduktan sonra geldi, kelimeyi
şehâdet getirdi ve iki rek’at namaz kıldı. Daha sonra şunları söyledi: “Arkamda
bir adam var ki, eğer size tabi olursa eminim, halkından tek bir kişi sözünün
dışına çıkmayacaktır. Ben ona gidip onu size yolluyorum.” Üseyd bunları
söyledikten sonra oradan ayrıldı ve Sa’d bin Muaz’a vardı. O sırada Sa’d bir
toplantıda idi. Sa’d onu gelirken görünce, “vallahi, yemin ederim, Üseyd
buradan gittiği yüzle dönmüyor” dedi.Hz. Üseyd gelip toplantıda durdu. Es’ad, kendisinin ne yaptığını
sordu. Üseyd şöyle dedi: “Ben her iki adamla konuştum. Bence, onların herhangi
bir zararlı çalışması yoktur. Ben onların propaganda yapmamalarını istedim.
Onlar da dedi ki, biz zaten sizin dediklerinizi yapıyoruz. Benim duyduğuma göre
Beni Harise’ye mensup kimseler Es’ad bin Zürâre’nin senin halanın oğlu olduğunu
biliyorlar ve seni küçük düşürmek üzere Es’ad bin Zürare’yi öldürtmek için yola
çıkmışlardır”. Bunu duyunca Sa’d’ın yüzü değişti ve hemen mızrağını alıp
kardeşine yetişmek için oradan ayrıldı. Giderken de, “vallahi, benim seni onlara
göndermemin hiçbir faydası olmadı” dedi. Hz. Es’ad uzaktan Sa’d’ın gelmekte
olduğunu görünce Mus’ab’a dedi ki, “bu öyle bir reistir ki, arkasında bütün bir
halk vardır. Bu müslüman olursa halkından iki kişi bile İslâmı kabul etmekten
kaçamaz. ” Es’ad her iki adamın gayet sakin ve pervasızca oturduklarını
görünce Üseyd’in kendisini onlara bahane ile gönderdiğini anladı ve çok kızdı.
Kızgın bir şekilde Hz. Es’ad bin Zürare’ye dönerek şöyle dedi: “Ebu Ümâme,
vallahi seninle akrabalığım olmasaydı bu adam (Hz. Mus’ab) benden kurtulamazdı.
Sen bizim sülâlemize, beğenmediğimiz bir şeyi mi musallat etmek istiyorsun?” Hz.
Mus’ab kendisine şöyle dedi: “Lütfen, siz sakinleşip söyleyeceklerimi dinler
misiniz? Beğenirseniz kabul edin. Beğenmezseniz reddedin, inanın, biz sizin
hoşunuza gitmeyen bir şeyi sizden uzak tutacağız.” Hz. Es’ad, “doğru söyledin”
dedi ve oraya oturdu. Mızrağını da yere dikti. Hz. Mus’ab kendisine İslâm’ı
anlattı ve Kur’an’dan parçalar okudu. Hz. Mus’ab ile Es’ad’ın rivâyetine göre,
Sa’d henüz konuşmadan yüzündeki tatlı ve yumuşak ifadesiyle İslâma yaklaştığını
sezdiler. Sa’d, Hz. Mus’ab’ın sözleri bitince, “siz bu dine girmek için ne
yaparsınız?” diye sordu. Onlar, Hz. Üseyd’e söylediklerini tekrarladılar. Sa’d
yıkandı ve temiz olarak onlara geldi, kelime-i şehâdet getirdi, iki rek’at
namaz kıldı ve mızrağını alıp meclise geri döndü.Hz. Sa’d’ın geri döndüğünü görenler yüzünden anladılar ki
kendisi aynı yüzle Hz. Mus’ab ve Hz. Es’ad’a gitmemişti. Hz. Sa’d gelir gelmez
oradakilere şöyle dedi: “Ey Beni Abd el-Eşhel siz benim nasıl bir insan olduğumu
sanıyorsunuz?” Oradakiler dediler: “Biz sizi reisimiz olarak tanırız. Siz
aramızda en merhametli insansınız. Hepimizden daha fazla fikrinizde
isabetlisiniz. Hepimizden daha akıllı ve tecrübelisiniz”. Bu cevabı aldıktan
sonra Hz. Sa’d şöyle dedi: “Siz Allah’a ve Rasûlüne iman edinceye kadar
kadınlarınız ve erkeklerinizle konuşmam haramdır”. Böylece akşam olmadan Beni
Abd el-Eşhel’in bütün erkek ve kadınları müslüman oldular. Müslüman olmayan
sadece el-Üsayrim Amr bin Sâbit kalmıştı. O da Uhud gazvesi sırasında müslüman
oldu ve henüz ilk secdede iken şehid edildi. Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “O
Cennet’e gidecektir”. Şurası unutulmamalıdır ki, beni Abd el-Eşhel’de tek bir
münafık yoktu. İbni Sa’d’ın Vakıdi’ye dayanarak naklettiğine göre, Hz. Sa’d bin
Mu’az ve Üseyd bin Hudayr müslüman olduktan sonra ilk iş olarak Beni Abd
el-Eşhel’in putlarını kırdılar.İbni İshâk’ın rivâyetine göre Hz. Mus’ab Medine’de tebliğ
çalışmalarını hiç aksatmadan ve çok başarılı bir şekilde sürdürdü. Öyle ki, bir
kaç müslüman erkek veya kadının bulunmadığı tek bir Ensar mahallesi kalmadı.
Sadece birkaç aile Hendek gazvesine kadar İslâmı kabul etmediler.32.1.9. Medine’de
Cuma Namazının BaşlamasıHz. Ka’b bin Mâlik ile Hz. İbni Sirin’in rivâyetine göre, Cuma
namazı ile ilgili ilâhi emir gelmeden önce Medineli Ensar haftada bir gün toplu
namaz kılmaya karar vermişlerdi. Ensar bu maksad için Yahudilerin Sebt
(Cumartesi) ve Hıristiyanların Pazar günü yerine Cuma’yı seçmişlerdi. Cuma’ya
cahiliyye döneminde “Arûbe” günü denilirdi. İlk Cum’a namazını Hz. Es’ad bin
Zürâre kıldırdı. Beni Beyâda bölgesinde kılınan bu namaza 40 kişi katılmıştı.
(Bk. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbni Mace, İbni Hibbân, Abd bin Hamid,
Abdurrezzâk, Beyhakî ve İbni Hişâm).Dare-Kutni’nin Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak naklettiği
rivayete göre, Mekke’de Cuma namazı ile ilgili Allah’tan emir gelince, Hz.
Peygamber (a.s.), Hz. Mus’ab bin Umeyr’i yazılı bir emirle Medine’ye gönderdi.
Buna göre zeval (yani güneşin tam tepeye gelmesinden) sonra iki rek’at namaz
kıldıracaktı. Cuma namazının kılınması emrinin Medine’ye gönderilmesinin
sebebi, o sıralarda Mekke’de cemaatle namaz kılınmanın mümkün olmayışıydı.Bi’set sonrası 13. yılda Zilhicce’de (Haziran veya Temmuz başı,
622); Hac mevsimi yaklaşmaya kadar İslâm Medine’de bir hayli inkişaf etmişti.
İmam Ahmed ve Taberî’nin Câbir bin Abdullah Ensarî’ye dayanarak naklettikleri
rivayete göre, “Rasûlullah (a.s.) 10. yıl Ukâz ve Mecenne’deki panayırlarda ve
Hac mevsiminde kabilelerin konak yerlerinde dolaşarak “benim Rabbimin mesajını
kullarına iletebilmem için beni kim himaye edecek ve yardım edecek ve buna
karşı Cennet’i alacak?” diye seslenirdi. Ne var ki, Rasûlullah (a.s.)’ın bu
çağrısına müsbet cevap veremiyorlardı. Bunun sebebi, Kureyşli serserilerin
daima aleyhinde propaganda yapmalarıydı. Nihayet, bizi (Medinelileri) Allah
Yesrib’ten Rasûlullah (a.s.)’a gönderdi ve biz onu teyid ettik. Bundan sonra
İslâm öylesine gelişmeye başladı ki, eğer bir kişi evinden çıkıp iman eder,
Kur’an okur ve müslüman olursa, eve döndüğünde bakardı ki, evdekilerin hepsi
müslüman olmuş. Böylece Ensar bölgesinde müslümanların bir grubunun bulunmadığı
ve kişilerin dini inançlarını alenen ilân etmedikleri tek bir mahalle kalmadı.
Bir gün biz bir yerde toplandık ve Rasûlullah (a.s.)’ın durumunu görüştük. Biz
aramızda dedik ki, Rasûlullah (a.s.) ne zamana kadar Mekke’nin dağlarında ve
tepelerinde çaresiz ve acıklı bir şeklide İslâmı yaymak için uğraşacaktır.
Rasûlullah (a.s.) her yerde reddediliyor ve hiçbir yerde eman bulmuyor. En
iyisi, onu bizim buraya getirelim. Bunu tartıştıktan sonra bizden 70 kişi Hac
mevsiminde Mekke’ye gitti ve Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de buluştular.” (Bu
hadisin geri kalan kısmını biz daha sonra aktaracağız).İmam Ahmed, Taberânî, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm,
Muhammed bin İshâk’a dayanarak Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir başka rivâyetini
nakletmişlerdir ki şöyledir: “Biz milletimizin müşrikleriyle[4]
hacca çıktık. Bizimle beraber kabile reisimiz Hz. Berâ’ bin Ma’rûr da vardı.
Yolda bize dedi ki ‘benim bir fikrim var. Bilmem siz bu fikre katılır misiniz?’
Biz fikrini sorduk, dedi ki: ‘Bence biz Kâ’be’ye sırtımız dönük vaziyetle
değil, Kâ’be’ye yüzümüz dönük vaziyette namaz kılmalıyız”. Biz dedik ki,
‘Rasûlullah (a.s.)’tan bize gelen emre göre biz Suriye’ye (Kudüs) dönerek namaz
kılarız. Biz Rasûlullah (a.s.)’ın emrine aykırı hareket etmemeliyiz.’ Ne var ki
Hz. Berâ’ Kâ’be’ye dönerek namaz kılmaya ve biz de onu kınamaya devam ettik.
Mekke’ye vardıktan sonra Hz. Berâ’ bana dedi ki, “yeğenim, gel Rasûlullah
(a.s.) ile görüşelim; ve kıble ile ilgili meseleyi onunla konuşalım. Zira, sizin
muhalefet göstermeniz yüzünden ben de tereddüde kapılmışımdır”. Biz bundan önce
Rasûlullah (a.s.)’ı hiç görmemiştik ve hiç tanımıyorduk. Bu sebeple,
Mekkelilerden birine sorduk. O adam, Rasûlullah (a.s.)’ın amcası, Hz. Abbas’ı
tanıyıp tanımadığımızı sordu. Biz evet dedik, zira ticaret için Hz. Abbas bize
gelip giderdi. Dedi ki, “Harem’e gidin, Rasûlullah’ı Hz. Abbas ile oturur
görürsünüz.” Biz onun tarif ettiği gibi Harem’e gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a
selam verdik. Rasûlullah (a.s.) Abbas’a dönerek, “Siz bu beyleri tanır mısınız?”
diye sordu. O, “evet” dedi. “Bu Berâ bin Ma’rûr’dur ve bu da Ka’b bin Mâlik.”
Hiç unutmam, Rasûlullah (a.s.) benim ismimi duyar duymaz “şair” diye sordu. Hz.
Abbas da ‘evet’ dedi. Bundan sonra Hz. Berâ’ kendi meselesini sordu ve
Rasûlullah (a.s.)’ın buyruğu üzerine Rasûlullah (a.s.)’ın yönüne doğru namaz
kılmaya başladı. Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Teşrik günlerinin ortasında,[5]
gece vakti kendisiyle buluşmamızı teklif etti. Kararlaştırılan gece biz
halkımızın konakladığı yerden kalktık ve Rasûlullah (a.s.) ile gizlice buluşmak
üzere Akabe’ye hareket ettik, zira milletimizin müşriklerinin bundan haberdar
olmalarını istemiyorduk. Fakat aramızda hâlâ eski dininde olan eşraf ve kabile
reislerinden Ebu Cabir bin Amr bin Haram’da vardı. Onu da yanımıza aldık. Biz
ona dedik ki, “Siz bizim eşraf ve kabile reislerimizden birisiniz. Biz sizin
Cehennem ateşinde yanmanızı istemiyoruz. Ona İslâm’ın öğretilerini anlattık ve
Rasûlullah (a.s.) ile Akabe’de buluşmaya karar verdiğimizi söyledik. Ebu Cabir
o an İslam’ı kabul etti ve bizimle beraber Akabe biatına katıldı. Biz o sırada
73 erkek ve 2 kadındık. Kadınlardan biri Beni Ncccâr’dan Nesibe veya Nuseybe
binti Ka’b Ümm-ü ‘Umâre[6]
ve diğeri Beni Seleme’den Esma binti Amr Ümm-ü Menî idi.”Hz. Câbir (r.a.) bu biata katılanların sayısının 70 olduğunu
belirtmiş ve kadınlardan bahsetmemiştir. Amir bin Şa’bi’nin benzeri bir rivâyeti
İmam Ahmed ve Beyhâki tarafından nakledilmiştir. Ancak, Hz. Ka’b bin Mâlik
bi’aıa 73 erkek ve 2 kadının iştirak ettiğini yazmıştır ve isimlerini de
vermiştir. İbni İshâk ise bu hususla daha çok ayrıntılar vermiş ve 73 erkekten
11’inin Evsli, 62’nin Hazreçli ve iki kadının bulunduğuna işaret etmiştir. İbni
İshâk’a göre kadınlardan biri Nuseybe binti Ka’b idi. Nuseybe, kocası Zeyd bin
Asım ve iki oğlu Habib ve Ubeydullah ile gelmişti, ikinci kadın Esma binti Amr
idi. Rivayetlerdeki bu değişik ifade Arapların ekseriya küçük sayıları,
özellikle kadınları unuttuklarından kaynaklanmış olsa gerek.İbni Sa’d, Vâkıdi’ye dayanarak Uveym bin Sâide’nin şu rivâyetini
nakletmiştir: “Biz Mekke’ye vardığımızda Sa’d bin Hayseme ve Ma’n bin Adiyy ve
Abdullah bin Cubeyr bize dediler ki, gelin Rasûlullah (a.s.) ilegörüşelim ve kendisine selâm verelim. Zira, biz ona iman
etmiştik, ama onu henüz görememiştik. Dolayısıyla, biz oradan çıktık. Bize
dediler ki Rasûlullah, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib’in evinde oturuyor. Biz oraya
gittik ve Rasûlullah (a.s.)’a selâm verdik ve biz onun Medine’den gelen heyetle
nerede görüştüğünü sorduk. Hz. Abbas dedi ki, “bakın sizinle beraber
milletinizin müşrikleri de vardır. Onun için bu meseleyi gizli tutun ve
hacıların dağılışına kadar bekleyin.” Rasûlullah (a.s.) bizimle görüşmek için
sabahına “yevm-un nefes il-âhir” denilen geceyi tesbit etti. (Yani, hacıların
Mina’dan ayrılacakları son gün). Rasûlullah (a.s.) görüşme için Akabe’nin alçak
yerini teklif etti.[7]
Rasûlullah (a.s.) ayrıca uyumakta olan birini uyandırmamızı ve kararlaştırılan
yere gelmeyen bir kişiyi aramamızı istedi”.Son Akabe bi’atıyla ilgili rivayetlerde ittifak halinde
belirtilen bir husus; gece vakti, Medinelilerin ikişer-dörder grublar halinde
kararlaştırılan yere vardıklarında Rasûlullah (a.s.)’ı Hz. Abbas bin
Abdulmuttalib’in yanında bulmalarıdır. Rasûlullah (a.s.), bu gibi şahsi ve
gizli meselelerde Hz. Abbas’a çok güvenirdi. Halbuki, Hz. Abbas o zamana kadar
müslümanlığını gizli tutuyordu ve gayrimüslim olarak görünüyordu.[8]
Hz. Abbas’ın orada bulunmasının bir sebebi de, Rasûlullah (a.s.)’ın Medine’ye
hicretiyle ilgili en küçük ayrıntıları tesbit etmek ve herhangi bir pürüz
bırakmamaktı.İmam Ahmed, Beyhâki ve Amir Şa’bi’nin rivâyetine göre Akabe’de
herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Kim konuşmak istiyorsa
kısa konuşsun, fazla uzatmasın. Zira, müşriklerin casusları sizi her yerde
aramaktadırlar”. Yukarıda aktardığımız Hz. Ka’b bin Mâlik daha sonra rivâyetinde
şöyle diyor: “İlk önce Hz. Abbas (r.a.) söze başladı ve şunları söyledi: “Ey
Hazrecliler[9]
Muhammed’in aramızda nasıl bir mevki ve makamı olduğunu biliyorsunuz. O’nun
hakkında hemfikir olanlara, (yani, İslâmiyet’i kabul etmemiş olanlar) nisbetle
biz (yani, Beni Hâşim ve Beni Muttalib) onu destekledik ve himaye ettik. Bu
sebeple, kendisi milletinde güçlü bir mevkiye sahiptir ve kendi şehrinde emin
bir yerde bulunuyor. Fakat o size gitmekte ısrar ediyor. Şimdi eğer siz davet
ettiğiniz gibi sözlerinize bağlı kalacak ve muhaliflerine karşı onu
koruyacaksınız, üzerinize almak istediğiniz mes’uliyeti alın. Fakat eğer onun
buradan çıkması ve size katılmasından sonra herhangi bir zorlukla
karşılaşacağınıza dair endişeniz varsa açık açık söyleyin. Eğer, o size
gittikten sonra onu bırakmanız veya düşmanlarına teslim etmeniz gerekecekse o
zaman şimdiden bu işten vazgeçin. Zira, o halkı arasında kuvvetli bir mevkiye
ve şehrinde emin bir yere sahiptir”. Biz dedik ki; “Sizin söylediklerinizi
dikkatle dinledik. Bundan sonra ey Rasûlullah, siz buyurun ve bizden ne gibi
taahhüt almak istiyorsanız alın.” Bundan sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bir
konuşma yaptı ve Kur’an’dan ayetler okudu, bizi Allah’a davet etti, bizim
İslâm’a sadık kalmamızı istedi ve şöyle devam etti: “Sizin kendi çoluk
çocuklarınız gibi beni de himaye edeceğinize ve destekleyeceğinize dair sizden
bi’at almak istiyorum.” Bunun üzerine Berâ’ bin Ma’rûr, Rasûlullah (a.s.)’ın
mübarek elini kendi eline alarak, “evet, sizi Hak ile beraber göndermiş olan
Allah’a and içeriz ki, sizi, kendimiz ve çoluk-çocuklarımız gibi koruyacağız. O
halde, ya Rasûlullah (a.s.) bizden biat alın. Biz savaşçı kişileriz. Biz
kahramanlığı atalarımızdan miras almış bulunuyoruz.” Bu sırada Ebu’l.Haysem bin
et-Teyyihân lafa karıştı ve dedi ki: “Ya Rasûlullah, bizimle diğerleri
(Yahudiler) arasında bir ittifak vardır. Biz bu ittifakı bozmak istiyoruz. Biz
şundan kuşkulanıyoruz: Allah bize galebe verirse bizi bırakıp kendi halkınıza
(kabilenize) dönebilirsiniz.” Rasûlullah (a.s.) tebessüm etti ve dedi ki:
“Hayır, artık kanla kan ve kabirle kabir vardır. (Yani hepimiz beraber
yaşayacağız ve öleceğiz). Ben sizinim ve siz de benimsiniz. Siz kiminle
savaşıyorsanız, ben de onunla savaşacağım ve siz kiminle sulh yaparsanız ben de
onunla sulh yapacağım.”Daha önce Müsned-i Ahmed ve Taberânî’ye dayanarak naklettiğimiz
Hz. Câbir bin Abdullah’ın rivâyetinde daha sonra şöyle deniliyor: “Biz Akabe’de
toplandıktan sonra dedik ki, “Ya Rasûlullah, biz ne hakkında size biat
edeceğiz?” Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “İyi ya da kötü her vaziyette emirlerimi
dinleyeceğinize, itaat edeceğinize, ister varlıklı ister sıkıntılı halinizde
olsun mallarınızı harcayacağınıza, iyilik için çalışacağınıza, herkesi
kötülükten men edeceğinize, Allah ile ilgili olarak her zaman doğruyu
söyleyeceğinize, sizi kınayan veya size karşı gelenlerden korkmayacağınıza ve
ben size geldiğim zaman beni kendi aileniz ve çoluk-çocuğunuz gibi
koruyacağınıza dair bi’at edeceksiniz. Bunun mükâfatı olarak siz Cennet’e
gideceksiniz.” Bundan sonra biz kalkıp Rasûlullah (a.s.)’a yaklaştık ve
Rasûlullah (a.s.)’ın elini grubumuzun en genci olan Es’ad bin Zürâre kendi eline
aldı ve dedi ki: “Durun ey Yesribliler, biz kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu
bilerek develerimizi koşturduk ve kendisine geldik. Bugün kendisini yanımıza
almak bütün Arapların düşmanlığını kazanmaktır. Bunun neticesinde bebekleriniz
ölecek ve kılıçlar kanlarınızı emecekler. Onun için, bütün bunlara
dayanacağınıza inanıyorsanız Rasûlullah (a.s.)’ın elini tutun. Allah size bunun
mükâfatını verecektir. Fakat eğer siz canınızdan korkuyorsanız, şimdiden bu
işten vazgeçin ve açıkça menfi cevabınızı verin. Zira, şu anda menfi cevap
vermeniz Allah katında daha makbul sayılacaktır.” Bunun üzerine orada bulunanlar
dediler ki: “Ey Es’ad, önümüzden çekil. Allah’a yemin ederiz, biz ne bu biattan
vazgeçeceğiz ne de elimizi O’nun (Rasûlullah’ın) elinden çekeceğiz.” Bundan
sonra bütün Medineliler Rasûlullah (a.s.)’a biat ettiler.” (Hakim ve Bezzâr da
bu rivâyeti nakletmişlerdir).İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Asım bin Ömer bin Katâde’ye
istinaden Muhammed bin İshâk’ın bu rivâyetini nakletmişlerdir. Rivayet
şöyledir: “Bi’at sırasında Abbas bin Ubâde bin Nadle Ensarî dedi ki, ‘ey
Hazrecliler, siz bu muhterem şahsiyetin eline ne için bi’at ettiğiniz biliyor
musunuz?” “Evet biliyoruz” diye birkaç ses yükseldi. Abbas, kelimelere basa
basa şunları söyledi: Siz siyah ve beyaz, herkesle savaşmak için bi’at
ediyorsunuz (yani, biat ettikten sonra bütün dünya size düşman olacaktır).
Şimdi eğer malınızın ve eşrafınızın canının tehlikeye gireceğini düşünüyor ve
zor şartlarda Rasûlullah (a.s.)’ı düşmanlara teslim edeceğinizi aklınıza
getiriyorsanız daha iyisi bugün O’nun peşini bırakın. Zira, Allah’a yemin
ederek söylüyorum, böylece hem dünyada hem ahirette rezil olacağız. Fakat eğer
diyorsanız ki, malınız ve eşrafınızın canının tehlikeye girmesine rağmen davet
etmekte olduğunuz şahsiyeti koruyacaksınız, o zaman O’nun elini tutabilirsiniz.
Allah şahittir bu, dünya ve ahiretin en hayırlı en sevaplı işidir.” Toplantıda
hazır bulunanlar dediler ki, “Biz O’nu almamızdan dolayı mallarımız ve
eşrafımızın canlarının tehlikeye girmesine razıyız.” Bundan sonra, “Ya
Rasûlullah, biz taahhüdümüzü yerine getirirsek, mükâfatımız ne olacaktır?” diye
sordular. Rasûlullah “cennet” diye cevap verdi.”İbni Sa’d, Hz. Mu’az bin Rifâ’a’nın rivâyetini Vakıdi’ye
dayanarak nakletmiştir ki, şöyledir: “Akabe’de herkes toplandıktan sonra Hz.
Peygamber (a.s.)’in amcası, Hz. Abbas bin Abdulmuttalib söze başladı ve şöyle
dedi: “Ey Hazrec topluluğu, siz Muhammed (a.s.)’ı kendinize davet etmiş
bulunuyorsunuz. Gerçek şu ki, Muhammed (a.s.) kendi ailesi ve akrabaları
arasında en güçlü durumda bulunuyor. Bizden dini kabul etmiş veya etmemiş olan
herkes namus ve şerefini korumak amacıyla O’nu himaye etmekte ve
desteklemektedir. Fakat Muhammed (a.s.) hepimizi bırakıp size gitmek istiyor.
Şimdi kendi kuvvetinizi, sebat, kararlılık ve savaş tecrübenizi iyice gözden
geçirin ve bütün Arabistan’ın husûmetini kazandıktan sonra direnecek durumda
olup olmadığınızı araştırın. Çünkü, şurası muhakkak ki, bütün Araplar birleşip
size çullanacaklardır. Onun için, iyice düşünüp taşınıp karar verin. Aranızda
fikir teatisinde bulunun ve oy birliğiyle bir karara varın. Zira, en iyi söz
doğru sözdür.” Toplantıdakiler susup beklediler. Daha sonra Akabe biatından
hemen önce İslâmiyet’i kabul etmiş olan Abdullah bin Amr bin Haram şu cevabı
verdi: “Vallahi, biz savaşçı bir milletiz. Savaşmak bizim mesleğimizdir. Bu
işte biz usta olmuşuz. Savaşmayı atalarımızdan miras aldık. Biz ilk önce okları
atarız. Oklar tükenince mızraklarımızı kullanırız. Mızraklar kırılınca
kılıçlarımıza sarılırız ve bizden veya düşmandan cesetler serilinceye kadar
kılıç sallarız.” Hz. Abbas “evet siz gerçekten savaşçı bir milletsiniz” diye
tasdik etti. Daha sonra Hz. Berâ’ bin Ma’rûr ileriye geldi ve şöyle konuştu:
“Biz söylediklerinizi dinledik. Allah şahittir, eğer kalbimizde başka bir şey
(fitne, hile) olsaydı, açık açık söylerdik fakat, inanın, biz Rasûlullah
(a.s.)’a sadık kalmak ve kendisi için canımızı feda etmek istiyoruz.” Vâkıdî’nin
başka bir rivâyetinde Hz. Berâ’ bin Ma’rûr’un konuşmasından şu bölümlere de yer
verilmiştir: “Bizde iyi silah ve savaş malzemesi var ve biz iyi savaşan bir
milletiz. Taştan putlara taptığımız zaman böyle idik. Şimdi de Allah bize
hakikati göstermiştir ve diğer İnsanlar bundan uzaktırlar. Cenab-ı Allah bizim,
Rasûlullah (a.s.)’ı himaye etmemizi sağlamıştır. Böyle bir durumda bizim ne
kadar canla ve başla direneceğimizi tahmin edin.”32.1.11. Akabe
Bi’atının EhemmiyetiSon Akabe bi’atı, İslam tarihinde altın harflerle yazılacak
ehemmiyette çok büyük bir vak’adır. Akabe bi’atı Rasûlullah (a.s.)’ın
Mekke’deki tebliğ çalışmalarının bir dönüm noktasıdır. Hatta diyebiliriz ki, bu
önemli fırsatı Cenab-ı Allah temin etti ve Rasûlullah (a.s.) da bunu
kaçırmayacak basiret örneğini verdi. Görüldüğü gibi, Medineliler, Hz. Peygamber
(a.s.)’i bir kaçak veya mülteci gibi değil, Allah’ın naibi ve kendi İmam ve
hükümdarları olarak davet ediyorlardı. Aynı şekilde Mekke’deki müslümanlar için
de Medine’nin kapıları İbni. Medineliler Mekkeli müslümanları birer mülteci
olarak çağırmıyorlardı. Onlar istiyordu ki, Arabistan’ın çeşitli bölgelerine
dağılmış vaziyette olan müslümanlar Yesrib’de toplanarak güç birliği yapsınlar,
disiplinli ve düzenli bir İslam toplumu meydana getirsinler. Başka bir deyişle,
Yesrib ve Yesribliler “Medinet’ul-İslam” (İslam şehrinin temellerin attılar ve
Rasûlullah (a.s.) Medinelilerin bu davetini kabul etmek suretiyle Arabistan’da
ilk “Dar-ul İslam” (İslam beldesi) meydana getirdi. Medineliler attıkları bu
büyük adımın ehemmiyetini ve anlamını çok iyi biliyorlardı. Ama onlar, yiğit,
mert ve kahraman insanlardı. Bu hayırlı ve sevaplı girişimleriyle bütün
Arabistan’a açıkça meydan okuyorlar ve küçük bir kasabanın bütün ülkenin husumet
kılıçlarına ve ekonomik ve sosyal boykotuna karşı cansiperane bir şekilde
ortaya çıktığını gösteriyorlardı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Akabe bi’atına
katılan İslam’ın bu ilk yardımcıları (ensâr) kendi yaptıkları konuşmalarıyla
da, ciddiyet ve sadakatle İslam Peygamberini ve sahabelerini her ne pahasına
olursa olsun desteklemeyi ve korumayı taahhüt ediyorlardı.32.1.12. Ensâr’ın
Fedakârlık DuygusuEnsâr, bütün güçlük ve tehlikeleri bilerek şuurlu bir biçimde
bi’at etmiş ve Rasûlullah (a.s.)’ı ve arkadaşlarını desteklemeye karar
vermişlerdi. Ensârın bu bi’atlarından endişe duymaları veya korkmaları şöyle
dursun, mutluluk ve heyecanları görülmeye değer bir şeydi. Onlar yaptıkları
işten o kadar memnun oluyor ve övünç duyuyorlardı ki, bi’atten hemen sonra
aralarında bir tartışma başladı: Acaba ilk önce bi’at için Rasûlullah (a.s.)’a
elini uzatan kimdi diye. Beni en-Neccâr iddia ediyordu ki, ilk bi’at eden Es’ad
bin Zürâre idi. Beni Abd el-Eşhel ise bu şerefin Ebu’l-Haysem bin et-Teyyihân’a
ait olduğunu ifade ediyordu. (Bk. İbni İshâk). İbni Esir, “Üsd-ul Ğabe”de diyor
ki, Beni Seleme, ilk önce bi’at edenin Ka’b bin Mâlik olduğunu ifade ediyordu.
İbni Sa’d Vâkıdi’ye dayanarak diyor ki; Evs ile Hazrec de birbiriyle bi’atte
öncelik konusunda tartışma yaptılar. Kısacası, herkes bu şerefi üstlenmeye
çalışıyordu. En son, bu işi en iyi Abbas’ın bildiği belirtilerek O’nun fikrinin
sorulmasına karar verildi. Dolayısıyla, Medineliler Hz. Abbas (r.a.)’a gittiler
ve Rasûlullah (a.s.)’a biat için ilk önce elini kimin verdiğini sordular. Hz.
Abbas şöyle dedi: “Rasûlullah (a.s.)’a bi’at eden ilk kişi Es’ad bin Zürâre idi.
Daha sonra Berâ’ bin Ma’rûr ve daha sonra Üseyd bin Hudayr”. Bu vak’a gösteriyor
ki, Medine’li ensâr fedailik ve fedakârlıkta birbiriyle yansır hale
gelmişlerdi.Yukarıya aldığımız Hz. Ka’b bin Mâlik’in rivâyetinin daha
sonraki bölümünde şu ifade yer almıştır: “Bi’atten sonra Rasûlullah (a.s.) bize
dedi ki kendi kabilelerinden sorumlu olacak aranızdan 12 nakib seçmelisiniz”.
(İbni Sa’d’ın Tabakatında yer alan İbn İshâk’ın rivâyetine göre Rasûlullah
(a.s.) şöyle dedi: Bu nakibler, Hz. Îsa’nın havarileri gibi kendi kabilelerinin
kefili olacaklardır. Tabakatta Vâkıdî’nin de bir rivâyeti vardır bunda
Rasûlullah (a.s.)’ın şunları da söylediği kaydedilmiştir: “Mûsâ, Beni
İsrail’den 12 Nakib seçmişti”. Rasûlullah (a.s.)’ın bu talimatı üzerine Ensâr
aralarında görüşerek 12 kişinin ismini verdiler. Bunlardan 9’u Haz-rec’ten ve
3’ü Evs’ten idi. İbni İshâk’ın rivâyetine göre bu zevat şunlardı:Hazrec’den:
1) Es’ad bin Zürâre. (Rasûlullah (a.s.), kendisini Nakiblerin
Nakibi yaptı).2) Sa’d bin er-Rebi’: (Cahiliyye döneminde Medine’nin
okuma-yazma bilen birkaç kişisinden biriydi).3) Abdullah bin Revâha: Bu da okuma yazma biliyordu.
4) Râfi’ bin Malik: Cahiliyye döneminde kâmil lakabına sahipti.
5) Berâ’ bin Ma’rûr: Hicretten kısa bir süre önce vefat etti ve
Rasûlullah (a.s.) onun kabrinde cenaze namazını kıldı.6) Abdullah bin Amr bin Harâm: Akabe bi’atının yapıldığı gece
müslüman olmuştu.7) Ubâde bin Samit.
8) Sa’d bin Ubâde: Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı.
9) Münzir bin Amr. (Bunun da okuması vardı).
Evs’ten:
10) Üseyd bin Hudayr. (Bu da kâmil lakabıyla tanınırdı).
11) Sa’d bin Hayseme.
12) Rifâ’a bin Abd-il Münzir. (İbni Hişâm’ın ifadesine göre bu
zâtın yerine bazı tarihçiler Ebu’l-Haysem bin el-Teyyihân’ın ismini
yazmışlardır).Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) ensarın kendi konak yerlerine ve
çadırlarına dönmelerini istedi ve onlar oradan ayrıldılar.32.1.14. Akabe
Bi’atının Haberini Alan Kureyş’in İlk Tepkisiİmam Ahmed, İbni Cerir, Taberî ve İbni Hişâm, Muhammed bin
İshâk’a istinâden, Hz. Ka’b bin Mâlik’in bir rivâyetini nakletmişlerdir ki,
bununla Kureyş’in Akabe bi’atına karşı ilk tepkisinin ne olduğu ortaya çıkıyor.
Buna benzer bir rivâyet Vakıdi tarafından çeşitli senetlere dayanılarak
kaydedilmiştir. Bunu İbni Sa’d da kendi eserine almıştır. Rivayetler şöyledir:
Akabe bi’atı yapıldığı gece Kureyşliler bundan haberdar oldular ve sabah belli
başlı adamları Medinelilerin konakladığı yere geldiler. Onlar Medinelilere
şöyle dediler: “Ey Hazrec topluluğu, duyduğumuza göre siz bu adam (Rasûlullah
-a.s.-) ile görüşmüş, O’nu kendinize götürmek istemiş ve bize karşı savaş açmak
amacıyla O’na bi’at etmişsiniz. Vallahi billahi, Arabistan’da sizinle savaşmamız
kadar bizim hoşumuza giden başka bir şey yoktur.” Bunun üzerine Medineli
müşriklerden bazı kimseler kalkıp, “vallahi, böyle bir şey olmamıştır. Bizim
böyle bir şeyden haberimiz yoktur” dediler. Bu müşrikler gerçekten doğru
söylüyorlardı, zira onlar müslümanların bi’atından haberdar değillerdi. Fakat,
müslümanlar aralarında gözleriyle işaretleşiyorlardı. Daha sonra Kureyşli
kabile reisleri, Medineli mümtaz kişi Abdullah bin Übeyy’e gittiler ve ona
durumu izah etmeye çalıştılar. Abdullah bin Übeyy dedi ki, “böylesine büyük bir
işe halkım beni atlatarak girişemez. Böyle bir şeyin olduğunu sanmıyorum.”Kureyşliler bu cevaplardan tatmin olmadılar ve sürekli olarak
tahkikat ve tetkikte bulundular. Bu soruşturmalarının sonunda bir bi’atın
yapıldığı kanısına vardılar. Nitekim, Medineliler hac farizalarını tamamlayıp
Mekke’den ayrıldıktan sonra, yol alırlarken Kureyşlilerin bir grubu Ezâhir
mevkiinde Hz. Sa’d bin Ubâde ve Münzir bin Amr’ı yakaladı. Münzir kargaşa
içinden kurtulmayı başardı, ama Sa’d yakalanıverdi. Kureyşliler Hz. Sa’d bin
Ubâde’nin ellerini arkaya bağladılar ve saçından tutarak ve döverek Mekke’ye
götürdüler.Hz. Sa’d’ın ifadesine göre Mekke’de kendisine eziyetler
yapılırken bembeyaz, pembe, parlak yüzlü bir şahıs kendisine geldi. (Bu şahıs
Süheyl bin Amr idi). Bundan sonra Hz. Sa’d’ın ifadesi şöyledir: “Ben zannettim
ki, eğer bu insanlarda biraz insanlık varsa o da bu adamdadır. Fakat o herif
gelip yüzüme sert bir yumruk vurdu. Ben kendi kendime dedim, “vallahi, bu
hayvanlar arasında merhametli kimse yoktur.” Onlar beni yerde sürüyerek
çekiyorlardı. Bir süre sonra bir Kureyşli (Ebu’l-Bahteri bin Hişâm) bana gelip,
“ey Allah’ın kulu, seninle Kureyş arasında herhangi bir eman ve himaye
sözleşmesi yok mudur?” Ben dedim ki, “ben kendi memleketimde Cubeyr bin Mut’im
ile Hâris bin Harb bin Ümeyye bin Abd-i Şems’in ticaret kafilelerine eman
verirdim. (İbni Sa’d, Cubeyr’in yerine babası Mut’im bin Adiyy’in ismini
yazmıştır). Bunun üzerine o adam dedi ki, “sen bu adamların ismini bağıra bağıra
söyle ve aralarındaki yakınlığı anlatmaya çalış.” Ben dediklerini yaptım. Sonra
o adam (Ebul-Bahteri) isimlerini verdiğim iki adamı aramaya çıktı ve onları
Ka’be’de buldu. Onlara dedi ki: “Hazrec’in bir adamı Ebtah (Mekke ile Mina
arasında Muhassab) vadisinde dövülüyor. Bu adam durmadan sizin isminizi
sayıklıyor ve diyor ki “onunla sizin aranızda bir eman sözleşmesi vardır.” Onlar
dövülen kişinin adını sordular. O adam (Ebu’l-Bahteri) “Sa’d bin Ubade” dedi.
Bunu duyunca ikisi dedi ki, “vallahi o doğru söylüyor. O, bizim tüccarlarımıza
eman veriyordu ve bize kimsenin zulüm etmesine imkân vermedi.” Sonra ikisi geldi
ve Hz. Sa’d’ı Kureyşli zalimlerin elinden kurtardılar.”Vâkıdî’nin rivâyetine göre, Hz. Sa’d’ın kaybolduğunu gören Ensâr
kendisini aramak üzere geri döndüler, ancak kısa bir süre sonra kendisinin
kafileye gelmekte olduğunu gördüler.32.1.15.
Bi’at’ten Sonra Medine’de İslâm’ın YayılışıEnsâr, Mekke’den döndükten sonra Medine’de İslâm’ı hızla yaymaya
başladılar. Bu fedailer büyük bir coşku ve dini duyguyla putları ve
putperestleri yok etmeye çalıştılar. İbn Sa’d’ın verdiği teferruatlı malumata
göre Ebu Abs bin Cebr ile Ebu Bürde bin Niyâr, Beni Harise’nin putlarını; Umâre
bin Hazm, Es’ad bin Zürâre, Avf bin Afra’, Salit bin Kays ve Ebu Sırma, Beni
Neccâr’ın putlarını; Ziyâd bin Lebid ve Ferve bin Amr, Beni Beyâda’nın
putlarını; Sa’d bin Ubâde, Münzir bin Amr ve Ebû Dücane Beni Sâide’nin putlarını
ve Mu’az bin Cebel, Sa’lebe bin Ğanâme ve Abdullah bin Üneys, Beni Selime’nin
putlarını kırmak için seferber olmuşlardı. Bu seferberlik gösteriyor ki,
müslümanlar Medine’de söz geçirecek hale gelmişlerdi. Müslümanlar alenen
putları kırıyorlardı ve kendilerine mani olacak veya mukavemet edecek hemen
hemen kimse yoktu.Bu hususta İbni Hişâm ilginç bir olayı dile getirmiştir.
Rivayete göre Medine kabilelerinden Beni Selime’nin lideri Amr bin Camuh,
şirkine devam ediyordu. Halbuki, oğlu Mu’az bin Amr müslüman olup Akabe
bi’atına katılmıştı. Amr bin Camuh, evinde ağaçtan koca bir put yaptırmıştı. Bu
putun adı Menat idi. Bu tür özel putlar müşrik reislerin saray, köşe ve
evlerinde umumiyetle bulunuyordu. Amr’in oğlu ve kabilesinin bazı diğer
gençleri müslüman olduktan sonra Menat adlı putu gece vakti çukura atıp üzerine
çöp ve pislikler attılar. Sabah Amr kalkıp Menât’ı yerinde bulamayınca çok
üzüldü, bağırdı, çağırdı ve etrafta aradı. Nihayet, onu çöplükte buldu. Onu geri
getirdi, yıkayıp temizledi ve kokular sürerek olduğu yere koydu. Fakat müslüman
gençler bu işi adet haline getirdiler ve birkaç gece bu işi tekrarladılar. Amr,
her sabah kalkar, putunu arar ve kızgınlıktan patlardı. Her defasında, “ah, ey
Menat, seni bu hale sokan rezilleri bir elime geçirsem…” diye söylenirdi. Bir
gün aynı şekilde bu putu çukurdan çıkardı ve yerine koydu. Boynuna da bir kılıç
asarak; “sana bu muameleyi yapanı bilmiyorum. Fakat senin biraz gayretin varsa
bu kılıçla kendini koru” dedi. Gece, gençler bu kılıcı çıkarıp bir yere
koydular ve buna bir köpeğin ölüsünü bağlayıp Beni Selime’nin bir kuyusuna
attılar. Amr, adet üzere sabah putunu bulamayınca onu aramaya çıktı. Nihayet onu
bir kuyuda devrilmiş vaziyette bir köpeğin ölüsüyle birlikte buldu. O zaman
kabilesinin adamları ona gelip yaptığı akılsızlığa dikkat çektiler. Onun da
gözü açıldı ve huşû ve huzu ile İslâmiyet’i kabul etti.
[1] İbni Sa’d’ın
belirttiği gibi Bu’as muharebesi Hicret’leri 6 yıl önce cereyan etmişti.
Bu’as bir mer’a veya yerin ismiydi; ki Medine’ye iki mil uzaklıkta Benî
Kurayza’nin oturduğu bölgede idi. Muharebede Evs kabilesinin reisi Hz. Üseyd
bin Hudayr’ın babası Hudayr’dı. Evs’in yanında Benî Kurayza ile Benî Nadir
yer almışlardı. Karşı tarafta ise Hazrec’in reisi Amr bin Nu’mân Beyadi idi
ve bunun yanında yahudilerden Benî Kaynuka’ vardı. Muharebede Evs ve
müttefikleri zafer kazandı. Takat her iki taraf o kadar büyük zayiat verdi
ki ikisi de bu tür savaşlara fazla imkân vermemeyi ciddi olarak düşünmeye
başladı.
[2] Belâzurî,
“Ensab ul-Eşrâf’ta Suveyd’in katlinin zaten Bu’as muharebesi için zemin
hazırladığını yazmıştır.
[3] Akabe,
Arapçada “tepe”ye denilir. Burada bahsedilen tepe, Minâ bölgesinde ve Mekke
yolunda bulunuyor.
[4] Hâkim ile
İbni Sa’d’ın rivâyetine göre o yıl Evs ve Hazrec’den 500 kişi hacca
gitmişti.
[5] Teşrik
günleri, Hac sırasında Minâ’da geçirilen süreye denilir.
[6] Hu hatun
sahte peygamber Müseyleme Kezzâb’a karşı savaşta oğlu Abdullah’ın yanında
idi. Bizzat savaşa katıldı ve, 12 yara aldı ve, bir kolunu kaybetti. Bundan
önce Müseyleme, onun başka bir oğlu Habib’i eziyet ederek ve kol bacak
keserek öldürmüştü. (İbn Hişâm, c. II, s. 108-109).
[7] İbni Sa’d
bunun bugün bir caminin bulunduğu yer olduğunu kaydetmiştir. (Tabakat-ı İbni
Sa’d, Beyrut baskısı, 1957, c. I, s. 221). İbn Sa’d H.S. 168’de doğmuştu ve
230’da vefat etmişti. Bu demektir ki, bu yerde Hicret’in ikinci yüzyılında
bir cami vardı. 1936’da Muhammed Hüseyin Hey-kel’in “Kitabu fî-menzîl-ul
Vahy”de belirttiği gibi Hicaz’ı gezdi ve burada Mescid-ul Akabe diye bir
cami bulunduğunu gördü. Ne var ki bugün bu camiden herhangi bir eser
kalmamıştır.
[8] İbni Sa’d,
Ebû Râfi’ Mevlâ’nın şu rivâyetini nakletmiştir: “Ben Hz. Abbas’ın kölesiydim
ve İslâm evimize girmişti. Hz. Abbas ve zevcesi Ümmül Fadl ve ben müslüman
olmuştuk. Ama Hz. Abbas, müslüman oluşunu gizli tutuyordu. Bedir savaşından
sonra kâfirlerin evlerinde matem varken biz sevinçten uçuyorduk.”
[9] O devirde
Evs ile Hazrec’in her ikisi de Hazrec diye çağrılıyordu.