Farklı kabileler ve ırklardan insanların bulunmasıyla büyük bir dil zenginliğininortaya çıktığı Orta Doğu’nun önemli ülkelerinden biri olan Yemen’de ortak dil olan Arapça, zaman içerisinde unutulma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor.
Yemen’deki 5 dil ve 300 lehçenin bu kadar çeşitli olmasının arkasında yatan nedenin Yemenlilerin kendi kültürlerine sıkı sıkıya sarılmalarından kaynaklandığı gözleniyor.
Azınlıkları Koruma Cemiyeti Başkanı Eşvak El Cubi, konuyla ilgili AA muhabirine yaptığı açıklamada, “Arapça, tüm Yemenlilerin ortak dili. Asıl Arapça’nın, yerel dillerin ve lehçelerin unutulmasından korkuyoruz. Bunun sebebi hükümetin bu konuda herhangi bir çalışma yapmaması ile birlikte televizyon kültürünün tüm dilleri etkilemesidir” dedi. El Cubi, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Biz bu konunun ne kadar önemli olduğunun farkındayız. Çünkü dillerin yok olmasının kimliklerin yok olması anlamına geldiğini biliyoruz. Bu konuda çalışmalar yapmaya başladık. Örneğin bu dillerin yaşatılması için kurslar açmayı ve bu dilleri konuşan mahalli radyo istasyonları kurmayı planlıyoruz.”
Yıl: 2012
-
Artık Yemende Arapça Konuşulmuyor
-
Görmez:İslamda Misyonerlik yoktur Tebliğ vardır
Bu zirvenin semeresi olarak pek çok Afrikalı öğrencinin özellikle imam-hatip lisesi ve ilahiyat fakültelerinde okumak üzere Türkiye’ye geldiğini anlatan Görmez, masrafların Diyanet Vakfı’nca karşılandığını bildirdi.
Afrikalı öğrencilerin ülkelerindeki dini kurumlarla Diyanet arasında birer köprü olduğunu kaydeden Görmez, heyete sürpriz yaparak, Türkiye’de eğitim gören Ganalı öğrencilerden bir kısmını Diyanet’e davet ettiklerini söyledi.
Gana Başmüftü Yardımcısı Mustafa İbrahim, tüm dünyada önemli bir rol üstlenen Türkiye’nin Afrika’da ve özellikle Gana’da önemli girişimleri bulunduğunu belirterek, “Bu girişimler, ülkemizdeki Müslümanlar açısından son derece önemli ve anlamlı” dedi.
Konya İmam Hatip Lisesi’nde okuyan 6 Ganalı öğrencinin de görüşmeye katılması üzerine Görmez, “Bu arkadaşlar size sunabileceğimiz en güzel hediye. Bu hediyelerin sayısını artıralım. Siz en çalışkan öğrencilerinizi belirleyin, biz onları okutalım. Bunların her biri Gana’ya döndüğünde bir yerde reis olur inşallah” diye konuştu.
Misyonerlik eğitimine karşı halkın inancına uygun eğitim müesseselerini bu gençlerin kuracağını belirten Görmez, “Bizde tebliğ vardır, misyonerlik yoktur. Biz inancımız gereği kimseyi zorla dininden vazgeçirmeyiz, bu konuda kimseye baskı da yapmayız. Dünyalık menfaat vererek kimseden böyle bir şey de talep etmeyiz.
Biz isteriz ki ülkenizde tüm inanç sahipleri birbirlerinin inançlarına müdahale etmeden özgürlük içerisinde yaşasınlar” dedi.
Gana Başmüftüsü Yardımcısı İbrahim ise “İnşallah Gana hükümeti de bu tabloyu görerek bundan sonra eğitime daha fazla yatırım yapar” dedi.
-
İlahiyat Öğrencileri Formasyon İstiyor
Toplantının ilk gününde “İlahiyat Öğrencileri ve Müslüman Kimliği” konulu panel düzenledi. Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerinden Ömer Yakut’un kuran tilavetiyle başlayan panel Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Abdülkerim Ünalan’ın konuşmasıyla devam etti.
Ünalan; alimlerin peygamberlerin mirasçıları olduğunu dile getirerek ilahiyat öğrencilerinin de dini kimlikleriyle peygamberlerin mirasçıları olduklarına, kuran ve İslam temsilcisi olan güzide topluluğun peygambere layık tavır ve davranış içinde olması gerektiğine vurgu yapmıştır. Ayrıca Ünalan “nereye giderseniz gidin kimliğiniz ilahiyat kimliğidir. Öğretmen de olsanız din görevlisi de olsanız akademisyen de olsanız kimliğiniz ilahiyat kimliği olacaktır” vurgusunu yapmıştır.Program Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrenci temsilcisi Abdulsamet Karababa’nın selamlama ve İlahiyat Öğrencileri Platformunu tanıtan konuşmasıyla devam etti.
Panel Yrd. Doç dr. Alaattin Dikmen moderatörlüğünün ve Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Mahmut Dağyeli, Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Elife Yeter, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Merve Ulusoy ve Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Muaviye Erenoğlu’nun sunumlarıyla gerçekleştirilmiştir.
Değerlendirme oturumunda Yrd. Doç. Dr. Alaattin Dikmen, panele giriş mahiyetinde yaptığı kısa konuşmada, ilahiyat fakültelerinin bütün dünya için üslendiği yeni bir misyonu olduğunu, bunu yerine getirebilmek için yaşanan dünya düzeni ve hayat akışkanlığının çok iyi analiz edilmesi gerektiğini, ilahiyatların kendilerine, topluma ve dünyaya yabancı kalmalarının tam bir kaos olacağını ve de özellikle ilahiyat öğrencilerinin kendilerini yetiştirirken çocuklarını emanet edebilecekleri bir nesilden ne bekliyorlarsa o şekilde yetiştirmeleri gerektiğini belirtti. Tarihin hiçbir döneminde ilahiyat fakülteleri ve öğrencilerinin bu kadar önem kazanmadığını vurgulayarak oturuma katılan katılımcıların konuşmalarına geçildi.
Öğleden sonra yapılan toplantı da ise ilahiyat fakültelerindeki sorunlara değinildi. Toplantı neticesinde şu kararlar alındı.
* Formasyon Yüksek Öğretim Kurumu’nun 3 mayısta yaptığı toplantıda aldığı revize kararları ilahiyat fakülteleri açısından İLAHİYAT ÖĞRENCİLERİ PLATFORMU olarak olumlu karşılıyor fakat yetersiz buluyoruz. İlahiyat fakültelerinin diğer fakültelerle eş değer görülüp emsal kararlara tabi tutulmasının rasyonel olmadığını düşünüyor ve hiçbir şart ve sınırlandırılma getirilmeksizin formasyon eğitiminin ilahiyat fakültelerinde verilmesini talep ediyoruz. Mevcut formasyon programının ilahiyat fakültesi öğrencileri için ne kadar yararlı olup olmadığı hususunda çeşitli bilimsel çalışmaların yapılarak İlahiyat fakültelerine uygun bir program hazırlanması bir talep olarak ortaya çıkmıştır.
* Uzaktan eğitim Programı (İLİTAM) hususunun mevcut durumda gerek yeni İlahiyat fakültelerinin açılması gerekse öğrenci alımlarındaki artış göz önünde bulundurulduğunda İLİTAM programının miadını dolduğunu göstermektedir. Buna göre bundan sonra yeni İLİTAM bölümlerinin açılmamasına, mevcut İLİTAM programlarındaki öğrenci alımlarının periyodik olarak düşürülmesi ve zamanla kapatılmasına ve 2012 – 2013 eğitim öğretim yılından itibaren alınacak olan öğrencilerin alacakları diplomaya İLİTAM şerhinin düşülmesi ve her türlü resmi işlemlerde önceliğin örgün eğitim almış öğrencilere verilmesinin yerinde bir karar olduğu fikri önem kazanmıştır.
* Türkiye’de genelde eğitimin özelde din eğitiminin, dolayısıyla ilahiyat eğitiminin ciddi yapısal ve fiziki yapılanmaya ihtiyaç duyulduğu hususu konuşulmuştur. Buna göre bilimsel araştırmaların sonuçlarından da yararlanarak Türkiye’deki din hizmetlerinin en verimli hale getirilmesi için, karma eğitim, yurtdışı eğitim, eğitimde teknolojinin kullanımı gibi konuların ciddi olarak ele alınması gerektiği görüşü ağırlıklı olarak kabul görmüştür.
* İlahiyat Öğrenci Platformunun önümüzdeki sene yapılacak olan toplantısının Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde yapılması kararlaştırılmıştır.
Katılan ilahiyat fakülteleri
Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat fakültesi,
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi -
Mecidi Yeni Filminde Hz. Peygamberi mi Tasvir Ediyor?
El-Ezher Üniversitesi İslami Araştırmalar Konseyi üyesi Hamid Ebu Talip, “bu türden talihsiz eserler İslam dininin sınırlarını zorlamaktadır. İranlı yetkililerden bu tür filmlere izin vermemesini istiyorum. Bu filmin Mısır’da gösterime sokulmasını doğru bulmuyorum. Hz. Muhammed’in herhangi bir filmde, herhangi bir kişi tarafından tasvir edilmesi aslına uygun olamaz. Bu türden bir girişim insanları yanlış yönlendirecektir” dedi.
“Amacım, algının düzeltilmesine katkıda bulunmak”
Filmle ilgili eleştirilerle ilgili olarak yönetmen Mecid Mecidi, “Hz. Muhammed’e saygısızlık etmek istemedim. Amacım, özellikle Hz. Peygamber ve Kur’ân’ı kötü gösteren film ve karikatürlerin ardından Batı kamuoyunda Hz. Peygamber’le ilgili algının düzeltilmesine katkıda bulunmak” şeklinde cevap verdi.
Hz. Muhammed’in çocukluğundan peygamberliğine kadar olan dönemi konu edinen filmin senaryosu, Arap dünyası ve İran’dan din alimlerinin yanı sıra araştırmacıların da katılımı ile üç yılda tamamlandı. Çekimleri süren filmin setinin nerede olduğu ise gizli tutuluyor.
“Filmin gösterimi konusu gözden geçirilmeli”
el-Ezher Üniversitesi İslami Araştırmalar Konseyi, İranlı yetkililere seslenerek Hz.Muhammed’in tasvir edilmesini eleştirip “insanların zihninde Hz. Muhammed’in tasviri hakkında bir karmaşaya neden olmaktan kaçınılmalıdır” ifadesini kullandı. El-Ezher Şeyhi Ahmet Tayyib de İranlı yetkililere, “El Ezher Üniversitesi âlimleri ve Ehli Sünnet’e göre Hz. Muhammed’in tasviri haramdır. Bu sebeple, filmin gösterimi konusunu gözden geçirmelisiniz” çağrısında bulunmuştu.
Ayasofyada 30 Bin Kişi Saf Tutacak
1934 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla ibadete kapatılan Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için Anadolu Gençlik Derneği, “zincirler kırılsın Ayasofya açılsın” sloganını yeniden yüksek sesle dillendirmeye başladı.
26 MAYIS’TA ZİNCİRLER KIRILACAK
Her yıl geleneksel olarak düzenlenen İstanbul’un fethi şöleni bu sene 26 Mayıs’ta İnönü Stadyumu’nda gerçekleştirilecek. Türkiye’nin dört bir yanından davetlilerin olacağı fetih şölenine yurtdışından da çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve siyasi parti temsilcilerinin katılması bekleniyor. İstanbul’un fethi kutlamaları kapsamında Ayasofya’da 78 yıl aradan sonra namaz kılacaklarını ifade eden Turhan, “26 Mayıs’ta saat 14.30’da öğle namazını kılmak üzere Ayasofya önünde toplanacağız. Bu eylem ve ibadetimize yaklaşık 30 bin kişinin katılımını bekliyoruz” dedi.
İSTANBUL’DA İLK CUMA AYASOFYA’DA KILINMIŞTI
İstanbul’un fethinden sonra ilk Cuma namazının Ayasofya’da kılındığını söyleyen Turhan,” İstanbul’un fethinin 559. Yıldönümü münasebetiyle yıllardır vicdanımızı rahatsız eden bir durumdan bahsetmek istiyoruz. Ayasofya’nın camiye tahvil edilişinin üzerinden 559 sene geçti. Sultan Fatih, İstanbul’u fethinde büyü bir kalabalıkla Ayasofya’ya gelip burada ilk Cuma namazını kılmış ve Ayasofya resmen camii olmuştu. Ayasofya’da kılınan bu ilk Cuma namazında hutbeyi Fatih okumuş, namazı da hocası Akşemseddin hazretleri kıldırmıştı. Bilindiği gibi 1934 yılından bu yana Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilen Ayasofya, ibadete kapalı bir şekilde durmaktadır. Ayasofya 78 yıldır mahzun bir halde hemen yanı başında bulunan Sultanahmet Camii’ne imrenerek bakmaktadır” diye konuştu.
FATİH’İN EMANETİ
Ayasofya’yı “Hakk’ın batılı kuşatması” olarak değerlendiren Turhan, bugünkü durumun Fatih’in ve şehitlerin kemiklerini sızlattığını söyledi. Turhan şöyle konuştu: “Fatih’in bizlere emanet olan ve Hakk’ın batıla galebesinin simgesi olan Ayasofya, ibadete açılacağı günü beklemektedir. Ayasofya ne taş, ne de binadır. Ayasofya Hakk’ın batılı kuşatmasıdır. Ayasofya, üzerinde yaşadığımız bu diyarın İslam beldesi olduğunun sembolüdür. Fethin nişanı ve Sultan Fatih’in vakfıdır. Ayasofya’nın ibadete kapatılması Fatih’in ve şehitlerimizin kemiklerini sızlatmaktır. Bu konu sadece bizim değil bütün ümmetin derdidir. Herkesi bu konuda duyarlı olmaya çağırıyoruz. En kısa zamanda Ayasofya üzerindeki oyunların bozulup hak ettiği değerine kavuşması ve kıyamete kadar da cami olarak kalması istediğimiz büyük bir dua ve beklentimizdir.”
SÜMELA’DA AYİNE İZİN VERİLMİŞTİ
Hükümetin azınlık gayri Müslimlere tanıdığı haklara değinen Turhan, hükümete şu sözlerle yüklendi: “Sümela Manastırı’nda 88 yıl sonra ilk kez ayin yapılmasına müsaade eden, üç milyon liralık bütçe ile Van Akdamar Kilisesi’ni restore eden hükümetimiz 78 yıldır Kur’an’a hasret bulunan Ayasofya’yı ibadete açmalıdır. Bu ülkenin azınlıklarına gösterilen hoşgörü ve özgürlük ülkemizin kahir ekseriyetini oluşturan Müslümanlardan esirgenemez. Anadolu Gençlik Derneği olarak dün olduğu gibi bugün de ‘zincirler kırılsın Ayasofya açılsın’ demeye devam ediyoruz. Dolayısıyla İstanbul’un fethinin içinde bulunduğumuz 559. yıldönümünde Ayasofya’nın ibadete açılmasını savunuyoruz. Bu mücadelemiz ise sonuç alıncaya kadar devam edecekti.
Ömer Abi Olmasa Biz Ne Yapardık
Zulüm var oldukça Müslüman’ın da söylemesi gereken sözler, yapması gereken eylemler asla bitmeyecek. Kimileri kulaklarını tıkayıp, gözlerini kaparken olaylara; kimileri de onların yerine de atılacak meydanlara.
Yine bir işgal söz konusuydu. Arkadaşlarla beraber atladık otobüse ve şu Konya semalarında tatbikat yapan NATO uçaklarını def etmek için hava alanına doğru yol aldık. Büyük bir organizasyon söz konusu. Meydana indiğimizde o her zaman ki tanıdık ses karşılıyor bizleri. Ömer Abi ezgileriyle bizim sesimiz oluyor ve alıp götürüyor düşüncelerimizi bilmem o anki hangi mekâna. Bilal’in ezanına karışır mı feryadımız bilmiyoruz ama biz yine o meydanları doldurmaya devam ediyoruz. Arkadaşımla birbirimize bakarak gülümsüyoruz. Ömer Abi olmasa biz ne dinlerdik ki diye söyleniyoruz.
Bir ses oluyor vicdanlara, bir nefes oluyor tıkanan boğazlara. Ve o eserleriyle büyüdüğümüz Ömer Abimiz şu sıralar yeniden sesleniyor bizlere.
Kuşlar kadar özgür kılabilir mi bizleri;
Yahut Mekke diyerek heyecanlandırır mı gönüllerimizi?
Kurşun Gazeli gibi acıtır mı yüreğimizi; bilemiyoruz.
Kapanışlar yine Şehit Tahtında ile olarak, hasretler dile gelmeye devam etse de, bizler birçok albümün de olduğu gibi yine tek bir yürekle hep bir ağızdan söylemeye devam edeceğiz bu ezgileri.
Evet, Ömer Abimiz yeni albümü Oyunbozan’la sesleniyor bu sefer bizlere. Dinleyebildiğim kadarıyla bir taraftan peygamberliğin örnekliğinde kendini teselli ederken, bir taraftan da nazlı nazlı yalvarıyor Yaradana. Esma’ya yeni bir nefes verirken, o isimlerle yön veriyor hayata. Albüm içerisinde ki eserler ise; şu isimlerden oluşuyor.
Arzuhal
Medhiye
Bekleyiş
Şahit Ol Akdeniz
Oyun
Onsuz Olmaz
Oyunbozan
Kudüs
Esma
ŞEYMA OKUYAN
İzdüşünce
Kadının Aklı Noksandır Tartışması
Bu yargı kuşkusuz Kur’ân ahkâmı ve Sünnet’in aydınlığında sonuna kadar savunamıyor kendini. Kadınların cinsel yapılarından kaynaklanan özelliklerin, onların ibadetlerden izinli olmasına sebep sayılması, aynı zamanda dinen ve aklen kusurlu olmanın da gerekçesi kılınıyor. Oysa ibadetlerinden izinli olmayı gerektiren cinsel özelliklerinin kadınların aklına zarar vermesi, fikrini noksanlaştırması sadece kaba bir çıkarım. Ne Peygamberimiz’in etrafındaki kadınların ne de eğitim gören, kültürel alanda ürün veren kadınların yaşantılarıyla doğrulanabilir bir varsayım bu.
Bir şeylerin olduğu gibi bırakılmasından da söz edilemez bu yıkıcı yaklaşımda, tersine, kadınların aklen noksan olduğu dinî bir kabul olarak takdim edilirken Sünnet’in amaçladığı ve sağladığı uygulama ve kazanımlarda geriye düşülmesi kaçınılmaz. Ancak bir tarafta da hayatın talepleri var; katılmak ve sürdürmek zorundasınız. Kadın aklı buna imkân bulduğu oranda etkinliğini ve üretimini sürdürmekten kendini alamazdı…
Aklıma gelen ilk örnek Ehl-i Suffa. Kimsesiz muhacirlerin, bekâr sahabelerin, dışarıdan gelen heyet ve elçilerin yanısıra Suffa’da kadın sığınmacıların da bulunduğu kaydediliyor. Abdullah İbn Ömer”den nakledilen bir hadiste açık bir şekilde “Suffatü’n–Nisa” ifadesi geçiyor. Buharî, Kitabü’s Salât’ta “Kadının Mescidde Uyuması” (yatıp kalkması) bâbını açarak mescidde yatıp kalkan siyahi bir cariye hakkındaki Hz. Ayşe’nin hadisini naklediyor.
Hatice Öncül, kadın sığınma evlerine ilişkin ilginç araştırmasında aşağı-yukarı 700 yıl önce tesis edilmiş olan ve bugünkü kadın sığınma evlerine karşılık gelen Ribatü’l-Bağdadiyye’lere işaret ediyor. Ribatlar, İbni Side’ye göre beş veya daha fazla atlının barınabildiği, genellikle İslam diyarının düşman sayılan ahaliye ait topraklarla birleştiği serhatlarda kurulan karargâhlardır. Genel kabule göre ribatlar aynı zamanda Ehl-i Suffa’nın fonksiyonunu da icra eden koruyucu ve eğitici niteliğiyle karargâh yapılarının ötesine geçen bir cazibeye sahip görünüyor. Davud İbni Salih, ribat eğitiminin nefis terbiyesine ağırlık verdiğini, ribatta ikamet edenlerin kendi aralarında bir hüsnü muameleyi koruduklarını, namaz vakitleri konusunda dikkat gösterdiklerini, amelleri ifsad edecek her türlü davranıştan kaçındıklarını, İslam diyarları ve bütün insanların salahı için dua ettiklerini söyleyerek bu kurumlarda vakitleri iyi değerlendirmek, virdleri tam olarak yerine getirmek, gafletlerden uzak durmak gibi vasıflarla tam bir mücahit ve murabıt olunabileceğini ilave ediyor. Süleyman Ateş, “ilk salikler aynı zamanda sınır boylarında fiilî cihada hazır bekleyen ve böyle barınaklarda bulunan kimseler olduğundan, sonradan mutasavvıfların toplandığı tekkelere ribat adı verilmiştir” diye kaydediyor. Ribatü’l-Bağdadiyye’lerin bir versiyonu, Ahmet Ağırakça’nın tespitlerine göre, Libya’daki Darü’l-Hadane’lerdir. Mısır’da ise bir örneği Eyyubilerin bir kolu olarak saltanat süren Melik Zahir Baybars el-Bündükdar (1223-1277)’ın kızı Tezkar Bay Hatun tarafından kuruldu. Tezkar Hatun saliha ve fazilet sahibi bir hanım olan Zeynep Binti Ebi’l-Berakat el-Bağdadiyye’yi kuruma şeyhe ve müdire olarak atadı, maiyetindeki diğer saliha kadınlarla birlikte oraya yerleştirerek hangâhın idaresini onlara tevdi eyledi. Ve Fatma Aliye”nin İslam Kadınları adlı kitabında kaydettiğine göre lüzumu halinde Ribatü’l Bağdadiyye’ye atanacak şeyhenin, kadınların en âlim ve fazıllarından ve sülehâdan olması şartı konulmuştu. Zeynep binti el Bağdadiyye’den sonra Ribatü’l-Bağdadiyye’ye şeyhelik edenler, “Bağdadiyye” diye şöhret bulacaklardı.
Söz konusu hangâh, kadınlara mahsus olan zaviyelerdendi. Burada kadın şeyhler hemcinslerine vaazda bulunuyor, fıkıh ve edep öğretiyordu. El-Makrızi bu hangâhın durumunun mazbut, sakinlerinin ibadet vazifesiyle meşgul olması bakımından kadınlarca bir tedip ve terbiye evi olduğunu kaydediyor. Bu mekânda heva ve hevesle vaktini geçirip de cahil kalanların talimine çalışılıyordu. Kocasından boşanıp iddet süresini geçirmekte olan kadınlar yeniden evleninceye kadar, kocaları tarafından terk edilenler ya da evlerinden uzaklaştırılanlar ise kocaları tekrar müracaatla onlara dönünceye kadar orada türlü kötülükten sakındırılarak himaye ediliyorlardı. [1]
Fatma Aliye 13. yüzyılda yalnızca tarihçi Süyuti’nin zamanında bugünkü profesörlük düzeyine erişmiş 100’e yakın tekke şeyhesinin varlığından söz ederken bu kadın muallimlere ilişkin bilgisizliğe şaşırmaktan kendini alamadığını da kaydediyor. Bana kalırsa bu muallimelerle ilgili veriler, Müslüman kadının akli varlığı konusunda önyargılara sahip pek çok günümüz okur-yazarını hayrete düşürebilir. “Osmanlı Kadın Hareketi” adlı araştırmasında Serpil Çakır da Fatma bint-i Abbas, kadın şeyheler ve sığınma evi vazifesi gören kadın tekkelerine değinirken bu konularda mevcut bilgisizliğin tuhaflığına işaret ediyordu. [2]
İbni Arabi, üzerinde kadın hocalarının emeği bulunan dev bir isim. Yüksek mevkilere ulaşan kadın sufiler Gazali’nin işaret ettiği bir olgudur ve büyük âlim de erkekleri, bu kadınların gerisinde kalmamak üzere çalışmaya teşvik etmiştir. İbni Batuta da hoca olarak kabul edilen ve zamanının âlimlerince fikirlerine başvurulan bu şeyheler üzerine ayrıntılı bilgiler sunuyor. Basralı Rabiatü’l-Adeviyye’nin yanı sıra çağdaşlarından Muadha el-Adevi, Hz. Hasan’ın torunlarından Nefise, İbn Hallikan’ın icazet aldığı Zeynep, otorite kabul edilen şeyhelerden birkaçı. İbn Hallikan’ın Biyografi Sözlüğü’nde yer verdiği şeyhelerden biri olan Şuhda (ö. 1178) ise zamanının en büyük âlimlerinden sayılırdı.
Margaret Smith, Rabiatü’l-Adeviyye üzerine yazdığı kitabın bir bölümünde ünlü kadın şeyheleri konu alıyor. Bu sufi ve âlim kadınlar, Müslümanların tarihinin bize sunulan kısmındaki yitiklikleri sebebiyle, geçerli olan tarihsel bilgilerin başka açılardan da güvenilmez olabileceğinin birer kanıtı olacak kadar önemli bir varlığa sahipler. Sonraki yüzyıllarda bu varlığın ortadan kalkmasından çok Müslüman kadını akıl ve irfanla, ilimle değil de itaatle, kölelik ve rehavetle ilişkilendiren oryantalist söylemler ve bu söylemleri besleyen hurafe yüklü menkıbelerin öne çıkmasıyla oluşan bir hakikat örtüsünden söz etmek mümkün görünüyor, Mohja Kahf’ın Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı isimli eseri zaviyesinden bakıldığında. [3] “Akıllı, yiğit, mütahakkim Müslüman kadın nasıl oldu da bazen suskun bazen şirret, her şekilde ise ilimden irfandan uzak bir kadına dönüştü? Miladi 1000’li yıllardan itibaren özellikle, Müslümanların kadına bakış açısı –neredeyse fiziksel büyümeyle orantılı olarak– hangi sebeplerle donuklaşmış ve gerilemiş olabilir? Söz konusu olan imaj ve imgelerce yutulmak ya da ört-bastan ibaret sayılabilir mi? Kendi tarihimiz konusunda bunca bilgisizken geçmişi nasıl sorgulayabilir ve bugünü nasıl inşa edebiliriz?” şeklinde sorular sormuştum yıllar önce, Mahremiyetin Tükenişi isimli kitabımda yer alan “İslami Sığınma Evleri” başlıklı yazıda. [4]
Feminist araştırmacı Andree Michel, İtalya’da 8. yüzyıldan itibaren kadınlara kendilerini kanıtlama olanağı tanıyan parlak bir Müslüman kültürün etkilerinden söz eder. [5] Zirveye çıkan bir telakkiden söz ettiğimiz açık. Her şekilde kadının akli varlığı ve katılımına bakış açısındaki değişme, genel gerilemenin bir göstergesi olarak dikkat çekicidir.
Bu konu üzerine Asr-ı Saadet’e ve Peygamberimiz’in etrafındaki hanımlara uzanarak yazmaya devam etmek istiyorum, inşallah.
Dipnotlar:
1-Hatice Öncül, “Ve Ribatü’l Bağdadiyye”, Nehir dergisi, Nisan-Mayıs 1994, sayı 7-8.
2-Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, sf. 321, Metis; 1996.
3-Mohja Kahf, Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı, Küre Yayınları, 2006.
4- Nehir, Eylül 1995, sf. 95-96.
5- Andre Michel, Feminizm, sf. 64, Kadın Çevresi Yayınları, 1984.
Cihan Aktaş
Sonpeygamber
İktibas Mı Alıntı Mı?
Hangisi Orijinal Ayasofya Camii?
Ayasofya Camii‘ni farklı, bambaşka düşüncelerle ziyaret ettim. Amacım perşembe günü Bilim Sanat Vakfı’nda katıldığım “Osmanlı’dan Günümüze Ayasofya Görünümleri” sunumundan öğrendiklerimi ayne’l yakın idrak etmekti.
Osmanlı’dan günümüze kadar caminin geçirdiği değişiklikleri, BİSAV’da Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nden Hasan Fırat Diker anlattı. Hasan Bey’in anlattıklarından öğrendiğim bilgiler, bugüne kadar birçok bilginin bizlere yanlış aktarıldığını gösterdi.
Sunumunu slayt gösterisi olarak katılımcılarla paylaşan Sayın Diker’den program bitiminde hazırladığı sunumu rica ettim. Slaytta yer alan görseller ve bilgiler doğrultusunda Hasan Bey’in anlattıklarını sizlerle paylaşacağım.
İlk minare Mimar Sinan zamanında yıkıldı
Bilindiği gibi Ayasofya Camii’nin kiremit renkli minaresi Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmıştır. Az bilinen ise yapılan ilk minarenin şu andaki minare olmaması. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u salı günü fethetmiştir ve cuma namazı Ayasofya’da kılınmıştır. 3 gün içinde minarenin yapımı, o zamanın şartlarına göre nasıl mümkün olabilirdi! Bunun için ilk minare ahşaptan yapılmıştır. Hasan Fırat Bey bunu ispat için Melchior Lorich’e ait 1559 tarihli resmini delil olarak gösterdi. Resimde ilk ahşap minarenin şu andaki Fatih minaresinin çaprazında olduğu görülüyor. Mimar Sinan, minareleri yaparken bu ahşap minare yıkılmıştır.
Fossati onardı mı bozdu mu?
Fossati, padişah Abdülmecit tarafından Ayasofya Camii’ni restore etmesi için görevlendirilen İtalyan asıllı Rus mimar. Rus elçilik binasını yapmak için İstanbul’a geldiğinde görevlendirilmiş ve 1847-1851 yılları arasında camiyi restore etmiş. Ayasofya Camii, II. Abdülhamid döneminde kapatılan bazı pencereler, iki kez değiştirilen dış cephe rengi ve müzeleştirildikten sonra açılan mozaik yüzeyleri dışında halen Fossati’den sonraki görünüme sahiptir. Fossati’nin onarımından önceki görünümlerine bakıldığında Fossati’nin yaptığı tahribat görünmektedir. Fossati camiyi tahrip etmekle kalmamış, yapının içine ve dışına masonik izler de yerleştirmiştir.
Uçan payandalar nereye uçtu?
Bugüne kadar Ayasofya Camii’nin ana kubbesi, 6, 10 ve 14. yüzyıllarda olmak üzere üç defa çökmüş. Ana kubbenin doğu kısmında yaşanan son çöküş 1346’da olmuş ve kubbe 1353 yılında tamamlanan onarımla tümlenmiş. Bu son onarımla, ana kubbe dört yönden uçan payandalarla desteklenmiş. Fakat uçan payandaları Fossati, herhangi bir gerekçe sunan belge bırakmadan restorasyon sırasında ortadan kaldırmış.
Mimar Sinan minarelerinin süslemeleri değiştirildi
Mimar Sinan minarelerinin süsleme kısımlarının alışık olduğumuz tarza olmadığına dikkat edin. Fatih minaresindeki süsleme ile Mimar Sinan minareleri arasındaki fark nereden geliyor dersiniz? Aslında Mimar Sinan minarelerinin süslemeleri de Fatih minaresindeki süslemelerin bir benzeriymiş. Ta ki 1950 yılına kadar. 1950-1955 yılları arasında bu süslemeler değiştirilerek bugünkü haline getiriliyor. Hangi amaçla bilinmiyor.
Melek figürlerinin yüzlerini Fossati kapatıyor
Fossati bununla kalmamış. Birçoğumuzun fetihten sonra kapatıldığını zannettiği melek figürlerinin yüzleri de Fossati onarımları sırasında kapatılmış. Sadece kapatılmakla kalsa iyi. Kapatmak için üzerlerine yapılan figür masonik sekizgen yıldız.
Ayasofya Camii’nin orijinal rengi olduğu sanılan kesme taş rengi cephe boyası yine Fossati onarımları sırasında yapılmış. Resimlerde Fossati onarımları öncesinde caminin beyaz olduğu görülmekte.
Top avizeler yerine Fransız avizesi
III. Ahmed döneminde 1717 tarihinde kubbe merkezine bir top kandil asılmış. Bu top kandil zeminden 3 metre yükseklikte, bünyesinde 600 kandiliyle, 30 metre çapında ve iç içe üç sekizgen çerçeveden müteşekkilmiş.
Fossati bu top kandili de kaldırmış ve yerine Fransa’dan ithal edilmiş 127 avizeyi ana ve yarım kubbeler ile zemin ve galeri katındaki tonozlara astırmış. 2010 yılında avizeler, orijinalleriyle değiştirilerek şu andaki görümüne kavuşmuş.
Meryem Uçar
Dünyabizim
Yahudilerin İslama Ve Müslümanlara Bakışı
Hocam. Siz, Türkiye’de İslami dönem Yahuditarihi uzmanı olarak tanınmaktasınız. Bize Müslümanlarla Yahudilerin münasebetlerinden ana hatlarıyla bahseder misiniz?
Evet, dediğiniz gibi, ben, akademik hayatıma Yahudilerin İslami dönem tarihlerini araştırarak başladım. Halen araştırmalarım bu konuda yoğunlaşarak devam ediyor. Yahudiler, milattan önce ve sonra yaşadıkları sürgünlerle dünyanın değişik yerlerine dağıldılar. MÖ. 722’de Asur, MÖ. 586’da Babil, MS. 70 yılında da Romalılar tarafından sürgüne gönderildiler. 1948 yılında adını bir peygamberden (Yakub as.) alan devletlerini (İsrail) kuruncaya kadar bu sürgün devam etmiştir. Sürgün, Yahudilerin en temel düşüncelerinden biridir. Devletleri olmalarına rağmen Yahudilerin dünyadaki toplam nüfusu 17 milyon olup bunun 7 milyonu İsrail’de, kalanlar ise dünyanın değişik yerlerinde hala sürgünde (diyaspora) yaşamaktadır. Bunların 23 bini Türkiye’dedir.
Müslümanların Yahudilerle yoğun olarak karşılaşmaları Hulefa-yi Raşidin döneminde başlayan fetihlerle olmuştur. İran, Irak, Orta Asya, Suriye, Filistin ve Mısır, bu dönemlerde İslam hakimiyetine girmiştir. Tarihin garip bir cilvesidir ki, İslamiyet’in kolay yaşanır din olması ve evrensel prensipleri sayesinde bu topraklar bugün dahi, İsrail’in Filistinlilerden gasp ettikleri hariç, hâlâ Müslümanların elindedir. Yahudiler, işte bu fetihler sırasında İslam hakimiyetine girdiler. Müslümanların hoşgörüsü sebebiyle Hıristiyan taassubundan kurtulmak için Müslüman fatihleri mesihi coşku ile karşılamışlardır. Sadece İslam tarihi kaynaklarında değil, İbranice kaynaklarda da bu coşkuyu yansıtan pek çok örnek vardır. Eliyahu Kapsali ve Yosef Sambari gibi Orta Çağ Yahudi tarihçilerinin konu ile ilgili anlatımlarını yakında Türk okuyucusu ile buluşturacağım inşallah.
Peki hocam, İslam fetihlerinden Yahudiler nasıl etkilenmiştir?
İslam fetihleri Yahudilere yeni imkanlar getirmiştir. Talmud adı verilen ikinci, ancak uygulama açısından Yahudi dini yaşamında Tevrat’tan daha önceliğe sahip külliyat, Müslüman hakimiyetindeki bütün Yahudilerin başvuru kaynağı haline gelmiştir. Etki alanını genişletmiştir. Yahudiler, Atlas Okyanusu’ndan Orta Asya steplerine kadar, tek bir hakimiyet altındaki geniş topraklarda her türlü imkandan faydalandılar. Emevi, Abbasi, Fatımi, Memlük ve Osmanlı… Her vatandaş gibi bu devletlerde vergilerini (cizye) verdikleri ve isyan etmedikleri sürece, dinlerine uygun şekilde istedikleri gibi yaşadılar. 4-5 sene önce İsrail’de Galib el-Mücadele isimli Müslüman bir Arap milletvekili, pek de icra yönü olmayan bir bakanlığa getirildi. İsrail’de kıyamet koptu. “Yahudi devletinde Müslüman biri nasıl bakan olur” diye tepkiler yağdı. Oysa İslam dünyasında bu çok olağan karşılanmakta idi. Fatımi Devleti’nde vezirlerin çoğu ya Yahudi ya da Hıristiyan’dı. O sırada Avrupa’daki dindaşları ise Hıristiyan bağnazların zulmü altında inim inim inlemekte idiler. Onların kurtarıcıları da Müslümanlar olmuştur. İspanya ve Portekiz’den kaçanlar Kuzey Afrika, Mısır ve Türkiye’ye sığınmışlardır. Sürgün neslinin gözlemlerini kaleme alan Yahudi tarihçi Eliyahu Kapsali (1483-1555) Türkler için şu ifadeleri kullanır: “Tanrı Yahudilere merhamet eden Türkleri mukaddes kılsın! Türkler, kendileri gibi muhteşem sultanlara sahiptir.”
Fakat geçen sene İsrailli bazı politikacılar, Başbakanımızın Filistin meselesini gündeme getirdiği sırada Türkler için ağır ifadeler kullandılar.
Doğru. Ancak bu, bütün İsrailli politikacıların, özellikle de İsrail’de Sıfarad (İspanya) kökenli Yahudilerin paylaştığı bir kanaat değildir. Bahsettiğiniz olay 2010’nun başlarında İsrail Dışişleri Bakan yardımcısı Danny Ayalon’un Türkler hakkında “Türkler bize ahlakı öğretecek son millettir” mealindeki demece götüren süreçte yaşandı. Ayalon’un ailesi Polonya göçmenidir. 1937’de İsrail’e göç (aliya) etmiştir. Genlerinde dışlanmışlık, nezaket kompleksi vardır. Demecini, Aşkenaz kökenli olmasından kaynaklanan bir hezeyan olarak değerlendirmek de mümkündür. Gerçi daha sonra özür dilemek zorunda kalmıştır. Ayalon’a, devletinin kurucusu ve aynı zamanda hemşehrisi (Polonyalı) Ben Gurion’un anısını hatırlatmak gerekir. Ben Gurion, 1910’larda Polonya’dan İstanbul’a gelirken, gemide tabiplik yapan bir Türk’ün kendisine şeker ikramından çok etkilenmiştir. Hıristiyanların bir Museviye ikram yapmadığı bir coğrafyada büyüyen Ben Gurion, hayatı boyunca bu olayı unutmamıştır. Yine kendisinin dikkatini, tarihçi Kapsali’nin, Türklerin zor zamanlardaki rolüne ve yüksek ahlakına işaret eden şu sözlerine çekmek isterim: “Tanrı’nın inayet ve merhameti olmasaydı; bizlere kucak açan Türk Sultanı (II.) Bayezid’i vesile kılarak bizleri kurtarmasaydı, Sodom ve Gomore halkı gibi hepimiz yok olacak [yeryüzünde] Yahudi namına bir şey kalmayacaktı…”.
Hocam, konuya dönersek… Orta Çağ’daki durum bu şekilde. Peki Peygamber Efendimiz zamanında Yahudilerle olan münasebetler nasıldı?
Hz. Muhammed, son peygamber. Esasen bu durum, Yahudilerdeki Mesih beklentisini de açıklar mahiyette. Ancak Yahudiler, Museviliği evrensel din olmaktan çıkarıp ırkî temele dayanan bir dünya görüşüne dönüştürdükleri için, Hz. Muhammed’i kabul etmediler. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiğinde şehir nüfusu 10 bin civarında idi. Bunun yarıdan fazlası (5-6 bin) Yahudi idi. O sırada Medine’de 20 civarında Yahudi kabilesi var. Bunlardan sadece 3’ü (Kaynuka, Nadir ve Kureyza) Babil sürgünü ile bu bölgeye gelmiş, köken itibariyle Yahudi olan kabile. Nadir ve Kureyza, Harun Peygamber’in soyundan. Yani Kohen. Hz. Muhammed’e problem çıkaranlar da zaten bu kabileler. Hz. Muhammed, İslam kaynaklarında “el-Kitab” olarak adlandırılan bir belge (Medine Vesikası) hazırladı. Belgedeki şartlara, gelişen süreçte Yahudiler de istekleriyle dahil oldular. Dünyaya hak ve hukuku yerleştirmek üzere gönderilen Hz. Muhammed’in Yahudilerle ilişkileri de bu hukuksal zeminde gerçekleşmiştir. Ancak “ben-merkezli” düşünen Yahudiler, imza koydukları bu hukuki şartları yine kendileri delmeye çalışmış; neticede gerilimli ilişkiler başlamıştır. Hz. Muhammed’in bir başka uygulaması da, bir Müslüman pazarı kurmasıdır. O süreye kadar Medine’de ekonomik hayata Yahudiler hakim. Yüksek ticaret vergileri ile bol kazanç sağlıyorlar. Müslüman pazarında ise vergiler sıfırlanınca, tüccarlar vergileri de kâr hanelerine yazmak için Müslüman pazarına gelmeye başlıyor. Burada meslekten tüccar olan başta Hz. Muhammed olmak üzere özellikle muhacir Müslümanların ticari başarısını da hatırlatmak gerekir. Dünya ekonomik pazarlarını avuçlarının içi gibi bilen bu insanlar karşısında, bölgesel ticaret yapan Yahudilerin pek şansı da yoktu zaten. Yahudilerin Hz. Muhammed’i hedef almalarının en önemli sebebi de kanaatimce budur. Bir de Hz. Muhammed, “ehl-i kitap” olmaları dolayısıyla Yahudiler karşısında o güne kadar sosyo-psikolojik kompleks yaşayan Arapları, kendilerine özgü davranış modelleri olan bir topluluğa (ümmet) dönüştürmüştür. İslam dünyasında “Hz. Muhammed’in sünneti” olarak yapılan çoğu uygulamanın arka planında “Yahudilere muhalefet” tavrı vardır.
Peki efendim Yahudiler niçin muhalefet etmişlerdir?
Gayet basit. Yukarıda da işaret edildiği üzere, siyasi ve sosyo-ekonomik sebepler yüzünden. Din adamlarının cemaat üzerinde asırlardır devam eden hegomanyası, Yahudilerin gerçekle buluşmasına engel olmuştur. Bunda özellikle kohenliklerinden kaynaklanan cemaat içi rant da etkili olmuştur. Hz. Muhammed Yahudileri ekonomik hayattan dışlamamıştır. Serbest ekonomik şartlarda düşük vergi, kaliteli üretim ve dürüstlüğe dayanan bir ticaret anlayışıyla liberal ortamda Yahudilerle rekabete girişmiştir. Bu sebeple günümüzde Müslümanların, zaman zaman nükseden Yahudi mallarını “boykot” yerine, Hz. Muhammed’in uygulamasında olduğu üzere “kaliteli mal, dürüst ticaret” prensibi ile hareket etmeleri daha uygun kanımca. Kaliteli mal üretmez, ticareti de özünü İslami esaslardan alan evrensel kurallara göre yapmazsanız, “boykot”lar işe yaramaz. Ticarette elbette rekabet olacak. Ancak bu, Hz. Muhammed’in yaptığı gibi, herkesin tâbi olduğu serbest rekabet ortamında olmalıdır. Yahudilerin Hz. Muhammed’e karşı çıkışlarının bir sebebi de evrensellikten yerelliğe evrilen din anlayışının ırkçı reaksiyonu. Yahudiler İsrailoğulları’ndan bir peygamber bekliyorlar. Oysa Hz. Muhammed, kardeşleri olan İsmailoğulları’ndan.
Bu durumda ilk dönem Yahudi kaynakları ile İslâm kaynaklarına Hz. Muhammed ile ilgili bilgiler nasıl yansımıştır?
Yahudilikteki mesihle ilgili tanım ve tasvirler, özellikle Tevrat’ın Arapçaya çevrilmesi ve Müslüman bilim adamlarının nüfuz etmeye başlamasıyla, Hz. Muhammed olarak yorumlanmıştır. Ama bunların hepsi yorum. İsabetli yorumlar da var. Ancak burada bir paradoks da mevcut. “Tevrat tahrif edilmiştir”, diyeceksiniz, ardından tahrif edilip edilmediğinden emin olmadığınız ifadeleri, Hz. Muhammed’in peygamberliğine yoracaksınız. Konu ile ilgili olarak literatürümüzde “delâil” ve “beşair” başlıklı müstakil ilim dalları doğmuştur. Bunun polemiğe dönük yüzü vardır. Yahudiler baştan beri Hz. Muhammed’e cephe aldılar. Hz. Muhammed’in çağdaşlarının konu ile ilgili tutumlarını biliyoruz; ancak o dönemde diğer bölgelerdekilerin tutumları hakkında bilgi mevcut değil. Yine İslam kaynaklarına yansıdığı kadarıyla Medine’ye mektupla soran veya bizzat gelip durumu araştıranlar olmuş. Mesela, Irak (Babil) Yahudilerinin cemaat liderinin (re’sü’l-calut) Medine’ye gelip Hz. Muhammed ile tartıştığına dair bilgiler mevcut. Ancak Yahudilerde din adamlarının, özellikle Orta Çağ’daki sultası, köklü gelenek ve diğerine (goy) prensipte düşmanlık esasları, Hz. Muhammed’e karşı ön yargı oluşturmuştur. Kabuğunu kıranların sayısı ise oldukça azdır.
Peki bu bağlamda Yahudilerin Hz. Muhammed’e bakışları?
Medine’deki bakışı, İslam kaynaklarından öğreniyoruz. Elbette muhalif; elbette düşmanca. Ancak bir sorun var. Biz maalesef o dönem Yahudilerinin tarihi kayıtlarına sahip değiliz. Ehl-i kitap bir toplumun kayıt bırakmaması, beni hep hayrete düşürmüştür. Bu noktada Hz. Muhammed’in dönüştürücü yönüne de dikkat çekmek istiyorum. Sözel (şifahi) geleneğin hakim olduğu bir toplumu, Orta Çağ’ın zifiri karanlığını bilim fenerleriyle aydınlatan bir ümmete dönüştürmesi.
Yahudilerin sonraki dönemlere ait kayıtlarına sahibiz. Bunların çoğu İbranice. Acizane, bunların bir kısmını ben Türk okuyucusu ile de buluşturdum.
Hangi kitabınız?
Sene başında (Ocak 2012) çıkan Yahudilere Göre Hz. Muhammed ve İslamiyet (İz yayıncılık: İstanbul) isimli çalışmam. Bu çalışmada Yahudi tarihçilerin Hz. Muhammed, İslam ve Ashab-ı Kiram’a bakışlarını, yanlışlarına da dikkat çekerek İbraniceden Türkçeye tercümelerini yaptım. Ben tarihçi olduğum için, ancak tarih kitaplarını esas aldım. İbranice öğrenecek idealist öğrencileri, Yahudilerin tefsir, kelâm ve diğer literatüründeki söz konusu konulara yaklaşımları, araştırma konusu olarak beklemektedir. Bu konuların da kaynak dilinden araştırılması gerekir.
Araştırdığınız literatürde Yahudilerin Hz. Muhammed’e bakışı nasıldır hocam?
Detayları kitaptan okunabilir; ancak kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Muhammed’le ilgili bilgiler İslâm kaynaklarındakilerden oldukça farklı. Neredeyse tamamı bilim-kurgu. Polemik amaçlı yer verilen bu bilgiler, din bağnazlığından doğan uydurma, iftira ya da içinde yaşadıkları Hıristiyan toplumda benzer dürtülerden hareketle oluşturulan asılsız iddialarla dolu.
Tarih kitaplarında Hz. Muhammed hakkında “sahtekâr”(!) veya “sözde peygamber”(!) anlamına gelen “pasul”; “koyun çobanı” anlamına gelen “ro’e tson”; “günahkârların sefih çobanı”(!) anlamına gelen “ro’e evili”; “mecnun”, “deli” ve “dengesiz”(!) anlamlarına gelen “meşuga”; “psikolojisi bozuk”, “dengesiz”(!) anlamlarına gelen “iş ha-ruah”; “lânetli”(!) anlamına gelen “arur”; “kötü”, “anlayışı kıt aptal”(!) anlamına gelen “ilem ha-raşa’” gibi terimler tercih edilmiştir. Elbette bütün bunlar Yahudi tarihçilerin din bağnazlığından kaynaklanan anlamsız sözleri. Hatta bu bağnazlıktan dolayı Hz. Muhammed’in ismi bile, İbranîcede Arap alfabesindeki harflerin neredeyse tamamını karşılayacak harflerin bulunmasına rağmen “Mahmit”, “Mahomat” veya “Mahomati” şeklinde çarpıtılarak yazılmıştır. Hz. Musa gibi vahye muhatap olan Hz. Muhammed’in aldığı aldığı vahiyle ilgili ilginç saçmalıklar da ileri sürülmüştür. Hz. Muhammed -haşa- kurnaz, entrikacı, halkın aklını çelmeyi iyi bilen sahtekâr, aldatıcı ve elinin ulaştığı her yere kötülüğü bulaşan biri (!) olarak takdim edilmiştir.
Peki İslamiyet hocam?
İslamiyet de pek farklı değildir Yahudi din adamlarının gözünde. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar, Yahudilere gönderilenler de dahil bütün peygamberlerin getirdiği ilahî emirlerin ortak adı “İslâm” olmasına rağmen, Yahudi tarih kitaplarında İslâmiyet Hz. Muhammed’e verilmiş yeni bir din olarak takdim edilmekten ziyade, kitabı -haşa- Hz. Muhammed’e yardım eden Yahudi hahamlar marifetiyle yazılan, Hz. Muhammed’in kafasından uydurmaya çalıştığı, ancak orijinal bir din de ortaya koyamadığı için, başta Yahudilik olmak üzere diğer din ve geleneklerdeki bir takım hükümleri değiştirip adına İslâm diyerek insanları kandırdığı şeklinde takdim edilmiştir.
Ashab-ı Kiram hakkındaki düşünceleri…?
Yahudi din adamları ashâbın Müslümanlar nezdindeki yüce değerinden dolayı, onları Hz. Muhammed’e boş yere inanan cahil ve avare insanlar(!) şeklinde tepeden inmeci bir bakış açısı ile değerlendirmişlerdir. Araştırdığım tarih kitaplarında müslümanların gönül dünyalarında taht kuran ve ümmetin en faziletlileri kabul edilen Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali hedef seçilmiştir. Bir de Yahudiliği bırakıp İslamiyet’i seçen Abdullah b. Selam. Bunlardan Hz. Ebû Bekir ve Ali Yahudi kökenli; Hz. Osman ve Abdullah b. Selâm ise güya “günah”, “yok edicilik” ve “hilekârlık”ta Hz. Muhammed’in suç ortağı olarak takdim edilmiştir. Hayal dünyası. Bilim-kurgu filmi gibi. Ama kasıtlı ve bilinçli ifadeler. Kitleleri yanıltma amaçlı, hakikatle buluşturmama çabası.
Bütün bunlar hakikaten çok ilginç yaklaşımlar ve de ilk defa duyduğumuz bilgiler?
Elbette ilginç. Yahudi din adamları bu asılsız rivayetlerle cemaatlerini, İslâm ve Hz. Muhammed hakkında yanlış bilgilendirmeleri yanında, dinler ve kültürler arasında muhtemel diyalog köprülerinin yıkılmasına da sebep olmuşlardır. Oysa o dönemde Müslüman alimler Tevrat, Talmud ve Yahudilerin o dönemlerde rağbet ettiği dinî kitapları bilimsel bakış açılarıyla harıl harıl araştırmakta idiler.
O takdirde bu kitapların bilimsel değerini tartışmak lazım.
Kitapların Hz. Muhammed ve İslamiyet dönemleri ile ilgili verdikleri bilgileri ihtiyatla karşılamak gerekir. Bizce yanlış, ancak kendilerince doğru zannettikleri tepki. Zaten hak verse, azınlık yaşayan, var olma mücadelesi veren bir toplumun varlık nedeni ortadan kalkacak. Yahudilik bu açıdan tepkisel bir din. Bu sebeple vahye dayalı pek çok ibadet unsuru bile din adamlarının müdahalesi ile -biz buna tahrif diyoruz- ilga edilmiştir.
Mesela, ne gibi?
En basit örneği secdedir. Evrensel bir kulluk göstergesi olan “secde”, miladın ilk asırlarında “Hıristiyan keşişler de secde yapıyor” denerek Yahudi ibadetinden çıkarılmıştır.
İlginç! Peki, günümüzde Yahudiler ibadetlerinde secde etmiyorlar mı?
Dua metinlerinde “secde” ifadesi var. Ancak bizim namazlarımızdaki “kıyam” (ayakta durma), Yahudilerde aynı anlamda “amida” olarak isimlendirilir. Bu sırada secde yerine Müslümanların “rükusu” gibi, secde yerine hafifçe eğilirler.
Kitapların bilimsel değerine dönersek?
Yahudi tarih kitaplarında Hz. Muhammed, İslâmiyet ve Ashâb’la ilgili uydurma bilgileri, tarihî rivayetlerin karşıt bir görüşü savunma adına nasıl tahrif edilebildiğinin dikkat çeken yazılı örnekleri şeklinde hülasa etmek mümkündür.
Çalışmalarınıza hem Müslümanların hem de Yahudilerin bakışını değerlendirir misiniz?
Türkiye’de ilginç bir tavır var. Ben çalışmalarımı İbranice ve Aramice çalışmalar da dahil, hem Yahudi hem de İslam kaynaklarından hareketle yazıyorum. Bilimsellikten zerre taviz vermiyorum. Ancak özellikle belli çevrelerin yarattığı yanlış Yahudi algısından olsa gerek, çalışmalarımız pek dikkat çekmedi veya çekilmedi. İnsanımız sloganik. Slogan içerikli, yaldızlı ifadeleri beğeniyor. Bu sebeple de bilimsel çalışmalara henüz iltifat edilmiyor. Hoş, benim de zaten “ön plana çıkayım, ön planda olayım” gibi bir derdim yok. Ama özellikle Yahudiler ve Yahudilikle ilgili çalışmaların bilimsel temele oturtulma zarureti unutulmamalı. Türkiye’de bu sürece evrim başladı. Biz de acizane yazılarımız ve rehberliğimizle bu sürece katkıda bulunmak istiyoruz.
Musevilerin çalışmalarıma tepkisine gelince… Çalışmalarım Türkçe olduğu için ancak İsrail’de Türkçe bilenlerin tepkisi hakkında bilgi verebilirim. Hayfa ve İbrani Üniversitesi’nde Türkçe bilen akademisyenler tarafından beğenildiğini biliyorum. İsrail’in İstanbul başkonsolosu Sayın Moshe Kamhi Bey’in “çalışmalarımdan çok etkilendiği” ifadesini nakledebilirim. Öte yandan İsrail’deki Türkiye kökenli Yahudilerden de gayet olumlu, hatta takdir edici tepkiler gelmiştir. Değişik vesilelerle bir araya geldiğimiz Türk Musevi cemaatinden dostlarımın da bu tür bilimsel çalışmalara daha fazla ihtiyaç bulunduğu şeklindeki temennilerini aktarabilirim.
Son olarak bir şey daha sormak istiyorum. Eskiden beri müsteşrıklar İslâm hakkında araştırma yapar, hüküm verir, kanaat belirtirler. Müslüman ilim ve fikir adamları ise hem kendi tarihleri hem de diğer dinlerle ilgili kanaat belirtme konusunda çekingen davranmaktadırlar? Sizce bunun sebebi nedir?
Bunun en önemli nedeni hakim olan kültürel emperyalizmdir. Sağda-solda dile getirilen Müslümanların özgüvenlerini kaybettirici, “bizden bir şey olmaz” düşüncesi. Bir sebep de “İslamcı” kesimin, bilerek ya da bilmeyerek yarattığı yanlış Yahudi algısı. Değişik vesilelerle İsrail’de bulundum. Araştırmalar yaptım. Meslektaşlarla konuştum ve tartıştım. Onlar da bizim gibi insanlar. Tek farkları planlı, projeli olmaları ve çalışma azimleri. Bizde genç yaşta profesör olan çoğu meslektaşımız, eleğini asar; ama o insanlar “beşikten mezara” sırrına vakıf olmuşlar gibi. Son zamanlarda imkanlarımız arttı. Himmetli, samimi, idealist ve dinamik öğrenciler bekliyoruz. Müsteşrıkların yanlı ve yanlış değerlendirmelerinin düzeltilmesi lazım. Günümüzün cihadıdır bu. Bunun için kaynak dillerini bilmek, metodolojik yaklaşım, idealizm ve çalışma azmi gerek. Zor işlerdir bunlar. Camiamız tribüne oynamayı seviyor. Asıl yapılması gerekenleri görmüyor ya da görmek istemiyor.
Kaynak dili bilmek önemli diyorsunuz?
Elbette. Mesela, İbranice kaynakları kullanmak Yahudilerin kendi tarihlerini kendi kaynaklarına göre yazmanın ötesinde, verdikleri bilgilerin farklı kaynaklarla karşılaştırılmasına, dolayısıyla da eleştiriye imkan veriyor. Çalışmalarınıza değer katıyor. Bu durum esasen diğer alan, kaynak ve kaynak dilleri için de genel-geçer bir kuraldır. Geçmişte, -Allah kendilerine rahmet etsin- alimlerimiz yapmış bunları. Ayrıca bunları çalışmalarınıza yansıtamazsanız, başarılı da olamazsınız.
Sürükleyici bir röportaj oldu. Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.
Esas ben teşekkür ederim. Faaliyet ve düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşma fırsatı verdiğiniz için. Faydalı olması dileklerimle…
Doç. Dr. Nuh Arslantaş
Kitap
Nuh Arslantaş, Yahudilere Göre Hz. Muhammed ve İslamiyet (İbranice Tarih Kitapları Açısından Bir İnceleme), İz Yayıncılık: İstanbul 2012.
İnsanlığa doğru yolu göstermek amacıyla görevlendirilen son peygamber Hz. Muhammed vahiyle kurulan İslâm dinini açıklamış, üstün örnek şahsiyeti ile ilk İslâm toplumunu oluşturmuştur. İslâmiyet’teki belirleyici rolü nedeniyle Hz. Muhammed’in hayatı ve getirdiği mesaj, her kesimden insan ve dünya görüşünün araştırmasına konu olmuştur.
Araştırmada İbranice tarih kitaplarının Hz. Muhammed, İslâmiyet ve Kur’ân ile O’nun (as.) tevhit davasına gönül veren Ashâb-ı Kirâm hakkında verdiği bilgiler değerlendirilmiş; Ek’te İbranice rivayetlerin Türkçe tercümeleri de verilmiştir.
Haber7