Ay: Aralık 2013

  • İSLÂM’IN YAYILIŞINI DURDURMAK İÇİN KUREYŞ’İN BAŞVURDUĞU TEDBİRLER



    Yirmi Sekizinci Bölüm: İSLÂM’IN YAYILIŞINI DURDURMAK İÇİN KUREYŞ’İN BAŞVURDUĞU
    TEDBİRLER



    28.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.) İLE UZLAŞMA GİRİŞİMLERİ



    28.1.1. Utbe bin Rebi’a’nın Hz. Peygamber (a.s.) İle Görüşmesi



    28.1.2. Başka Bir Heyetin Gelişi



    28.1.3. Uzlaşma İçin Diğer Bazı Girişimler



    28.2. EBU TALİB’E BASKI YAPILMASI



    28.2.1. İlk Heyet



    28.2.2. İkinci Heyet



    28.2.3. Ebû Cehl, Rasûlullah (a.s.)’i Öldürmeyi Plânlıyor



    28.2.4. Üçüncü Heyet



    28.2.5. Dördüncü Heyet



    28.2.6. Ebu Tâlib’in Kureyş’i Sert Bir Şekilde İkaz Etmesi



    28.3. KUREYŞ’İN KÜSTAHLIKLARI VE YALAN KAMPANYASI



    28.3.1. Hz. Zeyneb (r.a.)’i Boşama Çabaları



    28.3.2. Hz. Peygamber (a.s.)’in Oğlunun Ölümü Üzerine Kureyşlilerin Sevinmesi



    28.3.3. Kur’an-ı Kerim Okunurken Müşriklerin Gürültü Yapmaları



    28.3.4. Kur’an-ı Kerim’i Yanlış Anlatma ve Anlama Çabaları



    28.3.5. Müslümanları Fuzuli Münakaşalara İtmeleri



    28.3.6. Habersiz Kimseleri Yanıltmaları



    28.4. “KÜLTÜR VE SAN’AT” ADINA MİLLETİ SAPTIRMAK



    28.5. YALAN KAMPANYASININ SONUÇLARI



    28.5.1. İlk Hac Sırasında Kureyş’in İstişaresi



    28.5.2. Kur’an-ı Kerim’in Bu Vak’ayı Yorumlaması



    28.5.3. Geniş Çapta Yalan Kampanyası



    28.5.4. Mekke’nin Dışına İslâmiyet’in Tebliği



    28.5.5. Tufeyl bin Amr Devsî’nin İslâmiyet’i Kabul Etmesi



    28.5.6. Hz. Ebû Zer Gifârî’nin İslâmiyeti Kabul Etmesi



    28.5.7. Amr bin Abese Sülemî’nin Müslüman Olması



    28.5.8. Dımâd’ul Ezdi’nin İslâmiyet’i Kabul Etmesi



    28.5.9. Hz. Ebû Musa Eş’arî’nin Müslüman Oluşu



    28.5.10. Muaykib bin Ebi Fatımat üd-Devsi’nin İslâmiyet’i Kabulü



    28.5.11. Cu’al bin Surâka’nın Müslüman Olması



    28.5.12. Abdullah ve Abdurrahman Kinâni’nin Müslüman Oluşu



    28.5.13. Büreyde bin el-Husayb’ın İslâmiyet’i Kabul Etmesi



    28.6. MÜSLÜMANLARA ZÜLÜM VE İŞKENCE YAPILMASI



    28.6.1. Tanınmış Ailelere Mensup Varlıklı Kişilere Zulüm



    28.6.2. Hz. Hâlid bin Sa’îd’in Başına Gelenler



    28.6.3. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’e Yapılan Büyük Zulüm



    28.6.4. Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un Dövülmesi



    28.6.5. Kimsesiz ve Çaresiz Köle ve Cariyelere Zulüm



    28.6.5.1. Hz. Bilâl-i Habeşi



    28.6.5.2. Hz. Ammâr bin Yâsir



    28.6.5.3. Hz. Habbâb bin el-Erett



    28.6.5.4. Habbâb (r.a.)’ın Rasûlullah (a.s.)’a Yalvarması



    28.6.6. Hz. Ebû Bekr’in Mazlum Köleleri Satın Alıp Serbest Bırakması



    28.6.7. Hz. Ebû Bekr’in Babasına İtirazı



    28.6.8. Zulüm, Eziyet ve İşkencenin Neticeleri



    28.6.9. Vahiylerin Arasının Tekrar Kesilmesi



    28.6.10. Duhâ Sûresinin İnişi



    28.6.11. İnşirâh Sûresinin İnişi

    Yirmi Sekizinci Bölüm: İSLÂM’IN
    YAYILIŞINI DURDURMAK İÇİN KUREYŞ’İN BAŞVURDUĞU TEDBİRLER

    Esas konuya girmeden önce şunu hemen belirtelim ki, Kureyş
    kabile­sinin tümü Hz. Muhammed (a.s.)’e ve İslam’a düşman değildi. Kureyşin Hz.
    Muhammed (a.s.)’e ve İslâm’a karşı tutumunda bir ahenk veya bütün­lük yoktu.
    Zira Kureyş, çeşitli kabile ve gruplardan oluşuyordu ve bunla­rın düşünce tarzı
    da farklıydı.

    Kureyşlilerin bir grubu, Hz. Muhammed (a.s.) ile İslâm’a
    şiddetle muhalifti. Bu grupta Kureyş’in önde gelen kabile reisleri yer alıyordu.
    İbni Sa’d, “Tabakat”da Hz. Peygamber (a.s.) ve İslâm’ın can düşmanı olan bu
    kişilerin ismini yazmıştır ki, bunları şöyle sıralayabiliriz: Ebu Cehl, Ebu
    Leheb, Esved bin Abd-i Yeğûs (Beni Zühre’den olup Hz. Peygamber (a.s.)’in
    dayısının oğluydu); Hâris bin Kays bin Adiyy (Beni Sehm’den olup, İbn’ul-Ğaytala
    adıyla meşhur olmuştu), Velid bin Muğire (Beni Mahzûm’dan), Ümeyye bin Halef
    (Beni Cumah’dan), Ebu Kays bin Fakih bin Muğire (Beni Mahzûm’dan), As bin Vail
    Sehmi (Amr bin El-As’ın ba­bası), Nadr bin el-Haris (Beni Abdu’d-Dâr’dan),
    Münebbih bin el-Haccac (Beni Sehm’den), Züheyr bin Ebi Ümeyye (Beni Mahzûm’dan
    olup Ümm-ü Seleme’nin kardeşiydi) Saib bin Sayfı bin Abid (Beni Mahzûm’dan)
    Es­ved bin Abdu’1-Esed Mahzumi, As bin Said bin el-As (Beni Ümeyye’den), Ebu’l-Bahterî
    As bin Hişâm (Beni Esed’den), Ukbe bin Ebi Muayt (Beni Ümeyye’den) İbn’ul-Esdâ (ya
    da el-Esda’i) el-Hüzeli, Hakem bin Ebi’l-As (Beni Ümeyye’den olup Mervan’ın
    babasıydı) ve Adiyy bin Hamrâ’is-Sekâfi.

    Kureyşlilerin ikinci grubunda da birçok İslam düşmanı kabile
    reisleri yer alıyordu. Bunlar tabii ki İslâm ve Hz. Peygamber (a.s.)’in
    düşmanıydı­lar, ama muhalefet ve düşmanlıkta ilk grup gibi her şeyi göze
    almamışlar­dı. Bunların muhalefet ve düşmanlığı o kadar şiddetli değildi. Fakat
    yine de İslâma ve müslümanlara karşı tavır alınırken, reylerini ilk gruptan yana
    veriyor ve ağırlıklarını koyuyorlardı. İbni Sa’d bu grupta Utbe bin Rebia, Şeybe
    bin Rebia, (Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan) ve Ebu Süfyân bin Harb (Beni
    Ümeyye’den)’ın yer aldığını yazmıştır. Fakat muhalefet ve düşmanlıkları ne kadar
    hafif ve zararsız olursa olsun, Kur’an-ı Kerim’in bunlar hakkında söylediği
    şundan ibarettir:

    “Agâh olun ki, münafıklar kalblerindekini gizlemek için
    göğüslerini Hak’tan çevirirler.” (Hud; 50)

    Yani bu adamlar kalblerinin içindekileri dışarıya vurmamak için
    gizli ve sinsice hareket ediyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.)’i ve müslüman­ları
    gördükleri yerlerden kaçıyor, yolda karşılaştıkları zaman istikâmet­lerini
    değiştiriyor veya yüzlerini örtüyor ve arkalarından kötü şeyler ko­nuşuyorlardı.

    Kureyşlilerin dışındaki Mekkelilere gelince, bunlardan bazıları
    taraf­sızdı; bazıları kalben İslâmiyet’in hakkaniyetini anlıyor ve biliyorlardı,
    ama açıkça İslâm’ı kabul etmekte tereddüt ediyorlardı; bazıları ise birer ikişer
    İslâm camiasına giriyorlardı. Mekkelilerin büyük kısmı ise kabile reislerinin
    baskı ve tehdidi sebebiyle atalarının dinlerini korumak ve müs­lümanları
    yıldırmak amacıyla giriştikleri komplo ve hareketlere katılıyor­lardı.

    Şimdi Kureyş ve diğer muhaliflerin İslâmi hareketi durdurmak
    için başvurdukları tedbirlere ve harcadıkları gayretlere bir göz atalım:

    28.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.) İLE
    UZLAŞMA GİRİŞİMLERİ

    Muhalifler, Hazreti Peygamber (a.s.)’in fevkalâde şahsiyeti ve
    Kur’an-ı Kerim’in inanılmaz tesirini bildikleri için kendisiyle bir uzlaşma ve
    anlaşma zemini yokladılar. Gaye ve hedefleri, din konusunda bazı ta­vizler
    koparmak ve uzlaşmaya varmaktı. Bu uzlaşma girişimleri çeşitli ve­silelerle ve
    münasebetlerle yapıldı. Bu amaçla Hz. Peygamber (a.s.)’e çe­şitli heyetler
    gönderildi ve bazen sayılı ve tanınmış kişiler de yollandı.

    28.1.1. Utbe bin
    Rebi’a’nın Hz. Peygamber (a.s.) İle Görüşmesi

    Uzlaşmanın sağlanması için yapılan görüşmelerin en
    önemlilerinden biri Utbe bin Rebia’nınki idi. Çeşitli muhaddisler bu görüşmeyi
    çeşitli şekilde anlatmışlardır. Fakat hepsinin özü aynıdır ve aralarında
    herhangi bir tezât veya ihtilâf yoktur. İbn Ebi Şeybe’nin, İbni Ömer ile Abd bin
    Hâmid ve Beyhakî ile Ebû Ya’lâ’nın, Hz. Câbir bin Abdullah Ensarî’ye dayanarak
    naklettikleri olay şöyledir: Bir gün Kureyş’ten bazı kimseler bir araya ge­lip
    şöyle konuştular: “Bakın, aramızda sihir, kehânet ve şiiri kim en çok biliyorsa,
    toplumumuzu bölen, işlerimizi bozan ve dinimizi ayıp sayan o kişiye gidip onunla
    konuşsun ve kendisinin ne dediğini öğrensin.” Herkes böyle bir kişinin Utbe bin
    Rebi’a’dan başkası olmadığına karar verdi. Onun için kendisine, “Ebu’l-Velid,
    sen bu işi yap” denildi ve Utbe bin Rebî’a Hz. Peygamber’in yanına geldi.

    Olayla ilgili ikinci hadis Muhammed bin İshâk ile Beyhakî
    tarafından Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’ye atfen naklolunmuştur ki şöyledir: Bir
    defasında Kureyş’in bazı kabile reisleri Mescid-i Haram’da bağdaş kurup
    oturmuşlardı. Mescid’in bir köşesinde de Rasûlullah (a.s.) tek başına
    otu­ruyordu. O sırada Hz. Hamza (r.a.) müslüman olmuştu ve Kureyşliler,
    müslümanların sayısının gittikçe artmasından hayli telaşlı idiler. Derken, Utbe
    bin Rebi’a (Ebû Süfyan’ın kayınpederi) Kureyşli kabile reislerine şöyle
    seslendi: “Arkadaşlar, isterseniz Muhammed’e gidip konuşayım ve ona bazı
    tekliflerde bulunayım. Kim bilir bunlardan bazısını o kabul eder, bazısını da
    biz. Böylece bize muhalefet etmekten vazgeçecektir.” Herkes onun teklifini
    beğendi ve “Ebul-Velîd, biz sana güveniyoruz. Gidip onun­la elbette konuş” dedi.
    Utbe oradan kalkıp Nebi-yi Kirâm (a.s.)’ın yanına gitti ve kendisine şöyle hitap
    etti: “Bak yeğenim, bizim seni ne kadar sev­diğimizi saydığımızı bilirsin. Senin
    ailen de en temiz ve en soylulardan biridir. Fakat sen milletimize ne biçim
    felâket gelirdin? Sen cemiyetimizi böldün, bütün milleti aptal yerine koydun.
    Halkın dinini ve tanrılarını kötüledin. Öbür dünyaya intikal etmiş olan
    atalarımızın kâfir ve sapık oldu­ğunu söyledin. Şimdi beni dinle, ben sana bazı
    tekliflerde bulunacağım. Onları iyice düşün taşın, belki de bazılarını kabul
    edersin.” Rasûlullah (a.s.) buyurdular, “Ebu’l-Velid, devam et, seni
    dinliyorum.” Utbe bin Re­bî’a dedi ki: “Yeğenim, şu başlattığın işin maksadı mal
    ve mülk toplamaksa biz sana o kadar mal ve mülk vereceğiz ki, sen aramızda en
    zengin ve en varlıklı kişi olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidar elde etmek
    istiyor­san biz seni reisimiz yaparız. Hiçbir işimizi sana danışmadan yapmayız.
    Hiçbir sözünden çıkmayız. Yok eğer kral olmak istiyorsan ona da razıyız. Biz
    seni kralımız olarak seçeriz. Yok eğer sana cinler geliyorsa ve sen de onları
    kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken veya uyanıkken rüya gö­rüyorsan en iyi
    tabip ve hekimleri çağırırız, onlar seni tedavi ederler.” Utbe bunları söylüyor
    ve Hz. Peygamber (a.s.) kendisini sessizce dinliyordu. Sonra şöyle konuştu: “Ebu’l-Velid,
    söylediklerinizi söylediniz mi, yoksa söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?” Utbe
    “yok söylemek istediklerim bundan ibarettir” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah: “O
    zaman şimdi beni dinleyiniz” dedi ve besmele okuyarak fussilet suresini okumaya
    başladı. Utbe ellerini arkaya koyup bunları dikkatle dinliyordu. Rasûlullah
    (a.s.) 38. ayete gelince secde etti, daha sonra başını kaldırarak şöyle dedi:
    Ebu’l-Velid, cevabımın ne olduğunu duydunuz. Bundan sonrasını siz bilirsiniz.”
    Utbe oradan kalkıp Kureyşli kabile reislerine doğru yönelince arkadaşları
    aralarında, “vallahi Utbe’nin yüzü değişmiştir. Utbe bizden gittiği yüzle
    gelmiyor” dediler ve yanlarına gelince de Hz. Peygamber (a.s.)’in ne dedi­ğini
    sordular. Utbe kendilerine şöyle dedi: “Allah aşkına ben bundan ev­vel böyle bir
    kelâm dinlememiştim. Vallahi billahi, bu ne şiirdir, ne sihir­dir, ne de
    kehânet. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bu adamı rahat bıra­kın. Bana öyle
    geliyor ki, onun söyledikleri yankı yapacaktır. Faraza, Araplar ona (Hz.
    Muhammed’e) galip gelirse, siz kendi akrabanıza el kal­dırmaktan kurtulacaksınız
    ve başkaları onun işini bitirmiş olacaktır. Fakat eğer o Araplara galip gelirse
    onun krallığı sizin krallığınız ve onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır.”
    Kureyşliler onun böyle konuştuğunu işitince, “vallahi Ebu’l-Velid, o (Hz.
    Peygamber) seni de büyüledi” dediler. Utbe cevap verdi: “Vallahi, ne yaparsanız
    yapın, ben size fikrimi söyledim.”

    Beyhakî’nin bu olayla ilgili olarak topladığı rivâyetlere bazı
    diğer şeyler ilâve edilmiştir. Meselâ, Rasûlullah (a.s.) Fussilet suresinin 13.
    aye­tini (eğer onlar davetine icabetten yüz çevirirlerse de ki: ‘Sizi Ad ve
    Semûd kavimlerinin yıldırımı gibi bir yıldırımla korkutuyorum’) okuyunca Utbe
    derhal elini Rasûlullah (a.s.)’ın ağzını kapatmak için kaldırdı ve “sakın öy­le
    konuşma” dedi. Utbe daha sonra arkadaşlarına bu hareketinin gerekçe­sini şöyle
    anlattı: “Biliyorsunuz ki Muhammed (a.s.) bir şey söyleyince yalan çıkmıyor. Bu
    sebeple, ben bir azap geleceğinden korktum.”

    28.1.2. Başka Bir
    Heyetin Gelişi

    Muhammed bin İshâk’ın İbn Abbas’a dayanarak naklettiği rivayet
    şöyledir: Bir defasında Utbe bin Rebî’a, Şeybe bin Rebî’a, Ebu Süfyân bin Harb,
    Nadr bin Haris, Ebu’l-Bahteri bin Hişâm, Esved bin el-Muttalib, Zema’a bin el-Esved,
    Velid bin Muğire, Ebu Cehl, Abdullah bin Ebi Ümey­ye, Ümeyye bin Halef, As bin
    Vâil ve Haccâc Sehmi’nin oğulları Nübeyye ve Münebbih, güneşin batışından sonra
    Kâ’be’nin duvarının altında toplandılar ve Hz. Muhammed (a.s.) ile konuşup
    meseleyi bitirmek istedi­ler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)’e, Mekke’nin
    eşrafının bir araya gelip kendisiyle konuşmak istediğine dair haber yollandı. Hz.
    Peygamber (a.s.) bu adamların doğru yola gelmeleri için çaba harcadığından
    onlarla görüşmeye hemen razı oldu. Hz. Peygamber (a.s.) gelince, Kureyşli eşraf
    kendisine şöyle dedi: “Muhammed, biz seni buraya çağırdık ki hüccetimi­zi
    tamamlayalım. Vallahi, Arap kavminde senin kadar kendi milletini bö­len başka
    bir kişiyi görmedik. Sen atalarını kötüledin. Dinimizde ayıp bul­dun. İnsanları
    aptal yerine koydun. Mabûdlarımıza hakaret ettin. Bizim toplumumuzda ikilik
    yarattın. Gerçek şu ki aramızı bozmaktan hiç çekinmedin. Eğer sen bunları para
    ve mal-mülk için yapıyorsan emin ol biz sa­na o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen
    hepimizden daha zengin olacaksın. Yok, büyüklük tasarlıyorsan, biz seni
    önderimiz seçeriz. (Bir rivâyete gö­re, biz hiçbir konuda sana danışmadan karar
    vermeyiz). Yok, krallık isti­yorsan seni kral yaparız. Yok,sana musallat olan
    bir cin sana geliyorsa, biz paramızı-pulumuzu harcayıp senin kurtulman ve
    iyileşmen için seni tedavi ettiririz. Hiç olmazsa günah bizden gider.” Buna
    cevap olarak Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben sizin dediğiniz gibi hasta
    filan de­ğilim. Size getirdiğim şeyi, ne sizden mal-mülk talep etmek, mevki ve
    makama kavuşmak ne de kralınız olmak için getirmişimdir. Gerçek şu ki, Allah
    beni size Resul olarak göndermiştir. Bana bir kitap indirmiştir ve benim sizin
    için müjdeleyici ve korkutucu olmamı istemiştir. Onun için, ben Rabbimin
    mesajını size iletmiş bulunuyorum ve size nasihat etmiş bulunuyorum. Şimdi,
    getirdiğim şeyi kabul ederseniz siz dünyada da, Ahiret’te de şanslı ve mutlu
    olacaksınız. Yok, eğer reddediyorsanız, ben Allah’ın emri üzerine sabredeceğim.
    Ta ki, Allah benimle sizin aranızda kararını versin.” Bunun üzerine kâfirlerin
    reisleri Hz. Muhammed (a.s.)’in bazı Mu’cizeler göstermesini istediler. (Kur’an-ı
    Kerim’de kabile reislerinin bu isteği ve buna verilen cevap ayrıntılı olarak yer
    almıştır).[1]
    İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak bu rivâyeti naklederken şunları da
    yazmış­tır: Kâfirlerin Mu’cizelerle ilgili taleplerini dinledikten sonra Hz.
    Peygam­ber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben bu gibi şeyler yapmak için dünyaya
    gönderilmedim. Allah beni hangi şeyler için göndermişse onları size ilettim.”
    Bundan sonra kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)’e tehdit savurdular ve dediler
    ki, “biz senin bunları yapmana daha fazla müsaade etmeyeceğiz. Ya sen bizim
    işimizi bitirirsin, ya da biz senin işini.”

    28.1.3. Uzlaşma
    İçin Diğer Bazı Girişimler

    Bundan sonra da Kureyşliler çeşitli defa Hz. Muhammed (a.s.) ile
    aralarındaki çekişmeye son vermek ve bir çeşit uzlaşmaya varmak ama­cıyla
    girişimlerde bulundular.

    Hz. Abdullah bin Abbas’ın bir rivâyeti şöyledir: Kureyşliler Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’e dediler ki, “biz sana o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen
    Mekke’nin en zengin kişisi olacaksın. Sen hangi kadını beğenirsen seni onunla
    evlendiririz. Biz senin peşinden gelmeye razıyız. Yeter ki tanrıları­mızı
    kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul etmezsen sana başka bir şey teklif
    edeceğiz ki, buna göre sen de rahat edersin biz de.” Hz. Pey­gamber bu teklifin
    ne olduğunu sordu. Onlar dedi ki: “Bir sene sen mabûdlarımız Lât ve Uzza’ya
    ibadet et, bir sene de biz senin mabuduna ibadet edelim.” Hz. Peygamber (a.s.)
    “bir dakika.bakayım Rabbim’den ne emir geliyor” dedi[2].
    Bundan sonra vahiy geldi: “De ki: ‘Ey kâfirler, sizin ibadet ettiklerinize ben
    ibâdet etmem. Ne de siz benim ibadet ettiğime ibadet edersiniz. Ne ibadet
    ettiklerinize ibadet edeceğim, ne de benim iba­det ettiğime siz ibadet
    edeceksiniz. Sizin dininiz sizin için, benim dinim benim içindir.” (Kâfirûn;
    1-6). Ayrıca şunları da buyurdu: “De ki? ‘Bana, Allah’tan başkasına ibadet
    etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller”” (Zü­mer; 64). (İbni Cerir, “Fit-Tefsir
    vet-Târih”, İbni Ebi Hâtim, Taberânî).

    İbni Abbas’ın bir rivâyeti şöyledir. Kureyşliler, Hz. Peygamber
    (a.s.)’e dediler ki: “Ey Muhammed, eğer sen mabûdlarımızı öpersen biz de senin
    mabuduna ibadet ederiz.” Bunun üzerine Kafirûn sûresi nâzil oldu.” (Abd bin
    Hâmid).

    Sa’id bin Minâ” (Ebû’l-Buhteri’nin azad ettiği köle)nin bir
    rivâyeti şöyledir: Velid bin Muğire, As bin Vâil, Esved bin el-Muttalib ve
    Ümeyye bin Halef, Rasûlullah (a.s.) ile görüştüler ve dediler ki: “Ey Muham­med,
    gel biz senin mabuduna ibadet edelim, sen de bizimkilere. Biz seni her işimizde
    ortak yaparız. Eğer senin getirdiğin şey bizde olan şeyden daha iyi ise, biz
    seninle ortak oluruz ve payımızı oradan alırız. Fakat biz­de olan şey
    seninkinden daha iyi ise sen o işte bizimle ortak olursun ve ondan kendi payını
    alırsın. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, Kâfirûn sûresini nazil etti. (İbni Cerir,
    İbni Ebi Hâtim, İbni Hişâm ve Belazuri de bu olayı anlatmışlardır).

    Vehb bin Münebbih (r.a.)’in rivâyet şöyledir: Kureyşliler
    Rasûlullah (a.s.)’a dediler ki “eğer isterseniz bir sene biz sizin dininize bir
    sene de siz bizim dinimize girersiniz.” (Abd bin Hâmid, İbni Ebi Hâtim).

    Bu rivayetler gösteriyor ki Kureyşliler sadece bir defa, bir
    toplantıda bu teklifte bulunmamışlardı, aksine çeşitli vesilelerle ve çeşitli
    yerlerde bunu tekrarlamışlardı ve her defasında Hz. Peygamber (a.s.)’den aynı
    ce­vabı almışlardı. Bu tekliflerin arkasının kesilmesi için kati ve net cevap
    verilmesi gerekiyordu ve Rasûlullah (a.s.)’ın din konusunda kâfirlerle her­hangi
    bir pazarlığa veya uzlaşmaya girmeyeceğinin belirtilmesine hacet vardı. Bu
    sebepten dolayıdır ki yukarıda bahsettiğimiz vahiylerle Kureyş­lilerin ağızları
    kapatılmış oldu.

    28.2. EBU TALİB’E BASKI YAPILMASI

    Kureyş’in, Hz. Peygamber (a.s.)’in İslâmi davetini durdurma
    tedbirle­rinden biri de, Ebu Tâlib’e baskı uygulamaktı. Yani, kendileri Ebu
    Tâlib’i baskı altında tutacaklar ve onun vasıtasıyla Hz. Peygamber (a.s.)’e
    tazyik yapacaklardı.

    28.2.1. İlk Heyet

    Muhammed bin İshâk’ın rivâyetine göre Kureyşliler ne zaman ki
    Ebu Tâlib’in Hz. Muhammed (a.s.)’i desteklediğini ve hoşlarına gitmeyen
    şey­lerden men’etmediğini gördüler, o zaman Kureyş eşrafından müteşekkil bir
    heyeti kendisine gönderip meseleyi halletmek istediler. Ebu Tâlib’e gönderilen
    heyette Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan Utbe bin Rebi’a ve Şeybe bin Rebi’a,
    Beni Ümeyye’den Ebu Süfyân, Beni Esed bin Ab-dü’1-Uzzâ’dan Ebu’l-Bahteri As bin
    Hişâm ve Esved bin el-Muttalib, Beni Mahzûm’dan Ebu Cehl ve Velid bin Muğire ve
    Beni Sehm’den Haccâc’ın oğulları Nübeyye ve Münebbih ve As bin Vâil vardı. Heyet
    Ebû Tâlib’e şunları söyledi: “Ey Ebu Tâlib, yeğeniniz bizim mabûdlarımızı
    kötülemiş, dinimizde ayıplar olduğunu söylemiş, bizim aklımızı kaçırdığımızı
    iddia etmiş ve atalarımızın yanlış yolda olduğunu ifade etmiştir. Bundan böyle
    ya onu, bizi üzmek ve kırmaktan alıkoyacaksınız ya da bizimle onun ara­sından
    çıkacaksınız. Çünkü siz de bizim gibi onun dinine karşısınız. On­dan sonra
    onunla kozumuzu paylaşmış oluruz.” Ebu Tâlib onlara iyi dav­randı, onların
    söylediklerini dikkatle dinledi. Kendileriyle tatlı konuştu ve iyi sözle
    söyleyerek öfkelerini yatıştırdı. Sonra onlar ayrıldı. (İbn Hişâm, Taberî, “el-Bidâye
    ve’n-Nihaye).

    28.2.2. İkinci
    Heyet

    Bundan sonra da Hz. Peygamber (a.s.) tebliğ çalışmalarını
    aralıksızca sürdürdü. Kureyşli kabile reisleri bu çalışmalara bir süre daha
    tahammül ettiler. Fakat sabırları taştıktan sonra Ebu Tâlib’e ikinci heyeti
    gönderdiler Heyettekiler Ebu Tâlib’e şöyle dediler: “Ey Ebu Tâlib, siz yaşlı bir
    büyüğümüzsünüz. Mevki ve makamınız, şeref ve haysiyetiniz vardır. Biz onu (Hz.
    Peygamber’i) desteklemekten vazgeçmenizi istemiştik, ama siz des­teğinizi
    çekmediniz. Biz artık atalarımızın, aklımızın ve mabûdlarımızın kötülenmesine,
    ayıplanmasına tahammül edemeyeceğiz. Bundan sonra ya siz onu durduracaksınız ya
    da sizinle bizim aramızda çatışma patlak vere­cektir, ta ki bizden biri ölsün.”
    Bundan sonraki rivayetlerde ifade değişik­liği vardır.

    İmam Buhârî tarih kitabında ve Hâfız Ebu Ya’lâ kendi “Müsned”inde
    Akil bin Ebi Tâlib’in şu rivâyetini nakletmiştir: Bu heyet Ebu Tâlib’in ya­nında
    bulunurken babam bana dedi ki: Git Muhammed (a.s.)’i çağır. Hava çok sıcaktı.
    Ben gidip Hz. Muhammed (a.s.)’i buldum ve getirdim. Hz. Muhammed (a.s.) gelince
    amcası dedi ki, “bak yeğenim, senin akrabaların senin hakkında şikâyette
    bulunuyorlar. Sen onların toplantılarına ve Mes­cid (yani Mescid-i Haram)’e
    gidip onları rahatsız ediyormuşsun. Lütfen onları fazla rahatsız etme.” Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.) göğe doğru baktı ve Kureyşlilere dedi ki: “Siz bu
    güneşi görüyor musunuz?” Onlar “evet” dedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki, “nasıl
    ki bu güneş size gönder­mekte olduğu ışınlan durdurmaya kadir değildir, ben de
    kendi işimi bırak­maya kadir değilim.” Rasûlullah (a.s.) bu cevabı verdikten
    sonra oradan ayrıldı. Hz. Muhammed (a.s.)’in gitmesinden sonra Ebu Tâlib dedi
    ki, “ye­ğenim hiçbir zaman yalan söylememiştir. Onun için, siz artık
    gidebilirsi­niz.” Taberânî bu olayı “Evsâfta ve “Kebir”de nakletmiştir. Ebû
    Ya’lâ da bunu özetlemiştir.

    İbni Hişâm, Taberî, Beyhakî ve Belazuri bu olayı şöyle
    nakletmişler­dir. Heyetin gitmesinden sonra Ebu Tâlib, Rasûlullah (a.s.)’ı
    yanına çağı­rıp kendisine dedi ki: “Yeğenim, milletimizin bu adamları bize gelip
    bun­ları söylemişlerdir. Onun için sen, kendinin ve benim yaşayabilmem için
    biraz imkân bırak. Bana, altından kalkamayacağım bir yük yükleme ve kendin de
    taşıma. Onun için, kavminin hoşuna gitmeyen şeyleri söyleme.” Hz. Peygamber
    (a.s.) Ebu Tâlib’in bu sözlerini dinledikten sonra amcası­nın kendisini himaye
    etmekten vazgeçtiğini zannetti. Bu sebeple, kendisi­ne şöyle dedi: “Amcacığım,
    sağ elime güneş ve sol elime ay bile verilse ben bu işi bırakmayacağım. Ta ki
    Allah beni muvaffak kılsın, ya da ben bu yolda öleyim.” Hz. Muhammed (a.s.) bu
    sözleri söylerken üzüntüden ağlayıverdi. Sonra kalkıp gitmek istedi. Ebu Tâlib
    baktı ki söyledikleri Hz. Muhammed (a.s.)’e çok ağır gelmiştir. Onun için onu
    geri çağırdı ve kendisine şöyle dedi: “Yeğenim, sen işine devam et ve ne yapmak
    istersen yap. Allah’a yemin ederim; ne olursa olsun, ben seni düşmanlara teslim
    etmeyeceğim.”

    28.2.3. Ebû Cehl,
    Rasûlullah (a.s.)’i Öldürmeyi Plânlıyor

    Bundan sonra Ebu Cehl’in Hazreti Peygamber (a.s.)’i öldürmeyi
    ta­sarladığı rivayet olunmuştur. Muhammed bin İshâk’ın rivâyeti şöyledir: Ebu
    Cehl, Kureyşlileri toplayarak, “ey Kureyş topluluğu, Muhammed’in, atalarımızın
    dinini ayıplamaktan, baba ve dedelerimizin sapık ve aklımı­zın da akılsızlık
    olduğunu söylemekten ve mabudlarımıza küfretmekten vazgeçmeyeceğini söylediğini
    siz de gördünüz. Şimdi ben Allah’a söz ve­riyorum, yarın büyük bir taş alıp
    oturacağım ve Muhammed namaz kılar­ken secde ettiği zaman başını ezeceğim.
    Bundan sonra Abd-i Menaf ne is­terse yapsın.” Ertesi sabah Ebu Cehl büyük bir
    taş alıp oturdu ve Hz. Pey­gamber (a.s.)’i beklemeye başladı. Rasûlullah (a.s.)
    her zamanki gibi na­maz için geldi ve ibadete başladı. Kureyşliler de toplanıp
    olayı merakla iz­lemeye başladılar. Rasûlullah (a.s.) secde ettiği zaman Ebu
    Cehl kendisine yaklaştı, fakat birden bire oradan dehşet içinde çekildi. Yüzünün
    rengi sapsarıydı. Taşı da heyecan içinde düşürmüştü. Kureyşliler ona yaklaşıp, “Ebu
    Hakem, sana ne oldu?” diye sordular. Ebu Cehl dedi ki: “Size söyle­diğim gibi
    plânımı gerçekleştirmek istedim. Fakat, onun yanına yaklaştı­ğım zaman birden
    bire dev bir deve ile karşılaştım. Bu kadar büyük başı, boynu ve kamburu olan
    başka bir deve hayatımda görmedim. O deve beni çiğnemek istiyordu.” Daha sonra
    Rasûlullah (a.s.) arkadaşlarına bu deve­nin aslında Hz. Cebrail olduğunu
    anlattı.

    28.2.4. Üçüncü
    Heyet

    İbni Sa’d’ın rivâyet ettiği gibi Kureyşli şeyh ve kabile
    reisleri bir defa daha Ebu Tâlib’e geldiler. Onlar dediler ki: “Siz bizim büyük
    reisimizsiniz. Biz size adil bir şey söylemek istiyoruz. Lütfen siz bizimle onun
    (Hz. Muhammed) davasında adaletle karar verin. Yeğeninizi çağırın ve ona de­yin
    ki mabûdlarımızı kötülemekten vazgeçsin, biz de onun mabuduna bir şey
    söylemeyiz.” Bu sözler üzerine Ebu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’i ya­nına çağırdı
    ve kendisine şunları söyledi: “Bak evladım, bunlar senin am­caların, senin
    milletinin eşrafı, şeyh ve reisleridirler. Seninle âdil bir şey konuşmak
    istiyorlar.” Hz. Peygamber (a.s.) dedi ki getirdikleri teklifi açıklasınlar.
    Onlar dedi ki: “Sen bizi bizim tanrılarımızla bırak ve onları kötüleme. Biz de
    seni senin tanrınla bırakırız.” Ebu Tâlib, Kureyşlilerin adil ve makul bir şey
    söylediklerini belirtti ve yeğeninden bunu kabul et­mesini söyledi. Hz.
    Peygamber (a.s.) dedi ki: “Amcacığım, ben onları da­ha iyi bir şeye davet
    etmeyeyim mi?” Ebu Tâlib, o daha iyi şeyin ne oldu­ğunu sordu. Rasûlullah (a.s.)
    buyurdu: “Ben onları öyle bir kelimeye çağırıyorum ki, bunu kabul ettikleri
    takdirde Arabistan’a hâkim olurlar ve Acem de onlara tabi olur.” Ebu Tâlib şu
    karşılığı verdi: “Vallahi, bu çok faydalı bir iştir. Senin babana yemin ederek
    söylüyorum, biz böyle bir de­ğil, birkaç kelime söylemeye hazırız.” Rasûlullah
    (a.s.) da dedi ki, o za­man “Lâilahe İllallah deyin.” Bunu duyunca Kureyşli
    reisler ve soylu kişi­ler öfke ve nefretle şunları söyleyerek ayrıldılar: “Gidin
    ve ilâhlarınıza ibadette sebat edin. Şüphesiz arzu edilecek olan budur.” (Sâd;
    6)

    Bu olayla ilgili rivayetlerde de bazı ihtilaflar vardır. İbni
    Sa’d “Taba­kayla ve Taberî kendi “Tarih”inde, bu olayı, tarihini tesbit etmeden
    anlat­mıştır. İbni İshâk ise bunun, Hz. Hamza ile Hz. Ömer (r.a.)’in iman
    etme­lerinden sonraki bir vak’a olduğunu kaydetmiştir. Bu ifadeyi Zemahşeri,
    Razi ve Nisaburi gibi diğer müfessirler de kabul etmişlerdir. Fakat bazı diğer
    rivayetlere göre bu olay, Ebu Tâlib’in ölüm döşeğinde iken cereyan etti. İmam
    Ahmed, Nesâî, Tirmizî, Beyhakî, İbni Ebi Şeybe, İbn Ebi Ha­tim ve İbni Cerir
    Taberî gibi müfessir ve tarihçilerin bu husustaki kayıtla­rının özeti şudur: Ebu
    Tâlib hastalanıp bir daha iyileşemeyeceği belli ol­duktan sonra Kureyşli
    reisleri aralarında bir toplantı yaptılar ve kendisiyle son bir görüşme yapmayı
    kararlaştırdılar. Kendileri ile yeğeni arasındaki kavgaya son vermesi halinde
    herkesin rahat nefes alacağını düşündüler. Onlar Ebu Tâlib’in ölümünden sonra
    Hz. Muhammed (a.s.)’e, karşı sert bir harekette bulunmaktan da çekiniyorlardı.
    Zira, o zaman bütün Araplar di­yecekti ki, “bu kabile reisleri, Büyük Reis Ebu
    Tâlib’in hayatında, kendisinden korktukları için yeğenine bir şey yapmadılar;
    ama o hayata gözleri­ni kapar kapamaz bunlar işi azıttılar.” Bu sebeple,
    takriben 25 kabile reisi, -ki bunlar arasında Ebu Cehl, Ebu Süfyan, Ümeyye bin
    Halef, As bin Vâil, Esved bin el-Muttalib, Ukbe bin Ebu Muayt, Utbe ve Şeybe de
    var­dı- Hazreti Peygamber (a.s.)’in amcası Ebu Tâlib’e geldiler. Bunlar her
    za­man olduğu gibi ilk önce Hz. Peygamber (a.s.) ile ilgili şikâyetlerini dile
    getirdiler, sonra dediler ki: “Biz size haklı, makul ve adil bir teklifle
    gel­dik. Yeğeniniz dinimizle uğraşmaktan vazgeçsin, biz de onun diniyle
    uğ­raşmayı terk ederiz. O hangi mabuda tapmak isterse tapsın, biz itiraz
    etme­yeceğiz. Fakat o da bizim mabudlarımıza dil uzatmasın. Ve bizim
    mabûd­larımızı terk etmemizi beklemesin. Lütfen siz bu şartlar üzerinde Hz.
    Mu­hammed ile bir anlaşma sağlayıverin.” Ebu Tâlib, Rasûlullah (a.s.)’ı yanı­na
    çağırdı ve dedi ki: “Bak evlâdım, senin kavminin ileri gelenleri bana
    gelmişlerdir. Onlar seninle makul ve haklı bir şart üzerinde anlaşmak
    isti­yorlar; ki seninle onlar arasındaki kavga bitsin.” Ebu Tâlib daha sonra
    on­ların teklifini kendisine anlattı. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki:
    “Amcacığım, ben onlara öyle bir söz söyleyeceğim ki, onlar bunu kabul ederse
    Arabistan kendilerinin tebaası ve Acem kendilerine tabi oluverir.” Bu sözleri
    duyunca Kureyşli kabile reisleri bir an için durakladı ve ne ce­vap
    vereceklerini şaşırdılar. Rasûlullah (a.s.)’ın sunacağı o sözü reddetme­leri
    için uygun bir bahane bulamayınca şöyle dediler: “Sen bir sözden bahsediyorsun,
    halbuki biz 10 söz söylemeye hazırız, ama önce bu sözün ne olduğunu söyle.”
    Rasûlullah (a.s.), “Lâilahe İllallah” dedi. Bunu duyar duymaz hepsi birden ayağa
    kalktı. Sâd sûresinde 4.’den 8. ayetine kadar kaydedilen sözleri söyleyerek
    oradan ayrıldılar.

    28.2.5. Dördüncü
    Heyet

    İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî, İbni Sa’d, Belazuri ve İbni
    Kesir’in an­lattığına göre, Ebu Tâlib’in Hz. Muhammed (a.s.)’i himaye etmekten
    hiç­bir şekilde vazgeçmeyeceğini gören Kureyşliler son bir gayret daha sarf
    etmek islediler ve bu defa Velid bin Muğire’nin oğlu Umare bin Velid’i yanına
    götürüp şöyle dediler: “Ey Ebu Tâlib, bak şu ‘Umare bin Velid’i görüyor musun?
    Bu, Kureyşin en tanınmış, en yakışıklı gencidir. Bunu al ve kendine evlât edin.
    Buna karşı yeğenini bize ver. O yeğenin ki, ataları­mızın dinine muhalefet
    etmiş, milletimizi bölmüş ve parçalamış, hepimize aptal demiştir. Biz bir kişiyi
    sana verip, başka bir kişiyi öldürmek için alı­yoruz.” Ebu Tâlib kendilerine şu
    cevabı verdi: “Vallahi, siz benimle pazarlığın en iğrencini yaptınız. Siz evlât
    edinmem için kendi çocuğunuzu veriyor ve benim evlâdımı öldürmek için almak
    istiyorsunuz. Buna hiçbir zaman razı olamam.” Hâşim’in kardeşi Nevfel’in
    evlâtlarından olan Mut’im bin Adiyy, “vallahi, Ebu Tâlib, senin kavmin sana
    adaletli ve insaf­lı davranmıştır ve seni, içinde bulunduğun çıkmazdan kurtarmak
    istiyor. Fakat bakıyorum ki, sen onlara itibar etmiyorsun” dedi. Ebu Tâlib cevap
    verdi: “Yemin ederim, onlar bana adaletli ve insaflı davranmışlardır. Fa­kat
    bakıyorum ki sen beni bırakıp onlardan yana çıkıyorsun. Neyse, ne is­tersen yap,
    bu senin bileceğin iştir.” İbni İshâk’ın ifadesine göre tartış­ma büyüyerek
    kavgaya dönüştü ve iki taraf da birbiriyle çatışmaya karar verdi.

    İbni İshâk’ın ifadesine göre bundan sonra Ebu Tâlib Beni Hâşim
    ile Beni Muttalib’i topladı ve onların elbirliği ve güç birliği yaparak Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’i desteklemelerini istedi. Ebu Tâlib’in bu çağrısını herkes
    ka­bul etti. Bu iki aileden sadece Ebu Leheb kâfirlerden yana çıktı ve Hz.
    Muhammed (a.s.)’i desteklemeyi kabul etmedi.

    28.2.6. Ebu
    Tâlib’in Kureyş’i Sert Bir Şekilde İkaz Etmesi

    İbni Sa’d’ın bir rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah (a.s.)’a
    muhalefet en çe­tin safhada iken ve henüz Habeşistan’a hicret yapılmamışken bir
    gün Ebu Tâlib ve ailenin bazı diğer fertleri Hz. Muhammed (a.s.)’in evine
    geldiler ve kendisini bulamadılar. Bunun üzerine Ebu Tâlib, yeğeninin öldürülmüş
    olabileceği kuşkusuna kapıldı ve derhal Beni Hâşim ile Beni Muttalib’in
    gençlerini toplanarak kendilerine şöyle dedi: “Herkes hançer ve buna ben­zer
    başka silahlar alıp elbisesine saklasın ve benimle beraber gelsin. Ben Mescid-i
    Haram’a girince, Ebu Hanzaiyye (Ebu Cehl)’nin Kureyş eşrafı­nın hangi grubunda
    bulunduğunu tesbit edeceksiniz. İşte o grubun hiçbir üyesini sağ
    bırakmayacaksınız. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)’i mutlaka bu grup öldürmüştür.” Ebu
    Tâlib gençlerle beraber Harem’e doğru yürürken yolda Hz. Zeyd bin Hâris ile
    karşılaştı ve ondan Hz. Muhammed (a.s.)’in sağ olduğunu öğrendi. Ertesi sabah
    Ebu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’in evine gitti ve onu elinden tutarak Beni Hâşim
    ile Beni Muttalib’in gençleri ile birlikte Kureyşli kabile reislerinin
    toplantısına vardı ve onlara şöyle seslendi: “Ey Kureyşliler, benim ne karar
    verdiğimi biliyor musunuz?” Bunun üzerine Ebu Tâlib bir gün önceki olayları
    anlattı ve gençlere dedi ki, örtülerinizi çekin. Gençler örtülerini çekince her
    birinde bir silah oldu­ğu görüldü. Sonra Ebu Tâlib şöyle dedi: “Allah hakkı
    için, Muhammed (a.s.)’i öldürürseniz, hiçbirinizi sağ bırakmayacağım. Aramızda
    öyle bir savaş başlayacaktır ki hepimiz çarpışarak öleceğiz.” Bu olay, Kureyş’e
    Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’e el kaldırmanın kolay olmayacağı gerçe­ğini
    hatırlattı. Ebu Tâlib ve Beni Hâşim ile Beni’l-Muttalib’in bu gövde gösterisi
    özellikle Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatına kasteden Ebu Cehl için cesaret
    kırıcıydı.

    28.3. KUREYŞ’İN KÜSTAHLIKLARI VE
    YALAN KAMPANYASI

    Kureyşli kâfir ve müşriklerin Hz. Peygamber (a.s.)’e karşı
    sürdürdük­leri baskı, zulüm ve tehdit kampanyasına yalan kampanyası da
    eklenince, küstahlık ve çirkinlikleri büsbütün ortaya çıktı. Bu tür alçak ve adi
    giri­şimlerin maksadı ve gayesi Rasûlullah (a.s.)’ı milletin gözünde küçük
    dü­şürmek ve ona bıkkınlık getirip Hak yolundan caymasını sağlamaktı.

    28.3.1. Hz.
    Zeyneb (r.a.)’i Boşama Çabaları

    Kureyşin alçak hareketlerinden biri de Hz. Peygamber (a.s.)’in
    kızı, Hz. Zeyneb (r.a.)’in boşanmasını sağlamaktı. Kureyşliler daha öne Ebu
    Leheb’in oğullarıyla evli olan Hz. Rukayye ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.a.)’ün
    boşanmalarını sağlamışlardı. Aynı şeyin Hz. Zeyneb’in de başına gelmesi için
    kocası ve Hz. Peygamber (a.s.)’in damadı olan Ebu’l-As İbn Er-Rebia baskı
    yapmaya başladılar. Ebul As, Beni Abdul Uzza bin Abd-i Şems’ten olup, annesi
    Hale binli Huveylid, Hz. Hatice (r.a.)’nin kardeşiy­di. Ailesi, Mekke’nin sayılı
    zengin ve tüccarlarındandı ve emaneti de meş­hurdu. Hz. Zeyneb (r.a.), Hz.
    Muhammed (a.s.)’in nübüvvet payesine yük­selmesinden önce Ebul As ile
    evlenmişti.[3]
    Hz. Halice (r.a.) damadını kendi oğlu gibi biliyordu. Ebu’l As, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in nübüvvet pa­yesine yükselmesinden sonra müslüman olmadı ve şirkine
    devam etti, fa­kat Kureyşin herhangi bir baskısını da kabul etmedi ve Hz. Zeyneb
    (r.a.)’i boşamayı reddetti. Belâzuri’nin “Ensâb’ul Eşrafta yazdığı gibi Kureyşli
    kabile reisleri Ebu’l-As’tan Zeyneb’i boşamasını istediler ve Arabistan’da hangi
    güzel kadını beğenirse kendisini onunla evlendireceklerini belirtti­ler. Fakat
    kendisi dedi ki, “vallahi ben karımı boşamayacağım, dünyanın en güzel
    kadınıdır”. Aynı şeyleri Taberî ile İbn Hişâm, Muhammed bin İshâk’a dayanarak
    yazmış ve bunları eklemişlerdir: Kureyşli kabile reisleri ve diğer ileri
    gelenleri Ebu Leheb’in oğlu Utbe’ye gidip Hz. Muhammed (a.s.)’in kızını
    boşamasını ve Kureyş’in hangi kadınıyla isterse onunla ev­lendireceğini
    belirttiler. Utbe dedi ki; “Siz Said bin As’ın ya da oğlu Eban’ın kızını
    getirin, ben sözünüzü dinleyeceğim.” Kureyşliler onun iste­diği kızı getirdiler
    ve o da Hz. Peygamber (a.s.)’in kızını boşadı.

    28.3.2. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Oğlunun Ölümü Üzerine Kureyşlilerin Sevinmesi

    Kureyşlilerin bundan daha küstahça hareketi, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in oğlu Kâsım’ın ve diğer oğlu Abdullah’ın küçükken ölümleri üzerine
    sevin­meleriydi. Hz. Peygamber (a.s.)’in böylesine acıklı ve üzüntülü anında da
    Kureyşliler insanlıktan ve medeniyetten uzak bir harekette bulundular. Kendisine
    baş sağlığı dilemek yerine, sevindiler ve hatta göbek attılar. Öyle ki,
    Rasûlullah (a.s.)’a “ebter” (nesli tükenmiş, kimsesiz) ismini taktı­lar.

    İbni Sa’d ile İbni Asâkir, Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak şu
    ola­yı anlatmışlardır: Rasûlullah (a.s.)’ın en büyük oğlu Kâsım’dı. Ondan son­ra
    Hz. Zeyneb (r.a) doğmuştu. Bunların küçüğü Abdullah idi. Daha sonra sıra ile üç
    kız, Hz. Umm-u Gülsüm, Hz. Fatma (r.a.) ve Hz. Rukayye (r.a.) doğmuşlardı.
    Bunlardan ilk önce Kâsım vefat etti. Daha sonra Hz. Pey­gamber (a.s.)’in ikinci
    oğlu Abdullah’ın da ölmesi üzerine As bin Vâil, “O’nun nesli tükendi, o artık
    ebter’dir” dedi. Bazı diğer hadislerde As’ın şunları ilâve ettiği ifade
    edilmiştir: “Muhammed ebter (köksüz, kimse­sizdir. Onun yerine geçecek bir oğlu
    yoktur. O (Muhammed) öldükten sonra (ey Kureyş) ondan kurtulacaksınız.” (Abd bin
    Hamid’in İbn Abbas’a dayanarak naklettiği hadisten anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in oğlu Abdullah’ın vefatından sonra Ebu Cehl de benzeri lakırdılarda
    bulunmuş­tu. İbni Ebi Hâtim’in, Şemir bin Atiyye’ye dayanarak kaydettiği hadise
    gö­re Hz. Peygamber (a.s.)’in üzüntülü ânında aynı küstahlığı Ukbe bin Ebi Muayt
    da yaptı. Atâ’ya göre, Rasûlullah (a.s.)’ın ikinci oğlu Abdullah (r.a.) da vefat
    edince amcası Ebu Leheb koşa koşa müşriklere gitti ve on­lara şu “müjde”yi
    verdi: “Muhammed bugün çocuksuz kaldı, yani kökü kazıldı.”

    İşte bu cesaret kırıcı ve son derece hazin şartlarda Kevser
    sûresi Rasûlullah (a.s.)”a nazil oldu. Hz. Peygamber (a.s.) ve müslümanların
    duru­mu o sırada gerçekten içler açışıydı. Hz. Peygamber (a.s.), Allah’a ibadet
    ve itaat edilmesini istediği ve Arapların müşrik düşüncelerini reddettiği için,
    peygamberliğinden önceki bütün mevki, makam ve itibarını kaybet­mişti ve kendisi
    hemen hemen aileden çıkarılmıştı. Bir avuç arkadaşları da çaresizdi; her
    taraftan kovuluyor ve her yerde hor görülüyorlardı. Üste­lik şimdi Hz. Peygamber
    (a.s.)’in sevgili oğlu da öbür dünyaya göç etmişti. Böyle bir durumda hiç
    olmazsa en yakın eş, dost ve akrabaları kendisine gelip taziyede bulunmalı, onu
    teselli etmeliydiler. Ama bu duygusuz, kaygısız ve insanlıktan nasipleri olmayan
    vahşi İnsanlar, Allah’ın Rasûlü’nün en üzüntülü ânında bayram yapıyorlardı.
    Hangi baba yüreği bu acıya da­yanabilir? Ne kadar azimli ve kararlı olursa
    olsun, lider ve dini önder ce­saretini ve metanetini koruyabilir? İşte bu sırada
    Cenab-ı Allah, Kevser sûresini indirerek kâfir ve müşriklerin ağızlarının payını
    verdi ve aynı za­manda Hz. Peygamber (a.s.)’i ve müslümanları teselli etti. Söz
    konusu sûrede Hz. Peygamber (a.s.)’e “ebter, köksüz, nesli tükenmiş, çaresiz”
    di­yen Kureyşlilerin kendilerinin köksüz ve ebter oldukları haykırıldı. Bu,
    Kur’an-ı Kerim’in istikbale ait bir haberiydi. Kur’an-ı Kerim asıl
    kaybe­denlerin ve hüsrana uğrayanların kureyşli kabile reisleri olduğunu bel
    imi. Kur’an-ı Kerim bu haberi verdiği zaman kuvvetin, kudretin, zenginlik ve
    şöhretin zirvesinde bulunan kabile reislerini, bir gün her şeylerini
    kaybe­decekleri, müslümanların onlara galip gelecekleri ve onları ibret verici
    bir hezimete uğratacakları, onların birer ikişer bu dünyadan göç edecekleri ya
    da müslüman olacakları, geriye kalanların isimlerini bile anacak kimsenin
    bulunmayacağını kim tahmin edebilirdi? Ama, bütün bunlar oldu ve bir zamanlar
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in tükendiğini, çaresiz kaldığını ilân eden Kureyşli
    kabile reislerinin kendileri acı bir akıbete uğradılar. Buna karşı Rasûlullah
    (a.s.) ve müslümanlar her geçen gün kuvvet ve kudret ka­zandılar ve sadece
    Arabistan’a değil, bütün dünyaya hakim oldular. Bugü­ne kadar milyarlarca
    müslüman Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’ya ve aile­sine mensup olmaktan ve en
    azından onun dinine bağlı olmaktan iftihar duymuşlardır ve kıyamete kadar bunu
    yapmaya da devam edeceklerdir. O halde, ebter kimdi; Hz. Muhammed (a.s.) mi,
    yoksa bugün adlarını ve sanlarını bile pek az kimsenin bildiği Kureyşli kabile
    reisleri mi?

    28.3.3. Kur’an-ı
    Kerim Okunurken Müşriklerin Gürültü Yapmaları

    Kureyşlilerin başvurduğu zelil ve rezil bir başka hareket de,
    Kur’an-ı Kerim’in dinlenmesini ve okunmasını önlemek için gürültü
    koparmalarıy­dı. Kur’an-ı Kerim okunurken Kureyşliler her taraftan toplanarak
    gürültü yapmaya başlıyorlardı. Bu, adi hareketten Kur’an-ı Kerim’de şöyle
    bahse­dilmiştir:

    “Kâfirler şöyle dediler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Onun hakkında
    lü­zumsuz yaygaralar koparın. Olur ki, üstün gelirsiniz.” (Fussilet; 26)

    Aslında, Kureyşlilerin bu hareketleri onların adi ve sinsi
    plânlarının bir parçasıydı. Onlar, Kur’an-ı Kerim’in ne kadar etkileyici ve
    büyüleyici bir kelâm olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu Kur’an’ı okuyan ve
    anlatan ki­şinin de ne büyük insan olduğunu pekala biliyorlardı. Böylesine
    çekici bir şahsiyetin böylesine büyüleyici bir Kelâm’ı halka duyurmasının tesir
    ve neticesinin ne olacağını çok iyi biliyorlardı. Bu Kelâm’ı dinleyen bir kişi
    buna mutlaka tutulacaktı. O halde ne yapıp yapıp bunun okunması ve din­lenmesi
    önemliydi. Kureyşlilerin plânına göre Kur’an-ı Kerim’i ne kendi­leri dinleyecek
    ne de başkalarına dinleteceklerdi. Hz. Peygamber (a.s.) ne zaman Kur’an okumaya
    başlarsa çığlık atmalıydılar, bağırıp çağırmalıydılar, düdük çalmalı ve alkış
    yapmalıydılar, itiraz etmeli ve Hz. Peygamber (a.s.)’i soru yağmuruna
    tutmalıydılar. Bu, her ne kadar iyi tasarlanmış bir plânsa da, adi ve saçma idi
    ve bununla İslâmi tebliğin önlenmesine imkân yoktu.

    “Kâfirlere ne oluyor ki gözlerini sana dikip bakıyorlar. Sağ ve
    sol ta­rafında bölük bölük.” (Mearic; 36-37)

    Yukarıdaki ayetlerde Kureyşli kâfirlerin işte bu tür
    faaliyetlerinden söz edilmiş ve Kur’an-ı Kerim’in okunduğu zaman yaygara
    kopardıkları ifade edilmiştir.

    “Namazında sesini fazla yükseltme. Fazla gizli de okuma.
    Bunların ikisi arasında bir yol tut.” (İsrâ; 110)

    Müsned-i Ahmed’de yer alan İbn Abbas (r.a.)”ın bir hadisine göre
    Rasûlullah (a.s.) kendi evinde ya da Dâr-ı Erkâm’da namaz kılarken yüksek sesle
    Kur’an-ı Kerim okurdu. Bunu duyan kâfirler gürültü-patırtı çıkarır, kendisine
    küfreder ve tehditler savururlardı. Bunun üzerine Allah’tan va­hiy geldi ki,
    “namaz kılarken ne sesini o kadar yükselt ki kâfirler toplanıp sana hücum
    etsinler, ne de o kaçar alçak sesle oku ki seni din kardeşlerin işitmesinler.”

    28.3.4. Kur’an-ı
    Kerim’i Yanlış Anlatma ve Anlama Çabaları

    Kur’an-ı Kerim’de Kureyşli kâfirlerin bu taktiğine de işaret
    edilmiştir:

    “Ayetlerimiz hakkında sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar.
    O halde, ateşe atılan mı yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha
    hayırlıdır? Siz istediğinizi yapın. Allah, işlediklerinizi görücüdür.”
    (Fussilet; 40)

    Burada “sapıklıktan, inhiraf, doğru yoldan sapma, kötü niyetli
    dav­ranma ve kötü hareket etme kasdedilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri
    hakkında sapıklık yapmanın manası da, sade, basit ve doğru sözü tevile çalışmak
    ve buna başka anlamlar vermektir. Kureyşliler bazen Kur’an-ı Kerim’in önceki ve
    sonraki kısmını iptal edip mücerret cümle ve kelimele­ri alıp tahrif eder ve
    millete yanlış bilgi vermeye çalışırlardı. Amaç, Kur’an’ı kötü ve yanlış bir
    kelâm olarak herkese tanıtmaktı.

    28.3.5.
    Müslümanları Fuzuli Münakaşalara İtmeleri

    Kur’an-ı Kerim’de kâfirlerin bu konuyla ilgili tutumu şöyle
    ifade olunmuştur:

    “Peygamberlerin isteğine icabet olunduktan sonra Allah hakkında
    münakaşa edenlerin delilleri Rableri katında boştur.” (Şûrâ; 16)

    Burada, Mekke’de o sıralarda hemen hemen her gün cereyan eden bu
    tür olaylara işaret edilmiştir. Mekkeli kâfirler, bir kimsenin müslüman
    ol­duğunu duyar duymaz peşine takılır, onu hiçbir yerde rahat bırakmaz, ev­den,
    aileden ve cemiyetten kovarlardı. O nereye giderse oraya varırlar ve millete
    onun hakkında yalan dolan şeyler anlatırlardı. Kendisine durma­dan takılır ve
    olur olmadık şeyler sorarlardı. İtiraz eder ve bazı şeyleri is­patlamasını
    isterlerdi. İslâm dinini neden seçtiğini, niçin atalarının dinini, geleneklerini
    ve mabutlarını terk ettiğini sorarlardı. Kısacası, soru ve iti­razlar ile
    bunaltıp Rasûlullah (a.s.)’ı desteklemekten vazgeçirmeye ve tek­rar cahiliyye
    fikir, inanç ve törelerine dönmelerini sağlamaya çalışırlardı.

    “Mücrimler müminlere gülerlerdi. Mü’minler yanlarından
    geçtikle­rinde birbirlerine işaret edip eğlenirlerdi. Evlerine döndüklerinde
    zevkle dönerlerdi. Mü’minleri gördükleri vakit ‘bunlar dalâlete düşenlerdir’
    der­lerdi. Halbuki, kâfirler mü’minlerin üzerine gözcü olarak
    gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin;
    29-33)                                                                                                 
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

    “Evlerine döndüklerinde zevkle dönerlerdi”nin anlamı,
    kâfirlerin, müslümanları alaya almaları ve onlara hakaret etmelerinden sonra
    evleri­ne keyifle dönmeleridir. Yani, yaptıklarından büyük zevk duyuyorlardı.

    Belazuri, “Ensâb’ul-Eşrâf ‘ta Hz. Urve bin Zübeyr’in bir
    rivâyetini nakletmiştir, ki şöyledir: Kureyşli eşraf ve kabile reisleri Hz.
    Peygamber (a.s.)’in, Mescid-i Haram’da Ammâr b. Yasir, Habbab b. Erett, Suheyb
    bin Sinân, Bilâl bin Rebah, Ebu Fukeyhe ve Amir bin Füheyre (r.a.) gibi
    kişi­lerle oturduğunu gördükleri zaman alaylı alaylı şöyle derlerdi: “îşte bu
    adamın arkadaşlarına bakın, bizden, Allah’ın fazlına ve hidâyetine lâyık olan
    sadece bunlarmış.” Bilindiği gibi yukarıda bahsedilen zevat yabancı, köle,
    hizmetçi ve fakirler zümresinden geliyorlardı.

    28.3.6. Habersiz
    Kimseleri Yanıltmaları

    Kur’an-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulmuştur:

    “Onlara: ‘Size Rabiniz ne indirdi?’ diye sorulsa ‘evvelkilerin
    efsane­lerini’ derler.” (Nahl; 24)

    Hz. Peygamber (a.s.)’in İslâmî tebliğiyle ilgili söylentiler
    etraftaki bölgelere ve memleketlere ulaşınca, oralarda pek çok kişi, Mekke’de
    ken­disini Allah’ın Rasûlü olarak tanıtan birinin neler söylemekte olduğunu
    merak ediyorlardı ve oralara herhangi bir Mekkeli geldiğinde kendisini soru
    yağmuruna tutarlardı. Onlar yeni Peygamber (a.s.)’in nasıl bir adam olduğunu,
    nasıl bir din getirdiğini, neler vaaz ettiğini ve Kur’an-ı Kerim’in ne olduğunu
    öğrenmek istiyorlardı. Fakat kötü niyetli Mekkeli kâfirler bu sorulara tatminkâr
    cevap vermiyor ve ekseriya yalan-yanlış şeyler anlatı­yorlardı. Söz konusu bölge
    ve memleketin insanları Hz. Peygamber (a.s.)’e Kur’an-ı Kerim’e ve müslümanlara
    ilgi göstermesinler diye, derlerdi ki, onun anlattıkları hep hikâyedir, eski
    şeylerdir, yeni bir şey yoktur vs.

    28.4. “KÜLTÜR VE SAN’AT” ADINA
    MİLLETİ SAPTIRMAK

    Bu alçakça ve küstahça fiillerin yanı sıra, Rasûlullah (a.s.)’a
    karşı açı­lan cephelerden biri de “kültür ve san’at”tı. Kureyşli kâfirler Hz.
    Peygam­ber (a.s.)’in Hak davetinin, kitleler tarafından kabulünü önlemek halkın
    dâha hafif ve zevkli şeylerle meşgul olmalarını sağlamak amacıyla bir ta­kım
    eğlence ve şölenler düzenlediler. Şuradan buradan hikayeci ve fıkracılar
    getirildi ki halka fıkra ve hikâyeler anlatsınlar. Kâhin, sihirbaz, hokkabaz ve
    komedyenler getirildi ki millet onlarla ilgilensin. “Sanatçı” adında genç
    kızlar, şarkıcılar, dansçılar ve fahişeler getirildi, ki millet keyiflerini
    bulsun ve din, iman gibi ciddi şeylerle uğraşmasın.

    İbni Hişâm kendi siyerinde Muhammed bin İshâk’ın bir rivâyetini
    nakletmiştir ki, şöyledir: Beni Abdüddâr’dan Nadr bin el-Hâris bin Kelede
    Kureyşlilerin bir kalabalığına şöyle hitap etti: “Muhammed’e bu şekilde
    muhalefet etmekle bir yere varamazsınız. Bildiğiniz gibi Muhammed, genç yaşta en
    temiz ahlâklı kişiydi. Herkesten daha doğru sözlü idi ve herkes tarafından
    “emin” lakabıyla çağırılırdı. Şimdi onun saçları ağarma­ya başlayınca size bir
    şey getirmiştir ki bunun yüzünden siz ona sihirbaz, kâhin, şair vs. diyorsunuz.
    Vallahi o sihirbaz değildir. Biz, sihirbazları gördük ve onların üfürükçülüğünü
    biliriz. Vallahi, o kâhin de değildir. Biz, kâhinlerin hile ve hokkabazlığını
    görmüşüzdür. Vallahi, o şair de de­ğildir. Zira, şiirin her çeşidini biliriz.
    Onun söyledikleri bu çeşitlerden hiç­birine uymuyor. Vallahi o mecnûn değildir.
    Çünkü mecnunun nasıl peri­şan ve kendini dağıtmış vaziyette olduğunu biliyoruz.
    Bir mecnunun saç­ma sapan söz ve hareketlerinden habersiz miyiz? Ey Kureyşli
    reisler, siz muhalefet edecekseniz başka şeyler düşünün. Onu sadece boş laflarla
    mağlup edemezsiniz.” Bundan sonra Nadr, Kureyşlilere, halkın ilgisini daha çok
    çekebilecek ve kendilerine Kur’an-ı Kerim’den daha ilginç gele­bilecek Rüstem ve
    İsfendiyar’ın hikâyelerinin İran’dan getirilip halka anla­tılmasını teklif etti.
    Nadr’ın bu teklifi üzerine hikâyeciliğe ve fıkracılığa başlandı. Nadr bin
    el-Hâris de bir süre millete hikâyeler anlatıp durdu.

    Aynı rivâyet, “Esbab’ün-Nüzûl” de Kelbî ve Mukatil’e dayanılarak
    Vâhidi tarafından naklolunmuştur. İbn Abbas, bu rivayete bazı ilâveler yapmış ve
    Nadr bin el-Hâris’in milleti kandırmak, eğlendirmek ve saptır­mak için şarkı
    söyleyen ve dans eden cariye ve fahişeler getirdiğini kay­detmiştir. Hazreti
    Peygamber (a.s.)’in vaaz ve telkinlerinden kimin etki­lenmekte olduğu haberi
    almıyorsa Nadr bin el-Hâris ona cariyelerinden birini musallat ederdi. Nadr bu
    cariyeye derdi ki, “bu adama yedir, içir ve eğlendir, ki Muhammed’in
    telkinlerine uymasın.”

    28.5. YALAN KAMPANYASININ SONUÇLARI

    Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâmi davetin serbest
    bırakılmasından sonra halkı Hazreti Peygamber (a.s.)’den ve Müslümanlardan
    uzaklaştır­mak için Kureyşliler geniş bir yalan kampanyasına da başladılar. Bu
    kam­panya hiçbir gerçeğe ve gerekçeye dayanmadığı ve amaç sadece Hz. Peygamber
    (a.s.) ve müslümanları karalamak, kötülemek, halkın gözünde kü­çük düşürmek ve
    milletin onlar hakkında kötü fikre sahip olmalarını sağ­lamak olduğu için kimin
    ağzına ne geliyorsa söylüyordu. Kimi Hz. Pey­gamber (a.s.)’in şair olduğunu,
    kimi kâhin, kimi sihirbaz ve kimi mecnûn olduğunu söylüyordu. Kısacası, kimse
    bir noktada hemfikir veya müttefik değildi. Bu yalan kampanyasının ne ölçüsü
    vardı ne de tutarlı bir tarafı. Yalanlar ve iftiralar evde, sokakta ve
    çarşılarda söyleniyordu. Sadece bu değil, Mekkeli kâfirler seyahat ve ticaret
    için başka bölgelere ve memle­ketlere gittikleri zaman, ya da başka yerlerden
    kafile ve hacılar Mekke’ye vardıkları zaman, bu yalanlar yabancılara da
    allanarak-pullanarak anlatılı­yordu.

    28.5.1. İlk Hac
    Sırasında Kureyş’in İstişaresi

    Böylece aradan birkaç ay geçti ve Hac mevsimi yaklaştı. Hac
    mevsi­minin gelip çalmasıyla Mekkeli kâfirlerin telaşı da arttı. Zira, onlar
    bili­yordu ki, Hac için Arabistan’ın dört bir tarafından hacılar gelip Kâ’be’nin
    etrafında konaklayacaklardı ve Hz. Muhammed (a.s.) her çadıra gidecek ve
    toplantı yerlerinde de hacılara hitap edecek ve Kur’an-ı Kerim’i okuyup onları
    Hak Dine ve tek Allah’a ibadete ve itaate davet edecektir. Bu tebliğ
    çalışmalarından birçok kişi etkilenecek ve Hz. Muhammed (a.s.) başarılı olmaya
    başlayacaktı. Kureyş’in düşünceleri işte bu yönde idi.

    İbni İshâk, Hâkim ve Beyhakî çok sağlam ravilere dayanarak şu
    rivâyeti nakletmişlerdir: Kureyşliler büyük bir toplantı düzenlediler ve hacılar
    geldikten sonra onlar arasında Hz. Muhammed (a.s.) aleyhine geniş bir kampanya
    başlatmaya karar verdiler. Bundan sonra Velid bin Muğire ora­da toplananlara
    dedi ki, eğer sizin her biriniz hacılara ayrı ayrı şeyler söy­lerseniz, bize
    kimse güvenmeyecektir. Bu bakımdan, O’nun hakkında söy­leyeceğimiz tek bir şey
    üzerinde anlaşalım. Bazı kimseler dedi ki: “Mu­hammed’in bir kâhin olduğunu
    söyleyelim.” Velid bin Muğire dedi ki: “Vallahi o kâhin değildir. Zira biz
    kâhinlerin nasıl olduğunu biliyoruz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir şey
    mırıldanırlar ve laf ebeliği yaparlar. Kur’an-ı Kerim’in bununla hiçbir alakası
    yoktur.” Bazıları “Muhammed’in mecnun olduğunu söyleyelim” dediler. Velid dedi
    ki: “Muhammed mec­nun da değildir. Biz deli ve çılgınların nasıl olduğunu
    biliyoruz. Delilikte insanların ne kadar saçma sapan söz söylediği ve hareket
    ettiğini biliyo­ruz. Muhammed’in sunduğu kelâmın bir delinin söyleri olduğunu
    nasıl söyleyebiliriz?” Bazıları dedi ki, “o halde O’nun şair olduğunu hacılara
    söyleyelim.” Velid dedi ki: “O şair de değildir. Biz şiirin bütün türlerini
    biliyoruz. Onun kelâmı şiirin bu türlerinden hiçbirine uymuyor.” Oradaki­ler
    dediler ki: “O zaman ona sihirbaz diyelim” Velid dedi ki: “O sihirbaz da
    değildir. Çünkü sihirbazları biz biliriz ve sihir için hangi yöntemlere
    başvurduklarını da biliriz. Bu ünvan da Muhammed’e uymuyor.” Daha sonra Velid
    bin Muğire dedi ki: “Bu gibi uydurmalardan hangisini yapar­sanız, bunları herkes
    haksız bir iftira sanacaktır. Vallahi, onun kelâmı çok cazibeli ve tesirlidir.
    Onun kökleri çok derin ve dalları meyvelidir.” (Bu­rada İbni Cerir kendi
    tefsirinde İkrime (r.a.)’nin bir hadisini nakletmiştir. Buna göre, Ebu Cehil,
    Velid’e yüklenerek Muhammed ile ilgili mutlaka bir propaganda malzemesi
    gerektiğini ısrarla söyledi). Bundan sonra Ve­lid bir süre düşündü ve dedi ki:
    “Hakikatte en yakın bir şey söylemek ge­rekirse diyebiliriz ki, bu adam (Hz.
    Muhammed) bir büyücüdür. Biz Araplara deriz ki, bu adam öyle bir kelâm
    getirmiştir ki, bunun yüzünden baba oğlundan, kardeş kardeşinden ve çocuklar
    büyüklerinden uzaklaşabi­liyor.” Velid’in bu teklifini herkes benimsedi. Daha
    sonra, hazırlanan plâna göre, Hac için gelen hacıların arasına Kureyşli adamlar
    karıştı ve onlara, “burada bir büyücü var, ondan uzak durun, zira o aramızı
    bozuyor ve ailelerimizi bölüyor” demeye başladılar.

    28.5.2. Kur’an-ı
    Kerim’in Bu Vak’ayı Yorumlaması

    Velid bin Muğire’nin yukarıdaki plânı Kur’an-ı Kerim’in
    Müddessir sûresinde 11 .’den 25. ayete kadar yorumlanmıştır. Burada denilmiştir
    ki:

    “Tek basına yarattığım o kâfiri bana bırak.”

    Yani Cenab-ı Allah diyor ki, bu kâfirin, yani Velid bin
    Muğire’nin işini bizzat ben halledeceğim. Hz. Peygamber ya da müslümanlar ondan
    korkmasınlar. Burada vurgulanan başka bir şey de Velid’in yalnızlığı ve
    çaresizliğidir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, kendisi her ne kadar
    böbür­lenirse böbürlensin ve etrafında ne kadar adam toplarsa toplasın, o
    bilme­lidir ki bu dünyaya yalnız olarak gelmiştir ve ona Allah’ın azabı
    geldiğin­de yine yalnız kalacaktır ve ona kimse yardım edemeyecektir. Daha
    sonra, “ona çok mal verdim” buyurulmuştur. Bu demektir ki, Velid doğduğu za­man
    hiçbir şey ile gelmemişti. Ona neler verildiyse, bu dünyada Allah ta­rafından
    verildi. Sonra “birlikte yaşayan evlâtlar da verdim” diyor Cenabı Allah.
    Velid’in 10-12 tane, hepsi yakışıklı, güçlü ve şöhretli oğlu vardı. (Bunlar
    arasında Hz. Hâlid bin Velid gibi eşsiz bir savaşçı da vardı.) Daha sonra
    ayetler şöyledir:

    “Onun ömrünü ve kadrini arttırdım. sonra da bunları daha da
    arttır­mamı ister. Hayır (artırmayacağım). Çünkü o bizim ayetlerimizi inaden
    inkâr ederdi. Onun cehennem vadisine yuvarlanmak azabına sokacağım. Muhakkak o
    düşündü. Ve ta’n için ölçü koydu. Helâk olsun, nasıl ölçü koydu. Sonra yine
    kahrolası nasıl ölçü yaptı. Sonra dikkatle baktı. Sona kaşlarını çatıp yüzünü
    ekşitti. En son arkasını dönüp ululuk tasladı. ‘Bu âncak devam eden bir
    sihirdir’ dedi. ‘Bu insan sözünden başkası değildir.” (Müddessir; 11-25)

    Yukarıda anlatılan vak’a gösteriyor ki, Velid bin Muğire içten,
    Kur’an-ı Kerim’in ilâhi bir kelâm olduğuna kâniydi. Fakat dünyadaki rahat ve
    nimetlerini korumak için kendi vicdanıyla savaşa girdi ve bir süre bocaladıktan
    sonra kararını dünyevi nimetlere menfaatler lehine verdi ve Kur’an-ı Kerim
    aleyhinde sihir ve büyü gibi uydurmalar yaymaya çalıştı.

    28.5.3. Geniş
    Çapta Yalan Kampanyası

    Bu yalan kampanyası sadece Hac mevsimine özgü mahdud kalmadı.
    Bundan sonra bu yalan kampanya ve propaganda senenin 12 ayında ve ayın 30
    gününde sürekli yapıldı ve faaliyet alanı da genişletildi. Mekke ahalisi zaten
    yanıltılıyor, kışkırtılıyor ve yanlış yola sevk ediliyordu. Bu­nun yanı sıra
    dışardan gelenler de adım adım takip ediliyor ve bunların Hz. Muhammed (a.s.)’e
    veya müslümanlara yaklaşmamalarına dikkat ediliyor­du. Arabistan’ın çeşitli
    yerlerindeki çarşı ve pazarlarda ve Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz gibi panayırlarda
    da Kureyşli propagandacılar yayılıp herke­si Hazreti Peygamber (a.s.) ve İslâm
    hakkında yanıltmaya çalışıyorlardı. Özellikle, Hac mevsiminde Mina’da ve diğer
    yerlerde hacıların her konak yerine gidip Rasûlullah (a.s.) ve İslâm hakkında
    kalblerinde şüphe ve te­reddüt yaratmaya çalışıyorlardı.

    28.5.4. Mekke’nin
    Dışına İslâmiyet’in Tebliği

    Kureyşliler bu gibi adi ve iğrenç oyunlarıyla Hazreti Peygamber
    (a.s.)’i ve Kur’an-ı Kerim’i alt edeceklerini sanıyorlardı, ama bu hususta büyük
    bir yanılgıya düşüyorlardı. Zira, Mekke ve civarında İslâmiyetin tebliğinin
    yollarını kapatmak suretiyle bizzat kendileri İslâmiyet’in daha geniş bir alana
    yayılması için zemin hazırlamış bulunuyorlardı. Mekke’ye gelen yabancılara ya da
    çarşı, pazar ve panayırlarda halka durmadan Hz. Peygamber (a.s.) ve Kur’an-ı
    Kerim hakkında yalan dolan şeyler söyle­mek suretiyle herkesin Hz. Muhammed
    (a.s.)’in ismini öğrenmesini sağlı­yorlardı. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    şöhreti her tarafa yayıldı. Müs­lümanların belki de yıllarca çalışarak elde
    edemeyecekleri sonuç, Kureyş­lilerin fanatizmi sayesinde kısa bir süre içinde
    elde edilmiş oldu. Gayet ta­bii ki halkın çoğu bu sinsi ve menfi propaganda
    yüzünden İslam Peygam­ber (a.s.)i hakkında yanlış fikre sahip oluyorlardı, ama
    bazılarında müthiş bir tereddüt ve merak da uyanıyordu ve bu adamlar Hz.
    Muhammed (a.s.) ve müslümanlar ile İslâmiyet hakkında daha çok bilgi sahibi
    olmak isti­yorlardı. Aleyhlerinde bu kadar şiddetli propagandanın yapıldığı
    Peygam­ber (a.s.)’i kendileri görmek ve neler demek istediğini bilmek
    istiyorlardı. Böylece, İslâmiyet’in Mekke sınırlarından öteye çıkması için
    kapılar açıl­mıştı.

    28.5.5. Tufeyl
    bin Amr Devsî’nin İslâmiyet’i Kabul Etmesi

    Tufeyl bin Amr, Devs kabilesinin büyük bir reisiydi ve tanınmış
    eş­raftandı. İbni İshâk ile İbni Sa’d, Hz. Tufeyl’in İslâmiyet’i kabul etmesi
    olayını bizzat kendi ağzıyla anlatmışlardır. Tufeyl şunları söylemiştir: “Ben
    Devs kabilesinin bir şairiydim. Bir işimi görmek için Mekke’ye git­tim. Oraya
    varır varmaz etrafımı Kureyşliler sardılar ve kulaklarımı Hz. Nebi-yi Kerim
    (a.s.) hakkındaki şikayetleriyle doldurdular. Bu propagan­da beni etkiledi ve
    ben Rasûlullah (a.s.)’tan uzak kalmaya karar verdim. Ertesi gün ben Harem
    (Ka’be)’e gittim; baktım ki orada Hz. Peygamber (a.s.) namaz kılıyor. Kulağıma
    namazda okunan bazı sözler geldi ve çok hoşuma gitti. Ben kendi kendime dedim
    ki; ben bir şairim, yetişkin bir ki­şiyim, akıllı da sayılırım, bir çocuk
    değilim, doğru ile yanlış arasında ayı­rım yapabilirim. Ne diye milletin
    söylediklerine inanayım ve bu şahısla şahsen görüşüp fikrini alayım; bakayım ne
    diyor. Onun için, Rasûlullah (a.s.) namazını kılıp ayrılmak isterken arkasından
    evine kadar geldim ve dedim ki; kavminiz hakkınızda bana şöyle dedi ve onların
    sözlerine kana­rak sizden uzak kalmaya karar verdim ve kulaklarımı da tıkadım.
    Fakat az sonra namazda okuduğunuz sözler benim çok hoşuma gitti, onlardan biraz
    bahseder misiniz? Buna cevap olarak Nebi-yi Kerim (a.s.) Kur’an-ı Ke­rim’in bir
    bölümünü okudu ve ben bundan o kadar etkilendim ki, derhal müslüman oldum. Daha
    sonra memleketime döndüğümde ihtiyar babam bana gelince ben ona dedim ki:
    “Lütfen benden uzak durun, ne ben sizi­nim, ne de siz benimsiniz”. Bunun
    sebebini sordu. Ben dedim ki, “ben müslüman oldum ve Din-i Muhammedi’ye tabi
    oldum.” Bunu duyan babam, dedi ki: “Oğlum senin dinin benim dinim.” Bunun
    üzerine gidip yı­kanmasını ve temiz elbise giymesini istedim sonra ona
    İslâmiyet’in kural­larını anlatacağımı söyledim. Babam dediklerimi yaptı ve
    müslüman oldu. Daha sonra, karım bana geldi. Ona da babama dediklerimi dedim.
    Karım, “annem, babam sana feda olsun. Bu ne biçim sözler?” Ben dedim ki,
    “İs­lâmiyet seninle benim aramı açmıştır. Ben Din-i Muhammedi’ye tabi ol­dum.”
    Karım benim dinimi öğrenmek istedi. Ben dedim ki: “Züşşara (Davs kabilesinin
    putu)ya mahsus bölgeye git ve orada dağdan fışkıran çeşmede yıkan.” Karım
    “Züşşara’dan çocuklarımıza bir zarar gelmez ya” diye sordu. Ben dedim ki,
    “hayır, sana temin ederim.” Karım gitti ve yıka­narak geldi. Ben ona
    İslâmiyet’in kurallarını anlattım ve o da müslüman oldu. Daha sonra Devs
    kabilesinde İslâmı yaymaya çalıştım. Fakat kabile­dekiler tereddüt ettiler. Ben
    tekrar Mekke’ye gittim ve Devs kabilesinin gaflet içinde olduğunu ve Hak dinini
    kabul etmekten çekindiğini Rasûlullah (a.s.)’a söyledim ve akıbetleri için dua
    etmesini rica ettim. Rasûlullah (a.s.) “ya Rabbi, Devslilere hidayet ver” diye
    dua etti ve benim memleke­time dönüp tebliğe tekrar başlamam ve kabiledekilere
    iyi davranmam için nasihat etli. Memleketime döndükten sonra tebliğe bıraktığım
    yerden baş­ladım ve Hayber’de toplanan müslümanlara katıldığım zaman yanımda
    kabilemizden 70-80 müslüman aile vardı.”

    28.5.6. Hz. Ebû
    Zer Gifârî’nin İslâmiyeti Kabul Etmesi

    Hz. Ebû Zer, soygunculukla meşhur olan Gifâr kabilesini
    mensuptu. Hz. Ebû Zer bir zamanların meşhur hayduduydu ve o kadar cesur ve
    hey­betliydi ki, tek başına bir kafileye saldırıp bütün mal ve mülklerini alıp
    götürürdü. Fakat İslâmiyet’i kabul etmeden üç sene evvel bu işi bırakmış ve bir
    çeşit namaz kılmaya ve ibadet etmeye başlamıştı. Müsned-i Ahmed ve İbn Sa’d’ın
    eserinde Hz. Ebû Zer Gifârî’nin şu ifadesine yer verilmiştir: “Ben üç seneden
    beri hangi istikâmette olursa olsun, Allah’a dönerek na­maz kılardım.” Asıl ismi
    Cündüb idi. Buhârî’nin rivâyetine göre; Hz. Ebû Zer Gifârî, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in nübüvvet makamına yükseldiğini öğ­renince, kardeşi (Müsned-i Ahmed’de
    İsmi Uneys olarak yazılmıştır)’ni Mekke’ye gönderip kendisini peygamber ilân
    eden kişi hakkında bilgi top­lamasını istedi. Kardeşi Mekke’ye gitti ve
    döndükten sonra dedi ki, bu kişi ahlâk ve faziletten söz ediyor ve şiir olmayan
    bir kelâm yaymaya çalışıyor. Hz. Ebû Zer dedi ki: “Benim asıl öğrenmek istediğim
    şeyi öğrenemedim”; ve kendisi Mekke’ye gitti. Mescid-i Haram’da Hz. Peygamber
    (a.s.)’i aradı. Ama kendisini tanımadığı ve kimseye sormak istemediği için onu
    bul­makta zorluk çekti. Bir ara Hz. Ali (r.a.) onu gördü ve onun yabancı
    oldu­ğunu anladı, ama konuşmadı. Üçüncü gün Hz. Ali kendisine sordu: “Sizi
    buraya getiren nedir?” Hz. Ebu Zer dedi ki: “Bak delikanlı, beni istediğim yere
    götürmeye söz verirsen, buraya ne için geldiğimi sana söylerim.” Hz. Ali söz
    verdi. Ve Ebu Zer de geliş sebebini anlattı. Hz. Ali dedi ki: “O (Hz. Muhammed)
    mutlaka Hak üzerindedir ve Allah’ın rasülüdür. Siz ya­rın sabah peşimden
    gelirsiniz. Ben yürümeye devam ettikçe siz de yürü­yeceksiniz ve girdiğim yere
    siz de gireceksiniz ve sizin için tehlikeli bir şey gördüğüm zaman su döker gibi
    duracağım. Bunu görünce olduğunuz yerde duracaksınız.” Kısacası, Hz. Ebu Zer bu
    şekilde Hz. Peygamber (a.s.)’in huzuruna çıktı, kelâmını dinledi ve orada
    müslüman oldu. Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: “Şimdi sen kabilene dön
    ve onlara din hakkında bilgi ver. Bu arada seninle haberleşiriz.” Hz. Ebu Zer
    Gifârî dedi ki: “Sizi Rasûl olarak gönderen Allah’a yemin ederek söylüyorum ki,
    Mekkelilere hak kelimesi söylemeden gitmeyeceğim.” Bundan sonra coşku içinde
    Mescid-i Haram’a gitti ve “Eşhedü-enlailâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
    Rasûlullah” diye nara attı. Bunu duyan kâfirler ken­disine hücum edip onu
    yerinden yıkılıncaya kadar dövdüler. Durumu gö­ren Hz. Abbas (r.a.) araya girdi
    ve “Allah belânızı versin, ne yapıyor­sunuz, bu şahsın Suriye ticaret yolunda
    oturan Beni Gifâr kabilesine men­sup olduğunu bilmiyor musunuz?” diye ihtarda
    bulundu. İkinci gün aynı olay meydana geldi ve aynı şekilde Hz. Abbas, Hz. Ebu
    Zer Gifârî’yi kur­tardı.

    İmam Ahmed, “Müsned”de bu vak’ayı bizzat Hz. Ebû Zer (r.a.)’in
    ağ­zıyla anlatmıştır. Ebu Zer şöyle der: “Ben ve kardeşim Uneys ve annem
    Mekke’nin dışında konaklanmış durumdaydık. Uneys, Mekke’ye gidip ge­leceğini
    söyledi. Sonra Mekke’den çok geç döndü. Ben geç dönmesinin sebebini sordum. Dedi
    ki, orada bir adam gördüm. Bu adam kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu söylüyor
    ve senin dininden (yani şirki red ve tevhidi kabul) olduğunu ifade ediyordu.”
    Ben ondan bu adam hakkında diğer halkın fikrini sordum. Dedi ki: ‘Adamlar ona
    şair, kâhin ve sihirbaz derler.’ Uneys kendisi şairdi. O dedi ki: “Ben
    kâhinlerin nasıl konuştukla­rını biliyorum ve kendim bir şairim. Fakat o adamın
    bunlarla hiç ilgisi yoktur. Vallahi billahi, o doğru söylüyor ve adamlar yalan
    söylüyor.” Ben ona bir süre beklemesini söyleyerek Mekke’ye gittim. Kardeşim
    kendisini Allah’ın Rasûlü diyen kişiye muhalefet edenlerden sakınmamı da
    istemiş­ti. Mekke’de zayıf bir kişiye rastladım ve kendisine “şabi” (dinden
    dönen) denen adamın nerede olduğunu sordum. Bunu sorar sormaz o adam
    arka­daşlarına işaret etti ve bir anda birçok kişi bana saldırıp ellerine
    geçirdikleriyle beni bayılıncaya kadar dövdüler. Sonra ayıldım ve Harem’e
    gel­dim. Zemzem suyunu içtim ve yaralarımı yıkadım. Otuz gün Kâbe’nin
    perdelerinin arkasında saklandım. Bütün bu süre içinde yiyecek, içeceklerim
    zemzem suyundan ibaretti. Fakat bununla sadece açlığım gitmiyordu, ayrıca
    şişmanladım da. Bir gün Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr Harem’e geldiler.
    Hacer’ul Esved’i öptüler, tavaf ettiler ve namaz kıldılar. Ben ora­dan çıkıp ilk
    defa kendilerine İslam usulüne göre selâm verdim. Rasûlullah (aleyküm selâm)
    diye karşılık verdi. Sonra kim olduğumu sordu. Beni Gifâr’dan olduğumu söyledim.
    Ne zaman geldiğimi sordu. Dedim, “otuz gün önce”. Benim ne yediğimi ve içtiğimi
    sordu. “Zemzem’den başka bir şey yemedim ve içmedim. Bu su ile doydum ve bu
    arada şişmanladım” dedim. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: “Zemzem bereketli
    sudur ve sade­ce su değil, gıdadır da.” Hz. Ebû Bekr (r.a.) o gün beni yemeğe
    davet et­mek istediğini Rasûlullah (a.s.)’a söyledi. Rasûlullah (a.s.) da izin
    verdi. Sonra ben Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in evine gittim. Bir müddet orada kaldım.
    Bir gün Rasûlullah (a.s.) bana şöyle dediler: “Etrafında bahçe ve su ile
    mer’anın bulunduğu bir belde bana gösterilmiştir. Öyle sanıyorum ki, bu yer
    Yesrib (Medine)’den başkası değildir. Sen benim mesajımı milletine ulaştırır
    mısın? Belki de onlar istifade eder ve sana da Allah bunun mükâfatını verir?”
    “Hz. Ebû Zer Gifârî diyor ki; bundan sonra ben karde­şim ve annemin yanına
    geldim. Onlar ne yaptığımı sordular. Ben müslü­man olduğumu söyledim. Uneys dedi
    ki: “Ben de senin dininden başka bir dinde olmak istemiyorum” ve müslüman oldu.
    Annem de dedi ki: “Ben de sizlerin dininden başka bir dinde olmak istemiyorum” o
    da İslâmiyet’i kabul etti ve biz tasdik ettik. Bundan sonra biz kabilemiz, Beni
    Gifâr’a geldik. Bu kabilenin bazı fertleri İslâmiyet’i önceden kabul etmişlerdi.
    Be­ni Gıfâr’daki müslümanlara Hz. Hufâf bin İmâ bin Rahazat ul Gifârî na­maz
    kıldırırdı. Hicretten sonra Beni Gifâr’ın diğer fertleri de müslüman oldular.
    (Bu vak’a Müslim’de ve Taberânî’nin “Evsat”ında da naklolun­muştur.)

    İbn Sa’d’in eserinde de bu olay yukarıda anlattığımız gibi
    kaydedil­miştir; ama bunun arasında Ebû Zer (r.a.)’in şu sözlerine de yer
    verilmiş­tir: “Ben Kâ’be’nin perdelerinin arkasına saklı bulunurken bir gün iki
    kadı­nın oraya geldiğini ve onların İsâf ve Nâile’den (iki put) bahsettiklerini
    duydum. Ben dayanamadım ve dedim ki; bu ikisi evlendirilsin! Bunu du­yunca o
    kadınlar çok kızdılar ve dediler ki keşke şimdi burada erkeklerimizden bir kimse
    olsaydı, o zaman görecektin. O sırada Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr tepeden
    iniyorlardı. Bu kadınlar herhalde onları tanımı­yorlardı. Rasûlullah (a.s.) ile
    Ebu Bekr bu kadınlara neden kızdıklarını sordular. Onlar da dedi ki, bu
    perdelerin arkasında bir şabi (dinden dö­nen kişi, dinsiz) saklanmıştır.
    Rasûlullah (a.s.) bu adamın kendilerine ne dediğini sordu. Kadınlar dedi ki o
    herif ağza alınmayacak şeyler söyle­miştir.”

    28.5.7. Amr bin
    Abese Sülemî’nin Müslüman Olması

    Amr bin Abese, Beni Süleym kabilesine bağlıydı. Amr kendisinin
    İs­lâmiyet’i kabul eden dördüncü kişi olduğunu söylüyordu. Ama İslâmiyeti kabul
    etmesiyle ilgili kendi anlattığı olay gösteriyor ki; kendisi, İslâmi tebliğin
    açık bırakılmasından ve Rasûlullah (a.s.) ve diğer müslümanların adını duyduktan
    sonra müslüman olmuştu. İbn Sa’d’ın bir rivâyetine göre Amr bin Abese Ukâz
    panayırında Rasûlullah (a.s.) ile görüştü ve müslü­man oldu. Bu da gösteriyor
    ki, Rasûlullah (a.s.) o zaman dini yayma çalış­malarına alenen başlamıştı. İbn
    Sa’d ile Müslim’in, Ebu Umâme Bâhili’ye dayanarak kaydettikleri ikinci rivayete
    göre ise Amr, cahiliyye devrinden beri insanların yanlış yolda olduğuna inanıyor
    ve putlara hiç değer vermi­yordu. Bu hususta Amr’ın ifadesi şöyledir: “Bir süre
    sonra Mekke’de bir kişinin ortaya çıktığını, bunun bazı haberler verdiğini ve
    bazı sözler söy­lediğini duydum. Bunun üzerine Mekke’ye geldim. Baktım ki,
    Rasûlullah (a.s.) gizli gizli faaliyetini sürdürüyor. Halk ise ikiye bölünmüş
    durum­daydı. Dikkat ve titizlikle Rasûlullah (a.s.)’ın yanına ulaşmayı başardım.
    Kendisine, siz kimsiniz diye sordum; “ben bir peygamberim” dedi. Ben dedim;
    “peygamber kim oluyor?” Dedi ki: “Allah’ın elçisi”. Dedim, “sizi Allah mı
    göndermiştir” Dedi: “Evet”. Ben “Sizi Allah ne için göndermiş­tir, öğretileriniz
    nedir?” dedim. Dedi ki, “Sadece Allah’a ibadet ve itaat edilsin, ona ortak
    koşulmasın, putlar kinisin ve herkese merhamet ve şef­katle muamele edilsin. Ben
    Rasûlullah (a.s.)’a kendisine tabi olanların kimler olduğunu sordum. Dedi:
    “Özgür kimseler ve köleler.” O sırada Rasûlullah (a.s.)’ın yanında Ebu Bekr ile
    Hz. Bilâl bulunuyorlardı. (Her hal­de, bu sebeple, Amr kendisinin dördüncü
    müslüman olduğunu sandı). Ben kendisine yanında kalmak istediğimi söyledim.
    Rasûlullah (a.s.) dedi ki şimdilik bu mümkün değildir. Fakat ne zaman ki, benim
    ortaya çıktığımı (yani açıkça tebliğ etmeye başladığımı) duyarsan bana
    gelebilirsin. Bun­dan sonra ben kabileme döndüm.”

    28.5.8. Dımâd’ul
    Ezdi’nin İslâmiyet’i Kabul Etmesi

    Dımâd, Ezd-i Şenev’e’ye mensuptu ve üfürükçülük yapardı. Hâfız
    İb­ni Abd-il Berr, Hâfız İbni Hacer ve Hâfız İbni Hibbân’ın ifadelerine göre
    Dımâd cahiliyye döneminde Hz. Muhammed (a.s.)’in arkadaşıydı. Müs­lim, Nesâî,
    Beyhakî ve İbni Sa’d’ın ifadelerine göre Dımâd memleketin­den Mekke’ye
    geldiğinde serseriler kendisine, Hz. Muhammed (a.s.)’in (hâşâ) aklını
    kaçırdığını ve mecnun olduğunu söylediler. Dımâd onlardan Rasûlullah (a.s.)’ın
    nerede olduğunu öğrenmek istedi ve onu üfürükçülük­le iyileştirmeye çalışacağını
    söyledi. Mekkeli serseriler onu Rasûlullah (a.s.)’a götürdüler. Dımâd’ul-Ezdî
    kendisiyle görüşünce üfürükçülük yap­tığını ve onu tedavi etmek istediğini
    belirtti. Rasûlullah (a.s.) evvela kelime-yi şehâdet okudu. Allah’a hamdde
    bulundu ve daha sonra bazı sözler söyledi. Dımâd bu sözleri çok beğendi ve
    bunları üç defa tekrarlattı. Dımâd’ul Ezdi dedi ki: “Hayatımda böylesine ulvi
    bir kelâm duymadım. Ben kâhinleri dinledim. Ben şairlerin kelâmını dinledim ve
    ben sihirbazla­rın söylediklerini de duydum, ama böyle bir kelâma rastlamadım.
    Bu kelâm insanı denizin dibine götürüyor.” Bunları söyledikten sonra
    İslâmi­yet’i kabul etti ve Rasûlullah (a.s.)’ın elini tutarak kendi adına ve
    kabilesi adına ona biat etti.

    28.5.9. Hz. Ebû
    Musa Eş’arî’nin Müslüman Oluşu

    Hz. Ebû Musa el-Eş’ari de uzak yerlerden gelip müslüman olan
    kişi­lerden biriydi. Hz. Ebû Musa, Yemen’den gelmişti. Oraya dönüp kardeşle­ri
    Ebû Bürde ile Ebû Rahm ve takriben 50 kişiyi müslüman etti. Daha sonra bütün bu
    müslümanlar bir tekneye binip Yemen’den yola çıktılar. Rüzgâr onları Habeşistan
    sahiline sürükledi. Orada Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib ve diğer müslüman
    muhacirlerle karşılaştılar. Bu olayı, İbni Sa’d ile İbni Abdi’l-Berr kendi
    eserlerinde anlatmışlardır. Fakat, İbni Hacer’in rivâyeti değişiktir. İbn Hacer
    diyor ki; adı geçen Yemenli müslümanlar aslında Habeşistan’a gitmemişlerdi.
    Bunlar Mekke’den Medine’ye gider­ken tekneleri, Habeşistan’a giden muhacirlerin
    teknesiyle karşılaştı. Sonra hepsi bir araya gelerek Hayber’de Rasûlullah
    (a.s.)’ın yanına gittiler.

    28.5.10. Muaykib
    bin Ebi Fatımat üd-Devsi’nin İslâmiyet’i Kabulü

    İbni Sa’d’ın ifadesine göre Muaykib Devsi de Devs kabilesine
    men­suptu ve Mekke’ye gelip müslüman olmuştu. Bir rivayete göre Muaykib müslüman
    olup yurduna döndü. Bir başka rivayete göre Muaykib, Habeşistan’a yapılan ikinci
    hicrete katılmıştı. İbni Hacer ile İbni Abd’il-Berr, bu zâtın Mekke’de
    İslâmiyeti kabul etmiş kişilerden biri olduğunu kaydetmiş­tir. İbni Abd’il-Berr
    de Muaykib’in Habeşistan’a yapılan ikinci hicrette yer aldığını kaydetmiştir.

    28.5.11. Cu’al
    bin Surâka’nın Müslüman Olması

    Cu’al bin Surâka, Beni Damre kabilesine mensuptu. İbni Sa’d ile
    İbn Abdil-Berr’in ifadesine göre kendisi Mekke’de İslâmiyet’i kabul etti.

    28.5.12. Abdullah
    ve Abdurrahman Kinâni’nin Müslüman Oluşu

    İbni Sa’d’in ifadesine göre bu iki kardeş Beni Kinâne’nin bir
    ferdi olan Lüheyb’in oğullarıydı. Bunlar da Mekke’ye gelip İslâmiyeti kabul
    etmiş­lerdi.

    28.5.13. Büreyde
    bin el-Husayb’ın İslâmiyet’i Kabul Etmesi

    İbn Sa’d ile İbn Abd-il Berr’in ifadelerine göre Büreyde, Beni
    Huzâ’a’nın bir koluna bağlıydı. Hicret sırasında Hazreti Peygamber (a.s.)
    Mekke’den Medine’ye giderken Büreyde kendisiyle Gamim mevkiinde gö­rüştü ve
    onunla beraber 80 aile müslüman oldu. İbni Hacer de “İsabe”de aynı ifadede
    bulunmuştur. Bu demektir ki, bu zeval daha önceden İslâmi davetin etkisinde
    kalmışlardı. Yoksa, yolda aniden bir buluşma neticesin­de bunların müslüman
    olmaları düşünülemez.

    Bu misallerden anlaşılacağı gibi, Kureyşli kâfirler ve
    müşrikler, Haz­reti Peygamber (a.s.) ve arkadaşları hakkıda amansız bir yalan
    kampanyası başlatmış olmalarına rağmen İslâmiyetin inkişâfını önleyemediler.
    Aksine, onların yalan kampanyası, Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâmın bütün
    Arabis­tan’da meşhur olmasına ve bunun neticesinde halkın merak edip İslâm
    ca­miasına girmesine yol açtı. Kur’an-ı Kerim’in İnşirah sûresinde, “senin
    şa­nını da yükselttik” denilerek Kureyş’in yalan kampanyasının geri teptiği ve
    müslümanlara ve Rasûlullah (a.s.)”a faydalı olduğu kaydedilmiştir.

    28.6. MÜSLÜMANLARA ZÜLÜM VE İŞKENCE
    YAPILMASI

    Kureyşli kâfir ve müşriklerin İslâmiyet’in yayılmasını önlemek
    babın­da başvurdukları yöntemlerden biri de zor kullanmaktı. Kureyşliler hangi
    vatandaşın cahiliyyeyi terk edip müslüman olduğunu duyarlarsa ona acımasızca
    baskı, zulüm ve işkence yapıyorlar ve onun için hayatı çekilmez hale
    getiriyorlardı. Kureyşliler müslümanları eski din ve inançlarına dön­dürmek için
    başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yap­madıkları tehdit yoktu.
    Başvurmadıkları insanlık dışı işkence ve eziyet yolu yoktu.

    İlk önce, İslâmiyeti kabul edenler şeref ve haysiyet sahibi
    kimseler oldukları için onların namus ve haysiyetiyle oynamak istediler.
    Kureyşli kudurmuş serseriler, bunlarla tek tek görüşürler ve atalarının
    dinlerine dönmelerini isterlerdi. Onlara derlerdi ki, “bakın iyi bir aileye
    mensupsu­nuz. Paranız var, pulunuz var, halk arasında itibarınız var.
    Menfaatleriniz bizimle iyi geçinmenize bağlıdır. İslâmiyet’i terk etmezseniz
    sizi mahve­deriz; millete rezil ederiz, işiniz ve ticaretinizden olursunuz,
    ailenizden kovulursunuz, sizin aptal ve sapık olduğunuzu ilân ederiz. Millet de
    bize inanır.” Orta sınıfa mensup olan esnaf, tüccar ve diğer meslek sahipleri de
    en zayıf noktalarından vurulmak isteniyordu. Kureyşliler onlara ekonomik ve
    sosyal boykot uygulanacağını belirtiyor ve gerçekten de bunu yapıyor­lardı.
    Geriye fakir-fukara ve köleler kalıyordu. Bunlara serbestçe işkence yapılıyordu.
    Daha sonra bu baskı ve tehditlere karşı yılmayan soylu, zen­gin ve varlıklı
    müslümanlar da sövülmeye, dövülmeye, hapsedilmeye ve ağır bir şekilde
    cezalandırılmaya başlandı.

    28.6.1. Tanınmış
    Ailelere Mensup Varlıklı Kişilere Zulüm

    İbni İshâk ile Taberî, Hazreti Urve bin Zübeyr (r.a.)’e atfen
    Kureyşli kabile reislerinin bir kararını nakletmişlerdir. Kureyşli kabile
    reisleri bir araya gelip, Hz. Muhammed (a.s.)’e tabi olan oğullarını,
    kardeşlerini akra­ba veya kabilelerinin diğer fertlerini tehdit, baskı, zulüm ve
    işkence ile es­ki dinlerine döndürmeye karar vermişlerdir. Bu karar alınır
    alınmaz, Mek­ke’de soylu ve varlıklı müslümanlara karşı bir terör havası
    estirilmeye başlandı.

    Nitekim, Hz. Ebû Bekr (r.a.) gibi Mekke’nin en tanınmış ve soylu
    ki­şisi, Hz. Talha (r.a.) ile beraber bir yere bağlandı. Hz. Ebu Bekr’i bağlayan
    da “Kureyş Aslanı” lakabıyla tanınan Nevfel bin Huveylid bin el-Adeviyye idi. Bu
    olay üzerine Hz. Ebu Bekr’in ailesi Beni Teym hiç ses çıkarma­dı. Bunun üzerine
    Rasûlullah (a.s.), “ey Allah’ım, bizi İbn’ul Adeviyye’nin şerrinden ancak sen
    kurtarabilirsin” diye dua etti. (Bk. Beyhakî, İbn Sa’d). Hz. Zübeyr bin
    el-Avvam’ı, amcası bir hasıra sararak tavana asıyor ve al­tından duman
    veriyordu. Aynı zamanda da sürekli olarak İslâm’dan dönmesini istiyordu. Ama,
    Hz. Zübeyr her defasında tekrar küfre dönmeyece­ğini haykırıyordu (İbni Sa’d,
    Taberânî). Hz. Osman’ı amcası Hakem (Mer­van’ın babası) bir yere bağlayıp
    bıraktı ve kendisine dedi ki, “sen ataları­nın dinini bırakıp Muhammed’in dinini
    mi kabul ediyorsun? Sen yeni dini terkedinceye kadar seni bırakmayacağım.” Hz.
    Osman (r.a.) da “ne olursa olsun, dinimi terketmeyeceğim” dedi. (İbni Sa’d). Hz.
    Mus’ab bin Umeyr (r.a.) amcazadesi Osman bin Talha (ki kendisi Kâ’be’nin
    anahtarını taşırdı) tarafından çok ağır bir şekilde işkenceye tabi tutuldu ve
    kendi ailesi tara­fından zindana atıldı. Hz. Mus’ab hapsedildiği yerden kaçtı ve
    Habeşis­tan’a yapılan ilk hicrete katıldı. (İbni Sa’d). Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas
    ve kardeşi Amir bin Vakkas, anneleri tarafından çok rahatsız edildiler, ama
    dinlerini terk etmediler. (İbni Sa’d). Müsned-i Ahmed, Müslim, Tirmizî, Ebu
    Davud ve Nesâî’deki kayıtlara göre Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas’ın annesi Hamâme
    binti Süfyan bin Ümeyye (Ebu Süfyan’ın yeğeni) kedisine şöyle dedi: “Sen
    Muhammed’in dinini terk edinceye kadar ne yiyeceğim, ne içe­ceğim ne de gölgede
    kalacağım. Annenin hakkına saygı göstermek Allah’ın emridir. Benim dediklerime
    uymazsan Allah’a itaat etmemiş olur­sun.” Hz. Sa’d, bu ültimatomu duyunca
    rahatsız oldu ve gidip Rasûlullah (a.s.)’a durumu anlattı. Buna cevap olarak
    Cenab-ı Allah tarafından şu ayet indi:

    “Biz insana ebeveynine iyi muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer
    on­lar bilmediğin bir şeyi bana şirk. koşman için uğraşırlarsa onlara itaat
    et­me.” (Ankebut; 8)

    28.6.2. Hz. Hâlid
    bin Sa’îd’in Başına Gelenler

    Hz. Hâlid bin Sa’id bin el-As’ın babası Ebû Uhayha çok zalim ve
    gad­dar bir insandı. Hz. Hâlid müslüman olduktan sonra babasının çileden
    çı­kacağını bildiği için ondan kaçmaya ve gizlenmeye çalıştı, ama yakayı ele
    verdi. Babası önce ona bağırıp çağırdı, sonra sopa ile dövdü. O kadar ki, sopa
    kırıldı. Babası kendisine şöyle dedi: “Ya demek ki, sen Muhammed’ e tabi oldun.
    Halbuki sen görüyorsun ki, o bütün milleti karşısına almıştır. O ataların
    dininde ayıp arıyor ve bu dine tabi olan seleflerinin sapık oldu­ğunu iddia
    ediyor.” Hz. Hâlid dedi ki: “Vallahi, o hakiki bir peygamberdir ve ben ona tabi
    olacağım.” Ebû Uhayha onu tekrar dövdü, ona sövdü, küf­retti ve dedi ki: “Lanet
    olası çocuk, ne yaparsan yap, sana yemek verme­yeceğiz”. Hz. Hâlid (r.a.) dedi
    ki “benim rızkımı keserseniz Allah bana rızık verir.” Sonra Rasûlullah (a.s.)
    yanına geldi ve kendisiyle beraber kal­maya başladı. Bir gün Mekke’nin
    çevresinde tenha bir yerde namaz kılar­ken babası onun nerede olduğunu öğrendi
    ve hemen yanına çağırıp müs­lümanlığı bırakmasını istedi. Hz. Hâlid bunu hiçbir
    zaman yapamayaca­ğını söyledi. Bunu duyunca Ebu Uhayha tekrar sinirlendi ve
    başına değ­nekle vurmaya başladı. Bu değnek de kırıldı. Sonra oğlunu hapse attı
    ve üç gün yemek vermedi. Mekke’nin sıcağı işin cabasıydı, ama Hz. Hâlid bütün bu
    eziyetleri çekti ve sonunda hapisten kaçmayı başardı. Bir müd­det Mekke’nin
    etrafında dolaştı, sonra Habeşistan’a giden ilk muhacir ka­filesine katıldı.
    (İbni Sa’d) Beyhakî de bu vak’ayı özetleyerek anlatmıştır.

    28.6.3. Hz. Ebu
    Bekr (r.a.)’e Yapılan Büyük Zulüm

    Günlerden birinde Rasûlullah (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.)
    Dâr-ı Er­kam’dan çıkıp Mescid-i Haram’a geldiler. Harem’de Hz. Ebu Bekr (r.a.)
    birden bire ayağa kalkıp insanları Allah’a ve Rasûlüne davet etmeye baş­ladı. Bu
    bir kişinin Harem’de İslâm’ı alenen tebliğ etmesiyle ilgili ilk olay­dı.
    Müşrikler Hz. Ebu Bekr’in konuşmasını dinler dinlemez kendisine her taraftan
    hücum ettiler, onu dövdüler ve ayaklarıyla ezdiler. Utbe bin Rebi’a ise, Hz.Ebu
    Bekr’in yüzüne o kadar tekme attı ki yüzü kanlar içinde kaldı ve şişti. Bu olayı
    gören Hz. Ebu Bekr’in bağlı bulunduğu Beni Teym’in adamları gelip kendisini
    müşriklerin elinden kurtardılar. Beni Teymliler öldüresiye dövülen Ebu Bekr’in
    mutlaka öleceğini tahmin etmiş olacaklar ki, müşrikleri ağır bir dille uyardılar
    ve dediler ki: “Size yemin ediyoruz, Ebu Bekr ölürse Utbe’yi sağ
    bırakmayacağız.” Hz. Ebu Bekr (r.a.) akşama kadar baygın vaziyette kaldı.
    Kendine geldikten sonra sor­duğu ilk soru Rasûlullah (a.s.)’ın iyi olup
    olmadığıydı. Bunun üzerine Be­ni Teymliler kendisine kötü laflar söylediler ve
    kızıp gittiler. Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in yanında sadece annesi Ümmül Hayr kaldı.
    Hz. Ebu Bekr an­nesine de aynı soruyu sordu. Annesi dedi ki, “vallahi ben senin
    arkadaşın hakkında bir şey bilmiyorum.” Hz. Ebu Bekr kendisine dedi ki, “Ümm-ü
    Cemil binti Hattab (Fatma binti Hattâb, Hz. Ömer’in kız kardeşi)’a gidip sor.”
    Hz. Ümm-ü Cemil o sıralar müslüman olmuştu, ama dinini saklı tu­tuyordu. Ümm-ü
    Hayr, Ümm-ü Cemil’e gidip Hz. Ebu Bekr’in söyledikle­rini tekrarladı. Ümm-ü
    Cemil dedi ki “Ben ne Muhammed bin Abdullah, ne de Ebu Bekr’i tanırım. Ama
    isterseniz gelip Ebu Bekr’e bakayım.” Ümm-ü Hayr ona gelebileceğini söyledi ve o
    da geldi. Hz. Ümm-ü Cemil binti Hattâb, Hz. Ebu Bekr (r.a.)’in kötü durumunu
    görüp müşrikleri lânetledi ve şunları haykırdı: “Allah aşkına, sana bu kötülüğü
    yapan kâfir ve fasıklardır. Umarım Allah onlardan intikamını alır.” Hz. Ebu Bekr
    on­dan da Rasûlullah (a.s.)’ın nasıl olduğunu sordu. Hz. Fatma binti Hattâb
    kulağına eğilerek dedi; “anneniz duymasın”. Hz. Ebu Bekr dedi ki, “sen merak
    etme, annemden korkmuyorum”. Bundan sonra Fatma dedi ki, “Rasûlullah (a.s.)
    emniyettedir”. Hz. Ebu Bekr onun nerede olduğunu sor­du. Dedi: “Dâr-ı Erkam’da”.
    Hz. Ebu Bekr dedi ki: “Rasûlül’ah (a.s.)’ın yanına gidene kadar hiçbir şey
    yemeyeceğim.” Ümm-ü Cemil kendisinin biraz sabretmesini istedi. Sonra şehirde
    biraz sükûnet temin olununca onu Dâr-ı Erkam’a götürdü. Rasûlullah (a.s.) Hz.
    Ebu Bekr’i bu durumda gö­rünce gözleri doldu ve ağlamaklı bir yüzle
    yanaklarından ve alnından öp­tü. Orada bulunan diğer müslümanlar da Ebu Bekr’in
    durumunu görmek için kendisine eğildiler. Ebu Bekr, Rasûlullah (a.s.)’a şöyle
    dedi: “Annem ve babam size feda olsunlar, hiçbir derdim yoktur, hiçbir acı
    duymuyo­rum. Benim içerlediğim sadece bir fâsığın yüzüme tekmeler atmasıdır.
    Annem de size gelmiş bulunuyor. Siz çok bereketli insansınız. Onu da Al­lah’a
    davet ediniz ve Allah’ın onu cehennem ateşinden koruması için dua ediniz.” Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr’in annesi için dua etti ve onu İslâma
    davet etti. Ümmül Hayr da müslüman oldu. Bu olayı Hâfız İbni Kesir “el-Bidâye
    ven-Nihaye”de ve Hafız Ebul Hasan Hayse­me bin Süleyman el-Trablusi,
    “Fezâil’üs-Sahabe”de etraflıca kaydetmiş­lerdir. Hafız İbni Hacer ise “İsâbe”de
    bunu özetleyerek Hz. Ümmül Hayrın hayat hikâyesi bölümünde nakletmiştir.

    28.6.4. Hz.
    Abdullah bin Mes’ûd’un Dövülmesi

    İbni İshâk’ın Hz. Urve bin Zübeyr’e dayanarak naklettiği
    rivâyete gö­re bir defasında sahabe-yi kirâm (r.a.) aralarında şöyle konuştular:
    “Ku­reyşliler şimdiye kadar bizden hiçbir kimsenin yüksek sesle Kur’an-ı Ke­rim
    okuduğuna tanık olmamışlardır. Bu işi acaba kim yapacaktır?” Hz. Abdullah bin
    Mes’ud (r.a.) bu işi kendisinin yapacağını söyledi. Sahabeler dediler ki:
    “Kureyşli müşriklerin sana el kaldıracaklarından korkuyoruz. Bu tehlikeli bir
    iştir. Bunu ancak ailesi çok kuvvetli ve büyük olan bir ar­kadaş yapsa daha iyi
    olur, ki böyle bir durumda onun ailesi onu himaye edebilsin.” Hz. Abdullah: “Ne
    olursa olsun, bu işi bana bırakın. Benim muhafızım Allah’tır” dedi. Gün
    ağarırken Hz. Abdullah bin Mes’ud Mes­cid-i Haram’a gitti. Orada Mekkeli kabile
    reisleri gruplar halinde oturu­yorlardı. Hz. Abdullah, Makam-ı İbrahim’e gidip
    Rahmân suresini çok yüksek sesle okumaya başladı. Kureyşliler önce Abdullah’ın
    ne okuduğunu anlamadılar, sonra bunun Hz. Muhammed (a.s.) tarafından vaazedilen
    Allah’ın kelâmı olduğunu öğrenince üstüne çullandılar ve yüzüne tokat at­tılar.
    Fakat Hz. Abdullah (r.a.) hiç aldırış etmeden Kur’an’ı okumaya de­vam etti. Bir
    yandan dayak yiyor ve bir yandan Kur’an tilavet ediyordu. Sonra yüzü gözü şiş
    sahabelere dönünce onlar üzüntü içinde etrafını sardı­lar ve korktuklarının
    başlarına geldiğini söylediler. Hz. Abdullah bin Mes’ud (r.a.) ise şunları
    söyledi: “Vallahi bu Allah düşmanları şimdiye dek bana bu kadar hafif
    gelmemişlerdi, isterseniz yarın yine gidip Kur’an tilavet ederim.” Herkes dedi
    ki: “Şimdilik bu kadar yeter, onların dinle­mek istemediklerini sen onlara
    dinletmiş oldun.” (Bk. İbni Hişâm, C.I, s. 336)

    28.6.5. Kimsesiz
    ve Çaresiz Köle ve Cariyelere Zulüm

    En acımasız, insanlık dışı ve korkunç baskı, zulüm ve
    işkenceler, İs­lâmiyet’i kabul etmiş olan ve Mekke’de kimsecikleri bulunmayan
    zavallı köle, cariye ve hizmetçilere yapılıyordu. Burada bunlardan bazı örnekler
    sunacağız:

    28.6.5.1. Hz. Bilâl-i
    Habeşi

    Kureyşli müşriklerin gaddarlığına hedef olanların başında Hz.
    Bilâl bin Rebah (r.a.) gelirdi. Hz. Bilâl, Beni Cumah’a mensup bir reisin
    köle­siydi ve kölelikte onun evinde doğmuştu. Kendisinin Habeşli olduğu riva­yet
    olunur. Nitekim bu hususta Hz. Enes (r.a.)’in anlattığı hadis Taberânî ve diğer
    bazı yazar ve alimler tarafından nakledilmiştir. Hz. Bilâl’in müs­lüman olduğu
    duyulunca Ümeyye bin Halef Cumahi kendisine çeşitli iş­kenceler yaptı. İbn Hişâm
    ve Belâzuri’nin rivayetlerine göre Ümeyye, Hz. Bilâl’i öğle vakti evden
    çıkarıyor ve kum üzerine yatırıp göğsüne büyük bir taş koyuyor ve şöyle diyordu:
    “Yemin ederim, sen Muhammed’i red­dedinceye ve Lât ile Uzza’ya ibadet edinceye
    kadar seni böyle bırakaca­ğım.” Fakat Hz. Bilâl sadece “Ahad, Ahad” diye
    karşılık veriyordu. Belazuri, Hz. Amr bin el-As’ın bir rivâyetini nakletmiştir;
    buna göre ken­disi şöyle demiştir: “Ben Bilâl’in öyle kızgın zemin üzerinde
    yattığını gör­düm ki buna et konsa pişiverir. Fakat Bilâl bu durumda bile Lât ve
    Uzza’ya tabi olmayacağını haykırdı.” Belazuri, Hz. Hassan bin Sabit’in kendi
    gözleriyle gördüğü bir olayı anlatmıştır. Buna göre Hz. Hassan Hac (veya umre)
    için Mekke’ye gittiğinde Bilâl’in bir ipe bağlandığını ve ço­cukların onu her
    tarafa sürüklediğini görmüştü. Hassan, buna rağmen Bilâl’in hep Lât, Uzza,
    Hübel, İsâf, Naile ve Buvane’ye ibadeti inkâr ettiğini gördüğünü belirtmiştir.
    Belâzuri’nin eserinde bizzat Hz. Bilâl’in ken­disinin, bir defasında, bir gün ve
    bir gece aç ve susuz bırakılıp sıcak kum üzerine yatırıldığım beyan ettiğini
    bildirmiştir, İbn Sa’d diyor ki, Bilâl’in boynuna ip bağlanıp bir ucu çocukların
    eline bırakılırdı, çocuklar da ken­disini Mekke’nin dağlık bölgelerinde
    sürükleyip dururlardı. Hz. Bilâl, da­ha sonra kum üstüne yüzükoyun yatırılıyor
    ve her tarafı taşlarla örtülüyor­du. Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in evi Beni Cumah’ın
    bulunduğu mahallede idi. O Hz. Bilâl’e sürekli yapılan işkencelerden bıkmıştır.
    İbn İshâk’ın dediği gi­bi, Hz. Ebû Bekr (r.a.), Hz. Bilâl yerine güçlü ve şişman
    bir zenci köleyi Beni Cumah’a verip kendisini satın aldı ve sonra azad etti. İbn
    Ebi Şeybe’nin Kays bin Hazim’e dayanarak verdiği bilgiye göre Hz. Ebu Bekr Hz.
    Bilal’ı para karşılığı alıp serbest bıraktı. Benzeri bir rivayet İbn Sa’d’ın
    eserinde de yer almıştır, ancak kendisi için biçilen ve ödenen fiyat hakkın­da
    ihtilâf vardır.

    28.6.5.2. Hz. Ammâr
    bin Yâsir

    İbni Sa’d’ın rivâyetine göre, Hz. Yâsir bir Yemenli olup Mekkeli
    Ebû Huzeyfe bin Muğire Mahzumi ile anlaşmış ve Mekke’ye yerleşmişti. Ebû
    Huzeyfe, hizmetçisi Sümeyye’yi onunla evlendirmişti. İslâm’ın doğuşun­dan sonra
    Hz. Yâsir, Hz. Sümeyye ve Hz. Ammâr ve kardeşi Hz. Abdul­lah (r.a.) müslüman
    oldular. İslâmiyeti kabul etmekle bu ailenin başı bin bir belâya girdi.
    Belâzuri’nin Ümm-ü Hâni ve Taberânî’nin Hz. Osman’a atfen kaydettikleri hadise
    göre, bir defasında Rasûlullah (a.s.) bu ailenin eziyet ve işkence gördüğü
    yerden geçti ve çok üzüldü. Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: “Sabredin ey Yasir
    ailesi, size cennet vaat edilmiştir.” İmam Ahmed ve İbni Sa’d, Hz. Osman’ın şu
    hadisini nakletmişlerdir: Bir defa­sında kendisi Rasûlullah (a.s.) birlikte bu
    ailenin azab gördüğü yerden geçti. O sırada Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdu:
    “Sabredin, ey Allah’ım, Yâsir’in ailesini mağfiret et. Zâten sen onları mağfiret
    etmişsin.” İbni Sa’d, Muhammed bin Ka’b Kurazî’nin bir rivâyetini nakletmiştir
    ki, şöyledir: Bir kişi, bir defasında Hz. Ammar’ın gömleğini çıkarınca sırtında
    yara be­reler gördü. Bunların ne olduğunu sorunca Hz. Ammar dedi ki, “bunlar
    Mekke’nin kızgın kumu üzerine yatırıldığım zamana ait yaralardır.” İbni Sa’d’ın
    Amr bin Meynûn’a istinaden kaydettiği rivayete göre müşrikler Hz. Ammar’ın
    vücudunu mangal kömürüyle yakıyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bu işkencenin
    yapıldığını öğrenince, “ey ateş, Hz. İbrahim’e nasıl soğudunsa Ammar için de
    soğuyuver” diye dua etti. Hz. Ammar’ın babası Yasir bu eziyetlere dayanamayarak
    öldü. Ebu Cehl ise Hz. Sümeyye’yi öldürdü. Kardeşi Abdullah okla vuruldu. Geriye
    Ammar kalmıştı. Hz. Am­mar suda boğulmak istendi. Sonunda canını kurtarmak için
    Hz. Muham­med (a.s.)’in dinini inkâr etti ve müşriklerin mabudlarını methetti.
    Daha sonra perişan bir vaziyette Hz. Peygamber (a.s.)’e geldi ve başından
    ge­çenleri anlattı. Rasûlullah (a.s.) “şimdi kendini nasıl hissediyorsun, imanın
    ne âlemde?” diye sordu. Hz. Ammar bin Yasir dedi ki: “Her zamankinden daha
    sağlam.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “bundan sonra da benzeri bir
    durumla karşılaşırsan, aynı şeyleri söyleyebilirsin.”

    Beyhakî, İbn Sa’d, İbni Cerir, Belazuri, Avfi vs. bu olayı
    naklettikten sonra çeşitli müfessirlere dayanarak demişlerdir ki, Nahl sûresinin
    106. ayeti bununla ilgili inmiştir. Ayet şöyledir:

    “imanından sonra Allah’ı inkâr eden gazaba uğrar. Ancak kalbi
    imanla mutmain olduğu halde küfre zorlanan müstesnadır.”

    28.6.5.3. Hz. Habbâb
    bin el-Erett

    Hz. Habbâb aslen Iraklıydı. Hz. Habbâb’i, Rebî’a kabilesinden
    bir grup yakalayıp getirmiş ve köle yapmıştı. Bu grup Habbâb’ı sonra Mek­ke’ye
    getirip Beni Huzâ’a’nın bir ailesi ve Beni Zühre’nin müttefiki olan Al-i Siba’a
    satmıştı. Habbâb bir demirciydi ve kılıç vs. gibi silâhlar yapar­dı. Müslüman
    olduğu için, önce rızkına mani olundu. Müsned-i Ahmed ile Buhârî ve Müslim’de
    kendi ifadesine göre As bin Vâil Sehmi kendisin­den bir miktar borç almıştı; ama
    ne zaman parasını almaya giderse Sehmi kendisine, “ben sana bir şey
    vermeyeceğim, ta ki Muhammed ile ilişkini kesene kadar.” Habbab kendisine derdi
    ki, “sen ister öl, ister kal, ben Hz. Muhammed (a.s.) ile ilişkimi
    kesmeyeceğim.” İbn Sa’d’daki kayıtlara göre As bin Vâil Sehmi kendisine şöyle
    cevap verirdi: “Öyleyse, ben öldükten sonra tekrar dirilip evlâtlarıma ve malıma
    mülküme döndüğüm zaman borcunu öderim.” İbni Hişâm’ın ifadesine göre As bin
    Vâil, Hz. Habbâb’a birçok kılıç yaptırdı ve borcu kabarmaya başladı. Habbâb
    borcunu almak için Sehmî’ye gittiğinde kendisi şöyle dedi: “Baksana, dinine tabi
    olduğun efendin diyor ki, öbür dünyada Cennet’te bolca altın, gümüş, elbise ve
    hiz­metçiler bulunacaktır.” Habbâb, Rasûlullah (a.s.)’ın böyle dediğini
    doğru­ladı. Bunun üzerine As bin Vail Sehmi kendisine dedi ki “o zaman borcu­nu
    geri almak için kıyamete kadar bekle.”

    Kureyşli müşrikler Hz. Habbab’ın rızkına mani olmakla
    yetinmediler ve kendisine fiilen eziyet vermeye başladılar. İbni Sa’d ve
    Belâzuri’nin Şa’bi’ye dayanarak naklettikleri rivâyete göre Hz. Ömer’in
    halifeliği zamanında günlerden bir gün Hz. Habbab bin el-Erett cübbesini çıkarıp
    vücu­dunu gösterince sırtında sedef hastalığı gibi lekeler görüldü. Hz. Ömer
    bu­nun ne olduğunu sorunca Hz. Habbâb (r.a.) dedi ki, müşrikler ateş yakıp beni
    üstüne attılar, sonra bir herif üstüme çıktı. Bu arada vücudumdaki yağların
    erimesiyle ateş sönüverdi.

    28.6.5.4. Habbâb
    (r.a.)’ın Rasûlullah (a.s.)’a Yalvarması

    İmam Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Ebu Davud ve Nesâî, bizzat Hz.
    Habbâb’a istinaden kendisine yapılan zulmün bir başka örneğini naklet­mişlerdir.
    Hz. Habbâb (r.a.) diyor ki, “müşriklerin mezâlimi had safhaya vardığı sıralarda
    günün birinde Nebi-yi Kerim (a.s.)’in Harem’in duvarının gölgesinde oturmakta
    olduğunu gördüm. Yanına gidip dedim ki, “Ya Rasûlullah müşriklerin zulmü bütün
    sınırları aştı. Siz bizim için niye dua etmiyorsunuz? Bu sözleri dinleyince,
    Rasûlullah’ın yüzünün rengi değişti ve dedi ki, sizden önceki iman sahiplerine
    daha büyük zulümler yapılmış­tır. Onlardan bazısı çukura oturtulur ve
    üstlerinden testere geçirilerek vü­cutları ikiye bölünürdü. Bazılarının
    eklemlerine tırmıklar vurulurdu. On­lardan dinlerini terk etmeleri isteniyordu,
    ama onlar dinlerinden dönmü­yorlardı. İnan, Yüce Allah bu işi tamamlayacaktır.
    Öyle bir zaman gele­cektir ki, bir kişi San’a’dan Hadramut’a kadar emniyet
    içinde yolculuk edebilecektir ve Allah’tan başka kimseden korkmayacaktır. Ne var
    ki, siz­ler acelecisiniz?”

    28.6.6. Hz. Ebû
    Bekr’in Mazlum Köleleri Satın Alıp Serbest Bırakması

    Bu baskı ve zulüm döneminde Hz. Ebu Bekr elinde ne var ne yoksa
    harcayarak çok sayıda mazlum köle ve hizmetçiyi satın alıp serbest bırak­tı. İbn
    Hişâm, Ebu Bekr’in bu şekilde satın alıp serbest bıraktığı kölelerin sayısının
    yedi olduğunu belirtmiştir. Ancak Beyhakî, İbn İshâk, İbn Abdül-Berre ve İbn
    Hacer vs.’nin bu hususta verdikleri isimlerin hepsini toplarsak 9 kişi oluyor.
    Bunların adları şöyledir:

    1. Hz. Bilâl-i Habeşi, ki kendisinden daha önce söz ettik.

    2. Hz. Bilâl’in annesi Hamâme (r.a.) İbn Abdul Berr’in ifadesine
    göre Kureyşli müşrikler bu hâtûna da işkence yapıyorlardı.

    3. Amir bin Fuheyhe (r.a.), İbn Sa’d ile Taberî ve Belâzuri’nin
    ifadesi­ne göre bu zât Hz. Ayşe’nin erkek kardeşi Tufeyl bin el-Hâris’in
    kölesiydi. Bu da zulüm ve işkenceye tabi tutulan mazlumlardan biriydi.

    4. Ebû Fukeyhe. Bu zât ile ilgili olarak İbni İshâk diyor ki,
    Ümeyye bin Halef kendisine korkunç zulümler yapardı. İbni Sa’d’ın “Tabakat”ında
    ve “Üsd-ul Ğâbe” adlı başka bir eserde verilen bilgiye göre Ebû Fukeyhe, Beni
    Abdud-Dar ailesinin hizmetinde idi. Kendisi öğle vakti sıcak kum üzerine
    yatırılır ve elleri ile ayaklarına zincir vurularak yüzükoyun sürük­lenirdi.
    Üzerine de taş koyarlardı. Eziyet sırasında Ebu Fukeyhe sık sık bayılırdı.

    5. Lübeyne ya da Lübeybe (r.a.), Belazuri bu hatunun ismini
    böyle yazmıştır. İbn Hişâm ise ismini anmadan kendisinin Beni Adiyy’in bir kolu
    olan Beni Müemmel’in hizmetçisi olduğunu belirtmiştir. Verdiği bilgilere göre
    Hz. Ömer bin Hattab henüz İslâmiyet’i kabul etmemişken bu hatunu öldüresiye
    döverdi. Döverken biraz duraklardı ve derdi ki: “Ben sadece yorulduğum için
    biraz durdum, sonra seni tekrar döveceğim.” Lübeyne de derdi ki “Allah sana da
    böyle yapsın.”

    6-7. Nehdiyye ve kızı. Bu iki kadın Beni Abdüd-Dâr’da
    hizmetçilik yaparlardı. Bunların efendisi olan bir zengin kadın kendilerine akla
    gel­medik zulümler yapardı.

    8. Zinnire (İsti’âb’da bu hatunun adı Zenbere yazılmıştır). İbni
    Esir’in rivâyetine göre kendisi Beni Adiyy’in hizmetçilerinden biriydi. Hz. Ömer
    bin Hattab kendisine eziyet eder ve işkence yapardı. Bir başka rivayete göre bu
    hatun Beni Manzum’un hizmetçilerindendi ve kendisine Ebu Cehl zulüm ederdi. O
    kadar ki, gözleri görmez oldu. Ebu Cehl O’na dedi ki: “Lât ve Uzza seni kör
    ettiler.” Zinnire dedi ki: “Lât ve Uzza kendilerine kimlerin taptığını bile
    bilmezler. Bu gibi kararlar yükseklerden verilir ve Rabbim bana gözlerimi geri
    vermeye kadirdir.” Ertesi gün Zinnire yatak­tan kalkınca tekrar görmeye
    başlamıştı bile. Belâzuri’nin rivâyeti de aynı­dır. Fakat, İbni Hişâm diyor ki:
    Zinnire, Hz. Ebu Bekr’in kendisini satın almasından sonra gözlerini kaybetmişti.
    Bunun üzerine Kureyşliler onun gözlerini Lât ile Uzzâ’nın kör ettiğini söylemeye
    başladılar. Zinnire kendi­lerine şu cevabı verdi: “Beytullaha yemin ederim, bu
    adamlar yalan söylü­yor. Lât ve Uzza’dan kimseye zarar veya yarar gelmez.”
    Bundan sonra gözleri tekrar görmeye başladı.

    9. Ümm-ü ‘Ubeyş (bazı tarihçiler ve siyer yazarları ‘Uneys ve
    ‘Umeys yazmışlardır). Belâzuri’nin ifadesine göre bu hatun Beni Zühre’nin
    hiz­metçilerindendi ve Esved bin Abd-i Yeğûs kendisine baskı ve zulüm ya­pardı.

    28.6.7. Hz. Ebû
    Bekr’in Babasına İtirazı

    İbni İshâk, İbni Cerir ve İbni Asâkir, Hz. Amir bin Abdullah bin
    Zü­beyr’e istinâden bir hadis nakletmişlerdir. Buna göre Hz. Ebu Bekr’in bu
    fakir ve çaresiz müslüman köle ve hizmetçilerin serbest bırakılması için su gibi
    para harcadığını gören babası Ebû Kuhâfe (ki o zaman müşrikti) kendisine dedi
    ki, “oğlum, bakıyorum sen zayıf, çaresiz ve mazlum kişile­ri serbest
    bırakıyorsun. Eğer aynı işi güçlü ve sağlıklı gençler için yapsay­dın onlar
    senin yardımcın olur ve sana destek olurlardı. Hz. Ebû Bekr dedi ki: “Babacığım,
    ben Allah’ın vereceği mükâfatı istiyorum.” Bu vak’a Leyl sûresinin şu
    âyetlerinin canlı bir örneğidir:

    “Takva sahibi ondan uzaklaştırılacaktır. Günahlardan temizlenmek
    için malını veren. Onda hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur.
    Ancak Yüce Rabbinin rızasını isteyerek verir.” (Ayet; 17-20)

    28.6.8. Zulüm,
    Eziyet ve İşkencenin Neticeleri

    Kureyşliler korku, dehşet ve zulüm saçmak suretiyle müslümanlara
    göz dağı vermek, onları yıldırmak istiyorlardı. Fakat onların silahları bu sefer
    de geri tepti ve zulüm, eziyet ve işkencelerinin neticeleri bekledikle­rinin çok
    aksi çıktı, ispatlanan ilk olgu, İslâmiyet’in sağlam delil ve güzel ahlâk
    kurallarına sahip olduğu, buna karşılık Kureyşli müşriklerde insan­lık dışı,
    çirkin ve iğrenç hareketlerin ve kaba kuvvetin bulunduğu idi. İkincisi; bu
    durum, müşriklerin bu gaddarlığını ve acımasızlığını gören, insanlık duygusu
    taşıyan herkesin isyan etmesine yol açıyordu. Buna karşı müslümanların her türlü
    baskı ve zulmü, sabırla ve metanetle çekmesi on­ların lehinde sempatinin
    büyümesine sebep oldu. Pek çok kişi müslüman­ların azim ve kararlılığını takdir
    etmeye başladı. Davalarına daha bir anla­yışla bakmaya başladı. Hatta, Mekke
    gibi düşmanlar ve hasımlarla çevrili bir şehirde ve her türlü baskının
    uygulandığı güç bir ortamda müslüman­ların böylesine kararlı, azimli, sabırlı ve
    vakarlı hareket etmeleri herkesi şaşırttı ve dost, düşman herkesin hayranlığını
    kazandı. Onlar imanlarının ne kadar sağlam ve güçlü olduğunu kanıtladılar.
    Ayrıca, baskı ve zulüm sürerken de doğru fikirli ve sağduyulu kişiler
    İslâmiyet’i kabul etmeye de­vam ettiler. Fakat bunların çoğu imanlarını ve
    inançlarını ilk etapta gizli tuttular. Bu sebeple müşrikler müslümanların kesin
    sayısının ne olduğunu öğrenemediler. Bu dehşet ve terörün en büyük faydası,
    Rasûlullah (a.s.)’a en temiz, en sağlam, inanç ve iradeleri çelik gibi olan
    kişilerin gelmesiydi. Bu ateş deryasından geçenler, şahsiyet, karakter ve
    ahlâk’ın en güzel sim­geleriydiler. Zaten bunca çetin bir imtihandan geçenler
    arasında zayıf ka­rakterli ve iradesiz güçsüz olanlar bulunamazdı.

    28.6.9.
    Vahiylerin Arasının Tekrar Kesilmesi

    Allah’ın hikmetini bizim gibi insanların aklı kavrayamaz. Küfür
    ile İslâm arasındaki çekişmenin doruğuna çıkmış olduğu ve Hazreti Peygam­ber
    (a.s.) ile müslümanların her anının tehlike ve beklenmeyen âfet ve zorluklarla
    dolu olduğu bir sırada normal olarak vahiylerin mütemadiyen gelmesi beklenirdi.
    Bu vahiyler bir yandan müslümanları teselli eder cesa­retlerini arttırır, bir
    yandan da sık sık değişen şartlarda onların muhtaç ol­duğu direktif ve taktiği
    öğretirlerdi. Fakat ne gariptir ki, tam bu sırada va­hiylerin inişi bir süre
    kesildi. Bu durum karşısında Rasûlullah (a.s.) tedir­gin olurken kâfir ve
    müşriklere de gün doğdu ve türlü türlü laflar etme fır­satını buldular.

    Vahiylerin kesilmesinin tam tarihini tesbit etmek zordur. Fakat
    bu hususta naklolunan rivayet ve hadislere göre bu aksaklığın İslâmi tebliğin
    alenen yapılmaya başlamasından sonra meydana geldiği kesindir. Ayrıca,
    vahiylerin kesilmesine ilişkin daha sonra inen iki süre de bunu
    ispatla­maktadırlar. Bu aksaklık devresinin süresi çeşitli rivayetlerde değişik
    ola­rak gösterilmiştir. İbni Cüreyc 12 gün, Kelbî 15, İbni Abbas 25 ve Süddi ile
    Mukâtil 40 gün olarak kaydetmişlerdir. Her ne olursa olsun, bu süre o kadar
    uzundu ki, hem Rasûlullah (a.s.) üzüldü ve tedirgin oldu; hem de hasımlarına
    kendisiyle alay etme fırsatı doğru. Adet üzere, Hz. Peygam­ber (a.s.) kendisine
    inen her yeni vahyi arkadaşlarına aktarırdı. Ama ara­dan epeyce müddet geçtikten
    sonra Hz. Peygamber (a.s.) yeni bir sûre ve­ya ayet okumayınca müşrikler
    zannettiler ki vahiy silsilesi sona ermiştir. Cündüb bin Abdullah el-Becelî’nin
    rivâyetine göre Hz. Cebrail bir süre gelmeyince kâfirler dediler ki: “Muhammed’i
    Rabbi terk etmiştir”. (İbni Cerir, Taberânî, Abd bin Hamid, Sa’id bin Mansur ve
    İbni Merdûye).

    Başka rivayetlere göre, Hazret Peygamber (a.s.)’in teyzesi olan
    Ebu Leheb’in karısı Ümm-ü Cemil, kendisine şöyle dedi: “Galiba sana musal­lat
    olan Şeytan seni bırakmıştır.” Avfi ile İbni Cerir’in İbni Abbas’a daya­narak
    naklettikleri rivayete göre Cebrail’in birkaç gün gelmemesi üzerine Rasûlullah
    (a.s.) meraklandı ve tedirgin oldu. Müşrikler dediler ki, “Rabbi Muhammed’e
    kızmıştır ve onu terk etmiştir.” Katâde ve Dahhak’ın naklet­tikleri rivayetler
    de aynıdır. Bu rivayetleri Hz. Peygamber (a.s.)’in son derece üzgün, kırgın ve
    tedirgin olduğu zikrolunmuştur, ki doğrudur. Hz. Peygamber (a.s.)’in üzülmesinin
    tam yeriydi. Zira, İslâm ile Küfür arasın­daki amansız mücadele, çekişme ve
    savaş sırasında, bu çetin ve dayanıl­maz muhalefet kasırgasında yegane teselli
    kaynağı ve dayanağı olan Al­lah’ın cesaret verici ve teselli edici sözleri
    gelmez olmuştu. Böyle bir du­rumda Rasûlullah (a.s.)’ın kara kara düşünmesi
    gayet tabiiydi. Kendisinin bir kusuru sebebiyle Allah’ın kızdığı ve vahiylerin
    kesildiği ve Hak ile Batıl arasındaki savaşta Rabbinin kendisinin yalnız
    bıraktığı fikri aklına gelmiş olabilir.

    28.6.10. Duhâ
    Sûresinin İnişi

    İşte Rasûlullah (a.s.) ve diğer müslümanlar böyle bir halet-i
    ruhiyede iken Duhâ sûresi nazil oldu:

    “Kuşluk vaktine, karanlığı ile âlemi kaplayan geceye yemin
    ederim ki, (Habibim) Rabbin seni terk etmedi. Ve sana darılmadı da.” (Ayet; 1-3)

    Burada gündüzün aydınlığına ve gecenin karanlığına yemin
    edilmiş­tir. Bu demektir ki, nasıl ki, gece ile gündüzün olması tabiat
    kanunudur, vahiylerin bazen çok, bazen da az gelmesi veya kesilmesi doğal bir
    şeydir ve bu gelişmelerden aksi manalar çıkarılmamalıdır. Vahy’in kesilmesi
    Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)’e kızması veya onu terk etmesi anlamına
    gel­memelidir. Bundan sonra şöyle denildi:

    “Senin için ahiret, elbette dünyadan daha hayırlıdır.” (Ayet; 4)

    İslâmiyet henüz emekleme devresinde iken ve etrafında sadece bir
    avuç mü’min varken yukarıdaki haber verildi. Muhalifleri azdıkça azıyor­lardı ve
    öyle görülüyordu ki müslümanlar hiçbir zaman başarılı olamaya­caklardır. Ama her
    şeyi bilen Allah İslâmiyet’in ve Hakk’ın mutlaka galip geleceğini ilân etti.
    Müslümanların dünyada huzur ve refaha kavuşacakla­rını, âhiretle ise daha büyük
    bir mükâfat alacaklarını açıkladı. Sonra şun­ları dedi:

    “Gerçekten Rabbin sana verecek de râzı olacaksın.” (Ayet; 5)

    Burada denilmek isteniyor ki Allah’ın işleri geç oluyor, ama güç
    ol­muyor. Allah’a iman edenler, onun için her türlü eziyet ve zulme evet
    diyenler ve hatta canlarım bile feda etmeye hazır olanlar hiç üzülmesinler,
    yarınlar onlarındır. Bu Allah tarafından sevgili peygamberlerine ve kulla­rına
    bir vaattir ve mutlaka gerçekleşecektir. Nitekim, bu vaat kısa bir süre içinde
    gerçekleşti. Müslümanlar kısa bir zaman içinde Arabistan’a İran’a, Irak’a,
    Mısır’a ve dünyanın en önemli medeniyet merkezlerine hakim ol­dular ve her
    tarafta İslamın bayrağı dalgalanmaya başladı.

    28.6.11. İnşirâh
    Sûresinin İnişi

    Kâfir ve müşriklerin saldırıları doruğa çıkmış ve müslümanlar
    sanki her tarafta Batıl’ın muhasarası altına girmişken kendilerini teselli eden
    ve cesaretlerini arttıran ve aydınlık geleceği vaadeden bir sûre daha nazil
    ol­du. Adı İnşirah’tı. Bunun bazı bölümlerini buraya naklediyoruz:

    “(Habibim) Biz senin göğsünü açmadık mı?” (Ayet; 1)

    Böyle bir soruyla söze başlanması ve daha sonraki sözler;
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in tebliğ çalışmalarının en çetin günlerini yaşadığını
    gös­termektedir. Böyle bir ortamda Cenab-ı Hak kendisine hitap ederek diyor ki:
    “Ey Habibim, ben sana bundan önce de ihsan ve lütufta bulunmadım mı? Sen neden
    üzülüyorsun ve niçin cesaretini kırıyorsun?” Yukarıdaki ayette “göğüsün
    açılması” iki manada kullanılmıştır. Göğüsün açılmasının bir anlamı; her türlü
    endişe, tereddüt ve kuşkudan kurtulmaktır. İkinci an­lamı; cesaretin büyümesi,
    azim ve kararlılığın geri gelmesidir. Birinci an­lama göre nübüvvetten önce
    Hazreti Peygamber (a.s.) ister müşrik Arap­lar, ister nasârâ (Hıristiyan) ister
    Yahudi veya mecusiler olsun, hepsinin din ve inançlarının yanlış olduğunu
    düşünüyordu. Ayrıca, Arabistan’da Tevhid’e inanan bazı kimselerin kabul ettiği
    haniflikten de tatmin olmu­yordu. Zira bu meçhul bir akide idi ve doğru yolun
    hiçbir garantisini ver­miyordu. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.) doğru yolun ne
    olduğunu tahmin ettiği için bu durumdan son derece rahatsız ve endişeliydi.
    Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)’e nübüvvet vermekle kendisini bu bunalım ve
    karar­sızlıktan kurtardı ve gerçek doğru yolun ne olduğunu kendisine gösterdi.
    Böylece, Hz. Peygamber (a.s.)’in “göğüsü açıldı” yani kendisi rahat etti ve içi
    huzurla doldu. İkinci anlama göre Cenab-ı Hak kendisine nübüvvet vermekle
    birlikte böylesine muazzam bir vazifenin altından muvaffakiyet­le kalkabilmesi
    için cesaret, himmet, azim ve geniş kalplilik de verdi. Kendisine diğer
    insanların sahip olamayacağı bilgi ve bilgi kaynakları verdi; ayrıca zekâ ve
    hikmet verdi. Bu meziyetler sayesinde Hz. Muham­med (a.s.)’e tevdi edilen
    cesaret ve azim sayesinde kendisi en zor ve cesa­ret kırıcı şartlar altında
    azimle ve kararlılıkla yoluna devam etme haline geldi. Onun için. Yüce Allah
    diyor ki: “Ey Habibim, sana bunca cesaret ve azim verdikten sonra bu işin
    zorluklarından niçin üzülüyor ve perişan oluyorsun. Hiçbir şeyden korkma, hiçbir
    şeyden yılma.” Aynı sûrede daha sonra şu ayete rastlanıyor:

    “Ve senin şânını da yükselttik.” (Ayet; 4)

    Burada da Duhâ sûresinde olduğu gibi istikballe ilgili bir müjde
    veril­miş ve parlak bir gelecekten söz edilmiştir. Bu nasıl bir sözdü? Biraz
    önce gördüğümüz gibi, Velid bin Muğire ve diğer fesatçı kabile reislerinin
    öne­risi üzerine, Hazreti Peygamber (a.s.) ve müslümanlar aleyhinde kesif bir
    kampanya açılmış bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin heyetleri hac mev­siminde ve
    diğer zamanlarda herkese gidip Rasûlullah (a.s.)’ı, onun dinini ve diğer
    müslümanları kötülüyorlardı. Böyle bir durumda Hz. Peygamber (a.s.)’in ve
    İslâm’ın “şanının yükseltilmesi”nden söz edilebilir miydi? Fa­kat, ileriyi
    herkesten iyi görebilen Allah bunu biliyordu ve onun için dedi ki, müslümanlar
    er geç galip gelecek şan ve şöhreti her tarafa yayılacaktır. Nitekim, aradan
    ancak birkaç yıl geçtikten sonra bu sözler doğrulanmış oldu.

    Şu Allah’ın hikmetine bakın ki, Kureyşli müşriklerin
    kullandıkları si­lah geri tepti ve şerrden hayır peydah oldu. Hz. Peygamber
    (a.s.)’i, İslâmı ve müslümanları kötülemek için açtıkları yoğun kampanya,
    aslında onla­rın adının ve sanının bütün Arabistan’a ve hatta Arabistan’ın
    sınırlarının dışına kadar duyurulmasına sebep oldu. Bu yoğun propaganda yüzünden
    bazı kimseler belki de müslümanlar ve İslam peygamberi hakkında kötü ve menfi
    bir fikre sahip oldular, ama bir çoğu da bunların ne olduğunu merak etmeye
    başladılar. Rasûlullah (a.s.) hakkındaki menfi sözleri dinle­yen kimseler bu
    zatın ne gibi bir “sihir” yaptığını, kendisinin nasıl bir adam olduğunu ve
    talimatının ne olduğunu merak etmeye başladılar. Me­raklılar akın akın Mekke’ye
    gelmeye başladılar ve burada kendi gözleriyle Hz. Peygamber (a.s.)’in ve
    müslümanların durumunu görünce önce gözle­rine inanamadılar. Sonra bunlar
    hakkında çok ters ve yalan yanlış propa­ganda yapıldığını anladılar. Anladıktan
    sonra da İslam camiasına girdiler. Dolayısıyla, müslümanların Medine’ye
    hicretine kadar yakında veya uzak­ta bir veya birden çok müslümanın bulunmadığı
    hiçbir kabile ve sülâle kalmadı. İşte Hazreti Peygamber (a.s.) ve fedailerinin
    şanının yükselmesi­nin bu ilk safhasıydı. Hicretten sonra da münâfıklar,
    Yahudiler, Arap müş­rikler ve diğer fesatçıların menfi propagandaları,
    entrikaları ve karşı koy­maları durmadı. Ama müslümanların Medine’de kurduğu
    İslâm Devleti Allah’tan korkma, Allah’a tapma, ibadet, itaat, takva, ahlâk ve
    fazilet, sos­yal adalet ve insaf, hak ve hukuk, inananlar arasındaki eşitlik,
    zenginlerin cömertliği, fakirlerin bakımı, sözlere sadık kalma ve ister bireysel
    ister toplumsal olsun ilişkilerdeki doğruluk ve dürüstlüğün pratik örneğini
    dün­yaya veriyor ve herkesin kalbini fethediyordu. Düşmanlar çatışmalar ve
    savaşlarla İslâmiyet’in gelişmesini ve yayılmasını durdurmaya çalıştılar. Fakat
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in eşsiz önderliğinde vücuda gelen iman sahiplerinin
    cemaati, disiplin, birlik ve beraberlik, cesaret ve kahramanlık ve ister savaşta
    ister barışta olsun, bütün ahlâk kurallarına bağlı kalmanın öylesine güzel
    örneklerini verdiler ki, dost düşman onların üstünlüğünü kabul etti. 10 yılda,
    her tarafında muhaliflerin Hz. Peygamber (a.s.)’i kötü­lemeye çalıştıkları
    memleketin bir ucundan öbür ucuna kadar “Eşhedü en­ne Muhammed-er Rasûlullah”
    sözleri duyulmaya başladı. Bundan sonra da Hz. Peygamber (a.s.)’in adı ve sanı
    İslâmın gelişmesiyle dünyanın her köşesinde bilinmeye ve anılmaya başlandı ve bu
    süreç şimdi de devam ediyor ve âhirette de devam edecektir. Hz. Peygamber
    (a.s.)’in şanının yükseltilmesinin bu daha sonraki safhalarıdır.

    “Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır. (Evet) Muhakkak
    güç­lükle beraber kolaylık vardır.” (İnşirah; 5-6)

    Bu sözler iki defa söylenmiştir; ki Hazreti Peygamber (a.s.) ve
    diğer müslümanlar iyice teselli edilmiş olsunlar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki
    onların karşı karşıya bulunduğu güçlükler geçicidir ve bunlar bir gün mut­laka
    sona erecektir. İyi ve aydınlık günlere kısa bir süre sonra kavuşacak­lardır.
    Hazreti Peygamber ile arkadaşlarına verilen müjde buydu; ki, bir süre sonra
    harfiyyen gerçekleşmiş oldu.



     




    [1]
    Meselâ, bak:
    “Eğer sana kâğıtla yazılı bir kitap indirsek ve kâfirler, ona elleri ile
    temas edip görseler yine ‘bu ancak büyük bir sihirdir derlerdi.”
    (En’am; 7)

    “Eğer onlara gökten bir kapı açsak ve oradan yukarı
    çıksalar ‘Gözlerimiz iyi görmüyor belki de biz büyülenmişler topluluğuyuz’
    diyeceklerdir.” (Hicr, 14-15)



    [2]
    Bu demek
    değil ki Hz. Peygamber (a.s.), kâfirlerin bu teklifini gözden geçirilmeye
    lâyık görüyordu ya da maazallah Allah’tan “kabul” emri gelecek diye
    bekliyordu. Bu durumu bir temsilci veya naib’in tutumuyla açıklayabiliriz
    bilindiği gibi alt kademedeki bir resmi temsilci, kendisine gelen dilekçe
    veya teklifin büyükleri veya hükümleri tarafından reddedileceğini çok iyi
    biliyor, ama mesele nazik ve önemli olduğu için yukarıdakilerin direktif ve
    emrini bekliyor. Emir gelince de dilekçe sahiplerine bildiriyor. Bu
    davranışın önemli bir yaran vardır. Meselâ ilk müracaatta tem­silci
    tarafından kesilip atılınca dilekçe ve teklif sahipleri tatmin olmuyor ve
    isteklerine ısrar ediyor­lar. Fakat emir en yüksek merciden gelince kimse o
    noktaya temas etmeye cesaret edemiyor. Hz. Peygamber (a.s.)’in başvurduğu
    yöntem işte buydu.



    [3]
    Burada hemen
    belirtelim ki Hz. Zeyneb (r.a.) annesi Hz. Hatice (r.a.) ile birlikte
    İslâmi­yet’i kabul, etmişti. Ama o zamana kadar müslümanlar ile kâfir ve
    müşrikler arasında izdivaç konu­sunda herhangi bir yasak uygulanmadığı için
    Hz. Zeyneb, müşrik kocası Ebûl-Âs ile nikâhlı kaldı.

  • HABEŞİSTAN’A HİCRET



    Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN’A HİCRET



    29.1. HABEŞİSTAN’A HİCRET



    29.1.1. Din’de Hicret’in Önemi



    29.1.2. Kur’an-ı Kerim’in Müslümanları Hicrete Hazırlaması



    29.1.3. Hicret İle İlgili Talimat



    29.1.4. Habeşistan’a Yapılan İlk Hicret



    29.1.4.1. Habeşistan’a İlk Hicret Eden Müslümanlar



    29.1.4.2. Muhacirlerin Habeşistan’daki Durumu



    29.1.4.3. Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan’a Gidiyor



    29.1.4.4. Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri



    29.1.4..5. Burada Bir Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim



    29.1.4.6. Mekke’ye Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler



    29.1.5. Habeşistan’a Yapılan İkinci Hicret



    29.1.5.1. Habeşistan’a İkinci Hicret İçin Giden Kafile



    29.1.5.2. Habeşistan’a İkinci Hicret’in Mekke’de Yarattığı Tepkiler



    29.1.6. Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in Hicret’e Niyetlenmesi



    29.1.7. Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş’in Necâşî’ye Heyet Göndermesi



    29.1.8. Muhâcirlerin Örnek Davranışı



    29.1.9. Habeşistan’dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke’ye Gelmesi



    29.1.10. Habeşistan’dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi



    29.1.11. Rûm Sûresinde Yer Alan Haber

    Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN’A
    HİCRET

    29.1. HABEŞİSTAN’A HİCRET

    29.1.1. Din’de
    Hicret’in Önemi

    Kur’an-ı Kerim’de “cihad’dan sonra en önemli şey olarak
    “hicret”ten bahsedilmiştir. İslâm’da “hicret”in bu kadar önemli olmasının
    sebepleri nelerdir? Bunun sebepleri şunlardır: Bir müslüman için dünyada en
    önem­li şey ne vatanıdır, ne milleti ne de kazancı ve kazanç yolları. Onun için
    birinci derece ehemmiyetli şey imandır. Bir müslüman hangi şartlarla müslüman
    olmuşsa o şartları yerine getirmeli ve onlara göre hayat sürmek suretiyle
    Allah’ın rızasını elde etmelidir. Eğer müslüman imanın bu şartla­rına göre
    hayatını yaşamıyorsa, onun için özgürlük şöyle dursun, hayatı­nın bile bir
    anlamı yoktur. Gerçek bir müslüman, imanının dayandığı şart ve ilkeleri, Allah
    ve Rasûlü tarafından kendisine intikal eden kaide ve ku­ralları feda edip
    bunlardan taviz vermektense Allah yolunda kendini feda etmeyi tercih edecektir.

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in fedaileri işte bu sebepten
    dola­yı Arabistan’dan Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Müslümanlar birer Arap,
    Mekkeli ve Kureyşli olmak itibarıyla kendi ülkelerinde, şehirlerinde ve
    kabilelerinde her türlü hak ve özgürlüğe sahiptiler. Fakat, birer müslüman
    olarak bu hak ve hürriyetlerden mahrumdular. Onların dini ve imanı tehli­kede
    idi ve bu sebeple kendi vatanlarını bırakıp başka bir milletin yaşadı­ğı ve
    başka bir milletin yönetime sahip olduğu bir memlekete gittiler. Aynı şekilde,
    Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Mekke’den Medine’ye neden hicret ettiler?
    Hazreti Peygamber (a.s.) Mekke’nin bir sakiniydi ve bir va­tandaş olarak
    Mekke’nin bütün vatandaşlık haklarına sahipti. Arkadaşları da birer Mekkeli ve
    Kureyşli olarak aynı hak ve hürriyetlere sahiptiler. Fakat, gerek Rasûlullah
    (a.s.)’ın gerekse diğer müslümanların, evlerini, barklarını, ailelerini,
    akrabalarını, mal ve mülklerini ve diğer her şeyi terk edip sadece üzerlerindeki
    kıyafetleriyle Medine’ye hicret etmelerinin se­bebi Mekke’de müslüman olarak
    yaşamalarına imkân bulunmamasıydı. Onlar müslümanca yaşayabilmeleri için
    doğdukları şehri terk edip başka bir şehre göç ettiler ve yerleştiler.

    29.1.2. Kur’an-ı
    Kerim’in Müslümanları Hicrete Hazırlaması

    Mekke’de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm had safhaya
    varınca, Kur’an-ı Kerim onları muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu
    hu­susta şöyle buyuruldu:

    “Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde, yalnız
    bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz, imân
    edip sâlih amel işleyenlere Cennette altlarından nehirler akan hu­susi yerler
    hazırlarız. Onlar orada ebedi kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel
    mükâfattır. Onlar ki, sabreder ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı
    hayvan vardır ki rızkını arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık
    veriyor. O Semî’dir, Alim’dir.” (Ankebut; 56-60)

    İlk ayette hicrete işaret edilmiştir. Deniliyor ki: “Mekke’de
    Allah’a ibadet ve itaat etmek zorlaşmışsa başka bir ülkeye gidin. Allah’ın
    dünyası dar değildir. Allah’ın sadık kulu olarak nerede yaşayabiliyorsanız oraya
    gidin. Siz kendi vatanınıza ve milletinize değil, Allah’a bağlısınız.” Bura­da
    asıl önemli olan şeyin vatan ve millet değil, Allah’a kulluk olduğu
    vur­gulanmıştır. Bir mümin’in imanının, sağlam olup olmaması, ancak vatan ve
    milletine olan sevgisi ile Allah’a kulluk arasında tercih yapmasıyla
    is­patlanmış oluyor. Gerçek bir mü’min Allah’a kulluğu tercih etmeli,
    mem­leketine, vatanına ve milletine boş vermelidir. İmanı zayıf ve müslümanlıkla
    ilgili iddiası sahte olan biri millet ve vatanına bağlı kalacaktır. Bu ayette
    belirtildiği gibi gerçekten Allah’a tapan bir kişi vatanını ve milletini
    sevebilir, ama yurtsever ve milliyetçi olamaz. Bir müslümanın ilk tercihi
    Allah’a kulluk olmalıdır ve bu kullukla çatışan her şeyi feda etmek zorun­dadır.

    İkinci ayette insanların ve özellikle müslümanların can korkusu
    gide­rilmeye çalışılmıştır. Deniliyor ki: “Hayat geçici bir şeydir. Dünyaya
    gel­miş olanlar bir gün mutlaka öleceklerdir. Ha bugün ha yarın. Kimse buraya
    ebediyen kalmak ve yaşamak için gelmemiştir. O halde, müslümanlar bu dünyada
    canlarını koruma pahasına daha önemli ve değerli şeyleri feda etmemelidirler.
    Müslümanların ilk düşüncesi, imanını nasıl koruyacağı ol­malıdır ve Allah’a
    kullukta hiçbir kusur yapmamalıdır. Eninde sonunda bütün mahluklar Allah’a
    döndürülecektir. Döndüğünüzde imanla mı gele­ceksiniz yoksa canla mı Allah
    nezdinde can uğruna feda edilmiş iman mı yoksa iman uğruna feda edilmiş can mı
    daha makbuldur? İşte dünyada bunu düşünerek yaşayacak ve öleceksiniz.”

    Üçüncü ve dördüncü ayette deniliyor ki; “siz iman ve iyilik
    uğruna dünyanın bütün nimetlerini kaybeder ve salt dünyevi açıdan başarısız
    ka­lırsanız dahi, bunun telafisi mümkündür. Ve sadece telafi değil, Allah
    ka­tında bunun büyük bir mükâfatı vardır.”

    Son ayetlerde denilmiştir ki, “hicret ederken can korkusu gibi
    mal korkusu da olmamalıdır. Dünyada yer altında ve yer üstünde, denizde ve
    havada sayısız böcek, hayvan ve yaratıklar vardır. Bunlardan hangisi ken­di
    rızkını kendisi taşıyor? Onları geçindiren ve yaşatan kimdir? Nereye gi­derlerse
    gitsinler, hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, onlara Allah rızık ver­miyor mu?
    Onun için, iman sahipleri Allah uğruna memleket ve kavimle­rini terk ederken
    malları ve rızıkları için endişe etmemelidirler. Diğer mah­luklara rızkını veren
    Allah onlara da rızıklarını verecektir.”

    Hakka davet yolunda bazen ansızın beklenmedik durumlarla
    karşıla­şılabilir. Bu gibi durumlarda bir müslüman için bu dünyanın bütün
    nimet­lerini terk edip Allah’a güvenerek kelleyi kolluğa almaktan başka çare
    kal­maz. Bu gibi durumlarda, her şeyi önceden plânlamak, zarar ve yarar
    he­sabını çıkarmak ve canlan ile mallarını korumak sevdasında olanlar hiçbir şey
    yapamazlar. Onlardan hiçbir hayır beklenemez. Aslında her şeyin ani­den tersine
    döndüğü ve şartların değiştiği zamanlarda kelleyi koltuğa alan ve Allah uğruna
    her şeyi feda etmeye hazır olan gerçek mü’minlerin ve fe­dailerin azminden ve
    fedakârlıklarındandır ki, Allah’ın kelimesi yükseli­yor ve bunun yanında bütün
    batıl kelimeler yerin dibine batmış oluyorlar.

    Kur’an-ı Kerim’in bir başka yerinde şöyle buyuruldu:

    “(Ey Rasûlüm, tarafımdan) de ki: ‘Ey iman eden kullarım,
    Rabbiniz­den korkun. Bu dünyada iyilik edenlere sevap var. Allah’ın arzı
    geniştir. Ancak sabredenlerin mükâfatı hesapsız verilir.” (Zümer; 10)

    Burada da iman sahiplerine deniliyor ki; Allah’a kulluk etmek
    bir yer­de zorlaşmışsa, O’nun dünyası geniştir, iman sahipleri başka bir yere
    gidebilirler. Bunun yanı sıra kendilerinin hem dünyada hem ahirette Allah’tan
    iyi mükâfat alacaktan da müjdelenmişir. imân sahipleri hem dünyadaki
    yaşantılarını düzeltiyorlar, hem de âhirette Allah’ın lütuf ve ihsanına nail
    oluyorlar. Zira, onlar Allah’ın dini için dünyanın bütün nimet ve imkânla­rını
    evlerini barklarını terk ediyor, evsiz ve çaresiz kalıyor, vatansız ve
    milliyetsiz kalıyor, yabancı bir memlekette ve yabancı insanların arasına
    giriyorlar. Bunun için, bu gibi insanlara sınırsız ödül vardır.

    29.1.3. Hicret
    İle İlgili Talimat

    Kur’an-ı Kerim’de Mekkeli müslümanlar sadece hicrete teşvik
    edil­mekle kalmadılar, kendilerine bu hususta iki talimat da verildi.

    Müslümanlar Hıristiyan bir ülkeye hicret ettikleri için Meryem
    sûresi indirildi. Bu sûrenin ilk iki rükûsunda Hazreti Yahya ile Hz. Îsa’nın
    hikâyesi anlatılmıştır. Bu, müslümanlara bir uyarıydı. Gerçi müslümanlar mazlum
    mülteciler olarak bir Hıristiyan devletine gidiyorlardı. Fakat, orada din ve
    imanlarından zerre kadar taviz vermemeleri isteniyordu. İndirilen Meryem sûresi,
    Hıristiyanlığın gerçekte ne olduğunu ve nasıl tahrif edildi­ğini dile
    getiriyordu. Böylece, müslümanlar durumun farkına varacaklardı ve
    Hıristiyanların bid’atine ve hurafelerine kendilerini kaptırmayacaklardır. Onlar
    aynı zamanda Hıristiyanların bulunduğu bir memlekette Hıristiyanlı­ğın ve Hz.
    Îsa’nın gerçek vaaz ve telkinlerini unutmamalıydılar. Her ne olursa olsun, Hz.
    Îsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmemeliydiler.

    Müslümanlara verilen ikinci talimat şuydu:

    “Ehl-i kitap ile yalnız en güzel şekilde mücadele edin. Onlardan
    zul­medenlerle ise şiddetle mücadele edebilirsiniz. Ve ‘Biz hem bize indirile­ne
    hem de size indirilene iman ettik. Bizim de sizin de ilâhınız birdir. Biz O’na
    teslim olanlarız’ deyin.” (Ankebût; 46)

    Yani Hıristiyanlarla karşı karşıya geldiğiniz zaman onlardan
    zalim olanlarla uğraşmayınız. Zira, onlarla uğraşmak vakit ve enerjinin
    ziyanın­dan başka bir şey değildir. Fakat, biraz anlayışlı olanlarla serinkanlı,
    yu­muşak başlı ve Hakkı kabul etmek eğiliminde olanlarla muhtelif dini ko­nuları
    medeni ölçülerde, iyi bir dille ve delillerle tartışabilirsiniz. Onlara deyiniz
    ki, siz dik kafalı veya mutaassıp kimseler değilsiniz. Onlara hem onların
    kitabının hem kendi kitabınızın Allah’tan geldiğine inandığınızı söyleyiniz. Her
    ikinizin Allah’ın bir olduğunu, O’nun gönderdiği emirlerin aynı olduğunu onlara
    söyleyiniz.

    29.1.4.
    Habeşistan’a Yapılan İlk Hicret

    Şartlar tamamıyla dayanılmaz hale gelince Recep 45. Am’ul-Fil’de
    (Nübüvvetten sonra 5. yılda) Rasûlullah (a.s.) Ashab-ı Kiram’ı toplayarak
    kendilerine şöyle buyurdu: “Habeşistan’a giderseniz iyi edersiniz. Oranın bir
    kralı vardır. Orada kimseye zulüm yapılmaz ve orası iyilik diyarıdır. Size gelen
    bu âfet def olununcaya kadar orada kalın.” Müslümanların Ha­beşistan’a hicreti
    için bu ilk ve kesin emirdi, bunun üzerine, Habeşistan’a ilk göç yapıldı.
    Muhacirlerin ilk kafilesinde 11 erkek ve 4 kadın vardı. Kureyşli kudurmuş
    serseriler bu kafileyi kıyıya kadar takip ettiler. Ama kafiledekilerin talihi
    yaver gitti ve tam zamanında Şuaybe limanından Ha­beşistan’a kalkan bir gemiye
    binebildiler.

    29.1.4.1.
    Habeşistan’a İlk Hicret Eden Müslümanlar

    İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a dayanarak kaydettiği ilk muhacirlerin
    liste­si şöyledir:

    1. Hz. Osman bin Affân (Beni Ümeyye’den).

    2. Hz. Rukayye binti Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Osman’ın zevcesi.
    (İbni Abd-il-Berr bu hâtûna Ümm-ü Eymen’in eşlik ettiğini yazmıştır).

    3. Hz. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin Rebî’a (Beni Abdi Şems bin Abdi
    Menâftan).

    4. Hz. Sehle binti Süheyl bin Amr (Hz. Ebu Huzeyfe’nin karısı,
    ki Beni Amir bin Lueyy’dendi).

    5. Hz. Zübeyr bin el-Avvam (Hz. Hatice’nin yeğeni ve Rasûlullah
    (a.s.)’ın teyze oğlu Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy’dandı).

    6. Hz. Mus’ab bin Umeyr (Beni Abdud-Dar bin Kusayy’dan).

    7. Hz. Abdurrahman bin Avf (Beni Zühre bin Kılâb’dan).

    8. Hz. Ebu Seleme bin Abdul-Esed (Beni Mahzûm’dan).

    9. Hz. Ümm-ü Seleme (Hz. Ebû Seleme’nin zevcesi. Beni
    Mah­zûm’dan olup Ebû Cehl’in amca kızıydı).

    10. Hz. Osman bin Ma’zun (Ümmül Muminin Hz. Hafsa’nın dayısı,
    Beni Cumah’dandı).

    11. Hz. Amir bin Rebia el-Anzi (Al-i Hattâb’ın müttefiki olan
    Beni Adiyy’den).

    12. Hz. Leylâ binti Ebî Hasme (Hz. Amir’in karısı olup Beni
    Adiyy’dendi).

    13. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm (Beni Amir bin Lueyy’den).

    14. Hz. Süheyl bin Beyda (Beni el-Hâris bin Fihr’den).

    İbn Sa’d, Vâkıdî’ye istinâden bu listeye iki isim daha
    eklemiştir: Hz. Hâtıb bin Amr bin Abdi Şems ve Hz. Abdullah bin Mes’ud, ki Beni
    Zühre’nin müttefiklerindendi. İbn İshâk’ın rivâyetine göre daha sonra bunlara Hz.
    Ca’fer bin Ebi Tâlib de katılmıştı. Fakat Musa bin Ukbe’nin “Meğâzi”de
    belirttiği gibi Hz. Ca’fer ilk değil, ikinci hicretle Habeşistan’a var­mıştı.
    İbn İshâk ise Hz. Abdullah bin Mes’ud’un, ilk değil, ikinci hicretin
    muhacirlerinden olduğunu yazmıştır. Zürkâni ise bazı siyerlere dayanarak Hz. Ebû
    Sabre ile beraber karısı Ümm-ü Gülsüm’ün de Habeşistan’a gitti­ğini ifade
    etmiştir. Beyhakî Hz. Enes’in rivâyetini nakletmiştir; buna göre hicret için ilk
    önce yola çıkan Hz. Osman (r.a.)’dı. Rivayete göre Rasûlullah (a.s.), Hz. Lût
    (a.s.)’dan sonra kendi ailesiyle birlikte hicret eden ilk şahsın Hz. Osman
    olduğunu buyurmuştur.

    29.1.4.2.
    Muhacirlerin Habeşistan’daki Durumu

    İbni Cerir Taberî’nin dediği gibi Kureyşliler Habeşistan’ı çok
    iyi bili­yorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin ticaret yeriydi ve mallarını götürüp
    ora­da satarlar ve oradan iyi bir kârla dönerlerdi. Bu yüzden Mekke’den giden
    ilk muhacir kafilesi hiçbir güçlükle karşılaşmadı ve hiçbir yabancılık çek­medi.
    Bizzat muhacirlerin ifadelerine göre; “biz orada çok iyi durumday­dık. Dinimiz
    konusunda huzur ve emniyette. Biz Allah’a ibadet ediyorduk ve kimse bizi
    rahatsız etmiyordu. Biz ne eziyet görüyorduk ne de kötü lâflar dinliyorduk.”

    29.1.4.3.
    Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti Habeşistan’a Gidiyor

    Kureyşliler baktılar ki, Mekke’den Habeşistan’a giden
    müslümanlar oraya iyice yerleşmiştir ve din ve inançlarına da kimse mani
    olmuyor. Bu­nun üzerine bu müslümanları geri getirebilmek maksadıyla bol
    hediyeler­le Amr bin el-As ile Abdullah bin Ebi Rebi’a’yı Habeş İmparatoru
    Necâşî (Negus)ye yolladılar. (Buhârî’de bu imparatorun adı Esname olarak
    yazıl­mıştır). Kureyş heyetiyle ilgili tarihi kayıtlarda biraz ihtilaf vardır.
    Bazı kayıtlara göre bu heyette Umâre bin Velid bin Muğire de yer almıştı. Bazı
    diğer kayıtlara öre ise Amr bin El-As birinci ve ikinci hicret sırasında
    Necâşî’ye gönderilmişti. İlk gidişinde yanındaki Umâre idi, ikinci gidişin­de
    ise Abdullah. Fakat İbni İshâk her iki defasında Amr’ın yanında Abdul­lah’ın yer
    aldığını ifade etmiştir.

    29.1.4.4.
    Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri

    Aynı yıl Ramazan ayında öyle bir olay meydana geldi ki, bu
    olayla ilgili haber Habeşistan’daki müslümanlara, “Mekkeli kâfirler müslüman
    olmuşlar” şeklinde ulaştı. “Olay şuydu: Bir gün Harem’de Kureyşlilerin büyük bir
    toplantısı yapılırken Hazreti Peygamber (a.s.) de oraya gitti ve birden bire
    konuşma yapmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzından çıkan ilk
    sözler, Necm sûresinin ayetleriydi. Allah’ın kelâmı öy­lesine tesirliydi ki,
    muhalifler bunu can kulağıyla dinlemeye başladılar ve her zaman yaptıkları gibi
    gürültü patırtı çıkarmayı bile unuttular. Ayetle­rin sonunda Hz. Peygamber
    (a.s.) secde elti. Orada bulunanlar da kendile­rini onun etkisinden kurtaramamış
    olacaklar ki, hemen secdeye geçtiler. Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ve Nesâî’de yer
    alan Abdullah bin Mes’ûd’un rivâyetine göre; “Rasûlullah (a.s.)’ın Kureyşlilerin
    açık bir toplantısında ve İbn Merdûye’ye göre Harem’de okuduğu Kur’an-ı Kerim’in
    bu ilk sûresiydi.” Bu toplantıda hem müslümanlar, hem kâfirler vardı. Sûrenin
    sonunda secde ayetine gelince Rasûlullah (a.s.) secde etti ve kendisini gö­ren
    diğer herkes de secde etti. Secde edenler arasında Hz. Peygamber (a.s.)c ve
    İslâm’a muhalefette ön safta yer alan Kureyş’in en büyük kabile reisleri de
    vardı. Secde etmeyen sadece Ümeyye bin Halefti. O da yumru­ğunu sıkarak alnına
    dokundu ve kendisi için bunun kâfi olduğunu söyledi. Bu olayın diğer görgü
    tanığı Hz. Muttalib bin Ebi Vedâ’a’dır ki o zamana kadar müslüman olmamıştı.
    Nesâî ve Müsned-i Ahmed’de yer alan Hz. Muttalib’in rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah
    (a.s.), Necm sûresini okuduktan sonra secde edince toplantıda bulunan herkes
    secdeye gitti, ama ben secde etmedim. Bunun telâfisini şimdi yapıyorum, ki ne
    zaman bu sûre okunsa secde etmeden edemem.” İbni Sa’d, Vâkıdi’ye dayanarak Velid
    bin Muği­re’nin, çok ihtiyar olduğu ve secde edemediği için bir eline bir avuç
    toprak alıp alnına sürdüğünü beyan etmiştir.

    Bu olaydan ötürüdür ki, Habeşistan’da bulunan müslümanlara,
    bütün Mekkeli kâfirlerin müslüman olduğu yolunda haberler ulaştı. Ne var ki,
    gerçekten böyle olmamıştı. Kur’an-ı Kerim’in sihirli sözleri dayanılmaz üslûbu
    Kureyşli kâfirleri bir an için sekteye uğratmıştı ve onlar secde etmişlerdi. Ama
    biraz sonra akılları başlarına gelince büyük bir hata işle­diklerini düşündüler
    ve kendilerini lanetlemeye ve suçlamaya başladılar. Bazı diğer kimseler de
    itiraz etmeye başladılar ki; “siz ne biçim insansı­nız, bizi Kur’an-ı Kerim’i
    dinlemekten men ediyor ve Muhammed (a.s.)’e tabi olmamızı istemiyorsunuz, ama
    kendiniz ona secde ediyorsunuz?” Bu­nun üzerine kabile reisleri ve müşrikler
    kendilerini kurtarmak için bahane uydurmaya başladılar ve dediler ki: “Muhammet
    ayetleri okurken, ‘bun­lar yüksek rütbeli ilahelerdir ve onların şefaati
    muhakkak beklenmelidir’ dediği için biz secde ettik.” Fakat Necm sûresini
    gerçekten okuyan ve bi­len bir kişi Rasûlullah (a.s.)’ın böyle bir şey
    söyleyebileceğine inanabilir mi?

    29.1.4..5. Burada Bir
    Parantez Açalım ve Önemli Bir Noktaya Değinelim

    Ne gariptir ki, bizde de bazı müfessir ve muhaddisler Mekkeli
    kâfir­lerin bu safsatasına uymuş ve onların duyduklarını iddia ettikleri sözleri
    sanki sahiden Rasûlullah (a.s.)’ın mübarek ağzından çıkmış gibi mütalaa etmişler
    ve yorumda bulunmuşlardır. Söz konusu müfessir ve muhaddis­ler bu hususta böyle
    bir hikâye uyduruyorlar: “Sözde Rasûlullah (a.s.), İs­lâm’a karşı kâfirlerin
    nefretini kaldıracak ve onların İslâma daha çok yak­laşmalarını sağlayacak bir
    takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Rasûlullah (a.s.) bu istikamette
    düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir top­lantısında iken Necm sûresi nâzil
    oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Rasûlullah (a.s.), “e-feraeytüm ul-lâte
    ve-l-uzzâ ve menâte-s-sâlisete-l-uhrâ” sözlerine gelince ağzından şu kelimeler
    dökülüverdi: “Tilke-l-ğarânikat-el-ulâ ve inne şefâ’atehünne le-tercâ” (bunlar
    yüksek rütbeli tan­rıçalardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan
    sonra Rasûlullah (a.s.) sûrenin diğer ayetlerini normal olarak okumaya devam
    etti, ta ki sûrenin sonunda secde etti ve diğer müslümanlar ile müşrikler de
    secde ettiler. Mekkeli kâfirler dedi ki, “artık bizimle Muhammed arasında
    herhangi bir ihtilâf kalmamıştır. Biz de zaten aynı şeyi diyoruz. Yani Hâlik
    (yaratıcı) ve Râzık (rızık veren) Allah’tır, ama mabûdlarımız Allah katında
    bizim için şefaatte bulunacaklardır.” Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Rasûlullah’a
    dedi ki: “Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim.” Bu­nu duyunca gûyâ
    Rasûlullah (a.s.) çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ suresinin şu ayetlerini
    indirdi[1]:

    “Onlar bizim sana vahyeylediğimiz şeyden bizim üzerimize iftira
    edesin diye seni bile fitneye düşüreceklerdi. Öyle olursa seni dost
    edine­ceklerdi.Eğer biz seni dinde sabit kılmasaydık onlara az bir şey
    meylede­cektin. O takdirde sana gerek hayatta ve gerekse öldükten sonra iki kat
    azap tattırırdık. Sonra azabımızı defedecek bir yardımcı da bulamaya­caktın. ”
    (Ayet; 73-75)

    Bu olay Rasûlullah (a.s.)’ı sürekli olarak tedirgin etti ve
    üzüntülü ol­masına sebep oldu. Ta ki, Hacc sûresinin 52. ayeti indi. Bu ayette
    Rasûlullah teselli edildi ve kendisinden önceki peygamberlerin aynı hataya
    düştükleri, onların arzu ettikleri şeytanın karıştığı, fakat Allah’ın daha sonra
    Şeytan’ın bu şerrlerini ortadan kaldırdığı ve ayetlerini sağlamlaştırdığı
    kaydedildi.

    Diğer tarafta, Kur’an-ı Kerim’i dinledikten sonra Kureyşli
    kâfirlerin secde etmesi,Habeşistan’daki müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar
    zannetti ki Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh
    gerçekleşmiştir. Bu sebeple, muhacirlerin çoğu Mekke’ye geri döndü­ler. Geri
    döndükten sonra İslâm ile küfr arasında anlaşmaya varıldığı yo­lundaki
    haberlerin yanlış olduğunu, ikisi arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini
    gördüler.”

    Yukarıda naklettiğimiz hikâye, İbn Cerir ve diğer birçok
    müfessirin tefsirlerinde İbni Sa’d’ın “Tabakatında Vahidinin “Esbab-ı
    Nüzül”ünde, İbn İshâk’ın Siyer’inde, Musa bin Ukbe’nin “Meğazi’sinde, İbn Ebi
    Hâtim, İbn’ul-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberânî’nin hadis kitaplarında yer
    almıştır. Bu hikâyenin râvileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed bin
    Ka’b Kurazi, Urve bin Zübeyr, Ebû Salih, Ebu’l-Âliye, Sa’id bin Cubeyr, Dahhâk,
    Ebu Bekr bin Abdurrahman bin Hâris, Katâde, Mücâhid, Süddi, İbn Şihâb Zührî ve
    İbn Abbas. Dikkat edilirse, bunlardan Hz. İbn Abbas’ın dışında kimse sahabe
    değildir. Hikâyenin ufak tefek bir­çok çelişkili ve tutarsız tarafları vardır;
    ama bunların en dikkati çekeni iki tanedir. Birincisi, pulların methinde Hz.
    Peygamber (a.s.)’in söylediği id­dia edilen sözler hemen hemen her rivayette
    değişiktir. Biz bunları dikkat­lice tasnif ettik ve inceledik. Baktık ki, 15
    ayrı ifade kullanılmıştır. İkinci büyük çelişki, bu sözlerin Kur’an-ı Kerim’in
    ayetlerine giriş şekliyle ilgili­dir. Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, vahiy
    sırasında Şeytan tarafından Rasûlullah (a.s.)’ın gönlüne indirilmiş ve
    Rasûlullah (a.s.)’da bunların Cebrail tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı
    rivayetlere mübarek ağzın­dan yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivayetlere göre bu
    kelimeler, Rasûlullah (a.s.) uyukladığı bir sırada gayri ihtiyari olarak
    ağzından çıkmış. Bazı­ları diyor ki, Rasûlullah (a.s.) bunları kasten söyledi;
    ama soru ve hayret belirtici şekilde. Yine bazıları diyor ki; Şeytân, Rasûlullah
    (a.s.)’ın konuş­masına karışmış ve onun sesiyle birlikle bu kelimeleri ortaya
    atıvermiş, orada bulunanlar da bu sesin Hazreti Peygamber’e ait olduğunu sanmış.
    Yine başka rivayetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşrikler­den
    biriymiş.

    Bazı mümtâz müfessir ve âlimler, meselâ İbn Kesir, Beyhâki, Kâdı
    İyâd İbni Huzeyme, Kâdı Ebû Bekr İbn’il-‘Arabi, İmam Râzi, Kurtubî Bedreddin,
    Aynî, Şevkani ve Alûsi vs. bu hikâyenin tamamıyla uydurma ve asılsız olduğunu
    belirtmişlerdir. İbn Kesir, bu hususta şunları yazmış­tır: “Bu hikâye hangi
    senetlerle rivayet olunmuşsa hepsi “mürsel” ve münkatı”dırlar. Ben bu hususta
    hiçbir sahih-i muttasil senede rastlamadım.” Beyhakî de diyor ki: “Nakil
    itibariyle bu hikâye ispatlanmış değildir.” İbni Huzeyme’ye bu hususta bir soru
    sorulunca kendisi dedi ki: “Bu hikâyeyi zındıklar (dinsizler) uydurmuşlardır.”
    Kadı İyâz diyor ki: “Bu hikâyenin zayıflığı, sıhâh-ı sitte müelliflerinden
    hiçbirinin bunu nakletmemiş olma­larından ve sahih-i muttasıl sağlam senedlerle
    güvenilir râviler tarafından da naklolunmamasından ortadadır.” İmam Râzi ile
    Kâdı Ebû Bekr ve Alûsi bu mevzuyu enine boyuna tartışarak şiddetle
    reddetmişlerdir. Fakat, beri tarafta Hafız İbni Hacer gibi büyük bir muhaddis ve
    Ebu Bekr Cessas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşeri gibi akılcı müfessir ile
    İbni Cerir gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh âlimi bu hikâyenin doğru olduğunda
    ısrar etmiş­lerdir. Bunlara göre Hacc sûresinin 52. ayeti bu hikâyenin doğru
    oluşunun bir ispatıdır. İbni Hacer şunları da kaydediyor:

    “Sa’id bin Cubeyr’in başvurduğu yolun dışında diğer hangi
    yollarla, bu hikâye rivayet edilmişse onlar da zayıf ya da munkatı’ (kesik)dır.
    Ama anlatımların çokluğu bunun bir aslının olduğunu gösteriyor. Ayrıca Bezzâr’ın
    çıkardığı rivayetler silsilesiyle bu hikâyenin en az bir adet ke­sintisiz
    bağlantısı kurulmuştur. (Bu bağlantı şöyledir: Yusuf bin Hammâd, Ümeyye bin
    Hâlid, Şu’be, Ebi Bişr, Sa’id bin Cubeyr ve İbni Abbas). İki yoldan da bu hikâye
    “mürsel”dir ama bunun râvileri sahih (doğru) kaynaklara göredir. Bu iki yol
    Taberî tarafından naklolunmuştur. Bunlardan biri silsilenin başında, Yunus bin
    Yezid ve İbn Şihâb ve diğer silsilenin başında Mu’temir bin Süleyman, Hammâd bin
    Seleme ve Dâvud bin Ebi Hind ile Ebi’l-Aliye bulunuyorlar.”

    Bu hikâyeyi kabul etmiş olanlar için bir şey diyemeyeceğiz;
    çünkü onlar bunun zaten doğru olduğuna inanıyorlar. Fakat, burada şu hikâyenin
    muhaliflerine bir çift sözümüz olacaktır. Gerçek şu ki, muhalifler de bunu
    hakkıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir grubu bunu reddediyor çün­kü,
    bunun kaynakları veya senetleri zayıftır. Demek ki, bu zevat, senetle­rin
    kuvvetli olması halinde bu hikâyeyi aynen kabul edeceklerdi. İkinci grup bunu
    reddediyor, zira böyle bir hikâye bütünüyle dinimize gölge dü­şürüyor ve dinle
    ilgili her şey şaibe ve şüphe altında kalmış oluyor. Böyle bir durumda Şeytan’ın
    müdahalesinin haddi hesabı olmaz. O’nun nerede ne yaptığını kestirmek güç olur.
    Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsi ve nefsani söz ve hareketlerinin nerede
    başlayıp nerede bittiğini hesaplayamayız. Bu tür düşünce ve deliller belki de
    iman etmeye azimli olanları tat­min edebilir, ama başka kimseleri değil. Meselâ,
    zaten her şeye şüphe ile bakan ve titiz bir incelemeden sonra iman edip etmemeye
    karar verecek kimseler için böyle bir düşünce hiç de yararlı olamaz. Bu gibi
    şüpheci ve kararsız kimseler, şüphelendikleri her şeyi dinden çıkarma yoluna
    gitme­yeceklerdir. Onlar kolayı düşünecekler ve diyecekler ki, en az bir tane
    meşhur sahabî ve birçok tabii ve tebe’ut-tabi’in ve çeşitli güvenilir
    raviler­den naklonunan bir hikâye, sadece din şaibe altında kalıyor diye niçin
    red­dedilsin. Bu hikâyenin şüpheli olduğunu düşünmektense dinin tümünün şüpheli
    ve şaibeli olduğunu düşünecekler ve bunu tümden reddedecekler­dir.

    Şimdi tenkidin doğru ve makul yolu ne olabilir? Biz hangi
    ölçülere dayanarak -senetleri, kaynakları ve rivayetleri ne kadar kuvvetli
    olursa ol­sun- bu hikâyenin uydurma olduğunu ispatlayabilir ve bunu
    reddedebili­riz? Gelin, o ölçü ve kıstaslara bakalım:

    Evvelâ, hikâye kendi içinde çelişkili ve tutarsızdır. Hikâyede
    denili­yor ki olay, Habeşistan’a ilk hicret yapıldıktan sonra meydana gelmişti.
    Nitekim bu olayla ilgili haberi alır almaz Habeşistan’daki Müslümanlardan bir
    grup ümitlenerek Mekke’ye dönüverdi. Ama, buraya bir nokta koyup büyük tarih
    farklarına bir göz atalım:

    – Muteber tarihi kayıtlara göre Habeşistan’a ilk hicret
    Nübüvvet’ten sonra Recep 5. yılda yapılmıştı. Habeşistan’daki muhacirlerin bir
    grubu, İslam ile Küfr arasındaki sulh haberini öğrenip üç ay sonra yani aynı
    yılın Şevval ayında Mekke’ye dönmüş oldu. Bu demektir ki hikâyede anlatılan olay
    da mutlaka Nübüvvet’ten sonra 5. yılda cereyan etmiştir.

    – İddialara göre; Rasûlullah (a.s.)’ı serzeniş etmek ve uyarmak
    üzere İsrâ sûresinin ilgili ayeti inmiştir. Ama İsrâ suresinin Mi’rac’dan sonra
    in­diği herkesçe bilinmektedir. Muteber rivayetlere göre Mi’rac Nübüvvet’ten
    sonra 11. ve 12. yılda meydana gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Al­lah’ın
    tekzibi ve uyarısı anlatılan olaydan tam 5-6 yıl sonra yapılmıştır!

    – Teselli olarak indirildiği söylenen Hacc sûresinin 52.
    ayetinin ise bütün sûre ile birlikte Medine’ye hicretten sonra yani 1. Hicri
    yılda indiği bizzat sûrede işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki
    Allah’ın tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenab-ı
    Al­lah’ın Rasûlullah (a.s.)’ı affettiği ve olayın, Şeytan’ın bir oyunuyla
    meyda­na geldiği beyan olunmuştur!

    Aklı başında olan bir kişi, Allah’ın kelâmına Şeytan’ın veya
    şahsi söz­lerinin karışmasından altı yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve
    bu fi­ilin affının ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra
    yapıldı­ğını kabul edebilir mi?

    Sonra, hikâyede iddia edildiği gibi, hatalı okuma ya da karışma,
    Necm sûresinin okunuşu sırasında meydana geldi ve bahis mevzuu sözle­ri.
    Peygamber (a.s.), Şeytan’ın vesvesesi, oyunu ya da kendi ard düşünce­siyle
    okuyuverdi. Yine bu iddialara göre Rasûlullah (a.s.) sûrenin başında ve sonunda
    herhangi bir hataya düşmedi. Bundan sonra deniliyor ki, Mek­keli kâfirler bu
    sözleri dinledikten sonra sevinçten uçmaya başladılar ve artık Hz. Muhammed ile
    kendileri arasında herhangi bir ihtilaf ve kavga­nın kalmadığını ilân edip secde
    ettiler. Şimdi Necm sûresinin ilgili bölü­münü okuyalım:

    “Bana haber verin ki, Lât ve Uzza’ya mı tapıyorsunuz? Diğer
    üçün­cüsü olan Menat’a mı ibadet ediyorsunuz. (Bunlar Yüksek rütbeli
    tanrıça­lardır ve onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Erkek sizin dişi
    O’nun mu? O takdirde bu insafsız bir taksimdir. Bu putlar sizin ve babalarınızın
    uydurdukları isimlerden başka bir şey değildir. Allah bunun için bir hüc­cet
    indirmedi. Onlar ancak zanna ve nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki
    kendilerine Rabblerinden bir hidayet gelmiştir.” (Necm; 19-23)

    Görüyor musunuz? Yukarıdaki ayetlerde parantez içinde aldığımız
    sözler ne gibi bir tezât ve tenakuz yaratmıştır? Bir yandan deniliyor ki, “sizin
    tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık yaratıklardır”; diğer yan­dan da
    buyuruluyor ki: “Enayiler, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların
    Allah’ın kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl ada­let ve insaftır
    ki, siz kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah’a kadınları bırakıyorsunuz?
    Gerçekte bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi ayı­rımların Allah ile
    hiçbir ilgisi yoktur.” Bir kişi aynı konuşmasında bu bir­birinden zıt iki şeyi
    söyleyebilir mi? Bir an için farz edelim ki, bu saçma sapan sözler aklı başında
    olan bir kişinin ağzından çıkmaz ve diyelim ki Şeytan, Rasûlullah (a.s.)’a galip
    (!) gelip ağzından bu birbirini tutmayan sözleri döktürüvermiştir! Fakat
    toplantıda bulunan Kureyşlilerin o kosko­ca kalabalığı deli miydi? O kâfir ve
    müşrikler akıllarını mı kaçırmışlardı ki, önce kendi tanrıçalarının methini
    duyunca sevinçten göbek atmaya başladılar, ama bundan sonra aynı tanrıçaların
    mütemadiyen kötülenmesi, eleştirilmesi, aşağılanması ve batıl itikatlarıyla alay
    edilmesini tamamıyla duymazlıktan geldiler. Onlar sağır mıydı yoksa dilsiz mi?
    Yoksa onlar sa­dece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların
    lanetlenmesini işitemediler ve hiçbir tepki göstermediler mi? Toplantının
    sonunda da hep beraber secdeye gittiler. Sadece bu değil, Necm sûresinin bundan
    sonraki bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve
    tarih­ten sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin
    doğ­ru yola gelmeleri istenmiştir. Kureyşliler, bütün bunları sessizlik içinde
    dinledikten sonra, sûrenin başındaki sadece bir cümle yüzünden “bugün bizimle
    Muhammed arasındaki kavga bitti” diyebilirler miydi?

    Olayın kendi içindeki tutarsızlığı işte böyledir. Bundan sonra
    gelin bakalım; hikâyede bahsedilen üç sûre ve bu surelerin ayetleri acaba aynı
    sırayla mı inmiştir, yoksa tarihi kayıtlar başka gerçekleri mi ortaya
    koy­maktadırlar? Hikâyede deniliyor ki, değişiklik ve ekleme Necm suresinde
    olmuştur. Bu ayetlerin ve surenin Nübüvvet’ten sonra beşinci yılda indiği
    belirtiliyor. Bundan sonra İsra sûresiyle Rasûlullah (a.s.)’ın ikaz edildiği,
    Hacc suresinin 52. ayetiyle de yanlışlıkla eklenmiş olan ayetin iptal edil­diği
    ve Rasûlullah (a.s.)’ın teselli edildiği kaydedilmiştir. Şimdi ortada iki
    ihtimal kalıyor. Ya ekleme ve karışım olayının meydana geldiği sırada tekzip ve
    tescili ile ilgili ayetler inmiştir. Ya da bu ayetler sıra ile İsra ve Hacc
    süreleriyle birlikte inmiştir. Eğer durum düşünülen ilk ihtimal gibiy­se, söz
    konusu iki ayet neden Necm sûresine ilave edilmedi? Ve neden al­tı yıl
    beklendikten sonra İsra sûresi indiği zaman, tekzip ve tenbih eden bu ayetler
    oraya bir yama gibi ekleniverdi? Sonra, niçin aynı şekilde iptal ve tescili ile
    ilgili ayet 2-2.5 yıl bekletildi ve Hacc sûresi ininceye kadar baş­ka bir sûreye
    ilave edilmedi? Kur’an-ı Kerim böyle mi tertip edilmiş ve toplanmıştır ki bir
    zamanda inen ayetler bir hayli bekletilsin, sağda ve sol­da unutulsun ve
    istenilen sûreye yamalı bohça gibi ekleniversin? Şimdi, eğer yukarıda bahsedilen
    ayetler böyle ayrı ayrı ve bölük pörçük nazil ol­mamışsa, o zaman tekzip eden
    ayet 6 yıl sonra ve iptal ile teselli eden ayet de 8-9 yıl sonra İsra ve Hacc
    süreleriyle mi indirilmiştir? Aradaki müddet farkı göz önünde bulundurulursa, bu
    ayetlerin inişinin mantıklı bir tarafı olabilir mi? Eğer bu ayetler gerçekten
    iddia edildiği gibi ekleme ve karı­şım olayıyla ilgiliyse, bunlar İsra ve Hacc
    sûresinde ne arıyor?

    İşte bu noktaya gelince olayı objektif ve makul ölçüler içinde
    eleştir­memizin mümkün olduğunu görüyoruz. Yani tefsiri yapılmakta olan bir
    ayetin önceki ve sonraki cümleler ile bağlantısını, fikir birliğini ve işlenen
    konuyu dikkate almalıyız. İsra sûresinin 8. rukû’unu okuyun ve ondan ön­ceki ve
    sonraki bölümlerine de bakın. Burada kullanılan ifade, üslûp ve iş­lenen konuda,
    6 yıl önceki bir vak’a sebebiyle Rasûlullah (a.s.)’ın azarlan­masını gerektiren
    herhangi bir ipucu bulunabiliyor mu? (Onlar bizim sana vahyeylediğimiz…
    sözleriyle başlayan bu ayetlerde Rasûlullah (a.s.)’ın tekzip edildiğini veya
    azarlandığını gösteren bir şey de yok. Bu hususu yi­ne bir kenara bırakalım.)
    Aynı şekilde Hacc sûresinin 52. ayetinden önceki ve sonraki bağlantılara ve
    fikir birliğine bakalım. Bu ayette hiç şöyle de­nildiği söylenebilir mi? “Ey
    Nebi, 9 yıl önce Kur’an’a bir şeyler katma gibi işlediğin hata üzerine üzülme.
    Bundan Önce de aynı hareketleri diğer pey­gamberler Şeytan’ın tesirinde kalarak
    yapıyorlardı. Peygamberler bu gibi hatalar yapınca ve kendilerinden ya da
    Şeytan’dan ilâhî kitaba herhangi bir şey katınca Allah onları iptal eder ve
    ayetlerini sağlamlaştırır.”

    Biz daha önce de belirttik ve burada tekrar belirtmek istiyoruz
    ki, bir rivayet veya hadis, senedi ve kaynağı her ne kadar sağlam ve kuvvetli
    olursa olsun, metni ve muhtevası saçma ise yanlış ve tutarsız ise ve Kur’an-ı
    Kerim’in sözleriyle, tertibi, fikir birliği ve ifadeleriyle, üslubuyla çatışıyor
    ise muteber ve geçerli sayılamaz. İşte bu ispatlama tarzı ve bu hususta verilen
    deliller şüpheci bir kişi ve tarafsız bir araştırmacıyı bile tatmin edecek ve
    susturacak mahiyettedirler. Bir mü’mine gelince, böyle bir hikâye ve olayı ilk
    bakışta reddeder; çünkü bunlar Kur’an-ı Kerim’in bir değil, bir düzine
    ayetleriyle çatışıyor. Bir müslüman bu hikâye ve ola­yın râvilerinin Şeytan
    tarafından kandırıldığını daha kolaylıkla kabul ede­bilir; ama Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in kendi nefsinin isteğiyle Kur’an-ı Ke­rim’e bir tek kelime eklemiş
    olduğuna inanamaz. Bir müslüman, Muham­med Mustafa (a.s.)’nın bir an bile
    Tevhid’e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek istediğini, ya Allah’ın
    kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler gönderdiğini düşündüğünü ya da
    vahyin kendisine şüpheli ve şaibeli bir şekilde geldiğini ve Cebrail’in
    sözlerine Şeytan’ın karışmasını kendisinin fark edemediğini düşünemez. Bu gibi
    zan ve düşünceler Kur’an-ı Kerim’in her satır ve kelimesine büsbütün aykırıdır.
    Bu tür ihti­mal ve iddialar müslümanların Kur’an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber
    (a.s.)’e olan iman ve bağlılıklarda da ters düşüyor. Sadece senet ve kaynakların
    çokluğunu görerek Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber efendimiz
    (a.s.) hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yarala­yıcı hikâye ve olaylara
    inananlara pes doğrusu! Allah bizi bu gibi hata ve günahlardan korusun.

    Şimdi hadislerin bu kadar muteber ve güvenilir râvileri ile anlı
    ve şanlı muhaddis, müfessir ve tarihçilerin bir hikâyeyi ispatlamak maksa­dıyla
    bir araya gelmeleri sebebiyle ortaya çıkacak bir soru ya da şüpheyi de
    giderirsek daha iyi olacak. Aklımıza bir soru gelebilir. Bu kadar büyük
    isimlerin hepsi nasıl bir konuda yanılmış olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı
    astarı yoksa, bu kadar çok muteber râvi ve bu kadar tanınmış muhad­disler, nasıl
    Hazreti Peygamber (a.s.)’e ve Kur’an-ı Kerim’e böylesine kor­kunç ve ciddi bir
    suçlama ve iftirada bulunabilirler? Bu sorunun cevabını biz yine hadislerin
    hazinesinde bulabiliriz. Buhârî, Müslim, Ebu Davud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed’de
    bu hikâye gerçek şekliyle anlatılmıştır. Bü­tün hikâye, Hz. Peygamber (a.s.)’in
    Necm sûresini tilavet etmesi ve bunun sonunda secde edince toplantıda hazır
    bulunan bütün müslüman ve müş­riklerin secde etmesinden ibarettir. Bunda,
    aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira, evvela
    Kur’an-ı Kerim’in bizatihi son derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu vardır.
    Üstelik, Hazreti Pey­gamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha
    da arttıraca­ğı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün birleşerek toplantıdakileri
    büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek uzak bir ihtimal değildir.
    Zaten, bundan dolayıdır ki, Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)’e sihirbaz ve
    büyücü gibi lakablar takıyorlardı. Bundan sonra, öyle sanılıyor ki, Kureyşliler
    bu bir anlık dalgınlıkları üzerine pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna
    bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki: “Vallahi biz bunu yapmak
    is­temiyorduk ama biz Hz. Muhammed (a.s.)’in ağzından mabudlarımızı öven bazı
    sözler duyduktan sonra secdeye gittik[2].
    Diğer tarafta bu olay Habeşistan’daki müslüman muhacirlere “İslâm ile Küfr
    arasında sulh te­min edildi” diye ulaştı; zira görgü tanıkları müşrik ve
    müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine
    yoğunlaştı ki Habeşistan’daki muhacirlerin hepsi değilse de çoğu Mekke’ye dönmüş
    ol­du. Bu olaydan sonra aradan geçen 100 yılda, Kureyşlilerin secde etmesi olayı
    bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşis­tan’daki
    müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı
    ve bazı çok mümtaz alim, muhaddis, müfessir ve tarihçi bunu kabullenmek zorunda
    kaldılar. İnsan, insandır. En bilgili ve imanı kuvvetli kişi bile hataya
    düşebilir. Din büyüklerine büyük bir hayranlık besleyenler ise dini coşku ve
    velvele yüzünden bazen hakikatlerle beraber mübalağalı hikâye ve olayları da
    gerçekmiş gibi kabul ediverirler. Kötü niyetli İnsanlar ise bu iyi, dürüst
    insanların sadece hata ve kötülüklerini bir yerde toplayıp bu zevat vasıtasıyla
    bize intikal eden hadis-i şerif ve hatta Kur’an-ı Kerim’in tümünün güvenilir
    olmayıp, hâşâ çöpe atılmaya lâyık olduğunu ispatlamaya çalışırlar.

    29.1.4.6. Mekke’ye
    Dönen Muhacirlerin Başlarından Geçenler

    Mekkeli kâfir ve müşriklerin müslüman olduğunu zanneden
    müslü­man muhacirler, Nübüvvetin 5. yılı Şevval’inde Habeşistan’dan yurtlarına
    hareket ettiler. İbn Sa’d’ın ifadesine göre muhacirlerin hepsi yurda döndü. İbni
    İshâk’a göre muhacirlerin bazısı döndü, bazısı da Habeşistan’da kaldı. Belazuri
    ise bütün muhacirlerin döndüğünü belirtmekte yetinmemiş, ayrıca onların kimlerin
    himayesine girdiğini de belirtmiştir. Bu muhacirler Mekke yakınlarına gelince
    Beni Kinâne’nin bir ferdiyle karşılaştılar ve ondan Kureyş’in durumunu öğrenmek
    istediler. O adam dedi ki: “Muham­med, Kureyş’in mabudları hakkında hayırlı
    sözler söyleyince herkes on­dan yana çıktı. Fakat o (Muhammed) mabudlarını
    tekrar kötülemeye baş­layınca, onlar (Kureyş) kendisine eskisinden daha sert
    davranmaya başla­dılar. Ve onu şimdi kendi haline bırakmış bulunuyoruz.” Bunun
    üzerine muhacirler arasında bir istişare yapıldı. Acaba Habeşistan’a tekrar
    dönül­meli miydi, yoksa gelmişken Mekke’ye girilmeli miydi? Herkes Mekke’ye
    dönme lehine karar verdi. Bunlardan her biri bir kabile reisinin himayesi­ne
    Tâlib oldu. Sadece Hz. İbni Mes’ud kimsenin himayesine giremedi ve bir müddet
    bekledikten sonra Habeşistan’a döndü. İbn Mes’ûd ile ilgili bu bilgiler İbni
    Sa’d, Belazuri ve bazı diğer yazarlar tarafından verilmiştir. Ama İbn’ul-Kayyım,
    “Zad-ul Me’âd” adlı eserinde İbni Mes’ûd’un Mek­ke’de kaldığını ifade etmiştir.
    Daha önce belirtiğimiz gibi İbni İshâk, ilk hicrete Hz. İbni Mes’ûd’un
    katılmadığını beyan etmiştir.

    Belâzuri’nin ifadesine göre Mekke’ye dönen müslüman muhacirler
    aşağıda belirlenen şekilde çeşitli eşraf ve kabile reisinin himayesine
    girdi­ler:

    1. Hz. Osman bin Affân’ı, Ebû Uhayha Sa’id bin el-As bin el-As
    hi­mayesi altına aldı.

    2. Hz. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia’yı, Ümeyye bin Halef
    hima­yesi altına aldı.

    3. Hz. Zübeyr bin el-Avvâm’ı, Zeme’a bin el-Esved himayesi
    altına aldı.

    4. Hz. Mus’ab bin Umeyr’i, Nadr bin el-Hâris bin Kelede himayesi
    al­tına aldı.

    5. Hz. Abdurrahman bin Avfı, Esved bin Abd-i Yeğûs himayesi
    altı­na aldı.

    6. Hz. Amir bin Rebi’a’yı, As bin Vâil Sehmi himayesi altına
    aldı.

    7. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm’u, Ahnes bin Şerik himayesi altına
    al­dı.

    8. Hz. Hâtıb bin Amr’ı, Huveytib bin Abdul-Uzza himayesi altına
    al­dı.

    9. Hz. Süheyl bin Beydâ’yı, kabilesinden bir kişi himayesi
    altına aldı. Ama bazı rivayetlere göre kendisi bir süre Mekke’de saklandı daha
    sonra Habeşistan’a döndü.

    Belazuri, Vakıdi’ye dayanarak ve İbni Hişâm, İbni İshâk’a
    dayanarak Hz. Osman bin Ma’zûn’un Velid bin Muğire’nin himayesine girdiğini,
    an­cak diğer müslümanların büyük zulüm ve işkenceye tabi olduklarını gö­rünce
    kendisinden utandığını, bir müşrikin himayesinde olmaktan üzüntü duyduğunu,
    sonra Velid bin Muğire’ye gidip şunları söylediğini yazmış­lardır: “Sizin
    himayenize hacetim yoktur. Bunu kaldırmanızı istiyorum.” Velid dedi ki:
    “Evlâdım, himayem sırasında iyilikten başka bir şey mi gördün? Kimse sana kötü
    muamelede mi bulunmuştur?” Hz. Osman bu soruya karşılık gerçek sebebi söylemedi
    ve bunları söylemekle yetindi: “Hayır, ben sadece Allah’ın himayesini istiyorum.
    O’nun dışında başka bi­rinin himayesine hacetim yoktur.” Velid bin Muğire dedi
    ki: “O halde Harem’e gidip, benim seni himayem allına aldığımı ilân ettiğim gibi
    sen de benim himayemden beraatını istediğini açıklayacaksın” dedi. Hz. Osman
    bunu memnuniyetle kabul etti. Sonra ikisi Harem’e gittiler. Orada Velid dedi ki:
    “Şu Osman benim himayemi iade etmeye gelmiştir”. Hz. Osman bin Ma’zun dedi ki:
    “Evet doğrudur. Velid’in himâyesi benim için dürüst ve vefalı bir insanın
    himayesi gibiydi. Ama bundan böyle Allah’tan başka kimsenin himayesini
    istemiyorum. Bu sebepten dolayı da onun (Velid’in) himayesini iade ediyorum.”

    Tam o sıralarda Arabistan’ın önde gelen şairlerinden Lebîd bin
    Rebi’a Mekke’ye geldi ve şiirlerini okurken şöyle bir mısra okudu:

    “Dikkat edin Allah’tan başka her şey batıldır.” Hz. Osman “çok
    doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine ikinci mısrası­nı okudu:

    “Ve her nimet er geç kaybolacaktır.”

    Hz. Osman “işte bu yanlıştır. Cennet gibi bir nimet hiçbir zaman
    yok olmaz” dedi. Lebid bu sözler üzerine sinirlendi ve Kureyşlilere dedi ki:
    “Pes doğrusu, sizlerle sohbet etmek ve sizlerle konuşmak şimdiye kadar böylesine
    rahatsız edici değildi.” Bunu duyan Beni Muğireli bir şahıs Hz. Osman’a bir
    tokat attı. Tokadın darbesiyle Hz. Osman’ın bir yüzü morardı. Velid bin Muğire
    alaylı bir edâ ile “Oğlum, bununla ne kazandın?” diye sordu. “Benim ikinci gözüm
    de böyle bir darbe istiyor” diye cevap verdi Hz. Osman. Velid dedi ki: “Halbuki
    sen iyi bir himaye altında idin.” Hz. Osman da cevap verdi: “Allah’a yemin
    ederim, bundan sonra Allah’tan başka kimsenin himayesine girmeyeceğim.” Bu
    konuşma devam ederken Hz. Abdullah bin Ebi Ümeyye bin Muğire, Hz. Osman’a elini
    kaldırmış olan şahsın burnunu kırdı.

    İbni Hişâm’ın İbni İshâk’a istinaden belirttiği gibi, Hz. Ebu
    Seleme (r.a.) dayısı Ebu Tâlib’in himayesine girmişti. Hz. Ebu Seleme, Ebu
    Tâlib’in kız kardeşi Berre binti Abdulmuttalib’in oğluydu. Bu konuyla ilgili
    olarak Beni Mahzumlular Ebu Tâlib’e dediler ki: “Siz kendi yeğeninizi hi­maye
    ediyorsunuz, buna bir şey demiyoruz. Ama bizim adamımızla ne il­giniz var? Onu
    da himayeniz altına almışsınız.” Ebu Tâlib kendilerine şu cevabı verdi: “Evet
    (Hz.) Muhammed benim yeğenimdir. Ama Ebu Sele­me de kız kardeşimin oğludur.
    Yeğenimi koruyabiliyorsam kardeşimin oğlunu neden korumayayım?” Beni Mahzumlular
    meseleyi uzatmak iste­diler ve epeyce tartıştılar. Bunun üzerine Ebu Leheb dedi
    ki: “Ey Kureyş­liler, şeyh ile yeterince tartıştınız. Siz onun himayesine giren
    adamları, hi­mayesinden çıkarmak için kendisine olanca baskıyı uyguluyorsunuz.
    Val­lahi onu rahatsız etmeyi bırakın, yoksa onunla beraber ben de sizi
    kovaca­ğım.” Beni Mahzumlular Ebu Leheb’in bu sözlerini dinleyince şaşırıp
    kal­dılar ve “Ebu Utbe, biz seni kızdırmak istemiyoruz” diyerek oradan
    ayrıl­dılar.

    Taberî’nin ifadesine göre Habeşistan’dan dönenlerden Hz. Osman
    bin Affân ile zevcesi Hz. Rukayye (r.a.), Hz. Ebu Huzeyfe ve zevcesi Sehle binti
    Süheyl bin Amr Mekke’de kaldılar ve Medine’ye yapılan hicrete ka­dar başka bir
    yere gitmediler. Ama, bu ifade pek güvenilir değildir. Zira İbn İshâk,
    Habeşistan’a giden muhacirlerin ikinci kafilesinde de bu zevâtın bulunduğunu
    yazmıştır. Ayrıca, Medine’ye hicretten önce Habe­şistan’dan Mekke’ye dönen 33
    erkek ve 8 kadından müteşekkil grupta da yine bunların ismi geçiyor. Tarihi
    kayıtlara göre bu muhacirlerden ikisi vefât etmiş, 7’si hapse atılmış ve 24’ü
    Bedir savaşına katılmışlardı.

    29.1.5.
    Habeşistan’a Yapılan İkinci Hicret

    Mekke’de müslümanlara yapılan baskı ve zulüm giderek artıyordu.
    Diğer taraftan Habeşistan’ın müslümanlar için emin bir yer olduğu ortaya
    çıkmıştı. Bu durumda Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habe­şistan’a
    hicret etmelerinin doğru olacağını tekrar belirtti. Bunun üzerine, Nübüvvet’ten
    sonra 6. yılda ve 615 Miladi yılının başında Habeşistan’a ikinci hicret yapıldı.
    Kureyşliler bu hicrete mani olmak için ellerinden ge­leni yaptılar, hicrete
    çıkanları tehdit etmeye çalıştılar ve yolda çeşitli güç­lükler çıkarmaktan geri
    kalmadılar; ama her şeye rağmen 80’den fazla er­kek ve 18-19 kadın Habeşistan
    yolunu tuttular ve oraya salimen vardılar. İbni Sa’d erkeklerin sayısının 83
    olduğunu, kadınlardan 11’inin Kureyşli diğer 7’sinin ise Kureyş’in dışından
    olduğunu kaydetmiştir. Bu 83 erkek­ten birinin Ammar bin Yasir olduğu ifade
    olunmuştur. Ancak İbni İshâk, Ammâr’ın kafilede olduğundan şüphe etmiştir.
    Vakıdi ile İbni Ukbe ise onun kafilede kesinlikle yer almadığını yazmışlardır.
    Bunun aksine İbn Abd-il-Berr ile Cezm, Hz. Ammar’ın Habeşistan’a gittiğini beyan
    etmiş­lerdir. Aynı şekilde bu muhacirler arasında Hz. Ebu Musa el-Eş’ari’nin de
    bulunduğu rivayet olunmuştur. Fakat kendisinin Mekke’yi terk etmediği sabittir.
    Kendisi elbette ki Mekke’ye gelip müslüman olmuştu, ama daha sonra memleketi
    olan Yemen’e dönmüştü ve orada İslâm’ı tebliğ ediyordu. Bundan sonra Hz. Ebu
    Musa kendi kavminden 52-53 kişiyle birlikte bir tekneye binip Yemen’den ayrıldı;
    ama rüzgârın etkisiyle Habeş sahillerine ulaştı. İşte o zaman Habeşistan’da
    bulunan muhacirlerle karşılaştı. Sahih hadislerde Hz. Ebû Mûsa Eşari bizzat şu
    ifadelerde bulunmuştur: “Biz Yemen’de iken Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberlik
    makamına yükseldiğini duyduk. Bir gemiye bindik; ama gemimiz bizi Habeşistan’a
    götürdü. Ora­da Ca’fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk. Daha sonra Hayber’in fethi
    sırasında onlarla beraber Hayber’e gittik.” İbni Sa’d da Ebu Musa el-Eş’arî’nin
    şu sözlerini nakletmiştir: “Biz Yemen’den kendi kavmimizden 50’dcn fazla kişiyle
    birlikte yola çıktık ve tekne bizi Necâşî’nin memleketine götürdü. Orada Hz.
    Ca’fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk.”

    29.1.5.1.
    Habeşistan’a İkinci Hicret İçin Giden Kafile

    Bu hicretin önemi, İbn Hişâm’ın kendi siyer kitabında İbni
    İshâk’a da­yanarak verdiği muhacirlerin listesiyle belli oluyor. Liste şöyledir:

    Beni Hâşim’den:

    1. Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib (r.a.)

    2. Hz. Ca’fer’in zevcesi Esma binti ‘Umeys Has’amiyye Beni
    Ümeyye’den:

    3. Hz. Osmân bin Affân (r.a.)

    4. Hz. Osman’ın zevcesi; Hz. Rukayye binti Rasûlullah (a.s.)

    5. Amr bin Sa’id bin el-As (Ebu Uhayha’nın oğlu).

    6. Hz. Amr’ın karısı Hz. Fatma binti Safvân (Beni Kinâne’den)

    7. Hz. Hâlid bin Sa’id bin el-As (Hz. Amr’ın kardeşi)

    8. Hz. Hâlid’in karısı, Hz. Ümeyye binti Halef (Humeyne olarak
    da okunur).

    Beni Ümeyye’nin Müttefikleri:

    9. Hz. Abdullah bin Cahş (Beni Dûdân’dan olup Hz. Zeyneb’in
    kardeşiydi).

    10. Abdullah’ın kardeşi Ubeydullah bin Cahş (bu adam daha sonra
    Habeşistan’da Hıristiyan olarak öldü).

    11. Hz. Abdullah’ın karısı Hz. Ümm-ü Habibe (Ebû Sufyân’ın kızı
    olup, Habeşistan’da iken imparator Necâşî’nin vasıtasıyla

    Hz. Peygamber (a.s.)’in zevcesi olmuştu).

    12.  Hz. Kays bin Abdullah (Beni Esed bin Huzeyme’den)

    13. Hz. Kays’ın karısı Hz. Bereke binti Yesâr (Ebû Sufyân’ın
    serbest bıraktığı hizmetçisi)

    14. Hz. Mu’aykib bin Ebi Fâtıma (Devs kabilesinden) Beni Abd-i
    Şems bin Abd-i Menaf tan:

    15. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia

    Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin Müttefiklerinden:

    16. Hz. ‘Utbe bin Gazvan (Beni Kays bin Aylân’dan) Beni Esed bin
    Abdul-Uzza bin Kusayy’dan:

    17. Hz. Zübeyr bin el-Avvam bin Huveylid (Hz. Hatice’nin yeğeni)

    18. Hz. Esved bin Nevfel bin Huveylid (Hz. Hatice’nin yeğeni)

    19. Hz. Yezid bin Zeme’a bin Esved bin Muttalib

    20. Hz. Amr bin Ümeyye bin Hâris bin Esed Beni Abd-i bin
    Kusayy’dan:

    21. Hz. Tuleby bin Umeyr bin Vehb Beni Abdü’d-Dâr’dan:

    22. Hz. Mus’ab bin Umeyr bin Hâşim

    23. Hz. Süveybit bin Sa’d

    24. Hz. Cehm bin Kays

    25. Hz. Cehm’in zevcesi, Umm-u Harmele binti Abdü’l-Esved

    26. Hz. Amr bin Cehm (Cehm’in oğlu)

    27. Hz. Huzeyme bin Cehm (ikinci oğlu)

    28. Hz. Ebû er-Rûm bin Umeyr bin Hâşim (Hz. Mus’ab’ın kardeşi)

    29. Hz. Firaş bin Nadr bin Hâris bin Kelede

    Beni Zühre’den:

    30. Hz. Abdurrahman bin Avf

    31. Hz. Amir bin Ebi Vakkas (Hz. Sa’d’in kardeşi)

    32. Hz. Muttalib bin Ezher

    33. Hz. Muttalib’in zevcesi, Ramle binti Ebi Avf

    Beni Zühre’nin Müttefikleri:

    34. Hz. Abdullah bin Mes’ud (Huzeyl kabilesinden)

    35. Hz. Utbe bin Mes’ûd (Abdullah’ın kardeşi)

    36. Hz. Mikdad bin Amr (Esved’in evlâtlığı)

    Beni Teym’den:

    37. Hz. Hâris bin Hâlid (Hz. Ebû Bekr’in dayı oğlu)

    38. Hz. Haris’in karısı Rayt bint ul-Hâris

    39. Hz. Amr bin Osman (Hz. Talha’nın amcası)

    Beni Mahzûm’dan:

    40. Hz. Ebû Seleme bin Abdul-Esed (Hz. Peygamber (a.s.)’in süt
    kardeşi ve teyze oğlu)

    41. Hz. Ebu Seleme’nin zevcesi Hz. Ümm-ü Seleme (Daha sonra
    Rasûlullah (a.s.)’ın zevcesi oldu)

    42. Hz. Şemmas bin Osman (Utbe bin Rebi’a’nın yeğeni)

    43. Hz. Hebbâr bin Süfyân

    44. Hz. Abdullah bin Süfyân; (Hz. Hebbâr’ın kardeşi. Bazı
    tarihçiler adını Ubeydullah yazmıştır).

    45. Hz. Hişâm bin Ebi Huzeyfe bin Muğire (Bazı yazarlar adını
    Hâşim olarak yazmıştır).

    46. Hz. Seleme bin Hişâm bin Muğire (Ebû Cehl’in kardeşi)

    47. Hz. Ayyaş bin Ebî Rebi’a (Ebû Cehl’in kardeşi)

    Beni Mahzûm’un Muttefikleri:

    48. Hz. Mu’attib bin Avf (Beni Huzâ’a’dan)

    49. Hz. Osman bin Ma’zun (Hz. Ömer’in eniştesi)

    50. Hz. Saib bin Osman (Hz. Osman’ın oğlu)

    51. Hz. Kudâme bin Ma’zun (Hz. Osman’ın kardeşi)

    52. Hz. Abdullah bin Ma’zun (Hz. Osman’ın kardeşi)

    53. Hz. Hâtib bin el-Hâris

    54. Hz. Hatib’in karısı Hz. Fâtıma binti Mücellil Amiriyye

    55. Hz. Muhammed bin Hâtib (Hz. Hatib’in oğlu)

    56. Hz. Hâris bin Hâtib (Hz. Hatib’in oğlu)

    57. Hz. Hattâb bin el-Hâris (Hz. Hatib’in kardeşi)

    58. Hz. Hattâb’ın karısı Fukeyhe binti Yesâr

    59. Hz. Süfyân bin Ma’mer

    60. Hz. Câbir bin Süfyân (Sufyân’ın oğlu)

    61. Hz. Cünade bin Süfyân (Sufyân’ın oğlu)

    62. Hz. Hasene (Hz. Sufyân’ın karısı)

    63. Hz. Şurahbil bin Hasene (Hz. Hasene’nin ikinci kocasından
    doğan oğlu)

    64. Hz. Osman bin Rebi’a bin Ühbân

    Beni Sehm’den:

    65. Hz. Huneys bin Huzâfe (Hz. Ömer’in damadı)

    66. Hz. Abdullah bin Hâris

    67. Hz. Hişâm bin As bin Vâil (Amr’ın kardeşi)

    68. Hz. Kays bin Huzâfe

    69. Hz. Ebû Kays bin Hâris

    70. Hz. Abdullah bin Huzâfe

    71. Hz. Hâris bin Hâris bin Kays

    72. Hz. Ma’mer bin Hâris bin Kays

    73. Hz. Bişr bin Hâris bin Kays

    74. Hz. Sa’id bin Amr (Benî Temim’den)

    75. Hz. Sa’id bin Haris bin Kays

    76. Hz. Saib bin Haris bin Kays

    77. Hz. Umeyr bin Ri’âb

    Beni Sehm’in Müttefikleri:

    78. Mahmiyye bin el-Cez’ (Beni Zübeyd’den) Beni Adiyy’den:

    79. Hz. Ma’mer bin Abdullah bin Nadle

    80. Hz. Urve bin Abdul-Uzza (Bazıları Urve bin Ebi Üsase bin
    Abdul-Uzza yazmıştır)

    81. Hz. Adiyy bin Nadle

    82. Hz. Adiyy’in oğlu Nu’mân bin Adiyy

    Beni Adiyy’in Müttefikleri:

    83. Hz. Amir bin Rebi’at ul-‘Anzi

    84. Hz. Amir’in karısı, Hz. Leylâ binti Ebi Hasme

    Beni Amir bin Lueyy’den:

    85. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm

    86. Hz. Ebû Sebre’nin zevcesi Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr

    87. Hz. Abdullah bin Mahreme

    88. Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr

    89. Hz. Salit bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

    90. Hz. Sekrân bin Amr (Süheyl bin Amr’ın kardeşi)

    91. Hz. Sevde binti Zemc’a (Daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)’in
    zevcesi oldu)

    92. Hz. Mâlik bin Zemc’a (Hz. Sevde’nin kardeşi)

    93. Hz. Mâlik’in karısı ‘Amre bint üs-Sa’dî (bazı yazarlar adını
    ‘Umeyre yazmışlardır).

    94. Hz. Hâtıb (ya da Ebû Hâtıb) bin Amr.

    Beni Amir’in Müttefikleri:

    95. Hz. Sa’d bin Havle veya Havele (Yemenli idi)

    Beni el-Hâris bin Fihr’den:

    96. Hz. Ebû ‘Ubeyde bin el-Cerrâh

    97. Hz. Süheyl bin Beyda

    98. Hz. Amr bin Ebi Sert

    99. Hz. ‘İyâd bin Züheyr (bazı yazarlar bu zâtın yerine Rebi’a
    bin Hilal’in adını yazmışlardır)

    100. Hz. Amr bin el-Hâris bin Bâheyr

    101. Hz. Osman bin Abdi Ğanem bin Züheyr

    102. Sa’d (ya da Sa’id) bin Abd-i Kays

    103. Hâris bin Abd-i Kays.

    29.1.5.2.
    Habeşistan’a İkinci Hicret’in Mekke’de Yarattığı Tepkiler

    Bu hicret, sert tepki ile karşılandı ve Mekke’de adeta her evde
    bir ma­tem başladı. Zira Kureyş’ten küçük, büyük hiçbir aile yoktu ki, bunun
    fert­leri Habeşistan’a giden ikinci kafilede yer almış olmasın. Birinin oğlu
    git­mişse, öbürünün de kızı veya damadı hicret etmişti. Birinin karısı gitmişse
    öbürünün kardeşi veya babası. Ebu Cehl’in öz kardeşi Seleme bin Hişâm, onun
    amcazadesi Hişâm bin Ebi Huzeyfe ve ‘Ayyaş bin Ebi Rebia ve am­ca kızı Hz. Ümmü
    Seleme, Ebû Sufyân’ın kızı Ümm-ü Habibe, “Utbe bin Rebi’a’nın oğulları, Hind’in
    öz kardeşi Ebû Huzeyfe, Süheyl bin Amr’ın kardeşi, oğulları, kızları ve damadı
    ve bunun gibi Kureyş’in ileri gelen bü­tün kabile reislerinin ve İslâm düşmanı
    liderlerin öz evlâtları İslâm dini için evlerini, barklarını, ailelerini ve
    yurtlarını terk edip yabancı bir ülkeye sığınmışlardı. Bu sebeple, Mekke’de bu
    hicretten etkilenmeyen tek bir ev veya aile yoktu. Bu olay ise İslam
    düşmanlarını daha da sertleştirdi ve on­lar eskisine oranla daha gaddarca
    hareket etmeye başladılar. Bazıları ise Hak dininin artan gücüne karşı yenik
    düştüklerini kabul ettiler ve müslü­man oldular.

    29.1.6. Hz. Ebû
    Bekr (r.a.)’in Hicret’e Niyetlenmesi

    Kureyş, bu ağır darbe ve yaradan henüz kurtulmamışken başka bir
    yara aldı: Hz. Ebû Bekr gibi nüfuzlu ve üstün zekâlı bir şahsiyet de Haz­reti
    Peygamber (a.s.)’den izin alarak diğer muhacirlerle birleşmek üzere Mekke’den
    ayrıldı. Buhârî’de yer alan Hz. Ayşe’nin rivâyetine göre Hz. Ebû Bekr,
    Berk’ul-Ğimâd’a[3]
    varınca Kare kabilesinin reisi İbn üd-Düğunne (ya da İbnü’d-Dağine) ile
    karşılaştı. İbni İshâk’ın Hz. Ayşe, ‘Urve ve Zührî’ye dayanarak kaydettiği
    rivâyete göre Hz. Ebû Bekr henüz Mek­ke’den bir-iki günlük mesafede iken bu zât
    ile karşı karşıya geldi. Bu ka­bile reisi, Hz. Ebû Bekr’e “hayır ola, Ebû Bekr
    nereye böyle?” diye sordu. Ebû Bekr de “halkım beni memleketimden çıkarmıştır.
    Bana çok eziyet vermiş, hayatımı çekilmez hale getirmiştir” dedi. İbn üd-Düğunne
    dedi ki: “Olur

    mu Ebû Bekr, senin gibi bir adam kovulur mu? Vallahi, sen
    toplu­mumuzun ziynetisin. Fakir ve zavallı insanlara sadaka ve ihsanda
    bulu­nursun, herkese merhamet gösterirsin, kimsesiz ve çaresiz insanların
    yü­künü taşırsın. Konukseversin, iyi ve hayırlı işlerde yardım edersin. Haydi
    dön, ben seni kendi himayemin altına alıyorum. Sen kendi şehrinde Al­lah’ına
    ibadet etmeye devam et.” Velhasıl, bu kabile reisi Hz. Ebu Bekr’i Mekke’ye geri
    getirdi ve Mekkeli eşrafın yanına giderek onlara dedi ki: “Ebu Bekr gibi
    muhterem bir zât buradan çıkmaz ve çıkarılamaz. Siz bun­ca meziyetlere sahip
    olan bir kişiyi mi kovuyorsunuz?” İbni İshâk’ın rivâyetine göre İbn üd-Düğunne
    Mekke’de şu duyuruyu yaptı: “Ben Ebû Kuhafe’nin oğluna emân verdim. Bundan sonra
    kimse ona iyilikten başka bir muamele yapmasın.” Kureyşliler İbn üd-Düğunne’nin
    himaye ve emânını reddetmedi, ama şu şartı ileri sürdüler: “Ebû Bekr (r.a.)
    evinde nasıl isterse Rabbine ibadet etsin, ne isterse yapsın. Ama ibadetini
    yüksek sesle yapıp bizi rahatsız etmesin. Evinin dışında da dua filan etmesin.
    Çünkü bu şekilde kadın ve çocuklarımızın kendilerini fitneye kaptıracak­larından
    endişe ediyoruz.” (Hâfız İbni Hacer, Hz. Ebû Bekr’in bu şekilde ne kadar zaman
    kaldığının tesbit edilemediğini yazmıştır). Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr evinin
    içinde bir mescid yapıp orada namaz kılmaya ve Kur’an okumaya başladı. Sesi
    öylesine güzel ve okuyuşu öylesine cazibeli idi ki, ibadet ettiği ve Kur’an-ı
    Kerim okuduğu sırada evinin etrafını kadın ve çocuklar sarıp kendisini can
    kulağıyla dinlerlerdi. Rivayetlere göre Hz. Ebu Bekr (r.a.) Kur’an-ı Kerim’i
    tilâvet ederken umumiyetle hüngür hün­gür ağlamaya başlardı ve dinleyenler daha
    da fena olurlardı. Bu durumu gören Kureyşli kabile reisleri hayli endişelendiler
    ve derhal İbn üd-Düğunne’yi çağırıp kendisine şöyle dediler: “Biz senin hatırın
    için kendisine emân vermiştik, şu şartla ki, kendi evinde sessizce Rabbine
    ibadet etsin. Fakat o evinin avlusunda bir cami yapıp alenen namaz kılmaya ve
    yüksek sesle Kur’an okumaya başlamıştır. Bu tavrı yüzünden kadın ve
    çocukları­mıza fitnenin bulaşacağından korkuyoruz. Lütfen onu böyle yapmaktan
    alıkoy. Ya evinde sakin sakin Rabbine ibadet etsin, ya da bu işi alenen yapmakta
    ısrar ediyorsa ondan himayeni geri al; zira senin himayen de­vam ettiği müddetçe
    biz uygunsuz bir şey yapmak istemiyoruz.” İbn üd-Düğunne Hazreti Ebû Bekr
    (r.a.)’e gitti ve dedi ki: “Bir kişiye eman ver­dim; ama bu emân’ın ihlâl
    edildiğini Arabistan’da herkesin söylemesini is­temiyorum.” Bunun üzerine Hz.
    Ebû Bekr (r.a.) dedi ki: “Pekiyi ben senin himayeni iade ediyorum ve Allah’ımın
    himayesine girmeyi kabul ediyo­rum.” İbn üd-Düğunne bundan sonra Kureyşlilere
    geldi ve Hz. Ebû Bekr’in himayesini kendisine geri verdiğini, artık aralarındaki
    ihtilâfı ken­dilerinin halletmelerinin gerektiğini söyleyip çekip gitti.

    29.1.7.
    Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş’in Necâşî’ye Heyet Göndermesi

    Habeşistan’a müslümanların ikinci hicretinden sonra Kureyşli
    kabile reisleri kafa kafaya verdiler ve bu durumun içinden çıkmayı plânladılar.
    Varılan karara göre; Abdullah bin Ebi Rebi’a (Ebû Cehl’in üvey kardeşi) ve Amr
    bin As kıymetli hediyelerle Habeşistan’a gidecekler ve Habeş İmparatoru
    Necâşî’yi, Mekkeli müslüman muhacirleri geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye
    çalışacaklardı.

    Konuyla ilgili rivayetler şöyledir:

    a- Hazreti Ümm-ü Seleme (r.a.)’nin Rivâyeti:

    Kendisi de Habeşistan’a giden muhacirlerden biri olan
    Ümmül-Mü’minin, Hz. Ümm-ü Seleme bu hususta ayrıntılı bir rivayet anlatmıştır.
    Bu rivayet, İbni İshâk ve İmam Ahmed tarafından naklolunmuştur. Ken­disinin
    ifadesine göre, “Kureyş’in bu iki ünlü diplomasi uzmanı ve elçisi (Abdullah ile
    Amr) peşinden Habeşistan’a geldiler. Bunlar önce Necâşî’nin sarayındaki ileri
    gelenlere bolca hediye ve ikramda bulunarak onla­rın imparator ile konuşup
    muhacirleri Mekke’ye geri göndermesi konu­sunda ikna etmeye çalışmalarını
    söylediler. Daha sonra Necâşî ile görüş­tüler ve kendisine kıymetli armağanlar
    verdikten sonra dediler ki: “Şehri­mizden bazı başı boş gençler size gelip
    sığınmışlardır. Milletimizin eşrafı, onları iade etmenizi istememiz için bizi
    size göndermişlerdir. Bu gençler hem bizim dinimizden çıkmış, hem de sizin
    dininize girmemişlerdir ve kendilerine başka bir din icat etmişlerdir.”
    Elçilerin bu sözleri biter bitmez saraydakiler hemen söze karıştılar ve koro
    halinde “evet majesteleri, bu adamlar iade edilmelidir. Bunların ne biçim
    adamlar olduğunu milletleri daha iyi bilir. Onları burada barındırmak iyi olmaz”
    demeye başladılar. Fakat Necâşî öfkelendi ve dedi ki: “Ben onları bu şekilde
    iade edemem. Kendi memleketlerini terk edip benim memleketime itimad etmiş ve
    bura­ya sığınmış olanlara vefasızlık edemem. Önce ben onları yanıma çağırıp
    durumu tahkik edeceğim ve bu elçilerin söylediklerinin ne kadar doğru ol­duğuna
    bakacağım.” Bundan sonra sahabeler, Necâşî’nin sarayına çağrıl­dılar.

    “Necâşî’nin mesajı geldikten sonra muhacirler bir araya gelerek
    bir durum muhakemesi yaptılar ve Kral’a ne diyeceklerini tesbit etmeye
    çalış­tılar. Daha sonra hepsi, Necâşî kendilerine ister sığınma hakkı versin,
    ister vermesin Rasûlullah (a.s.)’ın kendilerine yaptığı vaaz ve telkinin
    aynısını açıklamaya oybirliğiyle karar verdiler. Sonra Necâşî’nin sarayına
    vardılar. Necâşî kendilerine dedi ki, “siz ne yaptınız? Kendi ulusal dininizi
    terk ettiniz ve bizim de dinimize girmediniz. Dünyanın başka herhangi bir dinini
    de kabul etmediniz. Sizin bu yeni dininiz nedir, Allah aşkına?” Bunun üzerine
    muhacirler adına Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib yerinden kalkıp irtica­len bir konuşma
    yaptı. Hz. Ca’fer konuşmasında, ilk önce Cahiliyye döne­minde Arapların dini,
    ahlâki ve içtimai bozukluklarından bahsetti; daha sonra sözü Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in bi’setine getirdi, onun öğretilerini anlattı. Hz. Peygamber (a.s.)’e
    tabi olanlara yapılan mezâlimi dile getirdi ve dedi ki: “Biz sizin memleketinize
    geldik, memleketinizde bize zulüm yapılmayacağını umut ediyorduk”[4].
    Necâşî bu konuşmayı dinledikten sonra dedi ki: “Allah tarafından Peygamberinize
    geldiğini söylediğiniz kelam’dan bir parça bana da okur musunuz? Hazreti Ca’fer
    bunun üzerine Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) ile ilgili olan Meryem sûresinin ilk
    bölümünü okudu. Necâşî bunu dinliyor ve ağlıyordu; o kadar ki, sakalı göz
    yaşlarıy­la ıslandı. Sadece o değil, onun din adamları, rahipleri ve saraydaki
    bütün herkes gözyaşları döktü. Hazreti Ca’fer bin Ebi Tâlib, Kur’an-ı Kerim’in
    tilâvetini bitirince Kral Necâşî şöyle dedi: “Şüphesiz, bu kelâm ve Hz. Îsa’nın
    getirdiği kelâm aynı kaynaktan çıkmıştır. Vallahi, ben sizi onlara (Kureyş’e)
    teslim etmeyeceğim.” Sonra Kureyşli elçilere şöyle dedi: “Siz geri
    gidebilirsiniz. Vallahi, ben bunları size teslim edemem. Asla ede­mem.”

    “Abdullah bin Ebî Rebî’a hakkımızda (müslümanlar hakkında)
    yumu­şak bir tavır içinde idi ve bizim kurtulmamızı istiyordu. Fakat Amr bin
    el-As dedi ki, “vallahi ben yarın kendilerine öyle deliller sunacağım ki,
    bun­lar (müslümanlar) burada barınamazlar. Ben Necâşî’ye diyeceğim ki, bun­lar
    İsâ bin Meryem’in sadece bir kul olduğuna inanırlar.” Abdullah dedi ki: “Boş
    ver, böyle yapma. Bunlar bizim muhaliflerimiz olabilirler, ama ne de olsa
    bizdendirler ve biz aynı millete bağlıyız. Bunların üzerimizde bir takım hakları
    vardır.” Amr bin el-As ise söylediklerine hiç kulak as­madı. Ertesi gün
    Necâşî’nin huzuruna çıkıp şöyle dedi: “Majesteleri, lüt­fen bunları çağırıp
    kendilerine sorar mısınız; Îsa bin Meryem hakkında ne düşünüyorlar? Bunlar Hz.
    Îsa (a.s.) hakkında kötü şeyler söylerler.” Bu­nun üzerine Necâşî müslümanları
    tekrar huzuruna çağırdı. Müslümanlar Amr bin el-As’ın nasıl bir oyun
    tezgahlamakta olduğunu gayet iyi biliyor­lardı. Onun için, onlar bir araya
    gelerek, Necâşî’ye Hz. Îsa (a.s.) hakkında neler söylenmesi gerektiğini tesbit
    ettiler. Durum çok kritikti ve herkes te­dirgindi. Ama bu defa da müslümanlar,
    her ne olursa olsun, kendilerine Hz. Peygamber (a.s.)’in öğrettiklerini dile
    getireceklerine karar verdiler. Velhasıl, bunlar Necâşî’nin sarayına gittiler ve
    Necâşî kendilerine Amr bin el-As’ın sorusunu tekrarlayınca, Hz. Ca’fer bin Ebi
    Tâlib hiç çekinme­den dedi ki: “O (Hz. Îsa) Allah’ım kulu ve peygamberidir. O
    Allah’ın baki­re Meryem’e ilkâ etmiş (indirmiş) olduğu bir kelime ve rûh’tur.”
    Bunu duyduktan sonra Necâşî yerden bir kürdanlık (ya da bir odun parçası)
    kal­dırıp dedi ki: “Vallahi, senin dediklerinden, Hazreti Îsa bu kürdanlık kadar
    daha fazla değildi.” Bunu der demez saraydaki nedimleri ve diğer görevli­leri
    kıyameti kopardılar ve böyle bir şeye tahammül edemeyeceklerini söylediler.
    Fakat Necâşî dedi ki: “Siz ne derseniz deyin, gerçek budur.” Sonra biz (müslüman
    muhacirlere) dedi ki: “Gidin, siz memleketimde hu­zur ve mutluluk içinde
    yaşayabilirsiniz. Size kötü sözler söyleyen veya kötü muamele yapan
    cezalandırılacaktır. İnanın, bana altından bir dağ da verilse onun karşılığında
    sizi rahatsız etmek istemiyorum.” Daha sonra, “benim bunlara ihtiyacım yoktur”
    diyerek Arap elçilerine hediyelerini geri verdirdi ve şunları ekledi: “Cenab-ı
    Allah memleketi bana geri verdiği za­man benden rüşvet almamıştı. Ben şimdi
    O’ndan O’nun işiyle ilgili rüşvet mi alayım?”

    b- Hz. Abdullah bin Mes’ud’un Rivâyeti

    Bu olayın görgü tanıklarından biri de bu toplantıya ve
    tartışmalara katılan, Hz. Abdullah bin Mes’ud’du. Müsned-i Ahmed ve Taberânî’de
    yer alan rivâyetine göre; Kral Necâşî, müslüman muhacirleri yanına çağırdığı ve
    Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib (r.a.) Rasûlullah (a.s.)’ın öğretilerini kendisine
    anlattığı sırada kendileri için şöyle dedi: “Vallahi, bunlar bizim Hz. Îsa
    (a.s.) hakkında söylediklerimizden daha fazlasını (değişiğini) söylemiyor­lar.
    Bravo size ve size gelen şahsiyete (Rasûlullah’a). Ben onun Allah’ın rasûlü
    olduğuna şehâdet ediyorum. Adı İncil’de geçen peygamber odur ve Hz. Îsa bin
    Meryem’in müjdelediği resûl de odur.”

    Hz. Abdullah bin Mes’ud’un rivâyetinde şunlara da yer
    verilmiştir: “Kureyş’in iki elçisi Necâşî’nin huzuruna çıkıp önce secde ettiler
    ve daha sonra sağında ve solunda oturdular. Daha sonra dediler ki, “Bizim kabile
    ve milletimizden bazı kimseler size gelmişlerdir. Bunlar bizden ve dini­mizden
    ayrılmışlardır.” Bunun üzerine Necâşî müslümanları çağırdı. Haz­reti Ca’fer bin
    Ebi Tâlib bize dedi ki, “ben bugün hepiniz adına konuşaca­ğım.” Bu yüzden
    hepimiz onun arkasından Necâşî’nin divanına çıktık. Hz. Ca’fer (r.a.) divana
    girdikten sonra herkese selâm verdi. Nedimler dedi ki, “niye secde etmiyorsun?”
    Hz. Ca’fer dedi ki: “Biz Allah’tan başka kimse­ye secde etmeyiz.” Bundan sonra
    Hz. Ca’fer konuşmasını yaptı ve Hazreti Peygamber (a.s.) ile talimatından söz
    etti ve daha sonra lafı, Hz. Îsa bin Meryem’e getirdi. Hz. Abdullah’ın
    rivâyetinde Necâşî’nin Hz. Peygamber (a.s.)’in peygamberliğini tasdik ettikten
    sonra şöyle dediği de kaydedil­miştir: “Allah’a yemin ederim, eğer krallık
    işleriyle uğraşmamış olsaydım, ben O’nun (Rasûlullah) huzuruna çıkıp pabuçlarını
    çıkartıp O’na abdest aldırırdım.”

    c- Hz. Ebû Mûsâ el-Eş’ari’nin Rivâyeti

    Buna benzer bir rivâyet Hâfız Ebû Nuaym ve Beyhakî’nin
    naklettiği, Hz. Ebû Mûsa el-Eş’ari’ninkidir. Bu rivayette şu ilâve bilgiler yer
    almıştır: “Müslüman muhacirlerin Habeşistan Kralı Necâşî’ye varmasından önce
    Kureyşlilerin heyeti kendisini kandırmak ve yanıltmak için şunları söyle­di:
    “Göreceksiniz bunlar (müslümanlar) size secde etmeyeceklerdir”. Biz
    (müslümanlar) Necâşî’nin divanına vardığımızda rahipler ve din adamları dediler
    ki, “Krala secde edin.” Hz. Ca’fer “Biz Allahu azze ve celâl’den başka kimseye
    secde etmeyiz” dedi. Biz daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkınca kendisi Hazreti
    Ca’fer’e dedi ki: “Senin bana secde etmene ne en­gel var?” Hz. Ca’fer yine
    kendilerinin “Allah’tan başka kimseye secde et­mediklerini” bildirdi. Bundan
    sonra Hz. Abdullah bin Mes’ûd’un beyan et­tiği rivayet vardır. Sonunda da şu
    cümle eklenmiştir: “Necâşî bize; ‘mem­leketimde ne kadar kalmak isterseniz
    kalın’ dedi ve bizim için yiyecek ve giyecekler verdi.”

    d- Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib’in Rivâyeti:

    Hâfız bin Asâkir ile Taberânî, bizzat Hazreti Ca’fer bin Ebi
    Tâlib’in rivâyetini oğlu Abdullah’a dayanarak nakletmişlerdir. Bu rivâyette yer
    alan ilâve bilgiler şunlardır: “Kureyş’in heyetinin şikâyetine cevap verir­ken,
    biz, onlarla bizim aramızdaki dinî ihtilâftan söz ettik. Necâşî bunun üzerine
    elçilerine şunu sordu: “Bunlar köleleriniz midir?” Onlar “hayır” dediler. Onlara
    tekrar sordu, “onlar size borçlu mudur?” Onlar yine “ha­yır” dediler. Sonra dedi
    ki, “o halde bıraksanıza onları.” Daha sona Hz. Ca’fer de diğer râviler gibi;
    Amr bin el-As’ın, haklarında Necâşî’ye şikâyet ettiğini, Hz. Îsa bin Meryem
    hakkındaki akidelerimizin ne olduğunu sor­masını istediğini ve kendisinin bu
    akideyi açıklamasından sonra Necâşî’nin bunları tasdik ettiğini belirtmiştir.
    Rivâyetin sonunda şu cüm­lelere yer verilmiştir: “Necâşî, ‘umarım burada sizi
    kimse rahatsız etmi­yordur” diye bize sordu. Biz “evet” dedik. Bunun üzerine
    kraliyet emri çı­karıldı; “kim bu muhacirleri rahatsız ederse dört dirhem para
    cezasına çarptırılacaktır”. Necâşî, “bu sizin için yeter mi?” diye sordu. Biz
    “hayır” dedik. Bunun üzerine Necâşî, para cezasını iki misline çıkardı.”

    29.1.8.
    Muhâcirlerin Örnek Davranışı

    Böylelikle, Habeşistan’a hicret eden müslümanlar, sadece iman
    ettik­leri dinin ve kendi dini inançlarının kuvvetli ve sağlam olduğunu
    ispatla­madılar; ayrıca imanları için evlerini, ailelerini, akrabalarını ve
    işlerini, mallarını, şehirlerini ve vatanlarını terk edip her türlü eziyeti
    çekmeye hazır olduklarını ispatladılar. Sadece bu değil, sürgün ve muhacerette
    hiç­bir destek ve dayanakları yokken bile Hak konusundan en ufak bir taviz
    vermeye hazır olmadıklarını gösterdiler. Muhacirlerin, özellikle, Kral
    Necâşî’nin bütün nedim ve görevlilerinin, düşmanlarından rüşvet alıp on­ları
    teslim etme hazırlığında iken, herkesin önünde Hz. Îsa ile ilgili İs­lâm’ın
    gerçek akide ve inancını açıklamaktan çekinmediler. Böyle bir nâ­zik anda
    Hıristiyanlığın temel inançlarını oluşturan felsefe ve kurallarla il­gili
    İslâm’ın gerçek talimatının açıklanması, Kral Necâşî’nin sinirlenip mazlum
    müslümanları Kureyşli elçilere teslim etmesi ihtimâlini kuvvet­lendirebilirdi.
    Fakat buna rağmen müslümanlar Hak sözünü söylemekten geri kalmadılar ve hiçbir
    şeyden korkmadılar. Bu davranış da, İslâmî da­veti ne kadar sağlam ve temiz
    karakterli insanların kabul ettiğini ortaya koydu.

    29.1.9.
    Habeşistan’dan Bir Hıristiyan Heyetinin Mekke’ye Gelmesi

    Habeşistan’a giden ve orada bir müddet kalan müslüman
    muhacirlerin güzel ahlâk ve temiz karakterlerinin Habeşlileri nasıl etkilediği,
    Habeşis­tan’dan 20 Hıristiyan’dan oluşan bir heyetin Mekke’ye gelip Hazreti
    Pey­gamber efendimiz (a.s.) ile görüşmesiyle anlaşılmış oluyor.

    İbni Hişâm ile Beyhâki ve diğer yazarlar bu vak’ayı Hazreti
    Muham­med bin İshâk’a dayanarak nakletmişlerdir ki şöyledir: Müslümanların
    Habeşistan’a hicret etmelerinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvve­ti ve
    İslâmî daveti ile ilgili haberler Habeşistan’ın dört yanına yayıldı. Bu­nun
    üzerine 20 Hıristiyan’dan müteşekkil bir heyet durumu bizzat yerinde incelemek
    üzere Mekke’ye geldi ve Hz. Muhammed (a.s.) ile Mescid-i Haram’da görüştü. (Bir
    rivayete göre, heyet Hz. Peygamber (a.s.) ile Top­lantıda görüştü). Heyetin
    gelmesi üzerine Kureyşliler de orada toplandılar. Heyetin üyeleri Hazreti
    Peygamber (a.s.)’e bazı sorular sordular ve Rasûlullah (a.s.) da bunlara gereken
    cevabı verdi. Hazreti Peygamber (a.s.) da­ha sonra heyettekileri İslam’a davet
    etti ve onlara Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler okudu. Kur’an-ı Kerim’in
    etkileyici sözlerini dinleyince, heyetteki­lerin gözleri yaşardı ve onlar bunun
    Allah’ın kelâmı olduğunu tasdik etti­ler ve Rasûlullah (a.s.)’a iman ettiler.
    Toplantı bitince Ebu Cehl ve adam­ları heyetin yolunu keserek onları azarladılar
    ve şöyle dediler: “Yahu, siz ne biçim adamlarsınız? Sizin dindaşlarınız sizi, bu
    adamın (Hz. Muham­med) nasıl olduğunu ve ne yaptığını araştırmak üzere buraya
    gönderdiler. Fakat siz yanına oturur oturmaz kendi dininizi terk edip ona iman
    ettiniz. Sizin gibi aptal ve enayileri hayatımızda görmedik.” Bunun üzerine
    Ha­beşliler şu karşılığı verdiler: “Bize eyvallah arkadaşlar. Biz sizin gibi
    cehalete dalamayız. Siz kendi yolunuzdan gidin ve bize kendi yolumuz­dan gitmeye
    izin verin. Biz bile bile kendimizi iyilik ve hayırdan mahrum edemeyiz.” Bu
    vak’a Kasas sûresinde şöyle anlatılmıştır:

    “Kur’ân’dan evvel kendilerine Kitab verilenler ona iman
    ediyorlar. Onlara Kur’ân okunduğu zaman, ‘Diz buna iman ettik. O Rabbimiz
    tara­fından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan evvel de İslam’ı kabul
    et­miş kimselerdik’ derler.” (Ayet; 52-53)

    “Onlar çirkin söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve,
    ‘Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Bizden emin olabilirsiniz,
    size sövmeyiz. Biz cahillerle mücadeleyi istemeyiz’ derler.” (Ayet; 55)

    29.1.10.
    Habeşistan’dan Dönen Muhacirlerin İlk Kafilesi

    Burada şunu belirtmekte fayda vardır ki, Habeşistan’a giden
    müslü­manların ikinci kafilesinden başta Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib olmak üzere
    bazıları orada kaldılar ve Hayber savaşı sırasında ülkeye döndüler; ama İbni
    İshâk’ın rivâyetine göre bazıları muhtelif zamanlarda, müslümanların Medine’ye
    hicretinden önce Mekke’ye döndüler. Memlekete dönenlerin ilk kafilesinden şu
    zevat yer alıyorlardı: Hz. Osman bin Affân (r.a.) ve zevcesi Hz. Rukayye binti
    Rasûlullah (a.s.), Hz. Ebû Huzeyfe bin ‘Utbe bin Rebî’a ve zevcesi Sehle binti
    Süheyl bin Amr, Hz. Abdullah bin Cahş, Hz. Utbe bin Gazvan, Hz. Zübeyr bin
    el-Avvam, Hz. Mus’ab bin Umeyr, Hz. Süveybit bin Sa’d bin Harmele, Hz. Tuleyb
    bin Umeyr, Hz. Abdullah bin Avf Hz. Mikdad bin Amr, Hz. Abdullah bin Mes’ûd, Hz.
    Ebû Seleme ve zevcesi, Hz. Ümm-ü Seleme, Hz. Şemmas bin Osman, Hz. Seleme bin
    Hişâm (Mekke’de hapsedildi), Hz. Ayyas bin Rebî’a (Medine’ye doğru hicret için
    yola çıktı, ama üvey kardeşi Ebû Cehl ve Hâris bin Hişâm’ın al­datması üzerine
    yakayı ele verdi ve Mekke’de hapsedildi), Hz. Mu’attib bin Avf, Hz. Osman bin
    Ma’zun ve oğlu Hz. Saib ve iki kardeşi Kudâme ve Abdullah, Hz. Huneys bin
    Huzâfe, Hz. Hişâm bin As bin Vâil (bu da Mekke’de hapsedildi), Hz. Amir bin
    Rebî’a ve karısı Leylâ binti Ebi Has­me, Hz. Abdullah bin Mahzeme, Hz. Abdullah
    bin Süheyl bin Amr (ken­disi Mekke’de hapsedildi ve babası kendisine o kadar
    zulüm etti ki, görü­nüşte küfre döndü, ama kalben müslüman kaldı. Nitekim, Bedir
    savaşı sırasında Mekkeli kâfirlerle muharebe meydanına gitti ve tam orada
    müslü­manlara katıldı), Hz. Ebû Sebre bin Ebî Ruhm ve karısı Ümm-ü Külsum binti
    Süheyl bin Amr, Hz. Sekrân bin Amr (İbni İshâk ve Vâkıdî’nin ifadesine göre
    kendisi Mekke’de vefat etti. Fakat Mûsâ bin Ukbe ile Ebû Ma’şer’in ifadelerine
    göre kendisi daha önce Habeşistan’da vefat etmişti), Hz. Sevde binti Zeme’a, Hz.
    Sa’d bin Havle, Hz. Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh, Hz. Amr bin el-Hâris, Hz. Süheyl
    bin Beyda, Hz. Amr bin Ebi Serh.

    29.1.11. Rûm
    Sûresinde Yer Alan Haber

    Habeşistan’a hicret sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) ile Kur’an-ı
    Ke­rim’in hak olduklarını kesin ve inkâr edilmez bir şekilde ortaya koyan önemli
    bir tarihi olay meydana geldi. Bu olay, Kur’an-ı Kerim’in gerçek­ten Allah’ın
    kelâmı olduğunu ve vahiy yoluyla Rasûlullah (a.s.)’a indiğini ispatlamış oldu.
    Bu olay, Rûm sûresinin ilk ayetlerinin inişiydi. Bu ayet­lerde şöyle denilmişti:

    “Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
    mağlubi­yetten sonra muhakkak galib geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
    Bundan evvel ve bundan sonra emir Allah’tandır. O gün, mü’minler
    ferahla­nacaklar.” (Ayet; 2-4)

    Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvetinden sekiz yıl önce idi. Bizans
    im­paratoru Maurice’e karşı bir isyan vuku buldu ve Phocas adında bir kişi tahtı
    ele geçirdi. Bu adam ilk önce imparatorun gözlerinin önünde beş oğ­lunu
    katletti; sonra imparatorun kafasını da uçurdu ve baba-oğul maktül­lerin
    başlarını İstanbul (Constaninople) da halka teşhir etti. Birkaç gün sonra
    imparatorun karısı ve üç kızını da öldürttü. Bu kan dökümünden sonra İran (Pers)
    İmparatoru Hüsrev Perviz’in Bizans İmparatorluğuna saldırma fırsatı doğdu.
    İmparator Maurice, Hüsrev’in iyi bir dostuydu ve ona bazı ihsan ve lütuflarda
    bulunmuştu. Aslında Hüsrev Perviz Bizans imparatorunun yardımıyla İran tahtına
    oturmuştu ve bu sebeple ona “ba­ba” derdi. Hüsrev Perviz manevî babasına ve
    kardeşlerine yapılan zulüm­den dolayı Phocas’tan intikam almak istediğini ilân
    ederek M.S. 603’te Bi­zanslılara karşı savaş açtı. Bir kaç sene içinde Phocas’ın
    kuvvetlerini üst üste yenerek bir koldan Anadolu’nun Urfa’ya ve diğer koldan
    Suriye’nin Halep ve Anadolu’nun Antakya kentine kadar ilerledi. Bizanslı vezir
    ve devlet adamları baktılar ki, Phocas kendilerini savunamayacak. Bunun için
    Afrika valisinden yardım talep ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius’u büyük
    bir ordu ile birlikte İstanbul’a gönderdi. Heraclius İstanbul’a geldik­ten sonra
    Phocas’ı azlettirdi ve “kaiser” (imparator) lakabıyla tahta oturdu. Daha sonra
    Phocas’a, düşmanına yaptığı muameleyi yaptı. Bu tarihi olay­lar M.S. 610 yılında
    meydana geldi. Aynı yıl Hz. Muhammed (a.s.) pey­gamberlik makamına tayin olundu.

    Aslına bakılırsa Hüsrev Perviz için artık savaş sebebi ortadan
    kalk­mıştı. Zira, Phocas’ın azli ve katlinden sonra intikam alınacak kimse
    kal­mamıştı ve artık yeni imparator Heraclius ile ateşkes ve barış anlaşması
    imzalayabilirdi. Fakat Hüsrev savaşa devam etti ve bunu Hıristiyanlık ile
    Mecusilik arasındaki savaşa dönüştürdü. Bizans İmparatorluğunda Kili­se’nin
    dinden ihraç ettiği ve baskıya tabi tuttuğu mezhepler, meselâ Nasturî ve
    Ya’kubi’ye bağlı olanlar, Mecusi istilâcılarla birleştiler. Yahudiler de
    Mecusiler’den yana çıktılar. Rivayetlere göre, böylece Hüsrev Perviz’in ordusuna
    katılanlardan sadece Yahudilerin sayısı 28 bini bulu­yordu.

    Yeni İmparator Heraclius bu İran ve Mecusi saldırısına karşı
    fazla dayanamadı. İlk önce Antakya’nın düştüğünü öğrendi. Daha sonra M.S.613’te
    Şam elden gitti ve 614’de Kudüs de İranlıların eline geçti. İranlılar Kudüs’de
    büyük bir katliam ve yağma harekâtına giriştiler. 90 bin Hıristiyan katledildi.
    En mukaddes kiliseleri yerle bir edildi. Hıristiyanların, Hz. Îsa (a.s.)’nın
    çarmıha gerildiğini söyledikleri kutsal haç İranlılar tarafından o zamanki
    İran’ın başkenti olan Medâyin’e götürüldü. Baş rahip Zekeriyyâ da İran’a
    götürüldü. Kudüs’ün küçük büyük bütün kiliseleri tahrip edildi. Hüsrev Perviz’in
    bu yağma hareketinden ne kadar gururlandığı ve zafer sarhoşluğunda olduğu,
    Kudüs’ten Heraclius’e gönderdiği mektubun şu ilk cümleleriyle belli oluyor:

    “Bütün tanrılardan büyük ve bütün yeryüzünün sahibi olan Hüsrev
    tarafından O’nun alçak ve şuursuz kulu Heraclius adına. Sen Rabbine gü­vendiğini
    söylüyorsun. O halde niçin senin Rabbin Kudüs’ü elimden kur­taramadı?”

    Kudüs’ün fethinden sonra kısa bir süre içinde İran Ordusu Ürdün,
    Fi­listin ve Sina yarımadasının tümüne hakim olarak Mısır kapılarına
    dayan­dılar. Aynı sıralarda Mekke’de Hak ile Batıl arasında belki bundan sonra
    küçük ama, tarihin akışını değiştirecek ve ilerde muazzam neticeler doğu­racak
    bir çekişme ve mücadele devam ediyordu. Hakk’ın bayraktarlığını efendimiz
    Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) yapıyordu ve Batıl’ın başın­da müşrik Kureyş
    kabile reisleri vardı. Bu çatışma öylesine çetin bir saf­haya gelmişti ki, M.S.
    615 (Bi’setten sonra 5. yılda) Mekkeli müslümanla­rın büyük bir grubu,
    Bizanslıların müttefiki olan Habeşistan krallığına sı­ğındı. O sıralarda
    Bizanslılara İranlıların galip gelmesiyle ilgili dedikodu her yerde duyuluyordu,
    diyorlardı ki: “Bakın, İran’ın ateşperestleri zafer üstüne zafer kazanıyorlar ve
    vahiy ile risâlete inanan Hıristiyanlar durma­dan mağlup oluyorlar. Aynı şekilde
    biz Arap putperestleri de sizin dinini­zi yeryüzünden sileceğiz.”

    İşte bu şartlar altında Kur’an-ı Kerim’in Rûm suresi indi ve
    bunda şöyle dendi:

    “Rumlar mağlup oldu. Size yakın bir yerde. Halbuki onlar
    mağlubi­yetten sonra muhakkak galip geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde.
    Bun­dan evvel ve bundan sonra emir Allah’ındır. O gün mü’minler
    ferahlana­caklar.” (Ayet; 2-4)

    Burada istikbale ait iki haber vardı. Birincisi, Rumlar tekrar
    galip ge­lecekler; ikincisi, müslümanlar da aynı şekilde zafer kazanacaklardır.
    Bu haberlerin verildiği sırada ikisinin de gerçekleşmesine hiç imkân
    bulunmuyordu. Bir yandan bir avuç müslüman Mekke’de her taraftan baskı al­tında
    tutuluyordu ve kovuluyorlardı ve haberin verilmesinden 8 yıl sonra bile
    müslümanların galip gelebileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Diğer tarafta
    Rumlar veya Bizanslılar üst üste hezimete uğruyorlardı. M.S. 619’a kadar bütün
    Mısır da İranlıların eline geçti ve Mecusi askerleri Trablus­garb’a kadar
    uzandılar. Küçük Asya’da, yani Anadolu’da İran ordusu Bi­zanslıları Boğaziçi’ne
    kadar sürüklemişti. M.S. 617’de ise İstanbul’un ci­var mahallesi olan Kadıköy’ü
    ele geçirdiler. İmparator Heraclius, Hüsrev Perviz’e elçi göndererek ne
    şartlarla olursa olsun sulh yapmaya hazır oldu­ğunu bildirdi; ama Hüsrev bu
    isteği hakaretlerle reddetti. Heraclius öylesi­ne ümitsizlenmişti ki İstanbul’u
    terk edip Kartaca (Tunus)’ya kaçmayı dü­şündü.

    Kısacası, Rûm sûresi indiğinde Mekkeli kâfirler çok güldüler ve
    bunu alay konusu yaptılar. Übey bin Halef, Hazreti Ebu Bekr ile bahse girdi ve
    dedi ki: “Eğer Bizanslılar üç yıl içinde galip gelirlerse ben sana 10 deve
    vereceğim; yoksa sen 10 deve bana vereceksin.” Rasûlullah (a.s.) bu bahis
    konusunu haber alınca Kur’an-ı Kerim’in ifadelerine göre bahsin 10 yıl için
    yapılabileceğini ve develerin sayısının da 100’e çıkarılabileceğini be­lirtti.
    Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Übey ile tekrar görüştü ve yeniden bahse girdi. Yeni
    bahse göre 10 yıl içinde kim kaybederse, o karşı tarafa 100 deve verecekti.

    M.S. 622’de Rasûlullah (a.s.) Medine’ye hicret ederken Bizans
    İmpa­ratoru Heraclius’un da iyi günleri geri geliyordu. Heraclius hazırladığı
    bir savaş taktiğine göre İstanbul’dan çıktı ve Karadeniz’den Trabzon’a vardı.
    Oradan da İran ordusuna arkadan saldırmak istedi. Karşı saldırı için Kili­seden
    para istedi. Başpiskopos Sergius kendisine büyük para yardımında bulundu.
    Heraclius karşı saldırısına M.S. 623’de Ermenistan’dan başladı ve ertesi yıl
    M.S. 624’de Azerbeycan’dan İran topraklarına girerek Zer­düşt’ün doğum yeri olan
    Urmiye (Ohromoia)’yi yerle bir etti, İranlıların en büyük ateş yerini tahrip
    etti. Allah’ın hikmetine bakın ki, aynı yıl müslü­manlar Bedir savaşında
    Kureyşli kâfirleri hezimete uğrattılar. Bu şekilde Rûm sûresinde yer alan her
    iki haber de aradan 10 yıl geçmeden gerçek­leşmiş oldu.

    Bundan sonra Bizanslılar İranlıları sürekli olarak yenilgiye
    uğrattılar. Ninova’da yapılan (M.S. 627) büyük meydan muharebesinde İranlıların
    beli kırıldı ve İranlı imparatorların yazlık yeri Destgerd tamamıyla yağma
    edildi. Bizans Ordusu Taysefûn (Cthesipon) yani Medâyin’i kuşattılar. Bu arada
    M.S. 628’de bizzat Hüsrev Perviz’in ailesinde kavga çıktı; kendisi zindana
    atıldı ve gözlerinin önünde 18 oğlu kılıçtan geçirildi. Daha sonra oğlu Sirveye
    onu öldürerek tahta çıktı. Aynı yıl Hudeybiye Anlaşması im­zalandı; ki buna
    Kur’an-ı Kerim “Büyük Zafer” adını vermiştir. Ve aynı yıl İran Şahı bütün Bizans
    topraklarından geri çekildi ve Bizanslılara Ku­düs’ten alınan kutsal haçı geri
    verdi. Bizans İmparatoru bu kutsal haçı ye­rine koymak için 629’da şahsen
    Kudüs’e gitti. Aynı yıl Hudeybiye Anlaş­ması uyarınca Hz. Muhammed (a.s.) umre
    edâ etmek üzere hicretten sonra ilk defa Mekke’ye girdi.

    Bundan sonra, Kur’an-ı Kerim’in istikbale ait haberlerinin doğru
    ol­duğu konusunda kimsenin şüphesi kalmadı. Arabistan’ın birçok önde ge­len
    simaları İslam’ı kabul ettiler. Übey bin Halefin varisleri bahsi kaybet­tikleri
    için Hz. Ebu Bekr’e 100 deve vermek zorunda kaldılar. Bu develer daha sonra Hz.
    Peygamber (a.s.)’in emriyle sadaka olarak verildi.



     




    [1]
    Batılı bir
    Doğubilimci son derece küstahlıkla şunları yazabilmiştir: “Şeytanî ayetler
    iptal edilip Necm’in 21 -23. ayetleri indirildi.” Bu mesnetsiz iddia için bu
    oryantalist hiçbir dayanak gös­termemiştir. Zâten gösteremez de.



    [2]
    Yakut,
    “Mu’cemül-Buldan’da “Uzza” kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin Kâ’be’yi
    tavaf ederken “vel-Lât vel-Uzzâ ve Menât-üs-Sâlisel-ul Uhrâ…” dediklerini
    belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Rasûlullah (a.s.)’ın
    ağzından Lât ve Uzzâ’nın ismini duyan bir kişi bu sözleri yüksek sesle
    söylemiş ve toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz. Peygamber (a.s.)’in
    söz­leri olduğunu sanmışlardır.



    [3]
    Mekke’den
    Yemen’e giderken beş günlük mesafededir. Bu yerin isminin yazılışında
    ihtilâf vardır. Bizim yazdığımız isim “Feth-ul Bâri” de yer almıştır.
    “Mu’cem-ul Buldân’da bu isim “Birk-ul Ğimâd” yazılmıştır. Bir başka yazılışı
    da Birk ul Ğumâddır.



    [4]
    Hazreti
    Ca’fer bin Ebî Tâlib’in konuşmasının, metni Hz. Ümm-ü Seleme’nin rivâyetine
    dayanılarak İbni İshâk tarafından nakledilmiştir. Konuşma şöyledir: “Ey
    Kral, biz cehâlet içinde bocalayan bir millettik. Putlara tapar, ölüleri yer
    ve fuhuş yapardık. Merhamet ile hiçbir ilgimiz yoklu. Komşuluk hakkı nedir
    bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Bizde güçlü olan zayıf ola­nı ezerdi.
    Biz böylesine perişan bir durumda iken Cenâb-ı Allah bize yine bizden birini
    Peygam­ber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin soyluluğunu, sadakatini,
    emânetini ve dürüstlüğünü bilir­dik. O bizi Allah’a çağırdı, ki Tevhid’ini
    kabul edelim O’na ibadet edelim ve gerek bizim gerekse atalarımızın taptığı
    taşları ve putları bırakalım. O doğru söz söylemimiz, emanete riayet
    etmemizi, merhamet göstermemizi, komşuluk hakkını ve verdiğimiz sözleri
    yerine getirmemizi ve haram fiil­ler ile kan dökmekten kaçınmamızı emretti.
    Bizi fuhuştan, yalandan, yetimlerin mallarını yemek­ten ve temiz kadınlara
    iftira atmaktan kurtardı. Bizim tek Allah’a inanmamızı ve ona ortak
    koşma­mamızı isledi. Bizim namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekât
    vermemizi istedi. Biz de bu dave­ti kabul ettik. Bu şekilde Allah’tan gelen
    her emre boyun eğdik. Biz sadece Allah’a ibadet ettik ve O’na ortak
    koşmadık. Hangi şeyleri haram ilan ettiyse biz de haram saydık ve hangi
    şeyleri helâl etmişse onları helâl saydık. Bunları böyle yapınca milletimiz
    bize hücum etti ve bize inanılmaz zu­lüm ve eziyetler yaptı. Din konusunda
    bize zulüm elti ki, biz bunalarak putlara dönelim ve bizim için haram edilen
    şeyleri helâl edelim. Nihayet, onlar bize akıl almaz zulümler yaptı ve
    hayatları­mızı çekilmez hale gelirdiler. Kısacası, din yolumuzu tıkadılar.
    Bunun üzerine biz çareyi sizin memleketinize gelmekte bulduk: Biz başka
    memleketlere gitmektense sizin memleketinize gelme­yi tercih ettik ve sizden
    emân istedik; şu ümitle majesteleri, ki memleketinizde zulüm olmayacak­tır.”

  • İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ



    Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ



    27.1. İSLÂMİYET’İN ALENEN TEBLİĞİ



    27.1.1. İslâmiyet’in İlk Açık Tebliği



    27.1.2. Ailesinin En Yakın Fertlerini İslam’a Davet Etmesi



    27.1.3. Kureyş Kabilelerinin Tümünü İslâm’a Davet Etmesi



    27.1.4. Ebu Leheb’in Tavrı



    27.1.4.1. Kur’an-ı Kerim’de Ebu Leheb’in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi



    27.1.4.2. Ebu Leheb’in, Gelinleri Olan Rasûlullah’ın Kızlarının Boşanmalarını
    Sağlaması



    27.1.4.3. Hz. Muhammed (a.s.)’in Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb’in Memnun
    Olması



    27.1.4.4. Ebu Leheb’in İslâmî Daveti Engellemesi



    27.1.4.5. Şi’bi Ebi Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb’in Davranışı



    27.1.4.6. Ebu Leheb’in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu?



    27.1.4.7. Ebu Leheb’in Karısının Tutumu



    27.1.4.8. Ebu Leheb’in Sonu



    27.1.5. Açıkça Tebliğ



    27.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)’in İtibarı ve Ahlâki Ağırlığı



    27.1.7. Ebu Cehl’in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili Bir Olay



    27.1.8. Ebu Cehl’in Başına Gelen İkinci Olay



    27.1.9. Ebu Cehl’in Başına Gelen Üçüncü Olay



    27.1.10. Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)’in Haklılığına İnanıyorlardı



    27.1.11. Hz. Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş’in Tutumu

    Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN
    TEBLİĞİ

    27.1. İSLÂMİYET’İN ALENEN TEBLİĞİ

    Geçen ilk bölümde de Rasûlullah (a.s.)’ın üç yıl süren gizli
    tebliğden sonra alenen tebliğe başlayınca, Kureyş ve diğer Arapların niçin
    şiddetli tepki gösterdikleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bu bölümlerde
    Kureyş ve Arapların ilk şaşkınlık ve telaş devresini geçirdikten sonra, Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’e ve müslümanlara nasıl muhalefet ve düşmanlık ettikleri
    et­raflıca ifade edilmiştir. Bu bölümlerde ayrıca, İslâmi davetin ne büyük
    meziyet taşıdığı ve ne gibi delil ve ahlâk silahlan sayesinde Cahiliyye’nin
    bütün hile ve tertipleri, baskı ve zulümleri, eziyet ve işkenceleri boşa
    çı­karıldı ve müslümanlar yollarına devam ettiler. Biz bu bölümde, dördüncü
    bölümde bıraktığımız kronolojik olaylara tekrar dönüyoruz.

    27.1.1.
    İslâmiyet’in İlk Açık Tebliği

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in, ilk aleni tebliği Beytullah’ta
    yaptığı anla­şılıyor. Gerçi tarihçiler ile siyer alimleri bu hususta kesin bir
    tesbitte bu­lunmamışlardır. Fakat, Kur’an-ı Kerim’de Alak sûresinin ilk beş
    ayetinden sonra 6’dan 19. ayetlerine kadar, birden bire anlatılan bir olay ve
    bazı ha­dis kitaplarında bu hususta yapılan açıklamalar konuyu iyice
    aydınlatmak­tadır. Verilen bilgiye göre bir kişi, Allah’ın bir kulunu namaz
    kılmaktan alıkoymak istedi ve bu hususta çeşitli tehditler savurdu. Hadislere
    göre namaz kılan kişi, Rasûlullah (a.s.)’tı ve kendisine müdahalede bulunan
    ki­şi Ebû Cehil’di. Bu olayı inceleyecek olursak, Rasûl-i Ekrem İslâmiyet’in
    açık tebliğini, Beytullah’da namaz kılmak suretiyle başlattı. O zamana ka­dar
    müslümanlar gizli gizli namaz kılıyorlardı ve Beytullah’a (Harem’e) gelmeleri
    şöyle dursun, herhangi bir yerde bile alenen namaz kılmaya cesaret
    edemiyorlardı. Sadece bir defasında Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas ve bazı diğer
    müslümanlar Mekke’nin yakınlarındaki tenha tepelerden birinde na­maz kılarken
    kâfirler tarafından görülmüş ve iş tartışma ve kavgaya kadar varmıştı. Bu olayı
    biz daha önce nakletmiştik. Fakat artık Cenab-ı Allah, İslâmiyet’in açıkça
    ilânını istiyordu ve ilâhi emre uyan Rasûlullah (a.s.) hiç çekinmeden ve
    korkmadan Harem’e gidip namazını kıldı; ki buna baş­ka kimse kolay kolay cesaret
    edemezdi.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bu jestiyle Kureyşliler ve diğer Araplar
    ilk defa, Hz. Muhammed (a.s.)’in dininin kendi dinlerinden farklı olduğunu
    anlamış oldular. Bu olay tabii ki, herkesin hayretini uyandırmıştı; ama Ebu
    Cehil’in cehaletini herkesten çok karşılaşmıştı. Dolayısıyla, kendisi Hz.
    Peygamber (a.s.)’e derhal müdahalede bulundu ve tehditler savurmaya başladı. Hz.
    Ebû Hureyre (r.a.)’nin rivâyetine göre Ebû Cehil, Kureyşlile­re, “Muhammed
    (a.s.)’in yüzünü yere değdirdiğini gördünüz mü?” diye sordu. Orada hazır
    bulunanlar “evet” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebû Cehil şöyle dedi: “Lât
    ve Uzza ya yemin ederim, eğer Muhammed’in böyle namaz kıldığını görürsem boynuna
    ayağımı koyacağım ve yüzünü yere sürteceğim.” Sonra Ebû Cehil Rasûlullah
    (a.s.)’ı namaz kılarken gör­dü ve boynuna ayağını koymak için ortaya atıldı.
    Fakat orada hazır bulu­nanlar Ebu Cehil’in birden bire geriye çekilerek yüzünü
    bir şeyden koru­maya çalıştığını gördüler. Kendisine ne olduğu sorulduğu zaman
    dedi ki: “Benim ve O’nun (Muhammed, -a.s.-) arasında ateşle dolu bir hendek
    var­dı, orada korkunç bir şey daha vardı ve bazı tüyler vardı.” Rasûlullah
    (a.s.) buyurdular, “eğer Ebû Cehil bana daha fazla yaklaşsaydı melekler onu
    paramparça ederlerdi.” (Ahmed, Müslim, Nesâî, İbn-i Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn’ul-Münzir,
    İbn-i Merdûye, Ebû Naim, İsfahani ve Beyhakî).

    İbn Abbas (r.a.)’ın rivâyeti ise şöyledir: Ebû Cehil dedi ki,
    “eğer Mu­hammed (a.s.)’i Kâ’be’nin etrafında namaz kılarken görürsem boynunu
    ayağımın altına alırım.” Hz. Nebi-i Ekrem (a.s.)’e Ebu Cehil’in dedikleri
    iletilince buyurdular ki: “Eğer kendisi böyle yaparsa melekler gelip onu
    yakalayacaklardır.” (Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir Abdurrezzak Abd bin Hamid,
    İbn’ul-Münzir ve İbn Merdûye).

    İbn Abbas (r.a.)’ın bir başka rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)
    Makam-ı İbrahim’de namaz kılıyordu. Ebu Cehil oradan geçerken, “Ey Muham­med
    (a.s.) ben sana bunu yapmayı yasaklamadım mı?” diye bir çıkışta bu­lundu ve bazı
    tehditler savurdu. Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) ken­disine sert çıkıştı
    ve sözlerini şiddetle reddetti. Ebu Cehil dedi ki, “ey Mu­hammed (a.s.), sen
    neye güvenerek bana kafa tutuyorsun. Allah için bu vadide en çok taraftar
    benimdir.” (Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn’ul-Münzir,
    Taberânî, İbn Merdûye).

    Bu hadiseden sonra da Kureyşliler gruplar halinde toplanarak Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Harem’de namaz kılmasını önlemeye çalıştılar, fakat
    başaramadılar. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

    “Allah’ın kulu O’na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler
    etra­fında üst üste yığılıyorlardı.” (Cin; 19)

    Müfessirler burada da “Allah’ın kulu” tabirinden Hz. Peygamber
    (a.s.)’in kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu ayetten ayrıca, Ebu Cehil ve
    diğer kâfirlerin şiddetli muhalefet ve tehditlerine rağmen Rasûlullah (a.s.)’ın
    alenen namaz kılmayı bırakmadığı da anlaşılıyor.

    27.1.2. Ailesinin
    En Yakın Fertlerini İslam’a Davet Etmesi

    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.), Cenab-ı Allah’ın “önce en yakın
    akra­banı korkut.” (Şuara; 214) emrine uyarak Beni Abdülmuttalip Beni Hâşim,
    Beni Muttalib ve Beni Abd-i Menaf tan en yakın akrabalarını evi­ne davet etti ve
    kendilerine İslâm’ın emirlerini açıkladı. Belazuri ve İbn Esir’in ifadelerine
    göre bu davete 45 kişi katıldı. Fakat Rasûlullah (a.s.) meramını anlatmadan Ebû
    Leheb kendisini şöyle uyardı: “Bak ey Mu­hammed, senin amca ve amcazadelerin
    burada toplanmış bulunuyorlar. Bunlara ne söylemek istersen söyle, ama sakın
    dinlerinden dönmelerini is­teme. Ailenin bütün Araplarla savaşacak güce sahip
    olmadığını bilmeli­sin. Senin elini tutma ve seni durdurma hakkına en çok aile
    efradı sahiptir. Sen yaptığın işe devam edersen, Kureyşliler diğer Arapların da
    yardımıyla sana çullanmadan önce ailenin seni durdurması daha kolaydır. Ben,
    senin kadar, kendi ailesi ve sülâlesi için âfet ve belâ getiren başka kimseyi
    gör­medim.” Böylece, İslâmi tebliğ için Rasûlullah (a.s.)’ın yakın
    akrabalarıy­la yaptığı ilk toplantı başlan bozulmuş oldu. İkinci gün Rasûlullah
    (a.s.) akrabalarını tekrar eve çağırdı ve onları İslâm’a davet etti. Toplantıda
    Ebu Tâlib şöyle konuştu: “Ben şahsen Abdulmuttalib’in dinini terk etmek
    iste­miyorum. Fakat sana ne emir buyrulmuşsa onu yerine getir. Bu hususta bütün
    desteğim ve himayem senden yanadır.” Ebû Leheb; “vallahi, bu çok berbâd bir
    şeydir, başkaları ona dur demeden sen onun elini tutuver (dur­dur)” dedi. Fakat
    Ebû Tâlib diretti: “Hayır, biz yaşadığımız sürece onu (Muhammed -a.s.-‘i)
    koruyacağız.” Bu olay, Belazuri ve İbn Esir tarafından, tanınmış ve güvenilir
    bir râvi olan Hz. Ca’fer bin Abdullah bin Ebi’l-Hakem’e dayanılarak
    naklolunmuştur. (Bk. “Ensâb’ul-Eşrâf: Belazuri), c.I, s. 118-119, “Tarih’ul
    Kâmil, İbn Esir, eli, s. 40-41).

    Muteber hadislerde, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu toplantıda yaptığı
    konuşma kaydedilmiş ve kendisinin şöyle dediği naklolunmuştur: “ey
    Abdulmuttalib’in evlâtları, ey Abbas, ey Rasûlullah’ın teyzesi Safiye, ey
    Mu­hammed’in kızı Fatma, kendinizi Cehennem ateşinden kurtarın, zira ben sizi
    Allah’ın cezasından kurtarmaya kabil değilim. Fakat malım ve mül­küm ne
    istiyorsanız sizindir.” Görüldüğü gibi, bu konuşmasıyla Rasûlullah (a.s.) kendi
    akrabalarını sadece İslâmiyet’e davet etmiyordu, ayrıca Al­lah’ın dinini, her
    türlü akrabalık ilişkilerinden üstün, her türlü maddi ve şahsi çıkarlardan uzak
    ve her türlü dünyevi hesaplardan arınmış olduğunu da vurguluyordu. Bu dinde Hz.
    Peygamber (a.s.) dahil en yakın akrabaları için herhangi bir imtiyaz söz konusu
    değildi. İman etmeyenin akıbeti hak­kında Hz. Peygamber (a.s.) bile teminat
    veremezdi. Herkes kendi iman ve ameline göre ölçülecek, Hz. Peygamber (a.s.) ile
    yakınlık derecesine hiç bakılmayacaktı. imansızlık, dinsizlik ve sapıklığın
    cezası herkese eşit şe­kilde uygulanacaktı. Başkalarının sorguya çekilip
    cezalandırılması söz ko­nusuyken peygamberin aile ve yakınlarının kurtulması
    diye bir şey yoktu. Hz. Peygamber (a.s .) işte bu noktaya parmak basmak için,
    konuşmasında öz kızı Hz. Fatma (r.a.)’nın adını da anmıştı, halbuki o sıralarda
    onun yaşı iki-iki buçuktan fazla değildi. O kadar küçük yaşta kendisi için günah
    veya sevap söz konusu değildi. Fakat konuşmanın gayesi, bir nebi ile ailesinin
    dinde herhangi bir imtiyaza sahip olmadıklarını vurgulamaktı. Bir şey kö­tü ve
    zararlıysa, herkes için tehlikeli ve zararlıdır. Bir nebiye düşen, bu tehlikeli
    şeyden önce kendisini, daha sonra da akraba ve yakınlarını kur­tarmasıdır. Bir
    nebi, önce kendisi iman edip doğru yolu takip etmeli ve kendi aile ve
    yakınlarını yola getirmeye çalışmalıdır. Böylece herkes teb­liğ ve telkinin
    herkese açık ve eşit olduğunu görme fırsatını bulmalıdır.

    27.1.3. Kureyş
    Kabilelerinin Tümünü İslâm’a Davet Etmesi

    Hz. Peygamber (a.s.) alenen tebliğin üçüncü aşamasında
    Kureyşlile­rin tümünü İslam’a davet etti. Rasûlullah (a.s.) bir gün sabah Safa
    dağının en yüksek tepesine çıkarak avazı çıktığı kadar, “vah sabahın tehlikesi,
    ey Kureyşliler, ey Beni Ka’b bin Lüeyy, ey Beni Mürre, ey Kusayy oğulları, ey
    Beni Abd-i Menaf, ey Beni Abd-i Şems, ey Beni Hâşim ve ey Abdulmuttalib
    oğulları…” diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) Kureyş kabilesinin
    hemen hemen bütün kabile ve ailelerinin adını kullandı. Arabistan’da bir gelenek
    vardı: Sabahın erken saatlerinde bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman bir
    kişi dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi ça­ğırmaya başlardı. Bağırışları
    duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi. Adet üzere Rasûlullah
    (a.s.)’in sesini duyan herkes Safa dağına koştu; gelmeyenler için de ulaklar
    yollandı ki oraya gelsinler. Herkes top­landıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.)
    şunları söyledi: “Ey ahali, bu dağın arkasında size saldırmak üzere beklemekte
    olan büyük bir ordu var de­sem, sözlerime inanır mısınız?” Herkes, “evet, bizim
    bildiğimiz kadarıyla sen yalan söylemezsin” dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah
    (a.s.) şunları bu­yurdu. “O halde ben sizi, Allah’ın büyük azabı gelmeden önce
    uyarmak is­tiyorum. Siz O’nun azabından canlarınızı kurtarmaya çalışın. Allah
    katın­da ben size yardımcı olamam. Kıyamette ancak Allah’tan korkanlar benim
    akrabam olacaklardır. Başkaları iyi amel ile gelirken, sizin dünyanın vebalini
    taşıyarak gelmeniz doğru olmayacaktır. Siz o zaman, “ya Mu­hammed” diye
    yalvaracaksınız, ama ben çaresizlik içinde sizden yüzümü çevireceğim. Fakat
    dünyada sizinle kan bağım vardır ve burada size her türlü merhamet ve şefkati
    göstereceğim. (Benzeri hadisler, Buhârî, Müs­lim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî
    ve Tefsir-i İbn Cerir’de Hz. Ayşe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz.
    Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Muharık tarafından naklolunmuştur).

    Hz. İbn Abbas’ın çeşitli kaynaklara dayanarak naklettiği ve
    çeşitli ha­dis kitaplarında yer alan rivayet şöyledir: Rasûlullah (a.s.)’a
    alenen tebliğ yapma ve en yakın akrabalarını “korkutma” emri geldikten sonra
    kendisi bir gün şafak sökerken Safa dağına çıkıp şöyle seslendi: “Aman Sabah’ın
    âfeti”. Arabistan’da, bu şekildeki bir uyarı, sabahın ilk ışıklarıyla düşma­nın
    kendi kabilesine saldırmak üzere, olduğunu gören bir kişi tarafından yapılırdı.
    Rasûlullah (a.s.)’ın seslenişini duyanlar birbirlerine sordular, “acaba kim
    sesleniyor?” diye. Bunun Hz. Muhammed (a.s.)’in sesi olduğu söylenince, bütün
    Kureyşliler Safa dağına koştular. Kendileri gelmeyenler de vekillerini
    gönderdiler. Herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) Ku­reyş’in bütün
    ailelerini tek tek isimleriyle çağırdı ve “ey Beni Hâşim, ey Beni Abdulmuttalib,
    ey Beni Fihr ve ey Beni Falan, filan”. Sonra kendile­rine şu soruyu yöneltti:
    “Ben size desem ki, bu dağın arkasında size sal­dırma hazırlığında olan bir ordu
    var, benim sözlerime inanır mısınız?” Toplananlar dedi ki: “Evet, biz senin
    hiçbir zaman yalan söylediğini gör­medik.” Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) şu
    sözleri söyledi: “O halde, ben sizi ikaz ediyorum. Size büyük bir azab
    gelecektir.” Bunun üzerine başka kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı ve
    şöyle dedi: “Allah belânı versin, bizi bunun için mi buraya topladın?” Bir
    hadiste Ebu Le­heb’in, eline taş alıp Hz. Peygamber (a.s.)’e atmak istediği
    ifade edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir vs.)

    İbn Sa’d’ın, İbn Abbas’tan naklen kaydettiği hadisin sözleri
    şöyledir: Rasûlullah (a.s.) Safa dağından Kureyşlilere hitaben yaptığı konuşmada
    şunları söyledi: “Cenabı Allah, benim en yakın akrabalarımı uyarmamı
    is­temiştir. Siz Kureyşliler de benim akrabalarımsınız. Siz, Lâilahe illallah’ı
    kabul etmediğiniz sürece Ahiret’te Allah tarafından size bir şey verileceği­ne
    veya herhangi bir pay düşeceğine dair bir söz veremem. Fakat Lâilahe ilallah’ı
    kabul ettiğiniz takdirde Rabbiniz katında sizin için şahadette bu­lunacağım ve
    bu kelime-i şehâdet sayesinde Araplar size tabi ve Acemler (Arap olmayanlar) de
    sizin köleniz olacaklardır.” Bunun üzerine Ebu Le­heb bağırdı: “Allah kahretsin,
    bunun için mi bizi buraya topladın?”

    27.1.4. Ebu Leheb[1]‘in
    Tavrı

    Ebu Leheb, Hazreti Peygamber (a.s.)’in müslümanların ve İslâm’ın
    en büyük düşmanlarından biriydi. Ebu Leheb, İslâmi Hareket başlar başla­maz
    Rasûlullah (a.s.)’a ve müslümanlara şiddetle muhalefet etmeye başla­dı ve
    ömrünün sonuna kadar bu tutumunu sürdürdü. Gerçi Beni Hâşim’den bir kişi daha, (Ebu
    Süfyan bin el-Haris bin Abdulmuttalib) Rasûlullah (a.s.)’a muhalefet etmeye
    başlamıştı. Fakat, onun muhalefeti o kadar şid­detli değildi. İkincisi kendisi
    daha İslâmiyeti kabul edip gerçek bir mü’min oluverdi. Ebu Süfyan 20 yıla kadar
    Hz. Peygamber (a.s.) ve Ashab-ı Kiram’ı hicveden şiirler yazmıştı. Fakat Mekke
    fethinden önce ço­cuklarıyla birlikte Ebva mevkiinde Rasûlullah (a.s.)’ın yanına
    gelip biat etti[2].
    Ne var ki Ebû Leheb’in durumu bambaşka idi. Bu küstah kişi sadece insanlık dışı
    hareketlerde bulunmadı. Arabistan’ın tanınmış ahlâk kurallarını da çiğneyerek
    Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve arkadaşlarına karşı en âdi, en alçakça muhalefette
    bulundu. Halbuki onun Hazreti Peygamber (a.s.) ile kan bağı vardı ve yakın bir
    akrabasıydı. Ebû Leheb’in muhalefet ve düşmanlığı diğer Araplara nisbetle
    İslâm’a ve müslümanlara daha çok en­gel ve zorluklar çıkardı.

    Bundan dolayıdır ki, Arabistan’da o sırada yüzlerce ve binlerce
    İslâm düşmanı bulunurken sadece Ebu Leheb’in adı Kur’an-ı Kerim’de anılarak ağır
    bir dille kınandı. Halbuki Mekke’de ve Hicretten sonra Medine’de de pek çok
    İslâm düşmanı vardı ve onlar da düşmanlığın en kötü örneklerini vermekten geri
    kalmadılar. Şimdi, neden sadece bu şahsın ismi Kur’an-ı Kerim’de geçmiştir? Bunu
    anlayabilmemiz için o zamanki Arap toplumu­na ve bunda Ebu Leheb’in rolüne
    bakmalıyız.

    27.1.4.1. Kur’an-ı
    Kerim’de Ebu Leheb’in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi

    Eski çağlardan beri tüm Arabistan’da huzursuzluk, anarşi, kavga
    ve savaşlar devam ettiği ve bir kişinin kendi aile, akraba ve kan kardeşlerini
    korumasının dışında can, mal ve namusunun emniyeti için başka bir yol
    bulunmadığı için, Arap toplumunun ahlâk kurallarında sılayı rahm (akra­balara
    iyi muamelede büyük önem verilirdi. Öz akrabalara merhamet gös­termemek ve
    onlara iyi muamele etmemek ise aynı derecede kötü bir ha­reket ve büyük bir ayıp
    sayılırdı. Arabistan’ın işte bu gelenek ve görenek­lerinden dolayıdır ki,
    Rasûlullah (a.s.), İslâmi daveti yaymaya başlayınca, Kureyş’in diğer kabile ve
    reisleri kendisine şiddetle karşı çıkarken, Beni Hâşim ile Beni Muttalib (Hâşim’in
    kardeşi, Muttalib’in evlatları) kendisi­ne muhalefet etmemekle kalmadı, aynı
    zamanda kendisini ve davasını açıkça desteklediler. Halbuki bu ailelerden
    bazıları Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine veya davasının hak olduğuna
    inanmıyorlardı. Kureyş’in diğer aile ve kabileleri de beni Hâşim ve Beni
    Muttalib’in bu tu­tumunu normal karşılıyor ve Arap geleneklerine uygun
    buluyorlardı. Bu sebepten dolayıdır ki muhalifler, hiçbir zaman Beni Hâşim ve
    Beni Mut­talib’i, başka bir dinle ortaya çıkan adamı destekledikleri ve
    atalarının di­nini terk ettikleri gerekçesiyle kınamadılar veya alaya almadılar.
    Muhalif­ler, onların, kendi aile ve sülâlesinden olan bir kişiyi himaye etmekten
    ge­ri kalmayacaklarını ve düşmanlarına teslim etmeyeceklerini biliyorlardı.

    Cahiliyye devrinde herkesin kabul ettiği ve saygı gösterdiği bu
    ahlâk kuralını, İslâm’a düşmanlıkta gözü dönmüş sadece bir kişi çiğnedi ve o da
    Ebu Leheb’di. Abdulmuttalib oğlu Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)’ın amcasıydı.
    Rasûlullah (a.s.)’ın babası Abdullah ve Ebu Leheb aynı babanın oğluydular; fakat
    anneleri başka idiler. Arabistan’da amcalara büyük hürmet gösterilirdi ve
    kendileri babaların yerinde sayılırlardı. Özellikle bir yeğe­nin babası vefat
    ettiği takdirde Arap geleneklerine göre amcasının onu elinden tutması
    gerekiyordu. Fakat Ebu Leheb, İslâma karşı duyduğu kin ve nefret ile küfrü ve
    Cahiliyye’ye olan sevgisi nedeniyle bütün bu Arap geleneklerine sırt çevirdi.

    Mekke’de, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)’in en yakın
    komşusuydu. İkisinin evini bir duvar ayırıyordu. Ayrıca, Hakem bin As (Mervan’ın
    ba­bası), Ukbe bin Ebi Muayt, Adiyy bin Hamra-is-Sakafi ve İbn’ul-Esdâil Huzeli
    de Rasûlullah (a.s.)’ın komşusuydular[3].
    Bu adamlar, Hz. Pey­gamber (a.s.)’e evinde bile rahat nefes aldırmıyorlardı.
    Rasûlullah (a.s.) namaz kılarken bazen başına keçi işkembesi atarlardı; bazen da
    avlusunda yemek pişirilirken tencerelerin üstüne pislik atarlardı. Hazreti
    Peygamber (a.s.) dışarıya Çıkıp, “ey Abd-i Menaf, bu ne biçim komşuluktur” diye
    ses­lenirdi. Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil (Ebu Süfyan’ın kardeşi) sabah Hz.
    Peygamber (a.s.)’in karısı veya çocukları kalkıp dışarı çıkınca ayakla­rına
    dikenler batsın diye, gece Rasûlullah (a.s.)’ın evinin kapısına dikenli çalılar
    bırakmayı adet edinmişti. (Beyhâki, İbn Ebi Hâtim, İbn Cerir, İbn Asâkir,
    Belazuri, İbn Hişâm).

    27.1.4.2. Ebu
    Leheb’in, Gelinleri Olan Rasûlullah’ın Kızlarının Boşanmalarını Sağlaması

    Peygamberlikten önce Rasûlullah (a.s.)’ın iki kızı, Ebu Leheb’in
    iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evlenmişlerdi[4].
    Peygamberlikten sonra Rasûlullah (a.s.) herkesi İslâma davet etmeye başlayınca
    Ebu Leheb oğullarına rest çekti. “Muhammed’in kızlarını boşayıncaya kadar
    sizinle görüşmeye­ceğim.” bunun üzerine ikisi de kanlarını boşadılar. Uteybe ise
    cehâlet ve küstahlıkta bir adım daha ileriye giderek Rasûlullah (a.s.)’a
    küfretti ve mübarek yüzüne tükürdü. Rasûlullah (a.s.), Allah’a dua etti: “Ya
    Rabbi, köpeklerinden birini buna musallat et.” Bu olaydan sonra Uteybe,
    baba­sıyla beraber Şam’a gitti. Yolculuk sırasında Ebu Leheb’in kafilesi vahşi
    hayvanların geldiği bildirilen bir yerde geceyi geçirdi. Ebu Leheb,
    kafiledekilerden oğlunu korumalarını istedi, çünkü Hz. Muhammed (a.s.)’in
    bedduasından korktuğunu söyledi[5].
    Bunun üzerine kafiledekiler Utey­be’nin etrafında develerini kümeleyip yattılar.
    Gece ise bir aslan oraya geldi ve develerin çemberini yarıp Uteybe’ye yetişti ve
    onu parçalayarak gitti.[6]
    (Bu rivayetlerde biraz ihtilaf vardır. Bazı râviler, Uteybe’nin, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in kızını peygamberliğinden sonra boşadığını belirtirken, bazıları da
    boşanmanın, Ebu Leheb sûresinden sonra meydana geldiğini ifade etmişlerdir. Bazı
    râviler hayvan tarafından parçalanan Ebu Leheb’in oğlunun Utbe olduğunu beyan
    etmişlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki Mekke’nin fethinden sonra
    Rasûlullah (a.s .)’a biat eden Utbe idi. Bu bakımdan aslan tarafından parçalanan
    kişi Uteybe’dir.)

    27.1.4.3. Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb’in Memnun Olması

    Ebu Leheb öylesine kötü niyetli ve kötü huylu insandı ki, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’in oğlu, Kasım’dan sonra ikinci oğlu Abdullah’ın ebediyete
    intikali üzerine Ebu Leheb, yeğeninin acısını paylaşmak yerine sevincini
    belirtti ve ölüm haberini diğer Kureyşli kabile reislerine iletmek için koş­tu.
    Ebu Leheb, Kureyşli kabile reislerine, çocukların ölüm haberini “Mu­hammed’in
    soyu tükendi” şeklinde duyurdu.

    27.1.4.4. Ebu
    Leheb’in İslâmî Daveti Engellemesi

    Hz. Muhammed (a.s.), İslâmiyet’i yaymak üzere nereye gidiyorsa
    Ebu Leheb de oraya giderdi ve halkı kendisi aleyhine kışkırtmaya ve söz­lerini
    dinlememeleri için ikna etmeye çalışırdı. Rebi’a bin Abbâd (ya da İbad) Ed-Dili’nin[7]
    ifadesine göre, kendisi delikanlıyken babasıyla bir­likte Zülmecaz çarşısına
    gitti. Orada Rasûlullah (a.s.)’ın halka şöyle dedi­ğini gördü: “Ey ahali,
    Allah’tan başka bir ilâh olmadığını söyleyin, o za­man felâh bulacaksınız.”
    Rasûlullah (a.s.)’ın arkasında bir kişi halkı şöyle uyarıyordu: “Sakın onun
    sözlerini dinlemeyin, o yalancıdır, atalarının di­ninden dönmüştür.” Kendisi bu
    adamın kim olduğunu sorunca, amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler. (Bk. Müsned-i
    Ahmed, Taberânî, Beyhakî), ikinci rivayet de Hz. Rebia’nındır. Kendisi, bir
    defasında, Rasûlullah (a.s.)’ın, bir kabilenin konakladığı yere giderek şöyle
    dediğini duydu: “Ey İnsanlar, ben size gönderilen Allah’ın Rasûlüyüm. Size
    Allah’a ibadet et­meyi ve O’na kimseyi ortak koşmamayı emrediyorum. Siz
    söylediklerimi doğrulayın ve beni destekleyin ki Allah’ın beni görevlendirdiği
    işi başa­rıyla bitirebileyim.” Rasûlullah (a.s.)’ın arkasından bir adam
    geliyordu. Bu adam şöyle diyordu: “Ey Beni Falan…. Bu adam sizi Lât ve
    Uzza’dan uzaklaştırıp bid’ate ve sapıklığa götürmek istiyor. Sözlerini hiç
    dinleme­yin ve O’na itaat etmeyin.” Rebiye babasına bu adamın kim olduğunu
    sor­du. Babası da bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb olduğunu
    söyledi. (Müsned-i Ahmed, Taberânî, İbn Hişâm, Taberî). Târık bin Ab­dullah
    el-Muharibi’nin rivâyeti de buna benzemektedir. Kendisi, Rasûlullah (a.s.)’ın
    Zülmecaz çarşısında halka yüksek sesle şunları söylediğini duydu: “Ey İnsanlar,
    Lâilahe İllallah deyin, felahı bulacaksınız.” Rasûlullah (a.s.)’ın arkasından da
    bir adam geliyordu. Bu adam Rasûlullah (a.s.)’a taş atıyordu; öyle ki topukları
    kanla dolmuştu. Bu adam, “bu yalancıdır, bunun sözlerini dinlemeyin” diye
    söyleniyordu. Etraftakiler bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb
    olduğunu söyledi. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya’la, İbn Hıbbân, Hâkim, Taberânî, Nesâî
    ve İbni Mace de bu olayı özetlemişlerdir).

    27.1.4.5. Şi’bi Ebi
    Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb’in Davranışı

    Hz. Muhammed’in peygamberliğe tayin olunmasının 7. senesinde
    Kureyş’in bütün kabile ve aileleri, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib’e sos­yal ve
    ekonomik boykot uyguladılar. Bu iki aile de Rasûlullah (a.s.)’ı hi­maye etmekten
    vazgeçmediler ve Şi’bi Ebi Tâlib’te muhasara altında kal­mayı kabul ettiler. Bu
    zor günlerde de Beni Hâşim ve Beni Muttalib’den, kâfirlerden yana çıkan sadece
    Ebu Leheb’ti. Beni Hâşim ile Beni Mutta­lib’in sosyal ve ekonomik boykotu üç yıl
    sürdü ve bu müddet içinde her iki aile de çok zor günler yaşadı ve açlıkla karşı
    karşıya kaldı. Fakat Ebu Leheb kendi akrabalarına yardım etmek için parmağını
    bile oynatmadı. Hatta, acılarına acı katmaya çalıştı. Nitekim Mekke’ye herhangi
    bir ticaret kafilesi geldiğinde Şi’bi Ebi Tâlib’te mahsur kalanlar için bazı
    kimseler yi­yecek ve diğer ihtiyaç maddelerini satın almaya çalışınca, Ebu Leheb
    bunlara mani olmak isterdi. Ebu Leheb diğer yandan, gelen tüccarları
    kış­kırtırdı ve fahiş fiyat talep etmelerini söylerdi. Bu adamlar dediğini
    yapar­lar ve Şi’bi Ebi Tâlib’de mahsur kalanlar için yiyecek ve eşya satın almak
    isteyenlerden dört-beş misli daha fazla fiyat isterlerdi. Böylece Şi’bi Ebi
    Tâlib’tekilere yiyecek ve eşya almak isteyenler elleri boş dönerlerdi. Şi’bi Ebi
    Tâlib’de de aileler ve minik çocuklar bir süre daha açlıkla başbaşa ka­lırlardı.
    Ebu Leheb daha sonra bu tüccarlardan yiyecek ve diğer eşyalarını normal fiyatla
    satın alırdı. (İbni Sa’d, İbni Hişâm).

    27.1.4.6. Ebu
    Leheb’in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu?

    Ebu Leheb’in muhalefeti İslâmi davete hayli zor anlar yaşattı.
    Hac mevsiminde Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden Mekke’ye gelen kişi ve gruplar
    ya da normal günlerde ülkenin çeşitli çarşı ve pazarlarında topla­nan İnsanlar
    Ebu Leheb’in zehirli propagandasından hayli etkileniyorlardı. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in peşine amcasının takılıp herkesi aleyhinde uyar­dığını ve
    kışkırttığını gören millet tereddüde kapılıyordu. Arap gelenekle­rine aykırı
    olarak bir amcanın yeğenine şiddetle karşı çıkmasının mutlak bir anlamı olduğunu
    ve kendisinin sebepsiz muhalefet etmeyeceğini düşü­nüyordu. Yabancılar, ailesi
    ve akrabasının Hz. Peygamber (a.s.)’i daha iyi tanıdığını düşünerek İslam
    davetine itibar göstermiyorlardı.

    27.1.4.7. Ebu
    Leheb’in Karısının Tutumu

    Ebu Leheb’in karısı, -ki Ebu Leheb sûresinde kendisinden “odun
    hamalı” veya dedikodu yapan kadın olarak bahsedilmiştir- Beni Ümey­ye’ye mensup
    olan Ebu Süfyan’ın kardeşiydi. Asıl ismi Arvâ ve künyesi Ümm-ü Cemil’di. Bu
    kadın Hz. Peygamber (a.s.)’e muhalefet ve düşman­lıkta kocasından geri kalmazdı.
    Hz. Ebu Bekr’in kızı Hz. Esma (r.a.)’nın ifadesine göre Ebu Leheb sûresinin
    indiğini duyan Ümm-ü Cemil, öfkeli öfkeli Rasûlullah (a.s.)’ı aramaya koyuldu.
    Avuçları taşlarla doluydu. Bunları Rasûlullah (a.s.)’a atmak isliyordu ve kendi
    hazırladığı hiciv şiir­lerini okuyordu. Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)’ı
    Harem’de Hz. Ebu Bekr ile birlikte buldu. Hz. Ebu Bekr endişe içinde Rasûlullah
    (a.s.)’a dedi ki: “Ya Rasûlullah, bu kadın geliyor ve ben onun size hakaret
    edeceğin­den ve kötü sözler söyleyeceğinden korkuyorum.” Rasûlullah (a.s.) dedi
    ki, “o beni göremeyecektir.” Gerçekten de Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)’ı orada
    olmasına rağmen göremedi ve Hz. Ebu Bekr’e dedi ki duydu­ğuma göre senin reisin
    beni hiciv etmiştir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, “Bu evin Allah’ın yemin
    ederim, O seni hiciv etmemiştir.”[8]
    Bunun üzerine Ümm-ü Cemil oradan ayrıldı, (İbn Ebi Hatim, İbn Hişâm, Bezzâr ve
    benzeri bir olayı Hz. Abdullah bin Abbas’a dayanarak nakletmiştir).

    27.1.4.8. Ebu
    Leheb’in Sonu

    Ebu Leheb sûresinin inişi, Ebu Leheb’in karısı ve diğer
    yakınlarını fe­na kızdırdı, ama bu sûrede ne denilmişse doğruydu ve bunları
    kimse de­ğiştiremezdi. Sûrede “Ebu Leheb’in elleri kurusun (kırılsın)”
    buyurulmuş­tu. Burada geçmiş zaman kullanılmıştı; zira Kur’an-ı Kerim bunu bir
    em­rivaki olarak ortaya koyuyordu. Abu Leheb’in ellerinin kuruması veya
    kı­rılmasının anlamı, gerçekten onun ellerinin kırılması değildi. Anlatılmak
    istenen şey, Ebu Leheb’in bütün çabalarının boşa gitmesiydi; ki gerçekten de
    böyle oldu. İslam davetinin başlamasından sonra birkaç yılda Ebu Le­heb üst üste
    ağır darbeler yedi. Onun başarısızlığı gerçekten ibret vericiy­di. Bedir
    gazvesinde İslam düşmanlığıyla ün yapmış olan Kureyş’in büyük simaları öldüler.
    Bunlar Ebu Leheb’in ya yakın akrabaları ya da çok sevdi­ği dostlarıydılar. Bu
    hezimet ve facianın haberi Mekke’ye ulaşınca Ebu Leheb öylesine üzüntüye kapıldı
    ki, ancak yedi gün daha yaşayabildi ve Cehennem’e vasıl oldu. Ölümü de vebaya
    benzer öldürücü kabarcık “püstül” hastalığından oldu. Bulaşıcı bir hastalık
    olduğu için ailesi de onu ten­ha bir yerde ölüme terk etti. Öldükten sonra da üç
    güne kadar kimse cese­dine yaklaşmadı. Bu süre içinde cesedi çürüdü ve kokmaya
    başladı. Niha­yet, herkes Ebu Leheb’in çocuklarıyla alay etmeye başlayınca,
    bunlar bir rivayet» göre kendileri bir çukur kazıp odun ve sopalarla cesedi buna
    atı­verdiler ve üstünü toprakla örttüler. Ebu Leheb’in başarısızlığının bir
    baş­ka örneği de ömrü boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı İslâm dinini,
    evlatlarının kabul etmesiydi. İlk önce kızı Dürre hicret edip Mekke’den
    Medine’ye geldi ve İslâmiyeti kabul etti. Daha sonra Mekke fethi sırasın­da iki
    oğlu Utbe ile Muattib (r.a.) Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna
    çıkıp İslâmiyet’i kabul ettiler.

    27.1.5. Açıkça
    Tebliğ

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendi ailesine ve kabilesine
    Allah’ın dinini tebliğ ettikten sonra, Mekke’nin diğer aile, kabile ve
    gruplarına ve bütün Arap halkına dinin esaslarını anlatmaya çalıştı. Hz.
    Muhammed (a.s.) tebliğin açık bırakılmasından sonra Mekke’de kaldığı 10 sene
    içinde her yerde ve her vesile ile halka Kur’an-ı Kerim’i okumaya ve onları
    Al­lah’ın dinine davet etmeye devam etti. Hazreti Peygamber bu tebliğ işini
    evde, çarşıda, pazarda, Beyt’ul Haram’da, özel sohbetlerde ve açık toplantılarda
    aralıksız yürüttü ve karşısında hiçbir engel tanımadı, hiçbir şeyden yılmadı.
    Rasûlullah (a.s.) dışardan Mekke’ye Hac, umre, seyahat veya ti­caret, her ne
    sebeple olursa olsun, gelenlere de İslâm’ın öğretilerini anla­tırdı. Ukâz,
    Mecenne ve Zülmecaz[9]
    panayırlarına da gidip muhtelif ka­bileleri Hak dinine çağırırdı. Hac mevsiminde
    herkes Mina’da toplandığı zaman da her kabilenin çadırına gidip meramını
    anlatmaya çalışırdı. Kim­se müsbet bir tepki göstersin ya da göstermesin,
    Rasûlullah (a.s.) tebliğ işini metanet ve ciddiyetle yapardı. Bazıları sert
    tepki gösterir, kötü sözler söyler, küfreder, hatta taş da atarlardı. Ama Hz.
    Peygamber (a.s.) metane­tini kaybetmeden vazifesini yapardı.

    İbni Cerir Taberî kendi tarih kitabında ve İbni Esir de kendi
    eserinde Kureyşlilerin Beni Hâşim ile Beni Muttalib’i sosyal ve ekonomik açıdan
    boykot edip Şi’bi Ebi Tâlib’de mahsur ettikleri zorlu günlerde bile, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in tebliğ çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ
    bazen gizli bazen açık oluyordu; ama gece-gündüz devam ediyordu. Kur’an-ı
    Kerim’in sûre ve ayetleri bu devrede ard arda geliyor ve bunların halka
    duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) bu ayet ve sûreleri halka
    alenen duyuruyor, kâfirlerin itiraz ve ithamlarına cevap ve­riyor, onları hak
    yoluna getirmeye çalışıyor ve müslümanların şüphe ve tereddütlerini gidermeye
    çalışıyordu.

    İbni Sa’d’ın ifadesine göre gizli davet ve tebliğ devri
    bittikten sonra Mekke’de geçen 10 yılda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) sürekli
    olarak Minâ, Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarında her kabileye ve her
    ça­dıra gidip; şu sözleri söylerdi: “Ey millet, Lailahe ilallah deyin, felahı
    bu­lacaksınız ve bu Kelime-i şehâdet sayesinde Arabistan’ın hakimi olacaksı­nız.
    Acemler de size tabi olacaklardır. İman ettiğiniz takdirde Cennet’de her şeye
    sahip olacaksınız.” Hz. Peygamber (a.s.)’in peşinden de Ebu Le­heb gelip halkı
    kışkırtınca dinleyiciler derdi ki: “Ey Muhammed (a.s.) se­ni, senin aile ve
    kabilenin adamları daha iyi tanıyor ve biliyordur. Onlar sana tabi olmadılarsa,
    biz sana nasıl itaat edelim?” Bu soruyu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) sadece
    şunları söylemekle yetinirdi: “Ey Allahım, sen isteseydin, bunlar böyle
    olmayacaktı.”

    Taberânî, Hz. Haris bin el-Hars ve Hz. Münbit el-Ezdi’ye
    istinaden hemen hemen aynı ifadeleri taşıyan hadisleri kaydetmiştir. Bu
    hadislerde, adı geçen sahabeler şunları anlatmışlardır: “Biz bir defasında
    Rasûlullah (a.s.)’ın halkı Tevhid’e davet ettiğini ve şunları söylediğini
    gördük: “Ey İnsanlar, Lâilahe illallah deyin, felahı bulacaksınız!” Bu sözleri
    dinleyen halk kendisine eziyet etti. Bazıları tükürdü küfür etti ve bazıları toz
    toprak attı. Nihayet öğle vakti geldi ve herkes dağıldı. Daha sonra bir kız bir
    kap­ta su ve mendil ile kendisine yaklaştı. Onun boynu açıktı. Hz. peygamber
    (a.s.) su içti ve abdest aldı. Daha sonra o genç kıza, “Kızım, boynunu ört”
    dedi. Biz sorduğumuzda, onun Rasûlullah (a.s.)’ın kızı Hz. Zeyneb (r.a.)
    olduğunu öğrendik.”

    İbni Hişâm, İbni İshâk’a atfen Rasûlullah (a.s.)’ın küçük-büyük
    her toplantıya ve özellikle fuar ve panayırlara gidip herkesi İslâm’a davet
    et­tiğini ifade etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (a.s.), Arabistan’ın
    ne­resinden olursa olsun, Mekke’ye gelen herkese tebliğ ve telkinde bulu­nurdu.

    İbni Kesir’in “el-Bidaye ven-Nihaye”de anlattığına göre Hz.
    Peygam­ber (a.s.) gece gündüz, ister açık, ister kapalı olsun tebliğ, vaaz ve
    telkini­ni yapardı ve kimseden korkmazdı. Özel sohbetlere ve toplantılara gider
    kendilerine Allah’ın mesajını sunardı. Panayırlarda ve hac mevsiminde toplanan
    cemaatlere gider ve onlara tebliğde bulunurdu. Rasûlullah (a.s.) zengin, fakir,
    köle, hizmetçi, tüccar, esnaf, işçi, genç, yaşlı, kadın, erkek kısacası herkese
    İslam’ın esaslarını anlatırdı.

    Bu tarihi kayıtlar, Kur’an-ı Kerim’in Mekke döneminde inen
    sürele­riyle doğrulanmış oluyor. Bu ayet ve sûrelerde Kureyş’in saçma sapan
    iti­razları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır. Belli ki, Kur’an-ı Kerim
    Mekkeliler, Kureyşliler ve diğer Araplara açıkça duyurulmamış ve Hz. Muhammed
    (a.s.) kendi peygamberliğinin kabul edilmesini istememiş olsaydı, Kureyşliler
    kendisine, Kur’an-ı Kerim’e, Ahiret’e ve İslâmiyet’in di­ğer emir ve talimatına
    itiraz ve ithamlarda bulunmazlardı ve Kur’an-ı Ke­rim’de bunlara gereken cevabı
    vermezdi.

    27.1.6. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in İtibarı ve Ahlâki Ağırlığı

    Bu noktada şöyle bir soru aklımıza geliyor: Kureyşliler ve diğer
    kâfirler neden Hz. Muhammed (a.s.)’i Beytullah’ta namaz kılmaktan ve Kur’an-ı
    Kerim’i alenen halka duyurmaktan alıkoymadılar? Bu, her iki ha­reket de
    Kureyş’in öfke ve nefretinin uyanmasına sebep oluyordu ve Hz. Muhammed
    (a.s.)’den başka kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi. Bunun sebebi, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in sadece Beni Hâşim ve Beni Mut­talib tarafından kuvvetle
    desteklenmesi ve bu ailelerden Kureyşin kork­ması değildi. Bir başka sebep, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Kureyş ve diğer kabileler arasında korkunç itibar ve ahlâki
    ağırlığa sahip olmasıydı. Ku­reyşliler öfkeden kuduruyor. Rasûlullah (a.s.)’ı ve
    diğer müslümanları dö­vüyor, sövüyor, küfrediyor ve taş atıyorlardı, ama yanında
    tir tir titriyor­lardı. Onun manevî gücünden ödleri kopuyor, itibarı ve nüfuzuna
    karşı ça­resiz kalıyorlardı.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in bu manevî ve ahlâki gücünün çeşitli
    sebepleri vardı. Birincisi, doğuşundan beri Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili
    olarak öyle bazı olaylar meydana gelmişti ki, Kureyşliler ve Mekkeliler
    kendisi­nin istikbal vaadeden büyük bir şahsiyet olduğuna inanmışlardı. Nitekim,
    peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (a.s.) büyük bir sevgi ve saygı­ya sahipti.

    İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)’in ağzından hiçbir zaman yanlış ve
    kö­tü sözler duyulmamıştı. Söylediği her söz gerçekleşiyordu. Bedduaları ve
    istikbale ait haberleri aynen gerekleşiyordu. Bu sebeple Kureyşli kâfirler
    ağzından menfi bir sözün çıkmasından korkuyorlardı. Biraz yukarıda gör­düğümüz
    gibi, Ebu Leheb gibi bir İslâm düşmanı bile, Hz. Peygamber (a.s.), oğlu Uteybe
    hakkında ağır söz söyledikten ve beddua ettikten sonra hayli korkmuştu. Ebu
    Leheb Suriye’ye yaptığı seyahat sırasında oğlunun emniyetinden korkuyordu ve
    arkadaşlarının kendisine yardımcı olmalarını istiyordu. Fakat onun bütün
    tedbirleri boşa çıktı ve Rasûlullah (a.s.)’ın dua ettiği gibi vahşi bir hayvan
    Uteybe’yi parçaladı.

    Üçüncüsünü, Rasûlullah (a.s.)’ın şahsiyeti ve karakteri tertemiz
    ve le­kesizdi. Kimse ne kadar çabalarsa çabalasın, kendisine dil uzatamaz ve
    hakkında kötü bir şey söyleyemezdi. Güzel ahlâkına herkes hayrandı. Doğru
    sözleri ve iyi muameleleri, Mekke ve çevredeki bütün bölge halkı­nı kendisine
    hayran bırakmıştı. Hz. Peygamber (a.s.)’in doğru sözlülüğü, dürüstlüğü ve temiz
    karakteri ile güvenilirliğini düşmanları bile kabul edi­yorlardı. Herkes
    emanetini Rasûlullah (a.s.)’a vermek temayülünde idi. Nitekim, İbn Cerir’in
    dediği gibi, Medine’ye hicret sırasında bile Mekkeli­lerin tümü kendisine
    emanetlerini koymaya hazırdılar. Bu sebepten dola­yıdır ki, Hicret’ten önce
    kendisine yatırılan para ve kıymetli eşya sonradan sahiplerine iade edildi.

    Rasûlullah (a.s.)’ın bu manevî ve ahlâki ağırlığı ve ihtişamı
    karşısında en büyük düşmanları bile donup kalırlardı. Bunu Ebu Cehil’in başına
    ge­len birkaç vak’a ile ispatlamaya çalışalım.

    27.1.7. Ebu
    Cehl’in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili Bir Olay

    İbni İshâk diyor ki bir defasında Iraş[10]‘tan
    bir kişi bazı develerle Mekke’ye geldi. Ebu Cehil bu develeri satın aldı, ama
    paralarını ödemedi. Iraş’lı tüccar bir gün Ka’be’de Kureyşli kabile reislerine
    gidip feryad etme­ye başladı. Harem’in bir köşesinde Hz. Muhammed (a.s.) de
    vardı. Iraş’lının feryadları boşa gitti ve kabile reisleri şaka olsun diye
    kendisine şunu söylediler: “Biz bir şey yapamayız. Ama orada oturan bey var ya,
    ona git. O senin paranı geri aldırır.” Iraşlı, Hz. Muhammed (a.s.)’e yöneldi. O
    sıra­da kabile reisleri, aralarında “bugün iyi bir eğlence olacak” dediler.
    Iraşlı, Rasûlullah (a.s.)’a gidip derdini anlattı. Rasûlullah (a.s.) hemen o an
    onun­la beraber kalktı ve Ebu Cehl’in evine yürüdü. Kureyşli kabile reisleri ise
    arkalarından bir adam taktılar ki, olup bitenleri kendilerine anlatsın. Hz.
    Muhammed (a.s.) Ebu Cehl’in evine gidip kapısını çaldı. Ebu Cehl, “kim o?” diye
    seslendi. Hz. Peygamber (a.s.), “Muhammed” diye kendisine ce­vap verdi. Ebu
    Cehl, şaşkınlık içinde dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (a.s.) “bu adamın hakkını
    ver” dedi. Ebu Cehl, herhangi bir ses çıkarmadan he­men evin içine dönüp
    paraları getirdi ve develerin sahibine verdi. Kureyş­li kabile reislerinin
    gönderdiği adam bu vak’ayı görünce şaşkınlık içinde Harem’e koştu ve reislere
    olup bitenleri şöyle anlattı: “Vallahi bugün hiç­bir zaman göremediğim bir şey
    gördüm. Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) evden çıkıp Muhammed’i görünce donup kaldı ve
    Muhammed, ‘bu ada­mın hakkını ver’ dediğinde sanki o (Ebu Cehl) cansız bir
    cesede dönmüş­tü”. İbni Hişâm, CII, s. 29-30. Belazuri de bu vak’ayı, “Ensâb’ul
    Eşraf’ C.I, s. 128-129’da anlatmıştır.)

    27.1.8. Ebu
    Cehl’in Başına Gelen İkinci Olay

    Ebu Cehl’in, Hz. Peygamber (a.s.) karşısında etkisiz ve çaresiz
    kalışı­nın ikinci olayı, Kadı Ebu’l-Hasen el-Maverdi tarafından “Alâmün
    Nü­büvvetle anlatılmıştır. Olay şuydu: Ebu Cehl bir yetimin velisiydi. Bu çocuk
    bir gün perişan bir vaziyette Ebu Cehl’e geldi. Üzerinde doğru dü­rüst bir
    elbise bile yoktu. Ebu Cehl’den, babasının kendisi için bıraktığı mirastan bir
    kısmını istedi. Fakat Ebu Cehl, bu zavallı çocuğun sözlerine kulak asmadı.
    Çocuk, bir süre bekledikten sonra ümitsizlik içinde geldiği yere döndü. Kureyşli
    kabile reisleri olayı duyunca çocuğu kışkırtmak iste­diler ve kendisinin Hz.
    Muhammed (a.s.)’e gidip şikâyette bulunmasını is­tediler. Çocuk, Hz. Muhammed
    (a.s.) ile Ebu Cehl arasındaki gergin iliş­kiyi bilmiyordu. Reislerin demesi
    üzerine Hz. Muhammed (a.s.)’e gitti ve derdini anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) o an
    yerinden kalkarak çocukla be­raber Ebu Cehl’e gitti. Ebu Cehl, Hz. Muhammed
    (a.s.)’i güler yüzle karşı­ladı ve ne için geldiğini sordu. Hz. Muhammed (a.s.)
    çocuğun hakkının kendisine verilmesini istedi. Ebu Cehl, bu sözler üzerine
    derhal evine gitti ve çocuğa payını verdi. Kureyşli kabile reisleri tetikte idi
    ve iyi bir kavga­nın patlak vereceğini umuyorlardı. Ama olup bitenleri görünce
    ne yapa­caklarını şaşırdılar. Ebu Cehl’e gelip niçin böyle tuhaf davrandığını
    sordu­lar. Ebu Cehl dedi ki: “Vallahi ben dinimi terk etmedim. Fakat bana öyle
    geldi ki, Muhammed’in her iki tarafında birer öldürücü silah vardır ve
    söz­lerinin dışına çıkarsam bunların bana saplanacağını sandım.”

    27.1.9. Ebu
    Cehl’in Başına Gelen Üçüncü Olay

    Belâzuri’nin dediği gibi, bir gün Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu
    Bekr, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a.) ile beraber Mescid-i
    Ha­rem’de oturuyordu. Derken, Beni Zübeyd’in bir ferdi gelip, “Ey Kureyşli­ler
    size kim ticari mallar getirebilir ki, çünkü siz dışardan gelenlerin mal­larını
    çalıyorsunuz.” Rasûlullah (a.s.) kendisine kimin zulüm ve haksızlık ettiğini
    sordu. O adam, Ebu’l-Hakem (Ebu Cehl)’in adını verdi; ve şöyle dedi: “Ebu Cehl
    benim en iyi üç devemi almak istedi ve bunlara en düşük fiyat biçti. Şimdi kimse
    onun verdiği fiyatın üstüne çıkamıyor. Bu fiyatla develerimi satarsam zarar
    ederim.” Rasûlullah (a.s.) ondan bu üç devesini satın aldı. Ebu Cehl uzaktan
    bunları görüyordu. Rasûlullah (a.s.) ona gidip “sakın ha, bundan sonra bu
    Bedevi’ye yaptığın hareketi tekrarlarsan fena yaparım” dedi. Ebu Cehl de gayet
    sakin bir şekilde, bir daha böyle bir ha­reket yapmayacağını bildirdi. Orada
    hazır bulunan Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler, Ebu Cehl’i gayrete getirmeye
    çalıştılar ve “Sen Muham­med’in yanında öyle kuzu kesildin ki biz senin de
    müslüman olacağını sandık” dediler. Ebu Cehl, “vallahi ben hiçbir zaman
    Muhammed’e tabi olmayacağım. Fakat ben onun her iki tarafında birkaç mızraklıyı
    gördüm. Bana öyle geldi ki Muhammed’in sözlerini dinlemezsem o mızraklılar ba­na
    çullanacaklardır.” (Ensâb’ul-Eşrâf: c.1, s. 130)

    27.1.10.
    Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)’in Haklılığına İnanıyorlardı

    Hazreti Peygamber (a.s.)’in ahlâki üstünlüğünün bir başka sebebi
    da­vasının haklılığıydı. Kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)’in Hak yolunda oldu­ğunu
    ve kendilerinin Batıl’ı temsil ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Hem
    kendilerinin, hem savundukları davanın yalan olduğunun farkındaydılar. Ama
    cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş yere şeref ve
    namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi sebeplerden dolayı Hz.
    Muhammed (a.s.)’e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve suçluluk
    duygularını saklamak için Hz. Muhammed (a.s.)’i mutla­ka durdurmaları
    gerektiğine inanıyorlardı. Medeni cesaretleri yoktu. Bu sebeple, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in haklı ve kendilerinin haksız olduğunu ilân etmekten çekiniyorlardı.
    Bunun bazı misallerini biz daha sonra vere­ceğiz. Biz, burada sadece şunu
    söylemek istiyoruz ki; Rasûlullah (a.s.)’ın Ben büyük düşmanı bir defa değil,
    bir kaç defa Hz. Muhammed (a.s.)’in haklılığına inanmış ve yanında çaresiz
    kalmıştı. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’e muhalefet etmek için de çok sudan ve
    abes sebepler ileri sürü­yordu.

    Beyhakî, Zeyd bin Eslem’e dayanarak, Hz. Muğire bin Şu’be’nin şu
    hadisini nakletmiştir: “Ben henüz müslüman olmadığım sırada bir gün Ebu Cehl ile
    birlikte Mekke’de bir yoldan geçiyordum. O sırada Rasûlullah (a.s.) ile
    karşılaştık. Rasûlullah (a.s.), Ebu Cehl’e hitap ederek, “ey Ebu’l-Hakem,
    Allah’a ve Rasûlüne gel. Ben seni Allah’a çağırıyorum.” Ebu Cehl, “ey Muhammed,
    sen mabûdlarımızı kötülemekten vazgeçer misin? Sen bize Allah’ın emrinin
    getirildiğinin şahitliğini mi istiyorsun? biz bu şahitliği yapmaya hazırız.
    Fakat, inan ki, senin Hak üzerinde olduğuna gerçekten inansaydım sana iman
    ederdim.” Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yoluna devam etti. Daha sonra Ebu Cehl
    bana dönerek, “vallahi, bu ada­mın dediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Fakat
    bir şey bana mani olu­yor. Kusayy’ın evlatları ‘hicabe’ (hacılara yemek yedirme)
    bizde kalsın de­diler, bizde evet dedik. Onlar “sikaye” (hacılara su içirme) de
    bizde kalsın dediler. Biz buna da evet dedik. Onlar “nedve” (toplantı ve
    hazırlık çalış­maları bizde kalsın) dediler. Biz buna da evet dedik. Daha sonra,
    “liva” (hac sırasında bayrak taşımanın da kendilerinde kalmalarını istediler.
    Buna da ses çıkarmadık. Daha sonra onlar da (hacılara) yemek yedirdiler ve biz
    de yemek yedirdik. O kadar ki, dizlerimiz onların dizlerine değdi. Şimdi de
    diyorlar ki peygamber de bizden olsun. İşte buna izin vereme­yiz. Vallahi,
    billahi, buna izin veremem.”

    İbni Ebi Hâtim, Ebu Yezid Medeni’ye dayanarak şu olayı
    kaydetmiş­tir: Bir defasında Ebu Cehl, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ile karşı
    karşı­ya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi lâf attı: “Bu da ne gözlerim
    neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi sıkışıyorsun?” Ebu Cehl onu
    biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı: “Vallahi onun peygamber ol­duğunu
    biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?”

    İmam Süfyân-ı Sevri, Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)’ye ait
    olan şu hadisi nakletmişlerdir: Ebu Cehl bir defasında Rasûlullah (a.s.)’a şöyle
    de­di: “Biz seni değil senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz.”

    Beyhakî ve İbn Hişâm, İbn İshâk’a dayanarak ve İbn İshâk da İmam
    Zührî’ye dayanarak şu ilginç olayı nakletmişlerdir: Bir gece Ebu Cehl, Ebu
    Süfyân ve Ahnes bin Şerik ayrı ayrı evlerinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)’ın
    namazda okuduğu Kur’an’ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbir­lerinden
    habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu
    gibi bir harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zi­ra onlara göre halk
    kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed (a.s.)’in okuduğu Kur’an’ı
    dinlediklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci
    gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ileri için
    sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes
    bin Şerik dayanamadı ve Ebu Süfyan’a gidip sordu. “Ey Ebu Hanzala, bana doğruyu
    söyle, Muhammed (a.s.)’in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun? Ebu Süfyan
    dedi ki: “Ebu Sa’lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek
    olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki onların manasını ve gayesini
    bil­mem.”[11]
    Ahnes, “ben de aynı fikirdeyim” dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehl’e gitti ve
    “Ebu’l-Hakem, Muhammed’den duydukların hakkında ne diyor­sun?” diye sordu. Ebu
    Cehl dedi ki: “Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menaf arasında büyüklük kavgası
    var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdi­ler, biz de. Onlar da bazı mes’uliyetler
    taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihayet biz şimdi aynı
    hizaya gelince diyorlar ki kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere
    Allah’tan vahiy geli­yormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi
    nereden bula­lım. Allah’a yemin ederim biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik
    etme­yeceğiz.” Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehl, Ahnes bin Şerik’e Bedir savaşı
    sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbni Cerir Taberî kendi tef­sirinde
    Süddi’ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: Ahnes, Ebu Cehl’e, “şu anda burada sen
    ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Mu­hammed sâdık (gerçek bir
    peygamber) midir”. Ebu Cehl dedi ki: “Vallahi Muhammed doğru sözlü bir insandır.
    O hiçbir zaman yalan söylememiş­tir. Fakat Beni Kusayy, Kâ’be’nin bayraktarlığı
    ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanı sıra peygamberliği de
    alıp götürürlerse di­ğer Kureyşliler ne yapsın?”

    Ebu Cehl gibi ezeli bir düşmanın tutumu böyle olduktan sonra
    diğer İslam düşmanlarının durumunu siz kendiniz kıyaslayınız.

    27.1.11. Hz.
    Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş’in Tutumu

    Burada şunu da unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e şiddetle
    mu­halefet eden Kureyşliler aslında O’nun kişiliği, karakteri ve meziyetlerini
    kabul ediyorlardı. Nitekim, müslümanlar ile kâfirler arasında ihtilâf ve kavga
    en çetin safhasında iken Mekke’de büyük bir açlık ve kıtlık baş gösterdi. Herkes
    çaresizlik içinde kıvranıyordu ve bu âfetten kurtulmanın yollarını arıyordu.
    Nihayet Kureyşli kabile reisleri bir araya gelip Hz. Peygamber (a.s.)’in yanına
    geldiler ve âfetin önlenmesi için Allah’a dua etmesini istediler. Bu olayı İmam
    Buhârî ile Beyhakî az bir ifade değişik­liğiyle Mesrûk ve Hz. Abdullah bin
    Mes’ud’a dayanarak nakletmişlerdir. Olay şöyle cereyan etmişti: Kureyşliler azıp
    muhalefet kampanyasını bü­yütünce ve isyankâr tutumunu katılaştırınca Rasûlullah
    (a.s.) Allah’a “ya Rabbi, Hz. Yusuf zamanında 7 yıllık kıtlık ve açlık
    yarattığın gibi, bu adamlara karşı bana yardımcı olmak üzere burada da 7 yıllık
    bir açlık ve kıtlık yarat” diye dua etti. Bunun üzerine öyle korkunç bir kıtlık
    başladı ki, adamlar ölüleri, kemikleri ve hayvan derilerini yemeye başladılar.
    Ni­hayet, Ebu Süfyan ile Mekke’nin diğer kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)’in
    huzuruna geldiler ve kendisine şöyle dediler: “Ya Muhammed, siz kendinizin
    dünyaya rahmet olarak gönderildiğinizi söylersiniz. Ama görü­yorsunuz ki,
    kavminiz kıtlık ve açlıktan helâk oluyor. Lütfen kavminiz için dua ediniz.” Hz.
    Peygamber (a.s.) de Allah’a dua etti. Bunun üzerine bardaktan boşalırcasına
    yağmur yağdı. O kadar ki, herkes yağmurdan şi­kayet etmeye başladı. Hz.
    Peygamber tekrar Allah’a, “Allah’ım, yağmur etrafımıza yağsın, bize değil” diye
    dua etti. Bu dua üzerine bulutlar dağıl­dı. İmam Buhârî’nin İbni Abbas’a
    dayanarak naklettiği bir başka hadisi vardır. Buna göre, Ebu Süfyân, Hz.
    Peygamber (a.s.)’e gelip yalvardı ve dedi ki adamlar açlıktan ölüyorlar. Yiyecek
    hiçbir şey bulamadıkları için kemikleri bile yiyorlar. Bunun üzerine Rasûlullah
    (a.s.) dua etti ve Allah da kıtlık ile açlığa son verdi.

    Bu olaylar gösteriyor ki Kureyşli kabile reisleri Rasûlullah
    (a.s.) ile doğrudan kavgaya girmeye veya tebliğini duyurmaya cesaret
    edemiyorlar­dı. Fakat bunun yanı sıra, tebliğin devam etmesini ve kendi
    atalarının din, inanç ve geleneklerinin de bir anda yok olmasını
    hazmedemiyorlardı. On­ların alıştıkları bir hayat düzeninin yerine başka bir
    hayat düzeninin kurul­masına ve Arap halkının yavaş yavaş İslâm’ın dairesine
    gitmesine de razı değillerdi. Bu sebeple, İslâmi davetin ne pahasına olursa
    olsun durdurul­masından yana idiler. Aynı sebepten dolayı, ilerde anlatacağımız
    gibi, Hz. Peygamber (a.s.)’e sözle ve fiilen saldırmaktan da geri kalmıyorlardı.



     




    [1]
    Bu adamın
    asıl adı Abd-ul Uzza bin Abdulmuttalib idi, künyesi Ebû Utbe idi. Fakat
    par­lak kırmızı yüzü sebebiyle “Ebû Leheb” (ateş suratlı) lakabıyla meşhur
    olmuştu, İbn Sad bizzat Abdulmuttalib’in kendisini Ebû Leheb diye
    çağırdığını yazmıştır.



    [2]
      “Tabakat-ı
    İbn Saad” Beyrut baskısı, C. IV, s. 49-80’de bulunan kayıtlara göre Ebû
    Süfyân hem Hz. Peygamber (a.s.)’in amcazâdesiydi hem de Halime Sa’diyye’nin
    sütünü emdiği için O’nun süt kardeşiydi. Ebû Süfyân Cahiliyye devrinde Hz.
    Peygamber (a.s.)’i çok severdi; fakat kendisine peygamberlik gelince, en
    büyük muhaliflerinden biri oluverdi. Belâzurî de “Ensâb-ul Esrar C. I, s.
    361. Mısır baskısında da hemen hemen, aynı şeyler yazmış, ama şunları da
    eklemiş­tir: “Rasûlullah, Hz. Abbas’ın tavsiyesi üzerine Ebû Sufyân’ı
    affetti.” Belâzurî ayrıca, Ebû Sufyân’ın Ebva mevkiinde Hz. Peygamber
    (a.s.)’e biat ettiği yolundaki rivayetlerin zayıf olduğunu bildirmiştir.
    Belazuri bu olayın Mekke ile Medine arasında Cuhfe mevkiinde cereyan
    ettiğini yaz­mıştır.” “Mu’cem-ul Buldân”da da aynı rivâyete rastlanmaktadır.



    [3]
    İbn Sa’d’a
    göre bu komşuların en yakını Ebû Leheb ve Ukbe idiler. Nitekim Hz. Ayşe’nin
    şu hadisini naklediyor: “Rasûlullah buyurdular; ben en kötü iki komşu
    arasında idim: Biri Ebû Le­heb, diğeri Utbe.”



    [4]
    Taberânî’de,
    Katade’nin rivâyetine göre; Hz. Umm-u Gülsüm, Uteybe ile ve Hz. Rukay­ye,
    Utbe ile evlenmişlerdi. İbn Kuteybe “El-Maârif’te ve Suheylî “Ravz-ul
    Ünuf”ta aynı ifadede bulunmuşlardır. Fakat İbn İshak, Hz. Rukayye’nin Utbe
    ile evlenmesi konusunda şüphe etmiştir. İbn Kuteybe, Zürkanî ve Taberi’nin
    ifadelerine göre her iki kız da evliliklerinin ilk günlerinde Ebû Leheb
    tarafından boşandılar. Daha sonra Rasûlullah (a.s.) Hz. Rukayye’yi Hz. Osman
    ile evlen­dirdi.



    [5]
    Bu demektir
    ki Ebû Leheb içten Rasûlullah (a.s.)’in dualarının tesirli olduğuna
    inanıyor­du.



    [6]
     
    “El-İsti’âb”; İbni Abd-il Berr, “El-İsâbe”; İbni Hacer, “El-Ensâb-ul Eşraf”;
    Belâzurî, “Delâil-in Nübüvvet”; Ebû Nu’aym el-İsfahânî, “Ravz-ul Ünuf”;
    Süheyli.



    [7]
    İbn İshâk
    bunu “İbad” İbn Hişâm da “Abbâd” olarak yazmışlardır.



    [8]
    Hz. Ebû Bekr
    (r.a.)’in bu sözlerinin anlamı şuydu: Hicvi Cenâb-ı Allah yapmıştı,
    Rasûlullah (a.s.) değil.



    [9]
    Arabistan’da
    Mina’nın dışında halkın toplandığı üç büyük ve önemli yer vardı. En büyük
    panayır Ukâz’da yapılırdı. Ukâz, Taiften bir günlük ve Mekke’den üç günlük
    mesafede idi. Burada Şevval ayının başından sonuna kadar büyük bir pazar
    kurulur, dükkânlar açılır ve eğlenceler dü­zenlenirdi. Buraya şair, edib,
    konuşmacı, reis, fakir, fukara herkes gelirdi. Şiir ve konuşma yarış­ması
    yapılırdı. Kabileler arasındaki ihtilaf ve kavgalar da burada tatlıya
    bağlanırdı. Bazı davalar da burada sonuçlandırılırdı. Daha sonra, 1-
    Zilkadeden itibaren, bugün Fatıma vadisi olarak bilinen Merrüzzahrân’da
    herkes toplanmaya başlar ve ayın son, Hac devresi başlardı ve Mekke’ye gelen
    bütün Araplar Minâ’da toplanırlardı.



    [10]
    “Mu’cemül
    Buldan’da belirtildiği gibi bu bir yerin adıdır. Burada oturan kabilenin
    adının da “İraş” olması muhtemeldir.



    [11]
    “İsâbe”de
    Hâfız İbni Hacer, İmam Zührî’ye dayanarak Hz. Sa’id bin El-Müseyyeb’in
    ha­disini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebû Süfyan, Ahnes’e fikrini sorunca
    kendisi, Hz. Muhammed (a.s.)’in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi. Bu
    ifâde, Taberânî’nin “Evsat’ta naklettiği Hz. Muaviye’ye ait hadisle de
    doğrulanmış oluyor. Hz. Muaviye diyor ki; bir defasında benim babam, Ebû
    Süfyân annem Hind ile beraber bir katır üzerinde bir çölden geçiyordu ve
    peşinde de ben var­dım. Derken, Rasûlullah (a.s.)a rastladık. Babam dedi ki,
    Muaviye, sen katırından in ve Muham­med (a.s.)’i bindir. Bunun üzerine ben
    katırımdan indim ve buna Hz. Muhammed (a.s.) bindi. Son­ra Hz. Muhammed
    (a.s.) babam ve anneme hitap ederek dedi ki, “Ey Ebû Süfyân ve Ey Hind bin
    Utbe, vallahi siz hepiniz bir gün öleceksiniz, tekrar diriltileceksiniz ve
    iyi amel işleyen cennete, kötü amel işleyen de cehenneme gidecek.” Sonra
    Fussilet sûresinin ilk 11 ayetini okudu. Bundan sonra Hz. Muhammed (a.s.)
    katırdan inip gitti. Ben tekrar katıra bindim. Yolda annem, babama kı­zarak,
    “Bu sihirbaz, yalancı ve sahtekâr için oğlumu katırdan indirdin değil mi?”
    Babam da dedi ki, “vallahi, bu şahıs ne sihirbazdır, ne yalancı ne de
    sahtekâr.”

  • DOĞUŞTAN PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN YAŞANTISI



    Yirmi İkinci Bölüm: DOĞUŞTAN PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN
    YAŞANTISI



    22.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DOĞUMU



    22.2. MÜJDELER VE MÜBAREK İSMİ



    22.3. FAKİR VE MÜTEVAZI BİR HAYAT



    22.4. SÜT KARDEŞLİĞİ



    22.5. HALÎME SÂ’DİYE



    22.6. AMİNE’NİN VEFATI



    22.7. ABDULMUTTALİB’İN HİMÂYESİ



    22.8. EBÛ TÂLİB’İN HİMAYESİ



    22.9. ÇOBANLIK



    22.10. KÜÇÜK YAŞTAN BERİ FEVKALÂDE ŞAHSİYETİNİN BELİRTİLERİ



    22.11. PUT PERESTLİKTEN NEFRET



    22.12. SURİYE’YE YOLCULUK VE RAHİP BAHİRA İLE GÖRÜŞME KONUSUNDAKİ RİVAYETLER



    22.13. FİCAR HARBİ



    22.14. HİLF’UL-FÜDÛL



    22.15. HZ. HATÎCE İLE TİCARETTE ORTAKLIK



    22.16. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN HZ. HATİCE İLE NİKÂHI



    22.16.1. Hz. Peygamber (a.s.)’in Hatice(r.a.)’den Doğan Çocukları



    22.16.2. Evlilik Hayatı



    22.16.3. Mali Rahatlık ve Zenginlik Devresi



    22.17. HZ. ZEYD BİN HÂRİSE OLAYI



    22.18. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN, HZ. ALİ’Yİ HİMAYESİ ALTINA ALMASI



    22.19. KA’BE’NİN YENİDEN İNŞASI



    22.20. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ. MUHAMMED (A.S.)’İ YAKINDAN TANIYANLAR



    22.21. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN YÜZ HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ

     

    Yirmi İkinci Bölüm: DOĞUŞTAN
    PEYGAMBERLİĞE KADAR HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN YAŞANTISI

    22.1. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN DOĞUMU

    Hz. İbrahim (a.s.)’in ailesinin bir bölümünü, Mekke’nin çorak ve
    ıssız topraklarına getirmesinin altında yatan amacın ve sevgili oğlu İsmail
    (a.s.) ile birlikte Kâ’be’yi inşa ederken beraberce yaptıkları şu duanın
    gerçekleş­mesi zamanı artık gelmişti.

    “Ya Rabbi, O müslüman ümmete kendilerinden bir peygamber gön­der
    ki, onlara ayetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günâhlarından
    temizlesin.” (Bakara; 129)

    Bu mübarek zamanın gelmesinden kısa bir süre önce Ebrehe 60 bin
    kişilik ordusuyla kaderini denemeye çalışmıştı. Ama, Ebrehe 60 bin değil 600
    binlik ordusuyla bile gelse idi aynı akibete uğramaya mahkûmdu. Asırlardır
    hazırlanmakta olan ilahî plân artık tatbik edilme safhasına gel­mişti ve bunu
    engellemeye dünyada hiçbir kimsenin gücü yetmeyecekti. Takdir-i ilâhiye göre
    dünyaya bütün peygamberlerin en büyüğü ve insan­ların en büyük lideri ve önderi
    teşrif edecekti. Bu öyle bir lider, öyle bir şahsiyetti ki, tarihin akışını
    değiştirecekti. Bu şahsiyetin gelmesi için 2.500 yıldan beri hazırlık
    yapılıyordu ve herkes dört gözle O’nu bekliyor­du. O’nun gelişini ve doğuşunu
    kimse engelleyemeyecekti.

    Muhaddisler ile tarihçiler, Eshâb-ul Fil (yani Ebrehe’nin
    Mekke’ye yürümesi ve perişan olması) vak’asının Muharrem ayında meydana geldi­ği
    hususunda ittifak etmişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.) ise bunu müteakip Rebiülevvel
    ayında dünyaya teşrif etliler. Velâdet-i Mübarek pazartesi gü­nü oldu ve bunu
    bizzat Hz. Peygamber (a.s.) bir Arap vatandaşıyla konuşması sırasında
    belirtmişti. (Bk: Sahih-i Müslim, Katâde’nin rivâyeti), Hz. Muhammed (a.s.)’in
    doğumunun Rebiülevvel ayının hangi tarihinde oldu­ğu konusunda ihtilâf vardır.
    Fakat, İbn Ebî Şeybe, Hz. Abdullah bin Ab­bas ile Hz. Câbir bin Abdullah’a
    dayanarak doğum tarihinin 12 Rebiülev­vel olduğunu belirtmiştir. Muhammed bin
    İshâk da bu tarihin doğru oldu­ğunu yazmış ve ulema ile tarihçilerin büyük bir
    çoğunluğu da bunu böyle kabul etmiştir. Eshâb-ul Fil vak’ası ile Hz.  Peygamber
    (a.s.)’in doğumu arasındaki kesin süre ne kadardı? Bu konuda da ihtilâf vardır.
    Rivâyetle­rin çoğu, bu sürenin 50 gün olduğunu göstermektedir. Aslında bu
    ihtilâf değişik takvimler arasındaki farktan doğmuştur. Bilindiği gibi kamerî ve
    şemsî takvimleri dengelemek zor bir iştir ve bu bakımdan şemsî takvime göre katî
    doğum tarihinin ne olduğunu söylemeyiz. Genellikle Hz. Pey­gamber (a.s.)’in
    doğum yılının miladî 570 veya 571 olduğu belirtiliyor. Süheylî “Ravd-ul Ünuf”
    adlı eserinde doğum tarihini 20 Nisan olarak gös­termiş, ancak seneyi
    yazmamıştır. Bazıları doğum tarihinin şemsî takvime göre 23 Nisan 571’e rast
    geldiğine işaret etmişlerdir. Mahmud Paşa Felekî 20 Nisan 571 olduğunu
    belirtmiştir ve bunun kamerî takvime göre 9 Rebiülevvel’e rast geldiğini
    kaydetmiştir. Causun De Perceval ise “Arap Tarihi” adlı eserinde doğum tarihinin
    20 Ağustos 570 olabileceğini yazarken, Phi­lip K. Hitti doğum yılının 571
    dolaylarında olabileceğine işaret etmiştir. Diğer bazı şarkiyatçılar iki yıl
    daha geriye giderek doğum yılını 569 ola­rak tesbit etmişlerdir. Hz. Muhammed’in
    mübarek doğumunun sabahın er­ken saatinde olduğu bildirilmiştir.

    22.2. MÜJDELER VE MÜBAREK İSMİ

    Muteber rivâyetlere göre, gebeliği sırasında Amine, rüyasında
    vücu­dundan bir ışığın çıkarak her tarafa yayıldığını ve bu ışığın Suriye’nin
    muhteşem saraylarını bile aydınlattığını görmüştü. Bir defasında Amine başka bir
    rüya gördü. Bu rüyasında, karnında müslüman ümmetinin lideri­ni taşıdığını ve
    kendisinin doğmasından sonra adının “Muhammed” kon­masının emredildiğini gördü.
    İbn Sa’d’ın rivâyetine göre bebeğin adının “Ahmed” konması emrolunmuştu.[1]
    Belki de bu iki ismin konması iki ayrı rüyada emrolunmuştu. Zira, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in adının hem Mu­hammed hem Ahmed olduğu hadislerle sabittir. Birçok
    hadiste Amine’nin doğum sırasındaki vaziyeti anlatılmıştır. Amine’nin ifadesine
    göre Hz. Peygamber (a.s.) batınından doğduğu zaman sanki içinden bir ışık çıktı
    ve bu ışık doğu ile batıyı aydınlattı. Beyhakî ile İbn Abdil-Berr, Osman bin
    Ebi’l As es-Sekafî’nin annesinin velâdet-i mübarek sırasında Amine’nin yanında
    bulunduğunu belirtmişlerdir. Bu hatunun ifadesine göre, bir ışık ve parıltı
    gözlerinin görebildiği yerlere kadar yayılmıştı. Doğum sırasında ebelik
    vazifesini Hz. Abdurrahman bin Avfın annesi Şifâ binti Avf bin Abdulharis Zührî
    yaptı.

    Doğumu müteakip 7. gün Abdulmuttalib, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    akikasını yaptı ve bu münasebetle Kureyşlilere bir ziyafet verdi.[2]
    Ye­mek yedikten sonra Kureyşliler, Abdulmuttalib’e, “şerefine bu ziyafeti
    verdiğiniz çocuğun ismi nedir?” diye sordular. Abdulmuttalib, çocuğun adının
    “Muhammed” olduğunu söyleyince, kendileri hayret ettiler ve “ai­leniz için bu
    isim garip ve değişiktir. Bunu niçin seçtiniz?” diye sordular. Abdulmuttalib
    dedi ki, “bu çocuk gökte ve yerde methedilsin diye bu ismi koyduk”.

    22.3. FAKİR VE MÜTEVAZI BİR HAYAT

    Abdullah gençliğinde evlenmiş ve ticarete yeni başladığı sırada
    da vefat etmişti. Bu sebeple, öksüz çocuğu ve dul karısı için geride mal ve mülk
    bırakmamıştı. İbn Sa’d’in ifadesine göre Abdullah’ın bıraktığı bütün servet beş
    deve, küçük bir sürü keçi ve bir hizmetçiden ibaretti.[3]
    Hizmetçi’nin adı Ümm-ü Eymen (r.a.)’di, ki Hz. Muhammed (a.s.)’e can-ü gö­nülden
    baktı ve hizmette herhangi bir kusur etmedi. Asıl adı Bereke olup bir zenci idi.
    Hz. Peygamber (a.s.) daha sonra bu hizmetçisini, azâd etti uşağı ve evlâtlığı,
    Hz. Zeyd bin Hârise ile evlendirdi, ki bu evlilikten Üsâme bin Zeyd doğdu.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in çocukluğundaki bu fakir ve mütevazı
    yaşantı­sına Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle temas edilmiştir: “Ve seni fakir bulup
    zengin etmedi mi?” (Duha; 8)

    22.4. SÜT KARDEŞLİĞİ

    Rasûlullah (a.s.) başlangıçta birkaç gün Ebû Leheb’in cariyesi
    Suveybe’nin sütünü içti. Sahih-i Buhârî ve Müslim’e göre aynı kadının sütünü Hz.
    Ebû Seleme (Ümmül Mü’minin Ümm-ü Seleme’nin ilk kocası) de iç­mişti. İbn Sa’d ve
    İbn Hişâm’ın ifadelerine göre, aynı kadının sütünü içen­ler arasında Hz. Hamza
    ve Hz. Abdullah bin Cahş (Ümmül Mü’minin Hz. Zeyneb’in kardeşi) de vardı. Bu
    suretle, bu zâtlar Hz. Peygamber (a.s.)’in süt kardeşleri oluyorlardı.
    Suveybe’nin bu hizmetinden dolayı Rasûlullah (a.s.) büluğ çağına geldikten sonra
    kendisine minnettar kaldığını her fır­satta belli ederdi ve Hz. Hatice ile
    evlendikten sonra da bu hâtûna saygı­sında kusur etmemişti. Hz. Hatice bu
    hizmetçiyi satın alıp serbest bırak­mak istiyordu. Ama, Ebû Leheb buna
    yanaşmadı. Fakat bir süre sonra kendisi O’nu serbest bıraktı. Hz. Peygamber
    (a.s.), Medine’ye hicret ettik­ten sonra dahi bu hâtûna elbise ve cep harçlığı
    gönderirdi. Hicri 7 yılında bu hatunun vefat ettiğini duyunca Hz. Peygamber
    (a.s.) kendisiyle beraber bebekken süt içtiği oğlu Meşruh’un durumunu öğrenmek
    istedi. Ama bu şahsın da öldüğünü öğrendi.

    22.5. HALÎME SÂ’DİYE

    Mekke eşrafı, çocuklarını süt içmeleri, iyi bakılmaları, açık ve
    sağlık­lı havada sıhhatli yetişmeleri ve aynı zamanda iyi Arapça öğrenmeleri
    için taşradaki mazbut ailelere ve kabilelere göndermeyi bir gelenek haline
    ge­tirmişlerdi. Bu şekilde, taşradan sık sık kadınlar ve kızlar Mekkeli kabile
    reisleri ve eşrafın yeni doğan çocuklarını almak üzere şehre gelirlerdi. Bu
    kadın ve kızlar çocuklara baktıkları müddetçe iyi bir ücret alırlardı ve da­ha
    sonra Mekkeli iyi ailelerle tanıştıktan sonra bir takım maddi menfaat elde
    edeceklerini umut ederlerdi. Velhâsıl, Hz. Muhammed (a.s.)’in doğu­mundan kısa
    bir süre sonra Hevâzin kabilesinin bir kolu olan Beni Sa’d bin Bekr’in bazı
    kadınları, dadılık yapabilecekleri çocukları bulmak ama­cıyla Mekke’ye geldiler.
    Bunlar arasında kocası Haris bin Abdullah’ın refakatindeki Halime binti Ebi
    Züeyb de vardı. İbni Hişâm, Halime’nin o zamanki perişan durumunu kendi
    sözleriyle dile getirmiştir. Halime’nin ifadesi şöyledir: “Biz çok perişan
    vaziyette idik. Memleketimizde kurak­lık ve kıtlık vardı. Diğer ailelere
    nisbetle durumumuz daha da berbattı. Merkebimiz zayıf ve çelimsizdi, hep geride
    kalıyordu. Dişi devemizin du­rumu da yürekler açışıydı. Hiç süt vermiyordu. Ben
    de açlıktan zayıfla­mıştım, memelerime süt gelmiyordu. Benim sütüm benim
    çocuğuma bile kâfi gelmiyordu. Bütün gece açlıktan ağlıyor ve bizi de
    uyutmuyordu. Mekke’ye vardığımızda hiçbir kadın Rasûlullah (a.s.)’ı yetimdir,
    babası yoktur, fakir annesi ve dedesinden fazla bir şey koparılamaz, diye almak
    istemiyordu. Kafilemdeki kadınlar girişken ve açık göz olup bütün iyi ve zengin
    ailelerin çocuklarını kaptılar ve bana hiçbir çocuk kalmadı. Herkes geriye dönme
    hazırlığı içinde iken ben kocama elim boş dönmek isteme­diğimi söyledim ve hiç
    olmazsa gidip bu yetim çocuğu alayım dedim. Ko­cam bu fikrime karşı çıkmadı ve
    ‘ziyanı yok, denemekte fayda vardır, bel­ki de bu çocuk bizim için bereketli
    olur’ dedi. Nihayet gittim ve sırf bana başka bir çocuk kalmadığı için bu çocuğu
    aldım. İlk konakladığımız yere gelince memelerimden doyasıya içti ve O’nun süt
    kardeşi (Abdullah) de doyasıya süt içti. Daha sonra kocam dişi deveyi sağınca o
    da iyi süt verdi ve biz ikimiz karın tokluğuyla sütünü içtik. Sabah kocam
    ‘vallahi Halime biz çok mübarek ve bereketli bir bebeği bulmuşuzdur’ dedi. Eve
    dönüş sı­rasında eşeğimizin keyfine diyecek yoktu. Öylesine neşeli, öylesine
    canlı ve öylesine hareketliydi ki şaştık kaldık. Kafilenin diğer bütün eşek ve
    ka­tırlarını geride bıraktı. Kadınlar hayret ediyor ve; ‘yahu Halime, senin
    eşe­ğine ne oldu? Bu bizimle beraber gelen merkeb değil midir?’ diye
    soru­yorlardı. Ben de eşeğin aynı olduğunu söylüyordum. ‘Vallahi kardeşim, sen
    ne dersen de, bu eşekte büyük bir değişiklik var, bu hayvan coşmuş-tur’ diye
    karşılık veriyorlardı. Memleketimize vardık. Kuraklık ve kıtlık her tarafa
    hâkimdi. Buna rağmen keçilerimiz nereye gidiyorsa yeterince yem buluyor ve bolca
    süt veriyorlardı. Günden güne yanımızda getirdiği­miz çocuğun bereketleri
    artmaya başladı. İlk sene geçtikten sonra çocuk­lar sütten kesildikleri sırada
    yanımda getirdiğim çocuk hepsinden daha sıhhatli ve kuvvetliydi ve dört yaşında
    gibi görünüyordu. Çocuğu Mek­ke’ye geri götürüp ailesine teslim etme zamanı
    gelmişti. O’nu annesine gö­türdük, ama O’nun bizde bir müddet daha kalmasını
    bütün kalbimizle isti­yorduk. Bu yüzden annesine ‘çocuğunuzun sağlıklı ve
    kuvvetli yetişmesi­ni istiyorsanız bir müddet daha bizde kalmasını rica
    edeceğiz. Malûmunuz üzere, Mekke’nin havası pek elverişli değildir. Bizim orada
    kırda, açık arazide iyi yetişme fırsatını bulacaktır’ dedim. Annesi de ısrarıma
    dayana­mayarak çocuğunun bir müddet daha bizde kalmasına izin verdi.”

    İbn Sa’d’ın ifadesine göre Rasûlullah (a.s.) iki sene daha
    Halime’nin yanında kaldı. Fakat İbn İshâk’ın rivâyeti biraz değişiktir. Biz bunu
    aşağı­ya naklediyoruz:

    Halime’nin ifadesine göre: “Mekke’den dönüşümüzden sonra aradan
    üç ay geçmemişti ki garip bir vak’a meydana geldi. Bir gün Mekke’den
    getirdiğimiz çocuk süt kardeşiyle evimizin arka tarafında oynuyordu. Bir süre
    sonra çocuğumuz koşa koşa bize geldi ve; ‘Kureyşli kardeşimin ya­nına iki beyaz
    giyinmiş kişi geldi. Bunlar O’nun karnını yardılar’ dedi. Ben ve kocam koşarak
    evin arkasına gittik ve orada, çocuğun ayakta dur­duğunu, yüzünün renginin
    sapsarı olduğunu gördük. Babası O’nu kucağa alarak, ‘oğlum, ne oldu?’ diye
    sordu. Çocuk da, ‘iki beyaz giyinmiş şahıs bana gelerek beni yere yatırdılar.
    Karnımı yardılar ve içimden bir şey çıkarıp attılar. Sonra kamımı yine eski
    haline getirdiler’. (Başka bir riva­yete göre, onlar benim karnımda bir şey
    arıyorlardı, ama bulamadılar, bil­mem ne idi) dedi.[4]
    Biz çocuğu eve getirdik. O zaman kocası dedi ki: “Halime, korkarım, bu çocuğa
    bir şey olacak, iyisi, biz bunu ailesine geri verelim”. Bunun üzerine O’nu alıp
    Mekke’ye annesinin yanına götürdük. Annesi biraz şaşırdı ve “hayır ola, Halime,
    çocuğumu niye zamanından önce geri getirdin? Halbuki sen bunu kendinizde
    bulundurmakta çok ısrar etmiştin?” Ben dedim ki, “Allah artık çocuğu iyice
    yetiştirip büyütmüş­tür. Fakat bundan sora elimizde olmayan bir şey olacağından
    korkuyo­rum”. Amine hatun ısrar eni, ‘Haydi Halime, asıl mesele nedir, anlat.’
    Bunun üzerine çocuğun başından geçen hadiseyi anlatmak zorunda kal­dım. Annesi,
    ‘bu çocuğun Şeytan’ın etkisi altında olduğunu mu sanıyor­sun?’ dedi. Ben de evet
    dedim. Bunun üzerine kendisi şöyle dedi: ‘Allah şahittir, çocuğum herhangi bir
    şeytani tesirin altında değildir. Doğrusu şu ki, çocuğum büyük şan-ü şeref ve
    meziyetlere sahiptir.’ Bunları söyledi ve gerek hamileliği, gerekse doğumu
    sırasında gördüğü rüya ve ışıktan söz etti.”

    Hz. Peygamber efendimiz (a.s.)’in çocukluğu Mekke’nin dışında
    te­miz ve duru Arapça konuşan Beni Sa’d kabilesinde geçtiği için dili ve şive­si
    tertemiz hale gelmişti. Nitekim bu özelliğiyle, kendisi de iftihar ederdi.

    “Ben hepinizden daha iyi Arapça bilirim. Ben Kureyşliyim ve süt
    kar­deşliği dönemimi Beni Sa’d bin Bekr’de geçirmişimdir.”

    Rasûlullah (a.s.) Süveybe gibi Halime’ye de hayatı boyunca
    hürmetkâr ve minnettar kaldı. O’na her zaman sevgi, şefkat ve saygıyla bağlı
    kaldı. Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Hatice ile evlendikten sonra bir de­fasında
    Halime kendisine geldi, oturdukları bölgede büyük bir kıtlık ve açlığın baş
    gösterdiğini birçok büyük baş hayvanın öldüğünü haber verdi. Bunun üzerine Hz.
    Peygamber (a.s.) kendisine 40 keçi, yiyecek ve diğer mallarla dolu bir deve
    verdi, İbn Sa’d, Muhammed bin Münkedir’in bir ri­vâyetini nakletmiştir ki
    şöyledir. Bir kadın Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna gelmek için müsaade istedi. Bu
    kadın kendisine çocukluğunda süt içirdiğini söylüyordu. O kadın gelince,
    Rasûlullah, “annem, anneciğim” diye­rek yerinden kalktı ve oturması için
    battaniyesini yere serdi. Mekke’nin fethinden sonra Halime’nin kız kardeşi,
    Rasûlullah (a.s.)’ın yanına gelip O’nun vefat ettiği haberini verince Rasûlullah
    (a.s.)’ın gözleri nemlendi[5].Rasûlullah
    (a.s.) Halime’nin kız kardeşine 200 dirhem, elbise ve binmek üzere eğerli bir
    deve hediye etti. Hevâzin gazvesi sırasında esir almanlar arasında çocukluğunda
    Rasûlullah (a.s.)’ı kucağında taşıyan Ha­lime’nin kızı Şeyma da vardı.
    Rasûlullah (a.s.) O’nu hemen tanıdı, O’na iyi bir muamele yaptı ve hürmetle
    ailesine geri gönderdi. Hevâzinlilerden müteşekkil bir heyet de Hz. Peygamber
    (a.s.)’e gelerek, “ya Rasûlullah, esir alınanlar arasında halalarınız vardır ve
    çocukluğunuz sırasında size süt içiren dadılarınız vardır, onların affını
    diliyoruz” dediler. Rasûlullah dedi ki, “bana ve Abdulmuttalib ailesine ait olan
    haklardan vazgeçiyo­rum.” Ensâr da kendi haklarından vazgeçtiler ve kararı Allah
    ile Rasûlüne bıraktıklarını söylediler. Bu suretle, takriben 6 bin esir serbest
    bırakıldı. Kendilerine iade edilen malların yekûnu ise 500 milyon dirhemdi.
    Hazreti Peygamber (a.s.)’den sonra Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de Halime’nin aile
    ve yakınlarına daima sevgi ve saygıyla muamele yaptılar.

    22.6. AMİNE’NİN VEFATI

    İbn Sâ’d ve İbn İshâk’ın ifadelerine göre Hz. Peygamber (a.s.) 6
    ya­şında iken ve İbn Hazm ile İbnü’l-Kayyûm’un ifadelerine göre henüz 7 ya­şını
    doldurmamışken Amine, büyük annesi (Abdulmuttalib’in annesi)nin ailesi olan
    Adiyy bin Neccar ile tanıştırmak üzere Ümm-ü Eymen ile birlik­te kendisini
    Medine’ye götürdü ve orada bir ay kaldı. Amine orada, Rasûlullah (a.s.)’a,
    babası Abdullah’ın son nefesini verdiği evi ve defnedildiği yeri gösterdi.
    Ömrünün daha sonraki bölümlerinde Rasûl-ü Ekrem’in (a.s.) kafasında bu
    yolculuğun hatıraları her zaman taze kaldı. Nitekim, Rasûlullah (a.s.) Mekke’den
    Medine’ye hicretten sonra sahabeye bu yolculu­ğundan arada sırada bahsederdi.
    Beni Adiyy bin Neccâr’ın evini ve bahçe­sini gördükten sonra bunu hemen
    hatırladı ve burada bir Ensâr kızı Üneyse ile oynadığını ve çocuklarla kuşları
    kovaladıktan sonra oraya annesiyle beraber geldiğini ve aynı evin avlusunda
    babasının mezarı bulunduğunu ayrıca Beni Adiyy bin Neccâr’ın gölünde yüzmeyi
    öğrendiğini anlattı.

    Amine Medine’de bir ay kaldıktan sonra Hz. Muhammed (a.s.) ile
    be­raber Mekke’ye dönerken Ebva’ mevkiinde ecele yakalandı ve orada def­nedildi.
    Ümm-ü Eymen, Rasûlullah (a.s.)’ı Mekke’ye geri getirdi. İbn Sad’ın ifadesine
    göre Rasûlullah (a.s.), annesinin defnedildiği yeri iyi ha­tırlıyordu. Nitekim,
    Hudeybiye anlaşması uyarınca müslümanlar ilk umre­lerini yapmak üzere Ebvâ’dan
    geçerken Rasûlullah (a.s.) şöyle buyurdular:

    “Cenab-ı Allah, Muhammed’in annesinin kabrine gitmesine izin
    ver­miştir.”

    Hz. Peygamber (a.s.) daha sonra kabrin bulunduğu yere gitti.
    Kabri düzeltti ve o sırada ağlamaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.)’in bu halini
    gören müslümanların da gözleri doldu. Sahabe ölüler için ağlanmaması yolundaki
    buyruğunu hatırlatınca Rasûlullah (a.s.) dedi ki: “Anamın, ana­lığını ve
    şefkatini hatırladım, onun için göz yaşlarımı tutamadım.”

    Hz. Peygamber’in, annesinin mezarını ziyaret ettiği ve orada göz
    yaş­larını tutamadığına dair rivayetler çeşitli hadis kitaplarında yer almıştır.
    (Meselâ, bk. Müsned-i Ahmed, Beyhaki ve Tabakat-ı İbn Sa’d’de Hz. Bü­reyde, Hz.
    Abdullah bin Mes’ud ve Hz. Ebu Hureyre (r.a.) tarafından riva­yet edilen
    hadisler).

    22.7. ABDULMUTTALİB’İN HİMÂYESİ

    Amine’nin de bu dünyadan göçmesinden sonra, Rasûlullah (a.s.)’ın
    himayesi dedesi Abdulmuttalib’e geçti. Abdulmuttalib, Rasûlullah (a.s.)’ı evine
    aldı ve O’nu bütün evlâtlarından daha çok sevdi. Abdulmuttalib ye­tim torununu
    bir an bile gözünden uzak tutmuyordu. Her zaman yanında bulundururdu. Hz.
    Peygamber (a.s.) Abdulmuttalib’in ister halvette olsun ister istirahata çekilmiş
    vaziyette olsun her an yanına gidebilirdi. Halbuki diğer evlâtları otorite ve
    sertliği yüzünden müsaadesi olmaksızın yanına sokulamazlardı. Abdulmuttalib,
    sevgili torunu yemek yemediği sürece eli­ne lokma almazdı ve bazen yemek
    sırasında O’nu kucağına alırdı. Kâ’be’nin duvarlarının dibine Abdulmuttalib’in
    oturması için halı serilirdi. Buna başka kimse oturmaya cesaret edemezdi. Fakat
    Hz. Peygamber (a.s.) gelip doğru buna otururdu. Hz. Peygamber (a.s.) o sırada
    tatlı ve herkesin hoşuna giden bir çocuktu. Amcası Ebû Tâlib O’nu oradan
    kaldırmak ister­di, ama Abdulmuttalib derdi ki: “Yavrumu bırak. Vallahi, bunun
    şânı baş­kadır. Bu çocuğun, bir gün, hiçbir Arab’ın erişemeyeceği yere
    geleceğini ümit ediyorum.” (Bazı rivâyetlere göre Abdulmuttalib, Rasûlullah
    (a.s.)’ın huyunun çok güzel ve asil olduğunu söylerdi). Abdulmuttalib daha sonra
    Hz. Muhammed (a.s.)’i yanına alıp sırtını ve başını okşar, yanaklarından öperdi
    ve torununun sevimli hareketlerini zevkle izlerdi. İbn Sa’d’ın rivâyetine göre,
    müneccimlik konusunda ihtisas yapmış olan Beni Müdlic’in bazı ileri gelenleri
    bir defasında Abdulmuttalib’in yanına gelip, torununun istikbalinin çok parlak
    olduğu kanaatine vardıklarını söylediler. Bu şahıs­lar, Abdulmuttalib’ten
    çocuğun iyi korunmasını istediler; zira ayak izleri­nin Hz. İbrahim (a.s.)’inkine
    çok benzediğini açıkladılar. Bu konuşmanın geçtiği sırada Ebu Tâlib de hazır
    bulunuyordu. Abdulmuttalib O’na döne­rek: “Bu beylerin söylediklerine dikkat et
    ve çocuğu iyi koru” dedi.

    Maalesef, Rasûlullah (a.s.), dede sevgisinden de uzun bir müddet
    ya­rarlanamadı ve henüz 8 yaşında iken Abdülmattalib’i kaybetti. İbni Sa’dile Hafız Sehâvi, Ümm-ü Eymen’in şu sözlerini nakletmişlerdir.
    “Abdulmuttalib vefat ettiği zaman Rasûlullah (a.s.)’ın, O’nun yatağının ucunda
    durup ağladığını gördüm.” Daha sonraki yıllarda Rasûlullah (a.s.)’a dede­sinin
    vefatını hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda şu cevabı verdi: “Evet, çok iyi
    hatırlıyorum. Ben o zaman 8 yaşında idim.”

    22.8. EBÛ TÂLİB’İN HİMAYESİ

    Bazı rivâyetlere göre Abdulmuttalib’in vefatından sonra, O’nun
    vasi­yeti üzerine amcası Ebû Tâlib Hz. Muhammed (a.s.)’i himayesi allına aldı.
    Bazı rivayetlerde ise Ebu Tâlib’in kendi isteğiyle Hz. Muhammed (a.s.)’in
    kefaletini üzerine aldığı belirtilmiştir. Ebu Tâlib’in asıl adı Abd-i Menaftı
    ama Tâlib adlı çocuğun babası olduğu için “Ebu Tâlib” (Tâlib’in babası) künyesi,
    isminden daha meşhur oldu. Ebu Tâlib’in büyük oğlu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    yaşıtıydı ve amca çocuğunu çok severdi. Bedir savaşı sırasında Kureyşliler, Beni
    Hâşim’i de zorla savaş meydanına götürdüğü zaman müşriklerin ordusunda Tâlib de
    yer alıyordu. Fakat kendisi muha­rebeye katılmadı. Daha sonra ne ölüler arasıda
    bulundu ne yaralılar ara­sında. Mekke’ye de geri dönmedi. Kısacası, bu tarihten
    itibaren kendisi hakkında herhangi bir haber alınamadı.

    Ebû Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)’in öz amcasıydı ve O’nu
    evlatların­dan daha çok sevdi ve korudu. Yanında yatırır, her gittiği yere
    götürürdü. Hz. Muhammed (a.s.) yemeğe gelinceye kadar yemek yemezdi. Vâkıdî’nin
    çeşitli kaynaklara dayanarak verdiği bilgiye göre, gerek Ebu Tâlib, gerekse
    ailesinin diğer fertleri her yemekte Hz. Muhammed (a.s.)’in bulunmasına azami
    dikkat ederlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in sofrada bu­lunmadığı zamanlarda
    yemekten tad almazlardı ve kimsenin karnı doy­mazdı. Hz. Muhammed (a.s.) sofrada
    bulunduğu zaman ise herkes doyası­ya yedikten sonra da yemek artıp kalırdı.
    Yani, Hz. Muhammed (a.s.) sof­raya bereket getirirdi. Bu nedenle de, O (a.s.)
    gelmeden yenmezdi. Ebu Tâlib de yemekten önce, Hz. Peygamber (a.s.)’e “oğlum,
    sen çok mübarek ve bereketlisin” diye hitap ederdi. Yemek sırasında çocuklar
    kaplara ve tabaklara hücum edince Hz. Peygamber (a.s.) derhal elini çekerdi.
    Bunun üzerine Ebu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)’e ayrı bir tabakta yemek verirdi.
    Evde Ebu Tâlib’e mahsus bir divan vardı, buna kimse oturamazdı. Ama, Hz.
    Peygamber (a.s.) için herhangi bir yasak ve engel yoklu. Rasûlullah (a.s.) bazen
    gidip divanda amcasıyla otururdu ve kimse karışamazdı. Bu sebepten dolayıdır ki,
    Ebu Tâlib bazen şöyle derdi: “Rebia’nın tanrısına yemin ederek söylüyorum,
    kabile reisliği gerçekten yeğenime yakışıyor.”

    22.9. ÇOBANLIK

    Muhtemelen bu dönemde, Hz. Peygamber (a.s.) amcasının kötü mali
    durumunu gördükten sonra, kendisini çalışması ve aileye mali katkıda bu­lunması
    gerektiği kanaatine vardı. Çocukluğunda dadısı Halime’nin yanın­da bulunduğu
    sırada süt kardeşleri keçi ve koyunlara bakardı. Hz. Pey­gamber (a.s.) aynı işi,
    aklı ermeye başlayınca Mekke’de ücret karşılığı yapmaya koyuldu. Hadislerde Hz.
    Ubeyd bin Umeyr’in anlattıklarına göre Hz. Peygamber (a.s.) bir defasında şöyle
    dedi: “Çobanlık yapmamış olan bir peygamber doğmamıştır”. Adamlar sordular, “siz
    de çobanlık yaptınız mı?” Hz. Peygamber (a.s.) “evet” diye cevap verdi. Sahih-i
    Buhârî’de bir başka hadis vardır. Buhârî’nin, Kitab’ul İcâresi’nde yer alan Hz.
    Ebu Hu­reyre’nin naklettiği hadis şöyledir: “Rasûlullah (a.s.), dünyada çobanlık
    yapmamış olan bir peygamberin bulunmadığını söylediler. Bunun üzerine sahabe
    kendisinin de böyle yapıp yapmadığını öğrenmek istediler. Hz. Peygamber (a.s.)
    “evet” diye cevap verdiler ve eklediler: “Ben Mekkelile­rin keçi (koyun)lerini
    birkaç “kırrât” (bir dinarın 1/10’i veya 1/20’i) karşı­lığında gezdirdim”[6].
    Ebû Seleme bin Abdurrahman diyor ki, bir defa­sında Rasûlullah birkaç kişi ile
    beraber dut ağaçları arasından geçerken kendilerine şöyle buyurdular:
    “Siyahlaşmış meyveleri koparın, zira ben çobanlık ederken bu meyveleri
    koparırdım” (İbn Sa’d, Leyden baskısı, s. 79-80).

    22.10. KÜÇÜK YAŞTAN BERİ FEVKALÂDE
    ŞAHSİYETİNİN BELİRTİLERİ

    Yukarıda bahsettiğimiz Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
    doğu­mundan 10-12 yaşma kadar olan devrede, gerek günden güne ortaya çıkan şahsi
    kabiliyetleri, gerekse başından geçen garip ve akıl almaz olaylar,
    çevresindekilerin ve O’nu yakından tanıyanların, fevkalâde vasıf, kabiliyet ve
    meziyete sahip bir şahsiyetin yetişmekte olduğu kanısına varmalarına sebep oldu.
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti sadece bereketler ve Mu’cizeler
    yaratmıyordu, aynı zamanda tabiatı, huyu, alışkanlıkları ve vasıfla­rının da
    diğer çocuklardan farklı olduğu gün gibi aşikârdı ve dış görünü­mü bile
    olağanüstü kişiliğini açığa vuruyordu.

    Beyhakî ve İbn Cerir, Hz. Ali’ye dayanarak şu hadisi
    nakletmişlerdir: “Rasûlullah buyurdular ki, ‘Cahiliyye döneminde diğer
    insanların yaptık­ları kötü işlere sadece iki defa meylettim, ama her ikisinden
    de Allah beni korudu. Bundan sonra kötü fikirler aklıma bile gelmediler. Bir
    defasında benimle beraber çobanlık yapan arkadaşıma dedim ki: “Bak arkadaş, sen
    biraz benim keçi ve koyunlarıma göz kulak ol. Ben Mekke’ye gidip diğer gençlerin
    ilgilendikleri gece hayatına bakayım nasıl oluyor”. O arkadaş razı oldu. Derken,
    şehre yöneldim. Rastladığım ilk evden def ve şarkı sesi geliyordu. Adamlara
    sordum, ne oluyor diye. Dediler ki düğün var. Ben orada biraz beklemeyi
    yeğledim. Fakat hemen sonra öyle bir uyku bastı ki, sızıp kaldım. Ta ki, sabah
    oldu ve güneş ışınları gözüme vurunca uyandım. Oradan arkadaşıma döndüm.
    Kendisine ne olduğunu anlattım. Öbür gece arkadaşıma yine şehre inmek istediğimi
    söyledim. Bu defa da aynı şekilde anlaştık ve ben Mekke yolunu tuttum. Şehre
    girdikten sonra kulağıma yine müzik sesi geldi. Ben durumu öğrenmek için oturur
    otur­maz yine uyuya kaldım ve yine sabahladım. Dönüşte arkadaşıma dedim ki bu
    defa da bir şey olmadı. Bundan sonra böyle şeylerle hiç ilgilenmedim.”

    İbni Sâ’d, Ümm-ü Eymen’in şu rivâyetini nakletmiştir.
    Kureyşliler Büvâne adında bir puta taparlardı. Bu puta adak ve hediyelerini
    sunar ve çevresinde itikaf ederlerdi. Ayrıca onun uğruna kurban da keserlerdi.
    Ebu Tâlib de adet üzere ailesiyle birlikte oraya giderdi. Henüz erginliğe
    eriş­memiş olan Hz. Muhammed (a.s.)’in de bu putun yanına gitmesi istenir, ama
    her defasında Hz. Muhammed (a.s.) bu isteği reddederdi. Bazen bu yüzden bayağı
    gerginlik olurdu. Gerek Ebu Tâlib, gerekse teyzeleri, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu
    tutumunu çok yadırgarlardı. Bir defasında, Müvâne festivali sırasında büyüklerin
    sürekli baskı ve ısrarlarından kurtulmak için Hz. Peygamber (a.s.) evi terk etti
    ve uzun süre ortalıkta görünmedi. Evdekiler merak etmeye başladılar. Nihayet
    sarsılmış ve bitkin bir şekilde eve döndü. Teyzeleri hemen yanına gidip,
    “evlâdım, sana ne oldu?” diye sordular. Hz. Peygamber (a.s.) kendisine bir şey
    olacağından korktuğunu söyledi. Teyzeleri, “aman Yüce Tanrı seni Şeytan’ın
    kötülüğüne kaptırma­sın. Çünkü sende büyük meziyetler var” dediler. Hz. Muhammed
    (a.s.)’in anlattığına göre festival sırasında kendisi Kâ’be’deki putlara
    yaklaşmaya çalışmış ama her defasında beyaz tenli uzun boylu bir kişi kendisini,
    “sa­kın Muhammed bunlara yaklaşma, bunlardan uzak dur” diyerek uyarmıştı. Ümm-ü
    Eymen diyor ki, bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) hiçbir zaman bu tür
    festivallere katılmadı.

    İbni Hişâm, İbni İshâk’a dayanarak şunları yazmıştır: Ezd-i
    Şeneve’nin bir kolu olan Lihb kabilesine bağlı olan bir müneccim ve kâhin arada
    sırada Mekke’ye gelirdi. Bu kâhin şehre geldiğinde Kureyşliler ken­di
    çocuklarını onun yanına götürür ve dış görünümlerinden gelecekleri hakkında
    bilgi edinirlerdi. Bu şahıs bir defasında Mekke’ye geldiğinde Ebu Tâlib diğer
    çocuklar ile birlikte Hz. Muhammed (a.s.)’i de yanına gö­türdü. Bu şahıs Hz.
    Muhammed (a.s.)’e şöyle bir baktı ve başka işlerle meşgul oluverdi. O işi
    bitirdikten sonra Ebu Tâlib’e biraz önceki çocuğu tekrar görmek istediğini
    söyledi. Ebu Tâlib, kâhinin Hz. Muhammed (a.s.)’i görmeye hevesli olduğunu
    görünce yeğenini bir tarafa kaçırdı. Kâhin dedi ki: “Lütfen o çocuğu bana
    getirin, yemin ediyorum, o büyük adam olacaktır.”

    Muhammed bin İshâk’ın bir rivâyeti şöyledir: “Rasûlullah
    buyurdular ki, ‘bir defasında Kureyşli çocuklarla beraber oynuyordum. Hepimiz
    taşla­rı topluyorduk. Diğer çocuklar bellerine bağladıkları donları çıkarıp
    taşla­rı taşıdıkları için çıplak kalmışlardı. Ben de donumu çıkarmak istediğim
    zaman yüzüme bir yumruk yedim ve bir ses, bana ‘donunu bağla’ dedi. Bunun
    üzerine donumu tekrar bağladım.” Böylece küçük yaşta bile Hz. Peygamber
    (a.s.)’in çıplak dolaşması önlenmişti. Buna benzer bir vak’a, Hz. Peygamber
    (a.s.) 35 yaşında iken meydana geldi. Hz. Peygamber (a.s.)’in nübüvvetine 5 sene
    kalmıştı. Kureyşliler Kâbe’yi yeniden inşa ediyorlardı. O sırada herkes
    donlarını boyunlarına asıp taşları taşıyorlardı ve küçük, büyük kimsede
    çıplaklık duygusu yoktu. Hz. Abbas (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.)’in de aynı şeyi
    yapmasını istedi. Fakat Hz. Muhammed (a.s.) elini donuna uzatır uzatmaz
    bayılıverdi ve gözleri göğe doğru dikil­miş oldu. Daha sonra, “donum, donum”
    diye feryad etmeye başladı ve derhal donunu düzeltti. Bu vak’a, sahih hadislerde
    Hz. Cabir bin Abdullah tarafından rivayet edilmiştir. Abdurrezzak, Taberanî ve
    Hakim’in ise Ebu’t Tufeyl’e dayanarak naklettikleri rivayete göre, gaipten bir
    ses geldi: “Ey Muhammed, hayalarını ört”. Fakat hiçbir rivayette, Hz. Muhammed
    (a.s.)’in tamamıyla çıplak kaldığı belirtilmemiştir. Anlaşılan, Hz. Peygam­ber
    (a.s.) kendisini çıplak edecek duruma gelmeden önce şuurunu kaybediverdi.

    22.11. PUT PERESTLİKTEN NEFRET

    Hz. Muhammed (a.s.) çocukluğundan beri şirk ve putperestliğin
    bü­tün icap ve belirtilerinden şiddetle nefret ederdi ve peygamberliğinden
    ön­ceki Cahiliyye döneminde bile herhangi bir dini saplantıya girmemişti.
    Sahih-i Buhârî’nin el-Menâkıb başlıklı bölümlerinde Zeyd bin Amr bin Nufeyl’in
    hadisleri arasında Hz. Abdullah bin Ömer’in rivayet ettiği bir hadis vardır ki,
    şöyle özetlenebilir: “Bir defasında Rasûlullah (a.s.)’a put­lara takdim edilen
    yemek ve onlar için kesilen kurbanın eti verildi. Ama Rasûlullah (a.s.) bu
    yemeklere dokunmadı.” Müsned-i Ahmed’de Hz. Ur­ve bin Zübeyr’in naklettiği bir
    hadise göre, kendisine Hz. Hatice (r.a.)’nin bir komşusu şunları söyledi: “Bir
    defasında ben Rasûlullah (a.s.)’ın Hz. Hatice’ye şunları söylediğini duydum: ‘Ey
    Hatice! Vallahi ben hiçbir za­man Lât ve Uzza’ya ibadet etmeyeceğim. Buna cevap
    olarak da Hz. Hati­ce şunları söyledi: Bırakın Lat’ı ve bırakın Uzza’yı.’ Bu
    olayı anlattıktan sonra o komşu, Hz. Urve’yi o sıralarda Kureyşlilerin akşam
    yatmadan ön­ce bu putlara ibadet ettiklerini bildirdi. Bu olay muhtemelen Hz.
    Peygam­ber (a.s.)’in evliliğin ilk yıllarında meydana gelmişti.

    22.12. SURİYE’YE YOLCULUK VE RAHİP
    BAHİRA İLE GÖRÜŞME KONUSUNDAKİ RİVAYETLER

    Bir defasında Ebu Tâlib bir ticaret kafilesiyle birlikte
    Suriye’ye hare­ket ediyordu. Rasûlullah (a.s.) o zaman 12 yaşında idi[7].
    Amcasının se­yahate gideceğini görünce O’na sarıldı ve İbn Sa’d’in rivâyetine
    göre ken­disine şöyle yalvarmaya başladı: “Amcacığım, siz beni kime
    bırakıyorsu­nuz. Benim ne annem var ne babam.” Bunu duyunca Ebu Tâlib’in yüreği
    sızladı ve şöyle dedi: “Vallahi, ne ben Muhammed (a.s.)’i kendimden
    uzaklaştıracağım, ne de O benden uzaklaşacaktır. O, benimle gelecektir”. Ve O’nu
    yanına aldı. Ticaret kafilesi Suriye’nin Busrâ mevkiine varıp Ra­hip Bahira’nın
    manastırına uğradı. Rahip Bahira gelen giden kafilelerle pek ilgilenmezdi. Ama
    bu defa geleneğini bozarak kafilenin yanına geldi. Kendileri için yemek
    hazırlattı ve herkesi yemeğe davet etti. Bahira’nın yemeğine herkes gitti, ama
    yaşı küçük olduğu için Hz. Muhammed geride bırakıldı. Rahip Bahira, Mekkelilere
    sordu; “herkes geldi mi?” Mekke’li­ler dediler ki, “yaşı küçük olan bir çocuğu
    çadırda bıraktık.” Rahip dedi ki: “Onu da getirin”. Bir Kureyşli, “vallahi,
    Muhammed’in bizimle beraber yemek yememesi iyi bir şey değil” dedi ve çadıra
    gidip O’nu, getirdi. Hz. Muhammed (a.s.)’in sofraya gelmesinden sonra Rahip
    Bahira kendisine dikkatle baktı ve daha sonra yanına gelip şöyle konuştu: “Sen
    Lât ve Uzza üzerine yemin ederek söz ver sorduğum her şeye cevap vereceksin.”
    Hz. Muhammed (a.s.), “Ben Lât ve Uzza üzerine yemin edemem. Zira onlar­dan
    nefret ettiğim kadar başka bir şeyden nefret etmem” diye cevap verdi, daha sonra
    aralarında şöyle bir konuşma geçti:

    – O halde, Allah rızası için söz ver, sorduğum her soruya cevap
    vere­ceksin.

    – Söz veriyorum.

    Rahip Bahira daha sonra Hz. Muhammed (a.s.)’in hayat hikâyesi,
    şahsiyeti, tabiatı, uykusu ve diğer konularda bilgi edinmek istedi ve Hz.
    Peygamber (a.s.) sorduğu sorulara cevap verdi. Rahip bundan sonra Hz. Peygamber
    (a.s.)’i tepeden tırnağa kadar süzdü. O’nu iyice inceledikten sora Ebu Tâlib’e
    dönerek, “bu çocuk neyinizdir?” diye sordu. “Oğlumdur” diye cevap verdi, Ebu
    Tâlib. “Olamaz, bunun babası sağ olamaz” diye karşılık verdi rahip. Sonra ikisi
    arasında şöyle bir konuşma geçti:

    -Haklısınız, bu benim oğlum değil, yeğenimdir.

    -Babasına ne oldu?

    -Bu zavallı çocuk anne karnında iken babası vefat etti.

    -Vallahi, sen talihli bir insansın. Yeğenini memleketine götür
    ve O’nu Yahudilerden koru. Korkarım, eğer Yahudiler bu çocukta sezdikleri­mi
    sezerlerse O’na bir kötülük yapabilirler. Çünkü senin bu yeğenin bir gün büyük
    bir insan olacaktır.

    Bu öğüt üzerine Ebu Tâlib ve arkadaşları Suriye’deki işlerini
    çabucak bitirip Hz. Muhammed (a.s.) ile birlikte Mekke’ye döndüler.

    Olup bitenler bundan ibarettir. Ama oryantalistler bu olayı
    menfur maksatlarına alet etmişlerdir. Bu küçük hadise üzerine tahmin ve
    kıyasla­rın koskoca binasını yapmışlardır ve Hz. Muhammed (a.s.)’in bütün
    bilgi­lerini Hıristiyan rahiplerinden elde ettiğini iddia etmişlerdir. Maalesef
    biz­de, yani müslümanlarda bu tahmin ve kıyasları kuvvetlendirecek mahiyet­te
    bazı rivayet ve söylentiler dolaşmaya başlamıştır. Bu tür yanlış fikir ve
    tahminlerin kesinlikle reddedilmesi gerekmektedir. Çünkü bu fikir ve inanç Hz.
    Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine gölge düşürecek nitelikte­dir. Bu kitabın
    birinci cildinde bu konuya ayrıntılı biçimde değinmiştik. Burada bu konuya başka
    bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

    Aslında, ömrünün çoğunu ibadet, dua ve murakabe ile geçirmek
    sure­tiyle manevî ve ruhani yeteneklerini bir hayli geliştirmiş olan derviş,
    za­hid ve abid bir rahibin, bazı bereket ve diğer olağanüstü belirtileri
    gördük­ten sonra Kureyşlilerin ticaret kafilesinde büyük bir şahsiyetin
    bulundu­ğunu sezmesi, öyle garipsenecek bir şey değildir. Rahip Bahira’nın
    tah­minlerinin, Hz. Muhammed (a.s.)’i gördükten sonra daha da kesinleşmiş olduğu
    söylenebilir. Rahip, ayrıca Yahudilerin ikinci bir millet olduğunu ve
    Arabistan’ın ümmilerinden ve İsmail oğullarından büyük bir şahsiyetin doğacağını
    hazmedemeyeceklerini düşünerek Hz. Muhammed (a.s.)’in bu milletten korunmasını
    da istemiş olabilir. Ancak, bu rahibin, müjdelenen peygamberin Hz. Muhammed
    (a.s.) olacağına kanaat getirdiğini söyleyemeyiz. Şüphesiz, Yahudi ve
    Hıristiyanlara ait dini kitaplarda bir peygambe­rin geleceği ve adının da
    Muhammed olacağı kayıtlıydı. Fakat Rahip Bahira’nın, görünürde herhangi bir
    işaret yokken, müjdelenen peygamberin 12 yaşındaki Muhammed adlı çocuğun
    olacağına derhal karar kıldığı da söylenemez.

    Bu hususta müslüman muhaddis ve siyer yazarlarının anlattıkları
    ri­vayete de gözatmak yerinde olacaktır. Tirmizî, Beyhaki (Fid Delail) İbni
    Asakir, Hakim, Ebu Nuaym, Ebu Bekr el-Haraiti ve İbni Ebi Şeybe’nin Hz. Ebu Muşa
    Eş’ari (r.a.)’ye dayanarak naklettikleri hadis şöyledir: “Ra­hip Bahira, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in elini tutarak, bu Seyyid’ul Murselin’dir, Seyyid’ul
    Alemin’dir. Bunu Cenab-ı Allah kısa bir zamanda Rahmet’ul-Alemin olarak meb’us
    edecektir’ dedi. Kendisine soruldu. (Tirmizî ve bazı diğer muhaddislere göre,
    Kureyşli şeyh ve kabile reisleri kendisi­ne sordular). ‘Siz bunu nereden
    öğrendiniz?’ O dedi ki, ‘siz buraya gelir­ken gözlerimle gördüm, her ağaç ve her
    taş secdede idi. Ağaç ve taşlar bir peygamberden başka kimseye secde etmezler.
    Ayrıca ben O çocuğu, sır­tında iki omzunun ortasında bulunan peygamberlik
    mühründen tanıdım. Bizim kutsal kitaplarımızda da O’ndan bahsedilmiştir.’ Rahip
    daha sonra Ebu Tâlib’e şöyle dedi. ‘Bu çocuğa Yahudilerden bir tehdit gelebilir.
    Onun için kendisini geri gönderin.’ İbn Ebi Şeybe’nin Hz. Musa Eş’ari’ye
    daya­narak naklettiği rivayette, Hz. Muhammed (a.s.)’in rahibin yanına gelirken
    bir bulut parçasının kendisini güneşten koruduğu belirtilmiştir. Aynı hadis ve
    rivayetlere göre Rahib Bahira’nın ısrarı üzerine Ebu Talip, Rasûlullah (a.s.)’ı,
    Hz. Ebu Bekr ve Hilali Habeşi’nin refakatinde Mekke’ye geri gön­derdi. Fakat bu
    rivayetlerin doğruluğu şüphelidir. Zira, o sırada Ebu Bekr henüz 10 yaşında idi
    ve Hz. Bilal (r.a.) daha da küçüktü. Evvela, 12 yaşın­daki bir çocuğun
    kendisinden daha küçük yaştaki çocukların, “koruması” altında yola çıkarılması
    dikkat çekicidir, ikincisi, Hz. Bilal’in o sırada Abdulmuttalib’in sülalesiyle
    hiçbir ilgisi yoktu. Dolayısıyla Abdulmuttalib ailesi kendisine herhangi bir
    vazife veremezdi. Aynı yolculukla ilgili bir rivayet daha var. Buna göre, 7
    Bizanslı, Hz. Muhammed (a.s.)’i öldürmek niyetiyle Bahira’nın manastırına
    vardılar. Bahira kendilerine oraya gelme sebeplerini sordu. Bizanslılar dediler
    ki: “Duyduğumuza göre müjdelenen peygamber bu ay içinde buraya gelecektir.
    Hükümetimiz bu sebeple çeşit­li bölgelere adamlar yollamıştır. Biz işte bu
    adamlardanız”. Bahira kendi­lerine şöyle dedi: “Siz ne zannediyorsunuz? Allah’ın
    yapmak istediği bir şeyi kimse engelleyebilir mi?” O adamlar, “hayır” diye cevap
    verdiler ve kötü niyetlerinden vazgeçtiler.

    Bu rivâyetin doğru olduğunu kabul edersek, Hazreti Peygamber
    (a.s.) henüz 12 yaşında iken, hem kendisi, hem Kureyşliler ve hatta Bizanslılar
    kadar herkesin kendisinin peygamber olacağını bildikleri sonucu ortaya çıkar.

    Bu olaydan 13 yıl sonra, Hz. Muhammed (a.s.) 25 yaşında iken bir
    ti­caret yolculuğu daha yapmıştı. Yanında Hz. Hatice’nin malları bulunuyor­du.
    Ebu Sa’id Nisaburi’nin “Şerefül Mustafa” isimli kitabında yer alan ri­vayete
    göre bu yolculuk sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Rahip Bahira ile tekrar buluştu.
    Bu buluşma sırasında Bahira, kelime-i şehâdet getirerek Allah’ın tek olduğuna ve
    Hz. Muhammed’in Allah’ın resulü olduğuna ta­nıklık ettiğini belirtti ve ekledi:
    “Siz, Hz. Îsa İbn Meryem’in müjdelediği ümmi peygambersiniz. Bundan dolayıdır
    ki, İbni Mende ve Ebu Nuaym, Bahira’yı sahabeler arasında saymışlardır. Hafız
    Zehebi ise, “Tecrid’üs Sa­hâbe’de Bahira’nın, Hz. Muhammed (a.s.)’e,
    peygamberliğinden önce iman etmiş olduğunu yazmıştır.

    Hz. Muhammed (a.s.)’in bu ikinci Suriye yolculuğuyla ilgili
    olarak anlatılan rivayetlerden biri de şöyledir. Rasûlullah (a.s.) Busra’da bir
    ağa­cın gölgesinde dinlenirken yakınlarda bulunan bir manastırdan Nestura isimli
    rahip çıkageldi. Nestura, Hz. Muhammed (a.s.)’e refaket eden Hz. Hatice’nin
    uşağı Meysere’ye yaklaşarak ağacın dibinde kimin yatmakta ol­duğunu sordu.
    Meysere, “Bir Kureyşli Harem sahiplerinden biri”. Vakıdi ve İbn İshâk’ın
    rivayetlerine göre Nestura şunları söyledi: “Vallahi, bu ağacın altında, Hz. Îsa
    (a.s.)’dan bu yana (yani 600 sene) bir peygamber­den başka kimse
    dinlenmemiştir.” Ebu Sa’id, “Şerefül Mustafa”da bu ri­vayete şu satırları
    eklemiştir: Nestura daha sonra, Rasûlullah (a.s.)’ın yanı­na geldi, başını ve
    ayağını öptü ve şöyle dedi: “Sizin Allah’ın rasulü oldu­ğunuza şehâdet ediyorum.
    Siz, Hz. Îsa’nın müjdelediği peygambersiniz. Hz. Îsa demişti ki, bu ağacın
    altında Ümmi peygamber, Haşimi, Arabi, Mekki, Havuz ve Şefaat Sahibi ve Liva-yı
    Hamd sahibinden başka kimse kalmayacaktır.” Meysere bu olayı aklından çıkarmadı.
    Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) Busra’nın çarşılarına alışverişe çıktı. Çarşıda
    bir malın fiyatı konusunda ihtilaf zuhur etti. Malı satan kişi, Rasûlullah
    (a.s.)’ın Lât ve Uzza üzerine yemin etmesini istedi. Rasûlullah (a.s .) dedi ki,
    ben hiçbir zaman yemin etmedim. Bunun üzerine o adam, Rasûlullah (a.s.)’ın
    teklif ettiği fiyatı ses çıkarmadan kabul eni ve Meysere’yi bir yana götürüp
    ku­lağına şunları fısıldadı: “Bu mutlaka bir peygamberdir. Elinde canım olan
    zata yemin ederek söylüyorum, mukaddes kitaplarımızdaki zikri geçen peygamber
    budur.” Meysere bu hadiseyi aklına iyice yerleştirdi.

    Ebu Nuaym’ın rivâyetine göre Suriye yolculuğu sırasında Meysere
    iki meleğin Hz. Muhammed (a.s.)’i gölge gibi izlediklerini gördü. Hz. Mu­hammed
    (a.s.) kafilesiyle birlikte Mekke’ye döndüğü zaman öğle vaktiydi. Hz. Hatice o
    sırada balkonda idi. O da Hz. Muhammed (a.s.) deve üzerin­de gelirken iki
    meleğin O’nu gölgelediğini gördü. Ebu Nuaym’ın dışındaki diğer muhaddis ve
    tarihçiler buna şu satırları da ilâve etmişlerdir. Hz. Ha­tice, yanındaki diğer
    kadınlara da bu manzarayı gösterdi ve hepsi şaşıp kaldılar. Daha sonra Meysere
    eve gelince Hz. Hatice kendisine gördüğünü anlattı. Meysere dedi ki: “Ben
    bunları Suriye yolculuğu boyunca gördüm” ve bu arada gördüklerini ve
    duyduklarını da Hz. Hatice’ye anlattı. Bunlar arasında Rahip Nestura ve
    çarşıdaki adamın dedikleri de yer alıyordu.

    Bu rivayetlerin doğru olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, Hz.
    Mu­hammed (a.s.)’in, peygamberliğe fiilen tayin edilmesinden 15 sene önce bir
    kez daha kendisinin peygamber olacağını öğrendiğini de teslim etmek zorunda
    kalacağız. Hatta, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in, kendisi değil, Meysere, Hz.
    Hatice, onun yanındaki hanımlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in, Suriye’ye kadar beraber
    yolculuk ettiği kafilenin diğer fertleri ve Mek­ke’deki diğer bazı kimselerini
    de bunu öğrendiklerin kabul etmeliyiz. Zira, Meysere, Hz. Hatice ve diğer bazı
    kadınlar gibi Mekke’nin diğer birçok sakinlerinin de Hz. Muhammed’i gölgeleyen
    iki meleği görmeleri ihtimal dahilindedir.

    Gerçi yukarıda naklettiğimiz rivayet ve hadisler dürüst, hatırı
    sayılır, muteber ve ilmi dehaları tartışılmaz pek muhterem zevata aittir. Fakat
    bunlar pek çok yönden nazar-ı dikkate alınamaz ve doğru sayılamaz. Bir kerre, bu
    rivayet ve hadisler Kur’an-ı Kerim’in talimatına ve ruhuna aykı­rıdır. Çünkü
    Kur’an-ı Kerim’de Resul-ü Ekrem (a.s.)’e şöyle hitap edilmiş­tir:

    “Sen, bu kitabın sana vahyolunacağını ummuyordun” (Kasas; 86)

    “Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin”. (Şura; 52)

    Bu âyet-i kerimeler gösteriyor ki peygamberlik payesine
    yükselme­den önce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendisinin peygamber olacağını
    bilmiyordu. Ve bunu başka kimse değil, bizzat Cenab-ı Hak söylemekte­dir. Şayet
    Hz. Peygamber (a.s.) henüz 12 yaşında iken peygamber olaca­ğını öğrenmiş ve 25
    yaşında iken bu bilgisi yenilenmiş olsaydı, kendisine bir Kitab’ın geleceğini ve
    insanların kendisine iman edeceğini de umabilirdi. Böyle bir durumda hem
    kitaptan hem imandan habersiz olması söz konusu olamazdı.

    Yukarıdaki rivayetler, Hz. Muhammed (a.s.)’e ilk defa vahy’in
    gelme­si ve bundan sonra kendisi ve Hz. Hatice arasında geçen konuşma ile ilgili
    muteber ve güvenilir hadis kitaplarında yer alan doğru hadislerle de ters
    düşüyor. Eğer Hz. Muhammed 28 yıldan beri kendisinin peygamber ola­cağını ve
    vahy geleceğini bilmiş olsaydı, Hira mağarasında ve daha sonra evde onca şaşkın
    ve sarsılmış olabilir miydi? Bu tam O’nun bildiği ve beklediği şey değil miydi?
    Hz. Hatice’nin, Hira’da Hz. Muhammed (a.s.)’in başından geçenler üzerine
    söyledikleri sözler, 15 yıldan beri O’nun peygamber olacağını bildiği için başka
    türlü olmayacak mıydı? Ga­yet tabii ki, O da beklenen bir şeyin meydana
    geldiğini söyleyecekti.

    22.13. FİCAR HARBİ

    Biz yine tarihi olaylara dönelim ve olayların seyrine bakalım,
    İbn Hişâm’ın ifadesine göre, Hazreti Peygamber (a.s.) 14-15 yaşında iken Ficar
    Harbi patlak verdi[8].
    İbni İshâk, İbni Sa’d, Belazuri ve İbn Cerir Taberî’nin ifadelerine göre bu harp
    20. Am’ul Fil’de[9]
    yani Hz. Peygam­ber 20 yaşında iken meydana geldi. Harp’te taraflardan biri
    Kureyşlilerin de dahil olduğu Beni Kinâne idi. ikinci taraf da Kays Aylân’dı
    (ki, bunlar arasında Sakif ve Hevâzin kabileleri yer alıyordu). Çarpışma, Beni
    Hevâzin’e bağlı Urvet-ü Rahhâl adlı bir kabile reisinin, Nu’man bin Mün­zir’in
    ticaret kafilesine, kendi koruması altında Ukaz pazarına girme izni vermesi
    üzerine başladı. Beni Kinâne’nin bir kabile reisi olan Berrâs bin Kays,
    kendisine hitap ederek, “sen bu kafileyi Kinanelilere karşı da mı koruyorsun?”
    diye sorunca, şu cevabı aldı: “Evet sadece Kinanelilere kar­şı değil bütün
    dünyaya karşı”. Bu sözler üzerine Berrâs öfkelendi ve Necd’in yukarı bölgesinde
    Teymen mevkiinde Urve’yi öldürdü. Kinâneliler henüz Ukaz pazarında iken bu
    cinayetin haberini aldılar. Buradan hemen Beyt’ul Haram’a hareket ettiler. Fakat
    Harem hududuna girer girmez Hevâzinliler kendilerine yetiştiler ve aralarında
    şiddetli bir çatışma başla­dı. Çatışma bütün bir gün devam etti. Gece
    Kinâneliler ve Kureyşliler Harem’e girmeyi başardılar. Bunun üzerine
    Hevâzinliler Harem’i kuşattı­lar ve çarpışmalar birkaç gün daha devam etti. Bu
    savaşta Hz. Peygamber (a.s.) hâlâ küçük olduğu için fazla bir şey yapmadı ve
    sadece düşmandan gelen okları kendi amcalarına verdi. İbn Sa’d’in ifadesine göre
    Hz. Pey­gamber (a.s.) daha sonra arkadaşlarıyla konuşurken bu savaşa bu kadarcık
    katılmayı da istemediğini belirtmişti. Süheyli ise Hz. Peygamber (a.s.)’in
    amcalarıyla birlikte muharebe yerine gittiğini, ancak çarpışmalara fiilen .
    katılmadığını yazmıştır.

    Bu tek çarpışmanın dışında, Hz. Peygamber (a.s.) nübüvvetten
    önceki dönemde başka herhangi bir savaşa veya kavgaya katılmadı. Hz. Peygam­ber
    (a.s.) ne kadar savaşa katılmışsa hep nübüvvetinden sonra Medine’de kaldığı süre
    içinde katılmıştır. Bu husus, sadece Hz. Muhammed (a.s.)’in cahiliyye döneminde
    kavga ve kısır çekişmelerden uzak durduğunu gös­termekle kalmıyor, ayrıca
    peygamberlik sırasında savaşlarda gösterdiği büyük askeri dehanın Allah vergisi
    olduğunu da ortaya koyuyordu. Yani kendisi meslekten değil doğuştan bir
    kumandandı.

    22.14. HİLF’UL-FÜDÛL

    Hz. Muhammed 20 yaşında iken bazı Kureyşli kabileler
    “Hilfül-Füdûl” adında bir anlaşma yaptılar. Anlaşmanın adının “füdul” olmasının
    sebebini İbn Kesir, “Nihâye'”de şöyle anlatmıştır. Cürhüm kabilesinin de
    Mekke’de bulunduğu sırada benzeri bir “hilf’ (anlaşma) imzalanmıştı. Bu
    anlaşmayı hazırlayan ve imzalayan herkesin ismi “Fadl”dı. Bu sebeple bu­na,
    “Hilfül-Füdûl” (Fazılların Anlaşması) denildi. Fakat bunun daha doğ­ru ve
    tutarlı gerekçesini Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in iki oğlu Muhammed ve Ab­durrahman
    vermişlerdir. Bu gerekçeyi de İbn Kesir, Hümeydi’ye dayana­rak nakletmiştir.
    Muhammed ve Abdurrahman’ın hadisi şöyledir. Rasûlullah buyurdular, “Ben Abdullah
    bin Cud’ân’ın evinde öyle bir anlaşmaya katıldım ki, bunun için İslâm devrinde
    de bana davet gelseydi katılırdım. Onlar, Füdûl’ü hakedenlere iade etmek üzere
    anlaştılar, ayrıca zâlimin mazlumu ezmemesi konusunu da karara bağladılar.”
    (el-bidâye ve en-Nihâye, CU, s. 291). Füdûl’ün hakedenlere iade edilmesi, bir
    zâlimin ka­ba kuvvetle ve zulümle gaspettiği bir lütfu, ihsanı ve inayeti hakkı
    olan kişiye iade etmek demektir. İbn Sa’d’in rivâyetine göre anlaşmayı
    imzalayanlar mazlum ve hakkı yenen kişiyi destekleme kararı aldılar ve hakkı­nın
    geri alınması için ellerinden geleni yapacaklarına dair and içtiler. İbn Hişâm,
    bu anlaşmanın ayrıntılarını verirken, tarafların Mekke’de oturan bir vatandaş
    veya buraya gelen herhangi bir yabancıya zulüm yapılmasına izin vermeyeceklerini
    karara bağladıklarını belirtiyor. İbn Sa’da göre bu anlaşma Zilka’de, 20. Am’ul
    Fil’de yapılmıştı.

    Anlaşmanın imzalanmasına sebep olan olay şu idi. Yemen’in bir
    ka­bilesi olan Zübeyd’e bağlı bir kişi bazı ticari mallarla Mekke’ye geldi.
    Mekke’nin bir kabile reisi olan As bin Vâil bu mallan satın aldı, ama
    üc­retlerini mal sahibine ödemedi. Mal sahibi sıra ile Beni Abdü’d-Dâr, Beni
    Mahzûm, Beni Cumah, Beni Şehm ve Beni Adiyye’nin hepsine giderek derdini anlattı
    ve feryad etti. Fakat feryadına kimse kulak asmadı ve As bin Vâil’i karşısına
    almaya cesaret edemedi. Bu tüccar ümidini tamamıyla yitirince sabah vakti Ebû
    Kubeys tepesine çıkıp Fihr ailesini yardımına çağırmaya ve feryat etmeye
    başladı. Bu yalvarışları dinleyen Hz. Muham­med (a.s.)’in amcası Zübeyr bin
    Abdulmuttalib yerinden kalktı ve bu işi böyle bırakmayacağını söyledi. Daha
    sonra Beni Hâşim, Beni el-Muttalib, Beni Esed bin Abd’ul-Uzza, Beni Zühre ve
    Beni Teym’i Abdullah bin Cud’ân’ın evinde topladı. (Bilindiği gibi, Abdullah bin
    Cud’ân Hz. Ay­şe’nin kuzeni idi). Burada herkes, ister Mekke’de oturanlardan
    biri olsun, ister buraya gelen bir yabancı olsun, hakkı yendiği veya mağdur
    olduğu takdirde kendisine var güçleriyle yardım edeceğine dair and içtiler. Bu
    antlaşmaya varıldıktan sonra hep beraber As bin Vâil’in evine gittiler ve O’nun
    Zubeyd kabilesine mensup tüccarın mallarının ücretini ödemesini sağladılar.

    Muhammed bin İshâk, İmam Zührî’ye dayanarak Rasûlullah (a.s.)’ın
    şu sözlerini nakletmiştir: “Ben Abdullah bin Cud’ân’ın evinde öyle bir
    an­laşmaya katıldım ki, bunun yerine bana kırmızı deve bile verilseydi, bu
    anlaşmadan vazgeçmeyecektim. Ve bugün İslâm üzerinde olduğumuz sı­rada da böyle
    anlaşma imzalamaya davet edilirsem bunu derhal kabul ederim.”

    22.15. HZ. HATÎCE İLE TİCARETTE
    ORTAKLIK

    20-25 yaş döneminde, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın,
    çocuklu­ğundan beri taşıdığı ve mahdud bir muhitte bilinen şahsî meziyet ve
    kabi­liyetlerinden bütün Kureyşli ve Mekkeliler de haberdâr olmaya başladı­lar.
    Dürüstlük, doğruluk, emânet, güzel ahlâk, iyi niyet, ciddiyet, zekâ, mantık,
    sabır, vakar, cömertlik, fedakârlık, nezâket, yardımseverlik ve ön­derlik gibi
    meziyetleri bir bir ortaya çıkmaya başladı ve bu sebeple, çevre­sinde saygı ve
    sevgi kazanmaya, şöhreti ve nüfuzu her tarafa yayılmaya başladı. İşte bu
    sıralarda, Hazreti Hatice (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.)’i tica­retine ortak etti.

    Hz. Hatice, Kureyş kabilesinde ve Mekke’de, iffet, namus ve
    güzel ahlâkı yüzünden “tâhire” (temiz) unvânını kazanmıştı. Akıl, zekâ ve temiz
    yaşantısı nedeniyle bütün kabile tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Ayrıca,
    Cenâb-ı Allah kendisine güzellik ve zarafet de ihsan etmişti. Kureyş’in en
    zengin kadını O idi. O kadar ki, çoğu zaman Kureyş ticaret kafilesinin yarısı
    O’nun mallarını taşırdı. Hz. Hatice daha önce Ebû Hâle bin Zürâre Temimî ile
    evlenmişti. Bu izdivaçtan Hind ve Hâle adında iki erkek çocuk doğmuştu. Bu ikisi
    daha sonra müslüman oldular. Ebû Hâle’nin vefatın­dan sonra Hz. Hatice (r.a.)
    Uteyyık bin Abid el-Mahzûmi ile evlendi. Bu izdivaçtan Hint adında bir kız çocuk
    doğdu. Bu kız da Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliği sırasında müslümanlığı
    kabul etti[10].
    Bu ikinci ko­casının da vefat etmesinden sonra Hz. Hatice dul kaldı ve bir süre
    evlen­medi. Kureyşli kabile reislerinden pek çoğu onunla evlenmek
    arzusundaydılar, ancak Hz. Hatice bu hususta gelen her teklifi reddetti. Tek
    uğraşı ti­caret olup, her defasında bir kişiyle anlaşıp mallarını ticaret
    kafilesiyle gönderir ve kendisi belli bir pay alırdı.

    Hz. Hatice (r.a.), Nebi-yi Kerim (a.s.)’in doğruluk, dürüstlük
    ve güzel ahlâkını öğrenince mallarını Suriye’ye götürmesini, buna karşılık
    kendisi­ne, başkalarına verdiği paydan daha fazlasını vermeyi teklif etti. İbn
    İshâk’ın rivâyeti böyledir.

    Başka bir rivâyet ise İbni Sâ’d tarafından nakledilmiştir.
    Nüfeyse bin­ti Münye’ye atfen nakledilen ve daha sonra Zürkâni tarafından
    etraflıca ele alınan bu rivâyet şöyledir. Ebû Tâlib, Hz. Peygamber’e, “sevgili
    yeğe­nim, ben zengin bir kişi değilim. Mali vaziyetimiz gittikçe kötüleşiyor.
    Bizde herhangi bir ticaret malı da yoktur. Duyduğuma göre bir ticaret ka­filesi
    Suriye’ye hareket etmek üzeredir. Bu kafile ile Hatice de kendi mal­larını
    göndermek istiyor. Bence, sen bu mallar için kendisine gidersen, O seni tercih
    edecektir. Çünkü O senin ne kadar temiz ve dürüst bir genç ol­duğunu çok iyi
    biliyor.” Hz. Muhammed (a.s.), Hatice’nin bizzat kendisi­ne bir haber
    yollayabileceğini sandığım belirtti. Fakat Ebu Tâlib, zamanın geçirilmesi
    halinde Hatice’nin başka birini seçebileceğinden endişe duyduğunu kaydetti. Her
    neyse, amca ile yeğen arasındaki bu konuşma ile il­gili haber Hazreti Hatice
    (r.a.)’ye ulaştı. Ancak, Hz. Muhammed (a.s.)’in tahmini doğru çıktı. Çünkü Hz.
    Hatice bu konuşmadan önce mallarım Suriye’ye götürecek kişi olarak Hz.
    Muhammed’i seçtiğine ilişkin mesajı kendisine göndermişti bile.

    İbn Sa’d’in “Tabakat” isimli eserinde, Muhammed bin Akîl
    tarafından rivayet edilen bir hadise göre, Ebu Tâlib, Hz. Hatice (r.a.)’ye gidip
    “ya Hatice, ticarette Muhammed (a.s.) ile ortak olmak ister misin? İstersen
    kendisi sevinecektir” dedi. Hz. Hatice ise, “siz uzaktaki beğenmediğim bir kişi
    için bile teklif getirseydiniz, memnuniyetle kabul ederdim. Kaldı ki, siz yakın
    bir dostunuz için böyle bir teklifte bulunuyorsunuz” diye cevap verdi.

    Kısacası, ticaret konusunda Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice
    an­laştılar ve Hz. Hatice, Hz. Peygamber (a.s.)’i, Suriye’ye giden ticaret
    kafi­lesiyle beraber yolladı. Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamber (a.s.) ile
    birlikte uşağı Meysere’yi de gönderdi. Bu yolculuk 15 Sefer veya 16 Zilhicce,
    25. Am’ul-Fil’de başladı. Yolculuk esnasında Meysere, Hz. Muhammed (a.s.)’in
    temiz karakteri, güzel ahlâkı, iyi huy ve alışkanlıklarını yakından görme
    fırsatı buldu ve kendisini can-ü gönülden sevdi. Yolculuğun sonun­da Mekke’ye
    dönüp her şeyi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) ticaret işini de iyi
    becermişti. İbni Sa’d’ın Nüfeyse binti Münye’ye dayana­rak yazdığına göre,
    eskiden Hz. Hatice hesabına çalışmış olan herkesin getirdiği kârın iki mislini
    Hz. Muhammed (a.s.) getirdi ve Hz. Hatice (r.a.) de kendisine vaad ettiği payın
    iki mislini verdi.[11]

    22.16. HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN HZ.
    HATİCE İLE NİKÂHI

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Mekke’den Suriye’ye ve
    Suriye’den tekrar Mekke’ye kadar ticaret yolculuğu sırasında Meysere gece gündüz
    Hz. Muhammed (a.s.) ile beraber olmuş, dürüstlüğüne ve yüksek ahlâkına hayran
    kalmıştı. Meysere, Hz. Muhammed (a.s.) hakkındaki düşüncelerini Hz. Hatice’ye de
    nakletmişti. Hz. Hatice zaten bu övgüleri duyduktan son­ra Hz. Muhammed (a.s.)
    ile evlenmeye karar vermişti. Hz. Hatice’nin da­ha önce de Hz. Muhammed (a.s.)
    hakkında bilgisi yok değildi. Kureyşlile­rin çoğu Hz. Muhammed (a.s.)’in çok iyi
    bir insan olduğunu biliyorlardı ve Hz. Hatice de onlardan Hz. Muhammed (a.s.)’in
    medhini dinliyordu. Ama Meysere’nin anlattıkları başka idi ve ticaretteki
    dürüstlüğünü kendi gözüyle görmüştü. Bu bakımdan kendisi için Hz. Muhammed
    (a.s.)’den daha iyi, emin ve güvenilir bir koca bulamayacağına kanaat getirdi.
    Evli­lik için temasların kuruluşu ve nikâh kıyılışıyla ilgili rivâyetlerde ise
    biraz ihtilâf vardır.

    İbn İshâk’ın rivâyetine göre, Hz. Hatice Hazreti Peygamber
    (a.s.) ile konuştu ve “ey amca oğlum, sizinle bir akrabalığım

    [12]
    var.
    Ve ben sizin eminliğiniz, doğruluğunuz, dürüstlüğünüz, güzel ahlâkınız ve
    soyluluğu­nuza hayranım, ben sizinle evlenmek istiyorum” dedi.

    Başka bir rivâyete göre (ki İbn Sa’d tarafından, Nüfeyse binti
    Münye’ye dayanılarak nakledilmiştir). Hz. Hatice (r.a.) evlenme teklifinde
    bu­lunmadan önce Hz. Nüfeyse binti Münye’ye[13]
    danıştı ve Hz. Muham­med (a.s.)’in fikrini öğrenmek amacıyla kendisini yanına
    gönderdi. Nüfey­se (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.)’e gidip, “ey Muhammed (a.s.) siz
    neden evlenmiyorsunuz?” diye sordu. Rasûlullah (a.s.) dedi ki, “Bende ne var ki
    evleneyim?” Nüfeyse bunun üzerine şöyle dedi: “Siz merak etmeyin, bu iş
    tamamdır. Size, güzellik, zenginlik, mal-ü mülk, şeref, namus ve kabiliye­tin
    bulunduğu bir yerden evlenme teklifi getirdim. Siz acaba kabul eder misiniz?”
    Dedi, “kimden acaba?” Hatice’den… Hz. Muhammed (a.s.), “ben O’nunla nasıl
    evlenebilirim?” diye sordu. “Bu işi bana bırakın” dedi. Hz. Muhammed (a.s.) de
    dedi ki, “öyleyse ben hazırım.”

    Bundan sonra Hz. Hatice (r.a.) Hz. Peygamber’e falanca saatte
    gel­mesi için haber gönderdi. Bu arada, amcası Amr bin Esed’in kendisine ge­lip
    nikâhlarını kıymasını istedi. (Hz. Hatice’nin babası Huveylid vefat et­mişti).
    Bir taraftan Amr bin Esed ve bir taraftan Rasûlullah (a.s.)’ın amca­ları Hamza
    ve Ebû Tâlib ile Hz. Hatice’nin evine geldiler ve ikisi arasında nikâh kıyıldı.[14]
    Nikâhta Hz. Ebû Bekr ve Kureyşlilerin bazı diğer kabile reisleri de hazır
    bulunmuşlardı. Hz. Muhammed (a.s.) mehr olarak Hz. Hatice’ye 20 deve verdi.

    [15]
    İbn
    Abdil-Berr’in ifadesine göre, bu evlilik Hz. Peygamber (a.s.)’in Suriye’den
    dönüşünden iki ay 25 gün sonra ger­çekleşti. Hz. Peygamber (a.s.) o sırada 25,
    Hatice de 40 yaşında idi[16].

    22.16.1. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Hatice(r.a.)’den Doğan Çocukları

    Hz. Peygamber (a.s.)’in, İbrahim (ki Mariya Kıbtî’den doğmuştu)
    dı­şındaki bütün evlâtları Hz. Hatice’den doğdular. Bunların ikisi erkek ve
    dördü kızdı. Bunların adları şöyledir: 1) Kasım, ki bu münasebetle Hz. Peygamber
    (a.s.)’e Ebu’l-Kâsım denilirdi. 2) Abdullah, ki kendisi Tayyib ve Tâhir
    lakabıyla da çağırılırdı. 3) Hz. Zeyneb (r.a.), 4) Hz. Rukiyye (r.a.), 5), Hz.
    Ümm-ü Külsum ve 6) Hz. Fâtıma (r.a.). Bu evlâtlardan han­gisinin en büyük olduğu
    kesinlikle bilinmiyor. Fakat, Hz. Zeyneb’in doğ­duğu zaman Hz. Peygamber’in 30
    yaşında olduğu (İsabe), Hz. Fatma (r.a.) doğduğu zaman da 41 yaşında olduğu
    biliniyor. (Şerh-i Mevâhib). Ayrıca, Biset’ten 5 yıl sonra Habeşistan’a yapılan
    hicret sırasında, Hz. Rukıyye’nin, kocası, Hz. Osman ile birlikte gittiği de
    tarih kitaplarından sabittir. Bu demektir ki, Hz. Rukiyye, Hz. Zeyneb’ten iki
    yaş küçüktü.

    Allah’tan korkmayan bazı kimseler, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz.
    Hati­ce’nin batınından doğan tek kızının Hz. Fatma (r.a.) olduğunu,
    diğerleri­nin ise öbür zevcelerinden doğabileceğini utanmadan söylerler.
    Halbuki, Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Allah açıkça buyurmuştun

    “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına
    söyle….” (Ahzâb; 59)

    Bu ayet, Peygamber (a.s.)’in bir değil, birkaç kızı olduğunu
    göster­mektedir. Tarihi kayıtlar da, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice ve
    Mariya Kıbti’den başka bir zevcesinden herhangi bir çocuğunun olmadığını
    gös­termektedirler. O halde, bu kızların mutlaka Hz. Hatice’nin batınından
    doğduklarını söyleyebiliriz. Aslında, bu çeşit İnsanlar mel’un gayelerine hizmet
    için Hz. Peygamber (a.s.)’in ailevî bağlarına gölge düşürüyorlar ve böylece
    ahirette büyük bir azaba maruz kalacaklarını da anlamamaya çalı­şıyorlar. Bütün
    muteber rivayetlere göre Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ha­tice’nin batınından
    doğan kızı sadece Fatma değil, diğer üç kızıdır da.

    Hz. Peygamber (a.s.)’in siretini ilk önce kaleme alan Muhammed
    bin İshâk, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice ile evliliğinden bahsederken
    şunları yazmıştır: “İbrahim hariç, Hz. Peygamber (a.s.)’in bütün çocukları Hz.
    Hatice’nin batınından doğmuşlardır. Bunların isimleri şöyledir: Kâsım, Tâhir ve
    Tayyib;[17]
    Zeyneb, Rukiyye, Ümm-ü Külsum ve Fatı­ma. (Siret-i İbni Hişâm, C. I, s. 202).
    Meşhur antropolog, Hişâm bin Mu­hammed bin Es-Saib Kelbî, Hazreti Abdullah bin
    Abbas’a dayanarak şun­ları yazmıştır: “Mekke’de nübüvvetten önce Hz. Peygamber
    (a.s.)’in evin­de ilk önce Hz. Kâsım doğdu. Daha sonra Zeyneb, sonra Hz.
    Rukiyye, sonra Fatma ve en son Ümm-ü Külsum. Nübüvvetten sonra ise Abdullah
    doğdu ki, kendisi Tayyib ve Tahir olarak biliniyordu. Bunların hepsinin annesi
    Hz. Hatice (r.a.) idi. (Tabakat-ı İbn Sa’d, C.I, s. 133). İbn Hazm’ın, “Cevâmi’
    es-Siret” adlı kitabında belirtildiği gibi, Hz. Hatice’nin batımdan Hz.
    Peygamber (a.s.)’in dört kızı doğmuştu. Bunların en büyüğü Hz. Zeyneb’ti, ondan
    küçük Hz. Rukiyye, ondan daha küçük Hz. Fatıma ve ondan küçük Ümm-ü Külsûm’dü.
    (s. 38-40). Taberî, İbn Sa’d, Ebu Cafer Muha­mmed bin Habib (Kitab’ul-Muhabber)
    ve İbni Abd-il Berr (Kitab’ul İstiab), muhtelif muteber kaynaklara dayanarak,
    Hz. Muhammed (a.s.)’den önce Hz. Hatice’nin iki kocası olduğunu, bunlardan
    birinin Ebu Hâle, diğerinin Uteyyık bin Abid Mahzumi olduğunu açıklamışlardır.
    Bu yazarlara göre, Ebu Hâle’den Hind ve Hale, Uteyyık’tan Hind adında bir kız
    doğmuşlardı. Bundan sonra Hz. Hatice Hz. Peygamber (a.s.)’le evlendi.

    Bütün tarihçi ve antropologlar, Hz. Peygamber (a.s.)’in, Hz.
    Hati­ce’nin batınından adları yukarıda geçen dört kızı olduğunda ittifak
    etmiş­lerdir. (Bk. Taberî, c. II, s. 11, Tabakat-ı İbn Sa’d, C. VIII, s. 14-16,
    Ki­tab’ul-Muhabber, s. 8, 79, 452, el-İstiab, eli, s. 718).[18]
    Bütün bu riva­yetlerin üstüne Kur’an-ı Kerim’in ifadesi de var ki, Hz. Peygamber
    (a.s.)’in bir değil, birkaç kızı olduğuyla ilgilidir.

    22.16.2. Evlilik
    Hayatı

    Hazreti Peygamber ile Hazreti Hatice arasında 15 yıllık yaş
    farkı var­dı, ama ikisi arasındaki sevgi o kadar büyüktü ki, Hz. Hatice’nin
    vefatın­dan sonra Hz. Peygamber (a.s.) ömrü boyunca O’nun aziz hatırasını
    kal­binde taze tuttu. Sahih-i Buhârî’de Hz. Ali (r.a.)’nin rivayet ettiği hadise
    göre, Hz. Peygamber şöyle derdi: “Hayr-ü Nisa’hâ Meryem ve hayr-ü Nisâ’ha
    Hatice.” Bu sözlerin bir anlamı şudur: “Kendi ümmetinin en iyi kadını Meryem’di,
    bu ümmetin en iyi kadını da Hatice (r.a.)’dir.” Fakat Müslim’de bu hadisi
    Vaki’nin naklettiği belirtilmiştir. Rivâyete göre Vaki’ Hz. Peygamber (a.s.)’in
    bu sözlerini aktarırken göğe ve yere bakmıştı. Bu demektir ki, Vaki’ veya başka
    kimseler bu sözlerden şu anlamı çıkarmış­lardı: “Gökte ve yerde, kısacası bütün
    dünyada, en iyi kadın Hz. Meryem ve Hz. Hatice’dir”ler. Buhârî’de Hz. Ayşe’nin
    şu sözlerine rastlanıyor: “Rasûlullah (a.s.)’ın zevceleri arasında benim en çok
    kıskandığım Hz. Ha­tice (r.a.) idi. Halbuki, ben Rasûlullah ile evlendiğim zaman
    Hz. Hatice vefat etmişti. Bunun sebebi, Rasûlullah’ın ekseriye Hz. Hatice’den
    bahsetmesiydi. Kocam (Hz. Peygamber) ne zaman bir keçi keserse bunun etin­den
    bir bölümünü Hz. Hatice’nin akraba ve tanıdık kadınlarına gönderir­di.”
    Buhârî’de Hz. Ayşe (r.a.)’nin bir hadisi daha var. Bunda Hz. Ayşe di­yor ki:
    “Bir defasında Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle binti Huveylid bize ziyarete
    geldi ve evimizin içine girme izni istedi. Hz. Peygamber (a.s.) O’nun sesini
    duyunca bir hal oldu ve “Vallahi bu Hale’dir” dedi. Zira, Hale’nin sesi kardeşi
    Hatice’ye çok benziyordu. Bunun üzerine çok kıskan­dım ve hışımla Rasûlullah’a,
    “pes doğrusu öleli bunca zaman olan Ku­reyşli ihtiyar bir kadını şimdiye kadar
    unutmadınız mı? Halbuki, Allah si­ze O’ndan daha iyi bir zevce vermiştir!”
    Müsned-i Ahmed ile Taberânî’de yer alan hadiste şu ek satır da vardır: “Benim bu
    çıkışım, Rasûlullah (a.s.)’ı kızdırdı. Kendisinin hayli kızdığını görünce arz
    ettim. “Sizi Hak’la dünyaya gönderen Allah’a yemin ediyorum, bundan böyle O’nun
    (Hz. Ha­tice) hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim.” İbn Sa’d’in rivâyetine göre
    Bedir savaşında Rasûl-i Ekrem (a.s.)’in damadı Ebu’l-As da esir alınmıştı. O
    sırada Mekke’de bulunan Hz. Peygamber (a.s.)’in kızı Zeyneb, kocası Ebu’l-As’ın
    serbest bırakılması için Rasûlullah (a.s.)’a bir fidye gönderdi. Fidyede, Hz.
    Zeyneb’in Ebu’l-As ile cahiliyye devrinde evliliği sırasında Hz. Hatice’nin genç
    çifte hediye olarak verdiği bir kolye de vardı. Bu kol­yeyi görünce
    Rasûlullah’ın gözleri doldu ve ashabına dedi ki, “eğer uygun görüyorsanız,
    Zeyneb’in esirini serbest bırakın ve fidyeyi de kendisine ge­ri gönderin”. Ashab
    buna razı oldular ve Ebu’l-As fidye alınmadan salıve­rildi. Belâzuri’nin
    “Ensâb’ul-Eşrâf” isimli eserinde Hz. Ayşe’ye atıf yapa­rak naklettiği bir hadise
    göre, siyahî bir kadın Rasûlullah’ın huzuruna ge­lince kendisi onu sıcak bir
    şekilde karşıladı. O kadının gitmesinden sonra Hz. Ayşe, Rasûlullah’a, o kadını
    gördükten sonra niçin bu kadar sevindi­ğini sordu. Rasûlullah bu kadının sık sık
    Hz. Hatice’ye gelip gittiğini söy­ledi. Bu bölük pörçük hadise ve hikâyeler
    sanıyoruz, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın Hz. Hatice’yi ne kadar sevdiğini,
    hatırasını ne kadar canlı tuttuğunu göstermeye yeter.

    Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice (r.a.) 15 yıl nübüvvetten
    önce ve 10 yıl nübüvvetten sonra olmak üzere toplam 25 yıl aynı yastığa baş
    koy­dular. Nübüvvetin 10. yılında Hz. Peygamber (a.s.) 50 ve Hz. Hatice (r.a.)
    65 yaşında iken bu beraberlik, Hz. Hatice’nin ebediyete intikal etmesiyle sona
    ermiş oldu. Fakat Hz. Peygamber (a.s.) bütün gençliğini yaşı kendi­sinden hayli
    büyük olan bu namuslu ve temiz hanımla geçirdi ve başka herhangi bir kadına
    bakmadı. Halbuki o devirde Araplarda bir erkeğin bir­den çok kadınla yaşaması
    gayet normal bir adetti ve kadınlar da bunu ya­dırgamazdı. Hz. Hatice’nin
    sülâlesi dahil Kureyş’in belli başlı diğer ailele­rinde de bunun sayısız
    misalleri vardı ve her erkeğin en az üç-dört karısı vardı. Hal böyle iken, Hz.
    Muhammed (a.s.)’in 50 yaşına kadar 65 yaşın­daki bir kadınla gül gibi geçinip
    gitmesinin ve imrenecek bir aile saadetini bulmuş olmasının; ömrünün geriye
    kalan 10 senesinde de muhtelif kadın­larla evlenmiş olmasının, haşa kadına
    düşkünlüğü ve nefsini tatmin etme­ye çalışması gibi gösterilmesi iftiraların en
    büyüğü olsa gerekir. Yaşının ilerlediği bir sırada Hz. Peygamber (a.s.)’in hangi
    sebeple müteaddid ha­tunları harem-i mübâreke aldığını daha sonraki sayfalarda
    ayrıntılı olarak ele alacağız.

    22.16.3. Mali
    Rahatlık ve Zenginlik Devresi

    Hz. Peygamber (a.s.) Hz. Hatice (r.a.) ile evlendikten sonra
    mali açı­dan sıkıntılı günlerini geride bıraktı ve oldukça rahat ve müreffeh bir
    dev­reye girdi. Hz. Hatice (r.a.) eskiden başkaları vasıtasıyla ticaret yapardı.
    Fakat bu aracılar genellikle güvenilir ve dürüst olmuyorlardı. Cahiliyye dönemi
    Araplarının düştükleri kötü ahlâki durum nedeniyle onların dürüst davranmaları
    beklenemezdi de. Böylece, Hz. Hatice (r.a.) ekseriya malla­rından beklediği kârı
    elde edemiyordu. Fakat ticari işlerinin tümünün yö­netimi Hazreti Peygamber
    (a.s.) gibi emin ve akıllı bir kişinin eline geç­tikten sonra bu işler hayli
    kârlı olmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) hem dürüst, hem akıllı davranıyor,
    hem de Hz. Hatice O’nun eşi olduğu için menfaatlerine aykırı hareket etmiyordu.
    Böylece ticaret işi hem kendisine hem de zevcesine maddi huzur ve refah getirmiş
    oldu ve Cenab-ı Allah’ın şu sözleri doğrulandı:

    “Ve seni fakir bulup zengin etmedi mi? (Duhâ; 8)

    Bu dönemde Hz. Peygamber (a.s.)’in doğruluk, dürüstlük, eminlik,
    doğru sözlülük, kerem ve ihsan, cömertlik, müsamaha, merhamet, muh­taçlara
    yardım, fakir-fukarayı himaye, akıl ve zekâ gibi meziyetleri iyice ortaya çıktı
    ve bunlara gerek Kureyşliler, gerekse diğer Araplar tanık ol­dular. Arap
    toplumunda Rasûlullah (a.s.) sadece ahlâkî açıdan değil, mad­di bakımdan da
    yükseklere tırmandı ve Kureyşli ileri gelen kabile reisleri arasında adı geçmeye
    başladı. Çevresindeki İnsanlar O’na fazlasıyla gü­vendikleri için mallarını ve
    kıymetli eşyalarım O’nun nezaretine vermeye başladılar. Hz. Muhammed Mustafa
    (a.s.)’nın eminliği, nübüvvet payesine yükseldikten sonra Mekkeli kâfirler O’nun
    can düşmanları oldukları sırada da devam etti. Mekkeliler kendisine düşman
    olmalarına rağmen paralarını ve kıymetli eşyalarını bu Ümmi Peygamber (a.s.)’in
    zimmetine vermeye devam ettiler. O kadar ki, hicret anı gelince, Hz. Peygamber
    (a.s.), adamların emanetlerini kendilerine iade etmek üzere Hz. Ali’yi geride
    bıraktı. Bu demektir ki, nübüvvetten önce değil, sonrasına kadar da Mekkeliler
    Hz. Muhammed (a.s.)’in dürüstlüğüne, namusluluğuna ve eminliğine gü­venlerini
    kaybetmemişlerdi ve O’nu kendi aralarında en güvenilir ve emin kişi
    sayıyorlardı.

    Ticari konularda Hazreti Peygamber (a.s.)’in dürüstlüğü ve açık
    sözlülüğünü ortaya koyan pek çok hadis vardır. Cahiliyye döneminde Hz. Mu­hammed
    (a.s.) ile ticarette ortak olan bir zâtın ifadesine göre, Rasûlullah en iyi
    ticaret ortağıydı. Hiçbir zaman ne ortağını, ne başkalarını aldattı ve ne de
    oyuna getirdi. Aralarında herhangi bir zaman hiçbir anlaşmazlık da çıkmadı. Bu
    zâtın adına çeşitli hadiselerde rastlamak mümkündü. İbni Abdil-Berre, “İstiab”da
    bu zâtın isminin Kays bin Es-Saib İbni Uveymir Mahzumi diye yazmıştır. Müsned-i
    Ahmed’in bazı hadislerinde Saib bin Abdullah el-Mahzumi ve bazılarında Saib bin
    Ebi es-Saib olarak kayde­dilmiştir. Ebu Davud (Kitab’ul Edep, Kerâhiyet’ul Mira’
    bölümü) da bu isim “Saib” olarak geçmiştir ve kendisinin şunları dediği
    belirtilmiştir: “Ben Rasûlullah (a.s.)’ın huzuruna çıkınca herkes beni
    methetmeye başla­dı. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki ben Sâib’i sizden daha iyi
    tanıyorum. Ben de dedim, “annem-babam size feda olsun, siz çok doğru söylediniz,
    ben sizinle ticarette ortaktım. Siz her zaman iyi ve dürüst davrandınız. Ne
    kimseyi aldattınız, ne kimse ile kavga ettiniz!” Yine Ebû Dâvud’da Abdul­lah bin
    Ebi el-Hamsâ isminde bir zâtın hadisi var ki şöyledir: “Ben cahi­liyye döneminde
    Rasûlullah (a.s.) ile bir iş anlaşması yaptım. Fakat anlaş­manın alışverişle
    ilgili bazı bölümleri tamamlanmış, bazı bölümleri ta­mamlanmamıştı. Meseleyi
    karara bağlamak üzere belli bir yerde tekrar bulaşacağımızı kararlaştırdık. Ne
    var ki, aramızda bu söz geçtikten sonra ben randevumu unuttum. Buluşma
    tarihinden üç gün sonra randevumu ha­tırladım ve kararlaştırdığım yere gittim.
    Bir de ne göreyim, Rasûlullah be­ni orada hâlâ bekliyor. Rasûlullah şunları
    söyledi: ‘Sen bana çok zahmet verdin, ey genç. Ben burada üç günden beri seni
    bekliyorum!” (Kitab’ul-Edeb, Bâbı Fi’l’de).

    22.17. HZ. ZEYD BİN HÂRİSE OLAYI

    Rasûlullah (a.s.)’ın güzel ahlâkının en büyük delili Hz. Zeyd
    bin Hârise ile ilgili bir vak’adır. Hz. Zeyd, Kelb kabilesine bağlı Hârise bin
    Şurahbil (veya Şerahbîl) adlı bir zât’ın oğluydu. Zeyd’in annesi, Su’da bin­li
    Sa’lebe, Tay kabilesinin Beni Ma’n koluna mensuptu. Zeyd sekiz yaşında iken
    annesi O’nu kendi anne-babasına götürdü. Orada Benî Kayn bin Cesr’e mensup
    silahlı kişiler bulundukları yeri basarak her şeyi yağmala­dılar ve birçok
    kişiyi esir alıp götürdüler. Esir alınan kişiler arasında Hz. Zeyd de vardı.
    Haydutlar O’nu Taif in Ukaz pazarına götürüp başkalarına sattılar. Zeyd’i satın
    alan, Hz. Hatice’nin yeğeni Hakim bin Hizâm’dı. Hakîm, Zeyd’i Mekke’ye getirip
    teyzesine hediye olarak takdim etti. Hz. Peygamber (a.s.) Zeyd’i sevdi, huylarım
    çok beğendi ve O’nu kendi hima­yesine aldı. Böylece bu talihli çocuk, İnsanlar
    için hayır ve bereket simge­si olan ve kısa bir süre sonra Allah’ın peygamberi
    olacak olan Hz. Pey­gamber (a.s.)’in hizmetine girdi. O sırada Zeyd’in yaşı
    15’ti. Bir süre sonra Zeyd’in baba ve amcası, evlâtlarının Mekke’de olduğunu
    öğrenince oraya geldiler ve Rasûlullah (a.s.)’ın yanına vardılar, ikisi, “ne
    kadar fidye ister­seniz size verelim, ama çocuğumuzu geri verin” dediler. Bunun
    üzerine Rasûlullah (a.s.), “ben çocuğu çağırıyorum, eğer O sizinle gitmek
    istiyor­sa, hay hay, ben fidye de istemem. Fakat O sizinle beraber gitmek
    istemi­yor ve benimle kalmak istiyorsa, O’nu size zorla teslim edecek değilim.”
    Zeyd’in baba ve amcası; “çok doğru söylediniz, bundan daha iyi ve doğru bir söz
    olamaz. Biz söz veriyoruz, çocuk ne istiyorsa, o olacak” dediler. Bundan sonra
    Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd’i çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti:

    – Sen bu beyleri tanıyor musunuz?

    – Evet efendim, bunlar benim baba ve amcam oluyorlar.

    – Bak evlâdım, sen onları da tanıyorsun, beni de. Bunlar seni
    almaya geldiler. Acaba onlarla beraber gitmek mi istiyorsun, yoksa benimle
    kal­mak mı istiyorsun. Kararını vermekte serbestsin.

    – Ben sizi bırakıp başka kimse ile gitmek istemiyorum. Bu sırada
    Zeyd’in babası ve amcası söze karıştılar:

    – Zeyd, sen özgürlüğe köleliği mi tercih ediyorsun? Sen öz baba
    ve anneni bırakıp başkalarıyla mı kalmak istiyorsun?

    – Benim bu büyük insanla beraber kaldığım süre içinde gördüğüm
    şahsi meziyetler, artık dünyada ondan başka hiç kimseyi tercih etmememi
    öğretmiştir.

    Zeyd’in bu sözleri baba ve amcasını cevapsız bıraktı. Onlar için
    söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. Onlar da Hz. Zeyd’in kararına muta­bık
    kaldılar. Tam o anda Rahmet Peygamberi (a.s.) Zeyd’i serbest bırak­tı ve Beyt’ul
    Haram’a gidip Kureyşlileri toplayarak kendilerine şöyle de­di: “Hepiniz şâhid
    olun, bugünden itibaren Zeyd benim oğlumdur. O be­nim varisim olacaktır ve her
    şeyimde O’nun payı olacaktır. Ayrıca O da bana karşı bütün evlâtlık haklarım ve
    sorumluluklarını yerine getirecek­tir.” Bu tarihten sonra bazıları bu çocuğa
    Zeyd bin Muhammed demeye başladılar.

    Bütün bu vak’alar nübüvvetten önce cereyan etmişti. Hz. Muhammed
    (a.s.), peygamberlik mertebesine yükseldiği zamana kadar Zeyd 15 yıl da­ha Hz.
    Peygamber (a.s.)’in hizmetinde bulundu. Böylece müslüman oldu­ğu zaman yaşı
    30’du.  
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

    22.18. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN, HZ.
    ALİ’Yİ HİMAYESİ ALTINA ALMASI

    Bu hadiseler cereyan ederken, Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.),
    amcası Ebu Tâlib’in çocukluğundan erginliğine kadar kendisine yaptığı iyilikleri
    bir an bile unutmamıştı. Hz. Muhammed (a.s.) amcası Ebu Tâlib’in kendisini ne
    kadar sevdiğini, yetişmesinde ne büyük yardımda bu­lunduğunu ve her zor anında
    kendisini nasıl canla başla desteklediğini ve himaye ettiğini çok iyi biliyordu.
    İbn İshâk’ın ifadesine göre bir defasında Mekke ve etraftaki bölgeler şiddetli
    bir kuraklık ve kıtlığın etkisi altında kalmış, yiyecek şeyler bulunmaz olmuş,
    bulunanların fiyatı da alabildiği­ne yükselmişti. O sırada Hz. Peygamber (a.s.),
    amcasının kötü mali duru­munu düşündü. O (a.s.), Ebu Tâlib’in ailesinin
    kalabalık olduğunu ve eli açık bir insan olduğunu da biliyordu. Başındaki ağır
    yükünü hafifletme yolunu aradı. Bu maksatla, diğer amcası Hz. Abbas (r.a.)’ın
    yanına gitti. Hz. Abbas zengin bir kişiydi. Hz. peygamber (a.s.) kendisine hitap
    ede­rek, “amcacığım, biliyorsunuz, kardeşiniz Ebu Tâlib’in ailesi çok büyük­tür,
    mali durumu iyi değildir. Bu pahalı devirde O’nun ve ailesinin ne ka­dar sıkıntı
    çektiğini tahmin edebiliriz. Gelin O’nunla bir konuşalım ve yü­künü hafifletme
    çaresini arayalım. Hiç olmazsa, bir oğlunu siz birini de ben himayemize alalım”
    dedi. Hz. Abbas bu teklifi çok beğendi ve ikisi Ebu Tâlib’e gidip ne
    düşündüklerini kendisine anlattılar. Ebu Tâlib, “Akil’i (İbn Hişâm’a göre,
    Tâlib) bana bırakın, diğer çocuklardan hangisi­ni istiyorsanız alın” dedi. Bunun
    üzerine, Hz. Muhammed (a.s.) Hz. Ali’yi, Hz. Abbas da Hz. Ca’fer’i yanlarına
    alıp evlerine geldiler. Hz. Ali (r.a.) Ebu Tâlib’in en küçük oğlu idi. Hz.
    Ca’fer, Hz. Ali’den 10 yaş büyüktü. Hz. Akil ise Ca’fer’den 10 yaş büyüktü. Akil
    ile Tâlib arasında da 10 yaş fark vardı. Ebu Tâlib’in diğer bazı çocukları da
    vardı.

    Bu suretle, Hz. Ali (r.a.) henüz küçük bir çocukken, amcası oğlu
    Hz. Nebi-yi Kerim (a.s.)’in himayesine girdi. Gerek Rasûlullah (a.s.) gerekse
    Hz. Hatice, Hz. Ali’yi öz oğulları gibi büyüttü ve sevdi. Tahminlere göre, Hz.
    Peygamber (a.s.)’in, Hz. Ali’yi velisi olarak kendi himayesine aldığı zaman Hz.
    Ali’nin yaşı 4-5’ten büyük değildi.

    22.19. KA’BE’NİN YENİDEN İNŞASI

    Hz. Muhammed 35 yaşında iken, yani nübüvvetine 5 yıl kala,
    Ku­reyşliler Kâbe’yi tekrar inşa etme kararı aldılar. Kâ’be’nin duvarları
    köhne-leşmiş ve çürümüştü. Sık sık meydana gelen sel ve su baskınları Kâ’be’yi
    çökme noktasına getirmişlerdi. Duvarları da alçak olup herhangi bir çatısı
    yoktu. Duvarların yapımına fazla özen gösterilmemiş; sadece taşlar üst üste
    konmuş, onların birbirini tutmaları için ne sıva, ne de başka bir mad­de
    kullanılmıştı. Kapısı çatlamıştı ve dökülmek üzere idi. Kâbe’ye adanan
    hediyelerden meydana gelen hazine de bir kuyuda saklı tutuluyordu. Bu kuyu Ka’be
    binasının içinde idi. Bazı haydut ve kötü niyetli kimseler du­varları atlayıp
    içeri girer ve hazinenin bir bölümünü çalarlardı. Nitekim, Kâ’be’nin yeniden
    inşasından kısa bir müddet önce Beni Müleyh’e bağlı Duveyk adında bir köle
    Kâ’be’nin bazı mallarını çalmıştı. Duveyk bu mal­ları kendisi çalmamışsa da
    hırsızlar bunları onun zimmetine vermişlerdi. Zira yoğun bir araştırmadan sora
    malların kendisinde bulunduğu sabit ol­muştu.[19]
    Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler Ka’be için yüksek bir bi­na yapıp üstüne
    bir çatı çatmak istiyorlardı. O sıralarda, Bizanslı bir tüc­carın gemisini
    denizin hırçın dalgalan kıyıya vurup parçalamıştı, İbn İshâk’a göre bu geminin
    parçaları Cidde limanına yayılmıştı. İbn Sâ’d’e göre ise bu parçalar Cidde’den
    önceki liman olan Şu’aybe’nin etrafında da­ğılmışlardı. Gemide Bâkûm isimli
    Bizanslı bir mimar vardı. Mekke’de de Neccar isimli bir Kıptî iyi tahta işleri
    yapardı. Geminin parçalandığına da­ir haberleri duyan Velid bin Muğire bazı
    Kureyşlilerle birlikte kaza yerine geldi ve bazı tahta parçalarını salın aldı.
    Buna ilâveten Bâkûm ile konuşup Kâ’be’nin inşası için çalışması konusunda
    anlaşma yaptı. Tahta işlerini bi­len Neccar da inşaat işine alındı. Böylece
    Kâ’be’nin yeniden inşasına baş­landı. İnşaatın başlamasından önce yapılan
    merasimde, Hz. Peygamber (a.s.)’in babasının dayısı olan Ebû Vehb bin Amr bin
    Aiz, Kâ’be’nin bir ta­şını söküp tekrar yerine koydu ve orada toplanan
    Kureyşlilere şöyle hitap etti: “Ey Kureyşliler bu mukaddes yapının inşasına,
    helâl gelirinizle katkı­da bulunun. Dikkat edin, bu binanın yapımında zinadan,
    faizden veya bir kişinin başka bir kişiye yaptığı zulümden elde edilen gelir
    kullanılmasın.” Başka bir rivâyete göre Ebu Vehb’in sözleri şöyle idi: “Bu,
    Allah’ın evinin inşaatında sakın gaddarlıkla, merhametsizlikle veya başkalarının
    size olan borçlarını kırparak elde ettiğiniz gelirlerinizi kullanmayın”.[20]
    Ne var ki, Kureyşliler yeni binanın yapılması için Kâ’be’yi yıkmaktan
    çekiniyorlar­dı. Nihayet Velid bin Muğire kazmayı eline alıp, “ya Rab, biz senin
    di­ninden yüzümüzü çevirmedik ve kötü bir yola sapmadık. Biz hayırdan başka bir
    şey istemiyoruz” (yani kötü bir niyetle Senin evini yıkmak iste­miyoruz) dedi ve
    Kâbe’nin bir bölümüne bir darbe vurdu ve sonra elini çekti. Kureyşliler bütün
    gece Velid bin Muğire’ye bir afet gelip gelmeye­ceğini merak içinde beklediler.
    Onlar, bir âfetin gelmesi halinde inşaat işi­ni derhal durdurmaya ve sökülen
    taşları yerine koymaya karar vermişler­di. Sabaha kadar Velid’e bir şey
    olmayınca, Kâ’be’nin yıkımına her taraf­tan başlandı. Çeşitli yıkım ekipleri,
    duvarları Hz. İbrahim (a.s.)’in koydu­ğu temele kadar yıktılar. Bundan sonra
    Mekke’nin bütün kabileleri taşlan toplayarak Kâ’be’nin inşaatına başladılar.[21]
    inşaat işi Hâcer-i Esved’in yerleştirilmesine kadar ilerleyince her kabile bu
    şerefin kendisine ait ol­ması için uğraştı. Hâcer-i Esved’in yerleştirilmesi ile
    ilgili ihtilaf o kadar büyüdü ki, büyük bir çatışma çıkma ihtimali belirdi.
    Kavga dört-beş gün böyle devam etti. Nihayet, herkes bir gün Harem’de toplanarak
    meselenin hallini aramaya başladılar. Toplananlar arasında en yaşlı olan Ebû
    Ümey­ye bin el-Muğire (Velid bin Muğire’nin ağabeyi) kendilerine şöyle bir
    öneride bulundu: “Ey Kureyşliler, anlaşmazlığınızın giderilmesinin bir yolu
    vardır. Eğer hepiniz ittifak ederseniz, yarın bu mukaddes ibadet yeri­nin
    kapısından girecek olan ilk şahıs hakemimiz olsun

    [22]
    o
    bu hususta ne derse kabul etmeliyiz”. Bu öneriyi herkes beğendi ve ertesi günü
    bekle­meye başladılar. Allah’ın hikmetine bakın ki, Kâ’be’nin kapısından ilk
    gi­ren Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) oldu. Hz. Muhammed (a.s.)’i gören­ler
    haykırıverdi: “Bu emindir, biz razı olduk. Bu Muhammed (a.s.)’dir”. Müsned-i
    Ahmed’in rivâyetine göre orada hazır bulunanlar şöyle dediler: “Size emin gelmiş
    oldu.”

    Rasûlullah (a.s.) ihtilâf ve anlaşmazlığın sebebinin ne olduğunu
    öğre­nince orada hazır bulunanların bir çarşaf getirmelerini istedi. Çarşaf
    geti­rildi. Hz. Peygamber (a.s.) Hâcer-i Esved’i o çarşafın ortasına koyup
    çar­şafı iyice sardı ve her kabilenin temsilcisinin bu çarşafın bir ucunu
    tutma­sını ve kaldırmasını teklif etti. Orada hazır bulunanlar aynısını
    yaptılar. Hâcer-i Esved yerleştirilecek yere getirilince, Hz. Peygamber (a.s.)
    bunu kendi eliyle alıp oraya yerleştirdi.

    Bu vak’a Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden sadece beş yıl
    önce vuku bulmuştu. O sırada bütün Araplar ve Mekke’liler Hz. Muham­med
    (a.s.)’in “emin” olduğuna şehâdet etmişti. Bütün millet Hz. Peygam­ber (a.s.)’in
    ne kadar zeki ve akıllı olduğuna da tanık olmuştu. Zira kendi­si, yüzlerce,
    belki de binlerce kişinin kanının akıtılmasına yol açabilecek tehlikeyi ve nazik
    bir meseleyi gayet kolayca ve herkesi tatmin edecek bir şekilde çözümlemişti.
    İbn Sâ’d’e göre Rasûlullah’ın akıl ve zekâsı, sadece bu olayda kendisini
    göstermemişti. Cahiliyye devrinde pek çok defa önemli kavga ve çatışmaları
    önlemişti ve kendisi birçok konuda isabetli kararlar vermişti.

    22.20. PEYGAMBERLİKTEN ÖNCE HZ.
    MUHAMMED (A.S.)’İ YAKINDAN TANIYANLAR

    Peygamberlikten önce Hz. Muhammed (a.s.)’i yakından tanıyan,
    bi­len ve anlayanlar arasında başta aile efradı gelirdi. Mesela, Hz. Hatice
    (r.a.) ki kendisi 15 seneden beri O’nunla hayatını paylaşıyordu. Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’i yakından tanıyan bir yakını da Hz. Ali (r.a.) idi, ki çocuk­luğundan
    beri kendisi yanında bulunmuştu. Üçüncü bir şahıs da Hz. Zeyd bin Hârise’ydi, ki
    anne-babasını bırakıp Hz. Muhammed (a.s.)’in yanında kalmayı tercih etmişti ve
    evlatlığı olma şerefine nail olmuştu. Başka bir kişi de Hz. Ümm-ü Eymen’dir ki
    kendisini çocukluğundan beri bakarak büyütmüş ve ailenin bir ferdi olarak her
    zaman yanında bulunmuştu. Hz. Muhammed (a.s.) O’nun hakkında şöyle derdi: “Öz
    annemden sonra en çok sevdiğim kişi Ümm-ü Eymen’dir”. O’na “ümme” veya
    “anneciğim” olarak hitap ederdi. Ailenin bazı diğer fertleri de Hz. Peygamber
    (a.s.)’in yanında bulunma şerefine haizdiler.

    Bunun dışında, bazı dost ve ahbabları da Hz. Muhammed (a.s.)’in
    ha­yatını yakından izlemiş ve O’nu tanıma fırsatım bulmuşlardı. Bunların başında
    Hz. Ebu Bekr (r.a.) gelirdi. İbni Mende’nin İbni Abbas’a dayanarak naklettiği
    hadise göre Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Ebu Bekr arasındaki dostluk, Hz.
    Peygamber (a.s.) 20 ve Hz. Ebu Bekr 18 yaşında iken başla­mıştı. Gerçek şu ki,
    Cahiliyye dönemi Mekke’sinde tabiat, huy, alışkanlık­lar, ahlâk, zevk ve
    meraklan birbirine bu kadar benzeyen başka iki arka­daş yoktu. Hz. Ebu Bekr
    Cahiliyye döneminin hatırı sayılır ve şöhreti her tarafa yayılmış zengin bir
    tüccarıydı. Mesleği ticaretti ve güzel ahlâkıyla herkesin gözdesi olmuştu.
    Cahiliyye devrinde de içkiye dokunmayan bir­kaç kişiden biri Hz. Ebu Bekr’di.
    Kureyş kabilesi, diyet işlerini Hz. Ebu Bekr’e bırakmıştı. Ebu Bekr hangi diyeti
    kabul ederse, bütün kabile bu di­yeti kabul etmeye hazır olurdu. Ancak Ebu
    Bekr’in kabul etmediği diyet başkaları tarafından da zor tasdik edilirdi. Ebu
    Bekr’in aile şecereleri hak­kındaki bilgisi çok genişti. Nüfuzu uzak yerlerdeki
    Araplara kadar uzan­mıştı. Bunun bir örneğini burada verebiliriz. Mekke’de
    müslümanların ha­yatı çekilmez hale gelince hicrete karar verenler arasında Hz.
    Ebu Bekr (r.a.) de vardı. Bir-iki günlük yolculuktan sonra Hz. Ebu Bekr,
    Ehâbiş’in[23]
    reisi İbn-üd-Düğunne ile karşılaştı. İbn-üd Düğunne, Ebu Bekr (r.a.)’e nereye
    gittiğini sordu. Ebu Bekr, “milletim beni Mekke’den kovdu, bana çok eziyet etti,
    benim hayatımı çekilmez hale getirdi” diye cevap verdi. İbn-üd-Düğunne,
    kendisine şöyle dedi: “Allah Allah, hiç böyle şey olur mu? Allah şahittir, sen
    cemiyetimizin medar-ı iftiharısın. Zorluk ve sıkıntı içinde olanlara yardım
    edersin, iyi işler yaparsın. Sen iyi ve dürüst bir insansın, fakir fukaranın
    yardımına koşarsın. Gel, ben sana emân vere­yim (koruyayım)[24].”
    Daha sonra O’nu Mekke’ye geri götürüp herkese şu duyuruyu yaptı: “Ben İbni Ebu
    Kuhâfe’yi korumam altına almışımdır. Bundan böyle kimse O’na kötü bir niyetle
    bakmasın.”

    Hz. Peygamber (a.s.)’in yakın dostları arasında Hz. Suheyb bin
    Si­nan-ı Rûmî de vardı. Suheyb, İran imparatorluğunun yönetiminde bulu­nan Musul
    yakınlarında bir bölgede yaşayan Beni Nemir bin Kâsit sülâlesindendi. Suheyb
    henüz çocukken Bizans ile İran imparatorlukları arasındaki bir savaş sırasında
    esir alınmış ve bir müddet Bizanslıların kö­lesi kaldıktan ve elden ele
    satıldıktan sonra Mekke’de Abdullah bin Cud’ân tarafından satın alınmıştı. İbni
    Cud’an, Hz. Ebu Bekr’in yakın ak­rabası olduğu için Ebu Bekr vasıtasıyla
    Rasûlullah (a.s.) ile tanıştı ve soh­betlerinden etkilenerek sık sık O’nun
    yanında bulunmaya başladı. Hz. Suheyb’in mertebesi Hz. Peygamber (a.s.)’in ve
    diğer sahabelerin gözünde o kadar büyüktü ki; Hz. Ömer (r.a.) vefat etmeden
    önce, Şûrâ meclisi bir halife üzerinde ittifak etmediği sürece Hz. Suheyb’in
    Mescid-i Nebevi’de cemaate imamlık yapmasını vasiyet etti.

    Hz. Peygamber (a.s.)’i yakından tanıyanlar arasında Hz. Ammâr
    bin Yâsir de vardı. Beyhakî kendisinin şu sözlerini nakletmiştir: “Hz.
    Pey­gamber ile Hz. Hatice arasındaki evlilik hakkında benden fazla bilgisi olan
    kimse yoktur. Ben Rasûlullah’ın nedimi, dostu ve yakınıyım.” Hz. Ammâr ile Hz.
    Suheyb aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)’e biat edip müslüman olmuşlardı.

    Bir dördüncü şahıs da Hakim bin Hizâm’dı. Kendisi Kureyş’in
    ile­ri gelen kabile reislerinden biriydi. Hacılara yemek yedirme vazifesi O’na
    aitti. Hz. Hatice’nin yeğeni olup Hz. Peygamber (a.s.)’den 5 yaş büyüktü.
    Müsned-i Ahmed’de yer alan Irak bin Mâlik’in hadisine göre Hakim, Hz. Peygamber
    (a.s.) hakkında şöyle derdi: “Cahiliyye devrinde Rasûlullah (a.s.) en çok beni
    severdi”. Zübeyr bin Bekkâr’ın rivâyetine göre nübüvvetten sonra da Hz.
    Peygamber (a.s.) Hâkim’in aynı şekilde sevmeye devam etti. Fakat Hâkim,
    Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu.

    Beşinci kişi Ezd-i Şenev’e kabilesine mensup olan Dımâd bin
    Sa’lebe idi. Dimâd tabib ve cerrah idi. İbn’ul-Berr’in “İsti’âb”ta belirttiği
    gibi, Dimâd, Cahiliyye’de Rasûlullah (a.s.)’ın yakın arkadaşlarından biriydi.
    Müsned-i Ahmed’de İbn Abbas’in hadisine göre, Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlik
    payesine yükseldikten sonra, Dimâd Mekke’ye geldiğinde, kendisine Rasûlullah
    (a.s.)’ın hâşâ çıldırdığı söylendi. Bunu duyunca doğ­ru Rasûlullah (a.s.)’a
    vardı ve “derdiniz nedir, bana söyleyin, eğer hasta iseniz sizi tedavi
    edebilirim” dedi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (a.s.), artık en iyi hutbeleri
    arasında yer alan bir konuşma yaptı. Bunları duyunca Dimâd kendisine iman etti.

    Bu zevâtın dışında da bazı kimseler akrabalık yüzünden Hz.
    Peygam­ber (a.s.)’in yaşantısını, karakterini ve ahlâkın: çok iyi biliyorlardı.
    Bunlar arasında Hz. Osman bin Affan (r.a.) vardı, ki Hz. Muhammed’in teyzesi­nin
    torunuydu. Hz. Zübeyr bin el-Avvam; ki teyzesi Hz. Safiyye’nin oğ­luydu. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in annesi Amine’nin akrabaları olan Hz. Ab­durrahman bin Avf,
    Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas ve Hz. Umeyr bin Ebi Vakkas, Hz. Ebu Seleme (r.a.), ki
    Hz. Peygamber (a.s.)’in hem teyze oğlu hem süt kardeşiydi. Hz. Abdullah bin Cahş
    ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi­nin oğluydu. Hz. Ca’fer bin Ebi Tâlib, ki
    amca oğluydu.

    Bu zevâtın çoğu İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer
    alıyorlar. Bu şahısların Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber olarak tanımaları ve
    ken­disine iman etmeleri gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti,
    ka­rakteri ve ahlâkına önceden hayran olmuşlardı ve Hz. Muhammed (a.s.)
    peygamberliğini ilân edince de çekinmeden O’nun getirdiği mesajı ve ilâhi kelâmı
    kabul ettiler. Bu iyi, dürüst ve temiz insanların Hz. Muham­med (a.s.)’e iman
    etmelerinin sebebinin sadece akrabalık, dostluk, arka­daşlık, şahsi sevgi ve
    bağlılıktan ileri geldiği söylenemez. Zira, sadece bu sebeplerden dolayı kimse
    dinini ve imanını değiştirmez.

    22.21. HZ. PEYGAMBER (A.S.)’İN YÜZ
    HATLARI VE GÖRÜNTÜSÜ

    Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden önceki bölümümüze son
    vermeden önce yüz hatları ve görüntüsünden de söz etmemiz sanı­rız yerinde
    olacaktır. Zira, bir kişinin kişiliği ve karakterinin dış görü­nüşüyle çok yakın
    ilişkisi vardır. Sahih-i Buhârî, Müslim, Müsned-i Ah­med, Tirmizî, Nesai,
    Beyhaki, Hakim, Darekutni vs. gibi muteber hadis kitaplarında Hz. Ali, Hz. Ebu
    Hureyre, Hz. Enes, Hz. Bera bin Azib, Hz. Cabir bin Semure, Hz. İbn Ömer, Hz.
    Abdullah bin Büsr, Hz. Hind binti Ebi Hale (Ebu Hale Hz. Hatice’nin ilk kocası
    idi) ve diğer bazı sahabe-yi kiram tarafından naklolunan rivayet ve hadislere
    dayanarak Hz. Peygamber (a.s.)’in çehreyi mübareki, siması, vücut yapısı,
    oturuşu, kalkı­şı, yürüyüşü ve davranışları hakkında topladığımız bilgileri
    aşağıya akta­rıyoruz:

    Hz. Peygamber (a.s.)’in boyu ne çok uzundu ne çok kısa, ortayı
    biraz aşıyordu. Öyle ki, bir mecliste ve toplantıda Hz. Peygamber (a.s.) boyuyla
    fark ediliyordu. Yüzü ne uzundu ne tamamıyla yuvarlak. Fakat yuvarlağa yakındı.
    Ten rengi ne buğdaydı, ne pembe, ne de bembeyaz. Aksine beyaz ile pembe arasında
    olup pırıl pırıldı. Başı büyüktü, göğsü büyük ve omuz­ları da hayli genişti.
    Vücudu atletikti ve şişman değildi. Mafsal ve ek yer­leri gayet sağlamdı.
    Kolları kuvvetli ve dolgun olup bacakları da vücudu­na uygundu. Kollarda ve
    bacaklarda hafif kıllar vardı. Vücudunun diğer yerleri tertemizdi. Göğüslerinden
    hafif kıllar bir çizgisi göbek çukuruna kadar iniyordu. Başında ve sakalında
    saçlar çok gür ve sıktı. Saçları ne zenciler gibi kıvırcıktı, ne dümdüz, yani
    hafif kıvırcıktılar. Ömrünün son günlerine kadar başındaki ve sakalındaki
    saçlardan topu topuna 20 tanesi beyazlaşmıştı, bunlar da saçlarına yağ sürmediği
    zamanlarda belli oluyor­lardı. Hz. Peygamber (a.s.) saçlarını bazen kulaklarının
    yarısına, bazen kulak memelerine ve bazen da daha aşağıya kadar uzatırdı.
    Gözleri büyük ve çok güzeldi. Sürmeli olmadıkları zaman da sürmeli gibi
    gözüküyorlar­dı. Gözbebeklerinin etrafında ince kırmızı daireler vardı.
    Kirpikleri kalın ve uzundu. Kaşları birbirinden ayrı idi. Ağzı nispeten büyüktü.
    Büyük ağız, Arap’larda güzelliğin bir parçası sayılırdı ve küçük ağız veya çok
    in­ce dudaklar beğenilmezdi. Ayak topukları hafif olup el ve ayaklarındaki
    parmakları uzundu. Ayaklarının orta parmakları da baş parmaklarından hafifçe
    uzundular. El avuçları ve ayak tabanı dolgundular. Hz. Peygamber (a.s.)’e ilk
    kez bakan bir kimse hemen etkilenir ve biraz ürkerdi. Ama ken­disiyle tanışıp
    samimi olunca O’nun ne kadar yumuşak huylu ve güzel ahlâklı olduğunu anlardı.
    Yürürken ayaklarını tam olarak basardı ve bir çukura inmek veya yokuşa çıkmakta
    olan bir kişi gibi yürüdüğü havasını veriyordu. Bir tarafa dikkatini çevirince
    tam çevirir, bir taraftan ilgisini keserken de tam keserdi. Yani aynı anda iki
    şeyle ilgilenmezdi. Gözlerini küçültüp bir kişiyi veya şeyi süzme ve başını bir
    tarafa çevirip boş boş bakma âdeti yoktu. Gülen bir yüzü vardı ve her zaman
    tebessüm ederdi. Kahkahalarla gülme alışkanlığı da yoktu. Gayet güçlü bir vücuda
    sahipti, kuvveti ve kudreti de yerinde idi. O kadar ki, bir defasında Kureyş’in
    en tanınmış güreşçilerinden Rükane, Hz. Peygamber (a.s.) ile güreşe tutuştu;
    sırtı kimse tarafından yere getirilmeyen bu pehlivan Rasûlullah (a.s.)’a ye­nik
    düştü. Bu güreşçi yerden kalkarak Hz. Peygamber (a.s.) ile tekrar gü­reşti ve
    tekrar yenildi. Hayretini saklamayarak, “Vallahi Muhammed, am­ma da güçlüsün,
    beni nasıl alt ettiğine hayret ediyorum?” dedi. Bu pehli­van demek istiyordu ki
    hiçbir beden çalışması yapmamış olan ve görünüş­te kendisinden daha zayıf olan
    Hz. Peygamber (a.s.) kendisini nasıl oldu da iki defa üst üste yere indirdi?
    (Daha sonra bu güreşçi de müslüman ol­du). Hz. Peygamber (a.s.)’in çocukluğuyla
    ilgili bir vak’a şöyledir. Bir de­fasında Abdullah bin Cud’ân’ın evinde verilen
    yemek sırasında Ebû Cehl, Hz. Peygamber (a.s.) ile kavgaya tutuştu, ikisi de
    aynı boyda idiler. Hz. Peygamber (a.s.), Ebû Cehl’i eliyle kaldırıp öyle yere
    attı ki bir dizi yara­landı ve bu yaranın izi ömür boyunca geçmedi, İbn Hişâm’ın
    ifadesine gö­re Bedir savaşı sırasında Ebû Cehl’in ölüsü aranırken Rasûlullah
    (a.s.), di­zindeki yara izinden kimliğinin saptanması için arkadaşlarına emir
    verdi. Nitekim bu tarif üzerine ölüler arasından Ebû Cehl’in cesedi çıkarıldı.
    Hz. Peygamber (a. s.) işte o zaman, Ebû Cehl ile nasıl dövüştüklerini
    sahabele­re anlattı.

    Bu bilgi ve
    bulgular gösteriyor ki, Hz. Peygamber (a.s.) sadece güzel, yakışıklı ve yüksek
    ahlâklı bir insan değildi, aynı zamanda yiğitlik, cesa­ret ve kuvvetin de
    simgesiydi.



     




    [1]
    Arabistan’da
    insanların isminin “Muhammed” olduğu nadiren duyulmuştu. “Ahmed” ismi ise
    büsbütün yabancıydı. Bunun sebebini biz “Tefhîm-ul Kur’ân’da ayrıntılı
    olarak anlatmışındır. Bu konuya burada da kısaca değinmek istiyoruz: Araplar
    mukaddes kitaplardan “Muhammed” isimli bir peygamberin zuhur edeceğini
    biliyorlardı. Bu sebeple bazı kimseler çocuklarının adını “Muhammed”
    koyarlardı, ki ilerde onun peygamber olma ihtimali olabilir diye. Kâdî İyâd,
    Hz. Peygamber (a.s.)’den önce “Muhammed” ismini taşımış olanların toplam
    sayısının 6 olduğunu belirtiyor. İbn Haleveyh ve Süheylî bu rakamın 3, ve
    Abdân el-Mervezî 4 olduğunu söylemişlerdir. Fakat Hâfız İbn Hâcer, “Feth-ul
    Bâri” isimli kitabında geniş araştırmalardan sonra 15 “Muham­med” isminin
    bulunduğunu, bu ismi taşıyanlardan bazısının Hz. Peygamber (a.s.)’in
    yaşadığı döne­me kadar yaşayıp müslüman olduklarını kaydetmiştir. Aynı
    ya/ar, Muhammed bin Adiyy bin Rebia’nın intihalarını anlatmıştır. Muhammed
    bin Adiyy’in söylediklerine göre babası Suriye’ye se­yahati sırasında bir
    kilise papazına rastladı. Papaz Arabistan’da bir peygamberin doğacağını ve
    bu son peygamberin adının “Muhammed” olacağını belirtmişti. Bundan sonra
    Adiyy bin Rebia’nın aile­sinde doğan bütün erkek çocuklara “Muhammed” ismi
    verildi.



    [2]
    Çocukların
    doğuşunda Akika olarak bilinen kurban kesme ananesi de din-i İbrahimî’nin
    kalıntılarından biriydi.



    [3]
    Tarihi
    rivâyetlere göre Hz. Abdullah’ın bıraktığı miras sadece bir deve ve bir
    hizmetçiden ibaretti.



    [4]
    Karın veya
    göğüsün yarılması vak’ası ilâhi bir sırdır; bunun hikmetini biz İnsanlar
    bile­meyiz. Peygamberin hayatlarında i/ah edilemeyen birçok olaylar meydana
    gelmiştir. Bu da bunlar­dan biridir. Ama bu olayın izah edilemeyişi, bunun
    inkâr edilmesini veya reddedilmesini gerektir­mez.



    [5]
    İbn Kesir,
    Halime’nin, Rasûlullah (a.s.)’ın peygamber olmasından önce vefat ettiğini
    yaz­mıştır. Fakat ‘İsti’âb’da İbni Abdil-Berr’in, Ati bin Yesar’a dayanarak
    naklettiği rivâyete göre, Hu­neyn savaşı sırasında Halime, Rasûlullah
    (a.s.)’ın yanına gelince, Rasûlullah yerinden kalkarak hır­kayı şerifini
    oturması için yere serdi. Aynı tarihçi, Halime’nin Rasûlullah (a.s.)’ın
    hadisini naklet­tiğini belirtmiştir. Hâfız Ebû Yâlâ ve İbn Hibbân, Abdullah
    bir Ca’fer’e dayanarak Halime’nin bir rivâyetini nakletmişlerdir, İbn
    Hâcer’e göre Halime’nin kocası Hâris, Mekke’de Rasûlullah (a.s.)’ın yanına
    gelerek müslüman oldu. Fakat İbn Sa’d’a göre bu Haris’in oğlu Abdullah ile
    ilgili kayıttır. Abdullah Rasûlullah’ın süt kardeşiydi. Hâfız İbn Hâcer’e
    göre Şeyma da sonradan müslüman ol­muştu.



    [6]
    İbn Mâce’nin
    Süveyd bin Saide dayanarak naklettiği hadis’te Rasûlullah (a.s.)’ın şu
    söz­leri bulunmakladır: “Ben Mekkeliler için birkaç kırrat karşılığında
    çobanlık yapardım.” Bu hadis, Buhârî’nin yukarıdaki hadisini doğrular
    niteliktedir. Fakat İbrahim el-Harbî, kırrât’ın ücret anlamına gelmediğini,
    aksine aynı isimde Ecyâd yakınlarında bir bölge bulunduğunu iddia etmiştir.
    Bunu İbn-ul Cevzi ve Allâme Aynî de teyid etmişlerdir. Ancak Mekke’nin
    coğrafyasını iyi bilenler “kırrât” veya bunun çoğulu olan “Karârît” adında
    bir yerin bulunmadığını pekalâ bilirler. Ayrıca, ücret karşılığında çobanlık
    yapmak ayıp bir şey değildir, ki Hz. Peygamber (a.s.)’i bundan kurtar­mak
    için te’vil’e başvurulmaya ihtiyaç duyulsun.



    [7]
    Taberî’ye
    göre Hz. Peygamber (a.s.) 9 yaşında idi. İbni Abdil-Berr ise yaşının 13
    olduğu­nu belirtmiştir. Ancak muhaddis ve tarihçilerin ekseriyeti 12 yaşında
    olduğunda ittifak etmişlerdir ve doğru olan da budur.



    [8]
    Cevherî
    bundan önce üç defa Ficar Harbi meydana geldiğini, dör­düncüsüne Hz.
    Peygamber (a.s.)’in de katıldığını belirtmişdir. İbn Sa’d’ın ifadesine göre
    bu sa­vaş, 20 Âm-ul Fil’in Şevvalinde meydana geldi. Cevherî’ye göre,
    Kureyşliler bu çarpışma Muhar­rem ayında patlak verdiği için buna Ficar
    savaşı adını vermişlerdir. Muharrem ayında savaşmak ve kan dökmek “fücûr”
    sayıldığı için Kureyşliler, “biz fücûr işledik” diyorlardı ve bu ay içinde
    mey­dana gelen dört savaşa Ficar Harbi dediler.



    [9]
    Am-ul Fil,
    “fillerin yılı” demektir, yani Eshab-ı Fil veya Ebrehe’nin Mekke’ye
    saldırdık­ları yıl. Bu, öylesine olağanüstü bir olay idi ki Arap’lar buna
    dayanarak yıllarını hesaplamaya baş­ladılar.



    [10]
    Bazı
    tarihçiler bunun tam aksine Uteyyık’ın Hz. Hatice’nin ilk kocası, Ebû
    Hâle’nin de ikinci kocası olduğunu beyan etmişlerdir.



    [11]
    Hz.
    Peygamber (a.s.)’in bu ticari yolculuğunun dışında da bazı ticari
    yolculuklar yaptığı hadislerde ve siyerlerde belirtilmiştir. Bu yolculuklar
    sırasında Hz. Peygamber (a.s.) Arabistan ve Çevresindeki bazı diğer ülkeleri
    görme fırsatını buldu. Hâkim, Hz. Peygamber (a.s.)’in Yemen’in Curaş
    bölgesine iki kez ticarî yolculuk yaptığını kaydetmiştir, İmam Zehebî bunu
    doğrulamıştır. Müsned-i Ahmed’de ise şöyle bir hadise rastlanıyor.
    Bahreyn’den Abd’ul Kays’in bir heyeti geldi. Rasûlullah (a.s.) heyetten,
    Bahreyn’in bir bölgesinin durumunu öğrenmek istedi Sahabe hayret edince
    Rasûlullah (a.s.) dedi ki “ben oralarda çok gezdim”. (Müsned, C. 111, s.
    206). Şurası unutul­mamalıdır ki, bu, bugünkü Bahreyn değildir. Aksine eski
    devirde “Bahreyn”, Arabistan’ın doğu kı­yısına denirdi.



    [12]
    Hazreti
    Peygamber’in teyzesi Hz. Safiyye (Hz. Zübeyir’in annesi)Hz.Hatîce’nin
    yengesi İdi.



    [13]
    Bu hatunun
    ismini bazı yazarlar binti Ümeyye olarak yazmışlardır, ama doğru olan
    Münye’dir. Kendisi, Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu.



    [14]
    İbni Sa’d,
    yaptığı geniş tetkikleri sonucunda nikâhın, Hz. Hatice’nin babası Huveylid
    tara­fından kıydırıldığına dair bütün rivâyetlerin yanlış olduğunun ortaya
    çıktığını belirtmiştir. Hüveylid’e şarap içirilip nikâh kıydırıldığı
    yolundaki rivayetler ise daha da asılsız ve saçmadır. İlmî tetkiklere göre,
    Huveylid Ficar harbinden önce ölmüştü ve Hz. Hatice’nin nikâhını amcası Amr
    bin Esed kıydı.



    [15]
    Bazı
    rivâyetlere göre mehr 400 dinardı, bazılarına göre de 500 dinardı



    [16]
    Nikâh
    sırasında, Hz. Peygamber (a.s.) ile Hz. Hatice’nin yaşlarıyla ilgili en
    meşhur rivâ­yetler bunlardır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) 25 ve Hz. Halice 40
    yaşında. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’in 21 -29-30 ve hatta 37 yaşında ve Hz.
    Hatice’nin 26-28-30-35 ve hatta 45 yaşında olduğuna dair de çeşitli
    rivâyetler vardır. Fakat âlimler ve araştırmacılar bu muhtelif yaşları kabul
    etmemiş­lerdir. Bunlar Hz. Hatice’nin yaşının ancak 25-30 arasında
    değişebileceğini belirtmişlerdir. Bunlara göre, 40 yaşında olan bir kadının
    6 çocuk doğurması imkânsızdır. Çünkü her çocuğun ortalama 1.5 yıl ara ile
    doğduğu varsayılırsa son çocuğun Hz. Hatice 49 yaşında iken doğduğu kabul
    edilmeli­dir. Ayrıca, Hazreti Muhammed (a.s.)’in peygamberliğinden sonra da
    çocukları doğduğuna dair rivâyetlere itibar edilirse o zaman O’nun yaşının
    56 olduğu kabul edilmelidir ki, bu onlara göre im­kânsızdır.

    Fakat, bu görüş, ilmî ve tıbbî açıdan geçerli değildir.
    Çocuk doğumu konusunda “Gynaeco logy” Dr. Stanley G. Clayton’un
    başkanlığında 10 uzman doktor tarafından kaleme alınan eserde bu hususta
    şöyle denilmiştir: “Âdet veya ay başı 48-52 yaşlarında genellikle kesilmiş
    oluyor. Fakat bazen ay başı 55 yaşına ve daha sonraya kadar devam ediyor.
    Buna mukabil bazı durumlarda ay başı 40 yaşında kesilmiş oluyor. Önemli olan
    bir kadının erginliğe ne zaman vardığıdır. diğer bir kadın, nispeten küçük
    bir yaşta bülûğ çağına erişmişse yaşlılığı da daha geç başlıyor. Ay başı geç
    başladığı takdirde ise daha kısa bir zamanda kesilmiş oluyor.” (s. 101).

    Bu bilimsel açıklamaya bakılırsa, Hz. Hatice’nin 55-56
    yaşına kadar çocuk doğurabileceğine şaşmamalıyız. Rivâyetlere göre, Hz.
    Hatice’nin son çocuğu yani Hz. Fatma (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.) 41 yaşında,
    Hz. Hatice de 56 yaşında iken doğmuştu.



    [17]
    İbn-ul
    Kayyım “Zad-ul Meâd’da, Süheylî, “Ravz-ul Unuf’ta ve İbn Kuteybe, “El-Maârif
    ‘te Tâhir ve Tayyib’in iki ayrı çocuk olmayıp, Hz. Abdullah bin Muhammed’in
    lakabları ol­duğunu belirtmişlerdir.



    [18]
    Beyhakî,
    Mus’ab bin Abdullah ez-Zübeyri’ye atfen demiştir ki, Rasûlullah (a.s.)’ın en
    bü­yük oğlu Kâsım’dı. Diğer evlâtları sırasıyla şöyle idi: Hz. Zeyneb,
    Abdullah, Ümmü Külsum, Fat­ma ve Rukiyye, Yunus bin Bukeyr, İbn Abbas’a
    dayanarak, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz. Hatice’den iki erkek ve dört kız
    evlâdının doğduğunu belirtmiştir. Bunların adları şöyledir: Kâsım, Abdullah,
    Fatma, Ümm-ü Külsum, Zeyneb ve Rukiyye. Abdurrezzak, “El-Musannif adlı
    eserinde İbn Cüreyh’e atfen demiştir ki, Hz. Peygamber (a.s.)’in Hz.
    Hatice’den iki oğlu (Kâsım ve Abdullah) ve dört kızı doğdu, ki bunların en
    büyüğü Hz. Zeyneb ve en küçüğü Hz. Fatma idi.



    [19]
    İbn Kesir’e
    göre hırsızlık konusunda üç kişiden şüphe ediliyordu. Bunlardan biri Ebû
    Leheb’di. Fakat mallar Duveyk’in evinden çıktığı için ceza çeken o olmuştu.
    (C. II, s. 27-28).



    [20]
    İbn
    İshâk’ın ifadesi budur. Musa bin Ukbe ise “Meğazi “de bunun Velid bin
    Muğîre’nin sözleri olduğunu yazmıştır.



    [21]
    Bu inşaat
    işi sırasında inşaat malzemesinin azlığı nedeniyle Kâ’be’nin bir kısmı
    binanın dışında bırakıldı ve etrafına duvar yapıldı, ki bunun Kâ’be’nin bir
    kısmı olduğu kolayca anlaşılsın. Buna “hicr” veya “hatmi” deniliyor. Buraya
    Hz. Hâcer (ra.) ve Hz. İsmail gömülmüşlerdi. (İbn Hişâm), İbn Sa’d’in
    ifadesine göre Kureyşliler, Kâ’be’nin duvarlarını bugünkü kadar yüksek
    yaptı­lar. Kâ’be’nin ana kapısı Pazartesi ve Perşembe günleri açılırdı ve
    nöbetçiler kapıda beklerlerdi. Nöbetçi muhafızlar istedikleri kişiyi içeriye
    alır istedikleri kişiyi kovarlardı.



    [22]
    Burada
    bahsedilen kapı, “Bab-ı Benî Şeybe’dir. Bir rivâyete göre bu kapı, “Bab-ı
    Safâ” idi. Musa bin Ukbe’nin ifadesine göre bu teklifi bizzat Velid
    yapmıştı. Fakat El-Fâkihî, Vakıdî ve İbn İshâk bu hususta Ebû Ümeyye’nin
    adını vermektedirler.



    [23]
    Ehâbiş üç
    kabilenin bir camiasıydı. Bu kabileler şunlardı: Beni el-Hâris bin Abd-i
    Menaf bin Kinâne, Benî El-Hun bin Hüzeyme bin Müdrike ve Benî El-Muslalik
    Huzâî. Bunlar Mekke’nin aşağı kısmında Ahbeş isimli vadide bir dostluk ve
    yardımlaşma akdi yapmışlardı. Bu sebeple, ken­dilerine Ehâbîş denilmiştir.



    [24]
    İki vahyin
    Hz. Muhammed (a.s.)’e inmesinden sonra, Hz. Hatice (r.a.)’nin, kocası
    hakkın­da sıraladığı vasıfların hemen hemen aynısıdır.

  • RASÛLULLAH’IN ATALARI



    Yirmi Birinci Bölüm: RASÛLULLAH’IN ATALARI



    21.1. HZ. İBRAHİM (A.S.)



    21.1.1. Hz. İbrahim’in Dini Yayma Çalışmaları



    21.1.2. Hz. İsmail (a.s.)’in Doğuşu



    21.1.3. Hz. İsmail’in Mekke’ye Yerleşmesi



    21.1.4. Hz. İbrahim (a.s.)’in Oğlunu Kurban Etme Olayı



    21.1.5. Kim Kurban Edilecekti? Hz. İsmail mi, Yoksa Hz. İshâk mı?



    21.1.6. Kâ’be’nin İnşası



    21.1.6.1. Arabistan’da ve Dünya’da Kâ’be’nin Durumu



    21.1.6.2. Cahiliyye Döneminde Kâ’be’nin Bereketleri



    21.1.7. Hz. İsmail’in Peygamberliği ve Arabistan’da Bunun Etkileri



    21.1.8. Hz. İsmail’den Sonra Kâbe’nin İdaresi



    21.1.9. Hz. İsmail’in Evlâtları



    21.2. HZ. PEYGAMBER’İN ŞECERESİ VE ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI



    21.2.1. Kureyş



    21.2.1.1. Kureyşlilerin Mekke’de Toplanarak Kâ’be’nin İdaresini Ele Almaları



    21.2.1.2. Mekke’nin Yönetimi ve Hac İle İlgili Çalışmalar



    21.2.1.3. Hâşim



    21.2.1.4. Kureyşlilerin Ticaretle Uğraşması ve Refahları



    21.2.1.5. Abdulmuttalib bin Hâşim



    21.2.1.6. Abdulmuttalib ‘in Zemzem Çeşmesini Tekrar Açması



    21.2.1.7. Abdullah bin Abdulmuttalib



    21.2.1.8. Abdullah’ın Evliliği

     

    Yirmi Birinci Bölüm: RASÛLULLAH’IN
    ATALARI

    21.1. HZ. İBRAHİM (A.S.)

    Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in ailesinin, Hazreti İbrahim
    (a.s.)’in, büyük oğlu İsmail (a.s.)’den başlayan ve Beni İsmail ya da İsmail
    oğulları olarak bilinen soyundan geldiği tarihi kayıtlardan sabit olmuştur. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in şahsiyeti, karakteri ve hayat hikâyesinin atalarının
    durumuyla yakından ilgisi bulunduğu için Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in
    yaşantıları, başlarından geçen olaylar ve evlâtlarıyla bıraktıkları eserler
    hakkında bilgi sahibi olmak zorundayız. Zira bu bilgilere sahip olmadığı­mız
    takdirde, ait oldukları kabilenin Irak’tan Hicaz’ın iç kısımlarına nasıl
    geldiğini, Kâbe’nin temelinin nasıl ve ne amaçla atıldığını, Arabistan’ın
    çeşitli kabile ve aşiretleri ile Hz. Peygamber (a.s.)’in ne gibi akrabalık ve
    yakınlığı olduğunu ve bu sebeple ülkenin bilinmeyen veya meçhul değil, tanınan
    bir şahsiyeti olduğunu öğrenemeyiz.

    Yukarda belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim, Irak’ta dünyaya gelmiş
    ve orada yetişip büyümüştü. Memleketi olan Ur, Irak’ta hüküm süren Nemrud
    Hanedanının başşehriydi. Tarihçi ve araştırmacılar, Hz. İbra­him’in dünyaya
    geliş tarihini M.Ö. 2100 olarak tesbit etmişlerdir. Tarihin bu döneminde Ur
    büyük bir ticaret ve kültür merkezi olarak ün yapmıştı. Bu şehir aynı zamanda
    Iraklıların şirk, dinsizlik, sapıklık, fuhuş ve ahlâksızlığının merkezi haline
    de gelmişti. Hz. İbrahim şirke karşı Tevhid mücadelesine başlayınca sadece
    hükümet ve iktidar değil, aynı zamanda bütün millet, ailesi ve hatta babası dahi
    O’nun düşmanları haline geldiler. Nemrud ve diğer müşrikler önce baskı ve tehdit
    ile Hz. İbrahim’i Hak yo­lundan caydırmak istediler; ama bu yolda başarı
    kazanamayınca kendisini ateşle dolu bir çukura atmaya sözbirliğiyle karar
    verdiler. Ne var ki Hz. İbrahim’in atıldığı çukurun ateşi Allah’ın emriyle söndü
    ve kendisi hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrahim’in
    ateşe atılması ve kurtulması ile ilgili kıssalar etraflıca anlatılmıştır. (Bk.
    Enbiya; 68-69, Ankebut; 24 ve Sâffât; 97-98)

    Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığına göre, Hz. İbrahim bu olaydan sonra
    memleketini terk ederek o sıralarda, Ken’an ülkesi olarak bilinen Suriye ve
    Filistin’e hicret etti. Hicret sırasında ümmetinden kendisine iman eden tek kişi
    olan yeğeni Hz. Lût eşlik etti. Hz. Lût hicretten sonra peygamberlik makamına
    getirildi. Hz. İbrahim’in ikinci yol arkadaşı, karısı Sare idi, ki son nefesine
    kadar yanında kaldı ve yardımını esirgemedi. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şunları
    ifade ediyor:

    “(Kavmi): O’nun için bir bina yapın ve O’nu ateşe atın” dediler.
    O’na bir tuzak kurmak istediler. Biz onları zelil ve alçak kıldık. “(İbra­him):
    ‘Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) gidiyorum. O bana yol gös­terir’ dedi.” (Sâffât;
    97-99)

    “O’nu ve Lût’u kurtardık. Onları, içinde âlemlere bereketler
    verdiği­miz yere[1]
    ulaştırdık.” (Enbiya; 71)

     “Lût’a da hüküm ve ilim verdik.” (Enbiya; 74)

     “Lût da gönderilmiş peygamberlerdendir.” (Sâffât; 133)

    Hazreti İbrahim’in Irak’tan Suriye’ye ve Filistin’e hicretinden
    sonra ümmetinin ne gibi bir akıbete uğradığı bilinmiyor. Sadece Tevbe
    sûresin­de, 70. ayette İbrahim’in kavminin de Allah’ın azabına uğramış olan
    mil­letlerden biri olduğu belirtilmiştir.

    Hz. İbrahim’in hicreti sırasında kendisine Hz. Lût’un yanı sıra
    Hz. Sare’nin de refakat ettiğine dair kayıt Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça yer
    alma­mıştır. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in bazı ifadelerinden, hicret sırasında Hz.
    İbrahim’in evli olduğu ve zevcesinin kendisine eşlik ettiği anlaşılıyor. Meselâ
    Sâffât sûresinde Hz. İbrahim’in Allah’a şöyle dua ettiği kaydedil­miştir. “Ey
    Rabbim, bana salihlerden bir evlâd ihsan buyur.” (âyet; 100). Böyle bir duayı
    ancak evli bir kişi yapabilir. Ayrıca, Hz. İbrahim’in, bu duayı, hicrete
    başlamak üzere olduğu sırada yaptığını da unutmamalıyız, İncil’de yer alan
    tarihi kayıtlara göre de Hz. Sare, hicret sırasında Hz. İbrahim’in yanında idi.
    Ne var ki bu konuda İncil’in bazı diğer kayıtlan çok tutarsızdır. Meselâ İncil’e
    göre, Hz. Sare, Hz. Lût’un öz kardeşi ve Hz. İbrahim’in öz yeğeni olup, Hz.
    İbrahim’in nikâhlı karısıydı. İncil ayrıca, hic­ret yolculuğunda Hz. İbrahim’in
    babasının da kendilerinin yanında oldu­ğunu belirtiyor (Bk: Doğuş, Bölüm: 11,
    27-32). Halbuki, sadece Kur’ân-ı Kerîm değil, Talmud da, Hz. İbrahim’e baskı ve
    zulüm uygulayanlar ara­sında babasının yer aldığını açıklıyor. (Bk: Talmud’dan
    Seçmeler, H. Po­lano, Londra, s. 30-42) Ayrıca, Allah’ın şeriatına göre, bir
    peygamber şöy­le dursun, alelâde bir insan bile öz yeğeni ile evlenemez.

    21.1.1. Hz.
    İbrahim’in Dini Yayma Çalışmaları

    Hz. İbrahim, Hz. Nuh’tan sonra Allah tarafından İslam dinini
    bütün dünyaya yayma görevi verilen ikinci büyük peygamberdi. Hz. İbrahim ilk
    önce Irak’tan Mısır’a ve Suriye’den Filistin’e kadar uzanan bölgede vaaz ve
    telkin işini şahsen yürüttü. Binlerce kilometrelik yol kat etti. Dağ, bayır ve
    çöl demeden her tarafa Allah’ın dinini yaymaya çalıştı ve bu çalışmala­rı
    yıllarca sürdü. Daha sonra Hak dinini yaymak üzere birçok bölgelere ve ülkelere
    halife ve temsilcilerini gönderdi. Nitekim, Ürdün’e yeğeni Lût’u, Suriye ve
    Filistin’e küçük oğlu İshâk’ı, Arabistan’ın iç kısımlarına büyük oğlu İsmail’i
    yolladı. Daha sonra, Mekke’de Ka’be denilen Allah’ın evini inşa etti, ki burası
    yine Allah’ın emriyle dini yayma çalışmalarının merke­zi seçildi.

    Hz. İbrahim’in soyunun iki ana kolu vardı. Biri, Hz. İsmail’in
    evlâtla­rı, ki Arabistan’da kaldı. Kureyş ve Arabistan’ın diğer belli başlı
    kabilele­ri, Hz. İsmail’in evlâtlarıydılar. Arabistan’ın diğer kabileleri de
    aynı soy­dan gelmemesine rağmen, Hz. İsmail’in yaydığı dinden az çok
    etkilendik­leri için O’nun evlâtlarından olduğunu söylemekte sakınca
    görmüyorlardı.[2]
    Diğerleri, Hz. İshâk’ın evlâtları, ki bunlar arasında Hz. Yakûb, Yu­suf, Musa,
    Davûd, Süleyman ve Îsa (a.s.) gibi tanınmış peygamberler var­dı. Hz. Yakûb’un
    künyesi İsrail olduğu için evlâtları İsrailoğulları olarak meşhur oldu. Hz.
    Yakûb ve diğer peygamberlerin vaat ve tebliğleri saye­sinde onların dinini kabul
    eden diğer milletler de zamanla hüviyetlerini hemen hemen kaybettiler. Bu
    milletlerden bazıları ırkî özelliklerini koruyabildilerse de dinen İsrail
    oğullarına tâbi oldular. İsrail oğulları madden ve manen çökünce Yahudilik ve
    daha sonra Hıristiyanlık ortaya çıktı.

    Hz. İbrahim (a.s.)’in asıl vazifesi dünyayı Allah’a itaat etmeye
    çağır­maktı. Hz. İbrahim, insanların Allah’tan gelen hidâyet ve talimata göre
    bi­reysel ve toplumsal yaşantılarını düzeltme görevini yerine getirmek üzere
    dünyaya gelmişti. Hz. İbrahim Allah’a tâbi ve irfanı yaymakla mükellef olmuştu.
    Hz. İbrahim işte bu sıfatla ve bu vazife ile dünyanın lideri, ima­mı ve önderi
    yapılmıştı. Bundan sonra liderlik ve imamlık, Hz. İshâk ve Hz. Yakûb’dan
    başlayan İbrahim soyunun İsrail oğulları olarak bilinen ko­luna verildi.
    Peygamberler ve dinî önderler işte bu koldan doğdular ve doğru yolda olmaları
    işte bu koldan beklendi. Bu nesle Allah tarafından verilen hidâyet nimeti sık
    sık hatırlatıldı Aynı soydan olanlar Hz Süley­man (a.s.) devrinde Kudüs’ü merkez
    olarak seçtiler. Bu sebeple, imamlık ve liderlik mevkiinde bulunduğu sürece
    Kudüs, Allah tarafından gelen dâvet ve Allah’a inananların kıblesi durumunda
    bulundu.

    21.1.2. Hz.
    İsmail (a.s.)’in Doğuşu

    İbrahim oğullarının ikinci kolunda, yani İsrail oğullarında
    ortaya çı­kan çeşitli ayıp ve kötülüklerden biri tarihi ve dînî kitapları tahrif
    etmele­riydi. İsrail oğulları geçmişe ait bütün başarı ve faziletleri
    kendilerine mal etmeye çalıştılar. Buna karşılık, tarih boyunca hangi
    milletlerle rekabete girmiş veya ihtilâfa düşmüşlerse onları kötülemek ve
    karalamak için olan­ca güçleriyle çalıştılar. İncillerde bunun çeşitli misalleri
    vardır. Meselâ, İncillere göre Hz. Lût bir peygamber değildi ve kendisi Hz.
    İbrahim (a.s.) tarafından vaaz ve telkin için Sodom’a gönderilmemişti. İncillere
    göre am­ca ve yeğen arasında kavga çıkmış ve amca, yeğeninden başka bir ülkeye
    gidip yerleşmesini istemişti. (Doğuş, Bölüm: 13,5-12). Bundan daha kötü örneği
    de vardır. Meselâ, İncillerdeki kayıtlara göre, Lût kavmine Allah’ın azabı
    inince Hz. Lût iki kızını oradan alıp Sodom’u terk etti ve Sodom ya­kınlarında
    Hebron şehrinde bulunan amcası Hz. İbrahim’e gitmeyip bir mağaraya yerleşti. O
    mağarada hâşâ iki kızı Hz. Lût’a içki içirerek kendi­siyle cinsel ilişkide
    bulundular ve hamile kaldılar. Kızlardan biri Muâb’lıların atası olan Muâb’ı
    doğururken diğeri Ammun oğullarının atası olan Bin Ammî’yi doğurdu. (Doğuş,
    Bölüm 19, 30-38). İsrail oğulları işte bu şekilde Muâb’lılar ile Ammun
    oğullarına karşı duydukları kin ve nefreti kustular, çünkü tarihte İsrail
    oğulları ile bu kabileler arasında büyük dinî, siyasî ve askerî çekişmeler
    olmuştur.

    İsrail oğulları aynı muameleyi İsmail oğulları için de revâ
    gördüler. İncil’deki kayıtlara göre Hz. İsmail’in annesi Hz. Hâcer, Hz. Sare
    (r.a.)’nin hizmetçisiydi. Yine İncil’e göre, Hz. Hâcer’in evlatsız olduğunu
    görünce kocası Hz. İbrahim’den hizmetçisine gidip kendisiyle cinsi münasebet
    kurmak suretiyle çoluk, çocuk sahibi olmasını temin etmeye çalıştı. Hz. İbrahim
    (a.s.) hâşâ dediğini yaptı ve böylece Hz. Hâcer’in batınından Hz. İsmail (a.s.)
    doğdu. (Doğuş, Bölüm: 16, 1-4 ve 15-16). Halbuki, İncil’in Doğuş kitabının 12.
    bölümünün 16. ayetinde, o dönemin Firavun’unun, Hz. İbrahim’e verdiği bol
    miktarda mal mülk, servet, hayvan, uşak ve hizmetçiler arasında Hz. Hâcer’in[3]
    de yer aldığı belirtilmiştir. Bu itibarla, Hz. Hâcer’in Hz. Sare (r.a.)’nin
    hizmetçisi olduğu beyanatı bizzat İncil’e göre yanlıştır. Hz. Hâcer, Hz.
    İbrahim’in cariyesi veya hizmetçisi olduğu için onunla temettü etmek (cinsi
    münasebette bulunmak) hususunda Hz. Sare’nin iznine muhtaç değildi.

    Yine İncil’in kayıtlarına göre Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim
    ile Filis­tin’de kaldı ve kendisi 14 yaşında iken Hz. Sare’nin batnından Hz.
    İshâk (a.s.) doğdu. (Doğuş, Bölüm: 18, ayet: 24-26, Bölüm: 21, ayet: 1-5). Daha
    sonra İncil’de şu metne rastlıyoruz:

    “Ve o çocuk (Hz. İshâk) büyüdü ve sütten kesildi. Izhak (İshâk)’ın
    sütten kesildiği gün Abraham (Hz. İbrahim) büyük bir ziyafet verdi. Ve Saran
    baktı ki, Mısırlı Hâcer’in İbrahim’den doğmuş olan oğlu kahkahalarla gülüyor.
    Bunun üzerine İbrahim’den o hizmetçi (Hâcer) ve oğlunu oradan uzaklaştırmasını
    istedi. Böylece hizmetçinin oğlu, onun oğlu İshâk ile mirasında ortak
    olmayacaktı. İbrahim oğluyla ilgili bu sözlerden hoş­lanmadı. Ve Tanrı İbrahim’e
    dedi ki, sen bu hizmetçi ve oğlu için canını sıkma ve Sarah’ın sana dediklerini
    yap… Ondan sonra, İbrahim sabah kal­karak ekmek ve bir su tulumu alıp Hâcer’e
    verdi, daha doğrusu omzuna yerleştirdi ve çocuğuyla beraber oraya vedâ etti.
    Böylece, o oradan ayrıldı ve Hâcer bir-i Sebe’ çölünde dolaşmaya başladı.
    Tulumdaki su bitince ço­cuğu bir çalının yanına bıraktı ve ondan bir ok
    fırlatılışının mesafesinde gidip oturdu ve ‘hiç olmazsa oğlumun öldüğünü kendi
    gözümle görmeye­lim’ diye dövünmeye başladı. Fakat Allah o çocuğun yalvarışını
    dinledi ve Allah’ın meleği gökten Hâcer’e seslendi ‘ey Hâcer sana ne oldu? Sen
    kork­ma; Allah çocuğun bulunduğu yerden onun sesini işitmiştir. Kalk ve çocuğunu
    kaldır, zira Allah onu büyük bir ümmet yapacaktır.’ Daha sonra Allah onun
    gözlerini açtı. O sırada O (Hâcer) orada bir kuyu gördü ve tu­lumunu oradan
    suyla doldurdu ve oğluna bu suyu içirdi. Ve Allah O ço­cukla beraberdi. O
    (çocuk) büyüdü ve çölde yaşamaya başladı ve iyi bir okçu oldu. O Faran vâdesinde
    yaşıyordu ve annesi O’na Mısır’dan bir ge­lin buldu.” (Doğuş, Bölüm: 21, ayet:
    8-21).

    Görülüyor ki, bütün bu saçma sapan masalı İsrail oğulları, Hz.
    İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)’in Arabistan, Mekke, Ka’be ve zemzem ile
    bütün ilişkilerini koparmak amacıyla uydurmuşlardır. Çünkü, Hz. İbra­him’in
    Arabistan’a yaptığı yolculuğu yok saymak, Hz. İsmail’in 14 yaşına kadar
    Filistin’de kaldığını göstermek ve daha sonra Faran vadisinde O’nun yaşamış
    olduğunu, su kuyusunun orada belirmiş bulunduğunu ve Mısırlı bir kadınla
    evlenmiş olduğunu göstermek suretiyle Din-i İbrahimî’nin merkezinin Arabistan ve
    Mekke olduğuna ilişkin İslâm tarihi’nin önemli bir bölümüne sünger çekmeye
    çalışmışlardır. İncil’de Faran ile ilgili geçen kayıtlara göre bu vâdi
    Filistin’in güneyinde, Araba vadisinin batısında, Si­na çölünün kuzeyinde ve
    Mısır ile Akdeniz’in doğusunda idi. Anlaşılacağı gibi, bunun Mekke’yi çevreleyen
    Faran dağlarıyla bir ilgisi yoktur. Ayrıca bu hikâyede Hz. Sare ve Hz. İbrahim
    (a.s.)’in karakterinin kötü ve adi ola­rak gösterilmiş olması ve bu işe Cenab-ı
    Allah’ın adının bile karıştırılmış bulunması, İsrail oğullarının ahlâkî değer ve
    kavramlarının ne kadar dü­şük olduğunu göstermeye yeter. Bu hikâyede bir
    peygamber (Hz. İbrahim)’in karısı ve başka bir peygamber (Hz. İshâk)’in annesi
    kıskanç bir ka­dın ve kuma olarak gösterilmiştir. Bu kadın, kumasının oğlunun
    gülmesi­ne ve neşelenmesine tahammül edemiyor ve kocasından O’nu ve annesini
    kovmasını ve mirasından mahrum bırakmasını istiyor. Büyük ve tanınmış bir
    peygamber olan kocası da acımasız bir baba gibi ortaya çıkıyor. Nite­kim, 15-16
    yaşlarındaki çocuğunu annesiyle birlikte sadece ekmek ve su tulumuyla çöle
    sürdüğü ve ölümleri veya yaşamaları hakkında herhangi bir haber almadığı
    gösteriliyor… Allah-u Teâlâ da İsrail oğullarının atası olan Hz. İshâk uğruna,
    annesinin kendi kumasına karşı duyduğu nefret ve oğluna karşı beslediği kine
    mağlup olarak ileri sürdüğü isteklerinin Hz. İbrahim (a.s.) tarafından yerine
    getirilmesini isteyen bir varlık olarak orta­ya konuyor. Yani, bir bakıma Allah
    da Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Hz. Sare’nin hâşâ zulmüne ve oyununa âlet
    oluyor. Bu asılsız iftiralarla dolu olan saçma sapan masala tarih adını vermek
    tarihe hakarettir. Zira tarih ve gerçekler, ancak Kur’ân-ı Kerim ve Hadis’te
    vardır. Kur’ân ve Hadislerin anlattıkları; 4 bin yıldan beri Araplar arasında
    nesilden nesile intikal eden rivayetler ve diğer tarihi malzemeler tarafından
    teyit ediliyor.

    Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre, Hz. İbrahim (a.s.)
    anayurdundan hicret ederken Allah’a şöyle bir istekte bulunmuştu: “Ey Rabbim,
    Bana salihlerden bir evlât ihsan buyur dedi.” (Sâffât; 100). Hz. İbrahim’in bu
    duası aradan uzun bir zaman geçtikten ve kendisi hayli yaşlandıktan sonra Allah
    katında kabul olundu. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta, Hz. İbrahim’in şu
    sözlerine yer verilmiştir: “Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk’ı bahşeden
    Allah’a hamd ederim.” Hz. İsmail ile İshâk’ın doğumun­dan önce, Allah (cc.) Hz.
    İbrahim’e gereken müjdeyi vermişti. Hz. İsmail’in doğumuyla ilgili müjde şöyle
    idi: “Biz de O’nu halîm (uysal) bir evlât ile müjdeledik.” (Sâffât; 101). Aradan
    birkaç yıl geçtikten sonra , hatta, Hz. İsmail delikanlılık çağına girdikten
    sonra, Hz. İbrahim’e ikinci oğlu İshâk ile ilgili müjde verildi. “Onlar,
    ‘korkma’ dediler. Ve O’nu ilim sahibi bir evlât ile müjdelediler.” (Zâriyat;
    28). Bu ikinci müjdeyi aldıktan sonra Hz. İbrahim şöyle dedi: “Bana ihtiyarlık
    gelmişken, beni evlât ile mi müj­deliyorsunuz? Neye dayanarak müjdeliyorsunuz?”
    (Hicr; 54). Müjdeyi al­dıktan sonra Hz. Sare (r.a.)nin durumu da şöyle oldu:
    “Bunun üzerine zev­cesi, bir hayret içinde onlara dönüp elini yüzüne vurarak,
    ‘ben kısır bir ko­cakarıyım’ dedi.” (Zâriyat; 29). Bu ayetlere bakarak, Hz.
    İbrahim 86 ya­şında iken Hz. İsmail’in doğduğu ve 100 yaşında iken Hz. İshâk’ın
    doğdu­ğu yolunda İncil’in ifadesinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. (Doğuş,
    Bö­lüm: 16, ayet-16 ve Bölüm: 21, ayet: 5).

    21.1.3. Hz.
    İsmail’in Mekke’ye Yerleşmesi

    Yukarıdaki satırlardan, Hz. İsmail’in, Hz. İbrahim’in ilk evlâdı
    olup babasının hayli ihtiyar olduğu bir sırada doğduğu anlaşılıyor. Normal bir
    durumda, ihtiyarlığında doğmuş olan ve 14 yaşma kadar da tek evlât sıfa­tını
    koruyan bir çocuğun babası kendisine ziyadesiyle düşkün olacak ve bir an bile
    gözünden ırak tutmamaya gayret edecekti. Ancak Hz. İbrahim bir peygamberdi ve
    Hakk’a daveti, her sevgi ve vazifesinden üstündü. Hz. İbrahim bu uğurda vatanını
    terk etmiş, hicret ederek gurbette dolaşmış ve her yerde bütün güç ve
    yeteneklerini harcamıştı. Hz. İbrahim (a.s.) sevgili çocuğunun doğmasından
    sonra, dünyada son peygamberliğin merkezi ve Hak dinin karargâhı olması
    kararlaştırılan Arap topraklarında Tevhid’e da­vetin merkezini kurma fikrini
    gerçekleştirmeye çalıştı. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadelerine göre, Cenâb-ı Allah,
    inşa edilmesi gereken dinî merkezin yeri­ni Hz. İbrahim’e önceden bildirmişti.
    Nitekim, Hac suresinin 26. ayetinde şöyle buyurulmuştur: “İbrahim’e Beyt’in
    yerini gösterdiğimizde Bana hiç­bir şeyi eş tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada
    namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için iyice temizle.” Allah’ın bu emrine
    uyan Hz. İbrahim (a.s.) henüz anne sütüyle beslenen küçük çocuğunu, olağanüstü
    bir sabır ve tahammüle sahip olan annesiyle birlikte, ilerde tam Allah’ın evi
    Kâ’be’nin inşa edileceği yere götürüp, görünürde sahipsiz ve kimsesiz
    bı­rakıverdi.

    Sahîh-i Buhârî’de bu olay Hz. Abdullah bin Abbas tarafından
    rivâyet edilmiştir. Hz. İbn Abbas’ın bu rivâyetinde sık sık Hz. Peygamber
    efendi­miz (a.s.)’in buyrukları geçiyor. Bunlardan, Hz. İbn Abbas’ın
    anlattıkları­nın, Rasûlullah (a.s.)’dan duyduklarına ve öğrendiklerine dayandığı
    anla­şılıyor. Rivâyet şöyledir: Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hâcer (a.s.)’i ve henüz
    süt çocuğu olan Hz. İsmail’i yanına alarak bir ağacın dibine götürdü ve oraya
    bıraktı. Hz. İsmail (a.s.)’in bulunduğu yerden zemzem suyu fışkırdı. Mek­ke o
    sıralarda bir çöldü ve etrafında tek bir canlı yoktu. Herhangi bir su yeri de
    yoktu. Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hâcer’in yanına içinde hurmalar bu­lunan bir deri
    çantası ve bir su tulumu bıraktı. Hz. İbrahim onları oraya bıraktıktan sonra
    ayrılırken Hz. Hâcer O’nun peşinden, “Ey İbrahim nere­ye gidiyorsun? Bizi bu
    ıssız çöle niye bırakıyorsun?” diye birkaç defa ses­lendi. Fakat Hz. İbrahim
    onlara dönüp bakmadı.[4]
    Nihayet Hz. Hâcer kendisine şöyle dedi: “Bunu Allah mı emretmiştir?” Hz. İbrahim
    ise sade­ce “evet” diye cevap verebildi. Bunun üzerine Hz. Hâcer “Öyleyse, Allah
    bizi koruyacaktır” dedi ve çocuğuna döndü. Hz. İbrahim, dağın ardına ve karısı
    ve oğlunu göremeyeceği yere gelince oradan Beytullah istikametine (yani daha
    sonra inşa edeceği Allah’ın evinin bulunduğu yer) yürümeye başladı ve Allah’a
    şunları söyledi.

    “Ey Rabbimiz, Ben senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir
    vadide evlâtlarımdan bir kısmını yerleştirdim. Ey Rabbimiz bu Beyt-i Ha­ram’da
    dosdoğru namaz kılmaları içindir. İnsanlardan bir kısmının kalp­lerini onlara
    meylettir. Şükretmeleri için, o belde halkını bazı meyvelerle rızıklandır.”
    (İbrahim; 37)

    Bu arada, Hz. İsmail (a.s.)’in annesi kendisine süt içirmeye ve
    su tu­lumundan su vermeye devam etti. Ancak bir süre sonra su bitti, ikisi de
    susadı. Çocuğunun susuzluktan kıvrandığını gören ana yüreği dayanamadı ve Hz.
    Hâcer, çölün aşağı kısmına, bir insan veya su aramaya çıktı. Fakat etrafta
    kimsecik yoktu. Sonra safa tepesinden vadinin ortasına geldi ve kollarını açarak
    perişan bir kişi gibi koşmaya başladı. Daha sonra Merve tepesine çıkarak etrafa
    bakındı, ama kimseyi göremedi. Hz. Hâcer, Safâ ile Merve arasında böylece 7 defa
    koştu. Abdullah İbn Abbas bu sebeple Rasûlullah (a.s.)’ın hacıların Safâ ile
    Merve arasında sa’y yaptıkları (koştukları)’ın belirttiğini ifade etmiştir.[5]
    Hz. Hâcer “ey şahıs, sen kendi se­sini bana duyurdun, fakat sen benim feryadımı
    dinleyebilir misin?” diye seslendi. Birden Zemzem denen yerde bir meleği gördü,
    (İbrahim bin Nâfî ve İbn Cüreyc, Hz. Hâcer’in Hz. Cebrail’i gördüğünü
    belirtirler). Bu melek topuğu veya koluyla yeri kazıyordu, ta ki su çıkıverdi.
    Hz. Hâcer, tulu­munu bu su ile doldurdu. Bu arada su fışkırmaya devam etti. İbn
    Abbas, Hz. Peygamber (a.s.)’in şunları söylediğini belirtir: “Allah-u Teâlâ,
    İsmail’in anasına rahmet eylesin, eğer kendisi Zemzem’i olduğu gibi bıraksaydı
    (yani, etrafını topraklarla çevirerek bir çeşme haline getirmeseydi) bu akan bir
    çay olurdu.” Böylece, Hz. Hâcer su içti ve çocuğuna da su içirdi. Melek ona dedi
    ki, “kendinizin mahv ve perişan olacağınızı sanmayın. Burada Allah’ın evi
    vardır. Bunu bu çocuk ve babası inşa edeceklerdir. Ve Allah (cc.) bu evin
    insanlarına zarar vermeyecektir.” Bu durum bir müd­det devam eti. Bundan sonra
    Cürhüm kabilesinden[6]
    bazı kimseler Küda’dan gelerek Mekke’nin aşağı kısmında konaklamak istediler. O
    sırada üzerlerinde bir kuşun dolaştığını gördüler ve şaşkınlık içinde, “Allah
    Al­lah, bu kuş mutlaka bir çeşme üzerinde uçuyor, halbuki buradan daha ön­ce de
    geçmiştik ve hiçbir yerde su görmemiştik.” dediler. Daha sonra adamlarından
    ikisini su olup olmadığının tesbiti için kuşun bulunduğu ye­re gönderdiler.
    Onlar dönüp suyun bulunduğunu doğruladılar. Sonra hepsi oraya geldiler. Orada Hz.
    İsmail’in annesini gördüler. Onlar ona yakın bir yere yerleşmelerine izin verip
    vermeyeceğini sordular. Hz. İsmail’in anne­si kendilerine oraya yerleşme izni
    verdi, ama suyun kendisine ait olması şartıyla. Onlar bu şartı kabul ettiler.
    İbn Abbas’ın rivâyetine göre, Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdular: “Cürhümlüler,
    İsmail’in annesini hanı­mefendi, kibar ve uysal buldular. Zâten Hâcer de
    insanların gelip yerleş­mesini arzu ediyordu.” Böylece, gelen Cürhümlüler oraya
    yerleştiler. Da­ha sonra başka insan ve gruplar da gelerek buraya yerleşmeye
    devam etti­ler. Hz. İsmail bunlar arasında yetişip büyüdü ve onlardan Arapça
    öğrendi.[7]
    Cürhümlüler bu çocuğu çok severlerdi ve onun kendi kabilelerinden bir kızla
    evlenmesini isterlerdi.

    21.1.4. Hz.
    İbrahim (a.s.)’in Oğlunu Kurban Etme Olayı

    Hz. İbrahim, sevgili oğlu ve karısını Mekke çölüne bıraktıktan
    sonra onlarla bütün alâkasını kesmiş değildi. Aksine, arada sırada onlara gelip
    bir süre beraber kalırdı. Onların iyi olup olmadıklarını da devamlı öğren­meye
    çalışırdı. Hz. İbrahim karısı ve süt bebeğine bıraktığı yerin mamur ve meskûn
    olmasını dilemişti ve Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Rabbim bunu huzurlu bir şehir
    yap.” Bu duası çok kısa zamanda Allah’ın katında kabul olundu ve ailesinin
    bulunduğu yer bir yerleşim merkezi oluverdi. Hz. İbrahim’in buraya yerleşmiş
    olan Cürhümlüler arasında dinî tebliğ etmiş ol­ması pek mümkündür.

    Bundan sonra ise, tarihte eşine rastlanmayan meşhur kurban
    vak’ası vuku buldu. Yani, Hz. İbrahim (a.s.) Allah’ın işaretini alır almaz,
    ihtiyarlı­ğının ilk ve tek evlâdını delikanlılık çağına erişirken kurban etmeye
    hazır oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de bu olay şöyle anlatılmıştır:

    “Yakta ki çocuk O’nun yanında koşma çağına geldi, (İbrahim ona)
    şöyle dedi: ‘Yavrum, rüyamda görüyorum ki seni boğazlıyorum. Bak sen buna ne
    dersin?” (Oğlu cevaben) ‘Babacığım, sana emrolunanı yap. İn­şaallah beni
    sabredenlerden bulursun’ dedi. Vaktaki, ikisi de kazaya (Allah’ın emrine) teslim
    oldu, İbrahim O’nu yüzüstü yatırdı. Biz O’na, ‘Ey İbrahim’, diye nida ettik.
    ‘Rüyana sadakat gösterdin. Şüphe yok ki, biz, gü­zel amel işleyenleri böyle
    mükâfatlandırırız.” Bu apaçık bir imtihandır. O’na büyük bir kurbanlık fidye
    verdik.” (Sâffât; 102-107)

    Bu olay Mekke[8]‘de
    meydana gelmişti ve Hz. İbrahim’in, oğlunu Allah’a kurban etmek üzere götürdüğü
    yer Mina idi; ki bugün müslümanlar her yıl kurban Bayramında (10 Zilhicce
    tarihinde) burada kurban keser­ler.[9]
    Ayrıca, bu olay, Hz. İsmail (a.s.) henüz 12-13 yaşında iken ve Hz. İshâk
    doğmamışken meydana gelmiştir. Çünkü Sâffât sûresinde daha son­ra şöyle
    deniliyor. “O’na salihlerden bir peygamber olmak üzere İshâk’ı müjdeledik.”

    Yukarıdaki ayetlerde açıklanacak bazı noktalar vardır. Bunlar
    şöyle sıralanabilir:

    1) Hazreti İbrahim (a.s.) rüyasında kendi oğlunu boğazlamışken
    değil boğazlamak üzere iken görmüştü. Fakat, bu rüyalardan, Allah (c.c.)’ın
    kendisini sınava tabi tutmak istediğini ve oğlunu kurban etmesini istediği­ni
    anlamıştı. Hz. İbrahim bunun üzerine yüreğine taş basarak kendi ciğer paresini
    kurban etmeye karar vermişti.

    2) Hz. İbrahim’in, oğluna rüyalar ile ilgili fikrini sormasının
    amacı onun iznini almak değildir. Hz. İbrahim sadece Allah’ın kendisine daha
    evvel müjdelediği evlâdın sâlih olup olmadığını tesbit etmek istiyordu.
    Bilindiği gibi kendisi Allah’tan sâlih bir evlat istemiş ve Allah da öyle bir
    vasıfta olan Hz. İsmail’i ihsan ettiğini bildirmişti. Eğer çocuk Allah’ın
    rı­zası için canını fedâ etmeye hazır olsaydı, demek ki, Hz. İbrahim’in duası
    tam olarak kabul edilmiş ve İsmail yalnız vücutça değil ahlâki ve manevî açıdan
    da onun oğlu olarak yetişmişti.

    3) Hz. İsmail’in, “babacığım, sana emrolunanı yap” demesi,
    babasının rüyasında gördüklerini gerçekten Allah’ın emri ve vahyi olarak kabul
    etti­ğini gösteriyor. Hz. İsmail’in bu fikri doğru olmasaydı, Hz. İbrahim
    pekâ­lâ diyebilirdi ki bunlar birer rüya olup Allah’ın emri derecesinde
    değildir.’ Ayrıca Cenâb-ı Allah da vahiy ile durumu açıklığa kavuşturabilirdi.
    Bun­dan dolayıdır ki, peygamberlerin rüyaları da birer vahiy olarak kabul
    edi­liyor.

    4) Hz. İbrahim, oğlunu boğazlamak için sırtüstü değil yüzükoyun
    ya­tırdı ki, çocuğun yüz ifadesini görüp baba sevgi ve şefkati ağır basmasın ve
    son anda Allah’ın emrini yerine getirmekte bir kabahati olmasın.

    5) Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail’i boğazlamasından önce Cenâb-ı
    Allah’ın, “ey İbrahim,rüyana sadakat gösterdin” demesi, rüyada Hz. İbra­him’in,
    oğlunu boğazlamış değil, boğazlamak üzere iken görmesi açısın­dan yerinde bir
    söz idi. Bu nedenle, Hz. İbrahim’in rüyada gördüğü işi gerçekten yapması
    üzerine, rüyasına sadık kaldığı ve kendisi için hazırla­nan imtihanı başarıyla
    geçtiği ve bunun mükâfatının büyük olduğu açık­landı.

    6) Ayetlerde geçen “büyük bir kurbanlık” kelimesi, Hz. İsmail
    (a.s.) yerine kurban edilmek üzere Allah tarafından bir melekle beraber
    gönde­rilen varlık için kullanılmış olabilir. Bu kelimenin daha geniş bir anlamı
    da olabilir. Şöyle ki, Hz. İbrahim döneminde Hz. Muhammed (a.s.)’e ka­dar ve
    daha sonra her yıl kurban bayramında bütün dünyada müslümanlar ve Mekke’de
    hacılar tarafından kestikleri kurbanlar da “büyük kurban” sa­yılabilir.

    21.1.5. Kim
    Kurban Edilecekti? Hz. İsmail mi, Yoksa Hz. İshâk mı?

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi, İsrail oğulları tarih boyunca
    iftihar edilecek ve kendilerini yüceltecek ne kadar olay ve masal varsa hep
    ken­dilerine mal etmeye çalışmışlardır. Diğer millet ve ümmetleri ise
    kötüle­meye ve iftiralarla boğmaya çabalamışlardır. Bunları yaparken tarihi ve
    dinî kitapları alabildiğince tahrif etmişler ve bazen başka milletlerin ifti­har
    kaynağı olan bir olayı da kendi hesaplarına katmışlardır. Âdetleri üze­re,
    Kurban vak’asını Hz. İsmail’e değil Hz. İshâk’a mal etmişlerdir. İncil bu
    hususta şunları yazmaktadır.

    “Allah, Abraham (İbrahim)’ı imtihan etti ve dedi ki, ‘ey
    İbrahim, tek ve yegâne sevdiğin oğlun İshâk (İshâk) ‘ı yanına alarak Moriah
    ülkesine git ve orada benim göstereceğim dağlardan birine onu kurban et.”
    (Do­ğuş, Bölüm: 22,1-2).

    Bu satırlarda dikkate değer iki nokta vardır. Birincisi, kurban
    edile­cek evlâd’ın İshâk olduğu belirtilmiştir. İkincisi, bu çocuğun, Hz.
    İbra­him’in tek evladı olduğu söylenmiştir. Halbuki, bizzat İncil’in bazı diğer
    kayıtlarından bu sözlerin tamamıyla yanlış olduğu anlaşılıyor. Meselâ İncil’in
    şu paragraflarına bakın:

    “Ve İbrahim’in zevcesi Sarah (Sâre)’ın hiçbir çocuğu yoktu. Onun
    Mısırlı bir hizmetçisi vardı, adı Hâcer idi. Sarah Abraham (İbrahim)’e dedi ki,
    ‘Bak Hüdavend beni evlâttan mahrum bırakmıştır. Onun için sen benim hizmetçimin
    yanına git. Belki de böylece evimiz neş’e ile dolar.’ ‘Ve İbrahim, Sarah’ın
    dediğini yaptı. Ve İbrahim, Ken’an ülkesinde 10 sene­den beri kalıyordu ve işte
    bu sıralarda karısı Sare kendi hizmetçisini O’na verdi, ki O’nun karısı olsun.
    Ve O, Hâcer’in yanına gitti ve O hamile kaldı.” (Doğuş, Bölüm: 16, 1-3).
    “Allah’ın meleği O’na dedi ki, sen ha­milesin ve sen bir erkek çocuk dünyaya
    getireceksin. Adını İsmail koy.” (Doğuş, 16-11)

    “İbrahim ve Hâcer’den İsmail doğduğu zaman İbrahim 86 yaşında
    idi.” (Doğuş, 16:16).

    “Ve Hüdavend, İbrahim’e dedi ki, senin karın olan Sarah’dan da
    sa­na bir erkek çocuk bahşedeceğim. Adını İshâk koyarsın… O, gelecek yıl aynı
    tarihte Sarah’dan doğacaktır… O zaman İbrahim, oğlu İsmail’i ve evin diğer
    erkeklerini yanına aldı ve aynı gün Allah’ın emriyle onları sünnet etti. İbrahim
    99 yaşında iken sünnet oldu. İsmail ise sünnet olduğu zaman 13 yaşında idi.”
    (Doğuş, 17:15-25).

    “Ve oğlu İshâk doğduğu zaman İbrahim 100 yaşında idi.” (Doğuş,
    21:5).

    Bu ifadeler ile İncil’in, içine düştüğü çelişki kendiliğinden
    ortaya çı­kıyor. Şöyle ki, 14 yaşına kadar Hz. İsmail, Hz. İbrahim’in tek evlâdı
    sıfa­tını koruyordu. Eğer Allah, Hz. İbrahim’den tek evlâdının kurban
    edilme­sini istemişse o İsmail olmalıdır. Yok eğer Allah, Hz. İshâk (a.s.)’ın
    kur­ban edilmesini istemişse, o zaman O’nun Hz. İbrahim’in tek evlâdı oldu­ğunu
    söylemek yanlış olur.

    Bu hususla, İslâm kaynaklarında da derin ihtilâflar vardır.
    Müfessir­lerin bir bölümünün sahabeler ve tâbîler’den naklettikleri hadislere
    göre Kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshâk’tı. Bu grupta şu isimler yer
    almaktadır.

    Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Mes’ud, Hz. Abbas bin
    Abdulmuttalib, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebû Hureyre, Katâde, İkrime, Ha­san
    Basrî, Sa’id bin Cübeyr, Mücâhid, Şa’bi, Mesrûk, Mekhûl, Zührî, Atâ, Mukâtil,
    Süddî, Ka’b-i Ahbâr, Zeyd bin Eslem (r.a.) vs.

    İkinci grupta yer alanlar ise kurban edilmesi emrolunan çocuğun
    Hz. İsmail (a.s.) olduğunu savunuyorlar ki, bunlar şöyle sıralanabilirler: Hz.
    Ebû Bekr, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Ebu
    Hureyre, Hz. Muaviye, İkrime, Mücâhid, Yusuf bin Mehran, Hasan Basrî, Muhammed
    bin Kâ’b el-Kurâzî, Şa’bi, Said bin el-Müseyyeb, Dahhâk, Muhammed bin Ali bin
    Hüseyin (İmam Muhammed el-Bâkır), Rebi’ bin Enes ve İmam Ahmed bin Hanbel vs.

    Bu iki listeyi birbiriyle karşılaştırınca bazı isimlerin
    müşterek oldu­ğunu görürüz. Yani, aynı zât’ın değişik hadisler naklettiği
    belirtilmiştir. Meselâ, İkrime’nin, Hz. Abdullah bin Abbas’tan naklettiği hadise
    göre kurban edilmesi emrolunan çocuk Hz. İshâk’tı. Fakat Atâ bin Ebi Rebâh’ın
    yine Hz. Abdullah bin Abbas’tan naklettiği hadis şöyledir: “Yahudiler, kurban
    edilmesi istenen çocuğun İshâk olduğunu iddia ediyorlar. Ama Yahudiler yalan
    söylemektedir”. Aynı şekilde Hz. Hasan Basrî’nin, Hz. İshâk’ın “zebîh” (Allah
    yolunda kurban edilen) olduğuna inandığına dair bir hadis vardır. Fakat, Amr bin
    Ubeyd’in ifadesine göre, Hz. Hasan Basrî, Hz. İsmail’in zebîh olduğu konusunda
    hiç tereddüt etmiyordu.

    Hadisler ve tefsirlerde bu konuda ortaya çıkan anlaşmazlık,
    gayet do­ğal olarak ulema ve fakihin de iki ayrı gruba bölünmesine yol açmıştır.
    Nitekim, İbn Cerir ile Kadı İyâz vs. reylerini kesinlikle Hz. İshâk lehinde
    vermişlerdir. İbn Kesir gibi alimler ise kesinlikle Hz. İsmail’in zebîh
    oldu­ğuna karar vermişlerdir. Fakat, Celâleddin Suyutî gibi âlimler de ortada
    kalmış ve kesin bir tavır takınmaktan kaçınmışlardır. Fakat elimizdeki bü­tün
    kaynakları bilimsel ve objektif şekilde değerlendirecek olursak “zebîh”in, Hz.
    İsmail olduğuna karar verebiliriz. Bu hususta şu delilleri ileri sürebiliriz.

    1. Sâffât suresinde, Hz. İbrahim’in, anayurdundan ayrılırken
    Allah’tan kendisine sâlih bir evlât ihsan etmesini istediği belirtilmiştir. Buna
    cevap olarak, Allah(c.c) kendisine halim (uysal ve mütevazi) bir evlât
    bahşedi­leceğini müjdelemiştir. Olayların gelişmesi, Hz. İbrahim’in o ân içinde
    bu­lunduğu şartlar ve konuşma tarzı, Hz. İbrahim’in, duasını evlatsız olduğu bir
    sırada yaptığını gösteriyor. Müjdelenen çocuğun da onun ilk erkek ço­cuğu olduğu
    anlaşılıyor. Ayrıca sure’nin dili, üslûbu ve hâdisenin mahiye­ti aynı çocuğun
    delikanlılık çağma geldiği zaman Hz. İbrahim’in O’nu Al­lah’ın arzusuna göre
    kurban etmeye karar verdiğini de gösteriyor. Böyle­ce, Hz. İbrahim’in ilk
    evlâdının Hz.İsmail olduğu kesinlikle ortaya çıkı­yor. Buna ilâveten, Kur’ân-ı
    Kerim’de Hz. İbrahim’in iki oğlundan bahse­dilirken isimleri de sıra ile
    anılmıştır.

    “Bana ihtiyarlığımda İsmail ve İshâk’ı bahşeden Allah’a
    hamdede­rim”. (İbrahim; 39)

    2. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. İshâk’ın doğacağına dair verilen
    müjdede kendisi için “ilim sahibi” (Zâriyat; 28) kelimesi kullanılmıştır. Hicr
    sure­sinde de şöyle denilmiştir: “Biz seni âlim bir evlât ile müjdeliyoruz”

    (Ayet; 53). Fakat Sâffât sûresinde müjdelenen çocuğun “halîm”
    (uysal, mütevazı) olduğu beyan edilmiştir. Demek ki, her iki çocuk da ayrı ayrı
    huy ve karaktere sahiptiler. Hz. İsmail’in karakterinin belirgin özelliğinin
    “halim” olduğu anlaşıldıktan sonra, kurban edilmesi emrolunan çocuğun İsmail’den
    başka birisinin olmadığı da sanırız anlaşılmış olacaktır. Zira. Hz. İbrahim
    tarafından kurban edilmesi istenen çocuğun âlim değil, halîm olduğu Kur’ân-ı
    Kerim’de belirtilmiştir. Ayrıca halîm olan ilk çocuk ancak delikanlılık çağma
    yaklaştığı zaman âlim olan ikinci çocuk doğmuştu, ikinci çocuğun doğacağına dair
    müjde de ancak kurban vak’asından sonra verildiğine göre ilk kurbanlık muhakkak
    Hz. İsmail’di.

    3. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. İshâk’ın doğacağına ilişkin müjde
    verilirken İshâk’ın da Yakûb adında bir çocuğa sahip olacağı belirtilmiştir:

    “Ayakta duran İbrahim’in zevcesi güldü. Biz de O’na İshâk’ı,
    O’nun ardından da Yakûb’u müjdeledik”. (Hûd; 71)

    Şimdi, Hz. İbrahim, rüyasında ilerde olacak bir çocuğunu
    boğazlar­ken görmüş olsaydı, Allah’ın onun gerçekten kurban edilmesini
    istediğine ihtimal vermezdi. Zira, bu çocuk kurban edildiği takdirde onun Yakûb
    adında bir evlâdın babası olması söz konusu olamazdı. Allame İbn Cerir bu delili
    çürütmek maksadıyla diyor ki, belki de Hz. İbrahim rüyasını, Hz. İshâk, Yakûb
    adında bir erkek çocuğuna sahip olduktan sonra görmüştür. Fakat bu çok uzak ve
    gülünç bir tahmindir. Zira, Kur’ân-ı Kerim, kurban edilmesi istenen çocuğun
    “babasıyla beraber koşacak yaşa geldiği” zaman kurban edilmeye götürüldüğünü
    açık bir dille ifade ediyor. Herhangi bir ön yargı olmayan bir kişi bu cümleyi
    okuyunca kurbanlık çocuğun ancak 8-10 veya en fazla 12-13 yaşlarında olduğunu
    düşünecektir. Çoluk-çocuk sahibi bir gençten söz edilirken böyle bir ifadenin
    kullanılabileceği düşü­nülemez.

    4. Kur’ân-ı Kerim’de kurban vaka’sının tümü anlatıldıktan
    sonraki ayetlerde Hz. İbrahim’e “peygamber olacak İshâk adında salihlerden bir
    evlâdın müjdelendiği” belirtilmiştir. Bu ayetlerden de kurbanlık çocuğun Hz.
    İshâk olmadığı belli oluyor. Aksine, önce İsmail adında bir başka ço­cuğun
    müjdelendiği ve babasıyla beraber koşacak yaşma geldiği zaman O’nun kurban
    edilmesi istendiği ifade edilmiştir. Hz. İbrahim bu imtihan­dan başarıyla
    geçtikten sonra O’na İshâk adında başka bir çocuk müjde­lenmiş oldu. Olayların
    bu zinciri ve sıralaması, kurbanlık çocuğun Hz. İshâk olmadığını, aksine bu
    çocuğun İshâk’tan birkaç sene önce doğmuş olduğunu açık seçik bir şekilde ortaya
    çıkarıyor. Allâme İbn Cerir bu açık delili şu tezle reddediyor. İlk önce
    İshâk’ın doğacağı müjdelenmişti ve Allah’ın dileği üzerine ölmeye hazır olunca
    O’na mükâfat olarak peygamber­lik verileceği bildirilmişti. Ne var ki, İbn
    Cerir’in bu delili eskisinden daha da zayıftır. Çünkü gerçekten böyle bir şey
    olsaydı, o zaman Cenab-ı Al­lah, “O’na salihlerden bir peygamber olmak üzere
    İshâk’ı müjdeledik” ye­rine, “aynı çocuğun salihlerden bir peygamber olacağını
    O’na müjdeledik” ifadesini kullanırdı.

    5. Güvenilir rivâyet ve hadislere göre Hz. İsmail’in fidyesi
    olarak kur­ban edilen mandanın boynuzu Ka’be’de Hz. Abdullah bin Zübeyr (r.a.)
    dö­nemine kadar muhafaza edilmişti. Daha sonra, Haccâc bin Yusuf Ha­rem’de Hz.
    Zübeyr’i kuşatıp Kâbe’yi yerle bir edince bu boynuz da ortadan kayboldu. İbn
    Abbas ve Amir Şâ’bi bu boynuzu Kâbe’de gördüklerini be­lirtiyorlar. (Bk. İbn
    Kesir). Bu gösteriyor ki, Kurban vak’ası Suriye’de değil, Mekke-yi Muazzama’da
    vuku bulmuştu ve kurbanlık Hz. İsmail (a.s.)’di. Çünkü böyle olmasaydı, Hz.
    İbrahim ve Hz. İsmail tarafından in­şa edilen Kâbe’ye kurban vak’asının bir
    hatırası olarak boynuz saklanmaz­dı.

    6. Arap rivâyetlerine göre, Arap’lar yüzyıllar boyu Kurban
    vak’asının Mina’da meydana geldiğine inana gelmişlerdi. Ve o zamandan başlayarak
    Hz. Peygamber (a.s.) zamanına kadar, hacılar Mina’ya gidip Hz. İbrahim’in
    geleneğine göre kurban kesmişlerdi. Daha sonra Hz. Muhammed peygamberlik
    payesine yükselince bu geleneği İslâmiyet’in hac farizasının bir parçası haline
    getirdi. Bugün dahi müslüman hacılar 10 Zilhicce tari­hinde kurbanlıklarını
    Mina’da kesiyorlar. Geçen 4500 yıldan beri kesinti­siz sürdürülen bu gelenek,
    Hz. İbrahim’in kurban etmek istediği oğlunun İshâk değil, İsmail olduğunu inkâr
    edilmez bir kanıtıdır. Hz. İshâk’ın so­yundan oldukları bilinen Yahudiler ile
    Hıristiyanlar arasında müslüman üm­meti gibi, bütün milletin belirli bir günde
    kurban kesmesi veya bundan Hz. İbrahim’in kurban kesmesinin bir anısı olarak
    sürdürülen bir gelenek yoktur.

    Bunlar öylesine sağlam ve inkâr edilmez delillerdir ki, bunların
    orta­da bulunmasına rağmen bizzat müslümanların bazı ileri gelenlerinin Hz.
    İshâk’ı “zebîh” (kurbanlık) olarak neden kabul ettiklerine hayret edilebilir.
    Yahudilerin böyle iftihar edilmesi gereken bir olayı, Hz. İsmail yerine ata­ları
    olan Hz. İshâk’a mal etmeleri anlaşılır bir şeydir. Ama, müslümanların bir
    grubunun bu haksızlığı kabullenmelerine ne demeli? Allâme İbn Kesîr bu sorunun
    gayet tatminkâr cevabını meşhur tefsirinde vermiştir:

    “Hakikati ancak Allahu Teâlâ bilir. Fakat dikkat edildiğinde Hz.
    İshâk’ın zebîh (kurbanlık) olmasıyla ilgili bütün hadis ve rivayetlerin, Kâb-ı
    Ahbâr tarafından nakledildiği ortaya çıkar. Bu zat, Hz. Ömer döne­minde
    müslümanlığı kabul etmişti ve müslümanlara Yahudi ve nasarânın kitaplarından
    pasajlar okurdu. Kâ’b-ı Ahbâr’ın okuduğu parçaları ilk önce sadece Hz. Ömer
    dinlerdi, daha sonra bazı diğer kimseler de bunları dinle­meye başladılar.
    Böylece, Ka’b’ın bazı doğru, yanlış ve uydurma hikâye ve masallarını da
    müslümanlar dinler hale geldiler. Halbuki, bu ümmet’in Ka’b’ın bilgi
    hazinelerine ihtiyacı yoktu.”

    Bu konuya Muhammed bin Kâ’b Kurazî’nin bir hadisi de ışık
    tutuyor. Muhammed bin Kâ’b Kurazî diyor ki, “bir defasında benim yanımda Hz.
    Ömer bin Abdülaziz ve bazı diğer arkadaşları arasında ‘zebîh’in İsmail mi yoksa
    İshâk mı olduğu tartışması çıktı. Toplantıda, daha önce Yahudi ama sonradan
    dindar bir müslüman olan bir zât da vardı. O dedi ki, ‘ya Emir’ul Mü’minin,
    vallahi billahi, zebîh, Hz. İsmail’di. Yahudiler bu gerçeği çok iyi biliyorlar,
    fakat Araplara karşı kin ve kıskançlıkları olduğu için Hz. İshâk’ın zebîh
    olduğunu iddia ediyorlar” (İbn Cerir).

    Bu iki olayı bir araya getirip inceleyecek olursak, Hz.
    İsmail’in kur­ban oluşuyla ilgili ortaya çıkan ihtilâfın, Yahudilerin sinsi ve
    plânlı bir propagandasının neticesi olduğunu anlayabiliriz. Müslümanlar başından
    beri ilmi konularda ihtiyatlı ve toleranslı davrandıkları için Yahudiler
    tara­fından naklonunan rivâyetleri birer tarihi gerek olarak kabul ediverdiler
    ve bunları yeterince araştırıp, ölçüp, biçip reddetmediler.

    21.1.6. Kâ’be’nin
    İnşası

    Daha önce zemzem suyu sayesinde Cürhüm kabilesinden bazı
    kimse­lerin Hz. Hâcer ile İsmail’in yanına gelip yerleştiklerine ve Mekke’nin
    ya­vaş yavaş hatırı sayılır bir şehir durumuna gelmeye başladığına işaret
    et­miştik. Hz. Hâcer’in aslında iyi ve uysal bir insan olduğunu ve bu sebeple
    gerek kendisinin gerekse de Hz. İsmail’in yeni yerleşenler tarafından çok
    sevildiklerini de beyan etmiştik. Hz. İsmail Cürhümlüler arasında büyü­yüp genç
    bir delikanlı olunca, Cürhümlüler O’nun yakışıklılığı ve güzel ahlâkı yüzünden
    kendi kabilelerinden bir kızla evlenmesini içtenlikle arzu ediyorlardı. Sahih-i
    Buhârî’de Hz. Abdullah bin Abbas’ın bir rivâyeti nak­ledilmiştir. Buna göre, Hz.
    İsmail önce Cürhümlü bir kızla evlendi, ancak Hz. İbrahim bu gelinini beğenmedi.
    Bunun üzerine Hz. İsmail başka bir kızla evlendi. Bu kızı Hz. İbrahim çok sevdi.
    Bu kızdan 12 erkek çocuk doğdu. Aynı rivâyete göre, Hz. Hâcer, oğlunun ilk
    evliliğinden sonra ve­fat etti.

     

    021

    Kâbe’nin Yerleşim Plânı

    Bundan sonra, Hz. İbrahim (a.s.) otuz yıl önce ailesinden bir
    kısmını getirip ıssız ve tenha çöle yerleştirmesinin altında yatan asıl amacı
    gerçek­leştirmeye koyuldu. Yukarıda bahsettiğimiz Sahih-i Buhârî’de geçen İbn
    Abbas’ın rivâyetinin geriye kalan bölümü şöyledir: “Bir gün Hz. İsmail zemzem
    kenarında bir ağacın dibinde oturup oklar yaparken, birden bire Hz. İbrahim
    yanına geldi. Hz. İsmail O’nu görünce ayağa kalktı ve baba ile oğul, her baba ve
    oğlun buluşup kucaklaşmaları gibi kucaklaştılar. Da­ha sonra, Hz. İbrahim
    Allah’ın kendisine bir iş yapma emri verdiğini söy­ledi. Hz. İsmail de Allah’ın
    kendisine emrettiği işi yapmanın doğru olaca­ğını söyledi. Hz. İbrahim, “bu işte
    bana yardım eder misin?” diye sordu. Hz. İsmail, “tabii” diye cevap verdi. Bunun
    üzerine, Hz. İbrahim, vadinin çevresindeki topraklardan biraz yüksek olan bir
    kısmına işaret ederek, “iş­te orada Cenab-ı Allah benim bir ev yapmamı
    istemiştir” dedi. Dolayısıy­la, baba ile oğul Beytullah (Allah’ın evi)’ın
    temellerini atlılar. Hz. İsmail taş ve kaya parçalarını getirir, Hz. İbrahim de
    onları yerlerine göre yerleş­tirirdi. Beytullah’ın duvarları yükselince, Hz.
    İbrahim (a.s.) bugün “Ma­kam-ı İbrahim” (İbrahim’in yeri) olarak bilinen taşı
    getirdi ve onun üzeri­ne çıkarak yeniden tuğla ve taşları yerleştirmeye başladı.
    Bu iş, duvarlar iyice yükselinceye kadar sürdü.

    21.1.6.1.
    Arabistan’da ve Dünya’da Kâ’be’nin Durumu

    Ka’be, diğer mescit veya camiler gibi sadece bir ibadet yeri
    değil­dir. Aksine ilk günden beri İslâm dininin merkezi olarak kullanılmaya
    başlandı. İslâm dininin evrensel mesajı buradan bütün dünyaya yayılma­ya
    başlandı. Tek Allah’ı tanıyan ve O’na iman edenler dünyanın dört bir bucağından
    akın akın buraya gelip beraber ibadet eder, Allah’ın önünde eğilirlerdi ve daha
    sonra İslâmiyet’in mesajını Tevhid ve Risâlet’i ait ol­dukları ülke ve bölgelere
    dönerek yeni bir şevk ve heyecanla yaymaya ça­lışırlardı. İman sahiplerinin
    Ka’be’de toplanma hareketine “hac” ismi ve­rildi.

    Beytullah veya başka bir deyimle, Kâbe’nin inşasının nasıl
    başladığı, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail’in hangi dua, temenni, dilek, istek
    ve he­yecanla bunun temelini attıkları, duvarlarını yaptıkları, hac ananesinin
    na­sıl başladığı, bunun anlamının ne olduğu Kur’ân-ı Kerim’de ayrıntılı bir
    biçimde anlatılmıştır. Gelin onlara bir gözatalım:

    “İnsanlar için tesis olunan ilk ev, Mekke’deki mübarek ve
    âlemlere hidâyet sebebi olan (mabet)dir. Orada Allah’ın apaçık âyetleri ve
    İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emin olur.” (Al-i İmrân; 196-197)

    “Çevrelerinde insanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına
    rağmen (Mekke’yi) korkusuz (ve emin bir belde) yaptığımızı onlar görme­diler
    mi?” (Ankebut; 67)

    Yani, Arabistan’da yaklaşık 2000 yıl her tarafta huzursuzluk,
    cinayet, katliam, kavga ve savaş devam ederken, tek huzur ve sükûn yeri Beyt’ul
    Haram (Harem) idi. Her tarafta kan dökülürken ancak burası emin bir yer­di ve
    burada kan akıtmak haramdı. Kâ’be’nin bu hürmeti o kadar yaygın ve etkileyici
    idi ki, kan davasının bir gelenek ve iftihar kaynağı haline ‘ geldiği Arap
    toplumunda, bir vahşi bedevi bile Beytullah’ın içinde babası­nın katilinin kılma
    dokunmaya cesaret edemezdi.

    “Bizim, Beyti sevab kazanılacak yer ve emniyet mahalli
    eylediğimizi yâd et. İbrahim’in makamını namazgah yaptınız. İbrahim ve İsmail’e,
    Bey­timi tavaf edenler, itikâf eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin diye
    emrettik. İbrahim, ‘Ya Rabbi! Burayı emniyetli bir belde kıl. Ve halkın­dan,
    Allah’a ve Ahiret’e iman edenleri dünyanın mahsulünden rızıklandır’ dediğinde
    Allah, onlardan inkâr edenleri az bir şey faydalandıracağım. Sonra cehennem
    azabına icbar ederim. Orası ne fena gidilecek yerdir’ buyurdu. İbrahim ile
    İsmail, Beyt’in duvarlarını yükselttiklerinde, ‘ya Rabbi, bizden kabul buyur.
    Sen işitir ve bilirsin’. ‘Ya Rabbi, biz sana tes­limiyetle sabit kıl.
    Zürriyetimizden sana boyun eğen müslüman bir ümmet yarat. Bize menasikimizi
    (ibadet edecek yerlerimizi) göster, bizi mağfiret el. Sen kullarına acır ve af
    edersin. Ya Rabbi, O müslüman ümmete ken­dilerinden bir peygamber gönder ki,
    onlara âyetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlardan
    temizlesin. Sen aziz ve hakimsin’ di­ye dua ettiler”. (Bakara; 125-129)

    “Ey Rabbimiz! Ben senin mukaddes olan evinin yanında ekinsiz bir
    vadide evlâtlarımdan bir kısmını yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Bu, Beyt-i Haram’da
    dosdoğru namaz kılmaları içindir. İnsanlardan bir kısmını kalplerini onlara
    meylettir. Şükretmeleri için, o belde halkını bazı meyve­lerle rızıklandır”
    (İbrahim; 37)

    “Şunu hatırla ki, İbrahim, ‘ya Rabbi, bu beldeyi emin kıl. Beni
    ve evlâtlarımı putlara tapmaktan uzak tut.” ‘Ey Rabbim, o putlar insanlar­dan
    bir çoğunu yoldan çıkardılar. Artık bundan sonra kim bana tabi olursa o
    bendendir. Ve bana âsî olan senin kudretin altındadır. Sen Gafursun, Rahimsin”.
    (İbrahim; 35-36)

    “İbrahim’e Beyt’in yerini gösterdiğimizde, ‘Bana hiçbir eş
    tutma. Beytimi, tavaf edenler, orada namaz kılanlar, rükû ve secde edenler için
    iyice temizle. İnsanlara haccı ilân et. Sana yürüyerek, zayıf develere bi­nerek
    ve uzak olan her yoldan gelsinler. Ta ki, kedilerine ait menfaatlere şâhid
    olsunlar ve Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlar üze­rine malûm
    olan günlerde Allah’ın ismini zikretsinler. O kurbanlardan yeyin ve muhtaç olan
    fakirleri doyurun”. (Hacc; 26-28)

    21.1.6.2. Cahiliyye
    Döneminde Kâ’be’nin Bereketleri

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ka’be alelâde bir ibadet yeri
    değildi. Hicaz veya Arabistan’da bunun önemli bir dini ve içtimai hüviyeti
    vardı. Ka’be, merkezi yeri ve kutsallığı açısından bütün ülkenin siyasi,
    içtimai, iktisadi ve kültürel hayatında önemli bir mevkiye sahipti. Hac ve umre
    için bütün ülkenin insanları buraya gelip toplanırlardı. Bu toplantı, kavga ve
    savaşlar yüzünden tam bir anarşik manzara arzeden Arabistan’da geçici olarak da
    olsa birlik ve beraberlik havası estirirdi. Ülkenin her köşesinden gelen
    İnsanlar birbirini görür, tanışır, kaynaşırlardı. Çeşitli bölge ve kabi­lelere
    ait İnsanlar arasında toplumsal ve sosyal ilişkiler kurulurdu. Hac mevsiminde
    yapılan şiir müsabakası, Arap dil ve edebiyatının gelişmesine ve arınmasına
    yardımcı olurdu. İnsanların bir araya gelmesi ve ticari alış­veriş için de
    faydalı olurdu ve böylece bütün memleket bunun ekonomik yararlarını görürdü.
    Haram aylar[10]
    sayesinde Arabistan’da senenin üçte birinde huzur ve barış sağlanmış olurdu.
    İşte bu aylarda Arap kafileleri, ti­caret ve diğer gayeler için ülkenin bir
    ucundan öbür ucuna gidip gelebilir­lerdi. Kurbanlık hayvanlar, boyunlarında
    taşıdıkları işaretler ile kafilelerin dolaşımını hayli kolaylaştırırlardı. Zira,
    bu işaretleri görenler saygılarını belirtir ve kâfirlere dokunmaya cesaret
    edemezlerdi.

    21.1.7. Hz.
    İsmail’in Peygamberliği ve Arabistan’da Bunun Etkileri

    Galib ihtimal şu ki, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in, Allah’ın
    evini inşa edip bunun dinin merkezi ve her sene haccın yapılacağı yer olduğunu
    ilân etmelerinden hemen sonra Cenab-ı Allah, Hz. İsmail’i Arabistan’da İslâm
    dinini yaymak üzere peygamberlik mevkiine getirdi.

    Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurulmuştur:

    “Kitapta İsmail’i de an. O, va’dinde sâdık ve gönderilmiş bir
    pey­gamberdi. Ehline namaz ve zekâtla emrederdi. Ve Rabbinin yanında makbul
    idi.”  (Meryem; 54-55)

    Gerçi tarihte Hz. İsmail’in hayatı ve peygamberlikle ilgili
    çalışmaları hakkında etraflıca bilgi verilmemiştir. Fakat peygamberlik
    vazifesini ba­şarıyla tamamladığı, Kâbe’nin bütün Arabistan’da merkezi bir yer
    olarak ortaya çıkmasıyla belli oluyor. Umre ve hac için Arabistan’ın her
    tarafın­dan İnsanlar buraya gelip toplanırlardı. Hac ile ilgili kaide ve
    kurallar ca­hiliyye döneminde de ve İslâmiyet’in doğuşundan sonra da hemen hemen
    aynı kaldı. Safa ile Merve arasındaki sa’y (koşu) ve 10 Zilhicce’de Mi­na’da
    kurban kesme adeti ilk günkü gibi devam etti. Bunlar şüphesiz Hz. Hâcer’in sa’yi
    ile Hz. İbrahim’in kurban kesmesini hatırlatan vecibelerdi. Umre ve hac için
    dört ayın haram ilân edilmesi geleneği de Araplar ara­sında herhangi bir
    aksaklığa uğramadan devam eden bir gelenekli. İbra­him’in dininin bazı diğer
    şiarları da Araplar arasında geniş çapta benimse­nerek devam etti. Meselâ,
    sünnet, cünüplükten sonra banyo, hayvanları kesmek, ölüleri gömmek, nikâh ve
    boşanma (talak) ve ihdâd (dul kadının yas tutması) evlilik ilişkilerinde
    oğulları ile anne ve kız kardeşlerin mah­rem sayılması, diyet ve kısas ile
    kesâmet hakkındaki hükümler. Buna ilâveten, bazı Arap âlim ve düşünürleri abdest
    alırlar ve namaz da kılarlar­dı. Meselâ Kuss bin Sâ’idet’ul İyâdî. Nitekim, Hz.
    Ebû Zer Gıfarî de İslam dinini kabul etmesinden üç yıl önce namaz kılmaya
    başlamıştı. Fakat bu namazın nasıl olduğu henüz bilinmiyor. Araplarda oruç tutma
    geleneği de vardı. Ayrıca itikâf da ederlerdi. Nitekim, hadislerden birinde Hz.
    Ömer (r.a.)’in cahiliyye döneminde bir gece itikafa niyet ettiği belirtilmiştir.
    Bu­nun dışında, Araplar bazı fiillerin iyi ve hayırlı olduğuna inanırlardı.
    Ör­neğin, misafir ve yolcuyu ağırlamak, fakir dilencilere sadaka vermek ve
    yardım etmek, zor durumda olanlara merhamet etmek vs. Şayet Hz. İsmail (a.s.)’in
    peygamberliği, vaaz ve telkinleri son derece başarılı olmasaydı, Arap’ların 2500
    yıl cehâlet ve dalâlette yaşamalarına rağmen Hz. Muham­med Mustafa (a.s.)’nın
    peygamberliğine kadar çeşitli dinî vecibe ve tali­matın, Arabistan’da tatbik
    edilmeye devam etmesine imkân olamazdı. Her şeyden önemlisi, gerek Hz. İsmail’in
    talimatı gerekse ona tabi olanların vaaz ve telkinleri sayesinde Hz. Peygamber
    (a.s.) devrine kadar Araplar arasında Tevhid veya tek Allah’a yakın kavramlar
    devam etti. Bu noktaya, Kur’ân-ı Kerim’de çeşitli yerlerde değinilmiştir:
    (Meselâ, Bk. Zuhruf; 87-Ankebut; 61-63, Mü’minûn; 61-63, Yunus; 22-23 ve 31, ve
    İsrâ; 67).

    Ayrıca, Hz. İsmail’in peygamberliğinin tesirlerinden biri, Hz.
    Pey­gamber (a.s.)’in dünyaya gelişine kadar Arabistan’da Hunefa olarak bili­nen
    dini bir toplumun bulunmasıdır. Hunefa, çeşitli Arap kabilelerine
    da­ğılmışlardı. Bunlar şirke karşı çıkıyor, Tevhid’e bağlılıklarını belirtiyor
    ve Din-i İbrahim-i tatbik etmek istiyorlardı. Hunefa veya haniflerden bazı ileri
    gelenler şunlardı:

    En-Nâbığat’ul Ca’di: Bu zât, Amir bin Sa’sa’a kabilesindendi.
    Cahiliyye’de arada sırada İbrahim’in dini ve “haniflik”ten bahsederdi. Oruç
    tutar, tövbe ve istiğfar ederdi. Cahiliyye dönemine ait şiirlerinde Tevhid ve
    ölümden sonraki hayat gibi konular işlenmiştir. Ayrıca suç ve ceza, cen­net ve
    cehennem gibi kavramlara da rastlanıyor. Daha sonra İslâmiyet’i kabul etti. (Bk.
    el-İsti’ab, C.I, s. 31).

    Sırma bin Enes: Bu zât Adiyy bin Neccar kabilesindendi.
    Cahiliyye’de dervişliğe özenmiş ve dünyadan elini, eteğini çekmişti.
    Putperestliği terk etmişti. Cünüplükten sonra banyo yapar ve aybaşı olan kadınla
    cinsi mü­nasebetten kaçınırdı. İçki ve uyuşturucu maddeleri sevmezdi. Önce
    Hıristiyan olmak istedi ama sonradan vazgeçti. Kendi kendine bir mescit
    yap­mıştı ve burada ibadet ederdi. Buraya cünüp olan veya aybaşı olan bir
    ka­dını almazdı. İbrahim’in Rabbine ibadet ettiğini ve İbrahim’in dininden
    ol­duğunu söylerdi. Şiirlerinden biri şöyledir:

    “Hamd olsun, hiçbir ortağı olmayan benim Rabbim olan Allah’a
    O’nu tanımayan bir şahıs kendi nefsine zulüm eder.”

    Rasûlullah (a.s.) Medine’ye teşrif buyurduğu zaman Sırma bin
    Enes hayli yaşlanmıştı. Ama Rasûlullah’ın geldiğini haber alır almaz O’nun
    ya­nına gelip İslâmiyet’i kabul etti. (el-İsti’ab, C.I, s. 323, El-İsâbe, CII,
    s. 179-İbn Hişâm, CII, s. 156).

    Amr bin Abese: Bu zât, Beni Süleym’dendi. İbn Sâd’in belirttiği
    gibi, Amr, İslâm’ın doğuşundan önce putperestliği terk etmişti. İmam Ahmed,
    Amr’ın şu sözlerini nakletmiştir: “Cahiliyye döneminde insanların yanlış yolda
    olduğunu biliyordum. Ayrıca, putların hiçbir mana taşımadıklarını da
    anlıyordum”. Kendisinin şu sözleri de hadislerde yer almıştır: “Putlara tapmanın
    yanlış olduğu sanki kalbime inen bir gerçekti. Bir defasında adamlardan biri
    benim ne düşündüğümü duyunca Mekke’de de benim gibi düşünen bir adamın
    bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Mekke’ye gel­dim. Benim aradığım zât
    Rasûlullah (a.s.) idi. Kendisiyle görüştüm ve O’nun talimatını öğrendim, sonra
    peygamberliğine iman ettim”. (El-İsti’ab, CU, s. 431).

    Zeyd bin Amr bin Nüfeyl: Zeyd bin Amr’ın hikâyesi çok ibret
    verici ve ilginçtir. Kendisi Hz. Ömer (r.a.)’in amca oğlu olup Hz. Said bin
    Zeyd’in (Hz. Ömer’in eniştesi ve cennete gidecekleri müjdelenen 10 saha­beden
    biri) babasıydı. Tevhid akidesine sıkı sıkıya bağlıydı, putperestlik­ten nefret
    ederdi ve ölü hayvanların eti ile putlara kurban edilen hayvanla­rın etini haram
    sayardı. Kız çocuklarının öldürülmesi ve diri diri gömülmesine şiddetle karşı
    olup böyle bir vak’a olunca kızları kurtarmaya çalı­şırdı. Yahudilik ile
    Hıristiyanlığı da, “bizim milletimizin şirki ile bunların şirki arasında
    herhangi bir fark yoktur” diye reddetmişti. Hz. Ebu Bekr kızı Esma, O’nun
    hakkındaki bir anısını şöyle dile getirmiştir: “Bir defasın­da Zeyd bin Amr’ın
    Kâ’be’nin duvarına yaslanarak oturduğunu ve şöyle seslendiğini gördüm, ‘ey
    Kureyşliler, Allah’a yemin ediyorum, Allah’tan başka biri için kurban edilen bir
    hayvanın etini yemeyeceğim. Vallahi, benden başka İbrahim’in dini üzerinde olan
    yoktur”. Kendisi şunları derdi: “Ey Allah, sana ibadet edilme yollarından
    hangisinin en çok senin hoşuna gittiğini bilsem öyle sana ibadet eder,
    tapardım”. Zeyd bin Amr daha son­ra elleri üzerinde secde ederdi.Din-i
    İbrahim’in aslını bulmak için Suri­ye’ye seyahat etti, ama bunu orada ne
    Yahudilerde ne de Hıristiyanlarda bulabildi. Sonra ellerini havaya açarak şöyle
    dedi: “Ya Rab, Sen şâhidim ol, ben İbrahim’in dinine bağlıyım”. Ne yazık ki,
    Lahm bölgesinde, Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvetinden beş yıl önce, bilinmeyen
    bir ki­şi tarafından öldürüldü. Zeyd bin Amr’ın amcası ve üvey kardeşi Hattâb[11],
    O’nun atalarının dininden dönmesi üzerine O’nu sürekli olarak rahatsız ediyordu;
    hatta O’nu Mekke’yi terke mecbur etmişti. Ayrıca Ku­reyş’in zorbalarını, O’nu
    şehre sokmamaları için peşine takmıştı. İslâm’ın doğuşundan sonra, bir defasında
    Hz. Ömer ile Hz. Said bin Zeyd, Rasûlullah (a.s.)’ın, Zeyd bin Amr ile ilgili
    fikrini sordular ve O’nun için mağfiret duası edip etmeyeceğini öğrenmek
    istediler. Rasûlullah, “evet” dedi ve şöyle devam etti, “O kıyamet günü tek
    başına bir ümmet olarak kalkacaktır” (El-İstiab, CU, s. 539- el-İsâbe, C.I, s.
    552, İbn Hişâm, el, s. 239-240).

    Ancak Arap’ların şirkinin mahiyetini anlamak için hac sırasında
    hep bir ağızdan ettikleri şu dua (telbiye)’ya dikkat etmeliyiz:

    “Ben hazırım, Benim Allah’ım ben hazırım, ben hazırım, Senin
    orta­ğın olanlardan başka bir ortağın yoktur. Sen onun (ortağının) da ve diğer
    bütün şeylerin de mâlikisin”.

    Bu dua gösteriyor ki, Arap müşrikleri, çeşitli tanrı ve
    tanrıçalara inanmalarına rağmen en büyük tanrı olarak Allah’ı da tanıyorlardı.
    Onlara göre diğer tanrı ve mabudlar Allah’a tabi ve bağlıydılar. Cehâlet ve
    dalâletin derinliklerine inmesine rağmen tanrılar ve Allah hakkında böyle bir
    fikir taşımalarının ancak Hz. İsmail’in vaaz ve telkinlerinin bir sonucu olduğu
    inkâr edilemez.

    21.1.8. Hz.
    İsmail’den Sonra Kâbe’nin İdaresi

    Hz. İsmail yaşadığı sürece Kâbe’nin idaresi onun elinde kaldı.
    Hz. İsmail’den sonra Beytullah’ın mütevellisi (idarecisi) oğlu Nâbit oldu. Ancak
    Nâbit’in vefatından sonra, Cürhümlüler -ki Hz. Hâcer zamanından beri Mekke’ye
    yerleşmişlerdi- Kâ’be’nin idaresini ele aldılar. Zira, İsmail’in ev­lâtları
    sayıca Cürhümlülerden azdı ve maddi yönden de daha zayıftılar. Cürhümlüler ile
    beraber Amaliklıları bir kolu olan Katura veya Kaytur ka­bilesi de bir süre
    Mekke ve dolayısıyla Kâ’be’nin yönelimini elinde bulun­durdu. Mekke’nin yukarı
    kısmına gelenlerden Cürhümlüler ve aşağı kıs­mına (Ecyâd’a) gelenlerden
    Amalikalılar vergi veya harç alırlardı. Fakat Cürhümlüler bir süre sonra
    Amalikalılarla savaşarak onları şehri terk etmeye mecbur ettiler. Bundan sonra
    Cürhümlüler asırlar boyunca Mekke ve Kâ’be’nin rakibsiz hâkimi oldular.
    (Mürûc’üz-Zeheb, Mes’udi, CU, s. 50, İbn Hişâm, C.I, s. 118). Fakat zamanla
    onlar yozlaştılar. O kadar ki, Mekke’nin ve Kâ’be’nin hürmetini zedelemeye
    başladılar. Kâ’be’ye sadaka veya hediye olarak verilen mal ve mülkü yemeye
    başladılar. Ziyarete ve hacca gelenleri rahatsız ettiler. İşi o kadar çığırından
    çıkardılar ki, zina için herhangi bir yer bulamayanlar gidip bu günahı Ka’be’de
    işlerlerdi. Ni­tekim, ahlâkî bozukluğun devam ettiği bu dönemde İsâf adlı bir
    şahıs Naile isimli bir kadınla Kâ’be’nin ortasında zina yaptı. Allahu Teâlâ her
    ikisi­ni lânetledi ve onlara azab göndererek helâk etti. Bu vak’a bir müddet
    Mekkeliler için ibret kaynağı olmaya devam etti. Ama ahlâkî değer ve öl­çüleri o
    kadar bozulmuştu ki, bir süre sonra, bu iki günahkâr kişinin putla­rını
    yaptılar, birini Safa’ya, öbürünü de Merve’ye yerleştirerek bunlara ibadet
    etmeye başladılar. Kâ’be’nin idarecileri ahlâk yönünden işte böyle­sine
    alçalmışlardı.

    Cürhümlülerin cehalet, dalâlet ve sapıklığı had safhaya varınca
    Beni Kinâ’dan Beni Bekr bin Abd Menâfi ve Beni Hüzâ’a’dan Gubşân’lılar on­lara
    karşı savaş açtılar ve onları Mekke’den kovdular. Cürhüm’lüler gider­ken
    Kâ’be’nin hazinesini zemzeme atarak izini yok ettiler. Hatta zemzem kuyusunu da
    kapattılar. Daha sonra memleketleri olan Yemen’e gittiler. Cürhümlülerin
    Mekke’den ayrılmalarından sonra Kâ’be’nin yönetimi Gubşânlıların eline geçti.
    Gubşânlılar takriben 300-400 yıl Beytullah’ın mütevellileri veya idarecileri
    olarak kaldılar ve bu süre içinde Allah’ın evi tam bir puthaneye dönüştü.
    Kâbe’ye çok sayıda putların yerleştirilmesi iş­lemi şöyle başladı. Gubşânlıların
    reisi Amr bin Luhayy serveti, cömertliği ve şan-ü şevketi yüzünden Huzaa
    kabilesinin taçsız kralı haline gelmişti. Yaptığı her iş ve verdiği her emir
    aynen uygulanırdı. Çıkardığı her bid’atı da aynı şekilde benimsetirdi. Amr bir
    defasında Suriye’ye gitti. Oradaki Amalikalıların putlara taptığını gördü ve bu
    işi çok beğendi. Amr oradan dönerek yanında Hubel adlı bir de put getirdi ve
    bunu Kâbe’ye yerleştirdi. Zamanla Kâ’be’ye bazı diğer putlar ve heykeller de
    kondu. Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Meryem’in putları da yapılıp buraya
    yerleştirildi. Hz. Meryem’in pulunun yerleştirilmesinin amacı herhalde
    Hıristiyanların dik­katini de buraya celp etmekti. Sahih-i Buhârî’nin
    kitabü’l-enbiya bölümün­de Hz. Abdullah bin Abbas’ın naklettiği hadise göre,
    Ka’be’de Hz. İbrahim ve Hz. Meryem’in resim ve tabloları da vardı. Başka bir
    hadise göre, bir resimde Hz. İsmail, Hz. İbrahim ile birlikte ve iki elinde iki
    terazi ile gös­terilmişti. İbn İshâk diyor ki, bahire, sâibe, vesile ve ham gibi
    bid’atler de Amr bin Luhayy tarafından icat edilmiş ve daha sonra Kur’ân-ı Kerim
    (Maide, âyet; 103) tarafından yasaklanmıştı. Fakat İbrahim’in dinine tabi
    olanlar arasında putperestliği başlatanın Amr olduğunu söylemek yanlış olur.
    Putperestlik daha önce ve çok yaygın bir şekilde benimsenmiş du­rumda idi. İbn
    İshâk’ın dediği gibi, çeşitli amaçlar için Mekke’ye gelenler memleketlerine
    dönerken buradan birer taş parçası da götürür ve bulun­dukları yerde bunlara
    tapmaya ve etraflarında dönmeye (tavaf etmeye) başlarlardı. (İbn, Hişâm, C.I, s.
    79-80).

    Kâbe’nin idaresi Kureyşlilerden Kusayy bin Kitab’ın,
    Gubşânlıların kızıyla evlenmesi üzerine Beni Hüz’aa’dan Kureyş kabilesine geçti.
    Bunun ayrıntılarını daha sonra vereceğiz.

    21.1.9. Hz.
    İsmail’in Evlâtları

    Arap vakânüvisleri ile antropologları ve İncil, Hz. İsmail’in 12
    oğlu olduğu konusunda ittifak ediyorlar. Fakat, Cürhümlüler Mekke’ye iyice hakim
    olunca, İsmail’in evlâtlarından çok azı bu şehirde kaldı ve çoğu ül­kenin
    çeşitli bölgelerine dağılıverdi. Hz. İsmail’in 12 oğlunun hangi isti­kametlere
    gittiği veya onlardan hangi kabilelerin doğduğu bilinmiyor. Bu hususta tarihi
    kaynaklarda herhangi bir kayda rastlanmıyor. Fakat, Arap kaynaklarından sabit
    olan güvenilir ve doğru bir rivâyete göre Hz. İsmail’in büyük oğlu Nâbit’in
    evlâtları arasında Adnan adlı bir şahıs vardı. Hz. İsmail ile Adnan arasında
    geçen kuşakların adedi hakkında ihtilaf vardır ve Adnan’dan önceki şecere
    maalesef muhafaza edilmemiştir. Urve bin Zübeyr (r.a.)’in ifadesine göre, Hz.
    İsmail ile Adnan arasındaki aile bağını tam olarak bilen bir kişiye rastlanmadı.
    İbn Mes’ud ile İbn Abbas ise, Ad­nan’dan önceki şecereyi bildiklerini iddia
    edenlerin yalan söylemekte ol­duğunu belirtmişlerdir. Hz. Ömer şecereye
    Adnan’dan başlamanın en doğ­ru yol olduğunu söylüyor. İbn Sa’d’ın “Tabakat”
    isimli eserinde ve Belâzuri’nin “Ensâb’ul-Eşrâf” isimli kitabında bizzat Hazreti
    Peygamber efendimizin (a.s.) şu sözlerine yer verilmiştir: “Ma’ad bin Adnan bin
    Udev’den öteye aile bağlantısını gösterenler yalancıdır”. Fakat Adnan’ın
    ötesindeki şecerenin bilinmeyişi, Adnan’ın, İsmail’in evlâtlarından olma­dığı
    anlamına gelmemelidir. Çünkü, bütün Araplar, Adnan’ın İsmail oğul­larından
    olduğu konusunda birleşiyorlardı. Bütün Arap’ların bu hususta it­tifak etmeleri
    Adnan’ın, İsmail oğullarından olmasının inkâr edilmez bir gerçeğidir. Zira
    Araplar aile bağlarına ve şecereye büyük önem verirdi ve bir kişinin aile bağını
    nesilden nesile bilmeden ve bu hususta emin olma­dan ittifak etmeleri mümkün
    değildi.

    21.2. HZ. PEYGAMBER’İN ŞECERESİ VE
    ARAP KABİLELERİYLE OLAN AKRABALIKLARI

    Adnan’dan sonraki şecere tam olarak muhafaza edilmiştir ve bu
    ko­nuda Arap tarihçileri ve antropologları arasında herhangi bir ihtilâf
    yok­tur. Biz burada ilk önce Hz. Rasûl-i Ekrem (a.s.)’in şeceresini vereceğiz.
    Daha sonra hangi kuşakta hangi Arap kabilelerinin Hz. peygamber ile ak­raba
    olduklarını araştıracağız. Hz. Peygamber’in şeceresi şöyledir.

    Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.) bin Abdullah bin Abdulmuttalib
    bin Hâşim bin Abdi Menaf bin Kusayy bin Kılâb bin Mürre bin Kâ’b bin Lueyy bin
    Ğâlib bin Fihr bin Mâlik bin Nadr bin Kinâne bin Huzeyme bin Müdrike bin Elye’s[12]
    bin Mudar bin Nizar bin Ma’ad bin Adnan.

    Şu şeceredeki her kuşağın büyüğünden çıkan ve böylece Hz.
    Pey­gamber ile akrabalıkları doğan kabilelerin adları şunlardır:

    Adnan’dan, oğlu Akk’ın, Yemen’e gidip yerleşen evlâtları. Bunlar
    Hz. Ebu Musa Eş’arî’nin ait olduğu kabilesiyle evlilik ilişkileri kurmuşlardı.

    Ma’ad’dan, Kudâ’a ve lyâd kabileleri

    Nizâr’dan, Enmar (Has’am ve Becile) kabilesi ve Rebia’nın bütün
    ka­bileleri (ki bunlar arasında Beni Bekr bin Vâil, Tağlib ve Cedile yer
    alı­yorlar), Abdul Kays, Aneze ve Nemir bin Kâsit kabileleri.

    Mudâr’dan, Kays’ın bütün kabileleri (Süleym, Mazin, Fezâre, Abs,
    Eşca’, Mürre, Zübyan, Gatafan, Ukayl, Kuşeyr, Cüşem, Sakif, Bâhile, Be­ni Sa’d
    bin Bekr ve Beni Hevâzin’in tümü vs.) Hz. Peygamber’in dadısı Halime, Beni Sa’d
    bin Bekr’e bağlıydı.

    Elye’s’den, Beni Temim, Beni Dabbe, Müzeyne, Hüzâ’a, Eslem, Ukl
    ve Teym kabileleri.

    Müdrike’den, Hüzeyl kabilesi, Hz. Abdullah bin Mes’ud işte bu
    kabi­leye mensuptu.

    Huzeyme’den, Beni Esed, Kare, Beni el-Hûn’un tümü.

    Kinâne’den, Beni Abd-i Menaf (ki bunlar arasında Beni Bekr ve
    Beni Damre de yer alıyor), Beni Melkân veya Milkân ve Beni Hudâl vs. Beni Firaş
    ile Beni Fukaym de Kinâne’nin evlâtlarındandı. Hz. Ebû Zer’in kabi­lesi Gıfar,
    Beni Melkân’a mensuptu.

    21.2.1. Kureyş

    Ulema ve tarihçilerin bir grubu, En-Nadr bin Kinâne’nin
    lakabının Kureyş olduğuna inanıyor. Ama bazı diğer ulema ve tetkikçiler,
    Kureyş’in En-Nadr’ın torunu ve Mâlik bin Nadr’ın oğlu Fihr’in lakâbı olduğunu
    belir­tiyorlar. Bu âlimlere göre ancak Fihr’in evlâtları Kureyş’li
    sayılabilirler[13].

    Şimdi Hz. Peygamber (a.s.)’in şeceresine tekrar dönelim ve bu
    defa hangi kuşakta Kureyş’in hangi ailesiyle akrabalığı olduğuna bir göz
    ata­lım:

    Fihr’den, Beni Muharib ve Beni el-Hâris aileleri çıktı. Hz. Ebû
    Ubey­de bin El-Cerrah, Beni Haris’in bir koluna mensuptu.

    Ğâlib bin Fihr’den, Beni Teym’ul Edrem ailesi doğdu.

    Lueyy bin Ğâlib’den, Beni Amir kabilesi başladı. Bu kabilenin
    dalın­dan Hz. Fatma bint-i Zâide doğmuştu ki, Ümmü’l-Mü’minin Hz. Hatice
    (r.a.)’nin annesiydi. Aynı kabilenin bir başka koluna Süheyl bin Amr bağ­lıydı.
    Bu zât küfür ve dalâlet üzerinde iken Hudeybiye Antlaşmasının ha­zırlanma işini
    yapmış ve oğlu Ebu Cendel’e zulüm ve işkence yapmıştı. Fakat Mekke’nin fethinden
    sonra müslüman oldu ve Hz. Peygamber (a.s.)’in ölümünden sonra Mekke’de irtidâd
    ve bid’at yayılmaya başlayınca buna şiddetle karşı koydu. Aynı ailenin bir başka
    dalından Ümmü’l-Mü’minin Hz. Sevde (r.a.) doğmuştu.

    Kâ’b[14]
    bin Lueyy’den, Beni Adiyy, Beni Cuman ve Beni Şehm aile­leri başladı. Hz. Ömer,
    Adiyy ailesine mensuptu. Hz. Osman bin Ma’zun, Beni Cumah’dandı ve Hz. Amr bin
    As ise Beni Şehm ailesinin bir fer­diydi.

    Mürre bin Ka’b’dan Beni Teym ve Beni Mahzûm aileleri başladı.
    Hz. Ebu Bekr Sıddîk Beni Teym’dendi. Hz. Talha da aynı aileye mensuptu.
    Ümmü’l-Mü’minin Hz. Ümmü Seleme ve ilk kocasının kabilesi Beni Mahzûm’du ve aynı
    kabileden Ebu Cehl doğmuştu. Hz. Ömer’in annesi Hanteme binli Hişâm da aynı
    sülâledendi ve bu akrabalık yüzünden Ebu Cehl, İbn Hişâm’ın dayısı olurdu.
    Hazreti Peygamber (a.s.)’in vaaz ve tel­kinlerinin ilk yıllarında, evi bir
    tebliğ merkezi olarak kullanılan Hz. Er­kam da Mahzûm’luydu. Aynı kabilenin bir
    kolunda Hz. Halid bin Velid doğdu. Rasûlullah (a.s.)’ın öz babaannesi Fatma
    bint-i Amr da Mahzûm sülalesine bağlıydı. Hz. Peygamber’in (a.s.) babası ve
    amcaları Ebû Tâlib bu hâtûndan doğmuşlardı.

    Kilâb bin Mürre’den Beni Zühre doğdu. Rasûlullah (a.s.)’ın
    annesi Amine, Hz. Sa’d bin Ebi Vakkâs ve Hz. Abdurrahman bin Avf Beni Zühre’ye
    bağlıydılar. Hz. Hamza’nın annesi Hâle binti Uheyb de aynı aileden gelip Hz.
    Amine’nin amca kızıydı.

    Kusayy bin Kılâb’dan Beni Abdü’1-Uzza, Beni Abdü’d-Dâr ve Beni
    Abd bin Kusayy (veya Abd Kusayy) aileleri doğdu. Ümmü’l-Mü’minin Hz. Hatice, Hz.
    Zübeyr bin el-Avvam, Varaka bin Nevfel ve Hz. Hakîm bin Hizam (Hz. Hatice’nin
    yeğeni) hepsi Abdü’1-Uzza sülâlesinden geli­yorlardı. Hazreti Peygamber
    (a.s.)’in anneannesi Berre, Abdü’d-dâr ailesi­ne bağlıydı ve aynı ailenin bir
    kolundan Hz. Mus’ab bin Umeyr de geli­yordu.

    Abdi Menaf bin Kusayy’dan Beni Abdul-Müttalib, Beni Abdi Şems ve
    Beni Nevfel çıktılar. Ümeyye hanedanının hepsi Şems’in evlât­larıydılar. Aynı
    kabilenin bir kolundan meşhur İslâm düşmanı Ukbe bin Ebi Muayt da doğmuştu.
    Bunun ikinci kolundan Ümmi Cemil (Ebu Le­heb’in karısı Hammâlet’ul-Hatab) Ebu
    Süfyân ve kızı Ümmü’l-mü’minin Hz. Ümmü Habibe geliyorlardı. Üçüncü kolundan Hz.
    Osman bin Affan geliyordu. Dördüncü kola Mervan’ın babası Hakem bağlıydı. Abdi
    Şems sülalesinin diğer meşhur İslam düşmanları Utbe ile Şeybe idiler. Utbe’nin
    kızı Hind (Ebu Süfyan’ın karısı) ve oğlu Hz. Huzeyfe idiler. Beni Nev-fel’in
    ileri gelen kişileri arasında Hz. Cübeyr bin Mut’im yer alıyordu. Be­ni Muttalib
    ise, Hz. Peygamber (a.s.)’in doğuşundan önce de, kederde kı­vançta Beni
    Hâşim’den yardımlarını esirgememiş bir aile idi. Hz. Muham­med (a.s.), peygamber
    olunca da bu aile Beni Hâşim ile birlikle Rasûlullah’ı ve müslümanları korumak
    ve desteklemek için elinden gelen çabayı harcadı. Muttalib’e yakışıklılığı
    yüzünden “kamer” (ay parçası) denilirdi.

    Hâşim bin Abdi Menaf tan Beni Hâşim’in tümü doğdu. Hâşim’in bir
    karısı Beni Kudâ’a’dandı. Nadle bin Hâşim ve Şifâ binti Hâşim bunun ba­tınından
    doğdular. Hâşim’in ikinci karısı Mâzin’den Halide binti Hâşim ve Da’ife binti
    Hâşim dünyaya geldiler. Üçüncü karısı Hüzâ’adan Esed bin Hâşim dünyaya geldi.
    Dördüncü karısı Hind binti Amr bin Sa’lebe Hazrecliydi ki Hayye adlı bir kız ve
    Ebû Sayfi adlı bir erkek çocuk dünyaya gelirdi. Beşinci eşi Medine’nin Hazrec
    kabilesine bağlı Beni Neccar ailesi­nin kızı olan Selmâ binti Amr idi.
    Abdulmuttalib ile kız kardeşi Rukayye’nin anneleri işte bu hanımdı. Böylece,
    Hazreti Peygamber efendimizin akrabalığı önceden Medinelilere kadar uzanmıştı.

    Abdulmuttalib’den, Abdulmuttalib ailesinin hepsi meydana geldi.
    Abdulmuttalib’in bir zevcesi Fatma binti Amr bin Âiz, Beni Mahzûm’dan geliyordu.
    Bu hâtûndan Hz. Muhammed (a.s.)’in babası Abdullah, iki am­cası Ebu Tâlib ve
    Zübeyr ile beş teyzesi Berre, Ümmül Hakim-ul Beyda, Âtike, Umeyme ve Ervâ
    doğdular. Hz. Ebû Seleme ile Ebû Sebre, Berre’nin çocuklarıydılar. Ümmül Hakîm
    ul-Beydâ, Hz. Osman (r.a.)’ın anne-annesiydi. Umeyme, Hz. Abdullah bin Cahş ve
    Ümmül Mü’minin Hz. Zeyneb’in annesiydi. Âtike’nin oğulları ise Zübeyr bin Ebî
    Ümeyye ve Abdullah bin Ebî Ümeyye idiler. Hz. Abdulmuttalib’in ikinci eşi Hâle
    bint-i Uheyb, Beni Zühre’den geliyordu ve Hz. Peygamber (a.s.)’in annesi
    Amine’nin amca kızıydı. Bu hatundan Hz. Peygamber (a.s.)’in üç amcası, Hz.
    Hamza, Mukavvim ve Hacl doğdular. Hz. Peygamber (a.s.)’in teyzesi Safiyye de
    aynı hanımdan doğmuştu, ki oğlu Hz. Zübeyr bin el-Avvam’dı. Hz. Zübeyr’in babası
    Avvam bin Huveylid, Hz. Hatice’nin kardeşiydi. Abdulmuttalib’in üçüncü eşi
    Nüteyle bint-i Cenâb, Benî En-Nemr bin Kâsıt’tan geliyordu. Bu hatundan Hz.
    Abbâs ve Dırar doğdular. Dördüncü eşi Semra binti Cündüb, Benî Bekr bin
    Hcvâzin’e bağlıydı, ki kendisinden Hâris bin Abdulmuttalib doğdu. Bir başka
    karısı Lübünâ bint-i Hâcire idi ki, Benî Hüzâ’a’ya bağlı idi ve ondan Ebû Leheb
    doğdu.

    Rasûlullah (a.s.)’ın bu şeceresi ve Arabistan’ın birçok
    kabilesiyle ya­kın akrabalığını gösteren yukarıdaki tabloya baktığımızda şu
    noktalar der­hal gözümüze çarpar.

    Dünya’nın hiçbir peygamberi ve hiçbir din kurucusu veya
    liderinin şeceresi ve geçmişi böylesine derinliğine araştırılıp muhafaza
    edilmemiş­tir. Hz. Peygamber (a.s.)’in şeceresi ve ailesi hakkında son derece
    dikkat ve titizlikle toplanan bunca geniş, muteber ve güvenilir bilgilerle, onun
    özü, ırkı, ailesi, çevresi ve akrabaları bütün çıplaklığıyla karşımıza çıkı­yor.
    Yani Hz. Peygamber (a.s.) geçmişi en iyi bilinen ve didik didik edi­len tarihi
    ve dini bir şahsiyet olarak ortaya çıkıyor.

    İkincisi, Hazreti Peygamber (a.s.)’den başka bir dinî veya
    dünyevi li­derin köklerinin kendi millet ve toplumunda bu kadar derinliğine
    indiğine dair bu kadar etraflıca bilgi edinmek mümkün değildir. Görüldüğü gibi,
    Arap’lar için Hz. Muhammed (a.s.)’in adı, sanı ve sülâlesi bilinmeyen bir şey
    değildi. Aksine, ülkenin bir ucundan öbür ucuna kadar yayılmış olan yüzlerce
    kabile ve gruplar Hz. Peygamber (a.s.)’in hangi aileye mensup olduğunu ve bu
    aile ile kendilerinin ne gibi akrabalıklarım olduğunu çok iyi biliyorlardı.

    Üçüncüsü, Mekke ve etrafında oturmakta olan, Kureyş kabilesine
    bağlı ne kadar aile varsa onlarla Hz. Muhammed (a.s.)’in bir akrabalığı vardı.
    Nitekim, Buhârî’den Hz. Abdullah bin Abbas’ın şu sözlerine rastla­nıyor:

    “Kureyş’in her ailesiyle Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle veya
    böyle ak­rabalığı vardı.”

    21.2.1.1.
    Kureyşlilerin Mekke’de Toplanarak Kâ’be’nin İdaresini Ele Almaları

    Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Cürhüm kabilesi Mekke’ye hâkim
    ol­duktan sonra İsmail oğulları Arabistan’ın çeşitli bölgelerine dağılmışlardı.
    Aynı durum, Benî Hüzâ’a’nm bir kolu olan Ğubşânlıların Kâbe’nin idare­sini
    ellerinde bulundurdukları sırada da devam etti. İsmail oğullarının diğer kolları
    gibi, Kureyşliler de Beni Kinâne’nin yerleşim bölgelerine dağılmış durumda
    idiler ve çok az bölümü Mekke’de oturuyordu. Tahminen M.S. 400’de[15]
    Kusayy bin Kilâb bu duruma son verdi ve bundan böyle Ku­reyşliler gerek Mekke’ye
    gerekse Beytullah’a hâkim oldular.

    Bu olay şöyle özetlenebilir. Kusayy’ın babası Kilâb bin Mürre
    öldük­ten sonra annesi Fatma binti Sa’d ki, Ezd’i Şenev’e kabilesine bağlıydı.
    Benî Kudâa’nın bir ferdi olan Rabia bin Harâm ile evlenip Suriye’ye gitti ve
    orada ikinci kocasından Rizâh bin Rabîa isminde bir erkek çocuk do­ğurdu. Kusayy
    genç bir delikanlı olunca Beni Kudâ’a’nın bir ferdiyle kav­ga ettiği sırada o
    şahıs kendisine şöyle bir lâf attı: “Sen bizde yetişip bize kafa tutuyorsun. Sen
    burada ne arıyorsun, git kendi adamlarına”. Bunun üzerine Kusayy, annesine “ben
    kimim?” diye sordu. Annesi de kendisinin Kitab’ın oğlu ve Kureyş kabilesinin bir
    ferdi olduğunu söyledi. Ayrıca, Kureyşlilerin Beyt-ul Haram’ın yanında ve Mekke
    şehrinin çevresinde oturduklarını açıkladı. Kusayy bunun üzerine kendi
    adamlarına gitmeye karar verdi. Nitekim, hac mevsiminde Benî Kudâ’a’nın
    kâfilesiyle birlikte Mekke’ye vardı ve oraya önceden yerleşmiş olan ve Kitab’ın
    vefatına ka­dar genç yaşta olan öz kardeşi Zühre’ye misafir oldu. Zühre, o
    sırada Mekke hâkimi ve Kâ’be’nin idaresinin Kusayy’a geçişiyle ilgili
    rivayetler­de bazı ihtilâflar vardır. Bir rivayete Huleyl, ölümünden sonra
    yerine Kusayy’ın geçeceğini vasiyet etmişti. Başka bir rivayete göre, Hulcyl’in
    mü­tevellisi olan Hüleyl bin Hubşiyye Hüzal’ın kızı Hübba’yı kardeşi Kusayy için
    istedi. Huleyl, Kusayy’ın asaleti ve etkileyici şahsiyetini görüp bu tek­lifi
    memnuniyetle kabul etti. Bundan sonra, Mekke’nin hakimiyeti ve Kâ’be’nin
    ölümünden sonra Kusayy herkesten çok kendisinin Mekke’nin hakimiyetine ve
    Kâ’be’nin idaresine lâyık olduğunu iddia etti ve Beni Hüzâ’a ile Beni bekr bu
    iddiasını kabul etmeyince Kusayy yardımına üvey kardeşi Rizâh ve Benî Kinâne ile
    Kudâ’a’yı çağırdı. Kusayy ayrıca Mek­ke’nin etrafındaki Kureyşlileri de bir
    bayrak altında toplayarak düşmanla­rıyla mücadele etti ve savaşarak Beni Hüzâ’a
    ile Beni Bekr’i Mekke’den kovdu. Daha sonra taraflar, aralarında çıkan ihtilâf
    ile ilgili karar vermek üzere Ya’mur bin Avfı (ki kendisi Beni Abd-i Menat bin
    Kinane’dendi) hakem seçtiler. Ya’mur, Kusayy’ın ve ailesinin kesinlikle İsmail
    oğulların­dan oldukları için Kâ’be’nin idaresini Hûzâ’a’lılardan daha çok hak
    ettiklerine karar verdi ve herkes bu kararı kabul etti.

    Kusayy, Hüzâ’a ile olan kavgasını hallettikten sonra Beni
    El-Ğavs bin Mürr’ün işini bitirmeye çalıştı. Sûfe olarak bilinen Benî El-Ğavs,
    Cürhüm ve Huzâ’alıların zamanından beri hac mevsiminde Arafat ve Mina’da sa­hip
    oldukları bazı imtiyazlar yüzünden keyfi hareket ederlerdi. Hac fariza­sı edâ
    edilirken her konuda öncelik bunlara tanınırdı ve bunların izin ver­mediği
    yerlere diğer hacı adayları gidemiyorlardı. Kusayy, Beni El-Ğays bin Mürr’ün bu
    keyfi hareket ve imtiyazlarını ortadan kaldırmak amacıyla hac sırasında
    kendileriyle silahlı çarpışmaya girişti ve onları yenerek sa­hip oldukları
    mevkiye son verdi. (Tafsilât için Bk: İbn Hişâm).

    Böylece, Kusayy hem Mekke’nin hem de Kâ’be’nin yönetimini ele
    geçirdikten sonra Kureyş olarak bilinen Fihr’in bütün evlâtlarını Arabis­tan’ın
    muhtelif bölgelerinden getirterek Mekke’ye yerleştirdi. Kusayy bü­tün Mekke
    şehrini Kureyşliler arasında taksim etti ve her mahallesine bi­rer aileyi iskân
    etti[16].
    Bu sebepten dolayıdır ki, Kureyşliler kendisine “Mücemmi”‘ (Toplayan kişi)
    lakabını verdiler. Nitekim Huzâfe bin Gânim Adevî adlı bir şair’in bir beyti
    şöyledir:

    “Senin baban Toplayan (Mücemmi’) Kusayy idi Allah O’nun
    vasıtasıyla Fihr’in kabilelerini topladı.”

    21.2.1.2. Mekke’nin
    Yönetimi ve Hac İle İlgili Çalışmalar

    Kusayy’ın bu değerli hizmet ve çalışmaları sebebiyle bütün
    Kureyş kabileleri kendisini reis ve lider olarak kabul ettiler. Kusayy her
    konuda Kureyşliler ile Arap’ların lideri, imamı ve akıl hocası oldu. Genç bir
    kıza etek giydirme merasimi yapıldığı zaman Kusayy’ın evi seçilirdi. Bir nikâh
    kıyıldığı zaman Kusayy’ın evinden daha iyi bir yer yoktu. Önemli bir me­seleyi
    konuşmak için yine Kusayy’ın evi bir karargâh olarak seçilirdi. Bir kabile ile
    savaşa gidilmeden önce de bütün kabile ve aile reisleri yine Ku­sayy’ın evinde
    toplanırlardı. Bu sebeple, Kusayy’ın evine “Dâr ün Nedve” denir ve bir kapısı
    Kâ’be’ye açılırdı. Savaş sırasında Kusayy’ın evlâtlarından biri bayraktar
    olurdu. Bayraktarın adı Arapçada “el-Livâ” idi. hac ile ilgili bütün vazifeler
    ve çalışmaları yine Kusayy yapardı. Bu hizmetlerden biri, hacılara su içirmek,
    diğeri de yemek yedirmekti. Ye­mek, içmek ile ilgili masrafların karşılanması
    için bütün Kureyş aileleri para toplayıp Kusayy veya O’nun temsilcisine
    verirlerdi. Hac devam ettiği sürece kendi yeme ve içme meselelerini halledemeyen
    hacıların masrafla­rı bu paradan karşılanırdı. Kusayy ve evlâtları Kâ’be’nin
    anahtarını da kendilerinde bulundururlardı. Kâ’be’nin kapısını açıp kapama
    görevini on­lardan başkası yapamazdı.

    Kusayy yaşadığı sürece Mekke’nin bütün yönetimini kendi elinde
    bu­lundururdu. Ölüme yaklaştığı zaman, oğlu Abd-i Menâfin ününün bütün
    Arabistan’a yayıldığını ve herkesin onun kişiliği ve kabiliyetinden sözet­meye
    başladığını görünce Mekke’nin yönetimini ve Hac ile ilgili bütün hizmet ve
    vazifeleri ikinci oğlu Abd-üd-Dâr’a devreni. Kusayy’ın vefatın­dan sonra bir
    müddet Mekke ve Kâ’be’nin idaresiyle ilgili kararma saygı gösterildi, fakai daha
    sonra evlâtları idareye ortak olmak için birbirine gir­diler. Kureyşlilerin çoğu
    iki kampa bölündü. Bir kısmı Benî Abd-üd Dâr’ın diğer bir kısmı da Beni Abd-i
    Menâfin yanında yer aldı.[17]Bir
    ça­tışmanın çıkması an meselesi idi. Fakat son anda anlaşmaya varıldı ve
    Kureyşliler bir iç savaştan kurtuldular. Varılan anlaşmaya göre Beni Abd-üd
    Dâr’a üç görev verildi. Kâbe’nin anahtarını bulundurmak, savaşa bay­raktarlık
    yapmak ve Abd-üd Dâr’ın evini toplantı ve müzakere yeri olarak kullanmak. Beni
    Abd-i Menâfa ise hac mevsiminde hacıların yemek içmek gibi ihtiyaçlarını
    karşılamak vazifesi verildi. Beni Abd-i Menaf ara­larında müzakere ve istişare
    yaptıktan sonra kendilerine verilen her iki va­zifeyi Hâşim’e devrettiler.[18]

    21.2.1.3. Hâşim

    Hâşim’in asıl ismi Amr idi. Hâşim ise lakâbı idi. Bu lakabın
    verilme­sinin sebebi şu idi: Mekke’de bir defasında şiddetli bir kuraklık ve
    kıtlık başgösterdi. Hâşim, ailesi ve yakınlarının açlığını gidermek üzere
    Suri­ye’den hububat getirtip ekmekler yaptırdı ve birçok deveyi kesip etli
    ye­mek pişirtti. Bu yemeğe ekmek parça ve kırıntılarını karıştırarak adamlara
    dağıttı. “Heşm” Arapçada kırmak ve ezmek anlamına gelir. Amr ekmekleri
    parçalayıp kırıntılarını yemeğe karıştırdığı için kendisine “Hâşim” lakâbı
    verildi. Hacılara yedirme, içirme görevi kendisine verildikten sonra Hâşim, Hac
    mevsimi yaklaştığı zaman Kureyşlileri toplayarak şunları söylemeyi âdet
    edinmişti. “Bu İnsanlar Allah’ın evini ziyarete gelmişler­dir. Bunlar Allah’ın
    misafiridirler. En çok dikkat edilmesi ve ağırlanması gereken kişiler tabii ki
    Allah’ın misafirleridir. Cenâb-ı Allah size bazı im­tiyazlar tanımış ve size
    şerefli bir görev vermiştir. Allah sizi öyle koru­muştur ki, bir komşu bunu
    yapamaz. Bu sebeple, çok uzak yerlerden, za­yıflamış ve halsiz olmuş dişi
    develerin sırtında yorgun, perişan ve tozlarla dolu bir şekilde gelen O’nun
    misafir ve ziyaretçilerini ağırlamak konusun­da hiçbir şey esirgemeyin. Bu
    zavallı insanların elbiseleri kirlenmiş, saç­ları kirlenmiş ve erzakları
    bitmiştir. Onun için onlara yemek verin, su içi­rin.” Bu çağrı üzerine Kureyş’in
    bütün kabile ve ailelerinden para ve yiye­cek gönderilir ve bunlara en büyük
    payı Hâşim katardı. Daha sonra, zem­zem kuyusu Cürhümlüler tarafından
    kapatıldığı için Mekke’nin diğer ku­yularından su toplanır ve hacılara
    dağıtılırdı. Yemekler pişirilir ve ekmek parçaları ete katılırdı. Ekmek süte de
    karıştırılır ve lapa haline getirilirdi. Hacılara hurma ve bazı diğer yiyecekler
    de verilirdi. Hacılar Mina’dan dö­nünceye kadar bu şekilde ağırlanırlardı. Bu
    sebeplerden dolayı, Hâşim bü­tün Arap kabilelerinin sevgilisi haline geldi.

    21.2.1.4.
    Kureyşlilerin Ticaretle Uğraşması ve Refahları

    Kureyş sûresinde, Allah’ın bir rahmeti ve inayeti olarak yaz ve
    kış mevsiminde yapılan seyahat olarak belirtilen Kureyşlilerin ticaretini ilk
    önce başlatan Hâşim’di. Arap’ların dünya ticaretine katılma fikri ilk önce
    Hâşim’in kafasında doğmuştu. Hâşim üç kardeşi Abd-i Şems, Muttalib ve Nevfel’i
    toplayarak Doğu ülkeleri ile Suriye ve Mısır arasında Arabistan üzerinden
    yapılan ticarete katılma yollarını aradı. Hâşim ayrıca iç piyasa­nın
    ihtiyaçlarına göre iç ticarete önem vermeye çalıştı ve uluslararası tica­ret
    yolundan geçecek olan ticaret kafilelerinin Arap’ların ihtiyaç duyduk­ları
    malları satma geleneğini de başlattı. Böylece Arabistan’ın iç kısımla­rından ve
    Mekke’den birçok tüccar halkın ihtiyaç duyduğu malları da sat­maya başladılar. O
    sıralarda İran’da işbaşında bulunan Sasanî hanedanı beynelmilel ticarete
    tamamıyla hâkimdi. İranlıların ellerinde bulundur­dukları ana ticaret yolu Doğu
    ülkelerinden başlayarak kuzey bölge ve Basra Körfezinden geçiyor ve Roma ve
    Bizans İmparatorluklarına kadar uzanıyordu. Bu ticaret, özellikle Arabistan’ın
    güneyinde Kızıldeniz kıyıla­rı boyunca zenginlik, refah ve saadet yollarını
    açmıştı.

    Arabistan’ın diğer ticari kafilelerine nisbetle Kureyşliler her
    tarafta saygıyla karşılanıyor ve ilgi görüyorlardı. Bunun sebebi, Kâ’be’ye ve
    hacı­lara hizmet etmeleriydi. Bilindiği gibi, Hac mevsiminde Kureyşliler
    hacıların yeme, içme ve kalmaları için cömertçe hareket ediyor ve rahat
    etme­leri için ellerinden gelen çabayı harcıyorlardı. Kâ’be’yi mütevellileri
    olma­ları bakımından da ayrı bir saygı ve itibar kazanmışlardı. Bu bakımdan
    Arabistan ahalisi kendilerine oldukça minnettar ve şükran borçluydular ve
    ticaret kafileleri nereden geçerse geçsin kendilerine her türlü kolaylık
    gös­termeye amade oluyorlardı. Arap tüccarları arasında sadece Kureyşliler
    korkusuzca ve kaygısızca yolculuk edebiliyorlardı. Yolda kendilerine sal­dırı
    yapılacağından veya soyulacaklarından korkmuyorlardı. Kureyşliler­den,
    geçtikleri yollarda diğer kafilelere oranla çok az miktarda vergi veya gümrük
    alınırdı. Hâşim bütün bu faktörleri göz önünde bulundurarak tica­ret işine el
    atmaya karar verdi ve buna üç kardeşini de ortak yaptı. Hâşim plânını
    gerçekleştirmek amacıyla adım adım ilerledi. Ticari konularda Hâşim Suriye’nin
    Gassanlı hâkiminden, Abd-i Şems Habeş kralından, Muttalib Yemenli emirlerden ve
    Nevfel Irak ve İran yöneticilerinden bir takım imtiyazlar elde etmeyi
    başardılar.[19]
    Bu şekilde, Kureyş’in ticareti kısa bir zamanda bir hayli gelişti ve dört
    kardeşe “tüccarlar” lakâbı veril­di. Ayrıca, çevredeki kabile ve komşu ülkeler
    ile kurdukları iyi ilişkiler sebebiyle de kendilerine “Eshâb-ul İylâf” ünvanı da
    verildi. Bu deyimin lügat manası “sevgi yaratanlar”dır, ama ıstılah olarak
    yollardan geçerken dostane münasebetler sayesinde ticaret kafilelerinin barış ve
    huzur içinde geçmelerini temin etmişlerdi.

    Ticaret yüzünden Kureyşliler Suriye, Mısır, İran, Irak, Yemen,
    Habe­şistan ve diğer ülkelerle ticari, ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkiler
    kur­ma fırsatını buldular. Kureyşliler ve dolayısıyla Araplar, çeşitli ülkelerin
    kültür ve medeniyetini kendi gözleriyle görme ve bilme imkânına sahip oldular.
    Tabii ki bu temaslar sayesinde akıl, kültür ve zekâ ile tecrübe se­viyesi
    bakımından Kureyşliler diğer bütün Arap’ları geçtiler. Servet ve re­fah
    bakımından da üstün hale geldiler. Mekke de Arabistan’ın en mühim ticaret ve
    kültür merkezi durumuna geldi. Kureyşlilerin beynelmilel mü­nasebetleri
    sırasında kültür alanında elde ettikleri önemli bir kazanç da Irak’dan ilerde
    Kur’ân-ı Kerim için kullanılacak Arapça yazısını öğrenme­leri oldu. Kureyşliler
    arasında okuma yazma bilenlerin oranı diğer kabile­lere nisbetle daha fazlaydı.
    Bu sebepten dolayıdır ki, Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) “Kureyşliler,
    halkın lideridirler” dedi. (Bk: Müsned-i Ah­med, Amr bin el As’ın hadisleri)
    Hazreti Ali’nin rivâyet ettiği bir hadise göre de Rasûlullah (a.s.) şöyle
    buyurdular. “Arapların liderliği önce Himyerlilerde idi. Daha sonra, Allahu
    Teâlâ bu liderliği onlardan alıp Kureyş’lilere verdi.”

    Kureyşliler maddi kalkınma ve refahın en iyi dönemini yaşarken,
    Ha­beşli vali Ebrehe Mekke’ye yürüdü. Eğer Ebrehe Mekke’yi fethedip Kâ’be’yi
    yıkmaya muvaffak olsaydı yalnızca Kureyşlilerin iktidar ve ikbâli değil,
    Beytullah’ın dinî nüfuzu ve hürmeti de ortadan kalkmış ola­caktı. Cahiliyye
    dönemi Araplarının, Kâ’be’nin Allah’ın evi olduğuna dair inançları büsbütün yok
    olacaktı. Habeşlilerin Mekke’ye kadar uzanmala­rından sonra Bizanslılar da
    Kureyşliler ile Arap’ların ellerinde bulunan Mekke ile Suriye arasındaki ticaret
    yolunu ele geçirmeye çalışacaklardı. Neticede, Kureyşliler Kusayy bin Kitab’tan
    önceki zayıf, çaresiz ve peri­şan duruma düşeceklerdi. Fakat, Cenâb-ı Allah tam
    zamanında binlerce küçük kuş tarafından küçük taşlar attırmak suretiyle
    Ebrehe’nin 60 bin ki­şilik ordusunu imha etti ve bu ilahî azabtan kaçmaya
    çalışan Habeşlilerin cesetleriyle Mekke’den Yemen’e kadar bütün yollar doldu.
    Böylece, hem Araplarda Kâ’be’nin Allah’ın evi olduğuna dair inanç daha da
    güçlendi, hem de Kureyşlilerin gücü ve itibarı bütün ülkede yükselmiş oldu. Bu
    bü­yük ve ibret verici olaydan sonra bütün Arap’lar Kureyşlilerin Allah’ın
    ko­ruması altında olduğuna inandılar. Bundan sonra Kureyşlilerin ticari
    kafi­leleri daha bir serbesti içinde ülkede dolaşmaya ve zenginlik ile bolluk
    içinde yaşamaya
    başladılar.                                                                                                                                                                                 
                                                                                                                  

    21.2.1.5.
    Abdulmuttalib bin Hâşim

    Hâşim ticari yolculuklarda ilgili Suriye’ye giderken ekseriya
    Medi­ne’de kalırdı. Medine’deki Hazrec kabilesinin bir kadınıyla daha önce
    ev­lenmişti. Bu kadından iki çocuk doğdu; biri Hayye (kız) ve diğeri Ebû Sayfî
    (erkek). İşte bu yolculuklarından biri sırasında Hâşim yine Medi­ne’de idi.
    Orada yine Hazrec kabilesine bağlı Beni Neccar ailesinin genç ve güzel kızı
    Selmâ binti Amr bin Zeyd’i, pazar yerinde yüksek bir yere oturup kendisi için
    satılacak ve alınacak mallara işaret ederken gördü. Hâşim bu kızın gerek
    büyüleyici güzelliği, gerekse asaleti ve zekâsına hayran kaldı ve onunla
    evlenmek istedi. Ama, bu kızın evlenmek için bir şartı vardı, o da şu. Kendisi
    evlendikten sonra tamamıyla özgür olacaktı ve kocasının huy ve alışkanlıklarını
    beğenmediği takdirde ondan ayrıla­caktı. Hâşim bu şartı kabul etti. Düğün
    Medine’de yapıldı ve aynı şehirde bu kızdan Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    dedesi Abdulmuttalib yakla­şık M.S. 495’dc dünyaya geldi. Hâşim bu ticari
    yolculuktan sağ döneme­di ve Gazze’ye vardığında hastalanarak öldü. Böylece
    Abdulmuttalib gençlik çağına kadar Medine’de annesinin yanında kaldı. Hâşim
    ölme­den önce kardeşi Muttalib’in Kâ’be’nin mütevellisi olacağını ve hacılara
    yemek verme ve su içirme hizmeti yapacağını vasiyet etmişti. Ayrıca, Muttalib’i
    kendi ailesinin ve emlâkinin vekili de tâyin etmişti. Bu tarihten itibaren Hâşim
    ve Muttalib aileleri birbirlerine ayrılmayacak şekilde yak­laştılar. Buna karşı,
    aralarında Ümeyye ailesinin de bulunduğu Abd-i Şems ile Nevfel aileleri
    birbirleriyle ittifaka girdiler ve sonuna kadar böy­le kaldılar. Rasûlullah
    (a.s.)’ın peygamberlik döneminde diğer Kureyşli kabilelerin Hz. Peygamber (a.s.)
    ve bir avuç müslümana karşı sosyal boy­kot uygulamaya başladıkları zaman en çok
    eziyeti Beni Hâşim ile Benî Muttalib çekmişlerdi. Beni Nevfel ile Beni Abd-i
    Şems ise muhtelif kampta idiler.

    Asıl adı Şeybe olan ve kendi meziyetleri yüzünden “Şeybetül
    Hamd” olarak tanınan Abdulmuttalib Medine’de çocukluk çağını yaşarken bir
    defasında Hassan bin Sabit’in babası olan Sâbit bin Münzir Mekke’ye gitti ve
    daha önceden iyi arkadaş olduğu Muttalib ile görüştü. Görüşme sıra­sında
    Muttalib’e, “sen yeğenini görürsen çok sevineceksin. Zira kendisi çok yakışıklı
    ve etkileyici bir gençtir” dedi. Bunun üzerine Müttalib’de ye­ğenini görme
    arzusu uyandı. Mekke’den Medine’ye gitti ve Abdulmuttalib’i deveye bindirip eve
    getirdi. Kureyşliler bir delikanlıyı Muttalib ile görünce, “bu Abdulmuttalib
    (Muttalib’in uşağı)dır” dediler. Muttalib adamlara kızdı, delikanlının,
    kardeşinin oğlu olduğunu, adının Şeybe ol­duğunu ve bu itibarla “Abdulmuttalib”
    diye çağrılmasını istedi. Ne var ki, “Abdulmuttalib” ismi o kadar yaygınlaştı
    ki, asıl adı unutulmuş oldu. Bundan kısa bir süre Muttalib ticari yolculuğu
    sırasında Yemen’e gitti ve orada öldü. Ölümünden sonra Abdulmuttalib halefi oldu
    ve hacılara hac mevsiminde yemek verme ve su içirme görevine devam etti. İbn
    Sa’d, Abdulmuttalib’i şöyle tarif ediyor: “Abdulmuttalib Kureyşlilerin en
    yakışıklı­sı, en cüsselisi, en güçlü, en ciddisi, en kibarı, en cömertiydi ve
    erkeklerin bütün ayıp ve kötülüklerinden uzaktı.” İbn Hişâm kendisi hakkında
    şunla­rı yazıyor: “Abdulmuttalib kendi halkı arasında öylesine yüksek mevkiye ve
    şerefe yükseldi ki atalarından kimse O’nun yerine erişemedi. Halkı O’nu seviyor
    ve takdir ediyordu.” İbn Kesîr’in yazdıkları ise şunlardır: “Abdulmuttalib de
    her sene Ramazan ayında Hira mağarasına gidip ibadet eder ve ay boyunca fakir
    fukaraya yemek ve içecek dağıtırdı.”

    Taberî, İbn Kesir ve Belâzuri’nin beyan ettiklerine göre
    Abdulmuttalib’in amcası Nevfel, Hâşim’in bıraktığı mirasdan bir bölümünü
    gaspetmişti. Abdulmuttalib bu yüzden Nevfel’i Kureyş kabilesinin büyükleri
    nezdinde şikayet etmişti. Fakat büyükler amca ile yeğen arasındaki dava­ya
    karışmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Abdulmuttalib derdini annesi­nin
    akrabalarına anlattı ve Medine’den Beni Adiyy bin Neccâr’ı yardımına çağırdı. Bu
    çağrıya uyan Abdulmuttalib’in dayısı Ebu Said bin Ades 80 kişiyle Mekke’ye geldi
    ve zor kullanarak Nevfel’i yeğeninin hakkını geri vermeye mecbur etti. Bundan
    sonra Benî Nevfel de Benî Hâşim’e küserek Beni Abd-i Şems ile birleşti ve Hz.
    Muhammed (a.s.)’in peygamberliğine kadar Beni Hâşim’in muhalifleriyle beraber
    kaldı. Abdulmuttalib, Beni Nevfel’in muhalif kampa gittiğini gördükten sonra
    Hüza’a’nın ileri gelen­leri ile temasa geçti ve onlarla bir dostluk ve işbirliği
    anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Ka’be’de hazırlandı ve imzalandı ve taraflar
    buna bağlı kal­mak için and içtiler, İbn Sa’d ile Belâzuri’nin ifadesi bundan
    biraz değişik­tir. Bu yazarlara göre anlaşma Benî Hüzâ’a’nın isteği üzerine
    hazırlanmıştı ve buna Beni Abdulmuttalib ve Benî Hâşim aileleri katılmıştı. Benî
    Abd-i Şems ile Nevfel bu anlaşmanın kapsamına girmediler. Aynı yazarlara gö­re
    anlaşma Dar-ün Nedve’de hazırlandı ve Kâ’be’ye asıldı. Abdulmuttalib bu
    anlaşmaya göre evlâtlarından girdikleri taahhüde sadık kalmalarını iste­mişti.
    Bu anlaşmanın etkisinden dolayıdır ki, Hudeybiye Anlaşması uya­rınca çeşitli
    Arap kabilelerinin istedikleri tarafa katılmakta serbest olduk­ları belirlenince
    Beni Hüzâ’a, Hz. Muhammed Rasûlullah (a.s.)’ın safını seçti.

    21.2.1.6.
    Abdulmuttalib ‘in Zemzem Çeşmesini Tekrar Açması

    Zemzem çeşmesini tekrar akıtma şerefi de Abdulmuttalib’e aittir.
    Bi­lindiği gibi, Cürhüm kabilesi zemzemi taş, toprakla doldurup kapatmıştı. Öyle
    ki zemzemin izi bile kaybolmuştu. Muhammed bin İshâk’ın, Hazreti Ali’ye
    dayanarak anlattığına göre Abdulmuttalib’e rüyasında zemzemin yeri gösterildi ve
    Onun bu mukaddes kuyuyu tekrar açması istendi. O sı­ralarda Abdulmuttalib’in
    sadece tek oğlu, Hâris vardı. Abdulmuttalib oğ­lunu yanına alarak kazma ve
    kürekle gösterilen yeri kazmaya başladı. Ku­yudan su fışkırınca Abdulmuttalib
    sevinç içinde çığlık attı. Çığlığı duyan Kureyşliler O’nun etrafında toplandılar
    ve “ya Abdulmuttalib, bu bizim atamız Hz. İsmail’in çeşmesidir ve bundan biz de
    seninle ortağız” dediler. Fakat O, “hayır bu çeşme sizin değildir. Bunun
    beşareti (müjdesi) sadece bana verilmiştir ve bu benimdir” diye karşılık verdi.
    Ancak Kureyşliler kolay kolay pes edecek değillerdi ve kavga etmeye başladılar.
    Nihayet, kavga ile ilgili karar vermek üzere bir hâkeme başvurulmasında
    anlaşıldı. Kureyşliler hakem olarak beni Sâ’d bin Hüzeym’e mensup olan
    Kâhine’nin ismini teklif ettiler ve bu teklif Abdulmuttalib tarafından kabul
    edildi. : Kâhine, Suriye’nin yukarı kesiminde oturuyordu. Taraflar,
    yani Abdulmuttalib ve birkaç arkadaşıyla Kureyş kabilesinin bazı ileri gelenleri
    ve özellikle Beni Ümeyye’nin bazı temsilcileri böylece Suriye’ye hareket
    elti­ler. Yolda çorak bir yere gelindi. Burada Abdulmuttalib ve arkadaşlarının
    içme suyu bitti ve susuzluktan öleceklerini sandılar. Yoldaşları olan
    Ku­reyşlilerden su istediler. Fakat Kureyşliler, “burada hiçbir yerde su
    yok­tur, eğer biz kendi suyumuzu size verirsek biz de sizin gibi susuzluktan
    ölebiliriz” gerekçesiyle bu isteği reddettiler. Bundan sonra Abdulmuttalib
    arkadaşlarına, “daha elimizi, ayağımızı kıpırdatabiliyoruz. Gelin hep bera­ber
    birer çukur kazalım ve kim ölürse o kendi çukurunda gömülsün” diye tavsiyede
    bulundu. Bunun üzerine bütün arkadaşlar kendileri için birer çu­kur kazdılar ve
    ölümlerini beklemeye başladılar. Ancak kısa bir süre son­ra, Abdulmuttalib ölümü
    böyle çaresizlik içinde beklemenin iyi bir davranış olmayacağını belirterek
    arkadaşlarına, son bir gayretle etrafta su ara­malarını öğütledi. Bunun üzerine,
    hepsi ayağa kalktılar. Abdulmuttalib de devesini kaldırdı, ama tam o sırada
    devenin ayak bastığı yerden bir su çeşmesi beliriverdi. Abdulmuttalib hemen bir
    çığlık attı, arkadaşları da yerlerinden fırladılar ve doyasıya su içtiler ve su
    tulumlarını doldurdu­lar. Abdulmuttalib daha sonra diğer Kureyşlileri de yanına
    çağırdı, ken­dilerine Allah’ın su ihsan ettiğini söyleyerek, su içmelerini ve
    kovalarıyla tulumlarını doldurmalarını istedi. Kureyşliler, Abdulmuttalib’in bu
    jes­tini çok beğendiler ve kendisine hitap ederek şöyle dediler. “Ey
    Abdulmuttalib, davamızla ilgili olarak Cenab-ı Allah kararını senden yana
    ver­miştir. Rabbimize yemin ederek söylüyoruz, artık zemzem konusunda se­ninle
    kavga etmeyeceğiz. Bu uçsuz bucaksız çorak toprakta sana su ihsan eden Tanrı
    sana zemzemi de vermiştir elbette. Artık Suriye’ye gitmeye gerek yok. Sen huzur
    ve emniyet içinde zemzem kuyusunun başına döne­bilirsin. Bu suretle, hem
    Abdulmuttalib hem Kureyşliler Mekke’ye dön­düler.

    Abdulmuttalib’in hacılara su içirme vazifesine, zemzem suyunu
    ik­ram etme işi de dahil oldu ve bunları kendisi sonuna kadar yerine getirdi.
    Bundan sonra bu vazife Ebû Tâlib’e geçti. Ancak Ebû Tâlib eli açık bir in­sandı
    ve maddi imkânlarının dışında hacılara su, şerbet ve süt vermeye başlayınca
    birkaç defa kardeşi Abbas’tan borç almak zorunda kaldı ve bu borçları ödeyemez
    duruma geldi. Nihayet, Hz. Abbas, borçlarını ödeye­mediği takdirde su içirme
    vazifesinin kendisine verilmesini şart koştu. Ni­tekim, sonuç aynı oldu ve Hz.
    Abbas hacılara su içirme görevini devraldı. Bu devir-teslim Cahiliyye’de
    olmuştu. İslâmiyet’in doğuşundan sonra da devam etti.

    21.2.1.7. Abdullah
    bin Abdulmuttalib

    Muhammed bin İshâk’ın anlattıklarına göre zemzemin kazılması
    sı­rasında Abdulmuttalib, oğlu Hâris ile birlikte, Kureyşlilerin yanında sayı­ca
    azınlıkta kalmıştı. O zaman Allah’tan kendisine yardım edecek 10 er­kek çocuk
    ihsan etmesini istemişti. Abdulmuttalib bu çocuklardan bir ta­nesini Allah için
    kurban edeceğine and içmişti. Cenâb-ı Allah duasını ka­bul etti ve ona 10 erkek
    çocuk verdi. Bunlar bülûğ çağma gelince Abdulmuttalib kendilerini toplayarak
    kendilerine adağından ve andından söz etti. Çocuklar babasının andını yerine
    getirmesini istediler. Bundan sonra Abdulmuttalib çocuklarıyla birlikte fal
    açmak amacıyla Kâ’be’deki Hubel heykeline gitti. Abdulmuttalib falına bakarken
    10 oğlundan hangisini kurban etmesi gerektiğini öğrenmek istedi.[20]
    Fal’da Abdulmuttalib’in en ya­kışıklı ve en sevdiği oğlu Abdullah’ın adı geçti.[21]
    Abdulmuttalib hiç çe­kinmeden ve duraklamadan Abdullah’ın elinden tutarak kurban
    etmek üzere İsâf ve Nâile’nin putlarına doğru yürüdü. Abdulmuttalib’in öbür
    elinde de bıçak vardı. Kureyşliler bu vaziyeti görünce yerlerinden fırlaya­rak
    Abdulmuttalib’e: “Ya kardeşim, ne yapıyorsun? Böyle şey olur mu? Kendi öz
    evlâdını kurban ediyorsun. Böyle yaparsan, gün aşırı bir kişi evlâdını kurban
    etmeye başlayacak, bunun haddi hesabı olmayacak. Gel, akıllı bir kişiye veya
    falcıya gidelim, bu meselenin hallini ondan öğrene­lim” dediler. Abdulmuttalib
    Kureyşlilerin bu yalvarmalarına kulak verdi ve istenen nitelikte akıllı bir kişi
    aramaya razı oldu. Hep beraber, böyle vasıfları haiz ihtiyar bir kadının[22]
    Hayber’de bulunduğunu öğrendiler ve oraya gittiler. Görüştükleri kadın bir
    falcıydı. O’na durumu anlattılar. Fal­cı kadın, “sizde bir insanın diyeti
    (bedeli) nedir?” diye sordu. Kureyş’liler ve Abdulmuttalib, “deve” diye cevap
    verdiler. Kadın, “o halde gidin ve Abdullah mı yoksa 10 deve mi kurban edilsin
    diye fala baktırın, eğer fal­da çocuğun kurban edilmesi gerektiği belli olursa
    develerin sayısını iki misline çıkarın ve tekrar fala baktırın. Fal develer
    lehinde çıkana kadar develerin sayısını arttırmaya devam edin. Bu demektir ki,
    çocuğun değeri o develer kadardır” dedi. Falcı kadının tavsiyesi üzerine
    Kureyşliler ve Abdulmuttalib Mekke’ye geldiler ve fala baktırmaya başladılar.
    10, 20, 30’dan başlayarak 90 deveye kadar fal hep Abdullah için çıktı. Sıra 100
    deveye gelince fal develer lehine çıktı.[23]
    Kureyşliler, “Allah’ın rızası bel­li olmuştur. Artık oğlun Abdullah yerine
    develeri kurban edebilirsin.” dediler. Fakat Abdulmuttalib tatmin olmadı ve üç
    defa fal çıkartmak istedi­ğini söyledi. Nitekim öyle yapıldı. Üç defa zar atıldı
    ve her defasında fal develer için çıktı. Nihayet Abdulmuttalib 100 deve kesti ve
    herkese etleri­ni dağıttı.

    Böylece, İbrahim sülâlesinden bir kişi daha, Mekke’ye ilk defa
    gelip yerleştiklerinde yaptıkları kurbanı tekrarlamış oldu. Gerçi nitelik ve
    an­lam bakımından bu iki kurban vak’ası birbirinden farklıdır. Fakat Allah’ın
    kudreti ve hikmeti bambaşkadır. Önce bu sülâlenin kurban edilmesi emro­lunan bir
    ferdi Arabistan’da İslam dinini yaymakla görevlendirilmişti ve daha sonra aynı
    aileden kurban edilmesi istenen kişinin oğluna, yani Hz. Muhammed (a.s.)’e de
    aynı dini bütün insanlara tanıtma ve yayma vazifesi verildi. İlk kurbanın
    fidyesi bir manda idi, ikinci kurbanın fidyesi de 100 deve.

    21.2.1.8. Abdullah’ın
    Evliliği

    Abdullah 25 yaşında iken babası onu, Zühre bin Kılâb kabilesinin
    rei­si Hub bin Abd-i Menâfin kızı Âmine ile evlendirdi. Âmine kendi kabile­sinin
    en iyi ve en temiz kızlarından biriydi. Evlendikten birkaç ay sonra Âmine hamile
    iken Abdullah bir ticaret kafilesiyle Filistin’in Gazze şehri­ne gitti. Oradan
    dönüşte Medine’ye gelince hastalandı. Arkadaşlarına Mekke’ye gitmelerini söyledi
    ve kendisi babaannesinin yanında kaldı. Aradan bir ay geçtikten sonra öldü ve
    Dar-ün Nâbigat-ul Câ’di’de gömül­dü. Abdullah’ın arkadaşları Mekke’ye gidip
    Abdulmuttalib’e oğlunun has­talığını anlatınca, kendisi derhal büyük oğlu
    Haris’i Medine’ye durumu öğrenmeye gönderdi. Ama o zamana kadar Abdullah vefat
    etmişti.

    Abdullah ve Abdulmuttalib hakkındaki bu bilgiler gerçeklere
    uygun­dur ve hemen hemen bütün güvenilir kaynaklar tarafından doğrulanabilir.
    Bazı zayıf kaynaklarda Abdullah’ın, Hz. Muhammed (a.s.)’in 28 aylık, ba­zısında
    7 aylık ve yine bazılarında iki aylık iken vefat ettiği yazılmışsa da bunlara
    güven olmaz. Doğru olan, Hz. Muhammed (a.s.)’in henüz doğma­mışken babasının
    ölmüş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir yerde bu gerçe­ğe işaret etmiştir:

    “Ey Peygamber,
    Biz seni öksüz iken bulmadık mı ve sana barınak vermedik mi?” (Duhâ; 6)



     




    [1]
    Bereketli
    yerden Suriye ve Filistin toprakları kastedilmiştir. Aynı deyim Kur’an-ı
    Ke­rim’in diğer bazı sûrelerinde de kullanılmıştır. (Bk: A’râf; 137, İsrâ;
    1, ve Enbiya; 81).



    [2]
    Hz.
    Peygamberin zuhuruna kadar geçen 2500 yıllık süre içinde İsmail oğulları,
    çevrede­ki kabile ve milletlerle evlilik dahil çeşitli ilişkilere girdiler.



    [3]
    Hz. Hâcer,
    Ümmül Arab veya Ümmül Arik adlı bölgede doğmuştu. Ümmül Arab, Mı­sır’ın
    doğusunda Akdeniz kıyısından üç km. uzaklıktaki l-‘armâ veyâ Kuîne’ye yakın
    bir yerdi ve Fi­ravunların zamanında burada bir kale de vardı. Bugün bu
    bölgeye Tellul l’armâ denilir.



    [4]
    Hz.
    İbrahim’in dönüp bakmamasının sebebi katı yüreklilik veya merhametsizlik
    değildi. Kendisi her ne kadar büyük bir peygamber ise de yine bir insandı ve
    O da her insan gibi ciğer pa­relerine bakmak isterdi muhakkak. Ancak tek
    düşüncesi Allah’ın emrini eksiksiz yerine getirmekti. Ciğerinin bir parçası
    olan süt çocuğunu ve karısını ıssız bir çöle bırakırken ne acılar çektiğini
    anla­yabiliriz. O, bir yandan Allah’ın emri ve bir yandan baba şefkati ve
    koca sevgisi arasında bocalı­yordu ve tam o sırada karısı ve çocuğunun
    yalvarışlarına dayanamayarak onlara dönseydi pek mümkündür ki O’nun yüreği,
    onları oraya bırakmaya dayanamazdı; ama böylece Allah’ın emrine de karşı
    gelmiş olacaktı. Onun için, geri dönüp bakmamayı tercih etti.



    [5]
    Bu Safa ile
    Merve arasındaki sa’y (koşu)’in tarihî bir delilidir. Kâ’be’nin Hz. İbrahim
    tara­fından inşasından sonra aradan geçen binlerce yılda milyonlarca insan
    bu tarihi olayı anmak üzere Safâ ile Merve arasında Hac sırasında sa’y
    yapmışlardır. Bu tarihi olay başlı başına tarihi bir ger­çektir. İncil’in
    beyan ettiği Faran çölüyle ilgili hikâye ise efkar-ı umumiye tarafından
    kabul edilme­diği için Fârân’da sa’y veya koşu yapılmasının herhangi bir
    kanıtı yoktur.



    [6]
    Bu, Yemen’de
    bulunan Katılan! Araplara bağlı kabilelerden biridir.



    [7]
    Hz. İbrahim
    (a.s.)’in ana dili Arapça değildi. Çünkü kendi Iraklıydı ve daha sonra
    Ken’an bölgesine yerleşmişti. Hz. Hâcer’in dili de arapça değildi, zira o
    Mısırlıydı



    [8]
    Kur’ân-ı
    Kerîmde bu yerin ismi Bekke (Âl-i İImrân; 96) olarak da geçiyor. Ancak İbn
    Hişâm’ın eserinde (C. I, s. 119) Mekke’nin eski adının Bekke olmadığı aksine
    burası kutsal bir kent olduktan sonra bu isimle de çağırılmaya başladığı
    belirtiliyor. İbn Hişâm’a göre Mekke’nin, Bekke adını almasının sebebi,
    “zâlimlerin boynunu kıran” bir şehir hüviyetini kazanmasıdır. İbn Hişâm bu
    yakıştırmayı açıklarken, cahiliyye döneminde bile zâlim ve gaddar kimselerin
    Mekke’ye yan bakmaya cesaret edemediklerini ve burada bulunan zâlimlerin de
    barınamadıklarını ifade ediyor.



    [9]
    Hz.
    İbrahim’in oğlunu kurban etmek üzere Mekke’den Mina’ya götürmesinin sebebi
    Mek­ke’nin kalabalık bir yerleşim merkezi haline gelmiş olmasıydı. Ayrıca
    kentte Hz. İsmail’in annesi, Hz. Hâcer de vardı. Bu sebeple, Hz. İbrahim,
    Mekke’ye biraz uzakta tenha bir yeri seçti.



    [10]
    Haram
    aylar, umre farizasının yerine getirildiği Recep ve hac farizasının
    yapıldığı Zil­ka’de, Zilhicce ve Muharrem’dir. Bu aylarda kavga ve savaşlara
    ara verilirdi ve kan akıtılmazdı. Ayrıca umre ve hac için Mekke’ye yolculuk
    edenlere kimse dokunmazdı.



    [11]
    Aslında
    Zeydin annesi önce Nüfeyl bin Abdüluzza ile evliydi, ki bundan Hz. Ömer’in
    babası Hattâb doğdu. Nüfeyl öldükten sonra, oğlu Amr kendi üvey annesi yani
    Hattab’ın annesiyle evlendi. Bu evlilikten Zeyd doğdu. Böylece Zeyd,
    Hattâb’ın hem yeğeni hem üvey kardeşi idi. ca­hiliyyede üvey anne ile
    evlenmek bir âdetti. Kur’ân-ı Kerim bu âdeti yasakladı. (El-Eğânî, C. III,
    s. 133).



    [12]
    Bazı
    yazarlar bunu İlyas olarak yazmışlardır. Ancak Süheylî, bundan doğru
    yazılışının Elye’s olduğunu belinin iştir. Belâzurî de bunu aynı şekilde
    yazmıştır.



    [13]
    Kureyş
    kelimesinin değişik manaları vardır. Biri, dağılıp toparlanmak demektir. Ama
    bu manâya göre Kureyş ancak Kusayy bin Kilab’ın lâkabı olabilir. Zira O’nun
    zamanında Kureyş’in bütün üyeleri Mekke’de toplanmışlardı. Kelimenin ikinci
    manası geçim ve ticarettir. Bilindiği gibi Kureyşlilerin mesleği ticaretti.
    Kelimenin üçüncü manâsı “teftiş”tir. Bu anlamda bu kelime ancak En-Nadr bin
    Kinâne’ye uygun düşüyor. Zira rivâyetlere göre Nadr fakir ve muhtaçlara
    yardım eder onların durumunu incelerdi. Kureyş’in bir başka anlamı da, her
    şeyi yiyen bir deniz hayvanıdır. Bir deyime göre, Nadr bin Kinâne kabilesine
    mensup Kureyş bin Bedr adlı bir şahıs kendi adamlarına katır ve erzak temin
    ederdi. Kureyş bin Bedr bu işi kafilesiyle dolaşırken yapardı. O’nun için
    bazı kimseler onu görünce, “Kureyş kafilesi geldi” derlerdi, bu çeşitli
    anlam ve rivâyetlere rağmen “Ku­reyş’in genellikle Fihr’in evlâtlarının adı
    olduğuna inanılıyor.



    [14]
    Kâ’b
    Arabistan’ın çok heybetli ve nüfuzlu kabile reislerinden biriydi. Ebrehe’nin
    Mek­ke’ye saldırmasından önce Arap’lar günlerin hesabını Kâ’b’ın ölüm
    tarihine dayanarak çıkarırlardı. Kâ’b cuma günü halka güzel ahlâk konusunda
    telkinlerde bulunurdu (Fethul Bâri, İbn Kesir, Belâzurî).



    [15]
    İbn
    Kesir’in rivâyetine göre Kâ’b bin Lueyy (Kusayy’ın büyük babasının ölümü ile
    Rasûlullah (a.s.)’ın peygamberliği arasında 580 yıllık bir ara var. Bu
    bakımdan Ğâlib bin Fihr, Hz. İsa (a.s.)’nın çağdaşı olabilir. İbn Kesir,
    Süheyli ve diğer imamlara dayanarak, Ma’ad bin Adnan’ın Buhtün Nasr’ın
    Kudüs’ü yerle bir etliği dönemde yaşadığım yazmıştır. Bilindiği gibi, bu
    olay MÖ. 587’de meydana gelmişti. Belazuri, Ma’ad bin Adnan’ı Buht-un
    Nasr’ın çağdaşı olarak belirtmiştir.



    [16]
    Kusayy,
    Kâ’be’nin çevresinde ve iki tarafın dağlık bölgelerinde Beni Kâ’b bin
    Lueyy’in muhtelif ailelerini yerleştirdi. Bunlar arasında şu kabileler yer
    alıyordu: Benî Adiyy, Benî Cumah, Benî Şehm, Benî Teym, Benî Mahzûm, Benî
    Zühre, Benî Abdül Uzza, Benî Abd ud Dâr, Benî El-Muttalib, Benî Hâşim, Benî
    Abd-i Şems ve Benî Nevfel. Bunlara “Kureyş-el Bitâh”, yani Mek­ke’nin içinde
    oturanlar, denilirdi.

    Fihr’in evlâtları, yani Benî Muharib, Benî el-Hâris,
    Benî Teym ul F.drem, Benî Âmir bin Lu­eyy ise ‘Kureyş uz Zevahir” (yani
    Mekke’nin dışındaki Kureyş) olarak bilinirlerdi.



    [17]
    Benî Abd-i
    Menaf tan yana olanlar arasında Benî Esed bin Abdül Uzza, Benî Zühre bin
    Kilâb, Benî Teym bin Mürre ve Benî el-Hâris bin Fihr vardı. Bunların lideri
    Abd-i Şems’di. Abd-üd Darın yanında yer alan Kureyşliler ise şunlardı: Benî
    Mahzûm, Benî Şehm, Benî Cuman ve Benî Adiyy bunların lideri Amir bin
    Hâşimdi. Benî Âmir bin Lueyy ile Benî Muharib bin Fihr bu kav­gada tarafsız
    kaldılar.



    [18]
    Hz,
    Peygamber (a.s.)’in Mekke’yi fethetmesine kadar bu görevler aynen bu şekilde
    de­vam elli. Mekke Fethinden sonra Hz. Peygamber, Kâ’be’nin anahtarının
    bulundurulması ile hacıla­ra su verilmesinin dışındaki bütün görevleri iptal
    etli. Kâ’be’nin anahtarını bulundurma vazifesi bu­gün dahi Benî Abd-ud Darın
    bir kolu olan Şeybe bin Osman’ın elinde bulunuyor. Su verme vazife­si ise
    Abbas bin Abdulmuttalib’in eline geçtikten sonra uzun bir müddet Benî
    Abbas’ta kaldı la ki ilk Abbasi halifesi bu vazifeden kendisi feragat edene
    kadar.



    [19]
    Taberî’de
    verilen bilgilere göre Hâşim, Bizanslılar ile Suriye ve Gassanî;
    hâkimlerden, Abdi Şems, Habeş kralı Necâşiden, Nevfel, İranlı
    imparatorlardan, Muttalib, Himyerli hâkim­lerden ticarî imtiyazlar ve
    yolculuk sırasında emniyetlerinin teminat altına alınmalarına dair
    tezkereler aldılar. İbn Sa’d’a göre, Hâşim Bizanslılar tarafından iyi
    tanınırdı ve işleriyle ilgili olarak Angora (Ankara)’ya kadar gidip gelirdi.



    [20]
    İbn
    Hişâm’ın bu hususu naklettiği hikâye çok ilginçtir. Kâ’be’de Hübel’in
    heykeli Kâ’be’ye verilen adak ve hediyelerin muhafaza edildikleri bir
    kuyunun başında bulunuyordu. Bura­da fala bakılması için 7 ok vardı. Her
    okun üzerinde bazı yazılar bulunuyordu. Fal baktırmak isle­yen kişi heykelin
    yanında bulunan falcıya gider, kendisine bir deve hediye eder ve hangi fala
    bak­tırmak istediğini kendisine söylerdi. Falcı fala bakmadan önce Allah’a
    şu şekilde dua ederdi: “Ya Rab, falan şahıs senden falan konuda kararını
    vermeni istiyor. Sen onun hakkında en iyi olan kara­rını ver.” Abdulmuttalib
    de bu şekilde fal çıkarttı.



    [21]
    Bazı
    tarihçi ve yazarlar, Abdullah’ın Abdulmuttalib’in en küçük oğlu olduğunu
    yazmış­lardır ki, yanlıştır. Süheyli’nin verdiği bilgiye göre Hz. Hamza ve
    Hz. Abbas, Abdullah’dan çok da­ha küçüktüler. Hz. Hamza, Hz. Rasûlullah
    (a.s.)’tan sadece 4 yıl büyüktü. Hz. Abbas ise sadece üç yaş büyüklü.
    Hazreti Abbas, kendisi üç yaşında iken Hz. Peygamber (a.s.)’in doğduğunu
    beyan et­miştir. Hz. Abbas’ın ifadesine göre, evin hanımları yeni doğan
    bebeği (Hz. Peygamberi) yanına getirip yeğenini sevmesini istediler.
    (Ravd-ul Cnuf).



    [22]
    Süheylî, bu
    kadının isminin Kutbe olduğunu ve Medine yakınlarında Hicr köyünde
    otur­duğunu belirtmiştir.



    [23]
    Demek ki
    Arap örf ve adetlerine göre bir kişinin diyeti 10 deve idi. Bundan sonra ise
    bir kişinin diyeti 100 deve olarak kabul edildi.

  • SÎRET’İN MESAJI



    On Dokuzuncu Bölüm: SÎRET’İN MESAJI



    19.1. SİRET’ÎN MESAJI



    19.1.1. İlâhi Hidayet’in İhtiyacı ve Zarureti



    19.1.2. Peygamberlere İtaat Etme Mecburiyeti



    19.1.3. Hidâyet İçin Neden Sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Muhtacız?



    19.1.4. Yahudilerin Dinî Kitap ve Peygamberlerinin Özgeçmişi



    19.1.5. Hz. Îsa ve Hıristiyanlara Ait Kitapların Durumu



    19.1.6. Zerdüşt’ün Sireti ve Talimatı



    19.1.7. Budizm’in Durumu



    19.2. HZ. MUHAMMED MUSTAFA (A.S.)’NIN SİRET VE TÂLİMÂTI AYNEN MUHAFAZA
    EDİLMİŞTİR



    19.2.1. Kur’ân-ı Kerim, En İyi Muhafaza Edilmiş İlâhî Kitaptır



    19.2.2. Hz. Peygamber (a.s.)’in Sireti ve Sünnetinin Güvenirliliği



    19.2.3. Rasûlullah (a.s.)’ın Hayatının Her Yönü Bilinmektedir



    19.2.4. Rasûlullah (a.s.)’ın Mesajı Bütün İnsanlara Yöneliktir



    19.2.5. Renk ve Irk Ayrımına İndirilen Darbe



    19.2.6. Allah’ın Tek Oluşunun Geniş Anlamı



    19.2.7. Allah’a Kulluğa Dâvet



    19.2.8. Peygamber’e İtaate Davet



    19.2.9. Allah’tan Sonra İtaate Lâyık Olan, Allah’ın Peygamberidir



    19.2.10. Gerçek Özgürlük Yasası



    19.2.11. Allah’a Hesap Verme Kavramı



    19.2.12.  Ruhbanlık Yerine Dünya NimetlerindenDürüst Bir Şekilde
    Yararlanma



    19.2.13. Hz. Peygamber’in Hidayetinin Etkisi

    On Dokuzuncu Bölüm: SÎRET’İN MESAJI

    19.1. SİRET’ÎN MESAJI

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın sireti bize ne gibi bir mesaj
    ver­mekledir. Bu soruya enine, boyuna cevap vermeden önce bu soruyla ilgili
    olarak kafalara takılan bazı sorulara cevap vermemiz sanırız dâha doğru
    olacaktır. Bazıları sorabilirler, siret veya bir kişinin hayatı ve eserleri söz
    konusuyken bu illâ niçin bir peygamberinki olsun. Aynı kimseler pey­gamberlerden
    söz açılmışken illâ niçin Hz. Muhammed (a.s.)’den bahse­dildiğini sorabilirler.
    Onlar başka dinlere bağlı liderlerin sireti ve Hz. Mu­hammed (a.s.)’den başka
    peygamberlerin hayatı ve eserlerinin da aynı de­recede önemli ve ibret verici
    olabileceğini iddia edebilirler.

    Bu sorulara cevap verirken evvelâ şunu belirtmemizde fayda
    vardır ki ister eski çağlarda olsun ister yaşamakta olduğumuz çağda olsun,
    İnsanlar doğru yolu ve hidayeti herhangi bir siyasî veya dinî liderde değil,
    sadece ve sadece peygamberlerin siretlerinde bulabilirler. Peygamberler arasında
    Hz. Muhammed (s.a.)’in siretinin tercih edilmesinin sebebi de di­ğer
    peygamberlerininkine oranla en iyi ve en mükemmel olmasıdır.

    19.1.1. İlâhi
    Hidayet’in İhtiyacı ve Zarureti

    İlim ve irfânın en büyük ve yegâne kaynağının Cenab-ı Allah’ın
    zâtı olduğu inkâr edilmez bir gerçektir. Cenab-ı Allah kâinatı ve içinde
    bulu­nan insanı yaratmıştır. Gerek kâinat gerekse insan denen yarattığın
    yaratı­cısı olması bakımından, evrenin bütün gerçekleri ve insan’ın tabiatı
    hak­kında Allah’tan başka daha büyük bir bilgi sahibi olabilir mi? Ancak
    Ya­radan, yarattığının durumunu bilebilir ve ancak yaratık Yaradanından bir şey
    öğrenebilir. Yaratık kendi kendine bir şey bilemez, öğrenemez. Hele nihaî
    hakikate varması için hiçbir imkâna sahip değildir.            
                                                                                                                                                                               

    Bu hususta, yanlış anlamlara meydan vermemek için iki tür eşya
    ara­sındaki farkı göz önünde bulundurmalıyız: Bu eşyadan birincisi
    duyuları­mızla hissedilenlerdir. Biz duyu ve duygularımızla elde ettiğimiz
    bilgileri düşünce, delil, gözlem ve deneyim gibi aşamalardan geçirerek belli bir
    neticeye varırız. Bu tür eşya hakkında öbür dünyadan herhangi bir talima­tın
    gelmesine gerek yoktur. Bu sadece bizim insanî arayış, düşünce ve araştırma ile
    buluşlarımızın çerçevesinde olan bir şeydir. Çevremizdeki dünyada bulunan eşyayı
    tek tek keşfetme işi bize bırakılmıştır. Bizim işi­miz, faydalanabileceğimiz
    kuvvetleri bulmak, bu kuvvetlerin bağlı olduğu yasa ve yöntemlerini keşfetmek ve
    kalkınma yoluna devam etmektir. Ger­çi bu hususta da Halikımız (yaradanımız)
    bizi yalnız bırakmamıştır ve ta­rih sürecinde hemen hemen hissedilmez bir
    şekilde kendi yarattığı eşya ve dünyalarıyla bizi tanıştırır, bilgi ve
    kültürümüzün genişlemesi için çeşitli imkânlar sağlar ve arada sırada ilhâm
    yoluyla şu ya da bu insana yeni bir şey icat etme, yeni bir kanun çıkarma veya
    yeni bir şey bulma yolunu gös­terir. Fakat, her ne olursa olsun, bütün bunlar
    insan bilgi ve kültürünün çerçevesinde olan şeylerdir ve bunun için herhangi bir
    peygamber veya ilâhi kitaba gerek duyulmaz. Bu çerçevenin içinde gereken bütün
    malu­matın elde edilmesi için insana lâzım olan bütün imkânlar verilmiştir.

    İkinci tür eşya, bizim duygu ve duyularımızın dışındadırlar.
    Bunları hiçbir şekilde idrak edemeyiz. Bunları ölçüp biçemeyiz. Bilgi
    kaynakları­mızdan hiçbirini kullanıp ta bunları öğrenemeyiz. Filozof veya bilim
    adamları bunlar hakkında herhangi bir görüş ortaya koyuyorlarsa, bu sa­dece
    tahmin ve kıyasa dayalıdır ve buna gerçekten “İlim” veya “bilgi” di­yemeyiz.
    Bunlar “nihaî hakikatlerdir, ki bunlarla ilgili ileri sürülen teori, kavram ve
    nazariyelerin kesin herhangi bir şekli yoktur. Bu filozof ve bi­lim adamları
    kendi bilgi kaynaklarının ve gözlemlerinin sınırlılığını ve ileri sürdükleri
    teori ve nazariyelerin zaafını bildikleri için başkalarını bunlara iman etmeye
    veya güvenmeye davet edemezler.

    19.1.2.
    Peygamberlere İtaat Etme Mecburiyeti

    Peygamberlerin çerçevesinde gelen bilgi ve hidayet ise Allah
    tarafın­dan doğrudan geliyor. Zira, gerçekleri ve özellikle nihaî hakikatleri
    bilen yegâne zât odur. Cenab-ı Allah’ın insanlara sağladığı bilginin vasıtası
    va­hiydir, ki sadece peygamberlere nâzil olabilir. Cenab-ı Allah bugüne ka­dar
    bir kitap basıp her insana birer nüshasını verip, kendisi ve evrenin
    ge­çeklerini ve bunlara göre dünyada tutum ve davranışlarının ne olduğunu kendi
    kendine tesbit etmesini istememiştir. Cenab-ı Allah doğaüstü ve insanüstü
    bilgileri insanlara iletmek amacıyla her zaman peygamberleri va­sıta olarak
    kullanmıştır. Peygamberlerin görevi sadece bu bilgileri aktar­mak değil, aynı
    zamanda bunların pratik yönlerini ve uygulama şeklini in­sanlara anlatmaktadır
    da. Yalnızca bu değil, peygamberler, Allah’ın yolunu terk edip kötü yollara
    düşenleri ıslâh etmek ve kendilerine iman edenler­den müteşekkil bir toplum ve
    devlet meydana getirmekle de görevlidirler. Bu açıklamamızla, hidayetimiz için
    sadece bir peygamberin siretine muhtaç olduğumuz hususu herhalde anlaşılmış
    olacaktır. Peygamber ol­mayan bir kişi her ne kadar ilim, irfan ve marifet
    sahibi olursa olsun bizim liderimiz ve rehberimiz olamaz, zira onda hakikatin
    bilgisi yoktur. Hakikatin bilgisine sahip olmayan bir kişi ise bize Hakka dayalı
    doğru bir ha­yat nizamı veremez.

    19.1.3. Hidâyet
    İçin Neden Sadece Hz. Muhammed (a.s.)’e Muhtacız?

    Şimdi başta sorulan sorunun ikinci bölümüne dikkat edelim. Yani,
    peygamberler arasında neden sadece Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in
    siretini örnek almalıyız? Dünyaya bugüne kadar gelen binlerce ve yüz binlerce
    peygamberler arasında neden sadece Hz. Muhammed (a.s.)’i örnek alıyoruz? Hz.
    Peygamber’den önceki peygamberlerin birçoğu, Al­lah’ın mesajını başarıyla
    insanlara iletmiş ve koskoca milletler ve toplum­lar meydana getirmişlerdi.
    Bunlardan bazıları semavi kitapları da yanla­rında getirmişlerdi. Neden onların
    siretini bir numune olarak kabul etmi­yoruz? Bunu sadece taassubumuz yüzünden mi
    yapıyoruz, yoksa makul herhangi bir sebebi mi var?

    Bana inanırsanız, bu fikir ve tavrımızın çok makul sebepleri
    vardır. Şüphesiz, Kur’ân-ı Kerim’de adları geçen bütün peygamberlere iman
    edi­yor, onları seviyor, sayıyoruz. Fakat onların siret ve talimatının bize
    güve­nilir ve meşru yollarla geldiğini söyleyemeyiz. Hiç şüphe yok ki, Hz. Nûh,
    Hz. İbrahim, Hz. Ishâk, Hz. Yusuf, Hz. Musa ve Hz. Îsa (a.s.) ve ni­celeri çok
    güzide peygamberlerdi. Fakat, onlara inen vahiyler ile kitapla­rın hiçbiri
    olduğu gibi bize ulaşmamıştır. Bu peygamberlerden hiçbirinin hayat hikâyesi,
    kişisel ve toplumsal davranışları ve eserleri hakkındaki bilgiler bize eksiksiz
    veya herhangi bir değişikliğe uğramadan ulaşmamış­lardır. Gerçek şu ki, bu
    peygamberlerin çoğu hakkında çok eksik ve güve­nilmez bilgilere sahibiz ve
    bunları kâğıda dökecek olursak her biri için birkaç sayfadan fazla tutmaz.
    Üstelik, bu bilgiler de âncak Kur’ân-ı Ke­rim’den sağlayabiliyoruz. Çünkü, başka
    kaynaklara güvenilmez.

    19.1.4.
    Yahudilerin Dinî Kitap ve Peygamberlerinin Özgeçmişi

    Genel kanıya göre Hz. Musa (a.s.)’dan sonra dünyaya gelen
    peygam­berlerin siret ve talimatı, Ahd-i Atik (Eski Ahid)te bulunuyor. Fakat
    Ahdi Atik veya İncil’e baktığımızda şu gerçeklerle karşı karşıya geliyoruz.
    Haz­reti Musa (a.s.)’ya inen Tevrat’ın aslı, M.Ö. altıncı yüzyılda Kudüs’ün
    yağ­ma edilmesi sırasında yok edilmişi. Sadece Tevrât değil o zamana kadar
    dünyaya gelen diğer bütün peygamberlerin mukaddes kitapları da tahrip olmuştu.
    M.Ö. beşinci yüzyılda, İsrail oğullarının esareti sona erip onlar­dan birçoğu
    Babil’den Filistin’e dönünce; Hz. Üzeyir, (Ezra) diğer bazı din adamları ve
    âlimlerin yardımıyla Hz. Musa (a.s.)’nın sireti ile birlikte İsrail oğullarının
    tarihini hazırladı ve bu eserlerde şurada burada bulun­dukları veya
    hatırlayabildikleri Tevrat’ın bazı ayetlerini de ekledi. Bundan sonra, M.Ö.
    dördüncü yüzyıldan M.Ö. ikinci yüzyıla kadar kimlikleri tes­bit edilmeyen bazı
    kimseler, kendilerinden birkaç yüzyıl önce dünyaya gelmiş ve burada yaşamış olan
    peygamberlerin hayat ve eserlerini bilin­meyen kaynaklardan toplayarak ciltler
    dolusu kitaplar yazıverdiler ve bunların hepsini İncillere eklediler. Mesela,
    M.Ö. 300’de meçhul bir şahıs Hz. Yunus üzerinde bir kitap yazarak İncillere
    ilâve etti. Halbuki, Hz. Yu­nus (a.s.) M.Ö. 800’de yaşamış bir peygamberdi.
    Zebur ise Hz. Davud (a.s.)’un vefatından 500 yıl sonra kaleme alındı. Bu kitaba
    Hz. Davud’un hayatı ve talimatının yanı sıra, hangi kaynaklardan geldiği
    bilinmeyen yaklaşık 100 meçhul şairin şiirleri de ilâve edildi. Aynı şekilde Hz.
    Süley­man (a.s.) M.Ö. 933’de vefat etmişti, ama Hz. Süleyman’ın Meseller
    Kita­bı, M.Ö. 250’da kaleme alındı ve buna da pek çok düşünür ve âlimin söz­leri
    ve vecizeleri eklendi. Bunların hepsi, İncil’in birer parçası haline geti­rildi.

    Kısacası, İncil’lerin hiçbir cildine güvenilmez, çünkü bunların
    hiçbiri ilgili peygamberler tarafından doğrudan hazırlanmamış veya
    yazılmamış­tır. Üstelik, İbranice olarak kaleme alınan bu kitaplar da Kudüs’ün
    M.S. 70’de ikinci defa yağma edilmesi sırasında tahrip oldular. Bu kitapların
    sadece Yunanca tercümeleri sağlam kalabildi. Bu tercümeler M.Ö. 258’dcn miladî
    birinci yüzyıla kadar yapılmıştı, İbranice İncili, miladî İkinci yüzyılda ise
    Hıristiyan aziz ve din adamları, geriye kalmış olan yaz­ma eserleri ve
    müsveddelere dayanarak hazırladılar. Bu İncil’in en eski nüshası Miladî 916’da
    yazılmış olanıdır. Bunun dışında İncil’in İbranice nüshası yoktur. Ölü Deniz (Lût
    Gölü) yakınlarında Kumrân mağarasından çıkarılan İbranice tomarlar da en çok M.S.
    ikinci ve birinci yüzyıl gerisine kadar gidebiliyorlar ve bunlarda İncil’in
    bölük pörçük bölümleri vardır. Sâmiriler arasında revaçta olan İncil’in ilk beş
    kitabının mecmuasının en eski nüshası ise ancak miladî on birinci yüzyılda
    yazılandır. Daha önce bahsettiğimiz İncil’in Yunanca tercümesi yanlışlıklarla
    doluydu. Bu hatalı nüshalara dayanılarak miladî ikinci ve üçüncü yüzyıllarda
    Lâtince tercü­meleri hazırlandı. Hz. Musa ile kendisinden sonra gelen
    peygamberlerin hayatı ve talimatını ihtiva eden malzeme bundan ibarettir. Bunun
    muteber olduğunu söyleyebilir miyiz?

    Bunların dışında, Yahudiler arasında kulaktan kulağa ve nesilden
    ne­sile geçen bazı rivâyetler vardı. Bunlara Sözlü Yasa (Şifahî Kanun)
    deni­lirdi. Bunlar 1300-1400 yıla kadar şifahî kaldıktan sonra ancak Miladî
    ikinci yüzyılın sonlarına ve üçüncü yüzyılın başlarına doğru Şem’ûn oğlu Yehuda
    adlı Rabbî bunları “Mishnah” adında bir kitapta topladı. Filistinli Yahudi ulema
    ve fakihler bu kitabın şerhlerini “Halaka” adında ve Babil’li ulema, “Haggâdah”
    adında üçüncü yüzyıldan beşinci yüzyılına kadar yaz­dılar, işte bu üç kitabın
    mecmuasına “Talmud” denilir. Böylece Tal­mud’un da kaynakları belirsiz ve
    doğruluklarının ölçüsü bilinmeyen rivâyetlerden meydana geldiği bir gerçektir.

    19.1.5. Hz. Îsa
    ve Hıristiyanlara Ait Kitapların Durumu

    Aynı vaziyet Hz. Îsa’nın siret ve tâlimâtı için geçerlidir.
    Cenab-ı Al­lah tarafından vahiyle Hz. Îsa’ya inen asıl İncil’in tümü sözlü
    olarak ken­disi tarafından halka duyurulmuş ve şâkirdleri tarafından da daha
    sonraki devirlerde halka sözlü olarak duyurulmuştu. Zamanla Hz. Îsa’nın hayatı
    ve talimatı, İncil’in ayetleriyle karıştırıldı. Bunların hiçbiri ne Hz. Îsa’nın
    zamanında ne de hemen sonraki devirde yazıldı. İncilleri yazma işini, Yunanca
    bilen Hıristiyanlar yaptılar. Halbuki, asıl İncil Süryânice idi. Bizzat Hz.
    Îsa’nın dili Süryânice veya Arâmî idi ve öğrencileri de aynı dili bili­yor ve
    konuşuyorlardı. İncil’in Yunanlı yazarları, Kitab-ı Mukaddes’in ayetlerini Arâmî
    olarak dinlediler ve Yunancaya aktardılar. Bu yazarların kaleme aldıkları
    İncil’in hiçbiri miladî 70’ten önce yazılmamıştır. İnciller­de hangi sözleri Hz.
    Îsa’nın söylediği ve hangi sözleri yazarların kendileri ilâve etlikleri, ilâhî
    kelâmın nerede başladığı ve nerede bittiği de anlaşıl­mıyor. Ayrıca, bu
    İncillerin asılları da hiçbir yerde bulunmuyor. İnciller arasında yer alan “Ahd-i
    Cedid” (Yeni Ahid)’in binlerce nüshası toplandı, ama bunlardan hiçbirinin
    yazılış tarihi dördüncü yüzyıldan öteye gitmez. Hatta bunlar da nâdiren
    bulunuyor. Genellikle, on birinci ile on dördüncü yüzyıllarda yazılmış ve
    basılmış olan İnciller makbul ve yaygındır. Mı­sır’da papirüs üzerinde yazılan
    İncil’in bölük pörçük parçalarının da ancak üçüncü yüzyıla ait olduğu
    söyleniyor. İnciller’in Yeni Ahd’i oluşturan bö­lümleri Yunancadan Lâtinceye
    nasıl, ne zaman ve kimin tarafından çevril­diği hâlâ açıklık kazanmamıştır.
    Dördüncü yüzyılda Papa’nm emriyle bu İnciller gözden geçirildi ve daha sora on
    altıncı yüzyılda gözden geçirilen lâtince nüshaları bir yana bırakılıp, Yunanca
    nüshalarından tekrar Lâtince’ye çevrildiler. Muteber ve meşru sayılan dört İncil
    muhtemelen 200 yı­lında Yunancadan Süryâniceye çevrildiler, fakat bunların da en
    eski nüsha­ları dördüncü yüzyıla aittir. Beşinci yüzyıla ait olan bir yazma
    nüshası bu­lunmuşsa da bu nüshanın dördüncü yüzyılınkinden çok farklı olduğu
    göz­lenmiştir. Süryâniceden Arapçaya tercüme edilen nüshaların da en eskileri
    ancak sekizinci yüzyıla aittirler. Şurası da unutulmamalıdır ki, yaklaşık 70
    adet İncil ayrı ayrı kişiler tarafından ayrı ayrı zamanlarda kaleme alınmış, ama
    bunlardan sadece dördünün geçerli ve güvenilir olduğu kilise tarafın­dan kabul
    edilmiştir. Ne var ki, İncillerin reddi veya kabulü için ne gibi ölçüler
    kullanıldığı hiçbir kimse tarafından bilinmiyor. Bu hususta her­hangi bir kesin
    ve inandırıcı bir açıklama yapılmamıştır. Bu tür bir malze­meye dayanılarak Hz.
    Îsa’nın şahsiyeti, biyografisi ve öğretilerini örnek alabilir miyiz?

    19.1.6.
    Zerdüşt’ün Sireti ve Talimatı

    Peygamberlerin dışında diğer bütün din kurucuları ve dini
    liderlerin durumu da aynıdır. Meselâ Zerdüşt’ü ele alalım. Bu zâtın doğum tarihi
    bi­le kimse tarafından doğru dürüst bilinmiyor. Bütün bildiklerimiz,
    Zer­düşt’ün, Büyük İskender’in İran’ı fethetmesinden yaklaşık 250 yıl önce ve­ya
    M.Ö. 550’de yaşamış olmasıdır. Zerdüşt’ün kitabı “avesta”nın aslı ortada yoktur,
    ayrıca yazılmış olduğu asıl dili de artık konuşulmuyor. Dokuzun­cu asırda
    avestâ’nın bazı bölümleri 9 cilt halinde tercüme edilmiş ve açıklamaları da
    yazılmıştı. Ne var ki bunların ilk iki cildi muhafaza edilemedi ve kayboldular.
    Bu kitabın en eski nüshası artık on üçüncü asra aittir. Zer­düşt’ün kitabının
    halini gördünüz. Hayatına ve talimatına gelince bizim bildiklerimiz ancak
    şunlardan ibarettir: Zerdüşt 40 yaşında vaaz ve telkin­lerine başladı. İki yıl
    sonra İran İmparatorlarından Gustasp onun dinini kabul etti ve Zerdüştlüğü veya
    Mecusiliği İran’ın resmi dini olarak benim­sedi. Zerdüşt yaklaşık 77 yaşında
    iken öldü ve öldükten sonra hayatı ve öğretileri esrar perdesine büründü.
    Hakkında değişik efsane ve destanlar yazıldı, ama bunlardan hiçbiri onun
    şahsiyetini ve talimatın aydınlatmadı, aksine daha da karmaşık bir hale getirdi.
    Kısacası, bunların hiçbirinin tari­hi hüviyeti ve bilimsel niteliği yoktur.

    19.1.7. Budizm’in
    Durumu
                                                                                                           
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           

    Dünyanın en ünlü dinî simalarından biri de şüphesiz Buda’dır.
    Zer­düşt gibi onun da bir peygamber olma ihtimali vardır. Ancak Buda,
    arka­sından herhangi bir kitap bırakmamıştır. Buda’nın dini inanç ve
    görüşleri­ni benimseyenler de herhangi bir kitap bıraktığını iddia etmiyorlar.
    Vefa­tından ancak 100 yıl sonra hayat hikâyesi ve sözlerinin kaleme alınmasına
    dikkat edildi ve bu çalışmalar birkaç yüzyıl devam etti. Fakat, bu çalışma­ların
    sonunda hazırlandığı belirtilen ve Budizm’in başlıca dini kitapları olarak
    ortaya çıkan eserlerin herhangi bir tarihi veya ilmi değeri yoktur. Bunlarda
    Buda’nın hayatı ve talimatı hakkında herhangi bir kaynak göste­rilmemiştir.

    19.2. HZ. MUHAMMED MUSTAFA (A.S.)’NIN
    SİRET VE TÂLİMÂTI AYNEN MUHAFAZA EDİLMİŞTİR

    Sözün kısası, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın dışında, hidayet
    için diğer peygamberler ve din kurucularının siret ve talimatına müracaat
    etti­ğimizde hiçbir muteber, meşru ve mükemmel kaynakla karşılaşamıyoruz. Bütün
    bu şahsiyetlere ait olduğu bildirilen biyografi, söz ve kutsal kitapla­rın,
    şüpheli, eksik ve çelişkili tarafları olduğunu görüyoruz. Bu sebeple, ister
    istemez daha güvenilir ve sağlam bir kaynağa başvurmalıyız. Biz, is­ter istemez,
    tahrif edilmemiş güvenilir ve içinde başka insan ve grupları söz ve talimatının
    Allah’ın söz ve talimatıyla karıştırılmamış olduğu bir kitabı bırakmış olan bir
    peygamberden hidayet almalıyız. Bu peygamber, Hazreti Muhammed Mustafa
    (a.s.)’dan başkası değildir.

    19.2.1. Kur’ân-ı
    Kerim, En İyi Muhafaza Edilmiş İlâhî Kitaptır

    Hz. Muhammed (a.s.) kendisine bir kitabın nâzil olduğunu ve
    bunun İlâhî bir kitap olduğunu kesin bir ifade ile anlatmıştır. Gerçekten de bu
    ki­tabı enine boyuna incelediğimizde hiçbir değişikliğe ve tahrife uğramadı­ğını
    anlıyoruz. Bu kitapla Hz. Muhammed’in kendi sözlerine hiç yer veril­memiştir.
    Bunun tamamıyla Allah’ın kelâmı olduğuna dikkat edilmiştir. İncil’in aksine bu
    kitaba, Hz. Muhammed’in hayatı, sözleri, Arapların tari­hi ve bunun iniş
    tarihinde meydana gelen çeşitli olaylar, hikâye, masal ve­ya atasözleri de
    katiyen ilâve edilememiştir. Böylece Allah’ın temiz, nezih ve duru sözleri aynen
    muhafaza edilmiştir. Ayrıca bu kitaba giren tek bir kelime, tek bir nokta
    eksilmemiştir. Bu kitap Hz. Muhammed (a.s.) zamanında ne ise daha sonraki
    yüzyıllarda da aynı kalmıştır.

    Bu kitap, Hz. Nebî-yi Kerîm’e inmeye başladığı zamandan beri her
    cümlesi ve her kelimesinin kayda geçirilmesine dikkat edilmiştir. Pey­gamber
    efendimiz (a.s.)’e vahiy gelir gelmez kâtipler çağırılır ve vahyolu­nan kelâm
    derhal kâğıda dökülürdü. Bu işe bizzat Hz. Peygamber (a.s.) nezaret ederdi.
    Vahyolunan ayet veya sûre yazıldıktan sonra onları dikkat­le okutur ve dinlerdi.
    Daha sonra iyi bir yerde muhafaza ederdi. Ayrıca, Hz. Peygamber (a.s.) her
    vahiyden sonra kâtibine, hangi sûre ve hangi ayetten sonra ya da önce
    yerleştirmesi gerektiği de söylerdi. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim vahyolundukça, Hz.
    Peygamber bunu toplama ve düzenle­me işini de yapıyordu. Vahiyler sona erince de
    mükemmel bir kitap ortaya çıkmış oldu.

    İslam’ın başlamasından beri; namazlarda, Kur’ân-ı Kerim’in
    ayetleri­nin okunması emredilmişti. Böylece, vahiyler geldikçe sahabeler
    bunların hepsini ezberlemeyi âdet haline getirmişlerdi. Sahabelerin pek çoğu
    bütün Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmişlerdi. Diğerleri de pek çok bölümlerini iyi
    bili­yorlardı. Okuma yazmayı bilen sahabelerden bazısı ise kendi istifadeleri
    için bütün sûre ve ayetleri bir yere yazmışlardı. Kısacası, Kur’ân-ı Kerim, taa
    Hz. Muhammed (a.s.)’in sağlığında dört yoldan kesin bir biçimde mu­hafaza
    edilmeye çalışılmıştı:

    1) Hz. Peygamber (a.s.) kendisi Kur’ân-ı Kerim’in tamamını
    kâtip­lerine yazdırmıştı.

    2) Sahabelerin pek çoğu, bütün Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemişlerdi.

    3) Sahabeler, namazlarında Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerini okumakla
    mükellef oldukları için, bu ilâhi kitabın önemli bir bölümünü ezberlemiş­lerdi.
    Sahabelerin sayısı da küçümsenecek cinsten değildi. Nitekim, Hz. Rasûl-ü Ekrem
    (a.s.)’in son haccına 140 bin sahabe katılmışlardı. Bunların hepsinin Kur’ân-ı
    Kerim’in şu ya da bu ayetlerini bildiği ve hıfzettiği dü­şünülmelidir.

    4) Okuma yazma bilen sahabelerin önemli bir bölümü kendi
    kendine, Kur’ân-ı Kerim’i buldukları malzemelere yazmış ve doğru yazıp
    yazma­dıklarını Hz. Peygamber (a.s.)’e kontrol ettirmişlerdi.

    Binanealeyh, bugün her müslümanın evinde bulunan Kur’ân-ı
    Ke­rim’in, kelimesi kelimesiyle, Rasûlullah (a.s.)’a inmiş olan Kur’ân’ın aynısı
    olduğuna en ufak bir şüphe yoktur. Hazreti Peygamber’in vefatından sonra ilk
    halife Hz. Ebû Bekr, bütün ezberlemiş ve yazılmış metinlere dayana­rak Kur’ân-ı
    Kerim’i bir kitap haline getirdi. Hz. Osman (r.a.) devrinde ha­zırlanan resmî
    metnin kopyaları İslâm dünyasının bütün merkezlerine gönderildi. Bu kopyaların
    ikisi hâlâ muhafaza edilmektedir. Bunlardan bi­ri İstanbul’da ve ikincisi
    Taşkent’te bulunuyor. Canı isteyen, elindeki mat­bu nüshasıyla bu kopyaları
    karşılaştırabilir, en ufak bir fark göremeye­cektir. Fark olmasına imkân da
    yoktur, çünkü Hz. Peygamber (a.s.)’in ya­şadığı devirden başlayarak çağımıza
    kadar milyonlarca hâfız Kur’ân-ı Ke­rim’i baştan sonuna kadar sinelerinde
    muhafaza etmişlerdir. Kur’ân-ı Ke­rim’i okurken en ufak bir değişiklik yapıldığı
    veya hata işlendiği takdirde hafızlar derhal müdahale ederek doğrusunu
    söyleyebilirler. Geçen yüzyı­lın sonlarına doğru, Batı Almanya’nın Münih
    Üniversitesi’ne bağlı bir Enstitü, İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden toplam
    42 bin yazma ve matbu nüshasını toplamıştı. Bu nüshalar üzerinde 50 yıl
    araştırma ve ince­lemeler yapıldı ve sonunda hazırlanan raporda bu nüshalarda
    kitabet (ya­zı), dizgi ve baskı hatalarından başka herhangi bir yanlışlık
    bulunmadığı sonucuna varıldığı açıklandı. Halbuki araştırmaya konu olan nüshalar
    ara­sında hicrî birinci yüzyıldan hicrî on dördüncü yüzyıla ait her türlü
    nüsha­lar vardı. Maalesef, bu değerli çalışmanın yapıldığı enstitü, İkinci Dünya
    Savaşında Müttefik kuvvetlerinin yaptığı bombardımanlar sırasında yerle bir
    oldu, ama her türlü takdire lâyık olan bu çalışmanın sonuçlan hâlâ dünyanın
    gözlerinin önündedir.

    Kur’ân-ı Kerim ile ilgili bir noktaya daha işaret etmeliyiz.
    Kur’ân-ı Kerim’in dili yaşayan bir dildir. Bugün Irak’tan Fas’a kadar 120
    milyondan fazla insanın ana dilidir ve Arap dünyasının dışında da yüz binlerce
    ve milyonlarca insan bu dili bilmektedirler. Arapça grameri, lugatı, kelime
    haznesi, kelimelerin telaffuzu ile ilgili kuralları, deyimleri ve atasözleri
    geçen 1400 yıldan beri aynen muhafaza ediliyor. Arapçayı bilen herkes, 1400 yıl
    önce Arapların Kur’ân-ı Kerim’i okuyup anladığı gibi bugün de okuyup
    anlayabilir.

    İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)
    bütün peygamber ve din kurucuları ile dinî liderler arasında en yüksek mevkiye
    sahiptir. Cenab-ı Allah tarafından insan ırkının hidayeti için, Hz. Peygam­bere
    (a.s.) indirilen Mukaddes Kitap asıl dili ve şekliyle hâlâ muhafaza
    edilmektedir.

    19.2.2. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in Sireti ve Sünnetinin Güvenirliliği

    Şimdi meselenin ikinci noktasına dikkat edelim, ki bu açıdan da
    Rasûlullah (s.a.) diğer lider, peygamber ve din kurucularından daha üstün­dür.
    Nasıl ki Hz. Peygamber’e inen kitabullah Mu’cizevi şekilde muhafaza edilmişse,
    onun sireti ve sünneti de aynı itina ve ihtimamla muhafaza edilmiştir. Hz.
    Peygamber’in doğumundan, verdiği son nefesine kadar kendi­sini görmüş,
    yaşantısını izlemiş, sözlerini dinlemiş, nutuklarını duymuş, herhangi bir şey
    için verdiği emri işitmiş ya da herhangi bir şeyden men’ettiğine kulak vermiş
    olan çok sayıdaki insan, her şeyi hatırlamış not etmiş ve daha sonraki kuşaklara
    aktarmışlardır. Bazı araştırmacı ve bilgin­lerin tahminlerine göre bu gibi
    insanların sayısı 100 bine yakındı. Bunlar kendi gözleriyle gördüklerini ve
    kulaklarıyla duyduklarını kendilerinden sonraki nesillere iletmişlerdir.
    Rasûlullah (a.s.) bazen emir ve buyrukları­nı yazdırmak suretiyle çeşitli
    yerlere göndermişti ki, bunlar da sonraki ne­siller tarafından muhafaza
    edilmiştir. Sahabelerden en az 6’sı, yazdıkları hadisleri Hz. Peygamber’e (a.s.)
    kontrol ettirmişlerdi. Bu yazılı hadisler de muhaddisler ve araştırmacılar
    tarafından kullanıldı. Rasûlullah (a.s.)’ın ve­fatından sonra en az 50 sahabe Hz.
    Peygamber’in özgeçmişi, yaşantısı, sözleri ve emirlerini kâğıda döktüler. Bunlar
    da muhaddis, müfessir ve fa­kihler tarafından bol bol kullanıldı. Buna ilâveten,
    Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı ve talimatını şifahen muhaddislere anlatan
    sahabelerin sa­yısı biraz önce işaret ettiğimiz gibi, 100 bini buluyordu. Bu
    öyle şaşılacak bir şey değildir, çünkü Haccet’ul Vedâ’da. 140 bin sahabe hazır
    bulun­muştu. Bu kadar çok sayıda insan Rasûlullah (a.s.)’ı Hac yaparken gördü,
    haccın nasıl yapılacağını öğrendi ve son hutbesini dinlediler. Bu kadar
    ka­labalık bir insan topluluğunun hacdan sonra dağılınca, hacılar
    memleket­lerine dönüp akraba, dost, ahbab ve diğer yakınlarına hac yolculuğu ve
    haccın vecibeleri hakkında bilgi vermedikleri düşünülemez. Sadece bu tek bir
    olaydan, Hz. Muhammed (a.s.) gibi büyük bir şahsiyeti görmüş, onun­la beraber
    müşrikler ve kâfirlerle mücadele etmiş ve hayatının çeşitli mer­halelerinde
    kendisiyle haşir neşir olanlardan gerek Arabistan’da gerekse diğer ülkelerde
    insanların ne büyük bir merakla Rasûlullah (a.s.)’ın şahsi­yeti, sözleri ve
    emirleri hakkında bilgi almak istediklerini tahmin edebi­liriz.

    Sahabelerden daha sonraki nesillere ulaşan hadisler hakkında son
    de­rece titiz bir çalışma yapıldı. Rasûl-ü Ekrem (a.s.) ile ilgili herhangi bir
    hadisi rivâyet eden kişi ilk önce süzgeçten geçirilirdi, onun kişiliği ve
    ka­rakteri incelenir ve doğru söyleyip söylemediği araştırılırdı. Böyle bir
    ki­şi, rivâyet ettiği hadisin bütün kaynaklarını bir zincir şeklinde vermek
    zo­rundaydı. Hz. Peygamber’e kadar uzanan bu zincirde herhangi bir kopuk­luk
    olmadığına dikkat edilirdi. Zincirin herhangi bir halkasının kaybolma­sı halinde
    hadise itibar edilemezdi. Halkalar yerli yerinde olsa dahi, arada bir râvi
    şüpheli veya güvenilmez görüldüğü takdirde de bu hadis nazar-ı itibara
    alınmazdı. Bu noktaya biraz dikkat edecek olursanız, dünyada hiç­bir insanın
    hayatı ve eserleri konusunda böylesine itina ve ihtimam göste­rilmediğine karar
    verirsiniz. Dünyada sadece Hz. Peygamber (a.s.), kendi­siyle ilgili herhangi bir
    şeyin söz konusu olduğu zaman o şeyin sayısız süzgeç ve kontrolden geçtiği
    şerefine nail olmuştur. Bir rivâyet veya hadi­si anlatan tek bir kişi değil
    birçok kişi süzgeçten geçmiş ve Hz. Peygam­ber (a.s.)’e kadar dayanan rivâyet
    zincirinde her halkanın sağlam olmasına dikkat edilmiştir. Başka bir deyimle,
    bir hadisin bütün râvilerinin doğru ve güvenilir olması araştırılmıştır. Bu
    maksatla râvilerin özgeçmişi ve ki­şilik ile karakterleri didik didik edilmiş,
    bu hususta ciltler dolusu kitaplar kaleme alınmıştır. Bu kitaplarda hangi
    râvinin ne ölçüde güvenilir olduğu­na hüküm verilmiştir. Bu kitaplarda ve
    biyografilerde hangi râvinin ne gi­bi bir karaktere sahip olduğu, aklı ve
    zekâsının nasıl olduğu, hafızasının yerinde olup olmadığı, olayları anlatma ve
    aktarma kabiliyetinin nasıl ol­duğu, kimlerden bu rivâyeti duyduğu, ne gibi
    arkadaşları olduğu, fikir ve inançları ne olduğu, gösterdiği kaynakların doğru
    olup olmadığı, yalan söyleyip söylemediği, bir ard niyeti olup olmadığı, bir
    şeyi uydurup uy­durmadığı etraflıca anlatılmıştır. İşte bu çalışmalar
    sayesindedir ki, mute­ber ve güvenilir hadislerin büyük bir hazinesi toplanmış
    oldu ve bunlar­dan hangisinin inanılır, güvenilir ve zayıf olduğunu bugün
    rahatlıkla söy­leyebiliriz, insanlık tarihinde, hayatı ve talimatının bu kadar
    sağlam ve güvenilir şekilde nesilden nesile aktarılmış olan başka bir şahsiyet
    var mı­dır? Tarihte bir şahsiyetin sireti ve eserleri hakkında herhangi bir
    rivayette bulunan binlerce kişinin hayat ve karakterleri hakkında ciltler dolusu
    ki­tapların yazıldığının başka bir misali var mıdır? Çağımızda Hıristiyan,
    Yahudi şarkiyatçı ve alimleri, hadislerin sağlıklı olmadığını ispatlamak
    gaye­siyle bütün yollara başvuruyorlar, zira onların dini kitapları ve
    peygam­berlerinin hayat ve eserleri hakkında güvenilir herhangi bir kaynaklan
    yoktur. Kin, nefret, taassup ve kıskançlık sebebiyle bu sözde âlimler, İslam,
    Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber (a.s.) üzerine araştırma ve ilmî çalışmalar
    yaparken, bu hususta dikkat edilmesi gereken en basit kurallara bile riayet
    etmiyorlar.

    19.2.3.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Hayatının Her Yönü Bilinmektedir

    : Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in sireti sadece son derece
    güvenilir olması ba­kımından dikkate değer değildir, bunun çok ayrıntılı ve çok
    yönlü olması da takdire şayandır. Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatının her safhası
    ve sireti­nin her yönü, en küçük ayrıntılarına kadar bize intikal etmiştir. Bu
    bakımdan, tarihin başka bir şahsiyetinin hayatının bu kadar detay ile kayda
    geçi­rildiğine tanık olamıyoruz. Hazreti Peygamber (a.s.)’in ailesi nasıldı?
    Nü­büvvet’ten önceki hayatı ve yaşantısı nasıldı? Nübüvveti nasıl elde etti?
    Kendisine vahiyler nasıl inerdi? İnsanları İslâmiyete nasıl davet etti?
    Mu­halifleri ve düşmanlarıyla nasıl başa çıktı? Çevresindeki sadık ve fedakâr
    sahabelerini nasıl yetiştirdi, nasıl eğitti? Kendi evinde nasıl bir insandı?
    Karısı ve çocuklarına nasıl davranırdı? Dostları ile düşmanlarına karşı tu­tumu
    nasıldı. Onlara nasıl davranırdı? Kendi ahlâkı nasıldı? Başkalarına ne gibi bir
    ahlâk öğretti? Hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin kötü olduğunu söyledi?
    Hangisine izin verdi, hangisini yasakladı? Bunların hepsi en kü­çük
    ayrıntılarına kadar hadis ve siret ile ilgili kitaplarda yer almışlardır.
    Rasûlullah (a.s.) bir peygamber ve dini lider olmasının yanı sıra askeri bir
    kumandandı. Komutasında cereyan eden bütün savaşlar ayrıntılı olarak ta­rih
    sayfalarına geçmişlerdir. Hz. Peygamber (a.s.) ayrıca bir devlet başka­nıydı ve
    kurduğu devlet ile hükümetin bütün tafsilatını da kitaplarda bula­biliri; .
    Rasûlullah (a.s.) bir hâkim ve yargıçtı da baktığı davalar ile verdiği
    kararların bütün teferruatları kitaplarda vardır. Rasûlullah (a.s.) bir
    müfet­tiş gibi çarşı, pazar ve sokaklara da çıkardı, yapılan alışverişi izlerdi,
    yan­lış gördüğü şeyleri yasaklardı ve insanların bunlardan sakınmalarını
    ister­di, doğru gördüğü şeyleri tasvip ve teşvik ederdi.

    Kısacası, yaşadığı hayatın hiçbir yönü bizden gizli ve saklı
    değildir.

    Bütün bu sebeplerden dolayıdır ki, biz herhangi bir taassup,
    tarafgir­lik ve tutarsızlıkla hareket etmeden gayet ölçülü, objektif ve bilimsel
    açı­dan bütün liderler, din kurucuları ve peygamberler arasında bütün
    insanlı­ğın örnek alabileceği tek şahsiyetin Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    ol­duğunu söylüyoruz. Hz. Muhammed’in insanlara sunduğu Kitabullah asıl şekliyle
    muhafaza edilmiştir ve sireti, insanların doğru yolu bulmaları için gerekli
    olabilecek bütün ayrıntılarıyla ve güvenilir kaynaklardan bize ulaşmıştır.

    Şimdi gelin, Siret-i Muhammediyye’nin bize ne gibi bir mesaj
    verdi­ğini ve bize nasıl doğru yolu gösterdiğini görelim.

    19.2.4.
    Rasûlullah (a.s.)’ın Mesajı Bütün İnsanlara Yöneliktir

    Hz. Muhammed (a.s.)’in mesajının ilk dikkat çekici yanı, her
    türlü renk, ırk, dil ve vatan ayrımını bir kenara itip, insanları sadece
    İnsanlar olarak kabul etmesidir. Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği din ve inanç
    sis- • temi bu hususta bazı altın usuller vermektedirler, ki bunlar insanlığın
    re­fah ve saadetini teminat altına almaktadırlar. Bu usulleri kabul edenler

    müslüman oluyor ve evrensel İslâm ümmetinin bir ferdi haline
    geliyor. Onlar ister siyah, ister beyaz olsun, ister Doğulu ister Batılı olsun,
    ister Arap ister Acem olsunlar, hepsi aynı camiada yer alıyorlar. Bir insan
    ne­rede olursa olsun, hangi millete, ırka veya toprağa bağlı olursa olsun,
    han­gi dili konuşuyorsa konuşsun, derisinin rengi ne olursa olsun, mutlaka
    Rasûlullah (a.s.)’ın muhatabıdır ve yaptığı davetini kabul ediyorsa, her
    ba­kımdan eşit şartlarla müslüman toplumun bir üyesi haline geliyor. İs­lâm’da
    kast sistemi yoktur, İslâm’da küçük, büyük farkı, ırk ve sınıf ayrı­mı, milli ve
    kültürel üstünlük ve coğrafi, ırkî imtiyaz yoktur. İnanç birliği sağlandıktan
    sonra İnsanlar ile İnsanlar arasında fark gözeten bir kişinin veya grubun Ümmeti
    Muhammediye’de bir yeri yoktur.

    19.2.5. Renk ve
    Irk Ayrımına İndirilen Darbe

    Dikkat ederseniz, bunun, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla
    insanlığa gelen en büyük nimetlerden biri olduğunu anlarsınız. Gerçekten,
    insanlara ve insanlığa en büyük zarar, İnsanlar arasında imtiyaz ve farklardan
    gel­miştir. İnsan bazı memleketlerde pis ve iğrenç ilân edilmiş ve hayvan
    mu­amelesi görmüştür. Hindistan’da kitlelerin haklarını gaspeden Brahmanlar işte
    bunu yapmışlardır. Bazı memleketlerde ve kıtalarda, meselâ Ameri­ka’da ve
    Avustralya’da insanların kitleler halinde öldürülmesi ve soyları­nın ortadan
    kaldırılması fazilet sayılmıştır. Çünkü yabancı istilâcıların yerleşmeleri için
    yeni topraklara ihtiyaç duyulmuştur, İnsanlar bazen ya­kalanıp köle edilmiş ve
    hayvan gibi çalıştırılmışlardır, zira onların kusuru Afrika kıtasında doğmuş
    olmalarıdır. Kısacası, milliyet, ırk, vatan, renk, dil ve kültür ayırımları ta
    eski çağlardan beri insanlığın kanayan yarası olmuş, birçok fitne ve fesâda
    hatla büyük felâketlere yol açmışlardır. Sırf bunlar yüzünden bir ülke başka bir
    ülkeye saldırmış, bir millet başka bir millete tecavüz etmiş ve bazen nesiller
    ve ırklar ortadan kaldırılmıştır. Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği mesaj bu tür
    suni farklılıklar ile ayırımlara ağır darbe indirmiş ve İnsanlar arasında
    birlik, beraberlik, sevgi ve kardeş­lik şuurunu yaratmıştır. Gerçek şu ki,
    İslâmiyet’in birlik, eşitlik ve barış mesajı düşmanları tarafından bile teslim
    ediliyor.

    Amerika Birleşik Devletleri’nde zencilerin lideri Malcolm-X bir
    za­manlarda siyah ırkçı hareketinin önde gelen simalarından biriydi. Ama
    İslâmiyeti kabul edip hacca gidince ırkçı görüşünde 180 derecelik bir
    de­ğişiklik oldu. Malcolm-X Ka’be’de Doğu ile Batı ve Kuzey ile Güney’den her
    renk, her ırk, her millet ve dili konuşan insanların aynı tip elbise giyip, tek
    ağızla “Lebbeyk Lebbeyk…” diyerek Allah’ın evini tavaf ettiklerini ve  aynı
    imamın arkasında tek vücut olarak namaz kıldıklarını görünce ırk ayrımının en
    iyi tedavisinin İslam’da bulunduğunu haykırmaktan kendini alamadı. Bu lideri,
    beyaz ırkçı Amerikalılar pusu kurarak öldürdüler, ama onun yayımlanmış olan
    anılarını okuyarak, hacc’dan ne kadar çok etkilen­diğini görebilirsiniz.

    Hac, İslâmiyet’in vecibe ve ibadetlerinden sadece birisidir.
    Eğer bir kişi tarafsız ve objektif bir biçimde İslâmiyeti incelerse, hiçbir
    talimatının falanca millet veya ırkın lehinde olduğunu söyleyemez. Hakikatte,
    İslam dininin tümü evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bu tek bir grup, zümre,
    mil­let ve topluluğun dini değil, bütün insanlığın dinidir ve bu husus fiilen
    is­patlanmıştır. İslâmiyet’i kabul eden bir şahıs derhal İslam kardeşliğinin bir
    ferdi oluveriyor. İslâmiyetin amacı ve hedefi evrensel İslam kardeşliğini
    kurmaktır ve bu hedefe doğru adım adım ilerlemektedir. Müslümanlar, gayri müslim
    olanlara bile, beyazların siyahilere reva gördüğü muamele­yi, emperyalist
    kuvvetlerin mazlum milletlere yaptıkları kötülükleri yap­maz, komünist
    rejimlerin komünist olmayanları çizmelerinin altına aldık­ları gibi almaz ve
    bizzat ülke içindeki muhaliflerine yaptıkları zulmü yap­maz.

    Bundan sonra sanırız, sıra, Hazreti Peygamber’in, insanlığın
    refahı için getirdiği kaide ve kuralların anlatılmasına gelmiştir.

    19.2.6. Allah’ın
    Tek Oluşunun Geniş Anlamı

    Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği kaide ve kurallarının başında
    Tev­hid, yani Allah’ın tek oluşunu kabul etmek gelir. Aslında Tevhid geniş bir
    kavramdır ve bu sadece, Allah’ın varolduğu ve tek olduğu anlamında de­ğildir.
    Aksine, bu kavrama göre kainat’ın tek ve rakipsiz yaratıcısı, sahibi,
    planlayıcısı ve hükümdarı, Allahu Teâlâ’dır. Bütün kâinat’ta tam manasıy­la
    hâkim ve muktedir olan başka bir güç yoktur. Başka bir güç insanlara emir verme
    veya bazı şeylerini yasaklama hakkına sahip değildir. Başka herhangi bir zât
    helâl ve haram konusunda son sözünü söyleyemez. Zaten bu gibi hak ve yetkiler
    ancak Yaradan ve Mâlik’in olabilir. Ancak böyle bir varlık kulları için kendi
    yarattığı evrende bazı şeylere izin verebilir ve bazı şeyleri yasaklayabilir.
    İslâm diyor ki kullar Allah’ı her bakımdan, her şeyden büyük ve her bakımdan
    üstün olarak kabul etmelidirler. İnsanlar, Tek Allah’tan başka kimsenin kulları
    değillerdir ve O’nun emrinin dışında onlara başka kimse hükmedemez. İnsanlar,
    Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmemeli ve kimseye hizmet etmemelidirler.
    Hayat ve memâtın sahibinin sadece Allah olduğu düşünülmelidir. Cenâb-ı Allah
    istediği ân bizi öldürebilir ve istediği ân bizi tekrar yaşatabilir. Eğer Allah
    birini öl­dürmek istiyorsa onu kimse kurtaramaz ve Allah yaşatmak istiyorsa onu
    kimse öldüremez. İşte, İslam’ın Allah kavramı budur.

    Bu kavrama bağlı olarak yerden göklere kadar her şeyin Allah’a
    tabi olduğunu belirtmeliyiz. Bu dünyada ve evrende Allah’ın bir eseri olarak
    bulunmakta olan insan da ancak Allah’a tabi olarak yaşayabilir. Eğer in­san
    isyan eder, özerk olmak ister veya Allah’tan başka kimselere itaat ederse onun
    bu hareketi bütün kâinat nizamına ters düşecektir. Başka bir deyimle, bütün
    kainat Allah’ın emrine bağlıdır, bu bir emrivakidir ve bun­dan kurtuluş yoktur.
    Şimdi biz diğer mahluk ve nesnelerin aksine Allah’a tabi olmazsak, ona itaat
    etmezsek, bizim tamamıyla ters yönde olduğu­muz muhakkaktır. Güya iki araç ters
    yönde gitmektedir. Evren’in yönü başkadır ve bizim istikametimiz başkadır. Böyle
    bir durumda çatışma ka­çınılmazdır ve yanlış tutumumuzda ısrar ettiğimiz
    müddetçe bu çatışma devam etmekte ve büyümektedir.

    Bu konuya başka bir açıdan yaklaşalım. Yukarıda belirttiğimiz
    kavra­ma göre insan için en doğru hayat tarzı, Allah’a itaat etmesidir. Çünkü o
    bir mahlûk ve Allah onun Hâlık’ıdır. Zaten mahlûk olduğu için hem muh­tar veya
    özerk olması yanlıştır, hem de kendi Halik’inden başkasına kul­luk etmesi hatalı
    bir tutumdur. Bu iki yoldan hangisini seçerse hakikat ile çatışmış olacaktır. Bu
    çatışmada zarar yine çatışanındır, hakikate bir şey olmaz.

    19.2.7. Allah’a
    Kulluğa Dâvet

    Rasûlullah (a.s.) insanları bu çatışmadan kaçınmaya davet ediyor
    ve diyor ki eğer insan rahat, huzur ve saadet istiyorsa, o zaman hayatının
    ka­nununu da evrenin kanununa göre düzenlemelidir. İnsan kendi başına ka­nun
    çıkaramaz ve Allah’ın hâkimiyeti de başkalarına kanun çıkarma ve uygulama hakkı
    vermez. Hak olan kanun sadece Allah’ındır, diğer bütün kanunlar
    batıldır.                                                                                                                                                                                                        
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

    19.2.8.
    Peygamber’e İtaate Davet
                                    
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

    Bu noktaya gelince, Rasûlullah’ın vaaz, telkin, mesaj ve
    dâvetinin ikinci noktasına gelmiş oluyoruz. Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin
    Al­lah’ın rasûlü olduğunu açıkça ilân etmiştir. Hz. Muhammed (a.s.) bütün
    insanlığın hidayeti için ilâhi kanunun kendi vasıtasıyla dünyaya
    gönderil­diğini, kendisinin de bu kanuna bağlı olduğunu, bu kanunda hiçbir
    değişiklik yapma hak ve yetkisine sahip bulunmadığını ve yeni bir kanun veya
    kural yaratma durumunda olmadığını, bu ilâhi kanunun tümünün Kur’ân-ı Kerim
    olduğunu, kendi sünnetinin de bu kitaba göre tatbike lâyık olduğu­nu, her şeyini
    Allah’ın emri ve iradesine göre yaptığını, Allah’ın kanununa ilk boyun eğenin
    kendisi olduğunu, daha sonra bütün insanları bu kanuna uymaya çağırdığını ve
    diğer bütün kanunların rafa kaldırılması gerektiğini haykırarak söylemiştir.

    19.2.9. Allah’tan
    Sonra İtaate Lâyık Olan, Allah’ın Peygamberidir

    Kimse, Rasûlullah (a.s.)’ın bizzat kendi söz ve fiillerinin
    mecmuası olan sünnetine itaat etmesinin imkânsız olduğunu düşünmesin. Gerçek
    durumu şuydu: Nasıl ki Kur’ân-ı Kerim, Allah tarafından gelmişti, Hz. Muhammed
    (a.s.) Allah tarafında gelen bir peygamberdi ve bir peygam­ber olarak hangi
    şeylere izin veriyor ve hangi şeyleri yasaklıyorduysa, bunların hepsi Allah’ın
    emriyle oluyordu. İşte bunun adı Rasûlün sünneti­dir ve diğer iman sahipleri
    gibi Hazreti Peygamber (a.s.) de bu sünnete veya Allah’ın kanununa uyardı.
    Meselâ, sahabelerin falanca emir veya ya­sağın kendisi tarafından mı yoksa Allah
    tarafından mı olduğunu sordukla­rı ve Hz. Muhammed (a.s.) bu sorulara cevap
    verdiği zaman iyice vuzuha kavuşurdu. Hz. Peygamber (a.s.), duruma göre hangi
    emir ve buyrukların Allah’tan ve hangi görüş ve tavsiyelerin kendisinden
    geldiğini açıklardı. Bazı konularda sadece Hz. Peygamber (a.s.)’in şahsi görüşü
    söz konusu olunca sahabeler buna karşı fikir serdedebiliyorlardı. Bazen bizzat
    Hz, Peygamber (a.s.) bazı sahabelerin fikir ve tavsiyelerini kabul ederdi. Bu
    danışma ve müşaveret zaten mevzubahis meselenin Allah’ın emriyle ol­madığı
    intiba’ını uyandırdı. Zira, Allah’ın bir emri söz konusu olunca da­nışmaya ve
    müşaverete yer kalmazdı. Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in hayatında müşavere belli bir
    unsur olarak ortaya çıkıyor. Hatta sahabelerin ifadeleri­ne göre, Hz. Peygamber
    gibi başkalarına her konuda danışan ve karşı fi­kirlere saygı gösteren başka bir
    kimse yoktu. Bir konuda Allah’ın herhan­gi bir emri olmadığı durumlarda
    çevredekilere danışmakta Rasûlullah (a.s.)’ın önemli bir sünneti ve ananesiydi.
    Halbuki, maddi ve manevî her bakımdan ülkesinin en güçlü hükümdarı ve lideriydi.
    Hazreti Peygamber (a.s.) arkadaşlarının ve diğer müslümanların aralarında da
    müşavere etme­lerini teşvik etti. İslâm toplumunu veya yönetiminin temelini
    oluşturan “Şûra” geleneğini başlatan kendisiydi. Kısacası, Hz. Peygamber
    insanlara, Allah’ın emri söz konusu olunca ona itirazsız itaat edilmesini,
    Allah’ın emri söz konusu olmayınca da kendi fikirlerini hiçbir kimseden
    korkma­dan ve yılmadan söylemelerini öğretti.

    19.2.10. Gerçek
    Özgürlük Yasası

    Bu öylesine büyük ve geniş kapsamlı özgürlük yasasıdır ki Hak
    di­ninden başka hiçbir düşünce sistemi bunu insanlığa getirmemiştir. İslam,
    insanların sadece Allah’a kul ve köle olduklarım, başka hiçbir kimseye, hatta
    Allah’ın peygamberlerine bile köle olmamalarını öğretmiştir. İslâm, insanları
    bir Tek Allah’a kul yapmak suretiyle insanın, inşam sömürmesi­ne, köle etmesine
    ebediyen son vermiştir.

    Bununla beraber, İslâm’ın getirdiği mesaj insanlara büyük bir
    nimet daha ihsan etmiştir. İslam, ilahi kanunun üstünlüğünü açık bir şekilde
    dile getirmiştir. Bu kanunun tahrif edilmesi, değiştirilmesi ve yaz-boz tahtası
    haline getirilmesine hiçbir imkân yoktur. Dünyanın en güçlü hükümdarı, lideri ve
    diktatörü bunun bir tek virgülünü bile değiştirme hak ve yetkisi­ne sahip
    değildir. Dünyanın hiçbir yasama meclisi de bu hususta hiçbir şey yapamaz. Bu
    kanun, insanlığa hayır ve şerrin daimi değerini vermiştir ve kim ne kadar olursa
    olsun, hayrı şerre ve şerri hayıra çeviremez.

    19.2.11. Allah’a
    Hesap Verme Kavramı

    Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın kullara öğrettiği üçüncü önemli
    nokta, her insanın Allah’a hesap verme durumunda olmasıdır. Hz. Mu­hammed
    (a.s.)’in talimatına göre dünya bir çiftlik ve insan bunun içinde ipini koparmış
    bir öküz değildir ki, istediği yerde otlasın ve kimse onun ensesinden tutup ne
    yaptığını sormasın. Aksine, insan her söz, her fiil ve her adımı için kendi
    Yaradanına cevap vermek durumundadır. Hayatı bo­yunca dünyada ne yaptığının
    raporunu kendisine sunmakla mükelleftir. İnsan dünyadaki hayatı sona erdikten
    sonra tekrar dirilecek ve mahşerde Rabbine her şeyin hesabım vermek zorunda
    kalacaktır.

    Dikkat edilirse, bu kavram ve kural kendisinde müthiş bir ahlâki
    ve manevî kuvvet taşımaktadır ve bu inanç bir defa insanın kafasına iyice
    yerleştiği takdirde, bütün söz ve hareketleri kontrol eden bir bekçinin, pe­şine
    takılmış olduğunu hisseder. Bu bekçi, insanın her yaptığını bir yere kaydeder ve
    attığı her yanlış adımın düzelmesi için kendisini ikaz eder. Yaşamakta olduğu
    ülkenin hükümeti ve polisi olsun veya olmasın, onun kendi vücudunda bir müfettiş
    ve komiser her zaman vardır. Bu sebeple en yalnız olduğu, ücra köşede ve
    karanlıkta bulunduğu sırada bile Allah’a itaatsizlik etmeye cesaret edemez.
    Hakikatte, insanın ahlâkının düzelmesi ve sağlam bir karaktere sahip olması için
    bundan daha güçlü, etkin ve sürükleyici bir vasıta olamaz. Bu vasıtanın dışında
    diğer bütün vasıtalar iyi­liğin fayda ve kötülüğün zararlı olduğunu anlatmaktan
    öteye gitmez. Doğ­ruluğun en iyi yol olduğu (Honesty is the best policy)
    Batı’nın genel bir kuralıdır. Fakat bu kural kötülüğe ve ahlâksızlığa da
    açıktır. Şöyle ki, na­mussuzluk ve ahlâksızlıktan maddi bir zarar gelmiyorsa, bu
    da iyi bir yol sayılıyor. Bu tutumun tabii bir neticesi olarak, bireysel yaşantı
    ve ilişkiler bakımından örnek ahlâka sahip olanlar bile ulusal ve toplumsal
    davranış­larında birer sahtekâr, yalancı, hırsız, zâlim, diktatör ve canavar
    olabili­yorlar. Bu tip insanların bazısı bireysel tutum ve davranışlarında da
    iki yüzlü bir politika izliyorlar. Yani bazı konularda melek ve bazı konularda
    şeytan gibi hareket ediyorlar. Meselâ bazıları kendi ticaret, iş ve
    muame­lelerinde son derece nazik, kibar ve dürüst olabiliyor, ama özel
    yaşantı­larında kumarbaz, sarhoş, kadınlara düşkün ve gece hayatına alışık
    ola­biliyorlar. Zaten Batılılar hayatın iki yanı olduğunu, resmi görev veya
    hüviyetin başka, özel ve ailevi yaşantının başka olduğunu ileri sürüyor­lar.
    Özel yaşantıyla ilgili herhangi bir davranış veya harekete itiraz edildi­ğinde,
    her zaman cevap hazırdır: “Kimsenin özel yaşantısına dokunulma­malıdır”. Bunun
    tam aksine, âhirete inanan müslümanlar, kötülüğün her zaman kötü olduğunu
    belirtiyorlar. Kötülük dünyada zararlı da olsa, za­rarsız da olsa, kötülüktür ve
    bundan sakınılmalıdır. Bir gün mutlaka Allah’a hesap vereceğini düşünen bir
    kişi, hayatını kamu ve özel diye ikiye ayıramaz. Doğruluğu ve namusluluğu
    seçiyorsa, bunu sadece en iyi yol ve tutum olduğu inancıyla yapmıyor. Bilâkis
    onun tabiatında ve hu­yunda doğruluk ve dürüstlük vardır. Bir mü’min,
    namussuzluğun ve ah­lâksızlığın faydalı olabileceği için kabul edilmesi
    gerektiğini bir an bile savunamaz, hatta düşünemez. Akide ve inancına göre,
    ahlâksızlık ve na­mussuzluk yaptığı zaman kendisi hayvanlardan da beter
    olacaktır. Şu aye­te bakın:

    “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık ve daha sonra onu
    bütün al­çaklardan beter hâle getirdik”. (Tin Sûresi)

    Demek ki, Rasûlullah (a.s.)’in önderliğinde İnsanlar sadece
    daimî ah­lâkî değişmez bir kanun elde etmişlerdir, aynı zamanda bireysel ve
    top­lumsal ahlâk ve karakter için hiçbir zaman sarsılmayacak bir temele de
    kavuşmuşlardır. Bu ahlâk nizamı ve dürüstlük anlayışı öylesine köklü ve
    sağlamdır ki, bunun işlemesi ve gerçekleşmesi için harici bir güç ve
    orga­nizasyona gerek yoktur.

    19.2.12. 
    Ruhbanlık Yerine Dünya NimetlerindenDürüst Bir Şekilde Yararlanma

    Rasûlullah (a.s.)’ın mesaj ve talimatının başka önemli bir yanı
    da gü­zel ahlâkın, rahiplik ve dervişliğe mahsus olmamasıdır. Güzel ahlâkın
    de­ğeri ancak bu dünyada normal, ama dürüst bir hayat sürmekte saklıdır. Hayat
    her yönüyle yaşanmalıdır, zira bu Allah’ın bir nimetidir. Dünyanın, rahipler ve
    dervişlerde aradığı manevî ruhani ve ahlâki fazileti, Hz. Mu­hammed Mustafa
    (a.s.) iktidar koltuğuna ve mahkemenin kürsüsüne getir­miş oldu. Hazreti
    Peygamber efendimiz (a.s.) ticarette ve alışverişte Al­lah’tan korkmayı, namuslu
    ve dürüst davranmayı öğretti. Rasûlullah (a.s.) emniyet kuvvetlerine, polislere
    ve askerlere sabır, takva ve tevekkül gibi dersler verdi. Dünyayı terk ederek
    bir köşeye çekilen ve “Allah, Allah” di­ye tesbih çekenlerin en temiz, en nezih
    ve ermiş kişilerin olduğu yolunda­ki yanlış fikre son verdi. Asıl takdire lâyık
    olanın, bir hükümdar, bir yar­gıç, bir komutan, bir komiser, bir tüccar, bir
    sanayici veya başka bir gö­revde veya hüviyette olmasına rağmen Allah’tan
    korkarak her zaman iyi söz söyleyen ve dürüst davranan kişinin olduğunu söyledi.
    Çünkü dünyevi yaşantısında bir insan her an ve her vesile çetin bir imtihandan
    geçmekte­dir. Birçok sorumluluk ve yükümlülükler altında bulunmaktadır. Oysa,
    dünyayı terk etmiş bir rahip veya derviş bütün dünyevi sorun ve güçlük­lerden
    uzak kalmaktadır. Kısacası, Hazreti Peygamber, ahlâk ve fazileti, ruhbanlığın
    karanlık köşelerinden çıkarıp ekonomi, siyaset, toplum, ada­let, savaş ve
    barışın aydınlığına getirmiş oldu ve böyle insanın yaşantısı­nın her sahasına
    güzel ve üstün ahlâk kurallarını egemen kıldı.

    19.2.13. Hz.
    Peygamber’in Hidayetinin Etkisi

    Rasûlullah (a.s.)’ın hidayetinin etkisi çok müthiş ve göz
    kamaştırıcı olmuştur. Hz. Peygamber’in Mu’cizevi talimatının sayesinde eskiden
    hırsız ve soyguncu olanlar emanetçi ve insanların can ve mallarının koruyucusu
    haline geldiler. Eskiden başkalarının haklarını gasbedenler, herkesin hak­kına
    riayet eden ve koruyanlar oldular. Hazreti Peygamber (a.s.)den önce dünyada
    hükümdar ve hâkimler zâlim ve gaddar olup tebaalarına her türlü baskı
    uygularlardı ve adetâ birer tanrı olmuşlardı. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’in
    getirdiği mesaj sayesinde dünya, ilk defa, alelade İnsanlar gibi sokakları
    gezen, çarşı pazarlarda satıcı ve alıcıları kontrol eden ve adalet ve
    sevgileriyle insanların kalbine hükmeden hükümdarlar gördü. Rasûlullah
    (a.s.)’tan önce dünya ancak, bir ülkeye girdikleri zaman her tarafı yıkıp yakan,
    insanları katleden, mağlup olan milletlerin kadın ve kızlarına teca­vüz eden ve
    çalışabilir durumda olanları köle haline getiren ordulara ve askerlere tanık
    olmuştu. Fakat Rasûlullah (a.s.) dünyaya öyle bir ordu ge­tirdi ki, bunu
    askerleri bir memleketi fethettikten sonra kendilerine silahlı direnişte
    bulunanların dışında kimsenin kılma dokunmazlardı, herkesin can ve mal
    emniyetinin sağlanmasına dikkat ederlerdi ve hatta haksızca alınmış olan
    vergileri bile mağlup milletlere geri verirlerdi, insanlık tarihi, ülkeler ve
    şehirlerin fetih hikayeleriyle doludur. Fakat Mekke’nin fethine bir göz atın.
    Bunun başka bir örneği tarihte var mıdır? 13 yıl kendisine yapmadıkları zulümler
    bırakmayanların şehrini fethettikten sonra Rasûlullah (a.s.)’ın o şehre
    girişinin manzarasını kafanızda canlandırın. Muzaffer bir ordunun komutanı ve
    müslümanların hükümdarı olarak Mekke’ye gir­diği sırada tutum ve davranışta
    gururun en küçük belirtisi yoktu, aksine tevazu ve alçak gönüllülüğüyle herkesi
    hayrete düşürmüştü. Allah’a duy­duğu şükran ve mihnet’ten dolayı başı eğikti.
    Tam 13 yıl kendisine her türlü zulmü yapan, kendisini hicrete mecbur eden ve
    hicretten sonra da 8 yıl sürekli olarak sığındığı şehre hücum eden ve savaşlar
    çıkaranlar, mağ­lup ve mahcup bir şekilde huzuruna gelip af ve merhamet
    dileyince bu bü­yük insan ne öfkesini belirtti ne de herhangi bir intikam aldı
    ve sadece şunları söyledi: “Bugün size herhangi bir zulüm ve baskı
    yapılmayacaktır. Gidin, siz serbestsiniz.”

    Rasûlullah’ın bu örnek davranışlarının ümmetini nasıl
    etkilediğini görmek isteyen tarihe şöyle bir bakmalıdır. Bakmalıdır ve
    müslümanların Endülüs’e (İspanya’ya) girdikleri zaman tutum ve davranışlarının
    ne oldu­ğunu ve asırlarca sonra Hıristiyanların onlara galip ve muzaffer olunca
    kendilerine ne gibi bir muamele yaptıklarını görmelidir. Ayrıca, Haçlı
    Se­ferleri sırasında Hıristiyanların, Kudüs’e girip müslümanlara nasıl
    davran­dıklarını ve aynı Kudüs’ü müslümanların geri aldığı zaman Hıristiyanlara
    nasıl muamele ettiklerini incelemelidir.

    Rasûl-ü Kerim’in sireti derin bir okyanustur, bunu bir yazıya,
    konuş­mağa veya kitaba sığdırmak mümkün değildir. Ama biz burada sadece belli
    başlı anlarına dikkat celbetmeye çalıştık. Ne mutlu, tek hidayet yo­lundan
    hidayet alanlara!     
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

  • KUR’AN-I KERİM’E GÖRE HZ. MUHAMMED



    Yirminci Bölüm: KUR’AN-I KERİM’E GÖRE HZ. MUHAMMED



    20.1. ÇEŞİTLİ DİNLERE MENSUP OLANLARIN KENDİ DİN KURUCULARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ



    20.1.1. Buda



    20.1.2. Rama



    20.1.3. Krişna



    20.1.4. Hz. Îsa (a.s.)



    20.1.5. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)



    20.1.6. Rasûl (Peygamber)un İnsani Yönü



    20.1.7. Peygamber’in Kuvvet ve Kudreti



    20.2. RASÛLULLAH (A.S.) PEYGAMBERLER TOPLULUĞUNUN BİR FERDİDİR



    20.2.1. Talim ve Terbiye İle İlgili Çalışmaları



    20.2.2. Amelî Çalışmalar



    20.2.3. Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Evrenselliği ve Ebediliği



    20.2.4. Peygamberliğin Son Bulması



    20.2.5. Hz. Peygamber’in Örnek Kişiliği

     

    Yirminci Bölüm: KUR’AN-I KERİM’E GÖRE
    HZ. MUHAMMED

    Dünyada insanların hidâyeti için her zaman iyi ve temiz
    şahsiyetler doğmuşlardır. Bu iyi ve sâlih kişiler kendi söz ve davranışlarıyla
    insanlara hak ve doğru yolu göstermişlerdir. Ne var ki, İnsanlar bu temiz ve
    fedakâr şahsiyetlerin iyiliğine daima zulüm ve kötülükle karşılık vermişlerdir.
    Bu zulüm ve kötülük sadece muhalifleri tarafından yapılmamıştır. Sadece muhalif
    ve düşmanları, onların Hakk’a davetlerini reddetmemişler, onları alaya
    almamışlar, onların yolunda bin bir güçlük çıkarmamışlar ve onlara olmadık
    eziyetleri çektirmemişlerdir. Aksine, onlara tabi olanlar, onlara iman edenler
    de çeşitli zulüm ve haksızlıklar yapmışlardır. Bu sözde ta­raftarları ve
    hayranları da imamlarının talimatlarını tahrif etmiş, sözlerini çarpıtmış,
    getirdikleri kitapları tanınmaz hale sokmuş ve bizzat onların ki­şiliğine
    ulûhiyet ve tanrısallık gibi özellikler karıştırmak suretiyle birer ucube haline
    getirmişlerdir. İlk tür zulüm ve kötülük bu temiz kişilerin ha­yatı boyunca ya
    da birkaç sene daha devam etmiştir. Ancak ikinci tür zu­lüm ve haksızlıklar
    yüzyıllar boyu sürmüştür ve hatta bazı durumlarda şimdi de devam etmektedir.

    Dünya’yı şimdiye kadar mebus olunan, Hakk’a davetle görevli
    şahsi­yetler, hayatlarını, insanların tek Allah’ı terk ettikten sonra
    ilahlaştırdıkları ve tapmaya başladıkları sahte ve yalan tanrıların
    hakimiyetlerini ortadan kaldırmaya çalışmakla geçirmişlerdir. Fakat işin garibi,
    her defasında, başkalarının tanrılığına son vermeyi gaye edinen iyi ve sâlih
    şahsiyetler bizzat taraftar ve hayranları tarafından birer put, birer tanrı
    haline getiril­mişlerdir. Yani ömür boyu putları kırmaya çalışanlar bizzat kendi
    taraftar­larınca birer put haline sokulmuştur.

    Aslında insan denen yaratık kendi kişiliğini ve varlığını
    öylesine kü­çük görüyor ki, kendisinde melekler kadar masumiyet, yüksek ahlâk ve
    fazilet gibi vasıflar göremiyor. İnsan kendisinin sadece zaaf ve hatanın bir
    karışımı olduğunu sanıyor. Aklı ve fikri, ilim ve iz’andan o kadar yoksun­dur
    ki, fâni vücudun, insanlığın bütün iyi ve kötü taraflarının yanı sıra me­lekler
    kadar masum ve faziletli olabilecek vasıflan da haiz olduğunu anla­maktan
    acizdir. Bundan dolayıdır ki, bu dünyada ne zaman bir kişi kalkıp kendisini
    Allah’ın temsilcisi olarak hemcinslerine sunmak istemişse, onlar onun etten ve
    kemikten olduğunu görüp, “Allah’ın sevgilisi olduğu” yolun­daki sözüne karşı
    çıkmışlardır. Ve en sonunda o kişide olağanüstü vasıflar görüp, ona sevgi ve
    saygıyla bağlandıkları zaman da sevgi ve bağlılıkları­nı abartmışlar ve böyle
    bir kişinin bir beşer veya insan olmadığına kanaat getirmişlerdir. Netice
    itibariyle bir grup, böyle bir kişiyi tanrı derecesine çıkarmış ve hatta tanrı
    olarak tapmaya başlamıştır. Bir başka grup kalk­mış, o tanrının insanların
    şeklinde zuhur edebileceğini düşünerek, böyle bir kişinin aslında insan şeklinde
    bir tanrı olduğuna karar vermiştir. Yine başka bir grup kalkmış, bu kişinin
    Allah’ın oğlu olduğunu ileri sürmüştür.

    20.1. ÇEŞİTLİ DİNLERE MENSUP
    OLANLARIN KENDİ DİN KURUCULARI HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

    Dünya’da hangi din kurucusu veya dini liderin hayatını
    incelerseniz, kendisine en büyük haksızlığın, tabi olanları ve hayranları
    tarafından ya­pıldığını görürsünüz. Bu din kurucuları ve dini liderlerin hayatı
    ve talima­tının etrafında öylesine kalın bir evham, hurafe ve hayal perdesi
    örülmüş­tür ki, gerçek yüzlerini ve kişiliklerini görmek hiç mümkün değildir.
    Onla­ra ait olan tahrif edilmiş kitaplardan, yalnızca öğretilerinin aslının
    nasıl ol­duğunu anlamak güçleşmekle kalmamış, aynı zamanda o din kurucuları ile
    dini liderlerin bizzat kendilerinin gerçekten nasıl olduklarının öğrenilmesi de
    imkânsızlaşmıştır. Bu kişilerin doğumu bir ucube, çocukluğu bir ucube, gençliği
    ve yaşlılığı bir ucube, hayatının her safhası bir başka ucube ve hatta ölümü
    bile ucube olmuştur. Kısacası, başından sonuna kadar bir ef­sane haline
    getirilmişlerdir. Öyle ki, onları ya tanrı zannedersiniz, ya tanrı­nın oğlu ya
    da insan şeklinde bir tanrı. En azından, onun Allah’ın bir ortağı olduğunu
    sanırsınız.

    020

    Mekke-i Mükerreme’nin Yerleşim Planı

    20.1.1. Buda

    Meselâ, Buda’yı ele alalım. Budizm’i derinliğine inceleyecek
    olursa­nız, Buda’nın çok aydın ve ileri görüşlü bir kişi olduğunu görürsünüz. Bu
    şahsın, Hinduizm ve Brahmanizm’in birçok kötülüklerini ortadan kaldırıp Hindu
    toplumunda geniş çapta bir reform hareketine başladığına tanık olursunuz.
    Özellikle Buda, yaşadığı çağda birer tanrı haline getirilip tapı­lan insanların
    putunu yıkmış ve her türlü bid’at ve hurafe’den uzak bir di­ne bağlanılmasını
    istemiştir. Fakat, ölümünden sonra bir asır geçmedi ki, Vesâli’de toplanan
    Budist din adamları Buda’nın bütün öğretilerini rafa kaldırdılar. Budizm’in
    ileri gelenleri, Buda’nın vaaz ve telkinlerinden olu­şan “Sûtar”ları değiştirip
    yeni bir takım Sûtarlar yarattılar. Bu kitapları, canlarının istediği şekilde
    tahrif ettiler. Budist rahip ve din adamları bir yandan herhangi bir tanrının
    varlığını inkâr ettiler, diğer yandan da Buda’yı bir tanrı haline getirdiler. Bu
    rahip ve din adamları, Buda’nın, aklın ta kendisi olduğunu belirttiler ve O’nu
    kâinatın odağı ve her çağda insan­ları ıslah etmek üzere dünyaya gelen bir
    varlık haline getirdiler. Buda’nın doğum yaşantısı ve gelecekte birçok defa
    çeşitli hüviyetlerle doğacağına dair öylesine garip masal, efsane ve destanlar
    yazdılar ki bunları okuyan Prof. Wilson gibi bir oryantalist ve araştırmacı bile
    Buda’nın gerçekten ta­rihi bir şahsiyet olup olmadığı konusunda şüphe etmekten
    kendini alama­mıştır. Üç-dört asırlık bu hayali ve uydurma hikâye ve masallar
    ile Bu­da’nın kişiliği ve talimatı büsbütün tanınmaz hale sokuldu ve kendisi bir
    tanrı ve ilâh olup çıkıverdi. Nihayet, Kral Kanişka’nın devrinde Budizm’in ileri
    gelenleri Keşmir’de düzenledikleri büyük meclis’te Buda’nın aslında Allah’ın
    maddi ve dünyevi bir belirtisi olduğuna veya başka bir deyimle, Allah’ın insan
    şeklinde dünyaya geldiğine karar verdiler.

    20.1.2. Rama                                                                                                                                                                             
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            

    Aynı muamele Hinduların bir dini şahsiyeti Rama Çandra’ya da
    ya­pıldı. Rama’nın hayalı ve talimatını içeren “Ramayan” adlı kitabı
    okundu­ğunda Raca Rama Çandra Ji’nin alelade bir insan olduğu anlaşılır. Rama,
    şüphesiz dürüst, yüksek ahlâklı, faziletli, cesur, cömert, mütevazı, alçak
    gönüllü, çilekeş, çalışkan ve fedakâr bir insandı. Fakat şahsiyetinde zerre
    kadar ulûhiyet veya tanrılık yoktu. Ne var ki, bir insanda bu kadar mezi­yet ve
    faziletin toplandığını gören Hintliler şaşkına döndüler ve O’nun ale­lâde bir
    insan olamayacağını düşündüler. Nitekim, ölümünün üzerinden belli bir süre
    geçtikten sonra Rama Çandra tanrı derecesine çıkarıldı. Hin­du inanç ve
    kavramlarına göre, Vişnu tanrı[1]
    Rama’nın vücuduna girmişti. Rama, Vişnu tanrının, çeşitli çağlarda insanların
    ıslahı için çeşitli hüvi­yetlerle dünyaya geldiği kişilerden biriydi.

    20.1.3. Krişna

    Sri Krişna, Buda ve Rama’dan da daha kötü muameleye tabi
    tutulmuş ve mağdur duruma düşürülmüştür. Krişna’nın talimatını ihtiva eden kitap
    “Bhagvat Gita”, her ne kadar değişiklik ve tahrife uğrayarak şimdiki hale
    gelmişse de bu kitabı okuyan bir kişi Krişna’nın aslında “tek Allah, en güçlü ve
    en büyük bir tanrı” kavramın ortaya attığını ve bunun için canla başla mücadele
    ettiğini anlar. Fakat Hinduların diğer dini kitapları, meselâ Mahabharata, Vişnu
    Puran, Bhagvat Puran vs. yukarıda bahsettiğimiz “Bhagvat Gita” kitabını bambaşka
    bir üslûp, mana ve şekilde bize sun­maktadırlar. Bunlara göre Krişna bir yandan
    Vişnu’nun bedensel belirtisi, bütün varlıkların yaratıcısı ve evrenin yöneticisi
    olarak gözüküyor, bir yandan da bunun tam aksine şahsiyetine öylesine adi,
    ahlâksız ve yüz kı­zartıcı hikâye, masal ve sıfatlar yakıştırılıyor ki, kendisim
    tanrı olarak ta­nımak şöyle dursun, iyi ve temiz bir insan olduğundan da şüphe
    ederiz. “Bhagvat Gita”da Krişna’nın şu sözlerine rastlanıyor:

    “Bu dünyanın anası, babası, dayanağı ve mercii benim. Tertemiz
    olan ve bilinmesi gereken her şey benim. Tek yönetici, Riğ Veda, Yacur Veda ve
    Sam Veda (Hinduların dini kitaplarının adlan) benim. Ben herkesi bes­lerim, ben
    mâlik, şâhit, oturma yeri, sığmak, doğum sebebi, ölüm sebebi, hazine ve doğumun
    ölümsüz tohumuyum. Ey Arjun, ben sıcaklık veririm, suları durdururum ve yağmur
    yağdırırım. Ben hayat suyuyum, ben ölü­müm, ben doğru ve yalanım”. (Bölüm: 90,
    17-19).

    “Hiçbir tanrı veya derviş doğumumu bilmez, çünkü bütün ilâh ve
    ev­liyalar benden doğmuşlardır. Benim yeryüzü ve bütün kâinatın tanrısı
    ol­duğumu ve benim bir doğuşum, yani başlangıcım olmadığını bilen bir ki­şi,
    dünya sevgisinden kurtulup bütün günahlardan arınmış olur” (Bölüm: 10, 2-3).

    “Ey saçları taranmış ve yapılmış kişi, bütün canlılarda varolan
    ruh benim. Bütün canlıların başlangıcı, ortası ve sonucu benim. On iki tanrı
    arasında Vişnu benim. Gezegenler arasında pırıltıları olan güneş, havaya hakim
    olan 49 tanrının başı olan Meriçi ve yıldızlar arasında ay benim” (Bölüm:
    10,20-21).

    “Hareketli veya hareketsiz canlılardan hiçbiri benim yönetimimin
    dı­şında değildir… Ben sadece kendi bölgemden bütün evrene yayılmış
    du­rumdayım” (Bölüm: 10, 29).

    “Ey Pandu (fakir) bütün işlerin Parmeşvar, yani benim tarafımdan
    ya­pıldığı bilinciyle hareket eden, bana güvenip, bütün ilişkilerini koparıp,
    bütün canlılara karşı düşmanlığına son veren kişi benimle birleşiverir” (Bölüm:
    11:55).

    “Ben bütün canlıların mâlikiyim ve doğuştan üstünüm. Gerçi benim
    varlığımda herhangi bir değişiklik olmaz. Fakat ben kendime özellikleri­mi
    koruyarak kendi kudretimle sık sık doğarım. Ey iyi ve dürüst kişi, din çöküntü
    haline gelince ve her tarafa dinsizlik yayılınca kendi kendimi do­ğururum. Ben
    iyileri korumak, kötü insanları yok etmek ve dünyada dini yeniden tesis etmek
    gayesiyle zaman zaman doğarım” (Bölüm: 4,6-8).

    Burada görüldüğü gibi, “Bhagvat Gita”nın Krişna’sı kendisinin
    bir tanrı, hem de en büyük tanrı olduğunu iddia etmiştir.[2]
    Fakat diğer taraf­tan “Bhagvat Puran” aynı Krişna’yı çapkın, kadınlara düşkün ve
    ahlâksız bir kişi olarak gözümüzün önüne seriyor. Bazen gölde yıkanırken genç
    kızların elbiselerini alıp kaçtığını, genç kızların çıplak vücutlarıyla
    birleş­mek için bu kızları yeniden yarattığını görüyoruz. Ve Raca Prikşit
    Başra­hibi şöyle bir soru yönelttiği zaman: “Tanrının, doğru dini yaymak üzere
    dünyaya başka bir hüviyetle geldiğini biliyoruz, ama bu ne biçim tanrıdır ki,
    dinin bütün kurallarını rafa kaldırıp başkalarının kadın ve kızlarıyla gayri
    meşru ilişkiler kuruyor?” Başrahibin de Krişna’nın davranışlarım şöyle bir
    bahane ile örtmeye çalıştığına tanık oluyoruz: “Tanrılar bile bazen doğru yoldan
    ayrılabilirler. Fakat onların günahları, onların vücutları­nı etkilemez. Tıpkı
    yangının her şeyi yakabilmesine rağmen suçlanamaya-cağı gibi”.

    Aklı başında olan bir kimse, yüksek seviyeli bir din kurucusunun
    ha­yatının bu kadar pis, bu kadar rezil ve safahat dolu olamayacağını hemen
    anlayabilir. Aynı kimse, gerçek bir din kurucusunun, kendisini hem İnsanlar, hem
    bütün evrenin yaratıcısı ve Rahib olarak sunamayacağım da seze­bilir.

    Fakat Kur’ân-ı Kerim ile İncil’in mukayeseli incelemesinden
    sonra, dünyada çeşitli milletlerin, çeşitli devirlerde, özellikle maddi ve
    manevî çöküntüleri sırasında, kendi zaaf ve ahlâksızlıklarını haklı çıkarabilmek
    amacıyla dünyanın tertemiz insanlarının karakter ve yaşantılarını bize yanlış
    şekilde aktardığını, buna mukabil haklarında inanılması güç masal, hikâye ve
    efsaneler anlattıklarını görürüz. Bu sebeple, Krişna’nın da aynı akınete
    uğradığını tahmin edebiliriz. Yani Krişna’nın gerçek kişiliği, ka­rakteri ve
    öğretilerinin Hindu din kitaplarında bambaşka bir şekilde anla­tıldığını
    söyleyebiliriz.

    20.1.4. Hz. Îsa
    (a.s.)

    Peygamberliği çok yaygın olarak bilinen ve de teslim edilen ama
    kendisine en büyük haksızlık edilen iyi ve temiz insanların başında Hz. Îsa
    (a.s.) gelir. Hz. Îsa da her insan gibi bir insandı. İnsanlığın bütün zaaf ve
    meziyetleri diğer İnsanlar gibi Hz. Îsa’da da aynen vardı. Aradaki fark
    yalnızca, Hz. Îsa’ya, Allah’ın hikmeti, nübüvveti ve vahyinin gelmiş olma­sıdır.
    Hz. Îsa böylece doğru yoldan ayrılıp kötü yola sapmış olan bir mil­leti ıslah
    etmeye memur edilmişti. Fakat, mebus olduğu halk öylesine kö­tü idi ki varlığını
    üç yıl bile zor kabul edebildi ve henüz hayatının baha­rında iken O’nu öldürmeye
    ve vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdi. Hz. Îsa ortadan kaldırıldıktan sonra
    ise ümmeti O’na sadakat ve itaatte öy­lesine aşırı gitti ki, onu Allah’ın oğlu
    yapıverdi. O’na tabi olanlar, hakkın­da türlü türlü akla hayale gelmeyen hikâye
    ve masallar uydurdular ve ken­disinin aslında Allah olduğunu, Mesih olarak
    dünyaya geldiğini ve çarmı­ha gerilmek suretiyle insanların günahlarının
    kefaretini ödediğini öne sür­düler, inançlarına göre İnsanlar doğuştan
    günahkârdılar ve bizzat kendi iyi amelleriyle hiçbir zaman kurtulamayacaklardı.
    Allah’ın insanlara karşı bu kadar katı ve acımasız olabileceği düşünülebilir mi?
    Ama Hz. Îsa’ya iman edenler bu tür inanç saplantılarına girdiler. Tabii ki Hz.
    Îsa gibi güzide bir peygamber, Cenab-ı Allah hakkında bu tür suçlamalarda
    bulunamazdı. Fakat O’nun taraftarları, O’nun vaaz, telkin ve talimatını kendi
    düşünce ve hayal güçlerine göre değiştiriverdiler. O kadar ki, bugün İncil’de ve
    Hıristiyanlara ait olan hiçbir kitapta Hz.Îsa’nın gerçek şahsiyeti ve talimatını
    bulmak mümkün değildir. Ne varsa ve ne yoksa Kur’ân-ı Kerim’de vardır. Ahd-i
    Cedid veya Yeni Ahid olarak bilinen, dört meşru ve muteber İn­cil’den oluşan
    Kitab-ı Mukaddes’te Hz. Îsa’nın şahsiyeti ve talimatı tamamıyla çarpıtılmıştır.
    Bazen.Hz. Meryem’e doğacak çocuğunun Allah’ın oğlu olacağı müjdeleniyor (Luka:
    10 35), bazen Allah’ın ruhu bir güvercin gibi Yeşu’ya inip, “bu benim sevgili
    oğlum” diye haykırıyor (Matta:, 16:17), bazen Mesih kendisi diyor ki, “Ben
    Allah’ın oğluyum ve siz benim Kadir-i Mutlak’ın sağ tarafında oturduğumu
    göreceksiniz”. (Markos: 14:62). Yine bazı yerlerde, mahşerde Allah yerine
    Mesih’in Arş’ta oturdu­ğunu görüyoruz. (Matta: 25:31-46). Bazen da Mesih’in
    ağzından şöyle söyleniyor: “Babam bendedir ve Ben Babam’dayım” (Yuhanna: 1:38).
    Yi­ne başka bir yerde o doğru sözlü insanın şöyle söylediği kaydediliyor: “Ben
    Allah’ın içinden çıkarak geldim” (Yuhanna: 8:42). Bazen Hz. Îsa ve Allah
    birleştirilmiş ve kendisinin şöyle sözler söylediği iddia edilmiştir: “Beni
    görmüş olan pederimi görmüştür” ve “Pederim bende varolup işle­rini yapar” (Yuhanna:
    1409-10). Yine başka bir yerde, Allah’ın bütün şey­leri Mesih’e devrediliyor (Yuhanna:
    3:35) veya Allah’ın, bütün saltanatını Mesih’e ihsan ettiği kaydediliyor (Yuhanna:
    5:22).

    Görüldüğü gibi, hemen hemen bütün milletler, yazımızın başında
    işa­ret ettiğimiz gibi, kendi peygamberleri, din kurucuları ve din adamları
    hakkında büyük mübalağalar yapmışlar, şahsiyetlerini, siret ve talimatları­nı
    tanınmaz hale getirmişlerdir. Bu yanlış tutum ve davranışın en büyük sebebi söz
    konusu peygamber veya din kurucularının hayat hikâyelerinin yanı sıra, söz ve
    öğretilerinin doğru dürüst kâğıtlara dökülmemesidir. Bazen bu hususta harekete
    geçilmişse de yeterli dikkat ve ihtimam gösteril­memiş ve iyi ile kötü, doğru
    ile yanlışlar hep bir arada toplanmıştır. Neti­ce itibariyle, ortaya çıkan
    malzeme güvenilir ve inandırıcı olmamıştır. Ayrıca zaman geçtikçe bunlara yeni
    ilâveler yapılmış ve içlerinden bazı şeyler çıkarılmıştır. Kısacası, gerçekler,
    evham ve hurafelerle örtülmüş ve birkaç yüzyılda bütün hakikat ortadan kaybolmuş
    ve geride sadece masal ve efsaneler kalmıştır.

    20.1.5. Hz.
    Muhammed Mustafa (a.s.)

    Dünyanın bütün peygamber ve din kurucuları ile liderleri
    arasında yalnızca efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın şahsiyeti ve
    talima­tı geçen 1400 yıldan beri olduğu gibi muhafaza edilmiş durumdadır. Ve
    artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ilerde herhangi bir değişiklik
    yapıl­masına hiçbir imkân da yoktur. İnsanların evham ve batıl inançlara
    yat­kınlığı yüzünden böylesine mükemmel, meziyetli, üstün ahlâklı ve üstün
    yetenekli bir kişiyi de efsaneleştirmeleri işten bile değildi. Onlar pekâla
    sevgi ve saygılarını abartabilir, Hz. Muhammed (a.s.)’in kişiliğinde tanrı­sal
    sıfatlar arayabilirlerdi. Fakat Cenab-ı Allah, peygamberler zincirinin son
    halkası olarak dünyaya gönderdiği Hz. Muhammed (a.s.) hakkında gerekli
    tedbirleri de halk edecekti. Bu peygamberin şahsiyeti ve sireti bü­tün İnsanlar
    için kalıcı bir örnek ve bütün evren için bir hidâyet kaynağı olmalıydı. Bu
    sebeple, Cenab-ı Allah, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)’in şahsiyeti ve
    talimatının, geçmişte diğer dinlere mensup cahil fedailerin ve insanların kendi
    peygamber ve liderlerine yaptıkları haksızlık ve zulümlerin benzerlerinden
    kurtarılması için bazı tedbirler aldı. Bir kerre, Hz. Pey­gamber (a.s.)’in
    sahabeleri, tabileri ve muhaddisleri, geçmişteki ümmetle­rin aksine, kendi hadî
    ve yol göstericilerinin siretinin korunması için ola­ğanüstü çaba harcadılar.
    Bundan dolayıdır ki, aradan 1400 yıl geçmiş ol­masına rağmen biz bugün dahi Hz.
    Muhammed (a.s.)’in devrine çok yakın bir mesafeden bakabiliriz. Fakat sahabeler,
    muhaddisler, imamlar ve mü­fessirlerin senelerin emeğiyle hazırladıkları
    eserlerin tümünün ortadan kaybolduğunu, hadis ve siyerin bir tek sayfasının bile
    dünyada kalmadığı­nı ve böylece Hz. Peygamber (a.s.)’in hayatı ve talimatı
    hakkında tek bir kelime öğrenme imkânı bulunmadığını farz etsek bile Allah’ın
    kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in, binlerce ve yüz binlerce hâfız’ın sinesinde
    mahfuz kala­bileceği ve tekrar kâğıda dökülebileceğini unutmamalıyız. Ve bu tek
    bir kitap, Allah’ın son peygamberi hakkında kafamızda doğan bütün sorulara cevap
    verebilecek mahiyettedir. O halde gelin, Kur’ân-ı Kerim’in, Hz. Peygamber
    (a.s.)’i bize nasıl tanıttığını, nasıl tarif ettiğini görelim:

    20.1.6. Rasûl
    (Peygamber)un İnsani Yönü

    Kur’ân-ı Kerim’in, peygamberlik ve peygamberlerden bahsederken
    üzerinde önemle durduğu bir nokta vardır ki, o da peygamberlerin insan­lık
    halidir. Kur’ân-ı Kerim’in inişinden önceki yüzyıllarda insanların ta­nınmış bir
    kural olarak kabul ettikleri belli inançları vardı. Buna göre, in­san hiçbir
    zaman Allah’ın rasulü (peygamberi) ve naibi olamazdı. Dünya­nın ıslah edilmesi
    gerektiği zaman Allah’ın kendisinin dünyaya geldiği ve­ya melek ve ilâhlarını
    dünyaya gönderdiği fikri yaygındı. Genel inanca göre insanların ıslahı için
    gelen bütün şahsiyetler insanüstü ve doğaüstüy­düler. Bu akide ve inanç İnsanlar
    arasında öylesine kök salmıştı ki, ne za­man Allah’ın sevgili bir kulu ve
    peygamberi insanları hidayete ve doğru­luğa davet ederse, herkes hayret içinde
    kendi kendine ve başkalarına sor­maya başlardı: “Bu ne biçim peygamberdir? Bizim
    gibi yiyor, içiyor, uyu­yor ve yürüyor? Bu nasıl bir peygamberdir ki, insanların
    bütün illetlerini taşıyor? Bizim gibi acıkıyor, hastalanıyor ve acı çekiyor? Bu
    nasıl bir peygamberdir ki, bizim gibi gülüyor, ağlıyor, seviniyor, üzüntü
    duyuyor ve dinleniyor? Eğer gerçekten Allah bizim doğru yolu bulmamızı, bizim
    ıslah ve iflah olmamızı isteseydi, hidayetimiz için bize böyle bir insan mı
    gönderecekti? Allah bizzat dünyaya gelemez miydi? Bu tür sorular her peygamberin
    dünyaya gelişi sırasında sorulurdu ve İnsanlar bunlara daya­narak peygamberleri
    inkâr ederlerdi. Nitekim, Hz. Nûh (a.s.) ümmetini doğru yola çağırınca, kendisi
    hakkında şöyle denildi:

    “Bu ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük
    kurmak is­tiyor. Eğer Allah dileseydi, melekler indirirdi. Biz, evvelki
    alalarımız za­manında böyle bir şey işitmedik.”. (Mü’minun; 24)

    Hz. Hûd (a.s.) kavmine hidâyet için gönderildiği zaman da
    kendisine yapılan ilk itiraz şöyle idi:

    “Bu ancak sizin gibi beşerdir. Yediğinizden yiyor, içtiğinizden
    içiyor. Eğer siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o zaman hüsrana
    düşen­lerden olursunuz.”. (Mü’minun; 33-34)

    Aynı şekilde Hz.- Musa ile Hz. Harun (a.s.), Firavun’u hidayete
    ve Hakk’a dâvet edince, davetleri şu gerekçe ile reddedildi:

    “Bizim gibi iki beşere îman mı edecekmişiz?”. (Mü’minun; 47)

    Tam buna benzer bir soru, Mekke’de 40 yıl sessiz bir hayat süren
    ümmî bir insanın, birden bire Allah’ın rasûlü olduğunu söylemesi üzerine de
    sorulmaya başlandı. Mekkeliler, kendileri gibi elleri, ayakları, gözleri, burnu,
    ruhu, ismi ve cismi olan bir kişinin nasıl Allah’ın peygamberi ola­cağını
    kestiremiyorlardı. Onlar hayret içinde aralarında söylenip duruyor­lardı:

    “Bu nasıl peygamberdir? Yemek yiyor ve çarşılarda geziyor?
    O’nun­la beraber nezir olmak için neden bir melek indirilmedi… Yahut O’na bir
    hazine atılmalı, yahut O’ndan yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (Furkan;
    7-8)

    Peygamberlerin hüviyeti, vaaz ve telkinlerinin kabulü konusunda
    da en büyük engel işte bu fikir ve inançtı. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’de en
    ağır darbe bu fikre indirilmiştir. Kur’ân’da, delillerle insanların hidâyeti
    için ancak insanların uygun olduğu dile getirilmiştir. Kur’ân’a göre,
    pey­gamberlik veya nübüvvetin gayesi, sadece Allah’ın emir ve talimatını
    in­sanlara iletmek değil, aynı zamanda fiil ve hareketlerle bunların pratik
    ör­neğini sunmaktır. Bu amaçla, beşeri zaaf ve kusurlar taşımayan melekler veya
    insanüstü başka yaratıklar başka dünyaya gönderildiği takdirde, İnsanlar, bu
    yaratıkların kendileri gibi zaaf ve kusurlar taşımadıkları için hatâ ve günah
    işlemekten âciz olduklarını ve dolayısıyla Allah’ın hidâyetine uymalarının
    imkânsız olduğunu ileri sürebilirler. Onun için, Kur’ân-ı Kerîm diyor ki:

    “Eğer yeryüzünde sakin sakin yürüyen melekler olsaydı, onlara
    gök­ten rasûl olarak melekler gönderirdik.” (İsra; 94-95)

    Bundan sonra, Cenab-ı Allah, dünya’daki çeşitli milletlere
    gönderilen peygamberlerin ve diğer temiz şahsiyetlerin, Hz. Muhammed Mustafa
    (a.s.) gibi insan olduklarını, O’nun gibi yediklerini ve içtiklerini belirtiyor:

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler, kendilerine
    vah­yettiğimiz erkeklerdi. Eğer bilmiyorsanız Kitab ehline sorunuz. Biz onları
    yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Onlar hayatta da ebedî kalı­cı
    değillerdir. (Enbiya; 7-8)

    “Bizim, senden evvel gönderdiğimiz peygamberler de, yemek yer ve
    çarşılarda gezerlerdi.” (Furkan; 20)

    “And olsun ki, senden evvel gönderdiğimiz peygamberlere de
    zevce­ler ve evlâtlar verdik.” (Ra’d; 38)

    Bundan sonra Hazreti Peygamber (a.s.)’den, kendisinin bir beşer
    veya insan olduğunu açıkça ilân etmesi istendi. Cenâb-ı Allah, böylelikle Hz.  \
    Muhammed (a.s.)’e de geçmişteki peygamberler ve veliler gibi bir takım   ‘
    tanrısal sıfatların yakıştırılmasını önlemek istiyordu. Kur’ân-ı Kerîm’de
    çeşitli yerlerde bu ayete yer verilmiştir;

    “Ben de sizin gibi bir insanım, yalnız bana vahyolundu ki,
    İlâhınız bir tek İlâh’tır.” (Kehf; 111, ve Fussilet; 6)

    Bu açıklamalar, sadece Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili batıl
    inanç ve hurafelere değil dünyanın diğer peygamber ve velileri hakkındaki yanlış
    fikir ve kavramlara da son verdi.

    20.1.7.
    Peygamber’in Kuvvet ve Kudreti

    Kur’ân-ı Kerîm’in açıklık getirdiği ikinci husus, peygamberlerin
    kuv­vet ve kudretiyle ilgili inanç ve kavramlardır. Cehâlet ve akılsızlık
    yüzünden Allah’a yakın veya ermiş kişilerin ilâh derecesine çıkarılması ve birer
    ilâh ilân edilmesinin tabii bir sonucu olarak bu kişilerin fevkalâde kuvvet ve
    kudrete sahip olmalarına dair tasavvurlar da bir hayli yaygınlaşmıştı. Cahil ve
    bilgisiz İnsanlar, bu kişilerin Allah’ın kainatında kendisiyle ortak ve bazı
    tanrısal yetkilere sahip olduklarını, insanların cezalandırılması ve­ya
    mükafatlandırılması işlerini yürüttüklerini, gaipten haberleri olduğunu, geçmişi
    ve geleceği bildiklerini, insanların kaderini değiştirdiklerini, in­sanlara
    zarar veya yarar sağladıklarını, hayır ve şerre mâlik olduklarını, evrenin bütün
    güçlerinin kendilerine tabi olduklarını, bir bakışlarıyla in­sanları dalâlete ve
    cehalete sürüklediklerini sanıyorlardı. îşte bu inançlar­dan dolayıdır ki,
    Mekkeli müşrikler Rasûlullah (a.s.)’dan çeşitli taleplerde bulunuyor, O’nun bazı
    insanüstü, fevkalâde işler başarmasını istiyorlardı. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de
    şöyle denilmiştir.

    “‘Sen bize yerden pınarlar çıkarmazsan, sana îman etmeyiz’
    dediler. Yahut, senin hurma ve üzümlerden bir bahçen olup da, içinden nehirler
    akmadıkça yine îman etmeyiz’ dediler. ‘Yahut iddia ettiğin gibi göğü par­ça
    parça üzerimize düşürmedikçe veya karşımıza Allah’ı ve melekleri ge­tirmedikçe
    sana îman etmeyiz’ dediler. “Yahut, senin altından bir evin ol­madıkça veya
    semaya çıkmadıkça, bize oradan okuyacağımız bir kitap getirmedikçe, senin semaya
    çıktığını da inanmayız.” dediler. De ki, ‘Rab­bimi tesbih ve tenzih ederim. Ben,
    Allah’ın Rasulü, bir beşerden başkası mıyım’?” (İsrâ; 90-93)

    Allah’a yakınlık ve ermişlik ile ilgili ne kadar yanlış fikir,
    tasavvur ve mefhum varsa, Cenab-ı Allah hepsini şiddetle reddetti ve Rasûlullah
    dahil geçmişteki hiçbir peygamber veya velînin kendisiyle ortak olmadığını,
    kendilerinde zerre kadar ulûhiyet bulunmadığını vurguladı. Nitekim, bir
    peygamberin, izni olmadıkça başkalarını kurtarması şöyle dursun, kendi­sini bile
    kurtaramayacağına işaret etti:

    “Eğer sana Allah bir zarar dokundurursa kendisinden başka onu
    giderici yoktur. Eğer sana bir hayır dokunursa işte o, her şeye kâdir’­dir.”
    (En’âm; 17)

    “De ki, ‘Ben kendi kendime ne bir zarar ne de bir faydaya
    muktedir değilim. Ancak Allah’ın istediği olur.” (Yûnus; 49)

    Buna ilâveten, peygamberlerde define veya hazinelerin
    anahtarlarının ‘bulunmadığı, gaipten haberleri olmadığı ve herhangi bir
    insanüstü, tabia­tüstü kuvvet ve kudretlerinin de bulunmadığını açıkladı.

    “De ki, ‘ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır ve gaybı
    bili­rim demem. Ve ben size meleğim de demiyorum. Ancak bana vahyolunan şeye
    tabi olurum.'” (En’âm; 50)

    “Eğer ben gaybı bilseydim, malımı çoğaltırdım. Ve bana bir
    fenalık da dokunmazdı. Ben ancak îman eden kavim için müjdeci ve korkutucu­yum.”
    (A’raf; 188)

    Ayrıca, hesap-kitap, ceza ve hükümde de peygamberlerin herhangi
    bir rolü olmadığı, görevlerinin sadece kendilerine verilen emirleri insanla­ra
    iletmek, onlara doğru yolu göstermek olduğu, bundan sonra muhake­me, sorgulama,
    cezalandırma ve ödüllendirme işinin Allah’a ait olduğu anlatıldı.

    “De ki, ‘Ben, Rabbimden apaçık bir beyyine üzereyim. Siz ise onu
    tekzip ettiniz. Sizin çarçabuk istemekte olduğunuz (azab) benim yanımda
    değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. Hak ile O hükmeder. Ve O, ayırd edenlerin en
    hayırlısıdır.’ De ki, ‘Eğer o çarçabuk istediğiniz şey benim elimde olsa idi,
    aramızdaki iş şimdiye kadar bitirilmiş olurdu. Allah, j. tâlimleri bilir.”
    (En’âm; 57-58)

    “Sana düşen yalnız tebliğdir. Hesapları ise bize aittir.” (R’ad;
    40)

    “Muhakkak biz insanların faydası için kitab’ı sana hak olarak
    indir­dik. Artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir. Kim de dalâlete
    düşer­se, ancak kendi nefsi aleyhine sapmıştır. (Habibim), sen onların üzerine
    bir vekil değilsin.” (Zümer; 41)

    Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıca, insanların düşünce ve fiillerini
    değiştirme, onları Allah’a itaate yöneltme, kalplerinde iman nuru yaratma
    gücünün peygamberlerde değil, Allah’ta olduğu, peygamberlerin işinin ancak
    nasi­hat ve ikâzdan ibaret olduğu ve insanlara doğru yolu göstermek olduğu
    açıklandı.

    “Şüphesiz, sen ölülere duyuramazsın. Ve arkalarını dönüp
    kaçarlar­ken sağırlara da dâvetini işittiremezsin. Sen, o körleri sapıklıktan
    ayırıp hidâyete erdirici değilsin. Sen, ancak ayetlerimize iman eden’ ve
    müslü­man olanlara sözlerini işittirirsin.” (Neml; 80-81)

    “…Sen mezarlarda olanlara söz işittirecek değilsin. Sen sadece
    kor­kutucusun. Muhakkak biz seni müjdeci ve korkutucu olarak gönder­dik.”.[3]
    (Fâtır; 22-24)

    Ayrıca, peygamberlerin kıymeti, haysiyeti ve üstünlüğünün
    Allah’a itaat etmeleri, emirlerini olduğu gibi yerine getirmeleri ve kendilerine
    in­dirilen Allah’ın kelâmını kullara iletmelerinde saklı olduğu; Allah’a
    itaat­ten vazgeçmeleri, Allah’ın kelâmına kendilerinden bir şey katmaları
    halin­de ise sahip oldukları imtiyaz ve imkânların ortadan kaldırılacağı, hatta
    Allah’ın gazabından kurtulamayacakları da açık bir dille ifade edilmiştir:

    “Sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Onların bazıları da
    bazıları­nın kıblesine tâbî değillerdir. Sana hakikatin ilmi geldikten sonra
    onların hevasına tâbi olursan o zaman zâlimlerden olursun.” (Bakara; 145)

    “Sana ilim geldikten sonra onların hevâsına tâbi olursan senin
    için Allah’tan başka dost ve yardımcı yoktur.” (Bakara; 120)

    “De ki, ‘onu kendi tarafımdan değiştirmek benim hakkım değildir.
    Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Eğer Rabbime âsi olursam büyük günün
    azabından korkarım!” (Yûnus; 15)

    Burada bu sözler, Rasûlullah (a.s.)’ın Allah’a hâşâ herhangi bir
    itaat­sizlik ve isyanda bulunacağı veya O’nun talimatını tahrif edeceği
    endişe­siyle söylenmemiştir. Bunların asıl amacı, dünyaya, Rasûlullah (a.s.)
    veya diğer peygamberlerin, Allah ile kişisel bir yakınlıkları olmasından dolayı
    değil, O’na itaat etmeleri ve emirlerini itirazsız, eksiksiz yerine
    getirmele­rinden dolayı bir takım imtiyaz, şeref ve haysiyete sahip olduklarını
    anlat­maktadır.

    20.2. RASÛLULLAH (A.S.) PEYGAMBERLER
    TOPLULUĞUNUN BİR FERDİDİR

    Kur’ân-ı Kerîm’de önemle belirtilen bir üçüncü husus ta Hz.
    Muham­med Mustafa (a.s.)’nın yeni ve tek peygamber olmadığı, aksine dünyanın
    kuruluşundan onun zamanına kadar dünyaya gelen binlerce peygamber­den biri
    olduğudur. Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (a.s.)’in, peygamber­ler zincirinin son
    halkası olduğunu belirtmiştir. Kitabullah, her zamanda, her ülkede ve her
    millette peygamberlerin doğduğunu, hepsinin insanları doğru yola dâvet
    ettiklerini ve kötülükten sakınmalarını istediklerini açık­lamıştır.

    “Hiçbir ümmet gelip geçmemiştir ki ona bir uyancı gelmiş
    olmasın.”  (Fâtır; 24)

    “And olsun, biz her ümmete, ‘Allah’a ibadet edin ve tağuta
    tapmak­tan sakının diye bir peygamber göndermişizdir.” (Nahl; 36)

    “İşte bu (Hz. Muhammed) de azab ile korkutan evvelki
    peygamber­lerden bir peygamberdir.” (Necm; 56)

    “(Habibim)sen  gönderilen  peygamberlerdensin. (Yâsin;
    3)          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              

    “Ben peygamberlerden ilk defa (gelmiş biri) değilim. Bana ve
    size ne yapılacağını bilmem. Ben, ancak bana vahyolunana tâbi olurum. Ve ben,
    apaçık bir korkutucudan başkası değilim.” (Ahkâf 9)

     “Muhammed, bir peygamberden başka bir şey değildir.”( Âl-i
    İmrân; 144)

    Sadece bu değil, Hazreti Peygamber (a.s.)’in geçmişteki diğer
    pey­gamberler gibi insanları Hak dinine ve Allah’a itaate davet ettiği de
    kay­dedilmiştir.

    “Ey mü’minler, Allah’a ve bize indirilen Kitab’a, İbrahim’e,
    İsmail’e, İshâk’a, Yakûb ve torunlarına indirilen dine, Musa ve Îsa’ya ve
    Rableri tarafından peygamberlere verilen şeylere îman ettik. Onlardan birini
    di­ğerlerinden ayırt etmeyiz ve biz Allah’a teslim-i nefs etmişiz’ deyiniz. Eğer
    (Ehl-i Kitap) Allah’a sizin îman ettiğiniz gibi îman etseler, hidâyete ererler.”
    (Bakara; 136-137)

    Kur’ân-ı Kerîm’in bu ifadeleri Hz. Muhammed (a.s.)’in yeni bir
    din getirmediğini ve eski peygamberlerden herhangi birini veya talimatını tekzip
    etmediğini, aksine dünyanın kuruluşundan beri çeşitli milletlere ge­tirilen dini
    getirdiğini ve bunu açık, duru ve temiz bir şekilde insanlara ilettiğini açıkça
    ortaya koyuyor.

    Kur’ân-ı Kerîm, kendisini getirenin gerçek hüviyetini ve
    durumunu ortaya koyduktan sonra, Allah’ın onu hangi gaye ve maksatlarla dünyaya
    gönderdiğini anlatıyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in dünyaya peygamber ola­rak
    gönderilmesinin çeşitli amaç ve hedefleri iki noktada toplanabilir:
    Talim-terbiye ve amelî çalışmalar.

    20.2.1. Talim ve
    Terbiye İle İlgili Çalışmaları

    Bu alanda yapılan çalışmalar şunlardır:      
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                 

    1) Âyetlerin okunması, nefis terbiyesi ve Kitap ve hikmetle
    ilgili eği­tim:

    “İçlerinde, kendilerinden onlara Allah’ın ayetlerini okuyan,
    onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten
    bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük lütûf ve keremde bu­lunmuştur.”
    (Âl-i İmrân; 164)

    Burada ayetlerin okunmasından, Allah’ın emir ve talimatının
    insanla­ra olduğu gibi ulaştırılması kastedilmiştir. Nefis terbiyesi ve
    kötülükler ile küfürden temizlenmesi de; insanlardan güzel ahlâkın teşvik
    edilmesi ve yaygınlaştırılması, kötülük ve günahlardan arınmaları, kötü âdet ve
    alış­kanlıklardan kurtulmaları demektir. “Kitap ve hikmet’in eğitimi de,
    İnsanlar arasında Allah’ın kitabının gaye ve maksatlarının iyice anlaşılmasını
    ve idrak edilmesini sağlamak demektir. Bu eğitimle, insanlarda Kitabul­lah’ın
    ruhunu anlayacak basiretin yaratılmasına çalışılmıştır. Ayrıca, ha­yatlarının
    her alanını Kitabullah’ın emir ve talimatına göre ayarlayacak hikmetle
    donanmalarına dikkat edilmiştir.

    2) Din’in tamamlanması ve mükemmelleşmesi:

    “Bugün sizin için dininizi ikmâl ve üzerinize olan nimetimi
    tamamla­dım. Ve size din olarak İslam’ı (verip ondan) razı oldum.” (Maide; 3)

    Başka bir deyimle, Cenâb-ı Allah, Kur’ân-ı getirene sadece
    ayetleri­ni okuma, nefis terbiyesi yapma ve kitap ile hikmeti öğretme hizmeti
    yaptırmadı; aynı zamanda bu görevi ve getirdiği dini de onun vasıtasıy­la
    tamamladı. İnsanoğluna ne kadar ilâhi kelâm gönderilmesi gerekiyor­sa onun
    vasıtasıyla insanlara gönderildi. İnsanların yaşantı ve karakteri­nin ne gibi
    günah ve kötülüklerden temizlenmesi gerekiyorsa onun aracı­lığıyla temizlendi.
    Hangi iyilikler, güzel ahlâk ve fazilet ile fert ve cemi­yetlerin yetişmesi
    gerekiyorsa onun vasıtasıyla anlatıldı ve pratik olarak gösterildi. Kısacası,
    onun vasıtasıyla insanlara kitap ve hikmetin öyle bir eğitimi verildi ki;
    Kitabullah’ta anlatılan ve istenilen şekilde ilerde her za­man için insanların
    bireysel ve toplumsal yaşantısına yön verecek hale geldi.

    3) Geçmişte asıl ve gerçek din İslâm konusunda çeşitli
    peygamberle­rin ümmetleri arasında çıkan ihtilâfları ortadan kaldırmak; bütün
    perdeleri aralayarak, bütün yabancı maddeleri ayıklayarak ve bütün
    anlaşmazlıkları ortadan kaldırarak insanlara doğru yolu göstermek ve Allah’a
    kavuşmanın yollarını bulmalarını sağlamak:

    “Allah’a yemin olsun ki, senden evvelki ümmetlere de Rasûller
    gön­derdik. Şeytan, onların amellerini kendilerine süslü gösterdi. Bugün de
    Şeytan onların velisidir. Onlara elemli azap vardır. Sana kitabı ancak onlara
    ihtilâf eyledikleri şeyleri açıklaman ve imân eden kavme hidâyet ve rahmet
    olarak gönderdik.” (Nahl; 63-64)

    “Ey Ehl-i Kitap, size Rasûlümüz geldi. Ve size kitaptan
    sakladığınız şeylerin bir çoğunu beyan eder. Ve bir çoğunun beyanından da sarfı
    nazar eyler. Ve size Allah tarafından nûr ve apaçık bir kitap gelmiştir. Ki­tap
    ile Allah rızasına uyanları selâmet yollarına hidâyet eyler ve onları izni ile
    karanlıktan aydınlığa çıkarır. Doğru yola ve dine götürür.” (Maide; 15-16)

    4) İtaatsizleri korkutmak, Allah’a itaat edenlere Allah’ın
    rahmetini müjdelemek ve Allah’ın dinini yaymak:

    “Ey peygamber, Biz seni ancak şâhit, müjdeci ve korkutucu olarak
    gönderdik. Ve Allah’a kendisinin izniyle dâvet edici nurlu bir kandil ola­rak
    gönderdik.”  (Ahzab; 45-46)

    20.2.2. Amelî
    Çalışmalar

    Amelî hayat ve bununla ilgili diğer konular hakkında Hz.
    Muham­med (a.s.)’e şu vazife ve mesuliyetler verilmişti:

    1) insanlara iyiliği emretmek ve kötülüklerden sakınmalarım
    sağla­mak; helâl ile haram’ın sınırlarını tâyin etmek; insanları Allah’tan başka
    kimselerin boyunduruğundan kurtarmak.

    “O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten nehyeder.
    Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve zararlı şeyleri haram eder, onların
    sırt­larındaki ağır yükü kaldırır. Onların zincirlerini kırar. O peygambere
    inanıp O’na saygı gösteren, yardım eden, O’nunla birlikte gönderilen nu­ra
    uyanlar yok mu, felah bulanlar onlardır.” (A’râf; 157)

    2) Allah’ın kulları arasında adaleti tesis etmek ve kendisine
    bir dava gelince hak ve adaletle kararını vermek.

    “Allah’ın sana gösterdiği gibi, İnsanlar arasında hükmetmen için
    sa­na hak olarak Kitab’ı indirdik. Hainler için müdafaacı olma.” (Nisâ; 105)

    3) Allah’ın dinini, insan hayatının bütün nizamı buna tâbi
    olacak ve diğer bütün nizamlar ortadan kalkacak şekilde kurmak.

    “Peygamberini hidâyete ve bütün dinler üzerine çıkarmak için hak
    din ile gönderen O’dur.”  (Fetih;
    28)                                                                                                                                                                            
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                         

    Böylece, Hz. Peygamber (a.s.)’in görevi, sorumluluğu ve faaliyet
    sa­hasına giren bu çalışmalar siyaset, adalet, ahlâk, iktisât, cemiyet,
    medeni­yet ve kültürün her cephesini kapsar ve içine alır.

    20.2.3. Hz.
    Muhammed (a.s.)’in Peygamberliğinin Evrenselliği ve Ebediliği

    Hz. Muhammed-î Arabî (a.s.)’nin bu çalışmaları bir tek ülke,
    millet veya devre ait değildir, aksine bütün insanlık ve her çağ için geçerli ve
    ya­rarlıdır:

    “(Habibim) Biz seni, bütün insanlara müjdeci ve korkutucu olarak
    gönderdik. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’; 38)

    “De ki, ‘ey İnsanlar, şüphesiz ben sizin hepinize göklerin ve
    yerin sa­hibi olan ve kendisinden başka ilâh olmayan, hem diriltip hem de
    öldüren Allah’ın Rasûlüyüm. Öyleyse, Allah’a ve O’nun sözlerine imân edin, Üm­mi
    nebî olan Rasûlüne îman edin. Ve O’na tabi olun. Ta ki, hidâyete er­miş
    olasınız.” (A’râf; 158)

    “De ki, ‘Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Ve bana kendisi
    ile si­zi ve her işiteni inzar etmek için bu Kur’ân vahyolundu.” (En’âm; 19)

    “O Kur’ân, bütün âlemlere bir öğüttür. Sizden, doğruluk
    isteyenler için.”  (Tekvîr;
    27-28)                                                                                                                                                                                       
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                

    20.2.4.
    Peygamberliğin Son Bulması
     

    Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili
    önemli bir noktaya daha temas ediyor. O da, Hz. Muhammed (a.s.) ile,
    peygamberlik geleneğinin ve peygamberlik zincirinin son bulmasıdır. Kur’ân-ı
    Kerîm kesin bir dille, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra başka bir peygamberin
    gelmeyeceğini beyan ediyor:

    “Muhammed, adamlarımızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
    Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur. Allah her şeyi bilen­dir.”
     (Ahzab; 40)          
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               

    Bu, gerçekte Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberliğimi!
    evrenselliği, ebediliği ve dini tamamlayışının tabii bir neticesidir. Çünkü,
    Kur’ân-ı Kerîm’in yukarıdaki ifadelerine göre Hz. Muhammed (a.s.)’in
    peygamber­liği bir tek millet değil, bütün insanlık içindir; bir tek devir
    değil, bütün çağlar içindir ve Hz. Muhammed (a.s.)’in dünyaya peygamber olarak
    geli­şiyle kendisinden sonra peygamberlerin yapmaları ve başarmaları gereken
    görev ve işler de tamamlanmıştır. Bu sebeple, Hz. Peygamber (a.s.) ile birlikte
    peygamberlik zincirinin de tamamlanması en doğru yoldu ve nite­kim bu yola
    gidildi. Bu konuya bizzat Hazreti Peygamber (a.s.) de hadis­lerinden birinde son
    derece güzel bir ifade ile değinmiştir. Rasûlullah (a.s.) diyor ki: “Benim
    yerimin peygamberler arasında ne olduğu şu misal­le anlaşılacaktır. Diyelim ki,
    bir şahıs çok güzel bir ev yaptı, ama bu evin bir tuğlasını eksik bıraktı. Bu
    güzel evi görenlerin dikkati bu eksik tuğlaya çevrildi ve dediler ki bu son
    tuğla da yerine konsaydı ev tamamlanmış olacaktı. Bu ev peygamberlik eviydi ve
    buna yerleştirilen son tuğla be­nim. Boş yer doldurulmuş, ev bitmiştir ve benden
    sonra artık herhangi bir nebî dünyaya gelmeyecektir.” Bu misal ile nübüvvet veya
    peygamberliğin son bulmasının sebebi iyice anlaşılıyor. Madem ki din tamamlanmış
    ve her bakımdan mükemmel hale gelmiş; Allah’ın ayetleri mümkün olduğu kadar en
    iyi şekilde anlatılmış ve açıklanmış, helâl ile haram, iyi ile kötü, akide ve
    inanç, ibadet ve dua, medeniyet ve kültür, hükümet ve siyaset, kısacası her
    konuda Allah’ın emri açıklıkla insanlara ulaştırılmış, bu ilke­lere dayanılarak
    nazarî ve amelî olarak bütün bir düzenin işleyeceği göste­rilmiş, Allah’ın
    kelâmı ve Peygamber (a.s.)’in sünneti değiştirilmeden dünyaya iletilmiş, her
    devirde ve her yerde bunlardan istifade etmek mümkün kılınmıştır, o halde, başka
    bir peygamber veya başka bir pey­gamberliğe elbette ihtiyaç yoktur. Hz.
    Peygamber (a.s.)’in emir ve talimatının ancak zaman zaman insanlara
    hatırlatılması ve izah edilmesine gerek vardır ki, bunu da hak yolunda ulema ve
    kâmil ve sâdık mü’minler lâyıkıyla yapabilirler.

    20.2.5. Hz.
    Peygamber’in Örnek Kişiliği

    En son bilmek istediğimiz nokta, Allah’ın Kitabını getiren
    peygambe­rin şahsiyeti ve ahlâkının ne olduğudur. Hz. Muhammed (a.s.) nasıl bir
    in­sandı? Ahlâk ve faziletleriyle meziyetleri ne idi? Yaşantısı nasıldı ve
    ken­di tutum ve davranışlarıyla başkalarını nasıl etkiledi? Kur’ân-ı Kerîm bu
    sorulara uygun ve yeterli cevap veriyor, ama geçmişte olduğunun aksine

    Hz. Muhammed (a.s.) hakkında medhiyeler düzmüyor, abartmaya ve
    aşı­rılığa kaçmıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed (a.s.)’in methi için ayrı
    bölümler yer almamıştır, ama söz gelimi, arada sırada gerektiği yerlerde
    kişiliği ve karakterine az ama öz işaretlerde bulunulmuştur. Bu kısa işaret­ler
    bile Hz. Muhammed (a.s.)’in ne büyük bir insan olduğunu, ne güzel bir ahlâka
    sahip ve ne büyük meziyetlere haiz bulunduğunu göstermeye yeti­yor. Meselâ,
    Kur’ân-ı Kerîm:

    1) Hz. Peygamber (a.s.)’in en güzel ahlâka sahip olduğunu
    söylüyor:

    “Sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem; 4)

    2) Hz. Muhammed (a.s.)’in azimli, iradesi kuvvetli, imanlı ve
    her hâlükârda Allah’a inanan ve güvenen biri olduğunu belirtiyor. Kavmi O’nu
    öldürmeye ve ortadan kaldırmaya karar vermiş olmasına rağmen, tek bir
    arkadaşıyla birlikte bir mağaraya sığınmaya mecbur olmasına rağmen bu tehlikeli
    ânda bile cesaretinin kırılmadığını ifade ediyor.

    “Eğer Rasûle yardım etmezseniz, O’nu kâfirler memleketten
    (Mekke) çıkardıkları zaman O’na Allah yardım etti. Mağarada oldukları zaman,
    ikinin biri arkadaşına, ‘mahzun olma, Allah bizimle beraberdir’ dediği zaman,
    Allah sekinesini (kuvve-i mâneviyesini) O’nun üzerine indirdi.” (Tevbe; 40)

    3) Hz. Peygamber (a.s.)’in çok cömert, merhametli ve yumuşak
    kalpli bir insan olduğunu da açıklıyor ve diyor ki; kendisi en amansız
    düşmanla­rının bile mağfireti için Allah’a yalvarmıştı, ama Allah bu tür
    insanların bağışlanamayacağını kendisine bildirmişti.

    “Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, eğer onlar lehine
    yetmiş kerre istiğfar eylesen de, Allah onları mağfiret etmez.” (Tevbe; 80)

    4) Rasûlullah (a.s.)’ın iyi huylu ve nâzik olduğunu, kimseye
    sert, kötü davranmadığını, bu sebeple, herkesin O’nu sevdiğini belirtiyor.

    “Allah tarafından bir rahmettir ki, onlara yumuşak davrandın.
    Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, etrafından dağılırlardı.” (Âl-i İmrân; 150)

    5) Rasûlullah (a.s.)’ın, Allah’ın kullarını doğru yola getirmeyi
    canla başla istediğini, her şeyini bu uğurda feda ettiğini ve bütün çabalarına
    rağmen etrafındakilerin sapıklıklarında ısrar etmelerinden büyük ızdırap ve
    üzüntü duyduğunu ifade ediyor.

    “Onların bu Kur’ân’a îman etmemelerine üzülerek arkalarından
    adetâ kendini helâk mı edeceksin?” (Kehf; 6)

    6) Hz. Peygamber (a.s.)’in kendi ümmetini ne kadar çok
    sevdiğini, iyiliklerini ne kadar istediğini, onların acı ve üzüntülerini nasıl
    paylaştığı­nı ve onlar için adetâ bir rahmet ve iyilik meleği olduğunu söylüyor.

    “Size kendinizden bir peygamber geldi. Günâh kazanmanız O’na
    ağır gelir. Sizin üzerinize çok düşkündür. Müminlere karşı cidden esirge­yici ve
    merhamet sahibidir.” (Tevbe; 128)

    7) Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece kendi ülkesi veya milleti için
    değil, bütün dünya için bir rahmet olarak geldiğini belirtiyor.

    “Seni de (ey Rasûlüm) âncak âlemlere rahmet olmak üzere
    gönder­dik.” (Enbiya; 107)

    8) Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın gece saatlerce Allah’a ibadet
    et­tiğini ve Allah’a dua ettiğini bildiriyor.

    “Şüphesiz, Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir
    zümrenin gecenin üçte ikisinden biraz eksik bir miktarını, yarısını ve üçte biri
    ka­darını ayakta durduğunuzu biliyor.” (Müzzemmil; 20)

    9) Hz. Peygamber (a.s.)’in doğru bir insan olduğunu, hayalında
    Hak yolundan hiç ayrılmadığını, kötü nasihat ve düşüncelerden etkilenmediği­ni
    ve nefsinin isteğine uyup Hakk’a karşı bir tek söz söylemediğini kayde­diyor.

    “Efendiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O,
    he­vasından söylemez.” (Necm; 2-3)

    10) Rasûlullah (a.s.)’ın kişiliği ve karakterinin bütün dünya ve
    İnsanlar için güzel bir örnek olduğunu ve hayatının güzel ahlâkın bir simgesi
    olduğunu açıklıyor:

    “Sizin için Allah’ın Rasûlünde güzel bir numune vardır.” (Ahzâb;
    21)

    Kur’ân-ı
    Kerîm’i okumak, tetkik etmek ve yaşamak isteyen biri, Kur’ân Sahibi (Hz.
    Peygamberinin diğer pek çok vasıf ve özelliklerini öğ­renmiş olacaktır. Fakat
    biz burada bu ayrıntılara girmeyeceğiz. Kur’ân’ı Kerîm’i inceleyen herkes, bugün
    dünyada varolan bütün kutsal ve dini ki­tapların aksine İslam Peygamberini
    (a.s.) ne kadar açık, seçik ve net bir şekilde bize tanıttığım anlayabilecektir.
    Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber (a.s.)’i anlatırken ne mübalağa etmiş, ne
    aşırılığa kaçmıştır. Onda ne ulûhiyet aramış, ne ona bir takım insanüstü ve
    tabiat üstü güç ve yetenek­ler yakıştırmıştır. Onu ne Allah’a ortak kılmış ne de
    büyük ve mümtaz bir peygamber ve din kurucusuna yakışmayan kötü alışkanlıklar,
    sapıklıklar ve ahlâksızlıklar yakıştırmaya çalışmıştır. Onun için, dünyadan
    Kur’ân-ı Kerîm hariç İslam literatürünün tümünün ortadan kalktığını veya imha
    ol­duğunu farz etsek bile, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın şahsiyeti ve
    ka­rakteri hakkında zerre kadar şüphe, tereddüt ve yanlış anlama imkânı
    bu­lunmaz. Biz sadece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla Hz. Peygamber (a.s.)’in üs­tün
    ve kâmil bir insan ve en güzel ahlâka sahip bir kişi olduğunu, geçmiş­teki bütün
    peygamber ve sâlih kişileri tanıdığını ve tasdik ettiğini, dünya­ya yeni bir din
    getirmediğini, aksine dünyanın kuruluşundan beri insanla­rın hidâyeti için
    Allah’ın tâyin ettiği dini kendilerine yeniden hatırlattığını, öğrettiğini ve
    fiilen yaşadığını, kendisinde fevkalâde güç ve yeteneklerin bulunduğunu iddia
    etmediğini, dâveti ve davasının bütün dünyaya yönelik olduğunu, Allah’ın onu
    bazı belirli görevlerle dünyaya gönderdiğini ve bu görevleri lâyıkıyla yerine
    getirdikten sonra peygamberlik silsilesinin (zin­ciri) sona erdiğini kesin bir
    şekilde öğrenebiliriz.



     




    [1]
    Vişnu,
    bugünkü Hindu inançlarına göre kâinatı besleyen tanrı veya ilâh’tır. Bu,
    muhte­melen Allah’ın “rezzâklık” (rızk veren) sıfatıydı, ki zamanla dünyevî
    ve maddî bir varlığa dönüştü­rüldü. Zâten Hindularda şirk ve putperestlik bu
    şekilde başlamıştır. Yani, Tek Allah’ın bütün sıfat­ları ayrı ayrı ilâh
    şekline sokulmuştur.



    [2]
    Eğer
    “Bhagvat Gita’nın Allah’ın kitabı olduğu ileri sürülmüş olsaydı, ve
    Krişna’nın da bir peygamber olduğu belirtilmiş olsaydı, yukarıda
    naklettiğimiz sözlerin Allah’ın kelâmı olduğunu söyleyebilirdik. Hem de
    Krişna’nın bir tanrı olmadığı ispatlanmış olurdu. Fakat bu kitapta bütün
    sözlerin Krişna’ya ait olduğu söyleniyor.



    [3]
    Kur’ân-ı
    Kerim’de bir başka yerde bu nokta daha kesin bir şekilde ortaya konmuştur:
    (Ey Habibim) Doğrusu, sen, her sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakat, Allah
    dilediğini hidâyet eder. Ve o, hidâyete erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas;
    56).

    Sahih hadislere göre yukarıdaki ayet II/.. Muhammed
    (a.s.)’in amcası Ebû Talip ile ilgili olarak kendisine indirilmişti.
    Kayıtlara göre, Ebû Talip son nefesini verirken, Hz. Peygamber (a.s.)
    kendisinin bir iman sahibi olarak can vermesini arzulamış ve kelime-i
    şehâdet getirmesi için uğraş­mıştı, fakat Ebû Talip de Abdulmuttalip gibi
    eski inanç ve geleneklerine bağlı kalarak öldü. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı
    Hak, “doğrusu, sen her sevdiğini hidâyete erdiremezsin” dedi. Bilindiği
    gi­bi muhaddisler ile müfessirler, Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerini
    tasnif ederken, bunlara Hz. Pey­gamber (a.s.)’in yaşadığı olaylar ve diğer
    hususlara göre başlık koyma ve açıklama yapma eğili­minde olmuşlardır. Takat
    bu ayete ve çeşitli hadislere, örneğin Tirmizî ve Müsned-i Ahmed’de, Hz. Ebû
    Hureyre İbn Abbas ve İbn Ömer gibi râvilerin hadislerine bakarak, bunun ille
    de Ebû Talib’in vefatı sırasında nâzil olduğunu söyleyemeyiz. Bizim en çok
    söyleyebileceğimiz şey, bu ayetin muhtevasının Ebû Talib’in durumuna
    uyduğunu belirtmemizdir. Hz. Peygamber (a.s.)’in çok sevdi­ği ve saydığı
    amcasının bile son nefesine kadar hidâyet bulamayışından ne kadar üzüldüğünü
    tah­min edebiliriz. Fakat, bütün uğraşı ve çabaları amcasının doğru yola
    gelmesine yetmedi. Bu olay da Allah’ın insanlara hidâyet verme konusunda son
    merci oluşunun en önemli delilidir.

  • PEYGAMBERLİK GERÇEĞİ



    Birinci Bölüm: PEYGAMBERLİK GERÇEĞİ



    1.1. İNSANLIK İÇİN İLAHÎ HİDAYET ZİNCİRİ



    1.1.1. “Müslüman” Olma Emri



    1.1.2. Doğru Yoldan Sapma



    1.1.3. Peygamberlik ve Ezeli Anlaşma



    1.2. PEYGAMBERLİK HAKKINDA AKLÎ YAKLAŞIM



    1.2.1. Değişik Bir Yaklaşım



    1.2.2. Olayın Akıl Plânında Tartışılması



    1.3. PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ



    1.3.1. İnsanın En Büyük İhtiyacı



    1.3.2. Baskıyla Hidayet Yerine İlhâm Yoluyla Hidayet



    1.3.3. Yaşayan Hayatta Hidayet Örneğine Duyulan İhtiyaç



    1.4. PEYGAMBERLİK NEDİR?



    1.4.1. Rasûllerin Konumu



    1.4.2. Peygambere İtaat



    1.4.3. Peygamberlere İmân Etmek



    1.4.4. Peygamberlik Zincirine Bir Bakış



    1.4.5. Peygamberlerin Görevi



    1.4.6. Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler



    1.5. PEYGAMBERLERİN ORTAK ÇAĞRISI



    1.5.1. Rasûllerin Dünyaya Geliş Sebepleri



    1.5.2. Peygamberlere Verilen Gayb İlmi



    1.5.3. Dolaysız Bilgi ve Gözlem



    1.5.4. Peygamberlerin Masum Olmalarının Hikmeti



    1.5.5. Peygamberlerin Sıfatlarıyla İlgili Bazı Ayetler

     

    PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR

    Birinci Bölüm: PEYGAMBERLİK GERÇEĞİ                                                                                                                   

    1.1. İNSANLIK İÇİN İLAHÎ HİDAYET
    ZİNCİRİ

    Bütün Kâinat’ın yaratıcısı, sahibi ve hâkimi olan Cenab-ı Hak
    sonsuz âlemin dünya dediğimiz ve içinde yaşamakla olduğumuz bu bölümünde insanı
    yarattı. Ona bilme, düşünme ve anlama gücü, iyi ile kötüyü ayırma yeteneği,
    seçme ve iradesini kullanma kabiliyeti verdi. Tasarruf yetkileri bağışladı.
    Kısacası, ona özgürlük verdi ve yeryüzüne halifesi olarak gön­derdi.
    Murat BOZDOĞAN   Melek BOZDOĞAN

    Alemlerin Rabbi, insanı bu mevkiye getirirken, ona şunları
    açıkça bildirdi. Senin ve bütün kâinatın sahibi, Rabbi ve hakimi Benim. Büyük
    kâinatımda sen ne tamamıyla özgürsün, ne de başkalarının kulusun. Ben’den başka
    tapılacak yoktur. Senin, yetkiler verilerek dünyaya gönde­rilmen aslında bir
    sınavdır. Sınav süresi bittiğinde yine Bana döneceksin. Ben o zaman dünyada
    geçirdiğin süre ve yaptığın işleri değerlendirerek sınavı kimlerin kazandığını
    kimlerin kaybettiğini açıklayacağım. Senin için en doğru yol Ben’i tek ilâh ve
    hakim olarak kabul etmektir. Buyrukla­rıma göre dünyadaki işlerini yapmalı ve
    orada geçireceğin ömrü bir imti­han süresi olarak görmelisin. Amacın ve hedefin
    bu imtihanı kazanmak olmalıdır. Aksine yapacağın her hareket yanlış olacaktır.
    Şayet ilk yolu seçersen, -ki bunu yapmakta serbestsin- dünyada huzur ve sükûn
    bulacak­sın ve Bana geldiğinde sana Cennet denilen ebedi rahatlık ve mutluluğu
    vereceğim. Fakat başka yol seçecek olursan -ki bunu da yapmakta ser­bestsin-
    dünyada rahat yüzü göremezsin ve dünyadan âhirete döndüğünde de Cehennem denilen
    ebedi huzursuzluk ve mutsuzluğun çukuruna düşer­sin.

    1.1.1. “Müslüman”
    Olma Emri

    Kâinatın Hâkimi işte bu telkinle insanoğlunu dünyaya
    yerleştirdi. İn­sanların ilkine (Hz. Adem ve Havva) yeryüzünde nasıl yaşamaları
    gerekti­ği konusunda da bazı emirler verdi. Bu ilk İnsanlar cehalet ve
    bilgisizliğin karanlığında dünyaya gelmemişlerdi. Aksine onlar bilgi sahibi
    olarak dünyaya gönderilmişti. Onlar bazı gerçekleri biliyorlardı. Hayatın bazı
    kurallarını öğrenmişlerdi. Hayat tarzları, Allah’a itaat yani İslâmiyet’ti.
    Onlar evlâtlarına da “müslim” (müslüman), yani Allah’a itaatkâr olma em­rini
    vermişlerdi.

    1.1.2. Doğru
    Yoldan Sapma

    Ne var ki, daha sonraki yüzyıllarda İnsanlar bu doğru hayat
    tarzından (din) ayrılarak çeşitli yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde
    yollarını şaşır­makla kalmadılar, bunu tahrif de ettiler. Allah’ın yanı sıra
    yerde ve gökler­deki pek çok insanî ve insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer
    ilâh yaptı­lar. Allah’ın kendilerine bahşettiği Hakikat ilmine türlü çeşit batıl
    itikat ve nazariyeler karıştırarak kendi heva ve heveslerine göre öylesine
    hayat, ku­ral ve kanunlar icat etliler ki, Allah’ın yarattığı dünyada, zulüm ve
    baskı­dan geçilmez oldu.

    Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği sınırlı özgürlükle, yaratıcı
    müdahale­sini kullanarak, onları zorla doğru yola getirmesi bağdaşamazdı.
    Dünyada insanlara tanıdığı süre ve hareket serbestisiyle, isyan çıkar çıkmaz
    insan soyunu yok etmesi de uygun olamazdı. Dünyanın yaratılışından beri koy­duğu
    belli bir kural vardı. İnsan’a kendi çapında hareket serbestisi verile­cek ve
    kendisine tanınan süre içinde doğru yola getirilmesi için zaman za­man
    uyarılarda bulunulacak. Bu kaide ve kurala göre Rabbimiz, kulları arasından
    kendisine en çok inanan ve güvenenleri bu amaç için seçip gö­revlendirmeye
    başladı. Bu seçilen İnsanlar O’nun temsilcisiydiler. Allah temsilcilerine
    buyruklarını ve mesajlarını iletti; onlara ilahî ilmi öğretti, hayalın gerçek
    kanunlarını anlam ve yollarını kaybeden insanları doğru yola getirmekle
    görevlendirdi.

    Bu temsilci veya peygamberler çeşitli millet ve memleketlerde
    orta­ya çıktılar. Binlerce yıl dünyaya geldiler. Sayıları binleri ve hatta yüz
    binleri aştı. Ama hepsinin dini aynı idi. Yani, doğduğu ilk gün insana
    öğreti­len doğru yol. Onlar aynı hidayet yolunun takipçisiydiler, yani doğuştan
    itibaren insanoğlu için önerilen ahlâk ve kültürün ebedi ilkeleri. Hepsinin
    görevi ve amacı aynıydı; insan soyunu gerçek dine ve hidayete davet etmek,
    daveti kabul edenleri teşkilâtlandırarak, bu insanları Allah’ın kanun­larına
    bağlı olan, dünyada ilâhî Nizamı kurmayı amaç edilen ve ilâhî ka­nunların
    çiğnenmesini önlemeye çalışan bir ümmet haline getirmek. Bu Peygamberler
    yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak yerine getirdiler. Ne var
    ki, insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin davet­lerini kabul ediyor,
    büyük bir çoğunluk ise bu çağrıya yanaşmıyordu. Bu daveti kabul edenler bile bir
    süre müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra, hatalara düştüler. Bazıları
    ilahî hidayeti tamamıyla unutup, yanlış yola meylettiler. Bazıları ise Allah’ın
    buyruklarına bambaşka anlam ve şe­killer verdiler.

    Nihayet Alemlerin Rabb’i, Arabistan topraklarında Muhammed
    (s.a.v.)i görevlendirdi. Bu yeni ve son peygamberin muhatapları hem Arap halkı,
    hem geçmiş peygamberlerin yollarını kaybetmiş ümmetleri idi. Görevi, herkesi
    doğruya ve Hakk’a davet etmek, Allah (c.c.)’a döndür­mekti. Davetini kabul
    edenleri de, kendi yaşantılarını Allah’ın emrine göre düzenleyecek ve aynı
    zamanda bütün dünyanın ıslahı için mücadele ede­cek bir ümmete dönüştürecekti.

    1.1.3.
    Peygamberlik ve Ezeli Anlaşma

    “Hani Rabb’in Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış
    ve onları kendi nefislerine karsı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil
    miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin) şahit olduk” demişlerdi. (Bu)
    Kıyamet Günü: “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir. Ya da “Bizden önce
    alalarımız şirk koşmuştu. Biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız, işleri bâtıl
    olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edecek­sin?” dememeniz için”. (A’raf;
    172-173)

    Yukarıdaki ayette dünyanın yaradılışı sırasında, yani ezelde,
    bütün insan soyunun girdiği bir anlaşmadan söz ediliyor. Bu anlaşmaya göre
    in­sanlardan Allah’a isyan bayrağını çekecek olanlar, kendi yaptıklarından
    tamamıyla sorumlu olacaklardır. Kendilerini savunurken ne habersiz ol­duklarını
    ileri sürebilecek, ne de doğru yoldan sapma yükünü geçmişteki insanlara
    atabileceklerdi. Yani Allah ile kullar arasında varılan ezelî an­laşmaya göre,
    her fert Allah’ın tek bir ilâh olduğuna kanaat getirmiştir. Bu sebeple, yolundan
    sapmış olan insan, kendi hatalarım ve kendi bilgisizli­ğini ne çevresine ve ne
    de geçmiştekilere mal edemez.

    Şimdi sorun şudur: Gerçekten böyle ezelî bir anlaşma yapıldıysa
    neden onun bilincinde değiliz, veya neden hafızalarımızdan silinmiştir? Bu
    soruyu bir yana bırakalım; bir kere biz şunu da biliyor muyuz ki, dünya­mız
    yaratılırken Allah’ın huzuruna çıktığımızda, “Elestü birabbiküm” so­rusu bize
    sorulmuş ve biz de “belâ” cevabını vermiştik? Biz bu olayı bile hatırlamıyorsak,
    ezelî anlaşmayı hatırlayıp hatırlamamız aleyhte bir delil olarak nasıl
    kullanılabilir?

    Bu soruyu aslında şöyle cevaplamak mümkündür: Ezelî anlaşmanın
    hatırası insanın şuuru ve hafızasında taze bırakılsaydı, insanoğlunun dün­ya
    gibi bir imtihan yerine gönderilmesi tamamen anlamsız bir şey olacak­tı. Çünkü
    bu durumda, imtihan ve deneme gibi kavramlar anlamını yitire­cekti. Sonuç olarak
    ezeli anlaşmanın hatırası hafızada kalmamakla bera­ber, bu hadise şuuraltına ve
    vicdan’a bırakıldı. Bu olay, şuuraltı ve vicdan’la ilgili diğer bilgilerimiz
    gibidir. Medeniyet, kültür, ahlâk ve örf âdet alanlarında insanın bugüne kadar
    yaptığı ve başardığı işler aslında onun öz gücünden kaynaklanıyordu. Dış
    etkenler ve iç eylemlerin birleşmesiyle ancak kuvvede (öz güç) olanlar fiile
    geçmiştir. Şurası bir gerçektir ki, her­hangi bir eğilim, terbiye, kültür,
    çevrenin etkinliği veya herhangi bir dahi­li uyarı ve etki, bir insanın
    kuvvesinde olmayan bir şeyi yaratamaz. Aynı şekilde bütün bu etken ve unsurlar,
    insanın kuvvesinde bulunan bir şeyi hiçbir şekilde ortadan kaldıramazlar.
    Yapabilecekleri tek şey asıl tabiat ve huyunu saptırmaktır. Fakat her şeye
    rağmen kuvvede olan güç ve yetki özünü koruyabilir. Bu güç ve yetki ortaya
    çıkmaya ve dıştan gelen çağrıya tepki göstermeye hazırdır. Bilinçaltı ve vicdanî
    bilgilerimizin durumu işte böyledir. Bunlar kuvvemizde olup fiillerimizle
    ispatlanırlar.

    Bütün bu bilgilerimizin ortaya çıkması için dış hatırlatma,
    telkin, eği­tim, öğretim ve düzenlemeye ihtiyacımız vardır. Bizde ortaya
    çıkanlar, as­lında içimizdeki kuvvenin dıştan gelen çağrıya cevabından başka bir
    şey değildir. Dolayısıyla, gerek iç duygular gerekse dış faaliyetlerle ıslah ve
    değişiklik yapmak mümkündür. Aynı durum kâinattaki gerçek mevkiimiz ve kâinatın
    yaratıcıyla olan ilişkileri konusunda edindiğimiz vicdani ilim için de
    geçerlidir. Bunun varoluşunun bir kanıtı, insan ömrünün her döne­minde,
    yeryüzünün her noktasında, her yerleşim merkezinde, her ulus ve her nesilde
    kendisini göstermiş olması ve dünyanın hiçbir gücünün bunu tamamıyla yok
    edemeyişidir. Gerçeğe uygun olmasının bir delili de, orta­ya çıkarak, fiilen
    hayatımıza yön verdiği zamanlarda iyi ve yararlı sonuç­lar doğurmuş olmasıdır.

    Vicdanî bilginin belirlenmesi ve pratik bir şekle bürünmesi her
    za­man dıştan gelen bir davetin etkisiyle mümkün olmuştur. Nitekim,
    peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak yolunun yolcula­rı
    aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bu se­bepten
    dolayıdır ki, onlara Kur’an-ı Kerim’de “müzekkir” (hatırlatanlar) ve yaptıkları
    işlere “zikr” (hatırlatma), “tezkere” (hatıra), ve “tezkir” (ha­tırlatma)
    denilmiştir. Demek Nebi’ler, Kitaplar ve Hakk’a davet edenler, İnsanlar için
    yepyeni bir şey getirmez, aksine onlarda daha önceden varo­lanları keşfedip
    tekrar ortaya çıkarırlar.

    1.2. PEYGAMBERLİK HAKKINDA AKLÎ
    YAKLAŞIM

    Büyük şehirlerde, görürüz ki, elektrik enerjisiyle yüzlerce
    fabrika ça­lışır, tren, tramvay ve benzeri araçlar gidip gelir, akşam olur olmaz
    binler­ce, yüz binlerce ışık yanar, yaz mevsiminde her yerde havalandırma
    cihaz­ları çalışır. Ama bu olaylar bizi hayrete düşürmez, bu eşya ve aletlerin
    yanması veya hareket etmesi konusunda en küçük tereddüde kapılmayız. Bu neden
    böyledir? Çünkü, söz konusu aletlerin bağlı oldukları kabloları gözümüzle
    görürüz. Sonra bu kabloların hangi elektrik santrallerinden geldiğini de
    biliriz. Söz konusu santrallerde çalışan kişiler hakkında da bilgimiz vardır.
    Elektrik santrallerindeki görevlilerin bir elektrik mühen­disine bağlı olduğunu
    biliriz. Biz o mühendisin elektrik uzmanı olduğu­nun da bilincindeyiz. Birçok
    kompleks aletlerin bir araya gelmesiyle elekt­rik üretildiğini, daha sonra bunun
    ilgili yerlere sevk edildiğini biliriz. Elektrik akımıyla ampullerin yandığını,
    vantilatörlerin döndüğünü, tren ve tramvayların hareket ettiğini ve fabrikaların
    çalıştığını anlarız. Elektriğin etki ve sonuçlarını görerek, sebep ve kaynakları
    hakkında herhangi bir ihtilafa veya tereddüde düşmememiz sebep-netice ya da etki
    ile tepki ara­sındaki bulun aşamayı duyularımızla algılamamızdan ileri geliyor.
    Farz edelim ki, aynı lambalar yansa vantilatörler çalışsa, trenler ile
    tramvaylar hareket etse, çarklar dönse makineler çalışsa, ama bunlara cereyanın
    geç­mesini sağlayan kablolar gözümüzle görülmeseydi, trafo veya elektrik
    santrali duyularımızdan uzak olacaktı. Trafoda çalışanlardan ve elektrik
    santralinin bir baş mühendisi olduğundan da haberimiz olmayacaktı. Böy­le bir
    durumda elektriği görünce aynı umursamazlık ve soğukkanlılığı gösterebilecek
    miydik? Belli ki bunun cevabı hayır olacaktır. Neden? Çünkü, sonucun sebebi
    saklı olduğu belirtilen kaynak bilinmediği zaman insanın içine tereddüt, hayret,
    tedirginlik ve endişenin düşmesi, aklın bu sırrı araştırmaya kalkışması ve esrar
    perdesi içinde olanlarla ilgili kıyas ve spekülasyonların yapılması gayet
    tabiidir.

    Şimdi bu faraziye üzerinde biraz daha etraflıca düşünelim.
    Diyelim ki, farz ettiğimiz olay hakikaten dünyada vardır. Yüz binlerce,
    milyonlarca lambalar yanıyor, milyonlarca vantilatör çalışıyor, fabrikalar mal
    üretiyor, ama bütün bunları çalıştıran gücün ne olduğunu, nereden geldiğini
    bilmi­yoruz. Bu durumda bütün İnsanlar şaşkınlık içindedir.

    Herkes ortadaki bu gerçekler konusunda aklına gelenleri
    söylüyor. Biri diyor ki, bütün bunlar kendiliğinden yanıyor, hareket ediyor,
    çalışı­yor, bunları çalıştıran ayrı ve üstün bir güç yoktur. Başka birisi diyor
    ki, söz konusu aletler hangi maddelerden olmuşsa o maddelerin terkibiyle onlar
    yanıyor veya çalışıyor. Bir başkası da diyor ki, bu maddeler dünya­sının
    ötesinde bazı ilâhlar var. İşte bu ilâhlardan bazısı lambaları yakıyor, bazısı
    trenleri çalıştırıyor ve gene bazısı fabrikaları çalıştırıyor. Bazı kim­seler
    ise düşünmüş, taşınmış ama bir sonuca varamamış şaşkın bir halde­dirler. Bıkmış,
    usanmış ve demişlerdir ki aklımız bu tılsım ve sırrın kökü­ne inememiştir, biz
    sadece görüp, hissettiklerimizi biliriz, gerisini anlaya­mayız ve
    anlayamadığımız şeyleri ise ne doğrulayabilir ne de reddedebili­riz.

    Bütün bu gruplar birbiriyle çekişiyor ve kavga ediyor, ama kendi
    gö­rüşlerini savunmaları ve başkalarının görüşlerini reddetmeleri için kimse­de
    kıyas, zan ve tahminden başka bir şey yoktur.

    1.2.1. Değişik
    Bir Yaklaşım

    Bu kavga devam ederken bir kişi geliyor diyor ki: “Kardeşlerim,
    ba­kın, bende varolan bir bilgi kaynağı sizde yoktur. Bu kaynağa dayanarak bütün
    bu yanıp sönen lambalar, dönen vantilatörler, hareket eden trenler ve çalışan
    fabrikaların sizin göremediğiniz ve hatta duyamayacağınız bir takım kablolara
    bağlı olduğunu biliyorum. Bu kablolar bir trafo veya elektrik santraline
    bağlıdır, ki oradan gelen cereyanla ışık ve enerji elde ediliyor. Söz konusu
    elektrik santralında dev makinalar var, bunları bir­çok kişi çalıştırıyor. Bu
    çalışan kişiler de baş mühendisin emrindedirler. İşte bunun gibi bir iradenin
    yüce ilmi ve kudretiyle dünya dediğimiz bü­yük ve eşsiz bir düzen sadece ayakta
    durmakla kalmıyor, tıkır tıkır işliyor da. Onun direktifi ve denetimiyle her şey
    yerli yerinde bulunuyor görevini yapıyor.”

    Yukarıdaki iddianın sahibi olan kişi tezini kuvvetle savunuyor.
    İnsan­lar onu yalanlamaya çalışıyor, büyük bir çoğunluk da ona karşı çıkıyor,
    deli-divane diyor, sövüyor, dövüyor, eziyet ediyor ve evinden kovuyorlar. Ama
    bütün bu bedenî ve ruhanî eziyetlere rağmen o davasını savunuyor, en ufak bir
    tereddüde kapılmıyor. Hiçbir korku veya hırs onu davasından zerre kadar
    ayıramıyor. Hiçbir güçlük, dünyaya vermek istediği mesajda en küçük bir
    değişiklik yapmasına sebep olamıyor veya ondan taviz ver­mesini sağlamıyor. Her
    sözü ve her hareketiyle inancına ne kadar bağlı ol­duğunu ortaya koyuyor.

    Bundan sonra bir başka şahıs geliyor, aynı sözleri aynı güven ve
    inançla söylüyor. Daha sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci kişiler geliyor ve aynı
    şeyleri tekrarlıyorlar. Derken, bunların sayısı hızla artmaya başlı­yor, yüzleri
    ve hatta binleri buluyor, hepsi aynı sözleri tekrarlıyor, aynı davayı savunuyor,
    aynı mesajı veriyor. Zaman ve mekân değişikliğine rağmen konuştukları dil,
    kullandıkları üslûp aynıdır. Hepsi alelâde insan­larda bulunmayan ilim
    kaynağından bahsediyor. Hepsine mecnun ünvanı takılıyor, her türlü zulüm ve
    baskıya hedef oluyorlar. Herkes davalarından vazgeçmelerini isliyor. Ama hepsi
    de sözlerinde duruyor, dünyanın hiçbir gücü onların imanını, inancını
    sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve kararlılığa sahip olan bu kişilerin, bir
    başka yönleri de, yalancı, hırsız, hain, ahlâksız, zalim veya haram yiyici gibi
    özelliklerinin olmaması. En büyük düşman ve en alçak muhalifleri bile bu
    insanların bu meziyetlerini kabul ediyorlar. Bunların ahlâkı tertemizdir,
    haysiyeti büyüktür, alçak gönüllü­dürler, namusludurlar. Karakterleri bakımından
    hemcinslerinden üstündür­ler. Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi
    ahlâk, nefis terbiyesi ve dünya işlerinin ıslahı için getirdikleri talimat ve
    kuralların eşine rastlamak şöyle dursun, birçok alim, birçok âkil bunların
    inceliklerini araştırmak amacıyla ömürlerini geçirmişlerdir.

    1.2.2. Olayın
    Akıl Plânında Tartışılması

    Bir tarafta çeşitli görüşteki davalı ve sanıklar var, diğer
    tarafta görüş-birliğinde ve birlik içinde olan davacılar var. ikisinin davası da
    aklın mah­kemesine gider. Hakim olarak akıl ilk önce kendi durumunu iyi
    kavrama­lıdır, daha sonra tarafların vaziyetine vakıf olmalıdır. Sonra iki
    tarafın ifa­desini alarak kararını vermelidir.

    Hakim’in durumuna gelince, onun için gerçeği öğrenmenin yolu ve
    imkânı yoktur. Kararını tarafların ifadesine göre vermek zorundadır. O, elindeki
    bilgiler, ifadeler, deliller, tanık ve sanıkların kişilikleri, dış görü­nüşleri
    ve izlenimlerine dayanarak gerçeği bulmakla yükümlüdür. Araştı­rıcı ve gözleyici
    bir tavırla kimin haklı kimin haksız olduğuna kanaat ge­tirmelidir. Fakat yine
    de sadece fikrini söyleyebilir, tahminini yürütebilir, “işte hakikat budur”
    diyemez. Ağırlığını taraflardan birinden yana koyabi­lir ama, herhangi birisini
    kesinlikle temize çıkaramaz veya cezaya çarptıramaz.

    Davalı veya “yalancıların durumu şöyle özetlenebilir:

    1) Hakikat ile ilgili görüşleri birbirinden farklıdır. Hiçbir
    konuda ve­ya noktada hemfikir değildirler. Hatta, aynı grubun çeşitli üyeleri
    arasında görüş ayrılığı vardır.

    2) Kendilerinin de itiraf ettiği gibi, başkalarında olmayan
    herhangi bir bilgi kaynağına sahip bulunmuyorlar. Bu grupların tek iddiası kendi
    tahminlerinin başkalarınınkinden daha kuvvetli olduğu noktasındadır. Ama herkes
    kabul ediyor ki bütün bilgileri yalnızca tahminlerden ibaret­tir.

    3) Kendi tahminlerine olan inançları çok katı ve sarsılmaz bir
    nokta­ya henüz varmamıştır. Bu bakımdan fikirlerini, tahminlerini değiştirenler
    çoktur. Öylesine kişiler ve bilim adamları vardır ki düne kadar savunduk­ları
    tezin tam tersine bir görüşü benimsemiş, eski görüşlerini tekzip eder duruma
    gelmişlerdir. Yaş, bilgi ve deneyimleri arttıkça görüşleri ve ideo­lojileri de
    değişmiş ve bir bakıma olgunlaşmışlardır.

    4) Davacıların delillerini çürütmek, onları tekzip etmek ve
    yalanla­mak için sadece tek bir görüş ileri sürüyorlar. Kendilerine göre;
    “davacı­lar, davalarının doğru olduğuna dair inandırıcı bir delil ortaya
    koymamış­lardır. Davacılar, lambalar, vantilatör ve makinaların bağlı olduğunu
    söy­ledikleri gizli kabloları bize gösterememişlerdir. Ne elektriği göstermiş ne
    elektrik santralini gezdirmişlerdir. Bizi hiçbir görevli, yetkili veya baş
    mühendis ile görüştürmemişlerdir” diyor ve ekliyorlar, “bu durumda
    söy­lediklerinin doğru olduğuna nasıl inanabiliriz?”

    Davacıların durumu ise şöyledir:

    1) Davacıların tümü görüş birliği içindedir. Davanın bütün
    yönleri hakkında tam bir ittifak halindedirler.

    2) Üzerinde tam görüş birliği içinde oldukları husus, diğer
    insanlarda olmayan bilgi kaynağına sahip bulunmalarıdır.

    3) Hiçbiri davalarının sadece kıyas veya tahminlere dayandığını
    söy­lemiyor, aksine Baş Mühendis ile çok yakın ilişki içinde olduğunu, O’nun
    habercilerinin kendisine geldiğini, elektrik santralini de gezdiğini, her şeyi
    inanarak ve güvenerek söylediğini kesin bir ifade ile belirtiyor.

    4) Görüş ve düşüncelerinde en ufak bir değişiklik yaptıklarına
    dair hiçbir örneğe rastlamıyoruz. Her biri, aynı şeyi ve aynı tezi başından
    so­nuna kadar savunmuş bulunuyor.

    5) Kişilik ve karakterleri tertemiz olup, özgeçmişlerinde yalan,
    iftira, iki yüzlülük, sahtekârlık ve dolandırıcılık konusunda en ufak bir
    belirti görülmüyor. Bu nedenle, hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru
    olanların yalnızca bu konuda sözbirliği etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve
    ihtimal yoktur.

    6) Savundukları davanın kendilerine kişisel çıkar sağladığı da
    söyle­nemez. Tam tersine, davaları uğruna son derece güç durumlara düştükleri,
    bedensel ve ruhsal eziyetler çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, iş­kence
    gördükleri, sürgün edildikleri katledildiklerini hatta bazılarının can­lı
    gömüldüğü ve çeşitti eziyetlerle öldürüldüğü görülmüştür. Birkaç istis­na ile
    hiçbirinin dünyada maddi yönden rahat ve huzur ve refah dolu bir hayal sürdüğü
    iddia edilemez. Dolayısıyla, şahsi menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine
    bin bir güçlük ve engeller karşısında davalarına tama­mıyla sadık kalmaları,
    samimiyet ve iyi niyetlerinin birer kanıtıdır. Onlar davalarına öylesine
    bağlıydılar ki bunun için canlarını bile seve seve feda ettiler.

    7) Söz konusu insanların deli veya aklî dengelerinin bozuk
    olduğu da iddia edilemez. Hayatın bütün meselelerinde hepsinin son derece
    akıllı, anlayışlı ve zeki olduğu olaylarla sabit olmuştur. Muhalifleri bile
    zaman zaman akıl ve zekâlarına hayran kalmışlardır. Bu durumda hepsinin aynı
    şeklide delirdiği nasıl kabul edilebilir? Hem de onları “deli” eden mesele­ye
    bakın ki, bunun için ölüm kalım savaşı vermişlerdir. Bu dava için dün­yaya
    meydan okumak ve dünyayı karşılarına almaktan çekinmemişlerdir. Bu dava öyle bir
    davadır ki, bunun için hayal boyunca mücadele etmişler­dir, varolan imkânlarının
    tümünü bunun için seferber etmişlerdir. Böyle bir durumda akılsız veya çılgın
    olduklarına kim inanabilir?

    8) Bu kişiler, Baş Mühendis veya elemanlarıyla sizi
    görüştürürüz, O’nun gizli fabrikasını size gösterebiliriz, veya deneyler ile
    gözlemlerle davamızı ispatlayabiliriz dememişlerdir. Zira, onlara göre bütün bu
    işler “gâip”ten olmaktadır. Onlar sadece kendi söyledikleri ve anlattıklarına
    iti­mat edilmesini istiyorlar.

    İki tarafın durumu ve ifadelerini inceledikten sonra akıl
    mahkemesi kararını verir ve der ki, bazı belirti ve sonuçları görerek her iki
    taraf illiyet veya sebep-netice gibi kavramları gözden geçirmişler ve bunlardan
    kendi fikir ve tutumları doğrultusunda sonuçlar çıkarmışlardır.Görünüşte her iki
    tarafın çıkardığı sonuçlar ve ileri sürdüğü tezlerde akıl ve mantığa aykırı,
    göze çarpan bir husus yoktur. Akıl ve zekâ ölçülerine göre iki tarafın da
    nazariye ve faraziyelerinin imkânsız olduğu söylenemez, ikincisi, her iki
    tarafın görüşü de deney veya gözlemle doğru ya da yanlış olarak tesbit edilemez.
    Ne birinci taraf herkesi tatmin edecek ve ikna edecek şekilde bilimsel bir kanıt
    ileri sürebilir. Ne ikinci taraf bunu yapacak güçte veya iddiadadır, ne var ki,
    mesele derinliğine tetkik edildiğinde pek çok konuda ikinci tarafın haklı
    olduğu, ileri sürdüğü nazariyenin daha tutarlı ve inan­dırıcı olduğu anlaşılır.

    Öncelikle, bu kadar çok sayıda insanın, olağanüstü bir bilgi
    kaynağı­na sahip olmak ve bununla, dış belini ve sonuçların asli sebeplerini
    keş­fetmek konusunda birleşmeleri, çeşitli zaman ve mekânlarda bulunmaları­na
    rağmen aynı görüşü paylaşmaları, davalarının haklılığını ortaya koyu­yor. Bu
    İnsanlar bilhassa, kendi bilgileri konusunda çelişkili ifade kullan­mıyorlar.
    Söylediklerinde akla aykırı bir şey de yok. ikinci olarak, bazı kimselerin diğer
    insanlara nisbetle bir takım olağanüstü güç ve yetenekle­re sahip oldukları da
    akıl ve mantık kurallarına ters gelmiyor. Üçüncüsü, dış elken ve belirtilere
    bakıldığında ikinci tarafın tezinin daha doğru oldu­ğu anlaşılıyor. Öyle ki,
    ampul, vantilatör, fabrika ve trenlerin kendi kendi­ne yandığı veya çalıştığına
    kimse inanamaz. Zira böyle bir şey, söz konu­su eşyanın irade gücüne bağlı
    olurdu. Ama bu eşyaların herhangi bir ira­desi olmadığı bir gerçektir. Aydınlık
    ve çalışma özellikleri, maddi terkip­lerinden de ileri gelmiyor. Çünkü ışık
    saçmadıkları ve çalışmadıkları za­manlarda da aynı durumda kalıyorlar. Buna
    ilâveten, bunların ayrı ayrı güçlerin etkisinde olduğu da akla yatkın değildir.
    Çünkü ampullerin yan­madığı zaman vantilatörlerin dönmediğine, trenlerin
    çalışmadığına, fabri­kalarda da işin durduğuna şahit oluyoruz. Bu sebeple, dış
    etken ve belirti­ler konusunda ilk tarafın ileri sürdüğü bütün tez ve kavramlar
    akıl ve mantıktan uzaktır. Aklın daha kolay kabul edebileceği husus, bütün dış
    belirtilerde aynı gücün varoluşudur. Bu gücün kaynağı da, belirli bir dü­zen
    içinde bu gücün etkilerini gösteren bir Bilge ve Uzman’dır.

    Şimdi gelelim, şüpheci ve kararsız kişilerin şu mantığına: Bütün
    bu meseleleri aklımız, almıyor, bundan hiçbir şey anlayamıyoruz.
    Anlayama­dığımız bir şeyi ne onaylayabilir ne reddedebiliriz. Aslında akıl
    mahke­mesinin hakimi bu mazereti kabul etmezdi. Çünkü bir olayın olması onu
    gören veya duyanın anlayıp anlamamasına bağlı değildir. Bir olayın mey­dana
    gelmesi güvenilir ve birden fazla tanığın ifadesiyle ispatlanmış olu­yor. Şimdi
    diyelim ki bazı güvenilir dostlarımız gelip bize diyor ki, biz batılı ülkelerde
    insanların demir, çelik veya alüminyumdan yapılmış araç­larla havada uçtuklarını
    gördük veya biz Londra’da iken Amerika’dan ya­yınlanan şarkıları dinledik. Böyle
    bir durumda bizim araştırmak ve bilmek istediğimiz tek şey bize bu masalları
    anlatanların yalancı veya şakacı olup olmadığı olacaktır. Ayrıca, söz konusu
    kişilerin şahsi çıkarlarının bulunup bulunmadığı ve akli dengelerinin de yerinde
    olup olmadığı araştırılması gereken hususlardandır. Kendilerinin ne yalancı, ne
    şakacı, ne de deli ol­dukları ve kişisel çıkar gütmedikleri sabit olursa ve pek
    çok dürüst, aklı başında kişinin, gayet ciddi bir şekilde istisnasız aynı
    olayları bize anlat­tıklarını görürsek, demir ve alüminyumdan yapılmış araçların
    havada uç­ması veya bir şarkıcının sesinin binlerce kilometre öteden duyulmasını
    bir türlü anlayamazsak dahi kabullenmek zorundayız.

    İşte aklın hükmü budur. Fakat, “iman” dediğimiz tasdik, te’yid
    ve inanç keyfiyeti bundan doğmaz. Bunun için vicdan ve ilhama gerek var­dır.
    Bunun için içimizden öyle bir duygu gelmelidir ki; şüphe, tereddüt ve
    kararsızlığın her türlüsünü ortadan kaldırıp, insanların her çeşit kıyas, tahmin
    ve hayallerinin batıl olduğuna ve gerçeğin, doğru ve dürüst insan­ların
    kıyaslarıyla değil, ilim ve basiretleriyle anlaşılabileceğine kanaat ge­tirsin.

    1.3. PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ

    1.3.1. İnsanın En
    Büyük İhtiyacı

    “Ve doğru yolu gösterme işi Allah’a aittir, halbuki kötü yollar
    da vardır.”

    Bu ayette tevhid, rahmet ve ulûhiyyet hakkında deliller ileri
    sürülür­ken peygamberliğe de kısaca değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada İnsanlar
    için düşünme ve hareket etme konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen
    izlenmesi mümkündür. Belli ki bütün bunlar hak yol değildir. Ger­çek sadece
    tektir ve gerçek bir hayat tarzı doğru bir hayat nazariyesine da­yanır.

    Bu doğru nazariyeyi, başka bir deyimle, doğru yolu bilmek
    insanın en büyük zarureti ve ihtiyacıdır. Hatta temel ihtiyacıdır. Bu öyle bir
    ihti­yaçtır ki, insan buna bizatihi insan olduğu için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç
    karşılanmadığı takdirde ise insanın bütün ömrünün boşa gittiği söylenebi­lir.

    Şimdi düşünün bir kere, sizi yaratmadan önce bu kadar nimetler
    ya­ratmış ve sizi yarattıktan sonra her türlü beşerî ihtiyacınızı karşılamak
    amacıyla bu kadar titiz davranmış olan Yüce Allah (c.c.)’ın hayatınızın bu en
    büyük ihtiyacını gidermek için hiçbir şey yapmadığını, insan olarak düşünebilir
    misiniz?

    İşte bu temel ihtiyaç, nübüvvet veya risalet ile karşılanmıştır.
    Eğer peygamberliğe inanmıyorsanız, bana söyleyebilir misiniz ki insanın doğru
    yola ulaşması için Hak Tealâ başka ne yapmıştır veya başka ne yapabilir? Buna
    cevap olarak, “doğru yolu bulmamız için Allah bize akıl ve zekâ vermiştir”
    diyemezsiniz. Çünkü insan aklı zaten birçok yol icat etmiştir ve bu yollar
    insanın doğruyu bulmasını imkânsız kılmaktadır. Allah’ın kurtu­luşa ermemiz için
    hiçbir tedbir almadığını da iddia edemezsiniz. Çünkü, beşer olarak büyüme,
    gelişme ve rahat etmemiz için bunca nimet vermiş olan Rabb’imizin bizi insan
    olarak cehalet ve dalâletin pençesinde bıraktı­ğını söylemekten daha büyük bir
    günâh yoktur.

    1.3.2. Baskıyla
    Hidayet Yerine İlhâm Yoluyla Hidayet

    “Şayet Allah isteseydi, hepinizi hidayete erdirirdi” (Nahl; 9)

    Allahu Tealâ’nın bütün insanları iradesiz veya iradeleri zayıf
    olan diğer mahlûkat gibi hidayetle yaratması pekalâ mümkündü. Fakat hikme­ti ve
    kudretinin gereği bu değildi. Amacı ve hedefi; kendi isteği, dileği ve
    beğenisiyle iyi ile kötü ve doğru ile yanlış arasında tercih yapabilecek irade
    ve hürriyete sahip bir varlık yaratmaktı. Bu hürriyetin kullanılması için insana
    ilim ve bilgi kaynakları verildi, akıl ve zekâ bahşedildi, arzu ve irade gücü
    verildi, içinde ve dışında olan çeşitli güç ve eşyaya hükmet­me kabiliyeti
    bağışlandı. Hem doğru, hem yanlış yolu seçmesine yardımcı ya da engel olabilecek
    bir takım tuzak ve mükâfatlar sağlandı. Doğuştan itibaren ona doğru yol
    gösterilmiş olsaydı veya başka bir deyimle, zorla dürüst bir kişi yapılmış
    olsaydı, yaratılan her şey anlamını kaybedecekti. Ayrıca, özgürlüğünü iyi
    kullanmasıyla bir insanın varabileceği en yüksek ve faziletli mevkiye varmak da
    mümkün olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki, Allah (cc.) insanın hidayeti için
    mecburi ve cebrî yolu değil, ilhamı hidayet, yani peygamberlerin telkiniyle
    seçilen yolu uygun gördü. Böyle­ce, bir yandan insanın hürriyetine zarar
    gelmeden, onun sınavdan geçire­bilmesi imkânı doğdu, öte yandan da, nasıl
    yaşaması ve inanması gerekti­ğini kendisine sunan ve yaşayan bir örnek olarak
    peygamberler gönderil­miş oldu.

    1.3.3. Yaşayan
    Hayatta Hidayet Örneğine Duyulan İhtiyaç

    “O, yere yol gösteren alâmetler koymuştur ve insanlar yıldızlar
    vası­tasıyla da yollarını bulurlar”. (Nahl; 16)

    Yani, Allahu Tealâ, dünyanın her tarafını aynı şekilde
    yaratmamıştır. Her bölgeye kendine mahsus bazı özellikler ve simgeler vermiştir.
    Bunla­ra farklı sıfatlar sağlamıştır. Bunun birçok faydalarından biri, insanın
    ken­di yolunu ve gideceği yeri bulmakta güçlük çekmemesidir. Yoldaki
    işaret­lerin önemi, çölde yolunu kaybetmiş bir insanın karşılaştığı güçlükler
    es­nasında iyice anlaşılır. Burada insan her an yolunu bulamama tehlikesiyle
    karşı karşıyadır. Deniz yolculuğu sırasında yol işaretlerinin önemi bir kat daha
    artar, çünkü böyle bir durumda yol işaretini bulmak oldukça zordur. Ancak
    Rabbimiz çölde de denizde de bize yol gösterme kolaylığını sağla­mıştır.
    Örneğin, yıldızlar, asırlardan beri insanların yollarını aydınlatmak­tadırlar.

    Bu ayette, tevhid, rahmet ve ulûhiyetten bahsedilirken risâlet
    yani peygamberliğe de kısaca atıfta bulunulmuştur. Bu noktada ister istemez bir
    soru aklımıza geliyor. İnsanın maddî hayatında yolunu bulabilmesi için bunca
    tedbirler almış ve imkânlar yaratmış olan bir Yaradan, insanı manevî alanda
    rehbersiz bırakacak kadar ilgisiz kalabilir mi? Bir kerre, maddi alanda
    uğranılan zarar, manevî alanda karşılaşılan zararın yanında çok küçük kalır.
    Üstelik, dağlarda yolumuzu açan, vadi ve yaylalarda yo­lumuzu bulmak için
    işaretler koyan, çölde, sahrada ve denizde bize yol göstermek için göklerde
    kandiller (yıldızlar) bulunduran Yüce Allah’ın ahlâkî ve manevî kurtuluşumuz
    için bize yol göstermediğine, yol işaretleri koymadığına inanmak mümkün müdür?

    “Musa Firavun’a cevap verdi, Rabbimiz, her şeye yaratılışı
    verip, sonra ona yol gösterendir”. (Tâhâ; 50)

    Yukarıdaki âyette dünyada görülen ve hissedilen her şeyin Cenab-ı
    Allah tarafından yapıldığı ifade ediliyor. Her şeye görüntü, şekil, kuvvet,
    kabiliyet, Selahiyet ve hususiyet Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. İnsa­nın
    elinin belli işler yapabilmek için sahip olduğu yapı ve özellik O’nun ihsanıdır.
    Ayaklarınıza da en uygun şeklini O vermiştir. İnsan, hayvan, nebat, madde, hava,
    rüzgâr, su ve ışık, kısacası her şey kendisine düşeni yapmak için şekil ve
    selâhiyeti O’ndan almıştır.

    Ayrıca, Allahu Teâlâ eşyalara sadece şekil ve yetki bahşederek
    onlar­dan bütün alâkasını kesmiş değildir. Onlara yol göstermek vazifesini de
    yerine getirir. Dünyada hiçbir şey gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç
    vermenin yanı sıra yaradılış amacını da öğretmiş olmasın. Kulağa duyma, göze
    görme vazifesini O öğretmiştir. Balığa suda yüzme ve kuşa havada uçma yeteneğini
    O vermiştir. Ağaçlara dal budak salıp meyve ver­me ve toprağa bitkiler
    yetiştirme emrini O vermiştir. Kısacası, bütün evre­ni ve içinde bulunan her
    şeyi yaratmakla kalmamış onlara gereken bilgiyi de vermiş ve onlara kılavuzluk
    etmiştir.

    Yukarıda bahsettiğimiz ayette Hazreti Musa (a.s.) aynı zamanda
    Fira­vun’un inkâr ettiği Peygamberlikle ilgili bir delile de işaret etmiştir. Bu
    delile göre, tüm evren’in yaratıcısı ve hâmisi olan ve her şeye, durumuna,
    ihtiyacına göre gereken talimatı veren Allah’ın yol gösterici vasfının bir
    gereği de, insanın bilinçli yaşantısında izlemesi için belirlediği yolun, şu­ur
    ve irade sahibi olmayan diğer varlıklardan farklı olmasıdır. İnsanlara rehberlik
    ve önderlik yapılmasının en uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın
    onlara yol göstermesi, hem de bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak
    şekilde yapılmasıdır.

    1.4. PEYGAMBERLİK NEDİR?

    Dünyada insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi, ona Allah yaratmış ve
    vermiştir. Bir çocuk doğunca dünyaya nelerle geliyor? Görmek için göz­ler,
    işitmek için kulaklar, koklamak ve nefes almak için burun ve duymak için
    derisindeki hassasiyet, yürümek için ayaklar, çalışmak için eller, dü­şünmek
    için beyin ve benzeri duyu ve organlarla. Küçük vücudunda gele­ceğin
    ihtiyaçlarını gidermek için bakın ne çok şeyler toplanmıştır? Daha sonra dünyaya
    adım atarak, hayatını yaşaması için de sayısız eşya ve mal­zemeler ona
    bahşedilmiştir. Meselâ, rüzgâr, ışık, ısı, su, toprak vs. Ayrıca bebek doğmadan
    önce annesinin memelerine süt gelmiş olur, ana-baba akrabalar ve hatta
    başkalarının yüreğine sevgi ve şefkat inmiş olur ki bun­ların sayesinde
    yetiştirilip büyütülebilsin. Bebek büyüdükçe ihtiyaçların karşılanması için her
    türlü kolaylık da sağlanır. Sanki yeryüzündeki ve gökteki bütün nesneler onun
    için seferber edilmiştir.

    Dünyada çalışmak ve iş görmek için gereken bütün kabiliyet ve
    güç insana verilmiştir. Bedensel güç, akıl, zekâ, düşünme ve konuşma kabili­yeti
    ve benzeri yetenekler her insanda az çok vardır. Fakat burada Kâdir-i Mutlak’ın
    değişik ve ilginç bir nizam kurduğunu görürüz. Bütün kabiliyetler insanlara eşit
    şekilde verilmemiştir. Bunun hikmeti şudur: Eğer insan aynı güçte ve yetenekte
    olsaydı, o zaman kimse kimseye muhtaç olmaya­cak, kimse kimseye aldırış
    etmeyecekti. Onun için, Cenab-ı Allah insanla­ra genel olarak bütün
    yeteneklerini verirken, ölçülerini değişik tutmuştur. Bir takım yetenek ve
    imkânlar bazı insanlarda fazla, bazı insanlarda az bulundurulmuştur. Bazı
    İnsanlar, bedensel çalışmalarını diğerlerine oranla daha fazla yapacak şekilde
    yaratılmıştır. Bazıları belli bir mesleğe ve uz­manlığa doğuştan yatkın olurlar,
    bazılarında bu gibi hüner ve marifetler az bulunur. Bazı İnsanlar da akıl ve
    zekâ bakımından diğerlerinden kat kat üstün olurlar. Bazıları doğuştan asker ve
    kumandan olurlar, bazıları ise başkalarını yönetmek için yaratılmışlardır. Aynı
    şekilde bazıları inanılmaz konuşma kabiliyetiyle doğarlar, bazılarına yazarlık
    ve sanatçı kabiliyeti verilmişken, bazıları da matematikte uzman olurlar, öyle
    ki, başkalarının büyük enerji ve zaman harcayıp halledemediği problem ve
    formülleri ânında hallediverirler. Yine bazıları var ki çeşit çeşit eşya ve
    aletler icat eder, başkalarının hayranlığını çekerler. Bazıları ise hukukun
    öylesine in­ce noktalarını ortaya koyarlar ki herkes şaşkına döner. Allah
    vergisi deni­lenler işte bunlardır. Kimse bu hüner ve kudretini kendi kendine
    elde ede­mez. Eğitim, kültür ve terbiye de bunları yoktan var edemez. Bunlar
    do­ğuştan olan kabiliyetler olup, Allah’ın bahşettiği kişilerde bulunur.

    İnsan uygarlığı için gerekli olan yetenekler gerektiği miktarda
    verilir, bazıları çok, bazıları az. İnsanların çoğu asker, marangoz ve demirci
    ola­rak doğabilir. Benzeri meslek sahipleri de çok sayıda bulunabilir. Ancak
    üstün bilgi ve zekâ sahipleri nispeten az olurlar. Siyaset adamları, devlet
    adamları ve komutanların sayıları da azdır. Ayrıca fen ve teknikte fazla­sıyla
    uzmanlık isleyen sahalarda yetişenler daha da az olurlar, çünkü bi­lim
    adamlarının hizmetleri ve buluşları asırlarca insanlığa yararlar sağlar.

    Şimdi üzerinde düşünmemiz gereken husus şudur. Dünyada başarılı
    bir hayatın icabları sadece mühendis, matematikçi, bilim adamı, hukukçu,
    politikacı, iktisatçı veya diğer meslek sahiplerinin yetişmesinden mi
    iba­rettir? Elbette hayır. Bütün bunların üstünde bir ihtiyaç daha vardır, o da
    insanlara Allah’ın yolunu gösteren birinin bulunmasıdır. Birileri bu dün­yada
    yalnızca İnsanlar için nelerin bulunduğunu ve bunların nasıl kullanıl­dığını
    anlatmakla mükelleftirler. Fakat bir başkasının, bizzat insanın ne olduğu, kimin
    için ve niçin yaratıldığını, onu yaratanı memnun etmek için hangi yolu takip
    etmesi gerektiğini ve hem bu dünyada hem öbür dünyada daim ve ebedi saadet ve
    refaha kavuşması için ne gibi özelliklere sahip ol­ması icap ettiğini anlatması
    gerekmez mi? Şüphesiz gerekir, hem de çok! Aslına bakılırsa, bu, insanın en
    büyük ihtiyacıdır. En ufak ihtiyaçlarımızı gidermek için bu kadar imkân ve
    kolaylıklar sağlamış olan Yüce Allah’ın en büyük ihtiyacımızı görmezlikten
    geldiğine inanmak zordur. Aklımız bunu hiç kabul etmez.

    1.4.1. Rasûllerin
    Konumu

    Allahu Azimüşşân’ın her hüner, her fen ve her bilim dalı için
    yarattığı üstün kabiliyetli İnsanlar gibi, bizzat Allah’ı bilen ve O’na yakın
    olabile­cek İnsanlar da dünyaya gelmişlerdir. Allah bu insanlara din, ahlâk ve
    şe­riat ilminin en âlâsını vermiş ve daha sonra aynı bilgileri başkalarına
    akta­rabilmeleri için kendilerini peygamberlik makamına getirmiştir. İşte bu
    insanlara biz Rasûl veya Nebi deriz.

    Bilim ve tekniğin çeşitli dallarında üstün zekâlı ve üstün
    yetenekli ki­şilerin yetişmesi gibi, din ve hidayet alanında da üstün yetenekli
    kişiler doğar. Ayrıca nasıl ki bilim ve teknikte şan ve şöhret sahibi olmak için
    belli bir kafa yapısı ve karaktere ihtiyaç varsa, peygamberler de muayyen bir
    tabiat, huy ve şahsiyete sahip olurlar.

    Doğuştan şair olan bir kişinin şiirlerini dinler dinlemez üstün
    bir şa­irlik yeteneğine sahip olduğuna kanaat getiririz. Çünkü başkaları ne
    ka­dar çaba gösterse de onun kadar güzel şiir söyleyemezler. Aynı şekilde
    doğuştan hatip, yazar, edip, sanatçı, mucit ve lider olanlar da kendi eser ve
    çalışmalarından derhal tanınırlar. Aynı şey peygamberler için de geçer­lidir.
    O’nun düşünebildiği ve sezebildiği şeyleri alelâde kişiler kolay an­layamaz.
    Anlattıkları ve söylediklerini başkaları anlatamaz. Bakışları keskin olup pek
    çok meselenin derinliğine iniverir. Söylediklerini aklımız kabul eder, yüreğimiz
    de teyid eder. Dünyadaki tecrübeler ve kâinattaki gözlemlerle her sözünün doğru
    olduğu tesbit edilir. Ayrıca peygamber ter­temiz bir kişiliğe sahip olur. Her
    konuda dürüst davranır her sözünü doğ­ru söyler. Yanlış bir şey söylemez, kötü
    bir iş yapmaz. Hayatında söy­lediklerinin aksine hareket ettiği vaki olmamıştır.
    Söz ve hareketlerinde şahsî bir menfaati yoktur. Başkalarının yararı ve rahatı
    için bin bir güçlük çeker. Kendi iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün
    hayatı doğruluk, dürüstlük, iyi niyet, fazilet, namus ve yüksek seviyeli
    insanlığın bir örne­ği olur. Bir tek kötülük göremezsiniz hayatında. Bütün
    bunlar görülür gö­rülmez, adı geçenin Allah’ın gerçek peygamberi olduğu derhal
    anlaşılıverir.

    1.4.2. Peygambere
    İtaat

    Herhangi bir şahsın Allah’ın gerçek peygamberi olduğunu
    anlayınca da sözlerini dinlemek, O’na itaat etmek ve yolunda yürümek farz olur.
    Bir şahsı peygamber olarak tanıyacaksınız, sonra da sözlerini
    dinlemeyeceksi­niz, bu hiç de uygun bir davranış değildir. Zira birini peygamber
    olarak tanıdınızsa, O’nun söylediklerinin Allah’ın sözleri olduğunu ve O’nun
    ha­reketlerinin Allah’ın emrine uygun olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Yani
    söyledikleri veya yaptıklarına aykırı hareket etmeniz bizzat Allah’ın emrine
    itaatsizlik olur. Allah’a karşı olan her şey, kesinlikle yanlıştır. De­mek ki
    peygamberlerin dediklerini yapmak zorundayız. Gerçi ilk bakışta peygamberin bazı
    söz ve fiillerini anlayamayız, ama bunların peygamber­lerden kaynaklanması zâten
    yapılanların doğru ve hikmet dolu olduğunun birer delilidir. Bir şeyi anlamaktan
    âciz isek bu demek değildir ki o şeyde bir kusur ve noksanlık vardır. Bu aslında
    anlayışımızın eksikliğidir.

    Herkes her bilim ve fen dalını lâyıkıyla bilemez, bilmesi de
    beklene­mez. Bu sebeple, bir bilim adamı veya teknik uzmanının anlattığı bazı
    şeyleri o bilim ve tekniğin yabancısı olan bir kişinin aklı almıyorsa;
    anla­tılanları reddetmesi ahmaklık olur. Dünyada her işin uzmanları vardır. Bu
    uzmanların işlerine başkaları karışmaz. Uzmanlık isteyen bir işi bir acemi
    yapmaya kalkışırsa her şeyi berbat eder. Önemli olan, her işi ehline
    yap­tırmaktır. İş yapılmadan önce onu yapacak kişinin yeterli derecede bilgili,
    deneyimli ve yetenekli olup olmadığı araştırılmalıdır. Bu ölçüye uyan bir kişi
    bulununca da ona güvenmek şarttır, işine karışılmamalıdır. Yoksa işe başladıktan
    sonra ona ikide bir müdahale etmek ve “şu anda ne yapıyor­sun, anlamıyorum,
    bunun doğru olduğunu ispatlamazsan sana inanmam”, gibi çıkışlar yapmak akıllılık
    değil, budalalıktır. Bir dava için bir avukat tuttuktan sonra işine karışmaya ve
    hatta onu sorguya çekmeye başlarsanız, o sizi derhal terk edecektir. Bir doktor
    tedaviye başladıktan sonra ona sık sık ne yaptığını ve verdiği ilâçların faydalı
    olup olmadığını sorarsanız, eminim o da hastayı bırakacaktır. Aynı durum dinimiz
    için de geçerlidir. Biz Allah hakkında bilgi edinmek ve Allah’ın dediği yoldan
    gitmek iste­yip, bunu kendi kendimize başaramıyorsak, Allah’ın elçisini,
    peygamberi­ni aramalıyız. Fakat bu arayış akıllıca ve titizlikle yapılmalıdır.
    Çünkü peygamber sanarak yanlış kişiye varırsak yanlış bir yola sapmış olacağız.
    Ancak iyice ölçüp biçtikten sonra, birinin Allah’ın hakiki rasulü ve elçisi
    olduğunu anladığımız an, ona tam güvenmeli, söylediklerine eksiksiz uy­malıyız.

    1.4.3.
    Peygamberlere İmân Etmek

    Allah tarafından gönderilen Peygamber’in gösterdiği, doğru ve
    gerçek yolun anlaşılmasından sonra, bütün insanların peygamberlere iman
    etme­leri, itaat etmeleri ve uymaları gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu
    nedenle, peygamberi bırakıp kendi yolunu kendi çizmeye çalışan biri mut­laka
    yanlış bir tutum içindedir.

    Bu hususta İnsanlar garip yanlışlıklar yaparlar. Bazıları
    peygamberle­rin varoluşuna inanırlar, ama onlara ne iman eder, ne de itaat
    ederler. Bu gibi İnsanlar sadece kâfir değil aynı zamanda aptaldırlar. Düşünün
    bir ke­re, insanın bile bile yalan yanlış şeylere umudunu bağlamasından daha
    büyük aptallık olur mu?

    Bazıları diyor ki “peygamberlere itaat etmemize gerek yoktur,
    biz kendi kendimize doğru yolu buluruz.” Bu da büyük bir yanlışlıktır.
    Mate­matik okumuş olan biri pekâla bilir ki bir noktadan başka bir noktaya düz
    çizgi sadece bir tane çizilebilir. Bu çizginin dışındakiler ya eğri olur ya da
    eksik. Hak yolu da tıpkı bunun gibidir. İslâm dininde buna “Sırat-ı Müsta­kim”
    yani doğru yol denir. Bu yol insandan başlayarak Allah’a kadar gi­der. Aynen
    matematik kuralı gibi, bu, tek bir yoldur ve bunun dışındakile­rin hepsi
    yanlıştır. Şimdi, doğru yolun peygamber tarafından gösterildiği­ne inandınızsa
    teslim etmelisiniz ki kendi yolunu kendi bulmaya çalışan bir kişi için iki
    ihtimal vardır. Ya Allah’a gidecek yolu hiç bulamayacak­tır, ya da bulsa bile
    bu, doğru yol, veya matematik diliyle, düz çizgi olma­yacaktır. Dolambaçlı ve
    uzun bir yol olacaktır. Birinci durumda söz konu­su kişinin felâkete uğraması
    işten değildir. İkinci duruma gelince, bu da onun akılsızlığını apaçık ortaya
    koymaktadır. Akılları kıt olan hayvanlar bile bir yerden bir yere gitmek için en
    kısa yolu tercih ederler. Ama şu in­sana bakın ki Allah’ın iyi bir kulu ona
    doğru yolu, kısa bir yolu göster­mektedir, fakat o “senin yolunu takip etmem;
    kendi doğru bildiğim yoldan uzak ve dolambaçlı olsa da giderim” demekte ısrar
    etmektedir.

    Bu basit örnek herkesin anlayabilmesi için verilmiştir. Fakat
    mesele­yi daha derinliğine inceleyecek olursak anlarız ki peygambere inan
    et­mekten çekinen bir şahıs Allah’a giden hiçbir yol bulamaz, ne düz ne eğri.
    Şöyle ki, doğru ve dürüst bir insanın sözüne inanmayan birinin aklından şüphe
    etmek gerekir. Belki geri zekâlıdır, belki de kibirlidir. Ya iyilik ve
    doğruluktan bir şey anlamıyor, ya da atalarının kötü geleneklerine körü körüne
    bağlı kalmak istiyor. Böyle bir kişinin nefsine düşkün biri olma ih­timali de
    vardır. Belki de günâhlarından haz alıyor, zevk ve safa âlemin­den vazgeçmek
    istemiyor ve bu sebeple peygamberin söylediklerini inkâr ediyor. Böyle bir
    durumda olan kişinin Allah’ın yolunu bulması düşünüle­mez ve eğer bu sebepler
    yoksa, doğru, sözlerinde ve fiillerinde dürüst olan bir kişinin gerçek bir
    peygambere iman etmemesi için hiçbir geçerli neden yoktur.

    Sözün kısası, peygamber Allah tarafından gönderildiğine göre,
    O’na itaat etmek Allah’ın emrine itaat etmektir. Bu bakımdan peygambere iman
    etmeyen, Allah’a itaatsizlik etmiş olur. Bilindiği gibi, hangi devlette
    ya­şarsak yaşayalım, o devletin tebaası ve vatandaşı olarak bütün mülki âmir ve
    idarecilere itaat etmek zorundayız. Vâli ve diğer idarecilere başkaldır­mak
    bizzat devlete karşı isyan bayrağını çekmek anlamına gelir. Bir dev­leti
    tanıyacaksınız, ama o devletin temsilcisine sırt çevireceksiniz, olmaz böyle
    şey. Benzetmek gerekirse, Allahu Teâlâ ile peygamberin durumu da aynıdır. Allah
    bütün insanların gerçek hükümdarıdır. Allah’ın insanların hidayeti, ıslâhı ve
    kurtuluşu için dünyaya elçi olarak gönderdiği peygam­berlere imân, sadakat ve
    hürmet şarttır. Yüce Allah insanlara böyle buyur­muştur. Bu buyruğa karşı gelen,
    ister Allah’a inansın, ister inanmasın, kâfirdir.

    1.4.4.
    Peygamberlik Zincirine Bir Bakış

    İnsanlar arasında peygamberlik geleneği nasıl başladı? İlk
    peygamber kimdi, onu takip edenler kimlerdi ve bu silsile nasıl noktalandı?

    Cenab-ı Allah, ilk önce bir insan yarattı, sonra bunun eşini ve
    daha sonra da soyunu. İnsan soyu büyüyüp genişledi ve bütün dünyaya yayıldı.
    Dünyaya gelen bütün İnsanlar o ilk çiftin evlâtlarıdır. Bütün ulusların dini ve
    tarihi geleneklerine göre insan ırkının başlangıç noktası bir insandı. Bi­limsel
    araştırmalar da dünyanın çeşitli bölgelerinde aynı zamanda çeşitli insan
    tiplerinin doğduğunu kanıtlamıyor. Pek çok bilim adamı ve biyolog ilk önce tek
    insanın doğduğunu sonra soyunun giderek yayıldığını, hepi­mizin o tek kişinin
    evlâdı olduğunu tahmin ediyorlar.

    Dinimizde ilk insana Adem (a.s.) deniliyor. Bu kelimeden “adam”
    kelimesi türemiştir ki “insan” anlamına gelir. Allahu Tealâ ilk peygamber olarak
    Hazreti Adem’i seçti ve O’na dedi ki: “Git evlâtlarına İslâm’ı öğret”. Adem de
    insanlara dedi ki, “sizin ve bütün âlemlerin İlâh’ı Allah’tır. O’na ibadet edin,
    önünde eğilin, O’ndan yardım talep edin, O’nun istediği gibi iyi ve dürüst bir
    hayat sürün. Böyle yaparsanız, ödüllendirilirsiniz, ama yapmazsanız ağır bir
    şekilde cezalandırılırsınız.”

    Hz. Adem’in soyundan iyi olanlar babalarının gösterdiği yoldan
    yürü­düler, ama kötü olanlar başka yollara saptılar. Zaman geçtikçe bataklığa
    saplandılar, karanlığa gömüldüler. Bazıları güneşe, aya ve yıldızlara tap­maya
    başladılar; bazıları ağaç ve nehirleri ilâh edindiler. Bazılarına göre rüzgâr,
    su ve ateş, tanrılarıydı. Yine bazıları hastalık, sağlık ve kudret için çeşitli
    tanrı ve tanrıçalar bulunduğuna, hepsini memnun etmek için hepsi­ne tapılması
    gerektiğine inandılar. Kısacası, şirk ve putperestliğin sayısız türleri doğdu,
    birkaç düzine din ortaya çıktı. O zamana kadar Hz. Adem’in evlâtları dünyanın
    pek çok bölgelerine yayılmış, birçok milletler türemiş, her millet kendine göre
    bir din uydurmuş ve hepsinin gelenek ve görenek­leri değişik şekiller almıştı.
    Allah’ı unutan bu İnsanlar Hz. Adem’in kendi evlâtlarına verdiği ilk talimat ve
    telkinleri de unuttular. İnsanlar kendi ar­zu ve isteklerinin kulu oldular, her
    türlü kötülüğe bulaştılar ve cehalete saplandılar, iyi ile kötü arasındaki farkı
    unuttular, iyiler kötü, kötüler iyi oluverdi. Kur’an-ı Kerim’in şu âyeti
    peygamberliğin hakikatini açıkça gözler önüne seriyor:

    “İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve
    uya­rıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konularda İnsanlar
    ara­sında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber gerçeklen içinde taşıyan kitâb
    indirdi. Oysa kendilerine kitâb verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller
    geldikten sonra, sırf aralarındaki azgınlık ve kıskançlıktan ölürü o (Kitâb
    hakkındâ anlaşmazlığa düştüler). Bunun üzerine Allah, kendi izniyle insanları,
    onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe iletti. Allah, di­lediğini doğru yola
    iletir”[1].
    (Bakara; 213)

    Bilgisiz İnsanlar kendi kıyas ve tahminlerine dayanarak “din”ler
    tari­hini yazarken insanın, dünyadaki hayatına şirk ve cehalet içinde
    başladığı­nı ama kademeli olarak olgunlaşma ve gelişme süreci içinde karanlıktan
    aydınlığa doğru yol aldığını ve en son, tevhid veya Allah’ın tek oluşu fik­rine
    ulaştığını belirtmeye çalışırlar. Kur’an-ı Kerim’in anlattıkları ise bu­nun tam
    tersidir. Kur’an’a göre insan inançsızlığın karanlığında değil, ilim, irfan ve
    İman’ın aydınlığında doğdu. Allahu Teâlâ doğan ilk insana Hakikat’in ne olduğunu
    ve hangi yolu takip etmesi gerektiğini en başta söyle­mişti. Bundan sonra
    Adem’in evlâtları uzun bir süre doğru yolda yürüyüp tek bir ümmet sıfatını
    korudu. Ama daha sonra İnsanlar sapıklığa ve çeşit çeşit yollara düştüler. Bu
    sapma, onlara hak yolunun anlatılmamasından ileri gelmiyordu, aksine onlar
    Hakk’ın ne olduğunu biliyorlardı, ama ken­dilerine daha çok menfaat sağlamak ve
    başkalarının haklarına tecavüz et­mek, onlara zulmetmek için bu yollan
    seçmişlerdi. İşte bu başıboşluğu ve sapıklığı gidermek amacıyla Allahu Tealâ
    dünyaya peygamberleri gön­dermeye başladı. Bu peygamberlerin her biri kendisine
    mensup ayrı ayrı dinler kurmak için dünyaya gönderilmemişti. Hepsinin hedefi,
    insanların kaybettiği “Hak yolu” tekrar bulmalarına yardımcı olmak ve
    kendilerini tek bir ümmet haline getirmekti.

    1.4.5.
    Peygamberlerin Görevi

    Peygamberler kendi ümmetlerine unuttukları esasları
    hatırlattılar. Bir tek Allah’a tapmalarını tekrar öğrettiler. Şirk ve
    putperestlikten menettiler. Allah’ın rızasını kazanacak işler yapmalarını
    tavsiye etliler. Allah’ın ka­nunlarını getirdiler ve herkese duyurdular.
    Hindistan, Çin, Irak, İran, Mı­sır, Afrika ve Avrupa’ya, kısacası dünyanın her
    yerine Allah’ın gerçek peygamberleri geldiler. Hepsinin dini aynıydı, yani
    İslâm. Ama peygam­berlerin talim ve terbiye şekilleri farklıydı. Anlatılan dinin
    bazı ilke ve ku­rallarında da biraz fark vardı, ama özü aynıydı. Değişen şey,
    ilgili milletin tabiatı ve içinde bulunduğu şartlara uygun telkin ve talimattı.
    Hangi mil­letle hangi kötülükler, bilgisizlikler çoksa onların düzeltilmesi ön
    plâna çıkarıldı. Öncelikle çokça yaygın olan bâtıl inançların ıslâhına
    çalışıldı. Milletler medeniyet, kültür, ilim ve fenin ilk merhalelerinde
    bulundukları sırada kendilerine sade bir telkin ve terbiyede bulunuldu. Fakat
    İnsanlar kalkınıp daha çok uygarlaştıkça kendilerine daha geniş ve teferruatlı
    talim ve terbiye ilkeleri getirildi. Yani aralarındaki fark dinin kendisinde
    değil, bunu öğretme ve anlatma metodundaydı.

    1.4.6.
    Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler

    İnsanlar, peygamberlere garip muameleler yaptılar. İlk önce
    onlara eziyet ettiler, işkence yaptılar. Söylediklerini dinlemediler. Kimini
    sürgü­ne gönderdiler, kimini öldürdüler. Bazı peygamberler ömür boyunca didi­nip
    çalıştıktan sonra ancak beş on dindar veya taraftar toplayabildiler. Ama bu
    salih ve yüce İnsanlar tebliğ ve talimden vazgeçmediler. Bunlar­dan bazıları çok
    sayıda taraftar toplayabildiler ve bazı yerlerde devlet de kurdular. Ama bundan
    sonra, bazı peygamberler garip bir muameleye tabi tutuldular. Bu peygamberler
    öldükten sonra, getirdikleri din tanınmayacak şekilde değiştirildi, İnsanlar
    kitaplarda gelişigüzel değişiklikler yaptılar. Peygamberlerini bazıları Allah’ın
    nuru ve hatta Allah’ın ta kendisi ilân et­tiler. Bazıları da Allah’ın oğlu
    olarak takdim etti. Bir kısmı da onları Al­lah’a ortak koştular. Diğer bir kesim
    ise peygambere tapmaya başladı. İşin tuhafı, putu kıranlar birer put haline
    getirildiler. Peygamberlerin getirdik­leri şeriat da ortadan kayboldu; yerine
    batıl itikatlar, merasim, gelenek ve efsaneler geçer akçe oldu. Allah’ın
    kanunları, insanların kanunlarıyla ka­rıştırıldı. Kısaca, birkaç yüzyıl sonra
    peygamberin getirdiği şeriat ve ka­nunun gerçek muhteva ve şeklinin anlaşılması
    imkansızlaştı. Bizzat pey­gamberlerin hayalı ve sözleri içinden çıkılmaz hale
    geldi.

    Ancak peygamberlerin bütün çabalan boşa gitmeyip, bütün tahrif
    ve değişikliklere rağmen, bazı değişmez gerçekler her ümmet ve millette az da
    olsa kalmıştır. Allah ve âhiret mefhumları, değişik şekillerde olsa da, hemen
    hemen bütün milletlere yayılmıştır. İyilik, doğruluk ve güzel ahlâk ile ilgili
    bazı kurallar bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Bütün üm­metlerin
    peygamberleri her kavmi ayrı ayrı öyle eğitmişlerdir ki bütün dünyada insanlığın
    istisnasız aynı dini benimseyebilmesi için ortak bir ze­min oluşmuştur.

    1.5. PEYGAMBERLERİN ORTAK ÇAĞRISI

    Kur’an-ı Kerim’de görüyoruz ki peygamberler belirli aralıklarla
    dün­yaya geliyor ve ümmetlerini hep aynı şeylere davet ediyorlar.

    “Ey milletim, Allah’a itaat ediniz. O’ndan başka ilâhınız
    yoktur.”

    İster Babil toprakları olsun, ister Sodom, Medyen, Hicr veya Nil
    va­disi. İster Hazreti Îsa (a.s.) dan 40 yüzyıl önce, ister 20 yüzyıl, 10 yüzyıl
    önce olsun. İster bağımsız ve özgür bir millet olsun, ister köle ve perişan bir
    ümmet olsun. İster gelişmenin en alt seviyesinde olsun, ister medeni ve siyasi
    kalkınma ve refahın en üstü düzeyinde bulunsun, her yerde, her devirde ve her
    ulusta Allah’ın elçileri hep aynı tavsiye ve telkinlerde bu­lunmuşlardır.
    Öğütledikleri hep aynıdır. “Allah’a dönün, O’na bağlanın, O’ndan başka bir ilâh
    yoktur.” Hazreti İbrahim (a.s.) ümmetine açık açık şöyle demişti: “Her şeyin özü
    olan Hak Teâlâ’yı kabul etmedikçe sizin ara­nızda müşterek herhangi bir bağ,
    gerçek herhangi bir işbirliği olmayacak­tır.” Hazreti Musa (a.s.) Firavun’a
    gitmeden önce kendisinin Allah’ın Rasûlü olduğunu ilân etti ve herkesi kurtuluşa
    ve doğruya çağırdı. Fira­vun’a da dedi ki, “sen Rab olamazsın, çünkü Rab olan
    her şeyi yaratan ve herkese yaşama imkânı veren Allah’dır.” Hazreti Îsa (a.s.),
    Romalıların kölesi haline gelen Beni İsrail’i ve diğer kavimleri, Roma
    imparatorluğu ve sömürgeciliğine karşı isyan bayrağını çekmeğe değil, tek
    Allah’a inan­maya ve doğru yolu takip etmeye davet etti. Görüldüğü gibi, Kur’an-ı
    Ha­kim’de anlatılan bu olaylar başka bir dünyaya değil, bugün içinde
    yaşadı­ğımız dünyaya aittir. Ayrıca Kur’an’da sözü geçen İnsanlar da bizim gibi
    insandılar. Şimdi, Nebilerin geldiği ülke ve milletlerin çözüm bekleyen diğer
    herhangi bir siyasi, ekonomik, toplumsal sorununun bulunmadığı id­dia edilemez.
    Bu gibi sorunlar vardı ve her zaman süregelmiştir. Ancak İslâm hareketinin her
    önderi -yani peygamberler- değişik yörelerdeki in­sanları Tevhid’e davet etmeyi
    her şeyden üstün tutmuştur. Her türlü ulu­sal, bölgesel, siyasal, ekonomik ve
    toplumsal sorunları bir yana bırakarak Hakk’a davete öncelik tanımışlardır.

    Hazreti Îsa (a.s.) Beni İsrail’i Hakk’a çağırırken, dünyaya
    gelişinin se­bebini anlattı:

    “(Ben), benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak size haram
    kı­lınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere gönderildim. Size Rabb’inizden bir
    ayetle geldim; o halde Allah’tan korkun, bana itâat edin! ‘Allah benim de
    Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O’na kulluk edin, doğru yol budur”. (Al-i İmran;
    50-51)

    Demek oluyor ki, bütün Nebi’ler gibi Hazreti Îsa (a.s.)’nın
    daveti de şu üç önemli noktaya dayanıyordu:

    Birincisi, bütün insanların itaat etmesi gereken bir üstün
    otorite var­dır. Bu otorite Allah’a aittir. Hayatın ve uygarlığın esası bu temel
    üzerine kurulmalıdır.

    İkincisi, bu üstün otoritenin temsilcisi olan, peygambere itaat
    şarttır.

    Üçüncüsü, insanın hayatını düzenleyen ve yönlendiren kanun ve
    ni­zam ancak Allah’ın koyduğu kurallardan müteşekkildir. İnsan’ın hem var­lık
    sebebi, hem de yok olma sebebi, O’nun bahşettiği kanun ve düzendir. Bunun
    dışındaki bütün kanun ve kurallar geçersiz sayılmalıdır

    [2]
    .

    Demek ki, Hz. Îsa, Musa, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve diğer
    peygamberlerin davet ve görevlerinde hiçbir fark yoktur. Çeşitli
    peygam­berlerin, çeşitli görevlerle dünyaya geldiğini iddia eden ve davetlerinin
    maksadı ve şekli arasında ayırım yapanlar büyük bir hataya düşmüşlerdir. Allah
    tarafından kavmine gelen elçi’nin görevi, kavmini itaatsizlik ve is-yan’dan
    alıkoymaktan başka bir şey değildir. Bütün peygamberler insanla­rı tek Allah’a
    itaat etmeye ve O’na bağlı kalmaya çağırmışlardır.

    Kur’an-ı Kerim’de Nebilerin dünyaya gelişinin maksadı bir başka
    tür­lü de anlatılmıştır:

    “Bütün bu Rasûl’ler, müjde vermek ve korkutmak için dünyaya
    gön­derilmiştir ki bundan sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalma­sın”.
    (Nisa; 165)

    Yani, bütün peygamberler aynı amaç için gönderilmişti. Allahu
    Teâlâ insanlara son hüccetini göstermek istiyordu. Böylece, son mahkemede
    yo­lundan sapmış olan bir suçlu, karşısına çıkıp, “Ya Rab, ne yapalım, hiç
    haberimiz yoktu, Sen bize gerçeği anlatmak için de herhangi bir tedbir de
    almamıştın” diye özür beyan edemeyecekti. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah (cc.)
    dünyanın çeşitli kesimlerine peygamberlerini gönderdi ve ki­taplarını indirdi.
    Bu peygamberler bazen çok sayıda insanlara Allah’ın ta­limatını ilettiler,
    ayrıca aralarında insanlara yol gösterecek kitaplar bırak­tılar. Bu kitaplar her
    zaman varolmuştur. Şimdi biri doğru yolu bırakıp yanlış yola sapıyorsa, bunun
    sorumluluğu elbette ki Allah ve Rasullerine ait değildir. Sorumluluk, Allah’ın
    davetinin kendisine ulaştığı, ama onu değerlendiremeyen o kişiye ya da doğru
    yoldan haberdar olmalarına rağ­men, yanlış yolu takip edenleri uyarmayanlara
    aittir.

    Nebi’ler ve Rasûl’ler, Hakk’a davet etmelerinin yanı sıra,
    itaate lâyık kişilerdir de. Kur’an-ı Kerim bu hususta şöyle buyuruyor:

    “Biz Rasûl’leri de gönderdik ki Allah’ın izniyle onlara itaat
    edilsin”. (Nisa; 64)

    Demek oluyor ki, Rasuller sadece Allah’a iman edilmesini
    bildirmek için gönderilmedi. Peygamberler yanlarında uyulması ve yaşanması
    gere­ken bir nizamı da getirmişlerdi. Bu şartlarda, onlara inanıp başkalarına
    tâbi olmak düpedüz tutarsızlıktır. Peygamber’e geldiklerine inanıldıktan sonra
    başka kanunlar bir yana bırakılmalıdır. Peygamberin getirdiğine uyularak
    yaşanmalıdır. Eğer yaşanmıyorsa, inanmanın anlamı kalmaz.

    Din’i galip ve üstün getirme görevi de peygamberlere aittir.
    Meselâ, şu ayet-i kerimeye bakın:

    “Kendi peygamberini hidayetle ve Hak diniyle, dinlerin her
    türlüsüne galip gelmek için (dünyaya) gönderen elbetteki Allah’tır.” (Tevbe; 33)

    Metinde “ed-din” kelimesi kullanılmıştır. Bunu “dinlerin her
    türlüsü”ne çevirdik. Din kelimesi Arapçada delil, burhan ve belgelerle kabul
    edilen ve emrine uyulan bir kişinin kurduğu hayat tarzı ve hayat nizamı anlamına
    gelir. Burada görüldüğü gibi, peygamberlerin dünyaya gelişinin maksadı, yanında
    getirdiği hidayet ve Hak dinini, din nevinden her şeye galip getirmekti. Başka
    bir deyimle, peygamber’in getirdiği din ve hayal tarzının, başka bir dine veya
    hayat tarzına bağlı kalması düşünülemez. Peygamber, yeryüzünün ve göklerin
    Hakiminin temsilcisi olarak dünyaya gelir ve amacı da getirdiği din ve sistemi
    başka sistemlere galip kılmaktır. Şayet peygamberin gelişinden önce dünyada
    örneğin zımmiler (gayri müslim)inki gibi, başka bir düzen varsa, cizye ödeyerek
    ve peygamberle­rin getirdiği nizama tabi olarak kendi düzenlerini
    sürdürebilirler.

    İnsanın Allah’a kul olmayıp, kendi nefsine uyması ve Allah’ın
    emirle­rini bir kenara iterek ahlâk, cemiyet ve medeniyetleri için başka başka
    te­mel ve ilkeler aramaları bütün kötülüklerin kaynağı olup başlı başına bir
    fesattır. Bu temel fesat, dünyada türlü türlü kötülüklere yol açar. İşte bu
    fesâdı durdurmak ve yok etmek için dünyaya Kur’an-ı Kerim indirilmiştir. Bu
    fesat da sırf insanın cehaleti ve nankörlüğünden doğar. Dünya iyilik ve güzellik
    üzerine kurulmuşken insanların bilgisizliği ve ayaklanması onun uyumunu
    bozmuştur. Bu bakımdan insan hayatının cehalet, vahşet, şirk, isyan ve ahlakî
    bozuklukla değil, iyilik ve dürüstlükle başladığını söyle­mek daha doğru olur.
    Kötülük sonradan gelmiştir. Bu kötülüğe son ver­mek ve hayata yepyeni bir düzen
    getirmek gayesiyle, Allah dünyaya, za­man zaman peygamberlerini göndermiştir.
    Peygamberler de gelip aynı telkinde bulunmuşlardır. “İyiliğe, doğruluğa dönün,
    fesat’tan sakının.” Nübüvvet iddiası, hayat düzeninin tümünü değiştirme
    iddiasından ibaret­tir. Bu düzen değişikliğinin içine tabi ki siyasi nizam da
    girer. Bir kişinin kendisini Alemlerin Rabbi’nin temsilcisi olarak insanlara
    tanıtması, onla­rın kendisine kayıtsız şartsız ve tam olarak itaat etmelerini
    istemesi de­mektir. Çünkü Allah’ın temsilcisi ve naibi başkalarına tabi olamaz.
    Bir kâ­firin hükümranlık hakkını tanımak risalet geleneğine tamamen aykırıdır.

    1.5.1. Rasûllerin
    Dünyaya Geliş Sebepleri

    “Kendi elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir
    felâket geldiği zaman: ‘Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersen de ona uyup
    mü’minlerden olsaydık’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine
    fırsat vermemek için seni gönderdik)”. (Kasas; 47)

    Kur’an-ı Hakim çeşitli yerlerde bu hususu peygamberlerin dünyaya
    gönderilmesinin sebebi ve maksadı olarak gösteriyor. Ama bundan, her zaman, her
    yere bir peygamberin gelmesinin şart olduğu sonucu çıkarıl­mamalıdır. Aslında,
    dünyada bir Resul’ün mesajı olduğu gibi durduğu ve bunun başkalarına ulaşma
    imkânı varolduğu sürece yeni bir Resûl’e gerek yoktur. Ama bu mesaja bir şey
    eklenmek veya yeni bir mesaj verilmek gerekiyorsa, yeni bir peygamber gelebilir.
    Ancak, peygamberlerin getirdi­ği talimat ortadan kalkar, İnsanlar doğru yoldan
    saparsa, insanların bazı özürlerde bulunabilmek imkânı vardır. Örneğin, söz
    konusu kişiler diyebi­lir ki “bize Hak ile Batıl arasında ayırım yapma
    öğretilmediği ve doğru yolu görebilmemiz için hiçbir şey yapılmadığı için doğru
    yolu bulama­dık.” Allah işte bu tür özürlere mehil bırakmamak için Nebi ve
    Resulleri, gerektiği ve uygun bulduğu zamanlarda dünyaya göndermiştir. Ta ki
    doğ­ru yoldan sapmış olanlar sorumluluğu başkalarına atmasınlar.

    “Biz peygamberleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıp korkutucular
    olarak göndermekleyiz, inkâr edenler ise hakkı bâtılla gidermek için mücâdele
    ediyorlar. (Onlar) âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya alı­yorlar.” (Kehf;
    56)

    Allahu Teâlâ’nın peygamberleri, karar anı gelmeden önce
    insanlara itaat ve sadakatin nimetlerini ve itaatsizliğin kötü sonuçlarını
    anlatmayı ihmal etmezler.

    “Allah katında din, İslâmdır. Kitab verilmiş olanlar,
    kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtirastan ötürü, ayrılığa
    düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk
    görendir”. (Al-i İmran; 19)

    Demek ki, Allah tarafından, dünyanın her köşesine ve her devirde
    gönderilen peygamberlerin dini İslâm’dı. Ve hangi dilde olursa olsun, dünyaya
    nâzil olan Allah’ın kitabı insanlara İslâmiyeti öğretti. Gerçek dinin
    değiştirilip, başka din ve nizamlar haline sokulan inanç ve kuralların ortaya
    çıkmasının sebebi de, insanların kendi menfaatlerini ön plâna çıka­rıp
    başkalarının haklarına tecavüz etme hevesleriydi.

    Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiğine göre, peygamberler
    kendilerine va­hiy gelmeden önce diğer İnsanlar gibi alelade bilgilere
    sahiptiler. Vahy’in gelişinden önce, başka insanların sahip bulunduğunun dışında
    herhangi bir bilgi kaynakları yoktu. Onun için, “hiç bilmezdiniz, kitap nedir ve
    iman nedir” (Şûra; 52). “Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip ilet­medi
    mi” (Duha; 7), buyurulmuştur.

    Bunun yanı sıra, Kur’an-ı Kerim’in bize anlattığı gibi,
    peygamberler bi’setten önce diğer bütün İnsanlar gibi ilim ve marifetin çeşitli
    kademele­rinden geçip “iman bil-gaib” (gaybe iman) noktasına ulaşmış olurlar.
    Vah­yin yararı sadece şu olur. Önceden kalben inanmış oldukları bazı hakikat­ler
    vahiyle tasdik ve teyid edilmiş olur. Peygamberler bazen vahiy yoluyla
    hakikatleri kendi gözleriyle görmüş olurlar. Tâ ki gördüklerini insanlara
    bambaşka bir inanç ve bambaşka bir heyecanla anlatabilsinler. Bu husus Hûd
    sûresinde defalarca beyan edilmiştir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
    hakkında şöyle buyurulmuştur:

    “O halde, Rabbi tarafından parlak bir delil üzerinde olan (yani
    mantıkî ve tabii bir hidayette olan) ve daha sonra Allah tarafından bir Sahil
    (yani Kur’an) gelmesinden sonra ve daha önce Hz. Musa’nın kitabı da rehber ve
    rahmet olarak dururken (o şahıs bunun doğruluğuna şüphe edebilir mi?” (Hûd; 17)

    Bundan sonra aynı mevzu Hazreti Nuh (a.s.) tarafından dile
    getiril­miştir.

    “Ey ümmetimin insanları, biraz düşünsenize, eğer ben Rabb’im
    tara­fından aydın ve parlak bir delil üzerinde idim ve daha sonra bana rahmet
    (vahiy ve peygamberlik) bahşettiyse ve siz halâ bunun farkında değilse­niz, ben
    bunu (delil) size zorla mı kabul ettireyim?” (Hûd; 28)

    Aynı meseleyi aynı sûrede Hazreti Salih ve Hz. Şuayb
    tekrarlıyor. Bundan anlaşılacağı gibi, vahiy ile Hakikat hakkında doğrudan bilgi
    sahi­bi olmadan önce, peygamberler müşahede ve tefekkür gibi doğal
    yetenek­lerini kullanarak, Tevhid’in gerçeklerine ulaşmış olurlardı. Bu
    bilgileri vehbî değil kesbî olurdu: Daha sonra Allah onlara vahiy indirirdi,
    böylece vehbî ilme de erişmiş olurlardı, peygamberlerin bu murakabe, müşahede,
    tefekkür ve sağduyularını kullanmaları, filozof ve düşünürlerin yürüttük­leri
    tahmin ve spekülasyonlardan tamamıyla ayrı şeylerdi. Bunlar aslında, Kur’an-ı
    Kerim’in her insanı ölçmek için kullandığı ölçülerdi. Nitekim mukaddes kitabımız
    bize sık sık gözlerimizi açıp, Allah’ın kudretini gör­meyi ve doğru sonuçlar
    çıkarmayı öğütler.

    1.5.2.
    Peygamberlere Verilen Gayb
    İlmi

    Peygamberlere, sadece kullara ulaştırılması gereken kadar gayb
    ilmi verildiğini zannetmek doğru değildir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin
    verdiği bilgiler bunun tam tersinedir. Kur’ân-ı Kerim’de Yakub (a.s.)’un kendi
    oğullarına şöyle bir nasihatte bulunduğu kaydediliyor:

    “Ben Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de
    biliyo­rum.” (Yusuf; 86)

    Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’de, çeşitli milletlere Allah’ın azabı
    (felâketi) gelmeden önce, o milletlerin peygamberlerine peşinen haberler
    yollandı­ğı, ancak bu peygamberlerin kendi ümmetlerine gelecek felâketin kesin
    zamanı ve durumu hakkında etraflıca bilgi vermedikleri defalarca anlatıl­mıştır.
    Hazreti Nuh (a.s.)’a o kadar önceden felâketin haberi verilmişti ki tufan’a
    kadar olan zamanda koskoca bir tekne yapabildi. Ancak Nuh (a.s.) ümmetine “büyük
    bir sel felâketi geliyor” diye açıkça bilgi vermedi. Ayrı­ca, Hazreti Muhammed
    (s.a.v.)e de ümmetinin hiçbir zaman haberdar ola­madığı pek çok şeyler hakkında
    bilgi verildiği hadislerden anlaşılıyor. Ni­tekim bir defasında hutbede Rasûl-ü
    Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Ey Muhammed ümmeti, vallahi, benim
    bildiklerimi siz bilseydiniz, az gülecek ve çok ağlayacaktınız” (Buhari). Başka
    bir yerde de şöyle dediler: “Ben sizi önünüzden gördüğüm gibi arkanızdan da
    görürüm” (Buhari). Kısaca­sı, pek çok âyet ve hadislerden anlaşılan odur ki;
    peygamberlere gayb hak­kında verilen bilgiler, ümmetlerine ulaşmış olan gayb
    hakkındaki bilgiler­den daha fazladır. Gerçekten, aklın hükmü de aynı
    istikametledir. Çünkü, kullar için yalnızca iman ve itikatlarını ilgilendiren
    gayb ilmine sahip ol­maları yeterlidir. Buna karşılık, peygamberlere,
    peygamberlik görevini yerine getirdikleri sırada ihtiyaç duyabilecekleri daha
    pek çok bilgiler ve­rilmesi gerekir. Nasıl ki devletin politikası ve işlerinden
    vali ve büyükel­çilerin belirli bir sınıra kadar haberdar olmaları ve teba ile
    vatandaşların buna karşı çok az miktarda devlet politikası ve sırlarını
    bilmeleri gereki­yorsa, Allah’ın saltanatında da durum aynıdır, ilâhî devletin
    bazı sırları vardır ki, bunları ancak bir ölçüye kadar özel temsilcileri ve
    peygamberi bilebilirler, diğer kullarının bunları bilmeleri gerekmez. Gayb
    hakkındaki bilgi, peygamberlerin işini kolaylaştırırken kullar bu bilgiye ne
    ihtiyaç du­yar ne de tahammül edebilirler. Bir genelleme yapmak gerekirse,
    diyebili­riz ki, bir Nebinin ilmi, Allah’ın ilminden az, ama kulların ilminden
    fazla oluyor. Bu ilim ve bilginin kesin ölçüsü ise yoktur.

    İnsan toplumunda peygamberin mevkii ve görevi son derece önemli
    ve naziktir. Alelade bir insanın hayatında meydana gelen ufak tefek şeyler
    hiçbir önem taşımaz. Fakat bir peygamberin hayatında görülen en ufak bir olay ve
    ağzından çıkan en basit bir söz kanun derecesinde ehemmiyet ta­şır. Bu nedenle,
    peygamberlerin en küçük hareketlerinin bile Allah’ın koy­duğu sınırlan taşmaması
    için hayatları sıkı bir denetim allında bulundu­rulmuştur. Şayet peygamberlerden
    böyle bir hata sadır olmuşsa derhal ıs­lahına gidilmiş, hemen düzeltilmiştir.
    Çünkü ancak bu şekilde İslâmiyetin kanun ve kuralları, zerre kadar değişikliğe
    ve tahrife uğramadan, sadece Allah’ın kitabı yoluyla değil, peygamberin sireti,
    hayatı, hareket ve sözle­riyle kullara aktarılabilirdi.

    1.5.3. Dolaysız
    Bilgi ve Gözlem

    Allahu Teâlâ, peygamberlerden her birini, konumları oranında
    yeryü­zü ve göklerin çeşitli gizli bölgelerinde gezdirmiştir. Maddeler
    dünyasının perdelerini aralayarak gözlerinin önüne gerçekleri bulun
    çıplaklığıyla ser­miştir. Peygamberler bu hakikatlere itiraz etmeden iman etmeye
    davet edilmişlerdir. Bu durum da, mevkî ve makamlarının bir filozoftan daha
    farklı olduğunu göstermekledir. Zira filozof ne söylerse kıyas ve tahmin­lerine
    göre söyler. Eğer kendi durumuna tam manasıyla vakıf olsaydı ken­di görüşünün
    doğruluğunu ısrarla belirtebilirdi. Fakat Nebi’ler ve Rasûller ne diyorlarsa
    doğrudan ve dolaysız bilgi ve gözlemlerine dayanarak söy­lerler. Sağlam ve kesin
    bir gözleme sahip oldukları için gerçekleri, kendi gözleriyle gördüklerini halka
    söyleyebilirler.

    “Bu kafile (Mısır’dan) hareket edince babaları dedi ki: ‘Ben
    Yusuf’un kokusunu alıyorum, sonra bana demeyin ki bunamışımdır”. (Yusuf; 94)

    Yukarıdaki âyetten peygamberlerin bazı gizli ve olağanüstü güç
    ve yeteneklere sahip oldukları kendiliğinden anlaşılıyor. Düşünün bir defa,
    kafile, Hazreti Yusuf (a.s.)’un gömleğini alıp, Mısır’dan yola koyulur
    ko­yulmaz, yüzlerce mil uzakta babası Hazreti Yakub (a.s.) onun kokusunu almış
    oluyor. Fakat aynı zamanda bu güç ve yeteneklerin peygamberlerin kişisel
    yetenekleri olmayıp, Allah’ın birer lutfu olduğu da anlaşılıyor. Allahu Teâlâ (cc.)
    kendi istediği kadar, peygamberlere hareket serbestisi ta­nımaktadır. Meselâ, Hz.
    Yusuf yıllarca Mısır’da kalmasına rağmen, bu sü­re içinde Hz. Yakub hiçbir zaman
    kokusunu alamamıştı. Fakat birden bire duyuları o kadar güçlendi ki gömlek
    Mısır’dan çıkarılır çıkarılmaz, koku­sunu almış oldu.

    1.5.4.
    Peygamberlerin Masum
    Olmalarının Hikmeti

    Geçmişin bütün peygamberleri beşerdiler, yani sizin ve bizim
    gibi in­sandılar. Garip bir mahlûk değillerdi. Bir insanın peygamberlik
    mertebesi­ne yükseltilmesi tarihte hiç rastlanmayan bir olay değildi. Hazreti
    Mu­hammed (s.a.v.) dünyaya peygamber olarak gönderilen ilk insan değildi.
    Geçmişte de sayısız İnsanlar peygamber olmuşlardı. Hz. Peygamber’in gö­revi ve
    misyonu da aynıydı.

    Peygamberler ile Allah arasında daima yakın bir ilişki
    varolmuştur. Öyle ki, pek çok eziyet görmelerine rağmen davalarını bütün gücüyle
    sa­vunmuş ve sonunda başarı kazanmış kişilerdi onlar. Allah onları muzaffer
    kıldı. Onlardan rahmetini esirgemedi. Dualarını kabul etti, güçlüklerini
    gi­derdi, muhaliflerini mağlup etti ve kendilerine Mu’cize denecek biçimde
    kolaylık ve yardımlar sağladı.

    Ama bu üstün İnsanlar, Allah’ın dostu ve sevgilileri, olağanüstü
    kuv­vet ve kabiliyetlere sahip olmalarına rağmen insanoğlu insandılar.
    Ulû­hiyete ve tanrısal herhangi bir güce sahip değillerdi.

    Dediğimiz gibi, peygamberler de bir yerde insandılar. İnsan
    olmaları bakımından da her an ve her zaman mü’minler için öngörülen mükemmel­lik
    derecesindeki metanete kadir olmadıkları bir gerçektir. Dolayısıyla, bazen öyle
    psikolojik anlar geliyor ki, peygamber gibi üstün bir kişi, insa­ni zaafına
    kapılıveriyor. Fakat, bu zaafını anladığı ve Allah tarafından, ha­tırlatıldığı
    an tevbe ediyor ve hatasını düzeltme konusunda bir an bile te­reddüt etmiyor.
    Hazreti Nuh’la ilgili bir örneği burada verelim. Arslan gibi genç oğlu gözünün
    önünde sularda boğuluyor. Bu manzaraya hangi baba­nın yüreği dayanabilir?
    Nitekim, Hz. Nuh’un kalbi de bir an için sanki parçalanıyor. Ama o an Allah O’nu
    uyarıyor, “Hakkı terk edip Bâtıl’a katı­lan bir oğulu, sadece senin sülâlenden
    doğduğunu düşünerek kendinden saymak cahilane bir duygudur” ve Hz. Nuh
    kalbindeki yarayı unutup der­hal İslâm’ın gereği olan sabır ve metanete dönmüş
    oluyor.

    Nebi ve Rasûllerin masum olmaları günah işleme ve hata yapma
    me­lekelerinin tamamen yok edildiği manasına gelmez. Peygamberlerin gü­nahtan
    arınmış kişiler olduklarını düşünmek de yanlıştır. Peygamberlerin masum
    olmalarının anlamı şudur. Kendileri insanlığın bütün zaaf ve kuv­vetlerini
    taşımalarına, her türlü insani duygu, arzu, istek ve düşünceye sa­hip olmalarına
    rağmen, kasten hiç bir günah işlemeye yeltenmeyecek ka­dar nefislerine hâkim
    olup, Allah’tan korkarlar. Vicdanları öylesine sağ­lam ve temizdir ki
    nefislerinin onları günaha itecek tüm isteklerine anında karşı koyabilirler.
    Nefislerini her zaman kontrol edecek güçtedirler. Şayet istemeden ve bilmeden
    ufak bir yanlışlık yaparlarsa da, derhal Allah tara­fından ikaz edilir ve
    hataları düzeltilir. Çünkü bir Peygamber’in en ufak halası ümmetine pahalıya mal
    olur. Peygamber doğru yoldan zerre kadar sapmış olursa, onun peşinden koşan
    kitleler tamamen yollarını sapıtırlar.

    1.5.5.
    Peygamberlerin Sıfatlarıyla İlgili Bazı Ayetler

    “Ve bu Kitap’la İbrahim’i anlat. Elbette o dürüst bir
    peygamberdi. Ve bahset bu kitapta Musa’dan. O seçkin bir kişiydi, Rasûl ve
    Nebiydi. Ve biz O’nu Tûr’un sağ yanından çağırdık ve O’nu gizli şeylere
    yaklaştırdık” (Meryem; 41,52-53)

    “Ve bu kitapta İsmail’den söz et. O sözlerine bağlıydı. O Resûl
    ve Nebiydi. O halkına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi ve Rabbi­nin
    nezdinde sevilen bir insandı. Ve bu kitapta İdris’ten bahset. O doğru sözlü
    Nebiydi ve Biz onu yüce mevkiye yükselttik”. (Meryem; 55-58)

    “İşte bunlar, Allah’ın nimet verdiği peygamberlerden, Adem
    neslin­den, Nûh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil
    (Yakub) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden (olan İnsanlar )dir.
    Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secde­ye kapanırlardı”.
    (Meryem; 59)

    “Andolsun biz, önceden İbrâhim’e de doğru yolu bulma
    kabiliyetini vermiştik. Zâten biz onun (olgun insan olduğunu) biliyorduk”.
    (Enbiya; 51)

    “Ona İshak’ı hediye ettik, üstelik (torunu) Yakubu da (verdik).
    Hepsi­ni de salih( insan)ler yaptık.

     “Onları, emrimizle doğru yolu gösteren rehberler yaptık ve
    onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar
    bize kulluk eden (insan)lardı.” (Enbiya; 72-73)

    “Lût’a da hüküm (hükümranlık, peygamberlik, hikmet) ve ilim
    verdik ve O’nu çirkin işler yapan bir bölgeden kurtardık. Gerçekten onlar
    yol­dan çıkan kötü bir kavim idiler.”  (Enbiya; 74-75)

    “(Bunlardan) önce Nuh’a da – kavminin aleyhine (bize) yalvardığı
    zaman (lütufda bulunmuş) duâsını kabul edip kendisini ve ailesini büyük
    sıkıntıdan kurtarmıştık.”

    “O’nun ayetlerimizi yalanlayan kavminden biz öcünü aldık.”
    (Enbiya; 76-77)

    “Dâvûd ile Süleyman’a da (lutfettik), hani onlar, toplumun
    davarının yayıldığı bir ekin tarlaları hakkında hükmediyorlardı. Biz de onların
    hü­kümlerine şâhit idik.”

    “Bunu (bu hükmü) Süleyman’a bellettik. Onların hepsine de
    hüküm­ranlık ve ilim verdik. Dâvud’a dağları ve kuşları boyun eğdirdik, onunla
    beraber tesbih ediyorlardı. Biz (bunları) yaparız.”

    “Ona, sizi, savaşın şiddetinden korumak için zırh yapmayı
    öğretmiş­tik. Ama siz şükrediyor musunuz ki?”

    “Süleyman’a da fırtınayı (boyun eğdirmişlik). O’nun emriyle,
    içinde bereketler yarattığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi (yapmasını)
    biliriz. Ve biz birçok şeytanı O’na tabi etmiştik. Bunlar onun için (suya)
    dalar­lardı ve ayrıca başka şeyler de yaparlardı. Bütün bunların denetçisi
    Biz­dik”. (Enbiya; 78-82)

    Hz. Davud ile Hz. Süleyman’ın hikâyelerinin bu şekilde
    anlatılması­nın maksadı, Nebi’lerin ve Rasuller’in, Allah’tan olağanüstü güç ve
    yete­nekle gelmiş olmalarına rağmen, bir yerde sade insan olduklarını
    göster­mektir. Hiçbir ulûhiyete sahip değillerdi. Bildiğimiz gibi, söz konusu
    da­vada Hz. Davud’a vahiy ile yol gösterilmediği için karar verirken yanlışlık
    yaptı. Buna karşılık, Hz. Süleyman’a rehberlik yapıldığı için doğru karar
    verebildi. Oysa, ikisi de Nebî idi. Her iki peygamberin diğer vasıfları da, aynı
    nokta ehemmiyetle belirtilmek üzere dile getirilmiştir. Yani burada denilmek
    isteniyor ki, kabiliyetleri vehbî olup, onların birer tanrı haline getirilmeleri
    büyük bir yanlışlıktır.

    “Eyyub’u hatırla Rabb’ine yalvarışını, ‘Ben hastalığa yakalandım
    ve Sen Rahim ve Rahman’sın’ diye. Biz duasını kabul ettik ve sıkıntısını
    gi­derdik. Ve sadece aile efradını değil, onlarla beraber aynı sayıda
    başka­larını O’na verdik, kendi hususî rahmet’imiz için ve ayrıca, bu ibadet
    edenlere bir ders olsun diye.” (Enbiya; 83-84)

     “Ve aynı nimeti İsmail’e, İdris ve Zül-Kifl’e bahşettik, çünkü
    bunlar sabredenler idi. Ve biz onları rahmetimize aldık, çünkü onlar
    Salih’ler­dendi.” (Enbiya; 85-86)

    “Ve balık sahibine (Yunus) de ihsanda bulunduk. Hatırla, O’nun
    bo­zulup gittiği vakit. Biz O’nu sıkıştırmayalım diye. Nihayet o karanlıklar­dan
    bizi çağırdı, ‘Sen’den başka ilâh yoktur. Sen’in zâtın yücedir. Elbette kusur
    bende idi’. O zaman Biz duasını kabul ettik, O’nu üzüntüden kurtar­dık ve Biz
    mü’minleri işte böyle kurtarırız.” (Enbiya; 87-88)

    “Ve Zekeriya’yı (hatırla). Rabb’ine, ey Allahım beni yalnız
    bırakma ve en hayırlı vâris (koruyucu) Sen’sin diye yalvarışını. Neticede, Biz
    de duasını kabul ettik ve O’na Yahya’yı ihsan eyledik, ve karısını O’nun için
    düzelttik. Bunlar hayırlı işler için koşuşturanlardı ve Bizi umut ve kor­kuyla
    çağırırlardı ve önümüzde derin saygı gösterirlerdi.” (Enbiya; 89-90)

    Burada Hz. Zekeriya, Hz. Yunus ve Hz. Eyyub’tan söz edilmesinin
    amacı, bütün peygamberlerin sadece kul ve insan olduklarını vurgulamak­tır.
    Onların ulûhiyet iddiaları yoktur. Allah’ın izni olmaksızın ne bir darlı­ğı, ne
    bir belayı giderebilir ne de herhangi bir şey yapabilirler. Hz. Yunus, seçkin
    bir peygamber olmasına rağmen işlediği bir hatanın sonucuna kat­lanmak durumunda
    kaldı. Allah’a tevbe edip, dualarını iletince balığın kamından sapasağlam
    kurtuluverdi. Aynı şekilde Hz. Eyyûb da Allah ta­rafından sade bir insanın
    çekeceği sıkıntılara uğratıldı. Bu sıkıntıdan kur­tulmak için, her insanın
    yapması gerektiği gibi Allah’a dua etli. Allah da onun sıkıntısını giderdi. Yani
    peygamber kendiliğinden başkalarının has­talığını iyileştiremez. Kendisi hasta
    olunca da, diğer İnsanlar gibi Rabb’ine rücû eder. Buna ilâveten, şu hakikat da
    göz ardı edilemez ki, bizde tüm bu peygamberler Tevhid’e samimiyetle inanırdı ve
    bütün dilek ve is­teklerini tek Allah’a iletirlerdi. Burada şu husus
    unutulmamalıdır ki, Allahu Teâlâ her zaman peygamberlerine fevkalâde bir şekilde
    yardım etmeye kâdirdir. Başlangıçta peygamberler belki de bazı güçlüklerle
    karşılaşabi­lirler, ancak sonunda duaları Mu’cize gibi Allah’ın nezdinde kabul
    görür ve temize çıkarlar.



     




    [1]
    İslâm’ın Hz.
    Muhammed (s.a.v.) ile başladığı gibi yanlış bir inanç vardır. Hatta bazıları
    Peygamber Efendimiz’e “İslâm’ın Kurucusu” demekten çekinmez. İslâm’ın bu
    dünyanın kuruluşun­dan beri bir din ve hayat tarzı olduğunu anlamakta fayda
    vardır. Bütün peygamberler insanları hep aynı dine yani İslâm’a davet
    etmişlerdir.



    [2]
    Hz. Îsa
    (a.s.)’nın davetine önemle dikkat etmek gerekir. Çünkü, Peygamber
    Efendi­miz’den önceki son peygamber O idi ve dünyaya getirdiği talimat büyük
    değişikliğe uğradı.

  • PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR



    PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR



    İkinci Bölüm: VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ



    2.1. VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ



    2.1.1. Sözlük Anlamı



    2.1.2. Vahyin Çeşitleri



    2.1.3. Yanlış Bir Anlama



    2.1.4. Vahyin Niteliği Hakkında Başka Açıklamalar



    2.1.5. Rüya Yoluyla Vahiy



    2.1.6. Arıya Vahiy



    2.1.7. Hz. Musa’nın Annesine Vahiy



    2.1.8. Şeytanların Kendi Arkadaşlarına Vahyetmeleri



    2.1.9. Peygambere (s.a.v.) Vahyin Gelmesi Yeni Bir Olay Değildir



    2.1.9.1. Peygamberimiz (s.a.v.)’e Vahiy Yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’in İnmesi



    2.1.9.2. Peygamberimize Gelen Çeşitli Vahiyler



    2.1.9.3. Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın Vahyidir



    2.1.9.4. Vahyin Yağmura Benzetilmesi



    2.1.9.5. Rasûllere Gelen Vahiy İçin “Ruh” Kelimesinin Kullanılması



    2.1.9.6. Vahiy İle İlgili Deliller

     

     

    İkinci Bölüm: VAHYİN ANLAMI VE
    ÇEŞİTLERİ

    2.1. VAHYİN ANLAMI VE ÇEŞİTLERİ

    2.1.1. Sözlük
    Anlamı

    “Vahiy” kelimesi Arapçada işaret etmek anlamına gelir. Başka
    anlam­ları da, “birinin kalbine bir şey ilkah etmek, gizli bir şekilde bir
    meseleyi anlatmak veya mesaj vermektir. Sözlük anlamı, “süratli işaret” veya
    “gizli işarettir. Yani öyle bir işaret ki bunu sadece görmüş olan kişi
    anla­yabilir, başkaları anlayamaz. Genelde kavram olarak hidâyet veya doğru yolu
    göstermektir. Öyle bir hidâyet ki, bir yıldırım gibi Allah-u Teâlâ’dan bir
    kulunun kalbine düşer.

    Cenab-ı Allah’ın bir insanın yanına gelmesi veya bir insanın
    O’na git­mesi veya O’nunla karşılıklı konuşması düşünülemez. O Gâlip ve
    Ha­kim’dir. İnsanların hidayeti için herhangi bir kuluyla temas kurmak istedi­ği
    zaman, iradesine herhangi bir şey mâni olamaz. Bu sebeple, kendi hik­metiyle, bu
    işi vahiy yoluyla yapmayı tercih eder.

    2.1.2. Vahyin
    Çeşitleri

    “Vahiy” kelimesi artık sadece peygamberlere Cenab-ı Hak’tan
    gelen kelâm için kullanılıyor. Fakat Kur’an-ı Kerim’de bu kelime veya terim
    yalnızca bu anlamda kullanılmıyor. Meselâ, göklerde bütün düzenin vah­ye göre
    devam ettiği belirtilir (Hâ-mîm). Yeryüzüne de vahiy geliyor, ki bu işareti alır
    almaz, dünyamız kendi fonksiyonunu icra ediyor (Zilzâl). Meleklere de vahiy
    iner. Buna göre işlerini yapar, görevlerini yerine geti­rirler (Enfâl). Hatta,
    arıya bile bütün işleri vahiy (doğal eğitim) yoluyla öğretilir. Bu hususta Nahl
    Sûresi altmış sekizinci ayete bakılabilir. Ve vahiy sadece arılarla sınırlı
    değildir. Balık yüzmeyi, kuş uçmayı ve yeni do­ğan bebek süt içmeyi de Allah’ın
    vahyiyle öğreniyor. Ayrıca, bir insana, düşünce ve incelemeden sonra
    sağduyusuyla karar verme ve yolunu tayin etme kabiliyet ve selâhiyeti de vahiy
    ile veriliyor (Kasas). Ve bu vahiy’den hiçbir insan mahrum değildir. Dünyamızda
    şimdiye dek ne kadar keşifler yapılmış, yararlı icâdlar yapılmış, yararlı işler
    yapılmış ve ne ka­dar çok düşünür, filozof, bilim adamı, fâtih, hükümdar ve
    yazarlar eserler ortaya koymuş veya başarılar kazanmışsa, hepsinde vahyin rolü
    olmuştur. Bu iş sadece büyük insanlara mahsus değildir. Çok yakın çevremizde de
    bu gibi olaylara tanık oluruz, sıradan bir insanın, aniden aklına gelen bir
    düşünce, veya rüyasında gördüğü bir olayın, çok uzun zaman geçmeden
    doğrulanıverdiğini görürüz. Bu tür meydana gelen olayların kaynağı, ilâhî ilham,
    başka bir deyimle vahiydir, işte bütün bu vahiylerin bir çeşidi var ki, sadece
    peygamberler bunlardan istifade edebilir, veya sadece onlar için nazil olur. Bu
    vahiy, diğer vahiylerden farklı özellikler taşır. Böyle bir vahiy ilgili
    peygambere tamamıyla bilinçli bir biçimde gelir ve kendisi Kâdir-i Mutlak
    tarafından yönetildiğini derhal anlar. Bu vahyin, Allah’tan geldiğine inancı
    tamdır. Bu tür vahiyler Allah’ın çeşitli emir ve talimatı­nın yanı sıra, kanun
    ve usullerini de kapsar. Bu vahyin indiriliş sebebi de, insan soyuna Allah’ın
    doğru yolunu göstermek ve onu kurtuluşa erdir­mektir.

    2.1.3. Yanlış Bir
    Anlama

    Kur’an-ı Kerim’in Şûra sûresinin elli birinci ayetinde bütün
    semavi ki­tapların vahiy yoluyla peygamberlere indirildiği beyân edilmiştir.
    Yani Allah bir melek vasıtasıyla Rasûlüne vahiy gönderir. Bazı kimseler, “Ev-yürsile
    Rasûlen fe-yûhiye bi-iznihî mâ-yeşâ” âyetinin tefsirini yanlış ya­parlar.
    Onların teviline göre, “Allah, bir Resûl’ü gönderir ve Resûl Onun emriyle
    alelade insanlara mesajını ulaştırır.” Ancak Kur’an-ı Kerim’in, “ve sonra o
    (yani melek) vahiy yapar veya ulaştırır, O’nun emriyle, o nasıl is­terse”
    cümlesi böyle bir tevilin yanlış olduğunu apaçık ortaya koyar, insanların önünde
    Peygamber’lerin vaazı, ne Kur’an’da “vahiy yaparlar” ola­rak tanımlanmıştır ne
    de Arapçada İnsanlar arasındaki açık ve aleni görüş­me ve konuşmalar “vahiy”
    olarak ifade edilebilir. Lügatte vahiy daha önce belirttiğimiz gibi gizli ve
    hızlı işaret manasında kullanılır. Peygamberlerin vaaz ve telkinlerini “vahiy”
    olarak tanımlamak, Arapçanın gereği kadar bi­linmemesinden doğan bir
    yanlışlıktır.

    2.1.4. Vahyin
    Niteliği Hakkında Başka Açıklamalar

    Vahiylerin bir çeşidine tabiî veya içgüdüsel vahiy denilir.
    Bununla Allahu Teâlâ her yaratığa yapması gereken işi öğretir. Bu vahiy
    insanlar­dan çok hayvanlar ve bunlardan da çok, bitki ve maddelere aittir.
    Vahyin ikinci çeşidine cüz’i vahiy denilir. Bununla, Allah hazan kendi
    kullarından birine hayat meseleleri veya herhangi bir hususta fikir, bilgi veya
    hidâyet sağlamış olur. Bu vahiy hemen hemen her gün ve her zaman bazı insanla­ra
    gelir. Dünyada birçok keşif ve icadlar bunun sayesinde olmuştur. Bü­yük bilimsel
    buluşlar varlıklarını bu vahye borçludurlar. Akıl almaz tarihi gelişme ve
    olaylarda bu vahyin rolü olmuştur. Bazen kritik bir anda bir kişinin aklına
    yepyeni bir fikir gelir, birden tarih ve medeniyetin akışı du­rur. Benzeri bir
    vahiy Hazreti Musa’nın annesine gelmiştir. Yukarıda an­lattığımız vahiylerin iki
    çeşidinden çok farklı bir vahiy daha var ki, bu­nunla Allah, kullarından
    bazısına gaybın bütün gerçeklerini anlatır. Allah bu vahiyle hayat düzeni
    hakkında gereken yol gösterici talimatı verir ve diğer insanların hidayeti için
    onlara iletilmesini ister. Bu vahiy peygam­berlere mahsustur. Kur’an-ı Kerim’den
    anlaşılacağı gibi, adı ister “ilkâ” is­ter “ilham”, “keşif veya “vahiy” olsun,
    bu tür bilgi Rasûl ve Nebi’lerden başkalarına verilmez. Ayrıca bu ilim ve bilgi
    peygamberlere öyle verilir ki, bunların Allah’tan geldiğine, bunlara şeytanın
    hiç karışmadığına ve de kendi fikir, görüş hayâl ve arzularından soyutlanmış
    olduğuna iyice ina­nırlar. Bunun dışında, bütün vahiy aynı zamanda şeriat
    delilidir de. Buna uymak her insan için farz olup, peygamberler bunu, başka
    insanlara ulaş­tırmak ve kulları Allah’a davet etmek için de
    görevlendirilmişlerdir. Aynı vahiy ile kurtuluş yolu açılır ve bundan sapmak
    hüsrana uğramak sonucu­nu doğurur.

    Peygamber’lerin dışında başkalarına bu tür bilginin, çok küçük
    bir bölümünün nasip olduğunu düşünsek bile, bu, önemi çok az bir işaretten öteye
    gitmez. Bu öyle bir işarettir ki, onu anlayabilmek için peygamberlerin vahyine
    gerek vardır. (Yani Kur’an ve sünnet’in yardımıyla bunun doğ­ru olup olmadığım
    belirlemeye ve doğruluğu belirledikten sonra da yönü ve amacını tespite gerek
    vardır), ilham’ı kendi başına bir hidâyet yolu sa­yan ve peygamberlerin vahyi’ne
    göre doğruluğunu ölçmeyip buna kendi uyan ve başkalarının da uymasını isteyen
    birinin hareketleri şeriat açısın­dan tasvip edilemez. Kur’ân-ı Kerim’de bu
    gerçek çeşitli yerlerde açık açık anlatılmıştır. Özellikle, Cin süresinin son
    âyetlerinde bu husus apaçık ortaya konmuştur.

    “O gaip’ten haberdâr’dır. Kendi gaybından başkalarını haberdâr
    et­mez. Fakat gaip’ten haber vermesi için seçtiği Rasûl’ler bundan müstesna’dır.
    O, O’nun önüne ve peşine muhafızlarını görevlendirir, ki böylece Rabb’lerinin
    mesajlarını (İnsanlara) ilettiklerini öğrenebilsin. Ve O onla­rın bütün
    çevrelerini kapsamına almış ve her şeyi tek tek saymıştır.” (Cin; 26,27,28)

    Burada iyice düşünecek olursak, ümmetini ıslah eden ve ıslah
    edilen­lere, peygamberlerin keşif ve ilhamı gibi değil, bir çeşit ikinci
    derecedeki keşif ve İlham’ın verilmesinin hikmetini anlamış oluruz. Birinci
    derecede­ki ilhamın verilmemesinin sebebi, peygamberler ile ümmetleri arasındaki
    farkın tek bu hususa bağlı oluşudur. Zaten bu fark da ortadan kalkarsa, ikisi
    bir olur. Bunun ikinci sebebi de peygamberlerden sonraki hidayet sil­silesini
    sürdürmektir. Nebi’lerden sonra davalarını sürdürmek isteyenler doğru yolun
    izlenmesi konusunda Allah’ın yardımına muhtaç olurlar, bun­lar vahiy ile
    yollarını bulurlar. Aslında bu kolaylık bilinçsiz olarak her sa­mimi ve
    sağduyulu din hizmetçisine ihsan edilmiş olur, ama birine de bu bilinç
    verilirse, bu mutlaka Allah’ın bir mükâfatıdır.

    2.1.5. Rüya
    Yoluyla Vahiy

    “O çocuk onunla birlikte koşabilecek yaşa gelince, (bir gün)
    İbrahim (a.s.) ona dedi ki: Evlâdım, rüyamda gördüm ki seni boğazlıyorum. Şimdi
    sen söyle, senin fikrin nedir?’ O dedi ki: ‘Babacığım, sana verilen emri yerine
    getir, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffât; 102)

    Burada görüldüğü gibi, peygamber olan babanın oğlu, rüyayı
    Allah’ın emri olarak kabul etti. Şayet rüya gerçekten Allah’ın emri olmasaydı,
    Al­lah çeşitli vesilelerle ve açık seçik bir şekilde Hz. İbrahim’in (a.s.) oğlu
    İs­mail (a.s.)’in rüyayı yanlış yorumladığını belirtebilirdi. Fakat, Kur’ân-ı
    Kerim’de bu vak’a ile ilgili kayıtlarda buna benzer herhangi bir şeye
    rast­lanmıyor. Bundan dolayıdır ki, müslümanlar, peygamberlerin rüyalarının
    vahyin bir çeşidi olduğuna inanırlar. Hatla bu husus İslâm şeriatına önem­li bir
    kural olarak girmiştir. Gâyet tabiidir ki böyle bir inanç yanlış olsaydı ve
    gerçeğe dayanmasaydı, Cenâb-ı Hak bunu mutlaka düzeltirdi. Kur’ân-ı Kerim’i
    Allah’ın kelâmı olarak kabul edenler, (hâşâ) Allah’ın böyle bir ha­ta yapacağına
    herhalde imkân ve ihtimal vermezler.

    2.1.6. Arıya
    Vahiy

    “Rabb’in, bal arısına vahyetti. Dağlardan, ağaçlardan ve
    kurdukları çardaklardan evler edin.”(Nahl; 68)

    Daha önce gördüğümüz gibi, vahyin anlamı gizli ve âni işarettir.
    Bu işareti ancak işaret eden ile, işaret edilen kişi anlayabiliyor. Bu sebeple,
    bu sözcük “ilkah” (kalbe söz söylemek) ve “ilhâm” (gizli haber de telkin) ile eş
    anlamdadır. Allah’ın verdiği talim ve terbiye, herhangi bir mektep veya dershane
    de verilmediği için, öylesine hassas bir şekilde öğretilir ki, öğreten ve
    öğrenen, veya bilgi veren ile bilgi alanın kim olduğu ve nasıl olduğu hemen
    anlaşılmaz. Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerim bu bilgi alış verişi­ni vahiy, ilhâm ve
    ilkâ olarak tabir eder. Ama artık bu üç kelime üç ayrı terim ve ıstılah haline
    gelmiştir. Nitekim vahiy kelimesi peygamberlere mahsus bir kelime haline
    gelmişken, ilhâm, evliyalara ve ermiş kişilere, ilkâ da sıradan insanlara özgü
    sözcükler kimliğine bürünmüştür.

    2.1.7. Hz.
    Musa’nın Annesine Vahiy

    “(Sen doğduğun zaman), annene vahyedileni vahyetmiştik.”(Taha;
    38)

    “Biz Musa’nın annesine vahyettik ki ona süt versin. (Ve dedik
    ki) onun canından korktuğun zaman onu nehre indir ve hiç korkma, üzül­me…”(Kasas;
    7)

    Yani, Hazreti Musa (a.s.)’nın validesi bu işi Allah’ın vahyi
    üzerine yapmıştı. Allah, ondan çocuğu hakkında endişelenmemesini, canının hiç
    tehlikede olmadığını, oğlunun ona tekrar döneceği ve bir gün bu çocuğun Allah’ın
    sevgili peygamberi olacağını bildirerek, fazla korkmamasını ve üzülmemesini
    istemişti.

    2.1.8.
    Şeytanların Kendi Arkadaşlarına Vahyetmeleri

    Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Şeytanlar
    kendi arkadaşlarının kalplerine kuşku ve itirazlar ilkâ ederler, ki Seninle
    kavga etsinler…” (En’âm; 121)

    2.1.9. Peygambere
    (s.a.v.) Vahyin Gelmesi Yeni Bir Olay Değildir

    “Ey Muhammed, Biz Nûh'(a.s.) ve daha sonraki Rasûl’lere
    gönderdi­ğimiz vahiyler gibi Sana vahiy gönderdik. Ve Biz İbrahim, İsmail, İshak,
    Yakup ve evlâtlarına da vahiy indirdik…” (Nisa; 163)

    Burada, Resul-i Ekrem’in bilinmeyen ve eşine rastlanmayan bir
    şeyle gelmediği vurgulanmak isteniyor. Zaten o da dünyaya ilk defa böyle bir
    şeyle kendisinin geldiğini iddia etmiyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de diğer
    peygamberler gibi aynı ilim ve bilgi kaynağından hidayet almıştır ve o da
    kendisinden öncekilerin yaymaya çalıştıkları hakikati insanlara du­yurmaya
    çalışmıştır.

    2.1.9.1.
    Peygamberimiz (s.a.v.)’e Vahiy Yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’in İnmesi

    “Ve bu Kur’ân bana vahiy ile gelmiştir, ki sizi ve bunun
    ulaşabildiği herkesi uyarayım…” (En’âm; 19)

    “Onlara açık açık ayetlerimiz anlatılınca, bize kavuşmayı
    ummayan­lar, diyorlar ki: ‘Bundan başka bir Kur’an getir veya bunda bazı
    değişik­likler yap.’ Ya Muhammed, onlara de ki: ‘Değişiklikler yapmak benim isim
    değildir, çünkü ben sadece bana gelen vahy’in takipçisiyimdir’…”(Yunus; 15)

    Yukarıdaki ayet-i kerimede, Rasûlullah’a “ben bu kitabın
    müellifi de­ğilim, çünkü bu vahiyle bana geliyor ve bunda herhangi bir
    değişiklik yapma yetkisine de sahip değilim. Ayrıca bu hususta zerre kadar taviz
    ve­remem. Ya dini bütünüyle kabul eder, ya da reddedersiniz” demesi
    emre­dilmiştir.

    “Belki sen: ‘Ona bir hazine indirmeli veya berâberinde bir melek
    gelmeli değil miydi, demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bir kısmını
    (duyurmayı) terk edeceksin ve bunu onlara okumaktan göğsün daralacak,
    (sıkılacaksın); ama sen sadece bir uyarıcısın (böyle sözlere aldırma), her şeye
    vekil olan Allah’tır”. (Hud; 12)

    Yukarıdaki âyetin bildirdiğine göre, Allah’ın katında değerli ve
    önemli insan, sadece doğru yolda sabır ve kararlılıkla yürüyendir. O nedenle,
    taassup, ilgisizlik, alaylı tavır ve cahilane itirazlarla Peygamberi­miz’e karşı
    çıkılmasından dolayı canını sıkmaması, üzülmemesi ve takip ettiği yoldan zerre
    kadar şaşmaması telkin ediliyor. Vahiyle kendisine ile­tilen hakikati açıklamak
    ve başkalarını doğru yola, tevhide ve kurtuluşa davet etmek hususunda en ufak
    bir tereddüde düşmemesi isteniyor. Ken­disini alaya alacakları veya hiç ilgi
    göstermeyecekleri düşüncesiyle gerçe­ği söylemekten hiç çekinmemesi gerektiği
    bildiriliyor. Ayrıca o, dinleyeni olsa da olmasa da kendi görevini yapmalıdır.
    Zira sonuç, Allah’ın bileceği iştir, denilmek isleniyor.

    “(Ey Muhammed), bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
    Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç
    (şirkten, günahlardan kaçarak Allah’ın azâbından) korunanların­dır.”(Hûd; 49)

    “Elif lâm ra. Bunlar apaçık Kitâb’ın âyetleridir.”     

     “Biz onu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik ki
    anlayasınız”.(Yusuf; 1-2)

    “(Ya Muhammed), bu (anlatılanlar), sana vahyettiğimiz gayb
    haber­lerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında
    de­ğildin.”(Yusuf; 102)

    “Seni de böylece, kendilerinden önce nice milletler geçmiş
    bulunan bir millete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın (oysa buna
    rağmen) onlar yine Rahman’a nankörlük ederler, (O çok merhamet eden Allah’ın
    nimetlerine şükretmezler). De ki: O (Rahmân), benim Rabbimdir, O’ndan başka ilâh
    yoktur. O’na dayandım, dönüş yalnız O’nadır.”(Râd; 30)

    2.1.9.2.
    Peygamberimize Gelen Çeşitli Vahiyler

    Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

    “Hiçbir beşer (insan) Allah ile yüz yüze konuşacak kadar
    (yüksek) mevkide değildir. O’nunla konuşma ya vahiy (işaret) ile olur ya
    perdenin arkasından veya O bir habercisini (melek) gönderir. O (melek) O’nun
    (Allah’ın) emriyle istediği gibi vahiy getirir. O yüce ve hakimdir.”(Şûra; 5l)

     Gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse Hadis-i Şeriften Rasûlullah’a
    aşağıda­ki üç şekilde vahiy geldiği anlaşılır:

    1) Hadis’e göre, Hazreti Ayşe (r.a.) Peygamber Efendimiz’e
    vahiyle­rin ilk önce tabirleri doğru olan rüyalar şeklinde gelmeye başladığını
    riva­yet eder. (Buhârî ve Müslim). Bu yöntem daha sonra da devam etti. Nite­kim,
    hadislerde Rasûlullah’ın pek çok rüyalarından bahsedilir. Bu rüyalar­da
    kendisine bazı emir ve talimat verilirdi. Bazı konuda kendisine bilgi de
    verilirdi. Buna ilâveten, Kur’ân-ı Kerim’de de bir yerde Peygamberimizin bir
    rüya gördüğü beyan edilir. (Feth; 27). Ayrıca, çeşitli hadislerde,
    Pey­gamberimiz’in şöyle ifadeleri vardır: “Falanca mesele içime doğdu, falan­ca
    iş bana anlatıldı, bana emredildi veya ben bundan menedildim vs.” Bü­tün
    bunların vahyin ilk kısmına ait olduğu söylenebilir. Hadis-i Şeriflerin çoğu bu
    minval üzerindedir.

    2) Mi’râc sırasında Peygamber Efendimiz (a.s.) vahyin ikinci
    çeşidiy­le şereflendirildi. Çeşitli hadislerde belirtildiği gibi mi’râc
    sırasında Resûlullah’a beş vakit namaz kılınması emredilmiş ve bu hususta bazı
    ma­ruzatı olmuştu. Bunlardan ayrıca, Allahu Teâlâ ile Hz. Muhammed (a.s.)
    arasında, tıpkı Allah ile Hz. Musa (a.s.) arasında geçen Tûr dağındakine benzer
    bir konuşma olduğu da anlaşılır.

    3) Vahyin üçüncü çeşidi, bizzat Kur’ân-ı Kerim’in teyid ettiği
    gibi Cebrail (a.s.) vasıtasıyla gönderilen emir ve mesajlardı. Bu hususta
    özel­likle Bakara; 97 ve Şûra; 192-195 âyetlerine dikkat edilmelidir.

    Peygamberimiz (a.s.)’e vahiy çeşitli şekil ve şartlarda gelirdi.
    Bunun ayrıntılarını Allâme İbn Kayyım “Zâd’ül-Me’ad” adlı eserinde vermiştir:

    1) Doğru olan rüyalar: Hz. Muhammed’e gelen vahyin ilk
    çeşidiydi. Gördüğü her rüya, çıplak gözleriyle gördüğü olaylar gibiydi.

    2) Melek, Peygamber Efendimiz’in kalbine bir mesaj iletirdi ve
    olay­lar görülmemesine rağmen içine doğmuş olurdu. Meselâ bir hadis-i şerifte Hz.
    Peygamber şöyle buyuruyorlar: “Rûh’ül-Kuds (Cibril), hiçbir canlının payına
    düşen rızkını almadan ölmeyeceği gerçeğini kalbime iletmiştir. Onun için,
    Allah’tan korkarak iş yapınız ve rızk talep etmenin iyi yollarını biliniz. Sonra
    rızkın gelmesinde bir gecikme olduğu takdirde, Allah’a ita­atsizlik etmeyiniz.
    Çünkü Allah’da ne varsa (yani onun mükâfatı) hepsi O’na itaat etmekle elde
    edilebilir.”

    3) Melek, Hz. Peygamber (a.s.)in yanına bir insan kılığında
    gelir ve söylediklerini tam olarak kavrayıncaya kadar kendisiyle sohbet ederdi.
    Bu vak’a muhtelif yerde ve zamanlarda tekrarlandığı için sahabeler de bunu
    görmüşlerdi.

    4) Vahiyden önce Hazreti Peygamber’in kulağına bir ses gelir ve
    da­ha sonra melek kendisiyle konuşmaya başlardı. Bu vahyin en şiddetlisi olup
    Rasûlullah’ı kış mevsiminde bile ter içinde bırakırdı. Bu vaziyet yol­culuk
    sırasında zuhur ettiği zaman, Rasûlullah’ın bindiği deve müthiş ve âni gelen
    ağırlıktan çöküverirdi. Bir defasında bu vahiy Hz. Peygamber’in (a.s.) Hz. Zeyd
    bin Sabit (r.a.)’in dizine başını koyup uzandığı sırada gel­di. Ağırlık öylesine
    korkunçtu ki Zeyd bin Sabit’in ayağı kırılacak gibi ol­du.

    5) Hz. Peygamber (a.s.) meleği Allah’ın yarattığı şekliyle
    görürdü. Melek bu durumda, Allah’tan gelen emri kendisine iletirdi. Kur’an-ı
    Ke­rim’in Necm sûresinde belirtildiği gibi bu tip vahiy yalnızca iki kez
    ger­çekleşti.

    6)  Allahu Teâlâ, Hz. Peygamber’e doğrudan vahiy verirdi.
    Örneğin, Hz. Peygamber’in mi’râc sırasında göklerde bulunduğu ve namazların farz
    kılınması ve diğer konuların iletildiği konuşmanın geçtiği zaman, işte böyle bir
    vahiy gerçekleşmişti.

    7) Allahu Teâlâ’nın, arada melek olmadan Hz. Peygamber (a.s.)
    ile görüşmesi. Benzer bir görüşme Allah ve Hz. Musa arasında da yapılmıştı. Hz.
    Musa’ya tanınan bu şeref Kur’ân-ı Kerim’le sabittir. Hazreti Peygam­ber’e
    gelince, bunun mi’râc sırasında gerçekleştiği hadiste beyan edilmiş­tir.

    Bunların dışında bazı ulemâ ve fakihler, vahyin sekizinci bir
    şeklini de açıklamışlardır. Örneğin, Allahu Teâlâ’nın aradaki perdeyi tamamıyla
    kaldırarak Peygamber Efendimiz (a.s.) ile görüşmesi. Buna özellikle Hz.
    Peygamber’in çıplak gözüyle Allah’ı gördüğü ve O’nunla konuştuğunu ile­ri
    sürenler inanırlar. Fakat bu konuda ulemâ ve fakihler arasında ciddi ihtilâflar
    vardır. (Zâd ul-Meâd, c. I, s. 24-25).

    Suyûti, “İtkân” isimli kitabının birinci cildinde bütün bir
    bölümü bu konuya ayırmıştır. Suyûtî özel olarak şöyle der:

    Hz. Peygamber kırk yaşında Nebi olunca ilk üç sene talim ve
    terbiye­sini İsrafil (a.s.) yaptı. Fakat O’nun vasıtasıyla kendisine Kur’ân-ı
    Ke­rim’in herhangi bir bölümü inmedi. Daha sonra Cibril (a.s.) kendisine va­hiy
    getirmekle vazifelendirildi. Tam yirmi yıl vahiy getirdi. Vahy’in çeşit­li
    şekilleri şunlardı:

    a) Önce Peygamber Efendimiz’in kulaklarına zil sesi gelir, daha
    sonra Hz. Cibril’in sesi duyulurdu. Bunun yararlı yanı şu idi: Hz. Peygamber,
    bütün dikkatini meleğin sesini duymak için toplardı. Hz. Peygamber’in mübarek
    ifadesine bakılırsa, vahiylerin en şiddetlisi buydu.

    b) Peygamber Efendimiz’in zihnine ve kalbine bir haber ilkâ
    edilirdi. Bunu Hz. Peygamber de ifade etmiştir.

    c) Melek (Cibril) insan kılığına bürünerek Hz. Muhammed (a.s.)
    ile sohbete başlardı. Hz. Peygamber’in ifadesine göre bu, vahiylerin en
    hafi­fiydi.

    d) Melek rüyada Hz. Peygamber ile konuşurdu.

    e) İster uyku içinde ister uyku dışında olsun, Allah Peygamber
    Efen­dimiz (a.s.) ile doğrudan konuşurdu. (el-İt’kân,C.I,s.44-45).

    2.1.9.3. Kur’ân-ı
    Kerim, Allah’ın Vahyidir

    Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik mertebesine erişmeden önceki
    kırk yıllık yaşantısında bilgisini ve kültürünü arttıracak fevkalâde herhan­gi
    bir öğrenim ve eğitimden geçmemişti. Hatta okuması, yazması bile yoktu. Fakat
    gördüğümüz gibi, peygamber olur olmaz dili açılıyor, derya gibi konuşmaya
    başlıyor. Peygamberlik iddiasında bulunmadan önce kim­se O’nun, derin bilgi ve
    kültür isteyen konularla ilgilendiğini, veya bu ko­nularla ilgili görüşler ileri
    sürdüğünü görmemişti. Fakat birbiri ardından gelen Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinde
    bu konular alabildiğine tartışılıyor. Halbuki Peygamberlikten önceki kırk yılda,
    en yakın arkadaşı ve akraba­ları bile, kırkıncı yılda birden bire başlattığı o
    muazzam İslâm Daveti’ne ipucu olarak kendisinden ne herhangi bir söz dinlemiş,
    ne hareket gör­müşlerdi. Bu demektir ki Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’in
    kafasında do­ğan değil, hariçten kalbine inen bir ilâhi ışıktır. Meselâ şu ayete
    bakalım:

    “Mûsâ’ya o işi yaptığımız (yâni kendisine bildirmek islediğimiz
    işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, o
    (hâdiseyi) görenlerden de değildin.”

    “Fakat biz (Musa’dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların
    üze­rinden uzun zamanlar geçti (vahiylerimiz tahriflere uğradı. İste insanları
    doğru dine çağırman için sana bunları vahyettik. Bunlar tamamen senin
    bilmediğin, vukuuna şahid olmadığın gayb haberleridir). Sen Medyen hal­kı
    arasında oturup da âyetlerimizi onlardan oku(yarak öğren)miyordun. Fakat (onları
    sana) gönderen biziz.”

    “(Mûsâ’ya) seslendiğimiz zaman sen Tûr’un yanında değildin.
    Fakat Rabbi’nden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki senden
    önce kendilerine bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan toplumu uyara­sın; belki
    düşünüp öğüt alırlar.”(Kasas; 44-46)

    Bu üç husus, Hazreti Muhammed (a.s.)in peygamberliğini
    ispatla­mak için anlatılmıştır. Bu olayların anlatıldığı zamana ve ortama dikkat
    edilmelidir. Zira tam o sırada Mekke’nin bütün ileri gelenleri, özellikle kabile
    reisleri ve diğer kâfirler her ne pahasına olursa olsun Hz. Peygam­ber’in
    Allah’ın Rasûlü olmadığını, hâşâ yalancı olduğunu ispatlamaya yel­tenmişlerdi.
    Onlara yardım etmek için Hicaz’ın bütün Yahudi âlim ve Hıristiyan papazları da
    seferber olmuşlardı. Hz. Muhammed (a.s.) başka bir dünyadan gelip Arap’lara
    Kur’ân-ı Kerim’den ayetler okuyan biri değildi. Aksine Mekke’nin yerlisi olup
    hayalının hiçbir yanı vatandaşları ve kabile üyelerinden saklı değildi. Bu
    sebepten dolayıdır ki, Hz. Muhammed (a.s.)in Nübüvvet’inin delili olarak bu üç
    olay anlatılınca o dönemin Mek­ke’sinde, Hicaz’ında ve tüm Arabistan’ında kimse
    çıkıp da bugünün şarki­yatçılarının (oryantalistlerinin) yaptıkları gibi
    küstahça iddialarda bulun­madı. O dönemin Yahudi, Hıristiyan ve kâfirleri de
    yalan dolan şeyleri söy­lemekte kimseden geri kalmazlardı. Ama bir an bile ömrü
    olmayacağı belli olan bir yalanı nasıl söyleyebilirlerdi? Onlarda “ey Muhammed,
    sen bu bilgileri falanca Yahudi veya Hıristiyan rahiplerden toplamışsın”
    diye­cek ne yüz vardı ne cesaret. Çünkü bu hususta ileri sürebilecekleri
    herhan­gi bir delil yoktu. Hz. Muhammed (a.s.)’in hangi rahip ve din adamıyla
    görüştüğünü iddia edebilirdi ki? Zira hangi rahip ve din adamının ismini
    verseler, onların Hz. Peygamber ile hiç karşılaşmadıkları ortaya çıkmış olurdu.
    Bugünkü oryantalistler ve sözde bilim adamlarının aklına şaşarım. Bunlar ne
    cesaretle, Hz. Peygamber’in, geçmişin tarih, coğrafya, edebiyat ve diğer sosyal
    bilimleri hakkında geniş bir bilgiye sahip olduğunu iddia edebiliyorlar. Sanki
    Hz. Peygamber’de (a.s.) bu konularda geniş bir kitap­lık varmış. Oysa, hepimiz
    biliyoruz ki; kitaplık şöyle dursun, Rasûl-ü Ekrem’de en ufak bir not kâğıdı
    bile yoktu. Mekke’de yediden yetmişe herkes Hz. Muhammed (a.s.)’in okuma yazması
    olmadığını pekâlâ biliyor­du. Kendisinin herhangi bir mütercimin yardımıyla
    İbranice, Süryanice ve Elence kitaplardan istifade ettiği de öne sürülemez.
    Ayrıca o devrin Mek­keli veya Hicazlısından hiçbiri, Hz. Muhammed (a.s.)’in Şam
    ve Filistin’e yaptığı ticari yolculuklar sırasında bu tür bilgiler edindiğini de
    iddia ede­mezdi. Çünkü ticarî yolculuklar tek başına yapılmaz, genellikle
    kafileler halinde olurdu. Her seferinde Mekke’nin tüccarları kafile halinde
    Rasûlullah (a.s.)’ın yanında bulunurlardı. O’nun için, o sıralarda biri çıkıp
    Hz. Muhammed (a.s.)’in Yahudi ve Hıristiyan din adamlarından malûmat aldığını
    söyleseydi, yüzlerce yol arkadaşı kendisini hemen yalanlayacaktı. Sonra,
    Rasûlullah (a.s.)’ın ebediyete intikalinden sadece iki sene sonra müslümanlar
    Bizanslı ve Romalılarla savaşa başlamışlardı. Şayet Hz. Muhammed (a.s.) lâf
    olsun diye Şam veya Filistin’de herhangi bir Hıristiyan rahip veya Yahudi
    rahibiyle dini münakaşa yapmış olsaydı, Hıristiyan­lar ve gayrimüslim olanlar
    hiçbir zaman bu olayı kendi propagandaları için kullanmayı ihmal etmezlerdi.
    Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)’in her şeyi hâşâ yurtdışında öğrenip,Arabistan’a
    döndükten sonra kendi peygamberli­ğini ilân ettiğini söylemekten kaçınmazlardı.
    Kısacası, Kur’ân-ı Ke­rim’in mesajının Kureyşli kâfir ve müşrikler için bir ölüm
    fermanı mana­sını taşıdığı bir çağda, bu ilâhî kitabı yalanlama gereğini bugünkü
    oryan­talistlerden herhalde çok daha fazla duyuyorlardı. Fakat bulun çabalarına
    rağmen hiçbir kişi veya grup o sıralarda Rasûlullah’ın bilgi kaynağının Allah’ın
    vahyinden başka bir şey olduğunu kanıtlayacak en ufak bir şey bulamadı. Bu
    gösteriyor ki Peygamber Efendimiz’e gelen vahiy gerçek­ten Allah’ın kelâmıydı.
    Şu nokta da unutulmamalıdır ki, Kur’ân-ı Kerim çeşitli yerlerde çeşitli
    peygamber kuşaklarından söz ederken, Hz. Muham­med (a.s.)ın bilgi kaynağının
    sadece ve sadece ilâhî vahiy olduğunu belirt­miştir. Meselâ Hz. Zekeriya (a.s.)
    ile Hz. Meryem (a.s.)’in kıssalarına ba­kalım:

    “Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy ilk
    gönderiyoruz. Meryem’in kefaletinin kime ait olacağına karar vermek üzere
    kalemlerini attıkları sırada sen orada yoktun. Sen, kavga ettikleri sırada da
    yoklun.”(Al-i İmran; 44)

    Hz. Yusuf’un kıssası anlatıldıktan sonra şöyle buyurulmuştur:

    “Bunlar gaipten haberlerdir, bunları Biz size vahiy olarak
    gönderi­yoruz. Sen (Yusufun kardeşlerinin) yanlarında ve etraflarında yoktun.
    Onlar o sıra alacakları tedbirde anlaşmışlardı ve oyunlarını oynamaya
    hazırlanıyorlardı.”(Yusuf; 102)

    Aynı şekilde Hz. Nuh’un hikâyesi uzun uzun anlatıldıktan sonra
    şöyle denilmiştir:

    “Bunlar gaipten haberlerdir, ki biz size vahiy şeklinde
    gönderiyoruz. Sen ve senin ümmetin bundan önce bunları hiç bilmezdiniz.”(Hûd;
    49)

    Bu olaylar ve kıssaların tekrar tekrar anlatılması ve Kur’an-ı
    Kerim’in Allah’tan gelen bir kitap olması ve Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın
    Resûl’ü olmasının, Kitâbullah’da deliller ile beyan edilmesinin amacı, bin­lerce
    yıl önce meydana gelen tarihi olayları bütün ayrıntılarıyla anlatan ümmi (okuma,
    yazma bilmeyen) bir peygamberin bilgi kaynağının vahiyden başka bir şey
    olmadığını göstermektir. Aslında, Hz. Peygamber’e, ya­şadığı devirde giderek
    daha büyük sayıda insanların inanmaya başlamaları ve İslâm’a katılmalarının bir
    sebebi de, bu insanların, O’nun Allah’ın Ne­bisi olduğuna ve kendisine Vahy’in
    geldiğine inanmalarıydı. Bu bakımdan, herkes, İslâm hareketinin emekleme
    devresinde bu davayı yalanlamanın ne kadar önemli olduğunu kolayca anlayabilir.
    Aynı sebepten dolayı, İs­lâm’ın muhaliflerinin bu konuda hiçbir fırsatı
    kaçırmadıklarını da söyleye­biliriz. Yani davada herhangi bir eksiklik ve zaaf
    olsaydı, o devrin kâfirlerinin bunu ispatlamaları hiç de zor olmayacaktı.

    2.1.9.4. Vahyin
    Yağmura Benzetilmesi

    Kur’ân-ı Hakim’de iki yerde Rasûlullah (a.s.)’a inen vahiy,
    yağmura benzetilmiştir:

    “Allah, gökten bir su indirdi de dereler (kendi Ölçüsünce dolu
    su ile) çağlayıp aktı. Sel de yüze çıkan köpüğü götürdü.”(Ra’d; 17)

    Bu ayette, Peygamber (a.s.)’e vahiyle inen ilim, gökten yağan
    yağmu­ra benzetilmiştir. İman edenler ise kendi istidat ve kabiliyetlerine göre
    rahmet yağmurundan payını almış olan dere ve çaylara benzetilmiştir. Ayrıca,
    İslâmi harekete muhalif olan münkir ve kâfirlerin kopardığı gürültü ve yaygara
    da, her sel’in gelişiyle su üzerine çıkan köpük ve pisliklerle eş­değer
    tutulmuşlardır. Örneğin, şu ayete bakın:

    “Görmüyor musunuz ki Allah gökten yağmur yağdırır ve bunun
    sa­yesinde topraklar yemyeşil olur?”(Hac; 63)

    Burada yine, açık sözlülük anlamının ardında bir işaret
    saklıdır. Gö­rünüşte Allah’ın kudretinden söz ediliyor. Fakat ifadenin
    inceliğine bakılır­sa gizli işaret şudur: Nasıl ki Allah’ın yağdırdığı yağmur
    damlaları kuru toprağı yemyeşil araziye çeviriyorsa, yağmur şeklinde gelen
    vahiyler de bir gün Arabistan çöllerini eşine rastlanmayan ilim, irfan, ahlâk,
    fazilet ve temiz bir medeniyetin beşiği haline getirecektir.

    “Ey milletimin kardeşleri, biraz düşünsenize, Allah tarafından
    açık bir Şehâdet’le duruyordum, daha sonra O beni has rahmetiyle
    şereflen­dirdi.” (Hûd; 28)

    Aynı sözler Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek ağzıyla gelen
    rukü’da da anlatılmıştır. Yani ilk önce Hz. Peygamber kâinatta gördüğü
    hakikatler ve Allah’ın işaretleri üzerine Tevhid’e inanmıştı. Daha sonra Allahu
    Teâlâ (cc.) kendi rahmeti (vahiy) ile O’nu şereflendirdi. Yani ön­ceden kalben
    inandığı ve iman ettiği gerçekler ile ilgili dolaysız bilgiler, daha sonra O’na
    vahiy yoluyla iletildi. Bundan da anlaşılacağı gibi, bütün peygamberler
    bi’setlerinden önce (peygamberlik rütbesine getirilmelerin­den evvel) kendi
    tefekkür ve tahayyülleriyle gaybe iman eder, sonra pey­gamber olduktan sonra
    bunu açıkça ifade ederlerdi’.

    “(Sâlih onlara): ‘Ey kavmim, dedi, bakın, ya ben Rabbimden bir
    delil üzerinde isem ve O, bana kendinden bir rahmet vermişse? Peki O’na kar­şı
    gelirsem beni Allah’tan kim kurtarır? Sizin bana, ziyanımı artırmaktan başka bir
    katkınız olamaz!”(Hûd; 63)

    2.1.9.5. Rasûllere
    Gelen Vahiy İçin “Ruh” Kelimesinin Kullanılması

    “O, ruhunu istediği kullarına kendi emriyle melekler vasıtasıyla
    gön­derir. (Bu hidayetle, insanlara) anlat ki Ben’den başka mabudunuz yok­tur.
    Onun için Benden korkmalısınız.”(Nahl; 2)

    “Bunlar sana ruh hakkında sorular soruyorlar. De ki: Bu ruh
    Rabbi­min emriyle geliyor, ama ne çare ki, size ilim ve hikmetten az bir şey
    ve­rilmiştir.”(İsra; 85)

    Burada bahsedilen Nübüvvet ruhu vahiydir. Bununla peygamberler
    dünyaya yeni bir mesaj verirler. Vahiy, peygamberlik görevinde insan
    ha­yatındaki ruh kadar önemli bir yer tuttuğu için, Kur’ân-ı Kerim’de vahiy için
    “ruh” sözcüğü kullanılmıştır.

    Burada kullanılan “ruh” kelimesini müfessirler genellikle can
    olarak anlamışlardır. Yani bazı âlimlere göre Mekkeliler Peygamber Efendimiz’e
    gelip kendisinden insan ruhunun hakikati hakkında açıklama yapmasını
    istemişlerdir, peygamber Efendimiz de buna cevap olarak demişler ki, bu ruh
    Allah’ın emriyle geliyor. Ama biz bu ifadeyi kabul etmekte tereddüt­lüyüz. Çünkü
    bu ifade ancak siyak ve sibak unutularak kabul edilebilir. Halbuki söz konusu
    ayetin metninde önceki ve sonraki ifade genellikle kabul edilen anlamdan farklı
    olup, bu ayetin kopuk şekilde tefsir edilme­sinin doğru olmadığı ortadadır.
    Burada ruh kelimesini can veya öz olarak kabul edersek genel ifadede bir
    kopukluk bir düşüklük göze çarpar. Hatır­lanacağı üzere, bu âyetten önceki üç
    âyette Kur’ân-ı Kerim bir iksir (şifa) ve Kur’ân’ı inkâr edenler de zalim ve
    nimete küfredenler olarak adlandırıl­mışken, daha sonraki ayetlerde ilahî kelâm
    veya vahiy’den bahsedildiği halde, birden bire canlılarda ruhun Allah’tan
    geldiği manasını çıkarmak ne kadar doğru olabilir?

    Metinde işlenen konu ve aradaki bağlantıyı göz önünde tutarsak,
    bu­rada “rûh” kelimesinden “vahiy” veya “vahiy getiren melek”in kastedildi­ği
    kendiliğinden anlaşılır. Müşrikler aslında Hazreti Peygamber’e Kur’ân-ı Kerim
    sana nereden geliyor diye soruyorlardı. Bunun üzerine Allahu Teâlâ buyuruyor ki:
    Ey Muhammed, bu İnsanlar senden Kur’ân’ın kaynağı ve özü nedir, öğrenmek
    istiyorlar, onun için onlara de ki, bu ruh bana Rabbimin emriyle geliyor. Ama
    sizin aklınız ve bilginiz o kadar kıttır ki, bir insanın sözleriyle bütün
    Alemlerin Hâkimi’nin kullandığı dil ve ifade arasındaki farkı anlamaktan
    âcizsiniz. Onun için Kur’an-ı Kerim’in bir in­sanın eseri olduğunda ısrar
    ediyorsunuz.

    Yukarıda anlatmaya çalıştığımız sebepler, yani söz konusu
    ayet’ten önce ve sonraki metinde kullanılan ifadenin dışında diğer bazı
    sebepler­den dolayı da, tefsirimizin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ,
    Kur’an-ı Kerim’de birkaç yerde hemen hemen aynı ifadelerle ruh’un vahiy
    mana­sına geldiği ortaya çıkıyor. Mü’min sûresinde şöyle buyuruluyor: “O ken­di
    emriyle, islediği kuluna ruhunu indirir. Bununla maksadı, insanlara
    top­lanacakları günü (kıyamet) bildirmektir”(15). Şûrâ sûresinde de şöyle
    bu­yuruluyor: “Ve aynı şekilde, Biz sana kendi emrimizle bir ruh gönderdik.
    (Oysa) sen kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezdin” (52).

    Büyük müfessirler, İbn-i Abbas, Katâde ve Hasan Basri (r.a.)
    aynı tefsirde bulunmuşlardır. İbn-i Harir bu tefsirin Katâde’ye atfen İbn-i
    Ab­bas’a ait olduğunu belirtmiştir. Ama bu hususla kullandığı ifade çok
    garip­tir, ifadesine göre İbn-i Abbas (r.a.) bu tefsiri gizli şekilde yapardı.
    İbn-i Harir, “Ruh-ül-Meâni”nin yazarı Hasan Basri ile Katâde’nin şöyle dediği­ni
    nakletmiştir: “Burada ruh’tan Cibril (a.s.) kastedilmiştir. Asıl sorun şuy­du:
    Cibril nasıl geliyor ve Resûl-i Ekrem’in kalbine vahiy nasıl ilkâ’ ediliyordu?

    “Ve aynı şekilde (Ey Muhammed) Biz kendi emrimizle bir ruh sana
    gönderdik, vahiy olarak.”

    Burada görüldüğü gibi, rûh, vahiy veya vahiy ile Peygamber
    Efendi­miz’e verilen bilgi anlamına kullanılmıştır.

    2.1.9.6. Vahiy İle
    İlgili Deliller

    Peygamber Efendimiz’e inen vahiy, Allah’ın kelâmıdır. Bu gerçek,
    Kur’an-ı Kerim’de dört delille ortaya konmuştur.

    Birincisi: Allah’ın kelâmı bir hayır ve bereket alâmetidir. Yani
    Kur’ân-ı Kerim’de insanın gelişmesi ve refahı için en doğal ve en güzel kurallar
    gösterilmiştir. Kur’an’da doğru akide ve inanç hazinesi var, iyiliğe teşvik ve
    telkin var, ahlâk ve faziletin öğretisi var, temiz bir hayat sürme­nin sırları
    var. Kısaca, hayatı güzelleştirecek, insanı mutlu edecek yollar var. Bu kitap,
    diğer kutsal kitaplarda rastlanan cehâlet, menfaatçilik, dar görüşlülük, zulüm,
    baskı, mantıksızlık ve müstehcenlik gibi ayıplardan arındırılmıştır.

    İkincisi: Kur’an-ı Kerim, geçmişte Allah tarafından çeşitli
    ümmetlere gelen mukaddes kitaplarda yer alan ve tahrif edilmeyen hüküm ve
    emirle­ri de içermektedir. Bunların dışında veya bunlara aykırı herhangi bir
    kayıt yoktur, aksine onları doğrular niteliktedir.

    Üçüncüsü: Yüce Kitabımız her devirde Allah tarafından dünyaya
    in­dirilen mukaddes kitapların yüklendiği amacı taşır. Yani gayesi ve hedefi,
    gaflet içinde olanları uyandırmak ve onları kötülüklerin kötü sonuçlan
    ko­nusunda uyarmaktır.

    Dördüncüsü: Kur’an-ı Kerim’in İslâm’a davet ettiği İnsanlar
    arasında dünyayı seven ve nefsine köle olmuş olanları bulmak mümkün değildir.
    Kur’an-ı Kerim’in İslâm camiasında topladığı kişilerin dünyaya bakış açısı
    bambaşkadır. Onlar dünyayı geçici bir han ve imtihan yeri olarak kabul etmiş,
    gözlerini öbür dünyalara da çevirmek ve bu arada, âhiretlerini gü­vence altına
    almaktan geri kalmamışlardır. Ayrıca, bu Yüce Kitabın tesi­riyle buna ilk
    muhatap olanların hayalında meydana gelen müthiş ve ina­nılmaz inkılâp da
    herkesin gözü önündedir. Bu inkılâbın temel taşı adalet­tir. İnsan olarak
    büyüklüğün ve kişiliğin tek değer ölçüsü, dine bağlılık ve Allah’a yakınlıktır.

    Bu gibi erdemli özellikler ve bu kadar olumlu ve muazzam
    sonuçlar, hâşâ yalancı bir insanın uydurduğu bir kitaptan elde edilebilir mi?
    Hele böyle bir kişi kalkıp bu kitabın Allah’ın kelâmı olmadığı gibi bir iddiada
    ve hezeyanda bulunabilir mi?

  • HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN NÜBÜVVETİNDEN ÖNCE ARAP YARIMADASININ JEO-POLİTİK, EKONOMİK VE KÜLTÜREL DURUMU



    HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN NÜBÜVVETİNDEN ÖNCE ARAP YARIMADASININ JEO-POLİTİK,
    EKONOMİK VE KÜLTÜREL DURUMU



    On Sekizinci Bölüm: ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ



    18.1. ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN İLİŞKİLERİ



    18.1.1. Ticaret Yollarının Kavşağı



    18.1.2. Siyasî ve Kültürel İlişkiler



    18.1.3. Ekonomik Durum



    18.1.4. Siyasî Durum

     

     

    HZ. MUHAMMED (A.S.)’İN NÜBÜVVETİNDEN
    ÖNCE ARAP YARIMADASININ JEO-POLİTİK, EKONOMİK VE KÜLTÜREL DURUMU

    On Sekizinci Bölüm: ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE
    ARAPLARIN İLİŞKİLERİ

    18.1. ÇEŞİTLİ ÜKELER İLE ARAPLARIN
    İLİŞKİLERİ

    İslâm öncesi Arabistan’ın ekonomik tarihine ve dış dünya ile
    ilişkileri­ne bir göz alacak olursak, her türlü coğrafî, fizikî, ulaşım ve maddî
    engel­lere rağmen, Arap Yarımadası veya Arapların dünya ile tamamıyla kopuk ve
    uzak olmadığını anlayabiliriz. Araplar görüldüğü kadarıyla kendi vadi ve
    çöllerinde mahsur kalan bir millet değildi, aksine faaliyetleri çeşitli
    sa­halarda gözle görülür biçimde yaygın ve yoğundu.

    18.1.1. Ticaret
    Yollarının Kavşağı

    Eski çağlara ait ne kadar tarihi bilgi, bulgu ve eserler varsa,
    hepsin­den Arapların kıtalar arasındaki ticarette merkezi bir rol oynadıklarını
    gö­rürüz. Eski çağlarda ve orta çağların önemli bir bölümünde, Çin, Hindis­tan
    ve diğer Doğu ülkelerinden ve aynı şekilde Doğu Afrika’dan Mısır, Suriye, Küçük
    Asya (Türkiye), Yunanistan ve Roma’ya kadar yapılan ti­caretin Araplar
    vasıtasıyla gerçekleştiğini biliyoruz. Doğu ile Batı arasın­daki bu uzun
    mesafeli ticaretin üç ana yolu vardır. Birincisi, İran’dan baş­layarak Irak ve
    Suriye üzerinden geçen kara ticaret yolu. İkincisi, Basra Körfezinden geçen
    deniz ticaret yolu, ki bu yolda ticarî mallar Arabis­tan’ın doğu sahillerine
    indirilir ve oralardan yüklenilirdi. Bu ticaret yolu Tedmür (Palmyra) üzerinden
    geçerdi. Üçüncü ticaret yolu, Hint Okyanu­sundan başlıyor ve Batıya kadar
    uzanıyordu. Bu yoldan geçen bütün ticarî mallar Hadramut ve Yemen limanlarına
    indirilir veya oradan yüklenilirdi. Görüldüğü gibi bu üç ana ticaret yolunun tam
    ortasında Araplar bulunu­yorlardı. Araplar kendileri de ticarete yatkın bir
    millet olup çeşitli yönlere ticarî seyahatlar yaparlardı. Bir yerden satın alıp
    başka bir yerde salarlardı. Araplar nakliyecilikle de uğraşırlardı, kendi
    bölgelerinden geçen ticarî kafilelerden ve mallardan yüklü vergi ve gümrük
    alırlardı, malların ve ka­filelerin korunması görevini yürüttükleri zaman da
    ayrı bir ücret alırlardı. Böylece, hem tüccar, hem nakliyeci, hem gümrükçü olmak
    sıfatıyla bey­nelmilel ticarette kilit bir durumda bulundukları inkâr edilmez
    bir gerçek­tir.

    Nitekim, M.Ö. 2700’den beri Mısır ile Yemen’in dünya ticaretinde
    mühim bir rol oynadıkları anlaşılıyor. M.Ö. 1700’de ise İsrail oğullarının
    ticaret kafilelerinin kesif faaliyetleri Tevrat’ta bile yer almıştır. Kuzey
    Hicâz’da Medyen (Medyan) ve Dedân’ın memleketlerarası ticaretine M.Ö. 1500’den
    başlayarak birkaç asır sürdükleri tarih kitaplarından sabittir. Aynı şekilde, Hz.
    Süleyman ile Hz. Davûd (M.Ö. 1000′)dan başlayarak Ye­men’in Sabâ (Sebe’)
    kabileleri ve daha sonra Himyer kabilelerinin Hz. Îsa’nın doğuşuna tesadüf eden
    ilk asırlara kadar ticarî alışveriş ve nakliye­cilik yaptıkları bilinen bir
    gerçektir. Hz. Îsa’nın yaşadığı devirde Filis­tin’den Yahudi Araplar, Hicâz’a
    gelerek Hayber, Kura vadisi (El-Ulâ1), Teyma’ ve Tebûk bölgelerine
    yerleştiler. Bu Yahudiler, Suriye, Filistin ve Mısır’daki dindaş ve
    ırkdaşlarıyla dini ve kültürel münasebetlerinin yanı sıra ticarî ilişkilerini de
    aralıksız sürdürdüler. Arabistan’da, Suriye ve Mı­sır’dan gıda maddeleri ve
    şarap ithal etme işini umumiyetle Yahudiler ya­parlardı. Miladî beşinci
    yüzyıldan beri ise Mekke’nin tanınmış ve güçlü kabilesi Kureyş’e bağlı Araplar
    dış ticarette önemli bir rol oynamaya baş­ladılar. Hz. Peygamber zamanına kadar
    Kureyşliler bir yandan Yemen ve Habeşistan ile, diğer yandan Irak ile ve yine
    başka bir yandan, Mısır ve Suriye ile geniş bir ticari münasebete girmişlerdi.
    Doğu Arabistan’dan İran’a bağlantılı yapılan ticaretin merkezi Yemen’di ve
    ticari malların önemli bir bölümü Hayre, Yemâme (Bugünkü Riyad) ve Benî Temîm
    bölgelerinden Necran ve Yemen’e giderdi.

    18.1.2. Siyasî ve
    Kültürel İlişkiler

    Bu ticarî ilişkilerin dışında da Arabistan halkı komşu ülkeler
    ile yakın siyasî ve kültürel ilişkiler kurmuşlardı. M.Ö. altıncı yüzyılda Babil
    hü­kümdarı Nebonidus kuzey Hicaz’ın Tema’ kasabasını yazlık başkenti ola­rak
    seçti. Bu karar ve buna bağlı kurulan irtibatlardan sonra Hicazlıların Babil
    İmparatorluğunun ekonomik, siyasî ve sosyal durumlarından haber­siz olmaları
    mümkün değildi. M.Ö. üçüncü yüzyıldan Hz. Peygamber’in doğuşuna kadar, önce
    Petra’daki Nebtî devleti, daha sonra Tedmür’deki Suriye devleti ve Hayre ile
    Gassan’daki Arap devletçikleri uzun süre iktidarda kaldılar ve Irak ile Mısır
    sınırlarına ve Suriye hududuna kadar hü­küm sürdüler. Bunlar bir yandan Yunan ve
    Bizans ve diğer yandan İran ile yakın siyasî ekonomik ve kültürel ilişkiler
    içinde de idiler. Ayrıca, ırkî açıdan Arabistan’ın iç kısımlarındaki kabileler
    daha diğer ülkelerdeki ırk­daşlarıyla her alandaki münasebetlerini
    sürdürüyorlardı. Medineli Ensâr ile Suriyeli Gassanî hükümdarlar aynı ırktan ve
    soydan idiler. Bunlar ara­larındaki ilişkilerini hiçbir zaman kesmediler. Bizzat
    Hz. Peygamber za­manında, onun sevdiği şair Hassan bin Sâbit, Gassanî emir ve
    kabile reis­lerine gidip gelirdi. Aynı şekilde Kureyşliler, Hayreli kabile
    reisleriyle çok sıkı fıkıydılar. Hatta Kureyşliler okuma ve yazmayı da onlardan
    öğ­renmişlerdi. Ayrıca, Kureyşliler Hayrelilerden “Hattı Kûfî” olarak bilinen
    meşhur yazı stilini de öğrenmişlerdi.

    Buna ilâveten, Arabistan’ın her yöresinde şeyhler, eşraf ve
    büyük tüc­carların yanında çok sayıda Bizanslı, Rûm, Yunanlı ve İranlı hizmetçi,
    uşak ve cariyeler bulunuyordu. İran ile Bizans İmparatorlukları arasındaki
    amansız mücadele ve savaşların sonunda esir alınan çok sayıdaki askerler ve
    kadınların çoğu bir süre sonra pazarlarda açık arttırma usulüyle satılır­lardı.
    Arabistan savaş esirleri, köle ve cariyelerin satıldığı büyük pazarlar­dan
    biriydi. Kölelerden birçoğu kültürlü, hünerli, sanat sahibi ve ticarette
    tecrübeli olurlardı. Arap kabile reisleri, eşraf şeyh ve tüccarları bunlardan
    mümkün olduğu kadar yararlanmaya çalışırlardı. Mekke, Taif, Yesrib ve diğer
    şehirlerde bu tür kölelerin sayısı çoktu. Bunlar usta birer sanatçı, es­naf ve
    tüccar olarak efendilerine değerli hizmetlerde bulunuyorlardı.

    18.1.3. Ekonomik
    Durum

    Bu noktaların yanı sıra, Arabistan’ın ekonomik tarihinin bir
    yanı daha göz önünde bulundurulmalıdır. Arabistan hiçbir devirde gıda maddeleri,
    yiyecek ve içecek bakımından kendi kendine yeterli bir durumda olma­mıştır.
    Ayrıca, bu memlekette halkın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sa­nayiler de
    kurulmamıştır. Dolayısıyla, her türlü gıda maddeleri ve sanayi mamulleri her
    zaman dışardan ithal edilmiştir. Giyim kuşamla ilgili he­men hemen bütün
    malzemeler de dışardan satın alınmıştır. Hz Peygamber zamanına kadar ithalâta
    dayalı bu büyük ticaret umumiyetle iki grubun elinde idi: Birincisi, Kureyşliler
    ile Benî Sakîf ve ikincisi Yahudiler. Fakat bu gruplar ithalâtı toptan
    yaparlardı. Yurt içinde çeşitli merkezlere malla­rın sevkiyatı ve perakende
    satışını diğer gruplar, küçük kabileler ve şahıs­lar yaparlardı. Kureyşliler ile
    Yahudiler ne bu işleri severlerdi ne de diğer kabileler kendilerine izin
    verirlerdi. Küçük kabileler, büyük kabilelerin bütün ticarete rakipsiz sahip
    olmalarını veya tekel haline getirmelerine izin vermezlerdi. Kureyşliler, Beni
    Sakîf ve Yahudiler yurt içinde toptan satışı genellikle veresiye olarak
    yaparlardı ve bunlar bazen çok büyük meblağlara kadar varıyordu.

    18.1.4. Siyasî
    Durum

    Resûlullah’ın,
    peygamber oluşu sırasında Arabistan’ın genel siyasî durumu ne idi ve bu hususta
    kendisi ne gibi bir politika izledi? Tarihe baktığımızda, o çağda Arabistan’ın
    etrafındaki bütün memleketlerde sö­mürgecilik, istibdâd, zulüm ve baskının hüküm
    sürdüğüne tanık oluruz. Arabistan’ın kendisi sömürülmekteydi. Bu ülkenin önemli
    bir bölümü ya­bancı boyunduruğu altında idi. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
    doğu­şundan kısa bir süre önce Habeş Ordusu ta ülkenin merkezine kadar
    yü­rümüştü. Arabistan’ın en verimli ve mamur bölgesi sayılan Yemen, daha önce
    Habeşlilerin hâkimiyeti altında iken el değiştirmiş ve İranlılara geç­mişti.
    Arabistan’ın güney ve doğu kıyıları da İranlı’ların hâkimiyeti altında idi.
    diğer tarafta Irak’ın Arabistan’ın içinde bulunan toprakları da Necd sı­nırına
    kadar yine İranlı’ların eline geçmişlerdi. Kuzeyde ise Akabe ile Ma’an ve hatta
    Tebûk’a kadar olan bölge Bizanslıların elinde idi. Kısacası, Arabistan iki büyük
    imparatorluğun arasında eziliyordu. Bu iki büyük kuvvet, kendi menfaatlerini
    korumak amacıyla Arap kabilelerini birbiriyle çarpışıyorlardı ve etki alanlarını
    gittikçe genişletiyorlardı. İstanbul’da oturan Bizans imparatoru defalarca Mekke
    gibi küçük bir yerin yönetimi­ne müdahale etmişti. İranlılar ise Arap
    yarımadasının tümünü parça parça, yutmaya çalışıyorlardı. Kısacası, her ülke ve
    her millet Arabistan’a göz dikmişti. Arabistan bir çöldü, ama insanları verimsiz
    değildi. Dünyaya hâkim olmak ve cihanşümûl bir devlet kurmak isteyen herkes
    gözlerini bu tarafa çeviriyordu. Zira, bu cihanşümûl imparatorluğun kurulmasında
    yar­dımcı olacak en iyi komutan, asker ve idareciler ancak Arabistan’da
    yeti­şebilirdi.