Bu yargı kuşkusuz Kur’ân ahkâmı ve Sünnet’in aydınlığında sonuna kadar savunamıyor kendini. Kadınların cinsel yapılarından kaynaklanan özelliklerin, onların ibadetlerden izinli olmasına sebep sayılması, aynı zamanda dinen ve aklen kusurlu olmanın da gerekçesi kılınıyor. Oysa ibadetlerinden izinli olmayı gerektiren cinsel özelliklerinin kadınların aklına zarar vermesi, fikrini noksanlaştırması sadece kaba bir çıkarım. Ne Peygamberimiz’in etrafındaki kadınların ne de eğitim gören, kültürel alanda ürün veren kadınların yaşantılarıyla doğrulanabilir bir varsayım bu.
Bir şeylerin olduğu gibi bırakılmasından da söz edilemez bu yıkıcı yaklaşımda, tersine, kadınların aklen noksan olduğu dinî bir kabul olarak takdim edilirken Sünnet’in amaçladığı ve sağladığı uygulama ve kazanımlarda geriye düşülmesi kaçınılmaz. Ancak bir tarafta da hayatın talepleri var; katılmak ve sürdürmek zorundasınız. Kadın aklı buna imkân bulduğu oranda etkinliğini ve üretimini sürdürmekten kendini alamazdı…
Aklıma gelen ilk örnek Ehl-i Suffa. Kimsesiz muhacirlerin, bekâr sahabelerin, dışarıdan gelen heyet ve elçilerin yanısıra Suffa’da kadın sığınmacıların da bulunduğu kaydediliyor. Abdullah İbn Ömer”den nakledilen bir hadiste açık bir şekilde “Suffatü’n–Nisa” ifadesi geçiyor. Buharî, Kitabü’s Salât’ta “Kadının Mescidde Uyuması” (yatıp kalkması) bâbını açarak mescidde yatıp kalkan siyahi bir cariye hakkındaki Hz. Ayşe’nin hadisini naklediyor.
Hatice Öncül, kadın sığınma evlerine ilişkin ilginç araştırmasında aşağı-yukarı 700 yıl önce tesis edilmiş olan ve bugünkü kadın sığınma evlerine karşılık gelen Ribatü’l-Bağdadiyye’lere işaret ediyor. Ribatlar, İbni Side’ye göre beş veya daha fazla atlının barınabildiği, genellikle İslam diyarının düşman sayılan ahaliye ait topraklarla birleştiği serhatlarda kurulan karargâhlardır. Genel kabule göre ribatlar aynı zamanda Ehl-i Suffa’nın fonksiyonunu da icra eden koruyucu ve eğitici niteliğiyle karargâh yapılarının ötesine geçen bir cazibeye sahip görünüyor. Davud İbni Salih, ribat eğitiminin nefis terbiyesine ağırlık verdiğini, ribatta ikamet edenlerin kendi aralarında bir hüsnü muameleyi koruduklarını, namaz vakitleri konusunda dikkat gösterdiklerini, amelleri ifsad edecek her türlü davranıştan kaçındıklarını, İslam diyarları ve bütün insanların salahı için dua ettiklerini söyleyerek bu kurumlarda vakitleri iyi değerlendirmek, virdleri tam olarak yerine getirmek, gafletlerden uzak durmak gibi vasıflarla tam bir mücahit ve murabıt olunabileceğini ilave ediyor. Süleyman Ateş, “ilk salikler aynı zamanda sınır boylarında fiilî cihada hazır bekleyen ve böyle barınaklarda bulunan kimseler olduğundan, sonradan mutasavvıfların toplandığı tekkelere ribat adı verilmiştir” diye kaydediyor. Ribatü’l-Bağdadiyye’lerin bir versiyonu, Ahmet Ağırakça’nın tespitlerine göre, Libya’daki Darü’l-Hadane’lerdir. Mısır’da ise bir örneği Eyyubilerin bir kolu olarak saltanat süren Melik Zahir Baybars el-Bündükdar (1223-1277)’ın kızı Tezkar Bay Hatun tarafından kuruldu. Tezkar Hatun saliha ve fazilet sahibi bir hanım olan Zeynep Binti Ebi’l-Berakat el-Bağdadiyye’yi kuruma şeyhe ve müdire olarak atadı, maiyetindeki diğer saliha kadınlarla birlikte oraya yerleştirerek hangâhın idaresini onlara tevdi eyledi. Ve Fatma Aliye”nin İslam Kadınları adlı kitabında kaydettiğine göre lüzumu halinde Ribatü’l Bağdadiyye’ye atanacak şeyhenin, kadınların en âlim ve fazıllarından ve sülehâdan olması şartı konulmuştu. Zeynep binti el Bağdadiyye’den sonra Ribatü’l-Bağdadiyye’ye şeyhelik edenler, “Bağdadiyye” diye şöhret bulacaklardı.
Söz konusu hangâh, kadınlara mahsus olan zaviyelerdendi. Burada kadın şeyhler hemcinslerine vaazda bulunuyor, fıkıh ve edep öğretiyordu. El-Makrızi bu hangâhın durumunun mazbut, sakinlerinin ibadet vazifesiyle meşgul olması bakımından kadınlarca bir tedip ve terbiye evi olduğunu kaydediyor. Bu mekânda heva ve hevesle vaktini geçirip de cahil kalanların talimine çalışılıyordu. Kocasından boşanıp iddet süresini geçirmekte olan kadınlar yeniden evleninceye kadar, kocaları tarafından terk edilenler ya da evlerinden uzaklaştırılanlar ise kocaları tekrar müracaatla onlara dönünceye kadar orada türlü kötülükten sakındırılarak himaye ediliyorlardı. [1]
Fatma Aliye 13. yüzyılda yalnızca tarihçi Süyuti’nin zamanında bugünkü profesörlük düzeyine erişmiş 100’e yakın tekke şeyhesinin varlığından söz ederken bu kadın muallimlere ilişkin bilgisizliğe şaşırmaktan kendini alamadığını da kaydediyor. Bana kalırsa bu muallimelerle ilgili veriler, Müslüman kadının akli varlığı konusunda önyargılara sahip pek çok günümüz okur-yazarını hayrete düşürebilir. “Osmanlı Kadın Hareketi” adlı araştırmasında Serpil Çakır da Fatma bint-i Abbas, kadın şeyheler ve sığınma evi vazifesi gören kadın tekkelerine değinirken bu konularda mevcut bilgisizliğin tuhaflığına işaret ediyordu. [2]
İbni Arabi, üzerinde kadın hocalarının emeği bulunan dev bir isim. Yüksek mevkilere ulaşan kadın sufiler Gazali’nin işaret ettiği bir olgudur ve büyük âlim de erkekleri, bu kadınların gerisinde kalmamak üzere çalışmaya teşvik etmiştir. İbni Batuta da hoca olarak kabul edilen ve zamanının âlimlerince fikirlerine başvurulan bu şeyheler üzerine ayrıntılı bilgiler sunuyor. Basralı Rabiatü’l-Adeviyye’nin yanı sıra çağdaşlarından Muadha el-Adevi, Hz. Hasan’ın torunlarından Nefise, İbn Hallikan’ın icazet aldığı Zeynep, otorite kabul edilen şeyhelerden birkaçı. İbn Hallikan’ın Biyografi Sözlüğü’nde yer verdiği şeyhelerden biri olan Şuhda (ö. 1178) ise zamanının en büyük âlimlerinden sayılırdı.
Margaret Smith, Rabiatü’l-Adeviyye üzerine yazdığı kitabın bir bölümünde ünlü kadın şeyheleri konu alıyor. Bu sufi ve âlim kadınlar, Müslümanların tarihinin bize sunulan kısmındaki yitiklikleri sebebiyle, geçerli olan tarihsel bilgilerin başka açılardan da güvenilmez olabileceğinin birer kanıtı olacak kadar önemli bir varlığa sahipler. Sonraki yüzyıllarda bu varlığın ortadan kalkmasından çok Müslüman kadını akıl ve irfanla, ilimle değil de itaatle, kölelik ve rehavetle ilişkilendiren oryantalist söylemler ve bu söylemleri besleyen hurafe yüklü menkıbelerin öne çıkmasıyla oluşan bir hakikat örtüsünden söz etmek mümkün görünüyor, Mohja Kahf’ın Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı isimli eseri zaviyesinden bakıldığında. [3] “Akıllı, yiğit, mütahakkim Müslüman kadın nasıl oldu da bazen suskun bazen şirret, her şekilde ise ilimden irfandan uzak bir kadına dönüştü? Miladi 1000’li yıllardan itibaren özellikle, Müslümanların kadına bakış açısı –neredeyse fiziksel büyümeyle orantılı olarak– hangi sebeplerle donuklaşmış ve gerilemiş olabilir? Söz konusu olan imaj ve imgelerce yutulmak ya da ört-bastan ibaret sayılabilir mi? Kendi tarihimiz konusunda bunca bilgisizken geçmişi nasıl sorgulayabilir ve bugünü nasıl inşa edebiliriz?” şeklinde sorular sormuştum yıllar önce, Mahremiyetin Tükenişi isimli kitabımda yer alan “İslami Sığınma Evleri” başlıklı yazıda. [4]
Feminist araştırmacı Andree Michel, İtalya’da 8. yüzyıldan itibaren kadınlara kendilerini kanıtlama olanağı tanıyan parlak bir Müslüman kültürün etkilerinden söz eder. [5] Zirveye çıkan bir telakkiden söz ettiğimiz açık. Her şekilde kadının akli varlığı ve katılımına bakış açısındaki değişme, genel gerilemenin bir göstergesi olarak dikkat çekicidir.
Bu konu üzerine Asr-ı Saadet’e ve Peygamberimiz’in etrafındaki hanımlara uzanarak yazmaya devam etmek istiyorum, inşallah.
Dipnotlar:
1-Hatice Öncül, “Ve Ribatü’l Bağdadiyye”, Nehir dergisi, Nisan-Mayıs 1994, sayı 7-8.
2-Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, sf. 321, Metis; 1996.
3-Mohja Kahf, Batı Edebiyatında Müslüman Kadın İmajı, Küre Yayınları, 2006.
4- Nehir, Eylül 1995, sf. 95-96.
5- Andre Michel, Feminizm, sf. 64, Kadın Çevresi Yayınları, 1984.
Cihan Aktaş
Sonpeygamber